TÜRKİYE`NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ

advertisement
TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE
ÇIKIŞ GÜVENCELERİNİN ROLÜ VE ETKİSİ
Pamukkale Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Doktora Tezi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Anabilim Dalı Programı
Mutlu YILDIRIM
Danışman: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ
Eylül 2017
DENİZLİ
ii
TEŞEKKÜR
Doktora çalışmalarım sırasında, kendilerinden ders aldığım bütün hocalarıma;
tezimin gelişimine katkıda bulunan, kıymetli eleştirileri ve yol göstericiliklerinden dolayı
tez izleme komitesi üyelerine ayrı ayrı teşekkür ederim. Çalışmamın her aşamasında
göstermiş olduğu akademik danışmanlıktan, vefakâr katkılarından ve özverisinden dolayı
danışmanım, değerli hocam Prof. Dr. H. Aliyar Demirci’ye minnet borçluyum. Doktora
eğitimim boyunca her zaman yanımda olan, fikirleriyle çalışmama destek veren kıymetli
hocam Prof. Dr. Ergun Özbudun’a şükranlarımı sunarım. Yine çalışmalarım sırasında
benden desteklerini esirgemeyip sabır gösteren mesai arkadaşlarıma sonsuz teşekkür
ederim. Gerek doktora eğitimim gerekse de tezimin hazırlanması aşamasında bana vermiş
olduğu katkılarından dolayı aileme, çocuklarıma ve her zaman yanımda olup fedakârlık
gösteren değerli hayat arkadaşım Yasemin Yıldırım’a teşekkürü bir borç bilirim.
iii
ÖZET
TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ
GÜVENCELERİNİN
ROLÜ VE ETKİSİ
YILDIRIM, Mutlu
Doktora Tezi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Anabilim Dalı
Tez Danışmanı: Prof. Dr. H. Aliyar Demirci
Eylül 2017, 356 Sayfa
Bu çalışma, Türkiye’nin demokratik gelişimini farklı bir pencereden
tartışarak “çıkış güvenceleri” özelinde açıklamayı hedeflemektedir. İlk bölümde
demokrasi teorisi ve sivil asker ilişkileri teorileri üzerinde durulmuş, demokratik
sistem koruyuculuk ve seçkinci demokrasi modelleri özelinde tartışılmıştır.
Demokratik bir sistemde vesayetin temini ise çıkış güvenceleri bağlamında ele
alınmıştır.
Çalışmanın ikinci bölümünde Osmanlı İmparatorluğu’nda “devlet nasıl
kurtulur” sorusuna cevaben hayata geçen “pasif modernleşme” girişimleri ve
demokrasi deneyimi özetlenmeye çalışılmıştır. Cumhuriyete miras kalan paternalist
seçkinci anlayışın ortaya çıkması merkez-çevre ikilemi ile aydın, ordu ve
bürokrasiden oluşan “koruyucu entelijansiya” özelinde tartışılarak ordunun
siyasetteki ağırlığına vurgu yapılmıştır.
Üçüncü bölümde Türkiye’nin 1950’lerle başlayan çok partili demokrasi
hayatına değinilmiş, ordunun “koruyucu bir sıfatla” sisteme müdahalede bulunup
vesayeti temin etmesi, darbe sonrasında elde edilen “çıkış güvenceleriyle”
açıklanmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin son dönemde “çıkış güvencelerinin”
bertarafına dönük demokrasi hamleleri de yine bu bölümde ele alınmıştır.
Çalışmanın sonucunda Türkiye’nin kendine özgü bir sivil-asker modeline
sahip olduğu tespit edilmiştir. Osmanlı modernleşmesinde aktif rol alan aydın,
bürokrasi ve ordu üçlüsü sivil asker ilişkilerine yeni bir boyut katmıştır. Ordu,
cumhuriyetin kurucu unsuru olarak, koruyucu bir kimlikle sistemdeki vesayetçi
ağırlığını devam ettirmiştir. Atatürk ve İnönü dönemlerinde “subjektif kontrol”
modeline dayanan bu yaklaşım, 1960 darbesiyle yeni bir boyut kazanarak orduyu
“muhafız tipi” bir yapıya büründürmüştür. Bundaki en önemli unsur ise darbelerin
arkasından yapılan anayasa değişikliklerinde yer verilen “çıkış güvenceleridir”. Söz
konusu güvenceler askeri vesayetin teminini sağlamış, Türkiye’nin demokratik
gelişiminde olumsuz bir rol oynayarak demokrasinin pekişmesine engel olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Koruyuculuk, Vesayet, Ordu, Çıkış
Güvenceleri.
iv
ABSTRACT
THE ROLE AND IMPACT OF EXIT GUARANTIES OF TURKEY’S
DEMOCRATIZATION PROCESS
YILDIRIM, Mutlu
PhD Thesis, Department of Political Science and Public Administration
Consultant: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ
September 2017, 356 Pages
This study aims to examine the development of Turkey’s democratic
development from a different perspective in terms of “exit guaranties”. In the first
part, democracy and civil-military theories have been focused and the democratic
system was discussed with regards to the guardianship and elitist model of
democracy. The supply of tutelage in a democratic system is analyzed in the context
of “exit guaranties”.
In the second part of the study, “passive modernization” efforts and
experience of democracy have been summarized against searhing for answer the
question of “how to survive the state?” in the Ottoman Empire. Emergence of the
elitist paternalistic concept inhereted to Turkish Rebuplic were discussed with
regards to the center-periphery dichotomy consisting of army and bureaucracy so
called “protective intelligentsia”.
In the third section, multiparty system started from 1950’s in Turkey has
been mentioned, army's “protective capacity” and the tutelage of the availability of
intervention in the system, obtained after military coups with “exit guaranties” were
explained.
At the end of the study, the unique model of civil-military relations of Turkey
has been identified. Active roles of intellectuals, bureacracy and army trio in the
modernization of Ottoman have added a new dimension to civil-military relations.
Army as a constituent element of the Turkish Republic has continued its protective
tutelage guardianship effect. In the eras of Atatürk and İnönü, this approach based
on the “subjective control model” with the 1960 military coup, gained a new
dimension to the “guard type” structure. The most important reason of all these
mentioned circumstances is the “exit guaranties” enacted in the constitutions after
military coups. These guaranties have led to the providing of military tutelage and
hindered the consolidation of democracy by playing negative role in Turkey’s
democratic develepment.
Key Words: Democracy, Guardianship, Tutelage, Military, Exit Guaranties.
v
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
BİLİMSEL ETİK SAYFASI ......................................................................................................... i
TEŞEKKÜR.................................................................................................................................. ii
ÖZET ........................................................................................................................................... iii
ABSTRACT................................................................................................................................. iv
İÇİNDEKİLER ..............................................................................................................................v
SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ ...................................................................................... viii
GİRİŞ .............................................................................................................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM7
DEMOKRASİ VE ORDU7
1.1-Demokrasi Kuramı ............................................................................................................. 7
1.1.1- Çağdaş Demokrasinin Temel Nitelikleri .................................................................... 9
1.1.2- Demokrasiye Geçiş Yolları....................................................................................... 11
1.1.3- Demokrasinin Zaaflarına Karşı Koruyuculuk........................................................... 14
1.1.4- Seçkinci Demokrasi .................................................................................................. 17
1.2- Sivil-Asker İlişkileri ........................................................................................................ 28
1.2.1- Sivil-Asker İlişkilerine Dair Kavramsal Bir Çerçeve ............................................... 28
1.2.2- Askerin Müdahale Nedenleri .................................................................................... 34
1.2.2.1- Siyasi kültür ....................................................................................................... 34
1.2.2.2- Modernleşme ..................................................................................................... 37
1.2.2.3- Ordunun Yapısal Özellikleri .............................................................................. 39
1.2.2.4- Siyasi Yönetimin Başarısızlığı ve Meşruiyet Sorunu ........................................ 40
1.2.3- Gelişmiş Ülkelerde Ordunun Rolü ........................................................................... 42
1.2.4- Gelişmekte Olan Ülkelerde Ordunun Etkisi ............................................................. 56
1.2.5- Demokratik Sistemde Askeri Vesayetin Temini: Çıkış Güvenceleri ....................... 62
1.2.5.1- Vesayet Yetkileri ............................................................................................... 64
1.2.5.2- Mahfuz Alanlar .................................................................................................. 66
1.2.5.3- Seçim Sürecinin Manipülasyonu (Genel ve Yerel Seçimlere Müdahale).......... 69
1.2.5.4- Askeri Rejim Eylemlerinin Geri Alınmazlığı .................................................... 70
1.2.5.5- Af Yasaları ......................................................................................................... 71
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME VE DEMOKRASİ72
2.1- Türk Siyasi Hayatı ........................................................................................................... 72
2.1.1- Osmanlı’da Modernleşme Çabaları, Seçkinci Anlayışın Ortaya Çıkışı, Merkez Çevre
Ayrışması ............................................................................................................................ 72
2.1.1.1- Modernleşme Çabaları ....................................................................................... 74
vi
2.1.1.2- Tanzimat Dönemi .............................................................................................. 76
2.1.1.3- I. Meşrutiyet ve II. Abdülhamid Dönemi .......................................................... 78
2.1.1.4- Jön Türkler Hareketi ve II. Meşrutiyet .............................................................. 82
2.1.1.5- 31 Mart Vakası .................................................................................................. 90
2.1.1.6- Halaskâr Zabitan Vakası .................................................................................... 92
2.1.1.7- Otokratik Modernleşme: Bab-ı Âli Baskını ve İttihat ve Terakki’nin Hâkimiyeti
........................................................................................................................................ 94
2.2- Cumhuriyet Dönemi ........................................................................................................ 98
2.2.1- Atatürk Döneminde Orduya Biçilen Rol .................................................................. 99
2.2.2- Koruyucu Anlayışın Oluşumunda İnönü’nün Rolü ................................................ 114
2.2.3- Çok Partili Hayata Geçiş ........................................................................................ 122
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM144
TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİ144
3.1- 27 Mayıs Darbesi ........................................................................................................... 144
3.1.1- Yeni Anayasanın Hazırlanması (İstanbul ve Ankara Tasarılarında Vesayet Unsurları)
.......................................................................................................................................... 154
3.1.2- Asker ve Sivil Arasında Yeni Pazarlık (21 Ekim Protokolü) Çıkış Güvencelerinin
Şekillenmesi ...................................................................................................................... 167
3.1.3- 1961 Anayasası ve Askerin Elde Ettiği Çıkış Güvenceleri .................................... 170
3.1.3.1- Yasama Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri ........................................... 172
3.1.3.2- Yürütme Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri .......................................... 177
3.1.3.2.1- Cumhurbaşkanlığı ......................................................................................... 178
3.1.3.2.2- Genelkurmay Başkanlığı .............................................................................. 179
3.1.3.2.3- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ..................................................................... 184
3.1.3.3- Askeri Yönetim Tasarruflarına Sağlanan Çıkış Güvenceleri........................... 188
3.2- 12 Mart Rejimi ve Çıkış Güvenceleri ............................................................................ 190
3.2.1- 12 Mart Öncesi Siyasal Hayat ................................................................................ 190
3.2.2- Muhtıra ve Ordunun Tepkisinin Devamı ................................................................ 198
3.3- 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleri ............................................................................. 205
3.3.1- Temel Hak ve Özgürlüklerin Kısıtlanmasına Yönelik Değişiklikler ...................... 207
3.3.2- Yürütme Organına Tanınan Yetkilerin Genişletilmesi ........................................... 208
3.3.2.1- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ........................................................................ 208
3.3.2.2- Sayıştay ve Askeri Yargıtay ............................................................................ 211
3.3.2.3- Yüksek Askerî Şura ......................................................................................... 212
3.3.3- Yargı Denetimini Zayıflatan Değişiklikler ............................................................. 213
3.3.3.1- Sıkıyönetim Mahkemeleri ............................................................................... 213
3.3.3.2- Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)............................................................ 217
vii
3.3.3.3- Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ..................................................................... 222
3.4- 1980 Öncesi Siyasal Hayat ............................................................................................ 223
3.5- 12 Eylül Askeri Darbesi................................................................................................. 228
3.5.1- Vesayet Rejimin Kurumsallaşması, 1982 Anayasası ve Askeri Otoritenin Elde Ettiği
Yeni Güvenceler ............................................................................................................... 240
3.5.1.1- Cumhurbaşkanının Seçimi ............................................................................... 243
3.5.1.2- Milli Güvenlik Konseyinden Cumhurbaşkanlığı Konseyine ........................... 249
3.5.1.3- Devlet Denetleme Kurulu ................................................................................ 250
3.5.1.4- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ........................................................................ 253
3.5.1.5- Olağanüstü Yönetim Usuller (Sıkıyönetim Uygulamaları) ............................. 255
3.5.1.6- Milli Güvenlik Konseyi Rejimine Sağlanan Yargı Bağışıklıkları ................... 258
3.6- 28 Şubat Süreci, Vesayette Paradigma Değişikliği (Eylem ve Söylemde Milli Güvenlik
Siyaset Belgesi) ..................................................................................................................... 261
3.6.1- 28 Şubat Öncesi Siyasi Hayat ................................................................................. 261
3.6.2- Hükümet Pazarlıkları ve Ordunun Rolü ................................................................. 265
3.7- REFAHYOL Hükümeti ................................................................................................. 268
3.7.1- 28 Şubat’a Neden Olan Gelişmeler ........................................................................ 270
3.7.2- Askerin Tepkisi....................................................................................................... 277
3.8- 28 Şubat MGK Toplantısı ve Kararları ......................................................................... 284
3.8.1- 28 Şubat Koalisyonları: Ordu, Cumhurbaşkanı, Medya, Yargı, Sivil Toplum ....... 291
3.8.2- 28 Şubat’ın Sonuçları ............................................................................................. 298
3.9- Yeni Teşebbüslere Karşılık Sivil Refleks ...................................................................... 305
3.9.1- Demokrasi Alanında Atılan Adımlar (Çıkış Güvencelerinin Bertarafına Dönük
Adımlar) ............................................................................................................................ 306
SONUÇ ......................................................................................................................................321
KAYNAKLAR ..........................................................................................................................331
ÖZGEÇMİŞ ...............................................................................................................................346
viii
SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ
ABD
AB
AKP
ANAP
AP
BBP
BÇG
BKYM
CENTO
CGP
CHP
CKMP
CMP
DemP
DEP
DGM
DP
DSP
DTP
DYP
EMASYA
FETÖ
GP
IDP
IRA
İP
KM
MASK
MBK
MÇP
MGK
MHP
MSP
MSYK
NATO
OYAK
RG
RP
SBF
SCF
SHP
SSCB
TBMM
Amerika Birleşik Devletleri
Avrupa Birliği
Adalet ve Kalkınma Partisi
Anavatan Partisi
Adalet Partisi
Büyük Birlik Partisi
Batı Çalışma Grubu
Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği
Merkezi Antlaşma Teşkilatı
Cumhuriyetçi Güven Partisi
Cumhuriyet Halk Partisi
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
Cumhuriyetçi Millet Partisi
Demokratik Parti
Demokrasi Parti
Devlet Güvenlik Mahkemeleri
Demokrat Parti
Demokratik Sol Parti
Demokratik Türkiye Partisi
Doğru Yol Partisi
Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri
Fethullahçı Terör Örgütü
Güven Partisi
Islahatçı Demokrat Partisi
İrlanda Cumhuriyet Ordusu
İşçi Partisi
Kurucu Meclis
Milli Askeri Stratejik Konsept
Milli Birlik Komitesi
Milliyetçi Çalışma Partisi
Milli Güvenlik Kurulu
Milliyetçi Hareket Partisi
Milli Selamet Partisi
Milli Savunma Yüksek Kurulu
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü
Ordu ve Yardımlaşma Kurumu
Resmî Gazete
Refah Partisi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Serbest Cumhuriyet Fırkası
Sosyal Demokrat Halkçı Partisi
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
Türkiye Büyük Millet Meclisi
ix
TİP
TpCF
TSK
YTP
Türkiye İşçi Partisi
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
Türk Silahlı Kuvvetleri
Yeni Türkiye Partisi
1
GİRİŞ
Demokrasi, siyasal katılım, özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi temel evrensel
değerlere dayanan, bugünün çoğunluğunun yarının azınlığına dönüşebileceği, azınlığın
haklarının çoğunluk hakları kadar tanındığı bir yönetim biçimidir. Demokratik rejim
dünya çapında özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yaygın bir kabul görmeye
başlamıştır. 1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Doğu Bloku’nun
çökmesiyle başlayan süreçte, tüm dikkatler Doğu Avrupa ülkelerine çevrilmiş,
Huntington’ın “demokratikleşmenin üçüncü dalgası” adını verdiği liberal demokrasinin
küresel yükselişi, demokratikleşme çabalarına yeni bir boyut kazandırmış, son olarak
Arap dünyasındaki siyasi hareketlilik demokrasiye olan ilgiyi arttırmıştır. Bugün siyasi
yelpazenin farklı kesitlerini temsil etmesine rağmen, demokratik olduğunu iddia etmeyen
bir rejim bulmak oldukça güçtür. Öyle ki en otoriter diktatörler bile söylemlerinde
demokrasiden bahsetmektedir. Ancak o kadar geniş bir alanı etkisi altına almasına
rağmen demokrasi üzerinde yapılan tartışmalar nihayete ermemiş, ortak kabul gören bir
demokrasi modeli benimsenmemiştir. Ülkelerin siyasi kültürleri, toplumsal yapıları
birbirinden farklı demokratik sistemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Türkiye de 19. yüzyıldan itibaren bu demokratikleşme sürecinin bir şekilde
parçası olmuştur. Kökleri Osmanlı’nın son dönemlerine rast gelen demokratikleşme
çabası, merkezde biçimlenen, daha çok yapısal reformlar, toplumsal dönüşüm ile hukuki
ve kültürel yapıda meydana gelen değişiklikleri ihtiva eden “pasif modernleşme”1
hareketlerinin ortaya çıkmasından sonra şekil almaya başlamış, Cumhuriyet’e intikal
etmiştir. İlk ve temel hedefi devleti kurtarmak olan bu girişimler, Batı’daki gibi toplumsal
ve ekonomik koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkmamış, halk düzeyinde sınıf
bilincinin bulunmadığı, daha çok sivil ve askeri aydınların öncülüğünde, Batılılaşmayı
bir zorunluluk olarak görerek, paternalist, merkezin egemenliğini önceleyen, tepeden
inşaa çerçevesinde kendini göstermiştir. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkıp
Cumhuriyet’e intikal eden ve pozitivist düşünce temelinde gelişen bu sistem, bilgili ve
liyakatli bir azınlığın yönetmesi gerektiğini işaret eden, Aydınlanma’nın taşıyıcısı ve
devletin koruyucusu seçkinci bir anlayışa dayanmış; devlet, tek, etkin ve yetkin bir siyasal
aktör olarak halkın politik alanını daraltmıştır.
Yönetici elitler tarafından başlatılan, toplumsal ve tarihsel planda yapısal dönüşümün ifade edildiği,
merkezde biçimlenmiş modernite anlayışıdır bkz. (Kahraman, 2010: 177-178).
1
2
Türkiye Osmanlı’dan günümüze kadar uzun bir dönem içinde büyük
değişimlerden geçmiştir. Bu değişimlerden en az etkilenen, hatta zaman zaman bu
değişimlerin daha da kapsamlı olarak ortaya çıkmasına engel olan unsur ise; Osmanlı’dan
devralınan ve devam edegelen “güçlü devlet geleneği” ile onun ürünü olan, kısmi bir
toplumsal dönüşüm hedefiyle yönetme meşruiyetine sahip olmadan, cari usullerle iktidara
gelmeden iktidar araçlarını kullanma ve siyaseti dizayn etme gücünü elinde bulunduran
“vesayetçi siyasi rejimdir”. Vesayetçi yapı, demokrasi bağlamında kurumsallaşmayı bazı
kurumlarla kolaylaştırırken bazılarıyla da onun yerleşmesini güçleştirmektedir (Bağce,
2004: 209). Bunun da asıl nedeni, rejimin temellerinin neler olduğu konusunda toplumsal
ve siyasal bir uzlaşının sağlanamamış olmasıdır. Bu uzlaşmazlık ortamı bürokrasi, aydın
ve orduya kadar uzanan toplumsal aktörlere hareket alanı açmış, “koruyucu entelijansiya”
olarak tanımlanabilecek bu seçkinci kadro, toplumu oluşturan diğer unsurlardan üstün
gören bir anlayış çerçevesinde kendisini rejimin koruyucusu olarak siyaset yapmakla
yükümlü addetmiştir. Zira Türk toplumunun yaşamış olduğu ve her on yılda bir
gerçekleşen askeri müdahaleler, askeri yapılanma ve bürokrasi içinde mevcut bir
darbecilik eğiliminin değil, devletin korunması inancının bir tezahürü olarak ortaya
çıkmıştır. Bu durum “askeri vesayetin” zaman içerisinde aşamalı olarak daha etkin bir
şekilde kurumsallaşmasına ve dolayısıyla askerin siviller üzerindeki denetiminin
güçlenerek devam etmesine yol açmıştır.
Askerin bu tutumunda, tek parti cumhuriyetinde yaşanan siyasi gelişmelerin
katkısı önemlidir. Bu süreçte demokrasi girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış, ordu da
yaşanan süreçten Atatürk ve İnönü’nün tutumlarıyla gerekli birikimi edinmiştir. 1946
yılında çok partili sistemle tanışan Türkiye, alt yapı düzeyinde meydana gelen
gelişmelerle “aktif modernleşme2 sürecine” girmiş; fakat siyasi anlamda yaşanan
sıkıntılar bu süreci koruyamamış, kendilerini rejimin koruyucusu olarak gören ordu,
sisteme müdahalede bulunup kaybetmeye başladığı etkinliğini yeniden kazanarak,
“muhafız” rolüyle siyaseti yeniden şekillendirmiştir.
Bu tez, şimdiye kadar sayısız çalışma yapılan ve farklı alternatiflerle tartışılan;
ama halâ güncelliğini korumaya devam eden “Türkiye’nin demokrasi sorununu” farklı
bir pencereden tartışarak, “çıkış güvenceleri” özelinde açıklamayı hedeflemektedir.
Siyasal merkezin icra ettiği yukarıdan aşağıya modernleşme modeline karşı çıkan, toplumsal dönüşümün
daha çok kentleşme ve sanayileşme ekseninde yürüyen ve genel olarak gelir-refah düzeylerinin artmasına
denk düşen modernleşme tipi bkz. (Kahraman, 2010: 180).
2
3
Demokrasinin tam anlamıyla pekişmemesinde, yani bir siyasal sistem olarak tüm kurum
ve kurallarıyla özümsenememesinde, yukarıda işaret edilen vesayetçi, güçlü devlet
geleneği oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Kurucu bir aktör olan ordunun, muhafız
rolüyle sistem içerisindeki bu varlığı, darbe sonralarında anayasalara konan çıkış
güvenceleriyle elde edilmiştir. Sisteme müdahalede bulunan ordunun, iktidarı yeniden
sivillere devrederken kendisini güvence altına almak ve kurulacak olan demokratik sivil
yönetimlerde koruyucu bir aktör olarak etkinliğini mümkün olduğu ölçüde sürdürebilmek
için, yasalarla elde edilen bu çıkış güvenceleri ülkenin demokratik gelişimine ciddi
etkilemiş ve olumsuz bir rol oynamıştır.
Çıkış güvenceleri meselesi daha önce farklı çalışmalarla ele alınmıştır. Bunların
başında Samuel P. Huntington’un Türkçe’ye “Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyıl Sonlarında
Demokratikleşme” başlığıyla çevrilen çalışması yer almaktadır. Türkiye, Portekiz,
Brezilya, Şili, Nikaragua gibi pek çok ülkede yapılan araştırmaları değerlendiren yazar,
güçlü askeri yönetimlerin normal bir anayasal demokraside anormal sayılacak
ayrıcalıkları, geçiş ve sonrası dönemde de sürdürmeye teşebbüs ettikleri yargısına
ulaşmıştır. Çıkış güvenceleri olarak tanımlamadığı bu ayrıcalıkları Huntington özetle,
ordunun bazı temel değerleri koruma sorumluluğunun kendisine verilmesini ve bunun da
anayasal hükümlerle belirtilmesi, askeri rejimin uyguladığı eylemlerin geri dönülmez
hale getirilmesi, askerin kontrolünde yeni kurumların yaratılması, askeri rejim liderlerinin
oluşacak olan yeni siyasal düzende önemli görevlere getirilmeleri ile askere özellikle
personel ve mali işlemlerde özerklik verip, sivil yönetimler karşında “güvence elde
etmesi” gibi beş grupta ortaya koymuştur.
Bir diğer çalışma Myron Weiner ve Ergun Özbudun editörlüğünde yayınlanmış
olan Competitive Elections in Developing Countries adı çalışmanın giriş bölümünde yer
alan ve Myron Weiner tarafından kaleme alınan “Emprical Democratic Theory” adlı
makaledir. Weiner, ordunun hangi şartlarda iktidardan çekilmesinin daha muhtemel
olduğunu tartışırken bazı önermeler sıralamıştır. Seçim ve siyasi parti sisteminin yeni bir
krize yol açmayacak biçimde yeniden düzenlenmesi, iktidardaki eylemlerinden dolayı
kovuşturulmama garantisinin elde edilmesi, silahlı kuvvetlerin bütçe, personel ve benzeri
işlerle ilgili geniş özerk alanlara sahip olması, Weiner tarafından belirtilen hususlar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Samuel Valenzuela ise demokratik hükümetler üzerindeki
ordunun etkisine değindiği “Democratic Consolidation in Post Transitional Settings:
Nation, Process and Facilitating Conditions” adlı çalışmasıyla bu güvenceleri “çıkış
4
garantileri” olarak adlandırıp vesayet yetkisi, mahfuz alanlar ve seçim sürecinin
yönlendirilmesi başlıklarıyla üç grupta ele almıştır. Ergun Özbudun ve Serap Yazıcı da
“Military Regimes, Extrication from Politics: Exit Guarantees” adlı ortak çalışmayla
konuyu ele alarak söz konusu güvenceleri vesayet yetkisi, mahfuz alanlar, seçim
sürecinin yönlendirilmesi, askeri eylem ve işlemlerin iptal edilmezliği, af ve bağışık
yasaları olarak beş başlıkta tartışmıştır. Son olarak Serap Yazıcı “Türkiye’de Askeri
Müdahalelerin Anayasal Etkileri” adlı çalışmasıyla konuyu gündeme getirmiştir. Kendisi
demokrasiye geçiş yollarıyla çözümlemesine başlamış; ancak askeri müdahalelerin
nedenlerini, şartlarını ya da ordunun politikadaki rolüne değinmeyerek, sivil-asker
ilişkilerini tüm yönleriyle ele almayı tercih etmemiş, daha çok hukuk temelinde konuyu
tartışarak Türkiye özelinde askeri müdahalelerin anayasalara olan etkileri üzerinde
durmuştur.
Arap Baharı temelinde Mısır’da yaşanan siyasal süreç ve askeri darbe, sonrasında
anayasa tartışmalarını gündeme getirmiştir. Bu konuda Ergun Özbudun’la 21 Temmuz
2012 tarihinde yaptığım bir söyleşide kendisi, söz konusu çıkış güvenceleri kavramının
Mısır için de önemli olduğuna işaret etmiştir. O nedenledir ki bu çalışma, çıkış
güvencelerini yukardaki eserlerden farklı olarak Türkiye’nin demokrasi sorununu ve
sivil-asker ilişkilerini önceleyen bir anlayışla tartışmayı amaçlamaktadır. Yani ülkenin
ideal bir demokrasiye ulaşamama nedenlerinden biri olarak sivil-askeri ilişkilerine
odaklanan, bunu da ülkemizde koruyucu, seçkinci bir anlayışın varlığı üzerinden hareket
eden, kendi yasal dayanağını ise çıkış güvencelerine bağlayan bir yapının varlığını
açıklamayı hedeflemektedir.
Çalışma giriş ve sonuç bölümleriyle birlikte toplam beş bölümden oluşmaktadır.
İlk bölümde demokrasi tüm yönleriyle tartışılarak, çağdaş demokrasinin temel nitelikleri
belirtilmiş, konumuzu ilgilendiren ve toplumun kendi kendilerini yönetme yeterliliğine
sahip olmadıklarını savunan koruyuculuk ve seçkinci demokrasi modelleri üzerinde
durulmuştur. Söz konusu modellerde güçlü bir aktör olarak görülen ordunun varlığına
işaret edilmiş, sivil- asker ilişkileri ile askerin sisteme müdahale nedenleri ele alınmıştır.
Konu bu alanda eser üreten bilim adamlarının kavramsal tespitleriyle değerlendirilerek,
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler özelinde örneklerle irdelenmiştir. Çıkış güvenceleri
konusu ise demokratik sistemde askerî vesayetin temini başlığı altında açıklanarak, giriş
yapılmıştır.
5
İkinci bölümde konu tarihsel bir arka plan içinde ele alınmıştır. Türkiye’de sivilasker ilişkileri açıklanırken askerin duruşunu belirlemek üzere tarihsel etmenleri öne
çıkaran bir bakış açısı üzerinden meseleye yaklaşılmıştır3.Türkiye’de modernleşme ve
demokratikleşme çabalarına yer verilerek seçkinci anlayışın tohumlarının atıldığı ve
ordunun belirleyici bir aktör olarak içerisinde yer aldığı 31 Mart, Halaskâr Zabitan ve
Bab-ı Âli Baskını gibi örnekler üzerinde durulmuştur. Bu minvalde 19. yüzyıl Osmanlı
siyasal gelişmeleri sivil-asker ilişkileri temelinde tartışılmış, cereyan eden olaylar
Cumhuriyet öncesi dönemde çıkış güvencelerine kaynak teşkil eden siyasi gelişmeler
olarak açıklanmış ve değerlendirilmiştir. Yine bu bölümde Cumhuriyet dönemi üzerinde
durularak Atatürk’ün demokrasi anlayışı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) ve
Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) gibi sınırlı plüralist denemeler tartışılmış, ordunun
sistem içindeki konumu da detaylıca ortaya konmuştur. Atatürk’ten sonra yönetimi
devralan İsmet İnönü’nün demokrasiye ve askere bakış açısında Atatürk dönemine benzer
uygulamalar tespit edilmiş, kendisine tesir eden Osmanlı Batılılaşma çabaları ile İttihat
ve Terakki düşüncesi üzerinde durulmuştur. Akabinde ülkeyi etkileyen iç ve dış siyasal
gelişmeler ortaya konarak, çok partili hayata giriş yapılmıştır.
Üçüncü bölümde ise çıkış güvencelerini anayasal rejimimiz içine alan siyasi
gelişmelere yer verilmiştir. Konu, kapsam olarak ordunun ilk müdahalede bulunduğu 27
Mayıs 1960 askeri darbesi ile son müdahale olan 27 Nisan 2007 e-muhtıra dönemleri
içinde tartışılmıştır. İlk olarak 1960 askeri müdahalesinin hemen akabinde yürürlüğe
giren 1961 Anayasası’nda yer bulan çıkış güvenceleri, Türkiye’nin sonraki siyasal
sürecini derinden etkileyerek askeri vesayetin ilk yasal dayanağını oluşturmuştur. Yine
arkasından yaşanan 12 Mart ve 12 Eylül darbe süreçleri de ordunun muhafız rolünün bir
tezahürü olarak sistem üzerindeki ağırlığını arttırarak vesayetin kurumsallaşmasına,
anayasalarda yer bulan ilave maddelerle katkı sağlamıştır. 28 Şubat 1997’de bu sefer ilk
kez 1961 Anayasası’nda çıkış güvencesi bağlamında yer bulan Milli Güvenlik Kurulu
(MGK) etkili bir aktör olarak müdahalede bulunmuş, teşvik ettiği “silahsız kuvvetler” de
süreçte önemli roller üstlenmişlerdir. Ordu, son teşebbüsünü önemli bir çıkış güvencesi
kurumu olan cumhurbaşkanlığı makamının seçimi arifesinde yaşanan 27 Nisan emuhtırası ile ortaya koymuş; ancak siyasi iradenin göstermiş olduğu refleks bu sorunu
bertaraf etmiştir. Türkiye’nin yaklaşık 65 yıllık çok partili demokrasi tecrübesine rağmen
Özellikle Türkiye’de askerin devlet üzerindeki egemenliğini belirlemek için tarihsel etmenlere odaklanan
“theory of historical institutionalism” kuramı, demokrasinin yerleşebilmesini veya yerleşememesinin
nedenlerini açıklayabilecek kuramlardan biridir bkz. (Heper, 2011: 303).
3
6
hürriyetçi demokrasiyi pekiştirememesinde, bu mekanizmanın küçümsenmeyecek tesiri
olduğuna, sistemin bir parçası olarak muhafaza edildiği dönemde yarattığı probleme
dikkat çekilmiştir. Siyasi rejimimiz demokratik rejimin bir türü olan seçimsel
demokrasinin özelliklerini ihtiva etmekle birlikte bir tasnife göre “kısmen hür” olarak
nitelendirilmiş, sorunun kaynaklarından biri olan çıkış güvencelerinin bertaraf edilmesi
için atılması gereken adımlar konusunda öneriler sıralanmıştır.
Tez kaleme alınırken demokrasi ve sivil-asker ilişkilerini irdeleyen pek çok yerli
ve yabancı eserden ciddi olarak istifade edilmiştir. Çıkış güvenceleri konusunun yer
bulduğu ve yukarıda zikredilen eserler, konunun teorik alt yapısının oluşturulmasına
destek sağlamış, siyaset bilimi özelinde siyaset teorisi, siyaset sosyolojisi, anayasa
hukuku, Türk siyasi tarihi gibi farklı disiplinlerinden yararlanılmıştır. Çıkış
güvencelerinin nasıl bir ortamda ve hangi gerekçelerle gerekli görüldüğü Kâzım Öztürk
tarafından 1966 yılında yayımlanmış olan üç ciltlik “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
İzahlı, Gerekçeli, Ana Belgeli ve Maddelere Göre Tasnifli Bütün Tutanakları”
çalışmasının taranmasıyla elde edilmiştir. Çıkış güvenceleri özelinde 12 Mart müdahalesi
sonrasında gündeme gelen anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasası’nın hazırlık
çalışmaları meclis tutanaklarının online taranmasıyla ortaya çıkarılmıştır. Yaşanan
siyasal gelişmelerin basında nasıl karşılık bulduğu gazete arşivlerinin irdelenmesiyle
ortaya konmuştur. Bu bağlamda tüm sayılarına online erişim imkânı bulunan Milliyet
gazetesi başta olmak üzere diğer yazılı basın kaynaklarından yararlanılmış, ayrıca
olaylara tanıklık etmiş olan birçok siyasi figürün anı çalışmaları da, tecrübe edilen sürecin
ayrıntılarını ortaya koyması bağlamında bu çalışmada yer bulmuştur. Prof. Dr. Ergun
Özbudun’la yapılan görüşme de çalışmaya zihinsel manâda destek vermiştir. Tez izleme
komiteleri ve danışman için hazırlanan taslak metinlere ve sunulan raporlara verilen geri
bildirimler de çalışmanın özgünlüğüne ciddi etki etmiştir.
7
BİRİNCİ BÖLÜM
DEMOKRASİ VE ORDU
1.1-Demokrasi Kuramı
Tüm siyasi topluluğun üyelerinin veya vatandaşların devlet politikasını
şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi olan demokrasi, Oxford
Klasik Sözlüğü’ne göre ilk olarak Atina’da bir tiranlar hanedanlığını iktidardan indiren
ayaklanmaların ardından, İ.Ö. 5. yüzyıldan İ.Ö. 4. yüzyıla geçilirken ortaya çıkmıştır.
Demokrasi genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen özellikle
eski Yunan'daki filozoflar Aristo ve Eflatun tarafından eleştirilmiş, halk içinde "ayak
takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilmiştir. En başından itibaren
partizan, çatışmalı, siyasi yönetim felsefelerini ve toplumsal sınıfları ayıran bir sözcük
olarak kabul edilip, iyi bir siyasi yönetimin zorunlu koşulu olmakla birlikte, yeter koşulu
olmaktan uzak olduğu belirtilmiştir (Crick, 2012: 21). Fakat demokrasi diğer yönetim
şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan devlet sistemi haline
gelmiştir.
Asıl dönüm noktasını 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız
İhtilali ile yaşayan demokrasi, özellikle insan hakları, özgürlük ve eşitlik anlayışı
konusunda oldukça önemli konuları dünya gündemine taşımıştır. Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesi’nde bütün insanların özgür doğup yaşadığı, devletin görevinin bu özgürlükleri
korumak ve herkesin eşit olarak yararlanmasını temin etmek olduğu hükmü yer alırken,
bu özgürlüklere dokunan devletin kendi varlık nedenini yitireceği, böyle bir devlete karşı
ayaklanmanın da hem bir hak hem de ödev olduğu vurgulanmıştır.
Bugün artık siyasi yelpazenin farklı kesitlerini temsil etmesine rağmen
demokratik olduğunu iddia etmeyen bir rejim bulmak oldukça güçtür. Çok sayıda farklı
tanımı yapılan demokrasinin, Diamond’ın (1996: 21) belirttiğine göre, Collier ve
Levitsky tarafından 550 farklı biçimi ortaya koymuştur. Bu kadar farklı demokrasi
biçiminin olmasının nedeni siyasal rejimlerin demokrasiye referansla kendilerini
meşrulaştırma çabası içinde olmalarıdır. Finer 1962 yılı sonunda kaleme aldığı “At
Sırtındaki Adam” adlı eserinde, askeri diktatörlerin bile rejimlerini süsledikleri resmi
etiketlere demokrasi kelimesini eklediklerini söylemiştir. Kendi şekillendirdiği rejimi,
Başkanlık Demokrasisi olarak niteleyen Nasır’ın yanı sıra, Eyüp Han Temel Demokrasi,
Sukarno Güdümlü Demokrasi, Franco Organik Demokrasi, Stroessner Seçici Demokrasi
8
ve son olarak Trujillo rejimi Yeni-Demokrasi gibi kavramlarla nitelemiş, kendi
yönetimlerine demokratik nitelik kazandırmak istemişlerdir (Crick, 2012: 16). Artık
siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok, hangi demokrasinin daha iyi
işlediği tartışmalarına girmişler ve kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana
çıkarmaya çalışmışlardır.
Halkın kendi kendini yönetmesi ya da diğer bir tabirle ülke yönetiminde halk
iradesinin ağır basması veya yönetimi oluşturan siyasilerin halk tarafından denetlenmesi
anlamlarına (Meydan Larousse, 1987: 514) gelen demokrasi rejimini Kışlalı (2003: 17),
azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve günü geldiğinde çoğunluğa
dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi olarak
tanımlamaktadır. Demokrasi, Crick’e göre özgürlük hatta liberalizm ya da bireycilik
anlamına gelmektedir. Ona göre yasalar bireyi devlete karşı korumalıdır (Crick, 2012:
17). Diğer taraftan Maurice Duverger gerçek demokrasinin daha mütevazı ve daha
gerçekçi bir şey olduğunu, bunun her şeyden önce, devrim sonrası Fransa’nın 1793
Kurucu Meclis’inde denildiği gibi “halk için ve halkın her kesimi için özgürlük” olarak
tanımlanması gerektiğini vurgulamıştır (Duverger, 1993: 538). Lijphart ise bir rejimin
demokratik olabilmesi için, halk bütününün arzularına cevap vermesi gerektiğine
inanmaktadır. Ona göre böylesine halkın eğilimlerinin tamamına cevap verebilen bir
yönetim hiçbir zaman olmamıştır ve belki de hiç olmayacaktır (Lijphart, 2002: 112).
Sartori’ye göre demokrasi, çoğunluğun egemen olduğu bir baskı rejimi değildir. Diğer bir
ifadeyle, çoğunluk düşüncesinin hâkim olup, diğer düşüncelerin baskı altına alınmasının,
demokrasi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Üstelik bu azınlığın çoğunluk tarafından istibdat
altına alınması anlamına gelmektedir. Demokrasi, azınlıkta kalan düşüncelerin baskı
altına alınması da değildir. Diğer taraftan çoğunluk karşısında azınlıkta kalan düşünceler,
çoğunluk üzerinde “bilimsel doğruluklarını”, “tarihsel haklılıklarını” ya da başka benzer
gerçekleri ileri sürerek, çoğunluğun yerine geçme iddiasında bulunamazlar (Sartori,
1996: 8). Alain Touraine, demokrasiyi “en çok sayıda bireye en büyük özgürlüğü veren,
olası en büyük çeşitliliği tanıyan ve koruyan siyasal yaşam biçimi” (Touraine, 2011: 25)
olarak tanımlamaktadır. Przeworski (2012: 10) ise demokrasiyi siyasal partilerin seçim
kaybettikleri bir sistem olarak tanımlarken seçimlerin yapıldığı, muhalefetin iktidara
gelme şansının olduğu bir rejim olarak kabul etmektedir.
Tilly’e göre demokrasi her zaman tamamlanmadan kalan ve sürekli olarak tersine
çevrilme riski bulunan dinamik bir süreçtir (Tilly, 2007: 9). Nitekim 1989 yılında
9
Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle başlayan demokrasi dalgası, konu
hakkında araştırma yapan akademisyenlerin dikkatlerini, Doğu Avrupa ülkelerine
yöneltmelerine neden olmuş, liberal demokrasinin küresel yükselişi de demokratikleşme
çabalarına yeni bir ivme kazandırmıştır. Bugün ise demokratikleşme hareketi, Arap
dünyasındaki diktatörlerin yıkılmaya başlamasıyla yeni bir sürece girmiştir.
1.1.1- Çağdaş Demokrasinin Temel Nitelikleri
Çağdaş demokrasinin ne tür özelliklere sahip olması gerektiği, siyaset bilimcilerce
günümüzde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Demokrasinin birçok uygulama biçiminin
olmasına rağmen üzerinde uzlaşılabilecek niteliklerin sayısı da sınırlıdır. Bunun en
önemli nedeni sosyal bilimlerde yoğun olarak yaşanan kavram kargaşaları ve demokratik
rejimin uygulama aşamasında ortaya çıkan sorunlarıdır. Bu karmaşıklığa rağmen
demokrasilerde bulunması gereken nitelikleri Kışlalı, şöyle sıralamaktadır: Siyasal
iktidarın özgür ve genel seçimlerle oluşması, gerektiğinde siyasal iktidarın karar ve
uygulamalarını da denetleyebilen bağımsız yargı, farklı toplumsal çıkar ve görüşleri
temsil eden siyasal partiler, farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal katılımı
kolaylaştıran, dernekler ve sendikalar gibi kitle örgütleri, yurttaşların gelişmelerden
doğru bilgi edinme haklarını sağlayacak özgür kitle iletişim araçları (Kışlalı, 1994: 250).
Demokrasiyi bir denge ve uzlaşma rejimi olarak niteleyen Kışlalı (1994: 208)
ancak birbirlerini dengeleyebilecek güçler, uzlaşmayı zorunlu kılar demektedir.
Demokrasinin olabilmesi için her şeyden önce toplumların ulusal bütünlüğünü sağlanmış
olması gerekmektedir. Hiçbir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde kesin bir üstünlüğünün
bulunmadığı; toplumsal sınıflar arasındaki geçiş akışkanlığının yüksek olduğu; toplumda
çoğunluğun, kitle iletişim araçlarını izleyebilecek bir eğitim düzeyine sahip olması ve
insanların eşitlik, özgürlük, hoşgörü ve uzmanlaşmaya dayalı bir sistemin, ulusa egemen
olması gerekmektedir (Kışlalı, 1994: 211). Dahl ise ideal demokrasiyi tanımlarken beş
kritik etkenden bahsetmektedir. Ona göre;
1- “Bir ülkedeki demokratik kurumlar başka bir ülkenin müdahalesine maruz
kalıyorsa orada demokrasinin gelişmesi mümkün değildir”.
2- “Asker ve polis güçleri, demokratik yollarla seçilmiş resmi görevlilerin tam
denetimi altında olmadığı sürece demokratik siyasi kurumların gelişmesi ya da
varlığını sürdürmesi mümkün değildir”.
3- “Yine, demokratik siyasi kurumların, keskin farklılıklar gösteren ve çatışan
aktörlerin olduğu bir ülkeden çok, kültürel açıdan yeterli derecede homojen
olan bir ülkede gelişmesi ve varlığını sürdürmesi daha yüksek bir ihtimaldir”.
10
4- “Hemen hemen bütün ülkeler er ya da geç politik, ideolojik, ekonomik, askeri,
uluslararası ciddi krizler yaşarlar. Eğer demokratik sistem ayakta kalacaksa bu
tür krizlerin neden olacağı zorluklarla ve karmaşayla başa çıkması
gerekmektedir”.
5- “Demokratik bir kültürün gelişmesi piyasa ekonomisiyle yakından ilgilidir.
Diğer bir deyişle demokratik kurumlar için çok elverişli olan bir durum, özel
sektörün sahip olduğu yani sosyalist ya da devletçi ekonomiden ziyade
kapitalist olan bir piyasa ekonomisiyle mevcuttur; fakat bu aynı zamanda bir
paradoksa da neden olmaktadır. Çünkü ekonomik açıdan eşit olunan bir
toplumda siyasi manada da eşitlikten söz etmek çok güçtür. Bu nedenle
demokrasi ile kapitalist piyasa arasında sürekli bir gerginlik vardır. Ama diğer
taraftan da kapitalist toplumun ortaya çıkardığı ekonomik büyümenin
demokratik siyasi kurumları geliştirmek ve sürdürmek için çok elverişli
koşullar olduklarını da göz ardı edemeyiz”.
Yazara göre bu beş koşulun hepsinin de var olduğu bir ülkede demokrasinin
konsolide olması ve korunması neredeyse kesindir. Bu beş koşulun tamamından mahrum
olan bir ülkede demokrasinin pekişmesi veya korunması oldukça zordur (Dahl, 2010:162174).
Demokrasi konusunda kafa yoran Dahl, ideal bir demokratik yönetim için bazı
kriterleri ortaya koymuş; fakat bunların sağlıklı bir şekilde uygulanacağına ve sağlıklı bir
demokratik süreç ve yönetimin gerçekleşeceğine inanmadığını belirtmiştir. Ona göre bu
standartların ilki toplumu oluşturan üyelerin, politikanın ne olması gerektiği konusunda
görüşlerini diğer üyelerin dikkatine sunan ve etkin imkânlara sahip olma anlamına gelen
“etkin katılımdır”. Politikanın ne olacağıyla ilgili karar verildikten sonra her üyenin oy
vermek için eşit ve etkin hakka sahip olması anlamına gelen “oy kullanma eşitliği” de
ikinci standart olarak görülmektedir. Her üyenin ilgili alternatif politikalar ve onların
sebep olduğu muhtemel sonuçlar hakkında “bilgi edinmesi”, üçüncü standart olarak ileri
sürülmüştür. Dördüncü standart olan “gündemin kontrolü” ise üyelerin gündeme konacak
maddelerin hangilerinin olacağı konusunda karar verme haklarının olmasıdır. Dahl’ın
bahsetmiş olduğu son standart ise sürece “bir ülkede sürekli olarak ikamet eden
erişkinlerin” diye tabir edilen yetişkinlerin dâhil edilmesidir (Dahl, 2010: 47-48).
Yine Dahl’a ilaveten günümüzde ideal demokrasiyi tanımlamada kullanılan ve
hangi ülkelerin demokratik hangilerinin olmadığı konusunda uluslararası örgütlerin
hazırlamış olduğu bir takım veriler de, referans kaynağı olarak dikkat çeker. Bunların
içinden belki de en önemlisi New York merkezli, demokrasiyi izleme örgütü olan
Freedom House olup her yıl, araştırma kapsamına aldığı devletler hakkında, sivil
özgürlükler ve siyasal haklar yönünden birden yediye kadar derecelendirme yapmaktadır.
11
Freedom House siyasal haklar bağlamında ülkeleri incelerken; adil seçimlerin yapılıp
yapılmadığı, insanların ordu, dış güçler, totaliter partiler, dinsel hiyerarşiler ve ekonomik
oligarşilerin tahakkümü altında olup olmadıkları, kültürel farklılıklara ve azınlık
haklarına saygı, tartışmaya imkân tanıyan politik sistemin varlığı, toplantı ve gösteri
yapma özgürlüğü, siyasi örgütlenme özgürlüğü, sendikal haklar, hukukun üstünlüğü,
bağımsız yargı, kişisel özerklik, mülkiyet haklarının güvence altında olup olmadığı,
cinsiyet eşitliği gibi (Tilly, 2007: 16-17) konuları incelemektedir.
Tilly ise demokratik rejimleri, yüksek kapasiteli demokratik olmayan, düşük
kapasiteli demokratik olmayan, yüksek kapasiteli demokratik ve düşük kapasiteli
demokratik olmak üzere 4 gruba ayırmaktadır. Yüksek kapasiteli demokratik olmayan
yönetimde söz hakkına önem verilmeyen, devletin güvenlik güçlerine her türlü kamu
politikasına girme hakkı sağlanan, yukarıdan müdahale veya alttan kitle isyanlarıyla
yapılan rejim değişiklikleri uygulamaları görülmektedir. Yazar’a göre İran ve Kazakistan
bu grup içerisinde yer alan ülkelerdir. Düşük kapasiteli demokratik olmayan yönetimlerin
özelliği ise iç savaş gibi sıkça yaşanan şiddet içeren mücadelelerin görülmesi, siyasi
aktörlerin dâhil birçok kişinin öldürücü şiddete başvurmasıdır. Somali, Kongo bu grupta
yer almaktadır. Yüksek kapasiteli demokratik yönetimlerin özellikleri ise sık görülen
toplumsal hareketler, çıkar grubu faaliyetleri, siyasi parti hareketlilikleri, rekabete dayalı
seçimler ile devletin kamu politikalarını görece düşük düzeylerdeki politik şiddetle
birleşmiş yaygın gözetimidir. Norveç ve Japonya bu grubun içinde yer almaktadır. Yine
sık görülen toplumsal hareketlilik, çıkar grubu faaliyetleri ve siyasi parti hareketliliğine
ek olarak daha az etkin devlet gözetimi, yarı yasal ya da yasal olmayan aktörlerin kamu
politikalarına daha fazla müdahalesi ve kamu politikalarında fazla ve yüksek düzeyde
öldürücü şiddet, düşük kapasiteli demokratik yönetimlerin özellikleri olup Jamaika örnek
olarak verilmektedir (Tilly, 2007: 41-44). Her ne kadar demokrasi farklı gruplar altında
incelenip ülkeler kategorize edilerek anlamlandırılmaya çalışılsa da üzerinde durmamız
gereken bir diğer husus, demokratik sisteme geçişin farklı modellerinin bulunmasıdır.
1.1.2- Demokrasiye Geçiş Yolları
Demokrasiye geçiş yollarına değinmeden önce demokrasinin oluşmasındaki
toplumsal dinamiklere değinmekte fayda var. Moore’un Diktatörlüğün ve Demokrasinin
Toplumsal Kökenleri adlı yapıtı, modern sanayi toplumuna gidişin üç temel yolu
olduğunu ortaya koymaktadır. Bunların ilki İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)
ve Fransa’da tecrübe edilen liberalizmle liberal demokrasinin birlikte harmanlandığı
12
demokratik yoldur. İkincisi Almanya ve Japonya’da görülen militarist anlayışa dayanan
tepeden devrim, üçüncüsü ise Rusya ve Çin örneklerinde görülen komünizmdir. Moore,
Marx’ın değer ve sömürü paradigmasından hareketle sınıf temelli yapısal analizlerle
demokrasiye geçişi İngiltere, Fransa ve Almanya örnekleriyle kategorize etmektedir.
Ayrıca, her ülkenin modernleşme ve demokrasi sürecinde rol alan unsurların farklı
olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu da her ülkenin kendine has toplumsal yapılarına,
sınıflar arası ilişkilerdeki farklılıklara dayandırmaktadır.
Moore’a göre demokratik gelişmenin koşulları güçlü bir kral veya gereğinden
daha bağımsız bir toprak aristokrasisini engelleyebilecek bir dengenin oluşması; elverişli
bir ticari tarıma doğru yönelme; toprak aristokrasinin güçsüzleşmesi; köylü ve işçilere
karşı bir aristokrat burjuva koalisyonun önlenmesi ve geçmişle devrimci bir biçimde
bağları koparmak biçiminde özetlenmektedir. Moore’un analizinde tarım toplumundan
modern sanayi toplumuna geçiş sürecinin demokratik veya demokratik olmayan biçimleri
arasındaki en temel fark, demokratik gelişimin güçlü bir burjuvaziye dayanmasıdır. Ona
göre burjuva yoksa demokrasi de yoktur (Moore, 2012: 418).
Örneğin 19. yüzyılın İngiltere’sinde tecrübe edilen siyasal gelişmeler, günümüz
demokrasinin en temel kaynaklarını oluşturmaktadır. Nitekim orta düzey bir parlamento,
kendi ekonomik temellerine oturmuş ticaret ve endüstri çıkar çevrelerinin varlığı, ciddi
bir köylü sorunun bulunmayışı ile toprak aristokrasisinin direnmeyişi, hızla gelişen
endüstri kapitalizmi ve burjuva, İngiltere’nin demokratikleşmesinde ciddi katkılar
sağlamıştır (Moore, 2012: 65-70).
Moore’un, 19. yüzyılda feodaliteden başlayarak gelişen ve parlamenter
demokratik kurumların yerleşmesini tarihsel sürecin nihai evresi olarak gördüğü
Fransa’da ise özellikle 14. Louis döneminde, bürokratik devletin inşa edilmesi ve
aristokrasinin bürokrasiye entegre edilmesi farklı gelişmelere neden olmuştur. Moore
“çağdışı rejim’in şiddet yoluyla yıkılmasını, Fransa’nın demokrasiye doğru giden yolda
attığı çok önemli bir adım” olarak görmektedir. Ona göre Fransız toplumu burjuva
öğelerini de içinde barındıran İngiliz tarzı bir toprak beyleri parlamentosu yaratmadı. Üst
sınıflar liberal demokrasinin düşmanı olarak algılandı. O nedenle Fransa’da demokrasinin
zafere ulaşması için bazı kurumların kaldırılması gerekiyordu. Nitekim Fransa kanlı
devrimle karşılaştı. Devrim “burjuvazinin çeşitli kesimlerinin, iktidara, düzenin ve
krallığın yıkılmasının ortalığa salıverdiği kentli plebler arasında güçlenen radikal
akımların sırtında yükselmesini sağlayacak yolda ilerledi” bu durum aynı zamanda
13
devrimin geriye doğru yönelmesine de engel oldu. Köylüler de bu durumdan senyörlük
düzeninin yıkılmasına katkı sağlayarak çıktılar (Moore, 2012: 147-149).
Almanya ise farklı bir organizasyon ile bu gelişmeye ayak uydurdu. Köylünün,
toprak soyluluğunun ve burjuvazinin gelişme için yeterli olmaması, geri kalmışlığın da
vermiş olduğu acelecilik, güçlü bir lider karakterini ortaya çıkarmıştır. Bismarck toprak
sahipleri ile cılız burjuvaziyi birlikte hareket ettirerek sistemi devlet eliyle yukarıdan
aşağıya inşa etme yoluna girişti. En temel dayanak noktası ise sistemin, aristokrat sınıfın
uzantısı olan ordunun kesin hâkimiyet politikasına dayandırılmış olmasıdır. Nitekim
Almanya, Bismarck’ın öncülüğünde tepeden inmeci bir anlayışla kısa bir zaman
içerisinde ulus devlet bilinci ve ekonomik gelişmeyle baş döndürücü bir başarıya
ulaşmıştır (Belge, 2011: 230-240).
Görüldüğü üzere bu ülkelerde burjuva, aristokrasi, soylu, kentli veya güçlü lider
gibi farklı toplumsal dinamikler harekete geçerek demokrasi yolunda mesafeler almıştır.
Bizim burada üzerinde duracağımız husus ise otoriter rejimlerden demokrasiye geçerken
nasıl bir süreç yaşandığıdır. Nitekim demokrasiye geçiş konusunda çalışan birçok yazarın
ileri sürdüğü ortak noktalardan biri, demokrasiye geçişte izlenecek yolun bağımsız bir
değişken olarak kurulacak demokrasinin niteliğini etkileyecek önemli bir faktördür
(Yazıcı, 1997: 18). Bu geçişi çeşitli şekillerde sınıflandırmak mümkündür. Genel olarak
reform, kopma ve sözleşme olarak tabir edilen bu geçiş yöntemleri Huntington tarafından
dönüşüm, yerine geçme ve değiştirme olarak tanımlanmaktadır. Ben ise demokrasiye
geçiş yöntemlerini değiştirme, kurtulma ve mutabakat olarak ifade etmek istiyorum.
“Değiştirme” olarak adlandırılan yöntem, demokrasiye geçişin bizzat otoriter rejimler
tarafından başlatılması ve sürdürülmesi ile açıklanmaktadır. Alfred Stephan bunun üç
şekilde zuhur edeceğini varsaymıştır (akt. Yazıcı, 1997: 19). Bunlar;
a)
Demokratikleşmenin sivil veya sivilleşmiş siyasal liderler tarafından
başlatılması,
b)
Demokratikleşmenin askeri yönetimlerce başlatılması,
c)
Demokratikleşmenin kurum olarak Silahlı Kuvvetlerce başlatılmasıdır.
Bu tür yönteme en güzel örnek İspanya olabileceği gibi, Türkiye’nin 1945
yılındaki demokrasiye adım atması veya her askeri müdahale sonrası ordunun iktidarı
sivil otoritelere devretmesi örnek olarak gösterilmektedir.
14
“Kurtulma” olarak tasvir edilen geçiş yöntemi ise otoriter rejimin devrim, dış
yenilgi, halk ayaklanması gibi nedenlerle aniden çöktüğü ve bu nedenle eski rejimin
yöneticilerinin demokrasiye geçişte hiçbir rol oynamadıkları durumlarda ortaya çıkar.
Geçmişte İran, Nikaragua ve Küba’da bugün ise Arap Baharıyla Tunus’ta yaşanan model
buna örnek teşkil eder. Yalnız bu modelde yıkılan otoriter rejimlerin yerine yeni otoriter
rejimlerin kurulma olasılığı her zaman saklıdır, Mısır en canlı örneği olarak karşımızda
durmaktadır.
Demokrasiye geçişte görülen son model ise “mutabakat” yöntemidir. Bu modelde
eski rejimin yöneticileri ile iktidarın yeni temsilcileri arasında demokrasiye geçiş
yönünde bir eğilimin olması gerekmektedir. Model değiştirme ve kurtulma yöntemleri
arasında yer alan bir ara formül niteliğindedir. Bu mutabakatta demokrasiye geçiş yapmak
üzere olan ülkede ordunun hukuksal statüsü, demokrasinin sınırları, seçim sistemi,
ekonomik yöntem gibi özel hususlar da yer alabilir. Türkiye 1960 darbesinin hemen
ardından yapılan genel seçimler sonucunda benzer bir mutabakat tecrübesi yaşamıştır.
Tarihe “Çankaya Protokolü” olarak geçen bu mutabakatta, yeni bir askeri müdahaleden
çekinen siyasi parti liderleri cumhurbaşkanının öncülüğünde demokrasiye geçişte ortak
tavır sergilemişlerdir.
1.1.3- Demokrasinin Zaaflarına Karşı Koruyuculuk
Demokrasi, sahip olduğu tüm erdemlerine rağmen birçok açmazlara maruz kalmış
ve eleştirilere açık hale gelmiştir. Acaba demokrasinin karşı karşıya kalabileceği
tehlikeler nelerdir? Toplumsal ve siyasal yaşamda gerçek ideal bir demokrasiye
ulaşılabilir mi? Ya da demokrasi sahip olduğu enstrümanlarla bir çoğunluk diktatörlüğüne
dönüşebilir mi? Tüm bu sorular, birçok toplum bilimci ve siyaset bilimci tarafından
tartışılmakta ve çözüm önerileri aranmaktadır. Tocqueville, demokraside asıl tehlikenin,
yönetenlerden çok yönetilenlerden geldiğine inanmaktadır. Yönetilenler bozulduğu
takdirde sistemin de bozulacağını ortaya koyarak, demokrasinin aslî unsuru olan ‘asıllara’
güven duymadığını ortaya koymuştur (Göze, 1987: 251).
Demokrasinin bir diğer sorunu, seçimle iş başına gelmiş olan yönetimin zamanla
tiranlığa kayma ihtimalinin olmasıdır. Yani halkın seçtiği bir siyasi partinin ülkeyi ve
siyasal sistemi tek adamlığa çevirebilecek, kısmen paradoksal bir anlayışa sahip olması
tehlikesinin her daim var olma ihtimalidir. Örneğin Hitler, demokratik süreci kullanarak
iş başına gelmiş bir diktatördür. Bu paradoksun farklı bir örneği Cezayir’de 1989’da
yapılan seçimlerde İslam -demokrasi ilişkisi çerçevesinde yaşanmıştır.
15
Demokrasiyle ilgili diğer bir açmaz da istikrar ve adalet ilkeleri arasındadır.
Demokratik ilkelere göre, halkın siyasal sistemde kendisini adil bir şekilde temsil etmesi
gerekir. Temsil adil bir şekilde gerçekleştiğinde demokratik iktidar sorumluluklarını
kaçınılmaz olarak yerine getirmekte zorlanacaktır. Ancak toplumda yer alan bütün eylem
ve çıkarların adil bir şekilde temsil edilememesi, yönetimde istikrarsızlığa ve sonuçta
karar alamayan ve kararlarını icra edemeyen bir iktidara neden olabilmektedir. Bu durum
da sistemi “yönetemeyen demokrasiye” götürmektedir (Türköne, 2006a: 209). Kışlalı da
demokrasinin sorunlarına ve çelişkilerine değinirken iktidarın yargı yoluyla denetimi ve
iletişimin önemine vurgu yapar: Özgürlük ve yargı güvencesi olmazsa, sadece seçim
demokrasiyi değil, olsa olsa “çoğunluk diktası”nı yaratır. O nedenle hem sistemi hem de
seçilmiş iktidarı hem de yönetilenleri koruma adına yargısal manâda bir denge ve kontrol
sisteminin varlığı elzemdir. Bu da demokrasinin, ancak hukuk sistemi içinde sağlıklı
işleyebilmesiyle mümkündür. Demokrasinin işlemesi açısından, haber alma ve düşünce
özgürlükleri ön sırada gelir. Özgür bir haber alma ortamı yoksa, insan özgür bir biçimde
düşünemez (Kışlalı, 1994: 245).
Bütün bu tespitler demokrasinin işleyiş meselesi olarak dikkat çeker, sayıca
demokrasi eleştirileri artırılabilir. Ancak her halükârda bu rejimin de aslında bir azınlık
rejimi olduğunu öne süren yaklaşımlar da vardır. Schumpeter ise demokrasiyi halkın
siyasi kararları almak ve rasyonel tercihleri yapmak için gerekli yeteneklere sahip
olmadığı için eleştirmektedir. Ona göre demokrasi bir amaç değil halk tarafından
onaylanan, halkın güvenini ve desteğini kazanan kadroları, toplumu yönetecek mevkilere
getiren bir yönetim modelidir. Bu modelde halk politika yapma, tercih yapma yetkisini,
onayladıkları siyasilerin tercihlerine bırakır. O nedenle gerçekte yönetim ve karar alma
yetkisi, bir azınlığın yani siyasal seçkinlerin elindedir. İktidar halk tarafından değil küçük
bir azınlık tarafından kullanılır (Schumpeter, 2014: 349-350, 372).
Demokrasinin karşı karşıya kalabileceği bu sorunlar, sistemin sağlıksız işlemesine
neden olabilir. O nedenle var olan sistemin korunması ile Schumpeter’in yukarıdaki
tespiti yani iktidarın halktan ziyade küçük seçkinci bir azınlık tarafından kullanılması,
bizi “koruyuculuk” kavramına yönlendirmektedir. Birçok farklı kılıf altında ve bilinen
tarihi süreç içerisinde dünyanın birçok farklı bölgesinde çok çeşitli siyasal düşünüre ve
öndere çekici gelen koruyuculuk anlayışı, Platon’un Devlet adlı yapıtında ortaya
konmuştur. Demokrasiye karşı ileri sürülen bu yönetim anlayışına göre, sıradan insanların
kendi çıkarlarını ve içinde yaşadıkları toplumun çıkarlarını anlayıp savunabileceklerini
16
kabul etmek oldukça güçtür, onların kendi kendilerini yönetecek nitelikte olmadıkları
açıktır. O nedenledir ki üstün bilgi ve yetenek isteyen yöneticilik görevi, bu niteliklere
sahip bulunan bir azınlığa verilmelidir (Dahl, 1993: 63-64). Tamamen liyakatli, ehliyet
sahibi uzmanlardan oluşan, toplumun geri kalan kısmı üzerinde hüküm süren, ortak iyiye
ve herkesin çıkarına göre yönetim gerçekleştiren, halkın kendi kendini yönetmesi haline
göre ondan çok daha iyi bir biçimde yönetim sergileyeceği varsayımına dayanan bir
azınlık görüşü olarak da değerlendirilmektedir.
İnsanların kendi kendilerini yönetme yeterliliğine sahip oldukları varsayımına
karşı çıkan bu anlayış, bazı insanları siyaset sanatı bakımından üstün görmektedir.
Modern zamanlarda Leninist öncü parti, koruyuculuğun çekiciliğini ortaya koyması
bakımından yakın tarihin ilginç bir örneğini teşkil etmektedir. Partinin üyeleri dikkatli bir
biçimde devşirilerek eğitilmiş, işçi sınıfının kurtuluşuna erişme ve uzman olmaları
nedeniyle seçilmişlerdir. Bu düşünceye göre sadece yüksek düzeyde bir insan grubunun
yasalara tabi olan herkesin iyiliğine hizmet etmek için gereken bilgi ve yeteneğe sahip
olduklarına inanmak akla en uygun düşen anlayıştır.
Bu koruyuculuk anlayışı Aristo’ya göre demokratik bir rejimde basit bir değişiklik
değil, demokrasiye alternatif olan bir rejim türüdür. Ona göre koruyuculuk devletin,
yetişkinler içinde bir azınlığı meydana getiren ve demokratik sürece tabi olmayan
insanlardan oluşan liyakat sahibi yöneticiler tarafından yönetilen bir yönetim şeklidir.
Tıpkı kendi çıkarlarının farkında olmayan çocukların, ebeveynleri tarafından
yönlendirildiği ve korunduğu gibi sıradan insanlar da kendi çıkarlarını anlayamaz, o
nedenle bu insanların yönetme kabiliyeti açısından yeteneksiz olduğu kabul edilmeli ve
yöneticilik eylemi liyakatli, seçilmiş kişilere bırakılmalıdır (Dahl, 1993: 69-70). Aristo
üstün bilgiye sahip bu azınlığın, seçkinler grubunun ya da aristokrat bir zümrenin ülkeyi
yönetebileceğine inanmaktadır.
Peki, bu anlayış yönetimde devamlı olabilecek midir? Aristo’ya göre belirli bir
siyasal rejimi haklılaştırmak için koruyuculuk fikrine başvuranlar, söz konusu yönetim
modelini sadece geçici bir dönem için tercih ettiklerini belirtmektedir. Fakat aslında
planlanan geçici; ama muhtemelen uzun bir süre var olacak olan, en azından kendi
ideolojik fikirlerinin temellerini hiç değişmeyecek derecede atabilecek kalıcı bir yönetim
oluşmasını sağlamaktır. Tarih bu vaatlerle gelmiş; ama kalıcı olmuş koruyucu yönetim
modellerinin tecrübesiyle doludur. Birçok askeri rejim, özellikle Latin Amerika’da,
iktidarlarını geçici olduğunu söyleyerek haklılaştırmışlardır. Örneğin 1973’ten sonraki
17
Pinochet Şilisi, demokratik bir hükümetin restorasyonu için zorunlu şartların
yaratılmasına hizmet edeceği iddiasıyla, ya da ileride detaylıca inceleyeceğimiz siyasi
hayatımızdaki “vesayet” tecrübesiyle Türkiye, söz konusu anlayışı vurgulayıp ancak
çekildikten sonrada kalıcı yapılarla ve mekanizmalarla dikkat çeken ülkelerdir. Steven
Cook bu tartışmaya modernite ve otorite ilişkisi açısından yaklaşarak katılmaktadır.
Koruyuculuğu otoriter bir sistem olarak ele alan Cook’a göre, “modernleşme için bilimsel
bilgiye önem veren yüksek modernizmin dünya görüşü ‘doğası gereği otoriterdir’.
Yüksek modernistlere göre, yalnızca belirli tür becerilere sahip olanlar, yani bizzat
kendileri, siyasi gücü kullanma gücüne sahip olabilir” (Cook, 2008: 55).
Dahl, koruyuculuğun modern zamanlarda bile var olduğunu belirtmektedir.
Modern ülkelerde alınan kararlar, izlenen siyaset ve çıkarılan yasalar, çoğunlukla
referandum veya diğer doğrudan demokrasi biçimlerine göre belirlenmemektedir. O
kadar ki siyasalar seçimlerin dolaysız bir sonucu olarak bile ortaya çıkmamaktadır.
Siyaset daha çok istisnai ölçülerde uzmanlık sahibi yüksek nitelikli insanların çalıştığı
yürütme ve idari organların süzgecinden geçerek şekillenmekte, devlet yetişkinler içinde
bir azınlığı meydana getiren ve demokratik sürece tabi olmayan insanlardan oluşan
liyakat sahibi yöneticiler tarafından yönetilmektedir. Örneğin bürokrasi, modern
zamanlardaki koruyuculuğu temsil eden ciddi bir kurum olarak göze çarpmaktadır.
Bürokratlar, halkın ve parlamentonun denetiminden kaçmayı becerebilen bir tür
yöneticilik faaliyetini yerine getirmektedirler (Dahl, 1993: 69-70).
1.1.4- Seçkinci Demokrasi
Yukarıda belirtilen bu zaaflar farklı demokrasi modellerinin ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Bugünün dünyasında tek tip bir demokrasi modeli görmek imkânsızdır.
Her ülke kendi toplumsal ve ekonomik yapısına göre uygun demokrasi modelleri
geliştirmiş veya geliştirilen demokrasi modellerinden birini tercih ederek modernleşme
yolunda mesafeler kaydetmiştir.
Geliştirilen bu modeller temsili demokratik modelin eleştirisi üzerine inşa edilmiş
kuramlar olarak karşımıza çıkmaktadır (Tekeli, 2001: 126-127). Bunların ilki Friedman
tarafından ortaya konan 18. ve 19. yüzyılda toplumda özgürlüğün asıl amaç ve bireyin
asıl varlık olduğunu vurgulayan, “bırakınız yapsınlar” ilkesini de ülke içinde devletin
ekonomik rolünü azaltıcı, bireyin rolünü geliştirici bir araç olarak destekleyen, ülke
dışında da serbest ticarete destek veren, siyasal bağlamda temsili hükümetin ve
18
parlamenter kurumların gelişmesinden yana tavır koyan, devletin keyfi gücünün
azaltılmasından yana olan ve tamamen bireyin özgürlüğünü referans alan (akt. Yılmaz,
2003: 117) “liberal demokrasi kuramıdır”. İkincisi Shively (1991: 57) tarafından
gündeme getirilmiş olan, sanayi devriminin ve onun ortaya çıkardığı güçlü bir işçi
sınıfının etkisiyle ortaya çıkan ve liberalizmin kurulu düzenini sarsan, imtiyazlıların
hâkim olduğu bir dünyada tüm insanların eşit olduğu anlayışını savunan aynı zamanda da
işçilerden de destek görmüş olan “sosyal demokrasi kuramıdır”.
Üçüncüsü Arend Lijphart tarafından ortaya atılmış olan daha çok oy çokluğu
ilkesini referans alan, çoğunluğun arzularına göre yönetimin cevap verdiği, çoğunluk
tercihlerinin esas kabul edildiği “çoğunlukçu demokrasi modelidir”. Rousseau’nun
Toplumsal Sözleşme eserinde yansıyan bu anlayış, çoğunluğun oyunu alanların mutlak
yönetme hakkına sahip olması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Bir diğeri kararların
oluşturulma sürecinin karar alma sürecinden daha önemli olduğu temel görüşünden
hareket eden, daha çok oy kullanma hakkına sahip olanların, çevresini genişletme ve oy
verenlerin kamusal işler konusunda söz alması, irade beyan etmesi ve karar verme
sürecinde katılımını yaygınlaştırma ve yoğunlaştırma amacını güden (Schmidt, 2001:
164) “güçlü (katılımcı) demokrasi kuramıdır”.
Sartori ise “akılcı demokrasi” ve “deneyci demokrasi” modellerini ortaya
koymaktadır. Her ikisi de halk egemenliğini kendilerine çıkış yolu olarak almaktadırlar.
Deneyci demokrasiler doğal olarak gerçekçi, genellikle geribildirimlerden doğan ve bu
anlamda tümevarımlı öğelerden oluşurken, akılcı demokrasiler gerçekliğe karşı eğilimli
olup “usavurma zincirinin halkalarını birbirine olabildiğince bağlayarak, çok katı bir
öncül ve sonuç ilişkisi içinde tümdengelimli kurulmuşlardır”. Ona göre Fransa bir
devrimci patlamadan doğduğu için ve “yalnız halk egemenliğini baskın kötülüklere karşı
tam çare saydığı için değil (…) genel soyut ilkere duyduğu saygıdan ötürü” akılcı tipi
demokrasiye, Anglo-Amerikan tipi ise yavaş ve genellikle sürekli olan, tecrübeye
dayanan bir tarihsel gelişmenin sonucu olduğu için deneyci demokrasiye örnektir ”
(Sartori, 1996: 55-58).
Bunlara “düşük yoğunluklu demokrasi kuramı” ve “radikal demokrasi kuramı” da
eklenebilir. Düşük yoğunluklu demokrasi kuramı özellikle az gelişmiş üçüncü dünya
ülkelerinin siyasi arayışları karşısında daha çok II. Dünya Savaşı sonrası muhalefet
akımlarının bastırılması ana fikrinden hareket ederek ABD tasarımı olarak ortaya konmuş
olan yeni bir dünya düzeni anlayışı olarak oluşturulmuştur. Model gerek halk
19
hareketlerine geniş alanlar tanıyarak radikal taleplerin oluşmasına katkıda bulunması,
gerekse yerleşik hâkim çıkarların tehlikeye düşmesinden endişe duyan ordu gibi seçkinci
yapıların, Demokles’in kılıcı gibi siyasi aktörlerin üzerinde durmasıyla kırılgan bir yapı
arz etmektedir. Diğeri ise klasik liberalizme ve Marksizm’e bir alternatif olarak sunulan,
kişisel hakların daha da artmasını sağlayarak mülkiyet haklarını ve devlet iktidarının
kullanılmasını demokratik hesap verme yükümlülüğü içerisinde ele alan, bireysel ve
toplumsal ilişkileri siyasal ilişkiler olarak gören bir anlayışı temsil eden “radikal
demokrasi kuramıdır” (Mouffe, 1994: 192-193).
Mevcut sistemin devamını arzu eden, toplumsal olarak bağımsız kişiliklerden
oluşan bir elitin bütün ulusu temsilen konuşmasının daha uygun olduğunu düşünen,
kamusal alanda halktan ziyade bürokrasiyi egemen kılan “seçkinci demokrasi kuramı”,
bir diğer alternatif olarak kabul edilmekte, daha çok var olan siyasi düzenin
değişmesinden endişe duyan, o nedenle de tam anlamıyla demokratikleşme sürecini
tamamlayamayan ülkelerin tecrübe etmiş olduğu bir model olarak görülmektedir.
Türkiye gibi demokrasinin tam anlamıyla pekişmediği, gelişmekte olan ülkelerde
ise halkın katılımının biçimsel kaldığı, daha çok vesayetçi bir anlayış sergileyen “seçkinci
demokrasi modeli” ya da Freedom House’un raporuna göre “seçimsel demokrasi
modelleri” görülebilmektedir4. Seçimsel demokrasi modelinin görülmesinin arka
planında birçok neden varsa da başta gelen sebeplerden biri ülkede var olan, orduyu da
içine alan, seçkinci yapılanmalardır. Özellikle demokrasi bağlamında konsolide
olamamış, Batı dışı bu toplumlarda görülen siyasi yapılarda ordunun aktif varlığı, farklı
kesimlerle kurduğu ittifaklar, çoğu zaman karşımıza seçkinci demokrasi tecrübesi olarak
çıkmaktadır. İleride söz konusu bu seçkinci yapının hâkimiyeti, vesayet ve ona sebep olan
“çıkış güvenceleri” kavramıyla açıklanmaya çalışılacaktır. Bu seçkinci yapı, bazı
demokrasilerde sistemin bekasını koruma ve sürdürmek üzere adeta “koruyucu” gibi
hareket etmiştir.
Geçmişi John Locke ve David Hume’a kadar giden, öncülüğünü Pareto, Michels,
Mosca ve Mills’in yaptığı seçkinci teori 1960’lı yıllarda gelişmiştir. Bu kişiler tüm
siyasal sistemlerin sonuç itibariyle, bir grup yönetimi (oligarşi) niteliği taşıdığını
savunmakla demokrasinin de en özgün eleştiricileri olarak kabul edilmektedirler
4
Freedom House'un 2000 yılı verileri, bkz. www.freedomhouse.org (29.02.2016).
20
(Runciman, 1986: 49-50). Bu yaklaşımın özünü, toplumun iktidar yapısını sayıca az fakat
güçlü insanların teşkil ettiği düşüncesi oluşturur. Devlet iktidarı kaçınılmaz olarak bir
grup insan tarafından üstlenilecektir. Bu söz konusu durum, ortaya ister istemez yöneten
ve yönetilen ayrımını çıkaracaktır. Devlet iktidarını kullananlar kim olacaktır? Kimler
arasından kimler tarafından seçilecek? Herkes, devletin olanaklarından eşit oranda
faydalanma hakkına sahip midir? Toplumda ayrıcalıklı olanlar var mıdır? Bu sorular
kaçınılmaz olarak seçkin kavramını ortaya çıkarmaktadır. İlk defa 17. yüzyılda üstün ve
kaliteli malları tanımlamak için kullanılan elit (seçkin) sözcüğü daha sonraları anlam
olarak genişlemiş, birinci sınıf askeri birlikler ya da soyluluğun yüksek mertebeleri gibi
üst toplumsal kümeleri kapsamaya başlamış, toplumsal ve siyasi alanda yaygın kullanımı
ise Avrupa’da 19. yüzyıl sonlarında İngiltere ve ABD’de Pareto ve Mosca’nın yazılarıyla
ortaya konmuştur (Bottomore, 1997: 7-8).
Robert Michels tarafından 1911 yılında Avrupa ve özellikle Almanya’daki
sosyalist partilerle işçi sendikaları üzerinde yaptığı çözümlemelere dayanarak kaleme
alınan ve “Oligarşinin Tunç Yasası” olarak kavramlaştırılan seçkinci anlayış, elit
teorilerinin içinde önemli bir yerde durmaktadır. Bu teoriye göre, amacı ve yöntemleri ne
olursa olsun, bir sistemdeki birey sayısı belli bir miktarın üzerine çıktığında, bireyler
arasında iletişim sorunu yaşanmaya başlayacak, bu sorunun üstesinden gelmek üzere
gruplar oluşturulduğunda ise grupların kendi içindeki iletişim mekanizması bürokrasiyi
doğuracak bu da sonunda oligarşiyi getirecektir. Gruplar arasında iletişimi sağlayan, karar
ve kontrol mekanizmasını işleten zümre, bir süre sonra kendilerini olduklarından daha
yetkin, temsil ettiklerinden daha seçkin, feda edilemez görecekler ve elit zümre olarak
sisteme hâkim olacaklar demektedir.
Michels’e göre otoritelerin atanmasında başvurulan yol ne olursa olsun değişik
kademedeki yöneticiler, iktidarlarını sürdürme eğilimi taşırlar ve kendilerinden sonra
gelecek olanları bir çeşit kooptasyonla belirlerler, nitekim resmi seçimler de bu durumda
onaylamanın ötesinde bir anlam taşımazlar. Böylece örgütlerin tümü, hatta yapıları
resmen demokratik olanlar bile bünyelerini fiilen oligarşiye dönüştüren ‘tunçtan bir yasa’
ya tabi olacaklardır (Duverger, 1998: 176).
‘Elitlerin birleşimi’ teorisini ortaya koyan Mills, Amerikan toplumunu elit
sosyolojisi açısından ele almıştır. Toplumda iktidar ve egemenliğin gerçekte ekonomik,
siyasal ve askeri alanlarda paylaşıldığını ileri sürmekte ve bu üçlü yapının zamanla
birbirine bağımlı hale geldiğini belirtmektedir (Mills, 1974: 15). Mills bu üçlü yapı ile
21
modern toplumun hiyerarşik bir yapıya büründüğünü ileri sürer, bu üçlü yapı arasındaki
sıkı ilişki sayesinde homojen bir elit grup oluşturulmakta ve siyasal iktidar
paylaşılmaktadır (Vergin, 2006: 134). Toplumun geneline yönelik en kritik politikaların
yine bu iktidar seçkinlerince gerçekleştirildiğini belirten Mills, modern toplumun öğeleri
olarak da ordu, devlet ve büyük şirket topluluklarını gösterir ve bu üçlü yapının
kurulmasıyla modern toplumdaki organizasyonun kurumsallaştığını ileri sürer. Mills’e
göre söz konusu iktidar içerisinde yer alan bireylerin çoğu hayat şartları ve imkânları
bakımından baştan itibaren imtiyazlı bir hayata sahip olmuşlar, en iyi okullarda ve
üniversitelerde okuyup benzer sosyal ilişkiler içerisine girmişlerdir.
‘Elitlerin Dolaşımı’ teorisiyle adından söz ettiren Pareto, kuramını organize olmuş
bütün toplumlarda, bir alt-üst (elit olanla- olmayan) gruplaşmasının bulunduğu fikrine
oturtmaktadır. Pareto, demokrasinin tamamen farklı bir yönetim biçimi olduğunu
reddederek demokrasiyi, seçkinlerin elinde; ama bunu halka aksettirmeyen, gözden uzak
bir ideloji olarak görmektedir. Onun elit kavramını açıklamak için kullanmış olduğu
ifadeler, toplumda var olan eşitsizliğe dikkat çekmek içindir. Pareto en genel anlamıyla
eliti, insan etkinliklerinin tüm dallarında en yüksek kapasiteye sahip bulunan bireylerin
teşkil ettiği sınıf olarak açıklamaktadır (Pareto, 2005: 8-11). Pareto’da elit olmak
doğuştan getirilen kalıtımsal bir özelliğe dayandırılamaz, bu bir kabiliyet işidir. Elit aynı
zamanda küçük bir azınlıktır, topluma damgasını vuran bir zümredir. Elit bireylerin sabit
olmayıp zamanla değişebileceğini belirten Pareto, bu hareketliliği açıklamak için ‘tarih
aristokratlar mezarlığıdır’ tezini ileri sürmüştür. Ona göre her zaman azınlıkta olan siyasi
iktidar sonsuz, sürekli ve değişmez değildir. Her zaman bir azınlık yönetimi olmakla
birlikte bu yönetime sahip olanlar değişebilir. Hatta tarih bu değişen, zamanla yönetici
olma ayrıcalığını kaybetmiş elitlerle (aristokratlarla) doludur. Fakat Pareto elitlerin bu
dolaşımını toplumsal hareketliliği sağlama açısından faydalı bulmaktadır. Bu hareketlilik
sayesinde yetenekli kimseler yönetime girer, toplumsal dengeye katkı sunar. Pareto’nun
yönetici elitleri birbirlerine kenetlenmiş değildir. Yönetici elitler arasındaki bağlantı ve
güç birliği daha çok ekonomik çıkarlara dayanmaktadır (akt. Vergin, 2006: 124-128).
Elit kavramı konusunda çalışma yapan bir diğer önemli sosyal bilimci Mosca,
geliştirdiği “yönetici sınıf” kuramında yönetici sınıfın iki sınıftan oluştuğunu
belirtmektedir: Bunlar tüm liderlik vasıflarını kendisinde toplayan, sayıcı az, politik
fonksiyonları yüksek, gücü kullanan “üst sınıf” ile onlara entelektüel destek veren, sayıcı
fazla ve üst sınıf tarafından kontrol edilen “alt sınıf”tır (Mosca, 1939: 51). Yönetici sınıfın
22
üyelerinin sayıca az olmasına rağmen örgütlenmiş ve üstün nitelikli olmaları, onları etkin
ve başarılı kılmaktadır (Schumpeter, 2014: 380). Bu sınıf konumunu kaybetmemek için
çoğunluk üzerinde hukuk kuralları, inandırma, hile, korku, terör gibi çeşitli yöntemlere
başvurur. Mosca’nın “siyasi formül” olarak adlandırdığı bu olgu, yönetimin meşruiyetini
sağlayan gereçleri ifade etmektedir (Mosca, 1939: 70).
Halk yönetimine inanmayan ve seçkinler yönetimini uygar bir yönetim ve
toplumun tek seçeneği olduğunu vurgulayan Mosca, elit bir azınlığın tüm toplumu
yönettiğini belirtir. Ona göre üstün yeteneklere sahip olan ya da görünüşte sahip oldukları
bazı yetenekleri dolayısıyla toplumda saygınlık ve etkinlik kazanmış olan (Zannoni,
1978: 7-13) bu azınlık, doğal ayıklanma ya da seçim yoluyla çoğunluk içinden çıkar ve
etkin bir şekilde çoğunluğu yönetir. Yönetici elitler olarak da kavramlaştırılan bu grup,
toplumsal hayatta karşı konulmaz bir güce ve göz ardı edilemeyecek bir etkinliğe sahiptir.
Mosca bu azınlığın çoğunluk üzerinde egemenlik kurmasının dayanağını birlikte hareket
etmelerine ve organize olmalarına bağlamaktadır (Bottomore, 1997: 10).
Entelektüel olmayı ve ekonomik üstünlüğü, elit kavramı açısından ayırıcı bir güç
olarak gören Mosca (1939: 70-71), her yönetici sınıfın kendi iktidarını hukuksal bir
zemine oturtarak ve meşrulaştırarak oluşturduğunu iddia etmekte, bunu da ‘siyasal
formül’ olarak nitelemektedir. Halkın yönetime rıza göstermesini sağlayan bir araç olarak
kullanılan bu formül, toplumun sosyal, kültürel ve manevi dinamiklerini dikkate alır ve
meşruiyeti de manevi ve hukuki bir temele dayandırır.
Demokrasiyi seçkinler arasında bir iktidar yarışı olarak gören Schumpeter, 1942
tarihli “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi” adlı eserinde yönetimin her zaman
seçkinlerin elinde olması gerektiğini ve halkın siyasal kararlar almak ve rasyonel tercihler
yapmak için gereken niteliklere sahip olmadığını ileri sürmüştür. Ona göre demokrasi
halkın yönetenleri kabul etme ya da reddetme fırsatına sahip olduğu anlamına gelir.
Halkın tek fonksiyonu, seçimlerde sandık başına giderek belirli bir süre için kendi adına
kararları verecek olan seçkinler kadrosunu yani hükümeti meydana getirmekten ibarettir.
Bu, yönetilenlerle yönetenler arasındaki iş bölümünün bir gereğidir (Schumpeter, 2014:
349-350). Schumpeter
ayrıca halkın karar verme sürecine yaygın ve etkin olarak
katılımının gerçekçi olmayan bir varsayımdan ibaret olduğunu belirtmektedir (2014:
372). Seçilmiş seçkinler üzerinde halkın bir tek denetim mekanizması vardır, o da onları
tekrar seçmemektir. Daha etkin bir kontrol mekanizması ise karşı seçkinlerdir.
23
Siyasal Gelişme Siyasal Bozulma adlı çalışmasında Huntington elitlerin
rekabetinden söz ederken kendi siyasal varlıklarını korumadaki menfaatleri, onları, hızlı
ekonomik değişime öncelik vermekten vazgeçirebilir, demektedir. Siyasal elitler
arasındaki
yarışmanın
azalmasının,
kontrolsüz
bir
siyasal
mobilizasyonu
yavaşlatabileceğini öne süren Huntington’a göre elit, kendi içinde bölünmeye uğrarsa,
elit hizipleri kütlelerden destek aramaya başlar. Bu ise, bir yandan kütlelerin hızla siyaset
alanına girmelerine neden olurken, diğer yandan da modernleşmenin gerekliliği
konusunda elit mensupları arasında eskiden mevcut oydaşmayı zedeler. Geleneksel ve
modern kültürler arasında sıkışıp kalan elitlerin kimliklerini arayış çabaları da, ayrı
problemler yaratabilir. Örneğin Türkiye’de, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) siyasal
tekelini devam ettirdiği müddetçe, halkın siyasal mobilizasyonu ile siyasal kurumların
gelişimi arasında nisbî bir denge mevcut olmuştur. Ancak, bir muhalefet partisine izin
verme yolundaki bilinçli karar, siyasal yarışma alanını genişletmiş ve Batılılaşmış şehir
elitinin dışına taşırmıştır. Demokrat Parti (DP), köylüleri siyaset alanına sokmuş,
gelenekçi güçleri kuvvetlendirmiş ve eskiden mevcut mutabakatı bozmuş, Turhan’ın
tabiriyle “evrimci elit değişimi” yaşanmıştır (Turhan, 2000: 170). Modernleşmeye candan
bağlı olan ordu, bir hükümet darbesiyle iktidarı ele almış, DP’yi dağıtmış ve Başbakan
ile iki bakanı idam etmiştir. Bir ara rejimden sonra, ordu “devrimci elit değişimini”
gerçekleştirdikten sonra (Turhan, 2000: 190) bizzat hükümet etmekten vazgeçmiş ve
demokratik seçimlerle, hiçbir partinin açık bir çoğunluğa sahip bulunmadığı çok parti
sistemine geçilmiştir. Böylece Türkiye, tek-parti rejiminden, kısa süreli bir iki-parti
dönemine, oradan askerî bir rejime, ardından çok-parti sistemine geçmiştir. Bu süreç,
sadece siyasal kurumları zayıflatmakla kalmamış, aynı zamanda gelenekçileri siyasete
sokmak suretiyle, modernleşme amaçlarından birçoğunun gerçekleştirilmesine de engel
olmuştur (Huntington, 1965: 426)5
Elit kavramını kurumsal iktidara sahip, sosyal kaynakları kontrol eden, toplumsal
karar verme sürecini doğrudan veya dolaylı olarak ciddi bir şekilde etkileme yetisine
sahip, karşıtlarına rağmen istek ve amaçlarını gerçekleştirebilen bireyler olarak
tanımlarsak (Arslan, 2007: 4), kimi demokratik rejimlerde seçimle iş başına gelen elitlerin
yanısıra, atanmışların elit kompozisyonunda bir yere sahip olabilecekleri hesaba
katılmalıdır. Paylaştığımız tanım çerçevesinde güç, kontrol ve etki seçilmiş elitlerle
Huntington, Samuel, “Political Development and Political Decay”, World Politics, Vol. XVII, April 1965.
s. 386-430.
5
24
atanmış elitler arasında paylaşılabilir. Bu ihtimal demokratikleşme süreci içindeki
ülkelerde karşımıza çıkar. Atanmış elitlerin zamanla seçilmiş elitlerle yetkilerini
paylaşmaya mecbur kalmaları 20. yüzyılın siyasi gerçekleri arasındadır.
Merkez-çevre teorisi yöneten-yönetilen ilişkilerini anlatan bir açıklama biçimi
olarak bu şekilde bir okumaya da tabi tutabilir. Seçkincilik anlayışını merkez-çevre
kavramlarıyla ele alan ve toplum analizinde ilk kez kullanan Edward Shils her toplumun
merkezî bir alana sahip olduğunu ifade etmekle birlikte, bu alanın belirli bir kudsiyete
sahip olduğunu belirtmiştir. Merkezî alan, herkesi etkileyebilecek ölçüde sahip olduğu
gücü, varlık sebebi olan değerler ve inançlar dünyasından almaktadır. Dolayısıyla bu
merkez, aynı zamanda toplumu yöneten semboller, değerler ve inançların da merkezini
teşkil etmektedir (Shils, 2002: 86). Ona göre merkezi değer sisteminin en büyük taşıyıcısı
“devlet”tir. Devlet, sahip olduğu otoriteyi yayma eğilimi içindedir. Böylece merkezin
değerleri, toplumun diğer kesimlerine, devlet tarafından, merkezin seçkinleri aracılığıyla
yayılmaya çalışılmaktadır. Bu seçkinler, kendilerine itaat edenleri ödüllendirme, karşı
gelenleri ise cezalandırma eğilimindedirler. Merkezi kurumlar sisteminin seçkinleri
güçlüdür, çünkü toplumda anahtar bazı pozisyonlara sahiptirler. Anahtar pozisyonların
çok önemli olması, atamanın merkezden kontrolü, kişisel bağlar veya aralarında ortak
özellikler olan memurlar dolayısıyla, seçkinler arasında bir uzlaşma söz konusudur (Shils,
2002: 91-92). Hampson da siyasal çatışmanın nedenini siyasal gücü elinde tutanlar ile bu
güçten mahrum olanlar arasındaki rekabet olduğunu, bunun da genellikle merkez ile çevre
arasındaki düşmanca tavırlardan kaynaklandığını (akt. Heper, 2006: 32) belirtmektedir.
Shils’in ortaya koymuş olduğu merkez ve çevre kavramlarının Türk toplumuna
uyarlanması, genel olarak toplumsal, özelde ise siyasal gelişmelerin açıklanması
bakımından bize oldukça önemli ipuçları vermektedir. Şerif Mardin’in “Türk Siyasasını
Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” (Mardin, 2003a: 37–77) adlı
makalesi, Shils tarafından ifade edilen merkez-çevre kavramları ile Türk toplumunun
değerlendirilmesini sağlamıştır. Mardin, Shils’in bu kavramsallaştırmasını çıkış noktası
kabul ederek bu uyarlamayı gerçekleştirmekte, merkez ve çevre ilişkilerini Osmanlı’nın
kuruluşundan Cumhuriyet Türkiyesi’ne getirirken yöneten-yönetilen ilişkilerini temel
almaktadır. Mardin’e göre merkez, Osmanlı Devleti’nin bir arada tutmayı başaran
merkezi bürokrasi olduğu kadar, devletin işlemesini mümkün kılan özü de ifade
etmektedir. Çevre ise, merkezin dışında kalan toplumsal alanı, kurumları ve coğrafi alanı
temsil eder (2004c: 275).
25
Mardin’e göre merkez ile çevre arasında başlayan ayrışma, Cumhuriyet’in
ilanının ardından daha da farklı bir görüntüye bürünmüştür. Cumhuriyet’in ilanı ile
birlikte mevcut olan değerler sistemi yerine yeni bir merkezi değerler sistemi ikame
edilmeye çalışılmış; bunun sonucu olarak da bu değerler sistemini benimsemeyen toplum
kesimleri, çevrenin unsurları halini almıştır.
Heper ise Türkiye’de merkezin yani seçkinci anlayışın egemen olmasını,
toplumun “uzun vadeli menfaatlerinin” halktan kopuk belirlenmesiyle ve bürokrasinin
özerk bir sınıf gibi hareket edebilen “aşkıncı devlet modeliyle” açıklamaya çalışmıştır.
Türkiye’de çoğunlukla “ılımlı aşkıncı bir yönetim biçiminin” siyasal hayata damgasını
vurduğunu, bunun da her askeri müdahaleden sonra özellikle 1980-1983 askeri rejimi
sırasında daha da aşkıncı bir biçime dönüştüğünü belirtmiştir (Heper, 2006: 35).
20. yüzyılın ikinci yarısında demokrasi teorisiyle elitist teorinin birbiriyle çeliştiği
yönünde yaygın bir kanı vardır. Gerçekten de tek tek ele alındığında iki kavram arasında
bir uyumdan söz etmek oldukça güçtür. Ancak Avrupa’da faşizm ve Bolşevizm’in iki
dünya savaşı arasındaki dönemde popüler hale gelmeleri, liberal ve demokratik değerlere
bağlı olan bazı bilim adamlarını bu iki teoriyi birleştirme çabasına sürüklemiştir. Amaç
ise elitleri demokrasi içinde meşru bir konuma oturtmaktır (Türköne, 2006a: 388-389).
Keza demokrasi çoğunluğun yönetim anlayışını benimser; ancak bu çoğunluk yönetimini
“halkın doğrudan doğruya yönetimi” biçiminde değil, çoğunluğun kendisini yönetecek
elitleri seçmesi olarak ele alırsa o zaman elit varlığının demokrasiyle bağdaştırılmasında
bir sorun görünmez (Turhan, 2000: 35).
Demokratik elitizm kuramı, demokrasiyi salt yöneticileri seçme olarak
görmektedir. Bu kurama göre halk yeni bir şey ortaya koymamakta, mevcut alternatifler
arasından birini seçmektedir. Yani halka çeşitli elit gruplar arasından bir seçim yapması
önerilmektedir. Demokratik elitizm teorisine göre, gücün sadece elit grup arasında
dağılması yalnızca demokrasiyi koruyup yaşatmak için değil, aynı zamanda da despotik
baskı rejimlerinin ortaya çıkmaması için de zorunludur. Teoriye göre önemli olan gücün
eşit dağılımı değil güçlü bir konuma ulaşabilmede fırsat eşitliğidir (Arslan, 2007: 34).
Belli ve az sayıda odak elinde depolanmış olan güç, baskıcı ve totaliter tehlikelere karşı
açık bir davetiye teşkil eder, o nedenledir ki bu tehlikeler ancak iktidar gücünün başka
güçler tarafından paylaşılmasıyla bertaraf edilebilir, bu da güç pastasından pay almış
siyasi elitlerin öteki elit gruplar tarafından denetlenmesiyle dengede tutulabilir. Siyasi bir
denge oluşturma adına, elitlerden kaynaklanan bu denge tek başına yeterli değildir. Gerek
26
dikta heveslilerinden korunmak gerekse daha işleyebilir bir demokrasi yaratabilmek için
karar verme sürecinde halkın katılımı da sağlanmalıdır. Geniş halk desteği olmaksızın
hak ve özgürlükleri ve de demokrasiyi totaliter tehlikelere karşı korumak olanaksızdır.
Bu ise sivil toplum bilincinin toplumda yaygınlaştırılması ve kitlelerin böylesi
yapılanmalara etkin katılımı sayesinde gerçekleştirilebilir (Arslan, 2003: 119).
Elitlerin birleşimi tezinde Mills (1974: 14), iktidar ve egemenliğin üç grupta
paylaşıldığını belirtmektedir. Ordu, devlet ve şirket toplulukları bağlamında ekonomiyi
ele alan ve “iktidar üçgeni” olarak tarif edilen bu yapının kurulmasıyla, modern toplumun
organizasyonunun kurumsallaştığı öne sürülmektedir. Konumuz açısından bu üç elitist
grubu incelemek asıl konumuz olan “çıkış güvencelerine” bir pencere açacaktır. Bunlar
siyasal elitler, ekonomik elitler ve askeri elitler olarak kategorize edilmektedir.
ABD örneğinde siyasal elitlerin siyasete bir emek vermeden geldiğini belirten
Mills, siyasal elitlerin tabandan yani yerel siyasetten değil, ulusal düzeyden başlayarak
seçilmekten çok atama yoluyla siyaset sahnesinde yer aldıklarının altını çizmektedir.
Mills, siyaset dışı alanlardan siyaset sahnesine çıkan bu elitlerin, yürütme organını elinde
tutan daha çok büyük şirketler çevresindeki zenginlerin hukukçu, yönetici gibi çalışanları
olduğunu belirtmektedir. Bunlara ilaveten devlet kurumlarında çalışan meslek sahibi
politikacılar da vardır. Söz konusu politikacıların siyasal kişilik kazanmaları ile devlet
işlerindeki rutin işlerden kurtulup siyasette belirleyici bir konuma çıkmaları arasında bir
ilişki mevcuttur (Mills, 1974: 313). Bunlar daha çok eskiden devlet kurumlarında
bürokrat olarak çalışıp daha sonra siyasete girmiş olan yöneticilerdir. Günümüzde pek
çok ülkede siyaset sahnesi bu karakterle dolu olup, siyasi partiler ile yasama ve yürütme
organlarında en etkin ve yetkin konumdaki bireyleri yani siyasi parti liderleri, genel
sekreterler, üst kurul üyeleri, milletvekilleri, hükümet başkanları ve bakanlar, meclis
başkanları, cumhurbaşkanı, başbakan gibi “devlet yönetiminin doruklarındaki kişileri”
kapsamaktadır (Turhan, 2000: 41).
Ekonomik elitler ve siyasal elitlerin arasındaki iş birliğine değinen Mills, bu iki
elit grubun birbirinden ayrılmaz iki parça olduğundan bahsetmektedir. Ekonomik elitler
ile siyasal elitlerin birleşmesinin en hızlı gerçekleştiği alanın yürütme organı ve ona bağlı
kuruluşlar olduğunun altını çizmektedir. Bu olgu gerçekte şirketler dünyasının temsilcisi
olan kimselerin siyaset hayatında da önemli yerlere geldiklerine dikkat çekmektedir.
Nitekim günümüzde “iş çevreleriyle siyasal yönetimin iki ayrı dünya olarak görülmesi
artık olanaksız gibidir. Devletin yürütme organının ve bu organa bağlı olup da ekonomiyi
27
düzenlemekle görevli çeşitli kuruluşların çok büyük bir genişleme göstermesi, devletin
bir çeşit otonom bir bürokrasi olarak, ilgi ve etkinlik alanının genişleyip yaygınlaştığına,
delil kabul edilemez” (Mills, 1974: 382). Bugünün dünyasında siyasal yapılarla irtibatlı
olan çoğu sanayici ve iş adamı konumunda bulunan aynı zamanda da sivil toplum
örgütlerinde sorumluluk alan kişiler ekonomik elitlere örnek olarak verilebilirler.
Askerler de diğer toplumsal kesimler gibi toplumsal yapı içerisinde yeri ve işlevi
olan toplumun iktidar yapısının bir parçasıdır. “Elit teorisine göre de askerlerin toplumsal
karar verme mekanizması üzerinde etkili olması, diğer elit gruplar ile iş birliği yaparak
toplumsal karar verme sürecini etkilemesiyle ve demokratik sistemle çelişmez” (Arslan,
2007: 36). Nitekim Mills, iktidar dağılımında seçkinci modeli hükmeden hükmedilen
ilişkisinin sadece siyasi değil, siyasi, iktisadi, askeri mevkilerden kaynaklandığını belirtir.
Askerlerin bu yapı içerisinde en ayrıcalıklı konumda yer aldığını ve iktidar
olanaklarından en fazla askeri elitlerin faydalandığını ortaya koyar. Askeri elitleri
oluşturan üst rütbeli subayların, siyasal atama ile göreve gelmelerine ve siyasal bir
sorumluluk taşımamalarına rağmen en önemli siyasal kararların alınmasına da katkı
sundukları belirtilmektedir. Parti politikaları açısından, iyi yetişmiş bir general ya da
amiralin, partinin izlemiş olduğu siyasete meşruiyet kazandırmak için çok faydalı
olduğuna, partinin böyle bir karakteri kullanarak izlemiş olduğu siyasete üst bir nitelik
kazandırarak, yapılan siyaseti tartışma konusu olmaktan çıkardığına inanılmaktadır
(Mills, 1974: 275).
Askeri elitlerin ekonomik ve siyasal elitlerden önemli bir farkı bulunmaktadır.
Ekonomik elitler siyasette hâkim olmak adına sürekli aktif siyaset içerisinde görev alan
politikacılarla hem hal olma ihtiyacı hissederler. Keza siyasal elitler anlamında
bürokraside görev almış olan bürokratlar da ekonomik elitlerden farklı değildir. Fakat
askeri elitler, siyaset sahnesinde yürütme organına bağlı bir kurum olarak faaliyet
gösterirken, özellikle az gelişmiş ülkelerdeki demokrasilerde yürütme organına alternatif
bir unsur olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Tarih, askerin sivil siyasetin bir alternatifi
olarak yönetimi eline almasının örnekleriyle doludur. Özellikle modernleşmekte olan
ülkelerde, askeri elitlerin modernleşme ideolojisine bağlanmaları, demokrasiye geçiş
kararından sonra da
o modernleştirici ideolojinin
ufak tashihlerle bir tür
“koruyuculuğuna” soyunmaları bir vakadır. Asker bu uygulamasını, direkt müdahale
yöntemleriyle yaptığı kadar siyasetin içinde yer alıp daha etkin bir kurum olarak vesayetçi
bir anlayışla da yerine getirmektedir. Çalışmamızda “çıkış güvenceleri”, ana ekseninde
28
tartışılacak olan askerî seçkinci yönetimin sistem içerisindeki hâkim konumları ve
demokrasiye olan etkileri bizleri ister istemez sivil-asker ilişkileri konusuna
yönlendirmektedir.
1.2- Sivil-Asker İlişkileri
1.2.1- Sivil-Asker İlişkilerine Dair Kavramsal Bir Çerçeve
Yürütmeye bağlı ve ülke savunmasından sorumlu bir kurum olan ordu, modern
demokratik ülkelerde siyasetin bir aktöründen çok kendi sınırları içerinde hareket eden
bir yapı görüntüsü vermektedir. Diğer taraftan modernleşme sürecini tamamlayamamış
ve bu yolda demokrasiyi yönetim biçimi olarak tercih etmiş ülkelerde ise ordu, gerek
ideolojik gerekse kurumsal çıkar anlamında kendi sınırları içerisinde kalmayarak
siyasette aktif bir rol üstlenebilmiş, modernleşmeye önderlik eden itici bir güç olarak
siyasal ve ekonomik kararların alınmasında etkili olabilmiştir (Öztürk, 2006: 30). Bu
durum ise demokrasinin tam anlamıyla istikrara kavuşamaması ya da diğer bir ifade ile
pekişmemesine neden olan vesayetçi uygulamaları akla getirmektedir. Siyasi ortamda
çeşitli vesayetçi uygulamalar görülmekle beraber en sık rastlananı ordu kurumunun
siyasetteki hâkimiyetidir. Askerin fiili olarak güç kullandığı veya var olduğu bir toplumda
bağımsız bir siyasal aktör haline geldiği, çeşitli nedenlerle askerlerin üzerindeki sivil
kontrolün ortadan kalktığı veya azaldığı, siyasal sahnede hâkim siyasal güç olarak sivil
siyasetçilerin değil askerin yer aldığı bu ortam “pretoryenizm” olarak telaffuz edilmekte
ve daha çok yeni kurulan demokrasilerde veya demokratikleşme çabası içinde olan
ülkelerde önemli bir sorun teşkil etmektedir (Örs, 1996: 3).
Bugün sivil-asker ilişkilerine baktığımızda Samuel Huntington, Morris Janowitz,
Douglas Bland, Nordlinger, Rebecca L. Schiff ve Amos Perlmutter’i sivil-asker
ilişkilerinin teorik altyapısının oluşturulmasında katkıları olan önemli akademisyenler
olarak görmekteyiz. İdeal sivil-asker ilişkileri konusunda akademisyenler arasında,
üzerinde uzlaşılmış bir model olmadığı gibi konu üzerinde çok sayıda farklı fikir de ortaya
atılmıştır (Yıldırım, 2010: 4). Hepsinin ortak görüşü; demokrasiyi korumak için ordunun
hem sivil otoritenin -hükümetin- kontrolüne tabi olması hem de profesyonel özerklik ve
siyasi tarafsızlığa sahip bulunması gerektiği yönündedir (Etzioni-Halevy, 1996: 402).
Huntington pretoryanizmi; oligarşik pretoryanizm, radikal pretoryanizm ve kitle
pretoryanizmi olarak üç aşamada ele almaktadır. Oligarşik pretoryanizmde hâkim olan
sınıf, büyük toprak sahipleri, din adamları ve kılıç kullananlar iken sosyal kurumlar
29
farklılaşmamış, yönetici sınıfa mensup olanlar siyasal, askeri, dini, sosyal ve ekonomik
anlamda liderlik özelliklerini aynı anda üstlenebilmektedirler. Radikal modelde ise
siyasal katılma sınırlı, yönetsel etki ise yüksek düzeydedir. Siyaset orta sınıfların ortaya
çıkışına hazır değildir. İlk aşamada siyaset sahnesinde aktif rol alanlar askerlerdir. Bu
radikal modele Huntington 1908-1922 yıllarındaki Türkiye’yi örnek göstermektedir.
Ordu içinde bulunan subaylar, kontrolü ele geçirmek için sürekli mücadele içindedir. Bu
modelde ordu, siyasete tamamen siyasal nedenlerle müdahale etmekte, askeri müdahaleyi
çözüm olarak görüp bunu sivil sosyal unsurlarla birlikte gerçekleştirmektedir. Kitle
pretoryanizminde, ordu siyasetin üstünde ve değişimi engelleme adına hareket
etmektedir. Böyle bir toplumda askerler gardiyan rolünü üstlenirken müdahalelere sebep
olarak siyasal sistemdeki geçici ve olağanüstü çatlamaları gösterseler de asıl neden,
siyasal sistemin kendisiyle ilişkilidir ve burada toplumun modernleşme süreci üzerinde
durulmalıdır (Örs, 1996: 17-24).
Askerin sivil siyaset sahnesindeki rolü üzerinde duran Huntington, askeri gücü
en aza indirme adına “sivil kontrolü” yani sivil unsurların kendi güçlerini askerî unsurlar
karşısında hâkim kılması şeklinde statik bir önerme ortaya koymaktadır. Ona göre bunu
gerçekleştirmenin objektif ve sübjektif sivil kontrol olmak üzere iki yolu bulunmaktadır
ve her iki önermede de askerin profesyonelleşmesine vurgu vardır. Objektif sivil
kontrolde amaçlanan orduyu askerileştirip devletin aracı yapmak suretiyle askerin
siyasetin dışında tutulmasıdır. Subjektif sivil kontrol, siyasi ve askeri sorumlulukları bir
araya getiren ve askeri işlemlerin kontrolünü tek bir yasal otoriteye veren yöntemdir.
Askerin siyasete katılmasını öngörür (Huntington, 1956: 678).
Janowitz ise Profesyonel Ordu isimli eserinde profesyonel silahlı kuvvetlerin
kurumsal bir analizini yaparak, Huntington’un önermiş olduğu sivil kontrol modeli yerine
farklı toplumsal koşullara göre değişiklik gösterebilen, dinamik bir profesyonelleşme
önermektedir. Modern demokratik toplumlarda askeri teşkilatlarla ilgili oluşturduğu
hipotezleri bu konuda daha sonra yapılacak araştırmaların temelini oluşturmuştur (Burk,
1993: 168). Ona göre Huntington’ın objektif sivil kontrol kavramında tavsiye ettiği
izolasyon, yani ordunun izole edilmesi, yanlış anlaşılmaya sebep olup çatışmanın kapısını
aralamaktadır. Çünkü siviller ordunun yeterli donanıma sahip olmadığı alanlardaki
açılımları desteklerken; ordu da kendini, savunmak için sorumlu olduğu toplumun
karşısında bulmaktadır. Bu endişeler, Morris Janowitz’in sivil-asker ilişkilerindeki
soruna çizdiği çerçevenin temelinde yer alır (Yıldırım, 2010: 5). Janowitz siyasi bilince
30
sahip, sivillerle örtüşebilen subayları tercih etmektedir (Burk, 1993: 177). Apolitik ve
tarafsız, toplumdan göreceli olarak ayrılmış bir askerlik mesleğini öngören Huntington'un
aksine Janowitz, siyasi bilince sahip, işlev ve uzmanlıkları sivillerinkiyle örtüşen
subayları kabul etmekle birlikte politikaya duyarlı ve toplumla bütünleşmiş bir ordu
modelini savunmaktadır.
Pretoryanizm konusunda çalışan akademisyenlerin bir diğeri Perlmutter’dir. Ona
göre, pek çok durumda siviller; sivil siyasi yapı ve kurumlar işlemediği, fraksiyonlara
bölünmenin gerçekleştiği ve siyasi hareketin yönetilmesi için gerekli anayasal araçlar
bulunmadığı zamanlarda siyasi destek için orduya başvururlar (Perlmutter, 1969: 382).
Bu, pretoryanizmin temel özelliklerinden biridir ve demokratik kurumların yerleşmediği
ülkelerde diğerlerine göre daha sıklıkla görülen bir durumdur. Bu toplumlarda anayasal
değişiklikler ordu tarafından yapılır ve ordu sık sık yönetime müdahil olur. Ona göre iki
çeşit pretoryan ordu vardır: hakem ve yönetici ordular. Hakem tipinde ordu, “koruyucu
zihniyetle” askeri idare için bir zaman sınırlaması koyar ve hükümeti “kabul edilebilir”
bir sivil rejime devretmek için gerekli düzenlemeleri yapar (Perlmutter, 1969: 390).
Yönetici tip, iktidarı bir araç değil amaç olarak görmekte ve düzenlemelerini kalıcı olmak
üzere yapmaktadır.
Nordlinger ise pretoryanizmi, sivil kontrolün zıddı olarak tarif etmiş ve askerler
ile sivil hükümet arasında sivil üstünlüğün çöküşüyle sonuçlanan bir çatışma olduğu
zaman ortaya çıktığını söylemiştir (Albright, 1980: 555). Nordlinger, pretoryan sistemleri
arabulucu, muhafız ve yönetici olarak üç aşamada ele almıştır. Ona göre arabulucular
daha çok statükoyu koruma hedefinde olup etkili bir şekilde veto gücünü kullanma
eğilimindedirler. Muhafızlar, yönetimi kendi ellerinde tutarak sivil yöneticilerin yapmış
oldukları hataları düzeltme eğilimi sergilerken, yöneticiler siyasal hâkimiyeti kesin olarak
eline geçirmiş siyasal, sosyal ve ekonomik olarak kesin değişimleri desteklemektedirler.
Bu grubun siyaset müdahalesi çok sert ve yüksek düzeyde olup kalıcıdır. Özellikle “ciddi
siyasal, sosyal veya ekonomik krizlerde, savaş yenilgilerinde ve prestij kayıplarında,
rejimin tipi ne olursa olsun, ordunun daha etkili bir rol oynaması olasıdır” (Linz, 2008:
183).
Mevcut sivil-asker ilişkileri teorilerinin başlıca bulgularından birisi, orduların
fiziksel ve ideolojik olarak siyasi kurumlardan ayrılmış olmaları gerektiğidir. Bunun aksi
ise Rebecca L. Schiff ve Dougles Bland tarafından ortaya konmuş olan uyum teorisidir.
Schiff, ordu ile siviller arasında bir ayrımdan ziyade; ordu, sivil elitler ve vatandaşlar
31
arasında oluşturulabilecek bir ahenkten, iş birliğinden bahseder (1995: 7-9). Toplumun,
sivil-asker ilişkisini etkilediğini ve bunu da kültür üzerinden yaptığını savunan Schiff’e
göre bu üç aktörün, yani ordu, sivil elitler ve vatandaşların, oluşturduğu uyumun
içerisinde ayrım söz konusu olabilir; ancak bu ayrım uyumun oluşabilmesi için şart
değildir. Kurumlar ve sektörler arasında oluşacak karşılıklı diyalogun daha önemli
olduğunu belirtir. Teori, ilişkiselliğe üçüncü bir boyut katarak vatandaşları da çerçeveye
dâhil etmesiyle diğer birçok sivil-asker ilişkisini anlatan teorilerden farkını ortaya
koymaktadır. Bir başka deyişle, sivil-asker konusu kurumsal öğelerin dışına taşınarak
kültürü oluşturan bireyleri de olaya dâhil eder. Askerin sivil güce destek vermesi olarak
da kabul edilen bu olgu, sivil hükümetlerin yetersiz kaldığı durumlarda ordunun devreye
girmesini kabul eder. İç düzenin sağlanması, doğal afetler veya polisin görev alanı içinde
olup da yetersiz kaldıkları durumlarda ordu, bir aktör olarak inisiyatif alabilir, bunu da
sivil yönetim ve vatandaşlar ile iş birliği içinde yerine getirebilir. Ulusların özgün tarihsel
ve kültürel deneyimlerini ve çeşitli diğer sivil-asker ilişkileri olasılıklarını da göz önüne
alarak farklı bir alternatifi ortaya serer. Mevcut teoriler, sivil ve askeri kurumların
birbirinden ayrılmasını savunurken uyum teorisi bir ulusun kültürüyle ilgili konulara
işaret ederek kurumsal analizin ötesine geçmeye çalışır. Uyum teorisi yukarıda
bahsedilen belirli kurumsal ve kültürel göstergeleri işler; ordu, hükümet ve toplumun iç
politikaya askeri müdahaleyi engellemek amacıyla üzerinde anlaşacakları ayrı olsun,
bütünleşmiş olsun, sivil-asker ilişkileri biçimlerinin oluştuğu ampirik koşulları açıklar
(Schiff, 1995: 10).
Bland ise daha çok kurumlar arası uyumdan söz etmektedir ki bu da demokrasinin
gelişmişliğiyle paralellik arz eder. Demokrasi konusunda ciddi mesafeler almış çoğu
Batılı ülkelerde sözü geçen kurumsal uyum gözlenebilmektedir. Özellikle uluslararası
konjonktür gereği asker ile sivil unsurlar birlikte hareket edebilmektedir. Bir başka uyum
da kurumlar arası değil yöneticiler arası uyumdur ve hemen hemen her ülkede görülme
olasılığı vardır. Demokrasi kültürünün yerleşmiş olduğu ülkelerde çok fazla ağırlığı
olmamakla birlikte atılması gereken önemli adımlarda bu uyuma ihtiyaç vardır (Bland,
1999: 10-11). ABD’nin Körfez Savaşını yürüten komutan olan Colin Powel, daha sonraki
hükümette Savunma Bakanı olarak Başkana en yakın biri durumuna gelip ABD dış
politikasında söz sahibi olabilmiştir. Diğer taraftan demokrasi bağlamında daha alması
gereken epey mesafe bulunan ülkelerde de benzer durumlara şahit olabilmekteyiz. Yalnız
buradaki temel fark, ortak politika belirlemekten çok askerin sivil otoriteye tabi
32
kılınmasını sağlamaktır. Mevcut sivil-asker ilişkileri teorileri, sivil ve askeri kurumların
ayrışmasına ve iç politikaya askeri müdahalenin önlenmesi için sivil alanın hâkim
olmasına vurgu yaparlar. Bunun tersine uyum teorisi, ordu, siyasi seçkinler ve toplum
arasında diyalog, değer ve amaçların paylaşımı konularına ağırlık verir.
Askerin asli görevinin dışına çıkarak kuvvet kullanması ve bunun sonucunda
siyasi hayata müdahale etmesi, siyasal karar alma mekanizmalarına dâhil olması “askeri
darbe” olarak nitelendirilmektedir.
Tüm Latin Amerika ülkeleri, bazı Arap ülkeleri, birçok Afrika ve Güneydoğu
Asya ülkeleri ile bazı Akdeniz ülkeleri, yaşadıkları darbe ve karşı darbe girişimleriyle
sivil-asker ilişkileri bakımından olumsuz örneklere sahne olmuştur. Bu girişimler salt
ordunun sivil iktidarın yerini alması şeklinde ortaya çıkarken bazen de iktidara dolaylı
olarak müdahalesi şeklinde olmaktadır (Örs, 1996: 7). Huntington Üçüncü Demokrasi
Dalgası eserinde askerî müdahaleleri, demokrasiye karşı girişilen ters dalgalar olarak
adlandırmıştır. Bu müdahalelerin ilki 1922-1942 yılları arasında görülmüş olup Roma
yürüyüşü ve Mussolini’nin zayıf ve hayli yozlaşmış İtalyan demokrasisinin kolayca
çözülmesiyle başlamış; akabinde Polonya, Estonya ve Letonya’da siyasi çöküşler
gerçekleşmiştir.
İkincisi ters dalga ise 1958-1975 yılları arasında yaşanan olaylar
sonucunda başta Peru olmak üzere Brezilya ve Bolivya’da yaşanmış, sivil hükümetler
askerler tarafından devrilmiş (Huntington, 2007: 11) ve yerlerine askeri rejim
hükümetleri ikame edilmiştir.
Finer, askeri rejimleri, hükümetin silahlı kuvvetlerin eline geçtiği rejimler ya da
silahlı kuvvetlerin emirleriyle hareket eden yapılar olarak ifade ederken (Finer, 1975:
164), Atay ise bu rejimleri genellikle siyasi bağımsızlıklarını yeni kazanmış, demokratik
unsurların kök salmadığı az gelişmiş ülkelerde görülen, siyasal iktidarın tamamen askeri
idarenin kontrolü altında bulunduğu, burjuvazinin genel çıkarlarına uygun hareket eden
ve kendi meşruiyetini devrilen yönetimin olumsuz uygulamalarına bağlayıp hedeflerini
anayasal ve yasal düzenlemelerle destekleyen plebisiter oylamayla meşrulaştıran (Atay,
1998: 48-49) rejimler olarak tanımlamaktadır.
Varol ise askeri darbeleri genel olarak anti-demokratik bir uygulama olarak
zikretse de bazen de demokratik sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekerek açıkça
demokrasiyle çelişen bir düşünceyi ortaya koymaktadır. Darbelerin daha çok otoriter ve
totaliter rejimlere karşı gerçekleştiğine değinen Varol, darbeleri genel anlamda
33
demokratik olanlar6 ile olmayanlar olarak ikiye ayırmakta, darbe eyleminden demokratik
sonuç uman bir yanılgı içine düşmektedir. Ona göre demokratik olmayan askeri
darbelerde sonuç siyasal rejim anlamında değişmezken, değişen tek şey liderler
olmaktadır. Oysa demokratik darbelerde hem otoriter veya totaliter rejim yerini
demokratik sisteme bırakır hem de liderliğe daha demokratik kişiler gelmektedir. Bu
bağlamda 1974 Portekiz, 1960 Türkiye ve 2011 Mısır askeri müdahalelerini demokratik
sonuçlar doğuran darbeler olarak nitelemektedir (Varol, 2012: 289, 299, 294).
Askeri müdahaleler ve akabinde ortaya çıkan askeri rejimlerin nedenleri
konusunda Ünsaldı (2008: 259), siyasi istikrarsızlıklara ve toplumsal değişimlere vurgu
yapmaktadır. Ona göre ordunun siyasete müdahalesi her ülke için aynı değildir. Farklı
toplumlarda farklı zamanlarda görülen askeri müdahalelerin nedenleri de farklı
olabilmektedir. Modernleşmenin neden olduğu hızlı ve planlı olmayan ani sosyal
değişimler, siyasal katılma talebini yükseltecek, bu talep baskısı ise siyasal sistemin
demokratik arzında sorun yaşamasına neden olacaktır. Nitekim Huntington geleneksel
yapılardan modern yapılara geçişte bir çalkantı yaşanacağı, bunun da bozulmaya sebep
olacağı varsayımından yola çıkarak, bizatihi modernleşme sürecinin (kitle iletişim
araçlarının yaygınlaşması, okur-yazar oranında artışı, kentleşme, sanayileşme, pazar
ekonomisi) bile askeri müdahaleye sebep olabileceği endişesini paylaşmaktadır (Örs,
1996: 61-63). Bu ise bozulma ile sonuçlanacak, ordunun siyasete dolaylı ve dolaysız
yoldan müdahalelerine uygun ortam teşkil edecektir.
Finer’e göre, ordunun siyasal hayata farklı yöntemlerle ve değişik derecelere
varan müdahale biçimleri bulunmaktadır. Bu müdahale biçimlerinin başında “etkileme”
veya “tavsiye etme” biçiminde ifade edilen ve normal anayasal kurallardan yola çıkarak
gerçekleşen etkiler yer almaktadır. Bu yöntem ordunun müdahale yöntemlerinden en
hafif olanıdır ve bunun mevcut pozitif hukuk kurallarına aykırı bir yönü yoktur. Ordunun
ikinci müdahale biçimi ise “şantaj” biçiminde kendini göstermektedir. Sivil otoritenin
gözünü korkutma, sivillerle iş birliği yapmayı reddetme ve şiddet kullanma bu yöntemin
temel özelliklerini ifade eder. Üçüncüsü ise “siyasal iktidarı değiştirme” veya onun
“yerini alma” biçiminde gerçekleşir ve bu aşamada sivillere karşı açıkça zor ve şiddet
kullanılabilir (Finer, 1975: 132-133).
6
Demokratik askeri darbelerin özellikleri hakkından bkz. (Varol, 2012: 300).
34
Florence Gaub başarılı bir darbe için bazı hususların bir arada bulunmasının
gerekliliğine dikkat çekmiştir. Ona göre iyi organize olmuş bir ordu, 15 ile 45 kritik
görevde bulunan üst düzey komutan, toplum için hayati öneme sahip medya, iletişim
araçları, ulaşım vb. gibi hizmetleri kontrol etme yeteneği, siyasal, bürokratik ve ekonomik
elitlerin iş birliği ve dış güçlerin desteği ile askerin şiddet uygulama kapasitesi darbeyi
başarılı kılan etmenlerdir (Alkan, 2016: 256). Darbe, ordunun tümü veya içerisindeki bir
grup tarafından gerçekleştirilebileceği gibi, ordu içerisinde yer alan; ancak hiyerarşisi
ordu dışında olan bir örgütün çıkarları tarafından da hayata geçirilebilir.
1.2.2- Askerin Müdahale Nedenleri
Seçkinci askeri kadronun sivil siyasal yaşama müdahale girişimlerinin hangi
nedenlerden kaynaklandığı ile ilgili olarak çok çeşitli görüşler belirtilmiştir. Bazı siyaset
bilimciler ordunun fiziksel gücü, amacı ve verilen eğitimin bir sonucu olarak zaten
müdahaleye hazır olduğunu savunurken; bir başka grup bu faktörleri yeterli görmeyerek
toplumda bazı çevresel faktörlerin de oluşması gereğine parmak basmaktadırlar. Her
siyasal sistemde ordu, siyasal hayatta belli ölçülerle de olsa bir etkiye sahiptir (Tunaya,
1982: 325). Bu durum ordunun bir baskı grubu olmasıyla da açıklanabilir. Siyasetin ya
da başka bir ifadeyle siyasal kararların belirlenmesi ve uygulanması sendikalar, dernekler,
vakıflar ve benzeri örgütlerin etkisiyle gerçekleştirilebildiği gibi kimi siyasal kararlarda
da ordunun etkisi görülebilir. Ordunun siyasal hayata müdahalesinde de farklı çevresel
unsurlar etkili olmuştur. Siyasi kültür, modernleşme, siyasal yönetimlerin başarısızlığı
sonucu oluşan meşruiyet sorunu ve ordunun yapısal özellikleri bahsi geçen çevresel
faktörleri oluşturmaktadır. (Örs, 1996: 42).
1.2.2.1- Siyasi kültür
Siyasi kültür pek çok ülkenin sorunlarını anlamada ve çözümünde bir referans
noktası alınmaktadır. Bu kavram toplumsal değişmeyi, sisteme yönelen desteği,
bireylerin siyasal sistemle ilişki kurma biçimlerini anlamakta, siyasa yapma ve uygulama
yollarını tespit etmekte önemli sonuçlar vermiştir. Siyasi kültürü siyasal tutumların,
duyguların, bilgi ve becerilerin toplum içinde belirli bir biçimde dağılımı, siyasal
yönelimler ve sisteme yönelik tutumlar olarak tarif eden Almond ve Verba, bu kültürü
aynı zamanda askerin siyasete müdahale etmesi konusunda etkili olan çevresel
faktörlerden birisi olarak görerek, toplumun gelişmişlik düzeyiyle ilişkili olduğunu ortaya
koymuşlardır. Toplumları üç temel kategoride irdeleyen Almond ve Verba, ‘dar görüşlü,
35
cemaatçi’ (Parochial) diye tanımladıkları ilk grupta toplumları henüz modernleşememiş,
dolayısıyla siyasal aktör ve kurumların henüz tam anlamıyla oluşmadığı ve
kurumsallaşamadığı ilkel cemaatler olarak nitelendirmişlerdir. ‘Tebaa’ (Subject) adı
verilen ikinci grup toplumlarda ise siyasal hayat ve aktörler kurumsallaşmış olmasına
rağmen, bu kurumsallaşma demokrasi yönünde olmamış ve halk karar alma sürecinden
dışlanan pasif bir kitle haline getirilmiştir. ‘Katılımcı’ (Participant) adını verdikleri Batı
tipi toplumlar ise demokrasinin ve demokratik sivil kültürünün davranışsal ve tutumsal
olarak halka yerleştiği ve demokrasinin şehirdeki tek oyun olarak benimsendiği ülkeleri
anlatır.7
Finer (1975: 108-126) askerlerin siyasal hayata müdahalelerinin kapsam ve
biçimi, içinde bulunduğu ülkenin siyasal kültür düzeyi ile yakından ilişkilidir demektedir.
Köklü katılımcı demokratik siyasal kültüre sahip toplumlarda askeri güçlerin sivil
yönetimlere müdahalesi tavsiye sınırını aşmazken, daha düşük siyasal kültüre sahip
toplumlarda bu durum şantaj, sivil iktidarı değiştirme denemeleri ve hatta iktidarı
doğrudan ele geçirmeye kadar varabilmektedir. Siyasal kültür düzeyinin zayıf olduğu
ülkelerde, askeri müdahalelere karşı gelişmiş yerleşik siyasal kurumlar ile güçlü ve
bilinçli sivil toplum görülmemektedir. Halkın siyasal kurumlara bağlılık düzeyi düşük
olmakla birlikte toplumsal örgütlenme gelişmemiş ya da gelişmesi yasaklarla
engellenmiştir. Siyasal iktidar değişiklikleri tecrübe edilmemiş, iktidara karşı oluşması
beklenen muhalefet anlayışı gelişmemiştir. Ordu, şiddet veya tehdit ile sivil yönetimi
istediği şekilde değiştirmekte veya sivil rejimi tamamen ortadan kaldırabilmektedir. Bu
uygulamaları da halk tarafından meşru kabul edilip tepki verilmemektedir.8
Halkın kişiler üstü amaçlar veya ortak çıkarlar uğruna kendi çıkarlarından feragat
etmesi de zayıf siyasal kültürün özelliği olup, siyasette hiyerarşiye ve katılığa sebep
olmaktadır. Bu özellik dış tehlikelere karşı ulusu korumakta yarar sağlarken
demokrasinin işleyişini zorlaştırmaktadır. Ortak menfaatler amacıyla yapılan askeri
müdahalede halkın desteğinin alınmasını kolaylaştırmaktadır. Önemli olan ulusun birliği
ve bütünlüğüdür, söz konusu bu olunca kişisel ve grupsal çıkarlar önemli olmaktan
çıkmaktadır. Çünkü devlet her türlü bireysel çıkarın üstündedir ve tüm toplumun kolektif
7
Almond, Gabriel and Verba, Sidney. Civic Culture,bkz. http://academic.regis.edu/jriley/205civiculture
(04.02.2015).
8
Finer’e göre Arjantin, İspanya, Yunanistan ve Türkiye siyasal kültür düzeyi zayıf olan ülkeler olmalarına
rağmen günümüzde siyasetin temel prensiplerinin işlediği ülkeler arasında yer almaktadırlar (Finer, 1975:
108-126).
36
çıkar ve amaçlarını temsil etmektedir. Devletin çıkarlarını korumak aynı zamanda
toplumun da çıkarlarını korumak demektir. Bu da seçkinci zümrelerin işini gerek
gündelik siyasete katılmak bakımından gerekse askeri müdahalede bulunmak açısından
kolaylaştırmaktadır.
Finer’e göre ordunun müdahale düzeyleri toplumun siyasal kültür düzeyi ile çok
yakından ilgilidir. Yazar bu kültürü dört grupta toplamaktadır. Bunlardan ilki İsveç,
Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Hollanda gibi ülkelerde görülen “olgunlaşmış
siyasal kültür”dür. İkincisi gelişmiş siyasal kültür olup Hitler dönemine kadar Almanya,
iki savaş arası Japonya, III. Cumhuriyet’ten itibaren Fransa ve SSCB örnek
gösterilmektedir. Bu gibi toplumlarda sivil kurumlar oldukça gelişmiş, askeri
müdahalelere karşı güçlü bir direniş vardır. Diğer siyasal kültür ise “zayıf siyasal
kültürdür”. Türkiye, Arjantin ve İspanya zayıf kültür ile gelişmiş siyasal kültür arasında,
Mısır, Suriye, Pakistan, Irak ve Sudan zayıf siyasal kültürün altında yer almıştır (akt. Örs,
1996: 45-46). İkinci grubun sivil toplum örgütlenmesi oldukça zayıftır. Askeri
müdahalelere karşı gelişmiş ülkelerdeki gibi güçlü bir direniş yoktur. Kamuoyu zayıf ve
yer yer kendi içinde bölünmüş durumdadır. Dördüncü kültür tipi ise Meksika, Arjantin,
Haiti ve Paraguay’ın tecrübe etmiş olduğu ve kamuoyunun pek dikkate alınmadığı
minimal siyasal kültür olarak adlandırılmaktadır.
Toplumsal yapı ve özellikleri de siyasi kültürün içinde en önemli unsurlarından
biri olarak askeri müdahalelerde etkin bir rol oynamaktadır. Toplumun gelişmesiyle
ortaya çıkan daha girift yapılar, askerin siyasete dolaylı veya direkt olarak müdahalesini
engellemektedir. Tersi durumlar için Örs, “görece olarak daha az karmaşık ve
farklılaşmamış bir toplumda daha homojen, disiplinli ve uyumlu bir grup olan ordu, etkili
bir biçimde siyasal liderlik rolünü oynayabilmektedir” (Örs, 1996: 23) demektedir.
Nitekim birçok geri kalmış ve siyasi çalkantılar içinde boğuşan toplumlarda söz konusu
askeri yönetimleri görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Turhan da az gelişmiş ülkelerin
toplumsal yapılarında toplumsal güçsüzlüğün egemen olması ve bu ortamda en iyi
örgütlenmiş ve en etkili gücün orduda bulunmasını müdahalenin nedeni olarak
görmektedir (Turhan, 2000: 193). Toplumun görece karmaşık ve örgütsüz bir tabiata
sahip olması, orduyu özerk bir güç haline getirmektedir. Buna karşın siyasal katılım
yaygınlaşıp toplum daha karmaşık hale gelince, askeri müdahalenin gerçekleşme ihtimali
azalmaktadır. Karmaşık, gelişen ve aynı zamanda çeşitlenen toplum, askere karşı kendi
37
argümanlarını geliştirmeye başlar; bu da bir darbe durumunda askerin kullanacağı gücü
daha acımasız hale getirir. Çünkü karşısında daha organize olmuş bir grup durmaktadır.
Toplumsal yapı kendiliğinden ortaya çıkmaz. Toplumla siyaset kurumu
birbirlerini karşılıklı etkileyen dinamik yapılar olsa da somut siyaset bağlamında
toplumu, yapıyı önemli oranda belirleyen bizzat siyaset kurumunun kendisidir. Kimi
ülkelerde siyasi iktidarların almış olduğu yanlış kararlar, eğer ülkenin sahip olduğu
kuruluş ideolojisine aykırı şekilde gelişiyorsa o zaman da sistem içinde kendini güçlü
hisseden ordu, sisteme müdahalede bulunur. Yunanistan’da “monarşi taraftarları ile
cumhuriyetçiler arasında yaşanan iktidar mücadeleleri” (Öztürk, 2006: 255) askeri
darbelerin yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Benzer şekilde Türkiye’de gerçekleşen
askeri müdahaleler, temelde siyaset kurumunun toplumda meydana gelen sorunlarla baş
edememesinden ve siyasal aktörlerin kendi içlerinde yaşadıkları siyasi çekişmelerin
sonucundan kaynaklanmıştır.
1.2.2.2- Modernleşme
Modernleşme, Batılı sosyolojik ve siyasal örgütleniş biçimininin diğer toplumlar
tarafından nihaî hedef olarak benimsenmesidir. Geleneksellikten modernliğe geçiş
aşamasında bulunan toplumlarda ortaya çıkan otoriter siyasal rejimler de varılması
gereken hedefe yönelik oluşumlar olarak değerlendirilmelidir. Özellikle azgelişmiş
ülkeler en kısa sürede modernleşip gelişerek modern ülkelerin seviyelerine çıkmak
istemektedirler. Bu ise daha kısa bir zaman dilimi içinde, kendiliğinden olmayan daha
çok dış güçlerin yoğun itici gücü etrafından ortaya çıkmaktadır (Köker, 1990: 51).
Temelde toplumda bu modernleşme işlevini gören unsur, orta sınıf ve burjuvazinin
varlığıdır. Orta sınıf ve burjuvazinin güçsüz kaldığı, toplumsal yapının grift olmadığı
ülkelerde
modernleşme
süreci,
asker
ve
sivil
bürokrasinin
sorumluluğuna
bırakılmaktadır. Modernleşmesini çok kısa süre içerisinde gerçekleştirmek isteyen
toplumlar “modernleştirici entelijansiya” ile amaçlarına ulaşmaya çabalamışlardır
(Köker, 1990: 232). Nitekim tarihe baktığımızda siyasal bağımsızlıklarını yeni kazanmış
az gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde modernleşme ve ekonomik gelişme, kamu
görevlileri tarafından hayata geçirilmiştir (Kışlalı, 1996: 304). Batı kültürü etkisiyle
yetişmiş olan bürokratik askerî aydın kesim, idealize etmiş olduğu kültürü kendi
toplumlarında da yerleştirmek istemektedirler. Bunu yaparken hem ulusal birliklerini
koruyup hem de ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirmek durumundadırlar. Burada
liderlik de hatırlanmalıdır (Black 1986: 52). Siyasal önderler [bu askeri bir lider de
38
olabilir, tıpkı Atatürk, Bismarck vb.] bir toplumu yönetme kararlarını alan ya da bu
kararların alınmasına katılmayı etkili bir biçimde dileyen kimseler olarak modernleşmeye
öncülük edebilir. Cook da (2008: 233-235) Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve liderlerinin
subaylardan oluşması ve cumhuriyetin ilk yıllarında reformların gerçekleşmesini
sağlamak üzere hem komutanlık hem de mülki idare amiri olarak görev almalarını, Türk
modernleşmesine katkı sağlamıştır diyerek Black’in bahsetmiş olduğu modernleşme ve
liderlik birlikteliğine destek vermektedir.
Cook (2008: 53) ayrıca “görece özerk ordular modernleşme ve demokratikleşme
için ilerici” güçlerdir diyerek modernleşme anlamında ordulara ayrı bir alan açmıştır.
“Ordu-kurumsal kapasitesi, misyon anlayışı ve ulusal hassasiyeti ile birlikte
düşünüldüğünde- sanayileşme ve kurumsallaşma süreçlerini ve modern bir toplumun
oluşmasına yönelik reformların gerçekleştirilmesini yönlendirecek en ideal araçtır”
(Cook, 2008: 54). Nitekim “Soğuk Savaş döneminde Latin Amerika, Orta Doğu ve Uzak
Doğu ordularının artan siyasi güç ve hırslarını incelemeye alan onlarca araştırmacıya
göre, bu silahlı kuvvetlerin siyasi özerklikleri kurucu felsefe ve kurumları koruma
refleksinden değil, hızlı modernleşmenin getirdiği sosyal ve ekonomik değişime,
statükonun ayak uyduramamasından kaynaklanan otorite boşluğunu doldurma
refleksindendir” (Huntington, 1968, akt. Cizre, 2006: 153).
Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi teknolojik gelişmelerle ilk tanışan
kurum olan ordu, almış olduğu eğitim ve sahip olduğu disiplin sayesinde, bu işlevi yerine
getirme konusunda ön plana çıkmaktadır. Ordunun bu konumu onun toplum içerisindeki
konumunu da güçlendirmektedir. Bu önem az gelişmişlik ve kriz dönemlerinde artmakta
iken gelişme düzeyi yükseldikçe ve sıkıntılı dönemlerin sona ermesiyle azalmaktadır.
Nitekim ordunun siyasal iktidarı etkilediği ya da yönetimi ele almış olduğu müdahale
dönemlerinde modernleşme eğilimlerinin arttığı gözlemlenmiştir. Özellikle Latin
Amerika ülkeleri bu duruma örnek teşkil etmektedir.
Huntington (1968: 194) da askerin modernleşme etkisine değinerek ordunun
siyasal sisteme müdahalesi ile toplumsal gelişmişlik seviyesi arasında doğrudan bir
bağlantı kurmaktadır. Buna göre toplumsal gelişmişlik seviyesi düşük olan ülkelerde
siyasallaşan ve görece özerk olan ordunun siyasal sisteme olası müdahalesi doğal
karşılanmakta; buna karşılık, toplumsal gelişmişlik seviyesi yüksek olan ülkelerde
müdahalenin gerçekleşmesi zorlaşmaktadır. Benzer bir yaklaşım Maurice Duverger
tarafından da dile getirilmiştir. Ona göre bir ülkenin gelişme düzeyiyle ordunun siyasal
39
sisteme müdahalesi arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. Ülkenin gelişme düzeyi
yükseldikçe, ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığı azalmakta; ancak, ordu
yönetime el koyduğunda da bunun “tutucu” olma olasılığı artmaktadır. Geri kalmış
ülkelerde ise, askerlerin ülke yönetimine karışma olasılığı yüksek olduğu gibi, bu
karışmanın da “ilerici” olma olasılığı yüksektir. Diğer taraftan gelişmişlik seviyesi orta
düzeyde olan ülkelerde, askerin siyasal sisteme müdahale etme olasılığının yüksek; fakat
bu ülkelerdeki askeri darbelerin “tutucu” veya “ilerici” olma olasılığı eşit görülmektedir
(Duverger, 1965: 123).
Marx da ekonomik ve toplumsal gelişmede ordunun önemine vurgu yaparken
teknolojik gelişmelere olan yatkınlığı ve kurumsal uyumu ile ordunun pek çok ülkede
toplumsal gelişme alanında itici güç görevini gördüğünü, “Ordu, ekonomik gelişme için
önemlidir” ifadesiyle dile getirmektedir (akt. Örs, 1996: 59).
1.2.2.3- Ordunun Yapısal Özellikleri
Disiplin, otorite, itaat, hiyerarşi, savaşma profesyonelliği, silah kullanabilme
tekeli ve sahip olduğu grup bilinci, orduyu mükemmel bir örgüt yapısı haline
getirmektedir ki bu karakteri orduyu diğer kurumlardan ayırır. Nitekim bu, gerek davranış
gerekse uygulama olarak kendi personeli tarafından da hissedilmektedir. Keza bu kültür
o ülkenin siyasal kültürüyle direkt bağlantılıdır. Askerin kendilerini nasıl gördükleri
aslında toplumun kendilerine bakışının birer yansımasıdır. Bunu da askeri okullarda
küçük yaşlarda almış oldukları eğitime borçludurlar. Bir subayın örneğin toplum içindeki
konumu, toplumun ona duymuş olduğu saygıyla doğru orantılıdır. Bu saygı tahsil
gördükleri eğitim kurumları aracılığıyla empoze edilmiştir. Türkiye örneğinde
Harbiye’nin imajı burada akla getirebilir. Aldıkları eğitim sayesinde yüksek disiplin
sahibi ordu mensupları, birlikte hareket ederek toplum içerisinde caydırıcı bir unsur
haline gelebilmiştir (Karpat, 2007: 159). Ordudan ayrılmış bir teğmenin Gazeteci Gülay
Göktürk’e ifade etmiş olduğu “(...) bizlere daha askeri liseye girdiğimiz ilk gün söylenen
ilk şey şuydu: ‘sizler, her biriniz bir gün bu ülkenin Cumhurbaşkanı olacak gibi
yetişmelisiniz, kendinizi böyle bir göreve hazır ve layık hissetmelisiniz.’ Askeri lisede
geçen ilk yılın sonunda tatile eve geldiğimde, kendimi çevremdeki bütün sivillerden üstün
ve imtiyazlı hissetmeye başlamıştım. Ailemden bile (...) Bir onlar vardı, bir de biz. Biz
seçilmiştik. Biz başka bir kumaştan dokunmuştuk; biz liderdik, onlar [ise] bizim nizama
40
sokmamız gereken başıbozuklar”9 sözleri de askeri okullarda verilen eğitimin ne kadar
ideolojik olduğunu ortaya koymaktadır.
Ordunun temel görevi devleti korumak, ülke topraklarını savunmaktır. Bunu
içerisinden çıkmış olduğu ulusu korumak için yapmaktadır. Bu nedenle ordu sahip olunan
ve onay verilen rejimin koruması görevini de üstlenmektedir. Ülkenin hangi koşulda
olursa olsun savunulma sorumluluğunu yüklenmiş olan asker, kendilerini toplum
karşısında farklı bir yere konumlandırabilir. Bu çerçevede ülkede ortaya çıkan siyasal
veya sosyal bir kriz ortamında sisteme müdahale etmeyi kendilerinde hak olarak görebilir.
Çünkü ona göre ulusal çıkarlar özel çıkarları sembolize eden siyasetin de üzerinde yer
almaktadır. Akyaz (2009: 180) ordunun bu yapısını Türkiye örneğiyle açıklamaktadır. 27
Mayıs arifesinde genç subayları, siyasi iktidara karşı gizli örgütlenmelere götüren
nedenler, kurucu ideolojinin ve dolayısıyla Atatürkçülüğün savunulmasıdır.
Serra’ya göre ordu, ulusun temellerinin koruyucusudur, o nedenle kendilerini
siyasetin ve partilerin üstünde görürken devlet yönetiminin bir parçası saymaz.
Hükümetin bir aracı gibi davranmaktansa, vazifelerinin gerekliliklerini yerine getirmeye
kolektif olarak inandıkları anda harekete geçmeyi hak olarak görürler ve bu tehdidi canlı
tutarlar. Bununla da müdahalelerini meşru gösterirler (Serra, 2011: 59). Cizre de (2006:
154) askeri yönetimler iş başındayken ya da sivil rejime geçiş koşulları hazırlandıktan
sonra siyasi ya da sosyal hayatta oluşan daralma veya gerilemenin sebebi olabilir, bu da
orduların kurumsal ya da “topluluk bilincinin, ruhunun, özelliklerinin, ideolojisinin
bağımsız bir ivme kazanmasından” ileri gelebilir diyerek, ordunun kurucu felsefesine ve
kurumları koruma refleksine vurgu yapmaktadır.
1.2.2.4- Siyasi Yönetimin Başarısızlığı ve Meşruiyet Sorunu
Sivil hükümetlerin başarısız olması sonucunda ortaya çıkan meşruiyet krizi, askeri
müdahalelerin en temel gerekçelerinden biridir. Müdahale sonrası askeri yönetimin
kamuoyuna vermiş oldukları ilk beyanatta mevcut hükümet suçlanır. Askeri idareye göre
meşruiyet bağlamında ordu, başlıca üç gerekçeye bağlı olarak müdahalede
bulunmaktadır. Bunlar sivil yöneticilerin anayasa ve yasalara aykırı eylemleri, ekonomik
çöküş ve bu bağlamda ortaya çıkan yüksek enflasyon ve son olarak siyasal muhalefetin
Gülay Göktürk, “Orduya Kültür Devrimi Lazım, Bugün Gazetesi, 31.08.2011,
http://www.bugun.com.tr/orduya-kultur-devrimi-lazim-yazisi-167753 (16.10.2015)].
9
[bkz.
41
şiddetlenmesi sonucunda oluşan yaygın şiddet ve terör eylemleri ile bunlarla baş etmekte
zorlanan sivil otoritenin zaaflarıdır.
Ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunlar karşısında çözüm üretemeyen siyasi
aktörler, askeri darbeye muhatap olabilirler. Siyasi partiler için iktidarın dışında kalmanın
maliyeti oldukça yüksektir. Böyle bunalımlı dönemlerde muhalefetle iş birliği yaparak
meselenin üstesinden gelmek bir çözüm yoludur. Ancak ülkede uzlaşma kültürünün
gelişmesinde rol oynayacak böyle bir adım atılmasının şartları vardır. Bunu başarmak için
toplumun, en başta siyasal bir topluluk olduğunu kavraması ve ulusal siyaset bilinci
duygusunun gelişmesi gerekir, yani karşılaşılan sorunların siyaset temelinde çözüme
kavuşması toplumun siyaset dışı unsurlara prim vermemesinden geçer.
Nordlinger (1977: 86) sivil hükümetlerin başarısızlığı ve akabinde oluşan
meşruiyet krizinin askeri müdahaleye sevk eden bir etmen olduğunu kabul ederken; bütün
askeri darbelerin salt bu nedenden kaynaklanmadığını ortaya koymakta, dünyada
meydana gelen askeri darbelerin küçük bir bölümünün bahsi geçen nedenden
kaynaklandığını vurgulamaktadır. Powell ve Thyne (2011: 249-250) ise 1950-2010
tarihleri arasında dünyada meydana gelen askeri müdahalelerin çok azının reformcu
karakterde olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de askerin sisteme müdahale ettiği üç
dönemde de benzer gerekçelerle siyaset kurumunun meşruiyetini kaybettiği öne
sürülmüştür.
Yukarıda özetlenen nedenler ordunun siyasete müdahale etmesinde etkin rol
oynayan hususlardır. Peki, bu gerekçeler her ülke için aynı mıdır? Yoksa her ülkenin
kendi şartları kendi siyasi yapılarını mı belirler? Konu üzerinde araştırma yapan yerli ve
yabancı pek çok akademisyen, demokrasi ve bağlamında sivil-asker ilişkileri konusunda
ortak bir noktaya varamamışlardır. Yapılan çalışmalara bakıldığında genellikle ülkeler
üzerinde iki unsurun etkili olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki her ülkenin kendi
özelliklerini yansıtan jeopolitik, siyasi, tarihi ve kültürel özellikleri, ikincisi ise hepsine
ortak tesir eden dünya konjonktürüdür. Yani ülkelerin siyasi kültürü ve sahip oldukları
farklı demokrasi tecrübeleri, o ülkelerin sivil-asker ilişkilerini büyük ölçüde belirleyen
ana etmenlerdir. Ayrıca bugünkü dünyada İkinci Dünya Savaşı’nın yaratmış olduğu
siyasi ortam ve ülkelerin buna karşı almış oldukları refleks ile nükleer silahlanmanın
neden olduğu savunma politikaları da ülkelerin sivil-asker ilişkilerinin şekillenmesinde
önemli rol oynamaktadır.
42
Ordunun siyasete müdahalesine gelişmiş ve gelişmekte olan ya da az gelişmiş
ülkeler bağlamında bakıldığında her ülkenin kendi siyasal kültürü ve tarihsel tecrübeleri
var olan siyasal sistemin de ne kadar etkili olduğunu ortaya koymaktadır.
1.2.3- Gelişmiş Ülkelerde Ordunun Rolü
1950-2010 tarihleri arasında dünyadaki askeri müdahaleleri irdeleyen Powell ve
Thyne (2011: 255), 457 tespitle askeri müdahaleler konusunda çarpıcı bir gerçeği ortaya
koymuşlardır. Bu darbelerin 12 tanesi Avrupa’da, 72 tanesi Ortadoğu’da, 59 tanesi
Asya’da, 169 tanesi Afrika’da ve 145 tanesi Latin Amerika’da gerçekleşmiş, yapılan
müdahaleler % 46,96 ortalama ile başarıyla sonuçlanmıştır. Bu tablodan da anlaşılacağı
gibi gelişmiş ülkelerin yer aldığı bölgelerde sivil-asker ilişkileri durağan seyretmekte,
askeri müdahalelere pek rastlanmamaktadır. Sanayileşmesini tamamlamış bu ülkelerde
silahlı kuvvetler, tamamen siyasi otoritenin buyruğu altında (Öztürk, 2006: 21) olup
“doğrudan doğruya siyasete karışmayarak ulusal bir çıkar anlayışının bekçiliğini
yapmaktadır” (Dağcı, 2006: 22). Bu durum ilk olarak bu ülkelerin sosyal ve ekonomik
gelişmişlik düzeyi ve zengin demokratik siyasal kültürleri ile açıklanabilir. İkincisi bu
biçimdeki bir sonuç gelişmiş ülkelerdeki silahlı kuvvetlerin etkisinin ülkelerin ekonomik
yönüyle yakından ilgili olduğunu da ortaya koymaktadır.
Siyasal kültür düzeyi bakımından olgunlaşan, kurumsal yapısı yerleşip düzene
giren ve tüm kamusal kurumların rol ve sorumlulukları herkes tarafından benimsenen
ülkelerde siyasal sistemin işleyişi de kolay olacağından, askerlerin siyasal hayata
doğrudan müdahale etme olasılığı da azalmaktadır. Bu ülkelerdeki silahlı kuvvetlerin
siyasal hayata etkisi, hukuki düzenin dışına çıkamayacak biçimde mevcut kurallar
çerçevesinde gerçekleşmekte, “etkili olduğu alanlar daha çok dış politika ve ülke
savunmasıyla” (Kelly, 1963: 296) sınırlı kalmaktadır. Asker tamamen sivil idarenin
kontrolünde olduğu için de yasa ve kanunlarda askerin “çıkış güvenceleri” bağlamında,
ayrıcalıklı bir konumda yer aldığını gösteren hükümlere yer verme gereği duyulmamıştır.
Çünkü siyasal ve ekonomik anlamda gelişmiş tüm demokratik ülkelerde askeri konularla
ilgili milli güvenlik politikalarının uygulanması ve kontrolü, yürütmenin elindedir.
Sadece askeri harcamalarda askeri temsilciler siyasiler ile istişare görevini yerine
getirmektedirler. İcra organı parlamenter rejimlerde söz konusu politikaların
yürütülmesinde yasama organına karşı sorumludur ve siyasal yönü kuvvetli olan bu erk
de anayasa ve kanunların izin verdiği ölçüde, hükümet politikasını belirleyip uygulama
yetkisini kullanmaktadır. Tıpkı milli eğitim, sağlık, ekonomi konularında olduğu gibi
43
milli güvenliği ilgilendiren askeri konularda da tek sorumlu mercii yürütme organıdır.
Aşağıda demokrasi ve sivil irade üstünlüğünü benimseyen ülkelerden ABD, İngiltere,
Fransa, İspanya ve Yunanistan ile militarizmi gelişmekte model almış olan Almanya ve
Japonya örneklerini sivil-asker ilişkileri özelinde irdelemeye çalışacağız.
Bunların en başında mevcut dünya düzeninin en etkili aktörü, ABD’dir. ABD’nin
bu konumu hakkında farklı düşünceler ortaya konmuş olsa da kesin olan bir şey var ki o
da bu ülkenin dünyaya hâkim bir güç haline gelmesinde ordu önemli bir role sahiptir.
Sivil-asker ilişkileri konusunda başvurulan ve düşünceleriyle bu alana yol gösteren
Huntington’a göre ABD’deki sivil-asker ilişkileri, askerî realizm ve sivil liberalizm
fikrine dayanmaktadır. Ordunun sivil idareye tabi olması ise savaşçı rolün dış dünyaya
dönük olmasından kaynaklanmaktadır. Yani daha çok dış politika ve dış unsurlarla hem
hal olan ABD ordusu, ülkenin iç siyasetini etkileyecek bir çaba içerisinde değildir. Bu da
onun tamamen sivil siyasetin kontrolünde olmasını sağlamaktadır (Burk, 1993: 457).
Ordunun siyasetteki konumu ve etki alanları, sivil siyasetçiler tarafından bugün dahi
tartışılan en temel konuların başında gelmektedir. Cumhuriyetçi kanadı temsil eden
siyasetçiler, ordunun dış müdahalelerde kullanılmasını ülke güvenliği açısından elzem
görürken, Demokratlar, ordunun dış müdahalelerde kullanılmasını ülke ekonomisini
olumsuz etkilediği ve Amerikan halkının menfaatlerine uymadığı gerekçesiyle karşı
çıkmaktadırlar. Bu durum ordu mensuplarını da etkilemiştir. Özellikle İkinci Dünya
Savaşı sonrasında Amerikan askerlerini ülke dışında kullanıp kullanmama konusunda
devlet adamları ve askerlerin davranışlarını inceleyen Betts, askeri danışmanların
genellikle kendi içlerinde bölünmüş olduklarını ve tavsiyelerinin sivil siyasetçilerden
farklı olması gerekirken onlarla benzer tutumlara sahip olduklarını gözlemlemiştir
(Chittick, 1988: 181). Yani bir bakıma ordu, kendi önerilerini sunup sivil siyasetçilere
alternatif olma seçeneğini kullanıp hakem rolünü oynamak yerine siyasetçiler gibi
bölünmüş durumdadır. Bu durum bir yandan ordunun siyasileştiği ve ulusal güvenlik
bağlamında zaafa düşmüş olduğu izlenimini yaratırken diğer taraftan da Huntington’un
bahsetmiş olduğu sivil kontrol prensibinin de bir zaferi olarak değerlendirilebilmektedir.
Desch’e göre meşruiyet noktasını insani nedenlere ve dünya barışını korumaya
bağlayan dışa yönelmiş bir ordu, devletin sahip olduğu dış misyonları sürdürerek gerekli
kaynakları sağlıyorsa iç politikaya karışma ihtiyacı duymayacaktır. Yani ordunun dış
işlerle uğraşması ve dış mücadelelerde kullanılması sivil kontrolü hâkim kılacaktır.
Tersine hem dış hem de iç tehditler önemsiz boyutlarda cereyan ediyorsa o zaman sivil
44
kontrol zayıflayacak ve bazı durumlarda askeri öncelikler ön plana çıkacaktır. O nedenle
dışa yönelik askeri doktrinler, sivil kontrol için en uygun olandır. İçe yönelik olanlar ise
sivil kontrolü sarsar ki bu da Amerikan demokrasisini olumsuz yönde etkiler (Desch,
1998: 396).
ABD’nin en karakteristik yönünü oluşturan kökleşmiş demokrasi tecrübesi, sivil
kontrol ve sivil üstünlük ilkeleri, dünya üzerindeki hâkim güç konumunda yer alan
Amerikan ordusunu da etkilemiş, yalnızca anayasanın yapısal özelliklerinden biri olarak
değil, ahlaki bir ihtiyaç olarak da kabul edilmiştir. Bu belki de böyle olduğu için Körfez
Savaşı’nın Genelkurmay Başkanı Colin Powell hiçbir endişe duyulmayarak Bush
yönetimi tarafından Savunma Bakanlığı’na getirilebilmiştir.
İngiltere ise diğer Avrupa ülkeleriyle benzerlik gösterse de kendine özgü siyasi
tarihi, geçmişi ve yazılı olmayan bir anayasa tarafından yönetilmesi, demokrasinin beşiği
etiketinin yakıştırılmasına rağmen tecrübe etmiş olduğu sivil-asker ilişkileri, onu diğer
Avrupa devletlerinden ayırmaktadır. İngiltere büyük bir iç savaştan sonra 17. yüzyıl sonu
18. yüzyılın başlarında şartların da uygun olmasıyla ülke içinde var olan gerilimi sona
erdirebilmiş, uzlaşma çabası gösterebilmiştir. Arkasından başlayan restorasyon
döneminde bu uzlaşı çabası sonuç vermiştir (Belge, 2011: 39). Fakat sonrasında 1900’lü
yılların başında yaşanan Kuzey sorunu İngiltere’nin güvenlik algısını revize etmesine
neden olmuştur.
Konu hakkında Christopher Dandeker İngiltere’nin ulusal güvenlik algısını
Kuzey İrlanda sorunu, İngiltere’nin ulusal güvenliğinin gelişmesini tetikleyen bir iç
sorun, Soğuk Savaş süreci boyunca ortaya çıkan nükleer tehlike, kargaşa ve tahribat
ortamı ile güvenlik devleti algısında önem verilen gizlilik politikası şeklinde
özetlemektedir (Dandeker, 2001: 362). Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan
Soğuk Savaş dönemi ve Kuzey İrlanda’daki ayrılıkçı İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA)
örgütünün sürdürmüş olduğu terör faaliyetleri İngiltere’de güvenlik devletinin oluşmasını
sağlamakla kalmamış, aynı zamanda güvenlik devleti kontrol ağının daha da
genişlemesine sebebiyet vermiştir. Nitekim Soğuk Savaşın etkileri uzun bir döneme
yayılmış, sivil-asker ilişkileri sorunsalının bugünlere gelmesinde etkili olmuştur. Keza
güvenlik devletinin varlık nedenini oluşturan Soğuk Savaş dönemi ve ortaya çıkan
nükleer silahlanma süreci akabinde, 1960 ve 1970’li yıllarda gündeme gelen profesyonel
ordu kavramı da, güvenlik devleti anlayışının devamını sağlamakla kalmamış, ordunun
devamlı savaşa hazır bir yapı olarak durmasına neden olmuştur (Dandeker, 2001: 360).
45
Diğer yandan Birleşik Krallığın kendine has iç sorunları da bahsi geçen güvenlik devleti
olgusunu canlı tutmuştur. Özellikle Kuzey İrlanda’da yaşanan ve iç huzuru tehdit eden
terör eylemleri bir taraftan güvenlik algısını diri tutarken, diğer taraftan temel hak ve
özgürlüklerin kısıtlanmasına gerekçe olarak gösterilmiştir.
Monarşi ve Lordlar Kamarası gibi bugün demokratik görünmeyen kurumlara
sahip olmasına rağmen, demokratik siyaset kültürün toplumca özümsenmiş olmasından
dolayı İngiltere, sivil-asker ilişkileri bağlamında kayda değer bir krizle karşı karşıya
kalmamıştır (Belge, 2011: 39), sivil otoritenin itibarını sarsacak bir olay vuku
bulmamıştır. Kuzey İrlanda’da meydana gelen terör eylemlerine rağmen İngiltere’de sivil
unsur hâkimiyetini başarıyla sürdürebilmiştir. Bunda güçlü ve bağımsız bir parlamento,
ticari ve endüstri çevrelerin varlığı ile ciddi bir köylü sorununun olmaması önemli
etkenler olarak göze çarpmaktadır. 19. yüzyılda hızla gelişen kapitalizm ve toprak sahibi
üst sınıfların varlığı demokrasinin gelişmesinde etkili olmuştur (Moore, 2012: 69-70). Bu
süreçte ordunun militarist bir geçmişe sahip olmamasının da payı büyüktür. İngiliz
toplumu da bu paya katkı sağlamıştır; zira toplum, ordunun kendi sınırları içerisinde var
olmasını istemiş ve ordu dışında her hangi bir yerde askeri bir ideolojinin var olmasını ve
bunun kışla dışına taşınmasını kabul etmemiştir (Belge, 2011. 48).
Sivil-asker ilişkilerinde demokrasi bağlamında gelişmiş bir diğer ülke Fransa’dır.
V. Cumhuriyet’ten itibaren Fransa’da sivil kontrol diğer ülkelere göre daha başarılı
ilerlemiş, ordunun sivil iradeye olan bağlılığında sorun kalmamıştır. Bunda Fransa’nın
tecrübe etmiş olduğu beş Cumhuriyetteki ordunun tutumu etkili olmuştur. Zira savunma
mekanizmalarının en küçük düzeyde bile kullanımı siyasi yetkililere bırakılmıştır. Diğer
devletlerle ortaya çıkan sorunların çözümü veya askeri kararlardaki caydırıcılık düşüncesi
de sivil inisiyatife bırakılmıştır. Bu durum Fransa’nın dış siyasetine bakıldığında çok
rahat fark edilmektedir. Artık Fransa savunması iki ayaktan oluşmaktadır. Bunlardan
birincisi Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) müttefikleriyle iş birliği olan
uluslararası ayak, ikincisi de kendi nükleer güçleri ve askeri endüstri yapısını da içine
alan ulusal bağımsızlık ayağı. Fransa bunu üç yolla yerine getirmektedir. Bunlardan ilki
Fransa’nın nükleer güçlerinin koruduğu ulusal sığınak, ikincisi Avrupa’daki
sorumluluklar ve son olarak Afrika ve diğer uzak bölgelerdeki çıkarlarını kapsayan
denizaşırı boyuttur (Yost, 1991: 257).
Savunma konusu dâhil Fransa’da sahip olunan gelenek, vatandaşa karşı sorumlu
olanların yani sivil siyasetçilerin gereken riskleri almasına dayalıdır. Bu durum ise
46
seçilmişlerin üzerine büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Fransız Devrimi’ni
gerçekleştirmiş ve halk yönetimi idealinin yayılmasına öncülük etmiş olan Fransız
siyasetçiler, askeri konularda da yetkiyi ellerinde tutmayı başarabilmişlerdir. Tabiî bunda
Fransız toplumunun özgürlüklere olan bağlılığı ve her türlü militarizme karşı olan şiddetli
karşı duruşunun da payı büyüktür. Bu aynı zamanda siyasal, toplumsal sivil üstünlük
kültürünün de bir sonucudur. Diğer taraftan ordu yurt dışı alanlarda kullanılmamış
değildir. Nitekim özellikle eski sömürge alanlarında ne zaman bir problem yaşansa Fransa
müdahalede bulunmaktan çekinmemiş, 1960 yılından bugüne, yaklaşık 30 müdahale
gerçekleştirmiştir. Libya’ya yapılan son askeri müdahale bunun canlı örneğidir. Bu
orduyu çok önemli bir politik araç haline getirmiştir (Treacher, 2000: 34-37). Ordu
özellikle dış politikada aktif olarak kullanılsa dâhi sivil kontrol prensiplerinden
uzaklaşılmamıştır. Ordunun tekelinde olan teknik konular bile Fransız siyasetinin
kontrolü altındadır. Bu durum ise ordunun yetki alanını diğer ülkelerle kıyasla oldukça
daraltmıştır (Martin, 1994: 403). Fransız siyasetinin askeri konularındaki bu hâkimiyeti
kendi yönetim sisteminden kaynaklanmaktadır. Uygulanmakta olan yarı-başkanlık
sisteminde cumhurbaşkanının halk
tarafından seçilmesi,
diğer demokrasilerle
karşılaştırıldığında cumhurbaşkanının oldukça geniş yetkilere sahip olmasını sağlayarak
meclis gücünün de üstünde yer alması anlamına gelmektedir.
Gerek Fransa ve İngiltere gerekse ABD, burjuvazinin devrim yaparak iktidar
olduğu üç ülkedir ve bu devrimler burjuva devrimlerinin birer örneğidir. Bunların başlıca
özelliği burjuva sınıfının böyle zor bir işi başarabilecek kadar gelişmiş ve güçlü olmasıdır.
Bu güce kendileri ulaştıkları için devrim sonrası kurdukları rejimlerde de ipleri ellerine
almış ve askeri yapının sivil siyasi iktidara alternatif olmasına imkân vermemişlerdir.
Devrimlerle birlikte yeni ve demokratik bir başlangıç yapma imkânı bulan ordular da
daha sonraki süreçlerde bütün bu değişimlere rağmen bu temiz demokratik başlangıç
hedeflerinde sadık kalmayı başarmışlardır (Belge, 2011: 86-97).
Sivil-asker ilişkileri özelinde belki de en özgün ülke İsrail’dir. Ülkenin jeopolitik
konumu, din referansı ve yayılmacı politikası, sürekli tehdit algısıyla beraber yaşıyor
olması onu diğer devletlerden ayıran en karakteristik özellikleri arasındadır. Artan
Filistin nüfusu ile Batı Şeria ve Gazze’de Filistin halkına karşı saldırıları, İsrail’in bu
bölgeleri doğrudan tehdit görmesi sonucunda ortaya çıkan tehdit algısı, İsrail hükümetini
istim üzerinde tutmaya yetmiştir. Güvenlik önceliğini ülke siyasetinin merkezine koyan
İsrail, Mim Kemal Öke’ye göre “varlığını tanımayan ve onu Ortadoğu haritasından
47
kazımaya uğraşan komşuları ile çevrili bu küçük devletin uluslararası ilişkilere bakış açısı
hep güvenlik fobisinin oluşturduğu prizmadan” (Öke, 2002: 336) şekillenmektedir. Daha
önce ABD bölümünde vurgulanan dış müdahale veya tehdit algısının, ordunun iç işlerine
karışmasına engel olduğu düşüncesi, İsrail için geçerli değildir.
Nitekim Batı demokrasilerinin aksine İsrail farklı bir sivil-asker ilişkileri modeli
sergilemektedir. Burada sivil siyasetçiler ile askeri kadrolar arasında ciddi bir ayrım
bulunmamaktadır. Bu organik bağa rağmen, İsrail demokrasisi oldukça başarılı bir
tecrübeye sahiptir. Bugün gelişmiş veya diğer tabirle konsolide olmuş Batı
demokrasilerin aksine İsrail, demokratik olgunluğu, sivil-asker ilişkilerindeki uyuma
borçludur. Horowitz, Lissak ve Schiff ordu ve iktidar seçkinlerinin yakınlığını sadece
demokrasiyi korumakla kalmadığı, aynı zamanda aralarında ortaya çıkması muhtemel
çatışmaları önlediği ve demokrasiyi tamamen ortadan kaldıracak darbe olasılıklarını
azalttığını iddia etmektedirler (Etzioni-Halevy, 1996: 402-403). Bu nedenle
Huntington’un ideal sivil-asker ilişkileri şeklinde kavramlaştırdığı objektif sivil kontrol
modeli, İsrail özelinde uygulanabilir görünmemektedir.
İsrail ordusu mensubu olan subay kadrosu, emeklilik döneminde de önemli
görevlere getirilebilmektedir. Bu asker ile sivil siyasetin devamlı etkileşimde olduğunun
da kanıtıdır. Ordu, siyasi hayatın ve politika yapım sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle
ki ordunun siyaset hakkındaki görüşleri halkın gözü önünde tartışılabilmektedir.
Genelkurmay Başkanı’nın kabine toplantılarına katılması da bu görüşü doğrulayan bir
uygulamadır (Etzioni-Halevy, 1996: 407). İsrail’de sivil-asker ilişkileri konusunda
çalışmaları bulunan Peri de, büyük küçük her partinin aday listelerinde yüksek rütbeli
subaylara yer vererek seçim kazanma şanslarını arttırdıklarını ileri sürmektedir (Peri,
1982: 249). Demokrasinin evrensel prensipleri bağlamında olumlu adımlar gözlense de
İsrail’de halen ordu-sivil ayrışması bulunmamaktadır. Öke, bu durumu şu şekilde tahlil
etmektedir. Devletin ve milletin askerleşmesi yani İsrail militarizmi, ülkede pretoryan bir
rejim riskini bertaraf etmiştir. Ordu, siyaset ve toplum ayrımının ortadan kalkması ülkede
silahlı kuvvetlerin darbe gibi teşebbüslerde bulunmasını engellemektedir. (Öke, 2002:
340). Diğer taraftan Ortadoğu’daki mevcut siyasi istikrarsızlık sorunu, İsrail sivil-asker
ilişkilerinin en azından bir müddet daha beraber gitmesini sağlamaktadır.
İspanya ise yukarıda kısaca değinilen Fransa ve İngiltere gibi ülkelerden farklı bir
demokrasi tecrübesine sahip olmuştur. Sivil-asker ilişkileri bakımından Türkiye ile
benzerlikleri bulunması, bizim için de İspanya’yı değerli kılmaktadır. İspanya rejimine
48
bağlı olan ordu, yakın geçmişte “koruyucu” bir kimlikle hareket ederek kurucu felsefeye
olan bağlılığını ortaya koymuştur. “İspanya birdir ve bölünmesine izin vermeyeceğiz”
yaklaşımıyla hareket edip siyasete müdahale hakkını kendinde gören, kendisini
“imtiyazlı” bir kesim olarak kabul eden ordu, İspanya’nın siyasi hayatında ciddi rol
oynamıştır (Serra, 2011: 59-60). Ordunun bu konumunda ise özellikle 19. yüzyıl siyasi
çalkantılarının etkisi büyük olmuştur. 1936-1939 yılları arasında yaşanan İspanya İç
Savaşı’nda Halk Cephesi’ne karşı milliyetçilerin komutanı olarak mücadele etmiş, faşist
İtalya ve Almanya’nın desteğiyle zaferle çıkan ve parlamentoyu feshederek Katolik,
milliyetçi muhafazakâr ve anti-komünist bir rejiminin başına geçen Franco, toplumu
siyasi mücadelelerden uzak tutmak için demokratik kurumları kaldırmış, devlet
güdümündeki resmi sendikalar hariç, diğer tüm sivil toplum örgütler ve siyasi partileri
yasaklamış, yasama, yürütme ve yargı organlarını tek elde toplamıştır (Arnwine, 2003:
103-105).
Ancak Franco’nun ölümü, İspanya için dönüm noktası oldu. Aslında Parlemento,
Kraliyet Konseyi gibi belli başlı kurumlar Franco’nun yandaşlarının elinde olması
nedeniyle var olan otoriter rejimin değişmeden devam edeceği umuluyordu. Fakat otoriter
rejimin 1973’teki ekonomik bunalım, yeraltındaki partilerle sendikaların rejim karşıtı
muhalefeti, yasadışı grevlerin yükselmesi, Franco’nun artan sağlık sorunları nedeniyle
zayıfladığı da iddia edilmekteydi. Toplumun tüm kesimleri ise demokratik bir
dönüşümün iktidar eliyle değişebileceği konusunda beklenti içine girdi. Daha Franco
hayattayken bile hareketlenmeler başlamış, ekonomik ve sendikal hak talepleri, öğrenci
eylemleri hep bu değişimi isteyen çevrelerin eylemleri olarak görülmüştür. Özellikla
Bask ve Katalan bölgesinde anadilde eğitim, özerk yönetim talepleri sistemi zor durumda
bırakan gelişmeler olarak değerlendirilmiştir (Arnwine, 2003: 107-109).
Franco’dan yönetimi devralan Kral XIII. Alfonso’nun torunu Juan Carlos,
demokratik parlamenter bir monarşinin sembolik yetkilerine sahip devlet başkanlığını
tercih etmiştir. Akabinde pragmatik olarak gördüğü Adolfo Suarez’i başbakan olarak
atamıştır. Suarez, hükümeti talep edilen reform sürecine toplumsal mutabakatı sağlayarak
ve tüm toplum kesimlerinin desteğini alarak başlamış, ordunun desteğini en azından
tarafsız kalmasını talep ederek hükümet reformlarına karşı koymasına engel olmuştur.
Çünkü Franco’ya bağlılıkları bilinen ordu ikna edilemezse demokrasi sürecini nihaî
hedefe ulaşması imkânsız kabul ediliyordu. Ordu konusundaki asıl demokratik baskı,
Franco’nun seçtiği Kral Juan Carlos’tan gelmiş ve hedeflenen reformlar mecliste kabul
49
edilmiştir. Sivil-asker ilişkilerindeki “uyum teorisinin” emarelerini taşıyan bu uzlaşı
sayesinde, demokratikleşme yolunda ciddi siyasi reformlar hayata geçirilmiştir. Gerek
seçimler gerekse seçimlerden sonra oluşacak olan Meclis ve Senato’nun daha ileri
adımlar atabilmesi, halkoyuyla kabul edilen bu yasayla yapılabilmiştir. Siyasi parti
yasakları kaldırılmış, Kilise’nin reformlara karşı çıkmasına engel olunmuş, yüksek
enflasyon, artan dış ticaret açığı ve işsizlik gibi ağırlaşan ekonomik sorunların çözümü de
Parlamento’da 1977’de ‘Mocloa Paktı’ ile sağlanmıştır (Arnwine, 2003: 113-116). Bu
gelişmeler de sanayi burjuvazisinin Avrupa Birliği’ne girme talepleri de oldukça önemli
bir etken olmuştur. 1978 yılında yapılan yeni anayasayla da milletlere ve bölgelere özerk
yönetim hakkı tanınmış, ülkenin çok kültürlülüğü ve çok dilliliği kabul edilmiştir. Atılan
bu demokratik adımlar, ülkede demokrasinin pekişmesi amacıyla hayata geçirilmiş ve
süreç öğrenciler, işçiler, girişimciler gibi sivil toplum kesimleri ile Kilise, siyasi partiler
ve ordu mensupları gibi seçkinlerin etkili rol aldığı toplumsal bir mutabakatla
sağlanmıştır.
Tabiî bütün bu süreç sıkıntısız geçmemiş, özellikle her şeyin yolunda gittiği bir
anda gerek ülkenin üniter yapısının bozulmasından endişe edip söz konusu demokratik
gelişmelerden rahatsız olan gerekse kendisine karşı yapılan bir takım yasal
düzenlemelerden çekince duyan askeri kanat, ayrılıkçı terör örgütünün de kışkırtmasıyla
23 Şubat 1981 yılında darbe girişiminde bulunmuştur. Arnwine’a (2003: 120) göre,
İspanya Ordusu 1980 yılında Türkiye’de ordunun iktidarı ele geçirmesinden
etkilenmiştir.
Bu girişimi destekleyenler arasında yer alan Franco yanlılarına sivil kesimden de
çok sayıda destekçi vardı. Bunlar daha çok demokratikleşmeye karşı çıkan ve kendilerine
“yeni güç” diyen faşist bir gruptu. Ordunun bu müdahalesini Serra üç faktörle
açıklamaktadır. Ona göre;
•
İspanya Ordusu mensupları, 1967 tarihli Devlet Teşkilatı Yasası gereği,
kendilerini kurumsal düzenin garantörleri sayıyorlardı.
•
Ordu, Franco’nun ölümünden sonra onun isteğiyle tahta çıkan Juan
Carlos’a sadakatle bağlıydı.
•
Ordu’yu, sivil toplumun paylaşmadığı ulusalcı değerlerin savunucusu ve
koruyucusu olarak görüyorlardı (Çongar, 2010: 4).
50
Müdahale sonrasında ordu kendi içinde ikiye ayrıldı; ancak gerek Kral Juan
Carlos, gerek Başbakan Adolf Suarez gerekse muhalefet lideri Felipe Gonzales’in kararlı
tutumları sayesinde ordu içindeki demokrasi yanlıları ağırlık kazandı ve darbe girişimi
başarıya ulaşamadı. Serra’ya göre bunda İspanya ordusunun özerk bir kurum değil,
devletin birçok organından sadece biri olduğunun anlaşılmasının ortaya çıkması önemli
olmuştur (Çongar, 2010: 2). Her ne kadar Avrupa Birliği’ne (AB) katılım süreci hayati
derecede önemli olsa da İspanya’daki siyasi ve askeri aktörlerin demokrasi konusundaki
kararlı tutumları hem İspanya’nın demokratikleşmesini sağlamış hem de AB sürecine
katılmasını kolaylaştırmıştır.
Sonuçta İspanya’daki demokratikleşme süreci sivil-asker ilişkilerinin merkeze
alınmasıyla etkili olmaya başlamıştır. Gerek yapılan yenilikler gerekse kabul edilen
reform yasaları ve düzenlemeler, 1975 yılından 1990’lara kadar birçok kez gözden
geçirilip değiştirilerek İspanya’nın demokratikleşmesini sağlamıştır. Bu sürecin ilk
uygulamaları ordunun siyasete müdahalesini engelleyecek, özerk bir kurum gibi
davranmasının önünü alacak ve Genelkurmay başkanının emir komuta zincirinin
tepesinde yer almakla birlikte hükümet başkanına siyaseten bağlı olduğunu gösteren
“sivil kontrolün” sağlandığı yapısal reformlarla yerine getirilmiştir.
Tıpkı İspanya gibi Türkiye’ye benzeyen bir diğer ülke de Yunanistan’dır. Coğrafi
açıdan komşu olmaları, bu iki devleti, birçok konuda kesişen politikalar ve olaylar
çerçevesinde ortak paydada buluşturmaktadır. Zaman zaman siyasi istikrarsızlıklar
yaşayan bu iki ülkenin yakın tarihlerde askeri darbelere maruz kalması, oluşumu, gelişimi
ve sonuçları bakımından bu darbelerin benzerlik göstermesi tesadüf değildir. Fakat
Yunanistan’ın AB’ye üye olması ile birlikte, kendi iç düzeninde Avrupa’nın temel
değerlerini kurumsallaştırmaya yönelik çabası, siyasi otoritenin sivilleşmesine olanak
tanımış, siyasi dengeler demokratik bir yönetim temelinde kurulmuştur. Bağımsızlığın
kabul edildiği 1828'den bugüne sayısız darbe10 tecrübesi yaşayan Yunanistan, bugün
demokratik gelişme yolunda ciddi mesafeler alarak yoluna devam etmektedir.
Yunan tarihine baktığımızda ordunun sık sık müdahalede bulunmuş olduğunu
görmekteyiz. Bununda nedeni geçmişinde geleneksel mânâda bir “yönetici sınıfın”
"Darbe günlüğünü" 1831'de iki ayrı darbe ile başlatan Yunanistan, sırasıyla 1843, 1862, 1909, 1916,
1922, 1925, 1926, 1935 ve en son 1967'de askeri darbelerle yüzleşmek durumunda kaldı. Bunlara ek olarak
1923, 1933, 1935, 1938, 1951, 1967 (ikinci kez), 1973 ve son olarak 1975'te başarısız ya da son anda
önlenen darbe girişimleri yaşandı, bkz. (Tsarohuas, 2005: 1-13).
10
51
olmamasıdır. Bu yokluktan gelen siyasi boşluk, silahı elinde bulunduran ordu tarafından
doldurulmuştur (Belge, 2011: 777-778).
1967-1974 yılları arasında askeri idareyle yönetilen Yunanistan, Avrupa’nın tam
ortasında çok büyük bir demokrasi sorunu ile karşılaşmıştır. Albaylar Cuntası olarak
bilinen bir dizi sağ görüşlü askeri yönetimin, 21 Nisan 1967 yılında ele geçirdikleri siyasi
güç, 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi sonucu gerilemiş ve yerini tekrar
demokrasinin temel araçlarından biri olan sivil yönetime bırakmıştır. Askerî darbeye
kadar uzanan sürecin temelinde, Yunanistan’daki monarşik düzenin hükümet sistemi ile
çatışması yatmaktadır (Koliopoulos ve Veremis, 2010: 142-143).
Darbe, aşırı sol yapılanmaya karşı sert müdahaleler, sansürler, geniş çaplı
tutuklamalar, anayasal hakların askıya alınması, bürokraside ve eğitim kurumlarında
tasfiye sürecini beraberinde getirmiştir. 1968 yılında kabul edilen yeni anayasaya göre
yürütmenin tüm yetkilerini elinde toplamış ordunun, devlet düzeninde öncelikli yere
sahip olduğunu vurgulamıştır. Tüm bu süreçte, Avrupa Yunanistan’daki gelişmeleri
kaygıyla karşılayarak baskı yapmaya çalışmıştır11.
Askeri cuntanın Kıbrıs’ta kurguladığı politikalar başarısızlıkla sonuçlanınca, gücü
ve etkisi zayıflamaya başlamıştır. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios ile anlaşmazlığa
düşen askeri yönetim, Enosis’e karşı darbe girişiminde bulunmuştur. Tam bu sırada,
Türkiye’nin adaya çıkarma yaparak müdahalede bulunması, askeri yönetim için bunalımı
derinleştirmiş ve sonunda yönetim sivillere bırakılmıştır. İktidarı eline geçeren
Karamanlis başkanlığındaki sivil yönetim aşırı sağdan ilerici sola kadar birçok siyasal
eğilimi temsil eden farklı görüşteki siyasi liderleri bir araya getirerek geçici hükümet
kurmuş, sivil-kolluk güçleri arasındaki kopan bağı yeniden kurmak için, ordu, polis ve
güvenlik güçlerinde tasfiyeler gerçekleştirmiştir. Darbeyi gerçekleştiren askeri cuntanın
üst kadrosunu yargı önüne çıkartan Karamanlis, idam cezası almalarına karşın, darbe
önderlerinin ömür boyu hapis ile cezalandırılmalarında etkili olmuştur (Koliopoulos ve
Veremis, 2010: 194-196).
Darbe teşebbüsleri süreci 1981'deki temizlik operasyonu ve emir komuta
zincirinin kırılmasıyla sona ermiştir. 1981 seçimlerinden % 48 gibi ezici bir çoğunlukla
çıkan PASOK lideri Andreas Papandreu, Yunan siyasi ve askeri tarihinde önemli adımlar
11
Bkz.http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:acNsVRy9Iq8J:akademikperspektif.com/2
014/06/21/turkiye-ve-yunanistandaki-askeri-darbelerin-sivil-asker-iliskisine-etkileri-2bolum/+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (26.01.2015).
52
atmıştır. Kendisi iktidara gelir gelmez Yunan Silahlı Kuvvetleri içinde büyük bir temizlik
operasyonu başlattı. Bu çerçevede ordunun tüzüğünde radikal değişiklikler yapmış ve
Savunma Bakanlığı görevini de kendisi üstlenmiştir. Buna göre; “darbe hazırlıkları
emrini alan; ya da aldığı emrin olası darbelere yol açabileceği kanısına varan alt rütbeli
subaylara, hatta erlere, bir üstlerinden aldıkları bu emri cumhurbaşkanına, Başbakana ya
da hükümet üyelerine bildirme yetkisi verildi”. Aynı tüzüğe göre, darbe ya da darbeye
yol açabilecek emirleri alan ve bunu siyasetçilere bildirmeyen alt rütbeliler, bu emri
aldıkları üstleri kadar "darbe yapmak ya da darbe teşebbüsünde bulunmak" suçu ile aynı
derecede sorumlu gösterilecek ve ömür boyu hapis cezası hükmü giymeleri kaçınılmaz
olacaktı. Yani bu değişikliklerle "yalnız ve yalnız darbe ya da darbe teşebbüsü şüphesi
arz eden emir ve talimatlar için geçerli olması kaydıyla" Yunan Silahlı Kuvvetleri
içindeki emir-komuta zinciri, demokratik bir biçimde ve demokrasi uğruna kırılmış
oluyordu. 1831'den 1967 yılına kadar 12 askeri darbe ve 8 darbe teşebbüsüne şahit olan
bugünün 10 milyonluk Yunanistan'ı, ancak 1981'de emir komuta zincirini kıran tüzük
değişikliği ile Yunan halkı üzerinde adeta Demokles'in Kılıcı gibi sallanan "askeri vesayet
korkusundan" arınabildi12.
Askeri cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra Yunanistan, zaman zaman
politik sisteminde tıkanıklıklar yaşasa da, genel anlamda sivilleşmiş parti sistemi ile
demokrasinin işletilmesine özen göstermiştir. Elbette bunda, AB’nin payı inkâr
edilemeyecek derecede önemlidir. AB üyeliği için yerine getirilen kriterler,
Yunanistan’ın siyasi çerçevesini belirlerken, yapılan reformlar da AB’nin temel
değerlerini göz önünde bulunduran yenilikleri içermektedir. Öyle ki, artık Yunan
Genelkurmay Başkanı veya kuvvet komutanlarının adları bile geniş çapta bilinmez.
Çağdaş Yunanistan için, genelkurmay başkanları ya da ordu komutanları "birer devlet
memurudur." Genelkurmay başkanı ise savunma bakanlarının "emrindedir."13 Özetle her
ne kadar Yunanistan sayısız darbe teşebbüslerine maruz kalsa da geçmişinde barındırmış
olduğu siyasi tecrübesi yani Sparta’yı değilde Atina’yı seçmesi, her şeyden önce “silaha”
12
Bkz.http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:acNsVRy9Iq8J:akademikperspektif.com/2
014/06/21/turkiye-ve-yunanistandaki-askeri-darbelerin-sivil-asker-iliskisine-etkileri-2bolum/+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (26.01.2015).
13
Bkz. (Tsarouhas, 2005: 1-3).
53
değil de “söze” önem vermesi (Belge, 2011: 782) ve orta sınıfın varlığında örgütlü toplum
yapısı, söz konusu askeri müdahalelerin kalıcı olmasına fırsat vermemiştir.
Almanya ve Japonya’nın modernleşme süreçlerinin altında “askeri norm ve
kuralları toplumun tamamına yani asker olmayan kesime de kabul ettirmeyi amaç edinmiş
bir zihniyet” (Belge, 2011: 147) olan militarist modernleşme tecrübesi yatmaktadır.
Toplumu modernleştirirken biçim vermeyi ve bir ulus devlet kurmayı amaçlayan
militarizm, toplumun tamamını, çocukluktan başlayarak askeri değerler ve normlar
çerçevesinde eğitmek, bu çerçevede davranmaya çağırmak, askerliği askerliğin dışına
çıkarmak ve genel bir yaşama üslubu haline getirmek demektir. Bunun da anlamı bunu
seçen toplumun yapmaya kalkıştığı her işi askeri yöntemle yapmaya karar vermiş
olmasıdır (Belge, 2011: 150-164).
Gerek Almanya gerekse Japonya’da ordular, entelektüel dünyalarını kendi
toplumlarından tamamen koparmış ve yalnız kendilerine özgü belki “zümresel”
denilebilecek bir ideoloji geliştirmişlerdir. Bu tavır onların devlet olarak tanıdıkları, aynı
zamanda bir imparatorda da cisimleşen yüceliğe karşı bir ideolojik sadakat durumu haline
gelmiştir (Belge, 2011: 172). Bugün modernleşmiş ülkelerin hiç birisi, Almanya’nın
sahip olduğu geniş bir sivil-asker ilişkileri kültürünü tecrübe etmemiştir.
Birliğini Almanya’yı kılıç ve kanla kuracağını söyleyen Bismarck’a borçlu olan
bu ülke, kısa bir zaman içerisinde baş döndürücü bir başarıya ulus devlet bilinci ve
ekonomik gelişmeyle ulaşmıştır. Avrupa’da güçlü bir ülke olmanın zorluğuna inanan
Bismarck, sistemi ordunun kesin politik hâkimiyetine dayandırmıştır. Bismarck, iktidar
denen şeyin kaynaklarını ve işleyişini çok iyi bildiği ve askerin potansiyel gücünü iyi
hesapladığı için, anayasada askere doğrudan siyasi ayrıcalıklar tanıyan maddelere yer
vermemişti. Ayrıca bütün siyasi deneyimiyle askeri olan veya olmayan bütün etkenleri,
çevresindeki askerlerden daha iyi hesaplama özelliğine sahipti. O nedenledir ki asker de
kendisine meydan okuma teşebbüsünde bulunmamıştır. Yani ordu kendisini, militarizmi
kendi kadar iyi yapan Bismarck’ın yanında geri planda tutmuştur (Belge, 2011: 233-236).
Ama güvence ortadan kalktığında da işlere el koymaya hazır olduğunu göstermiştir.
Fransa, İngiltere ve ABD’de modernleşmede öncülük görevini yapan burjuva sınıfı
Almanya’da da mevcuttu. Ancak burjuvazi burada modernleşmeyi hızlandıracak güce
sahip değildi. O nedenle ordu bu süreçte etkin rol aldı. Öyle ki Almanya için “ordusu olan
bir ülke değil, ülkesi olan bir ordu” tabiri kullanılmıştır (Belge, 2011: 279).
54
Modernleşmenin öncülüğünü aristokrasinin ve ordunun ele aldığı bir yönetim
tarzında kimse bu militarist kültürün sonucunun Hitler ve Nazizm olacağını
kestirememiştir. “Bismarck modeli birlik ve modernleşme, “zor” kavramını Alman
toplumuna “tek geçerli gerçek” olarak tanıttığı ve benimsediği içindir ki Almanya (...) zor
koşullarda Nazizimi seçti ya da Nazizm Almanya’ya kendini “en inandırıcı” yöntemin
sahibi olarak gösterebilmişti” (Belge, 2011: 256). Bu manada militarizm, Nazizmin bir
bekleme odası işlevini görmüştür.
Başa geçen Hitler bu militarist mirası alıp ülkeyi askerîleştirerek modernleşme
çalışmalarına hız verdi. Askeri sivilleştirerek değil sivil toplumu askerileştirecek bir
modeli uygulamaya soktu. Bürokrasiyi askerîleştirdi. Sanayi alanında atılan adımlarda
askeri hedeflere öncelik verdi. Ekonomide de aynı yöntemi uygulandı. İşleyen
ekonominin tek tek birimleri de toplumun merkezinde yer alan ordunun genel örgütlenme
mantığıyla çalıştırıldı. Sanayiden tarıma kadar her bir fert üniformalı hale getirildi.
İşverenler gibi işçilerde kendi çıkarlarından çok ulusal çıkarları gözetecek ölçüde
organize edildi. Hedeflediği işleri salt askerle yapmayacağı anlayan Hitler, kendisine ait
yarı askeri bir örgüt de kurdu ve bürokrasiyi, burjuvaziyi ve özellikle bürokrasinin askeri
kanadını bu adamlarla idare etme yolunu tercih etti. Fakat sonrasında hırsları,
Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nı kaybetmesine ve I. Dünya Savaşı’ndan daha ağır bir
hezimete uğramasına neden oldu.
Bugün genel anlamda bakıldığında tarihten dersler çıkarmış bir Almanya vardır.
Askeri yetkinin kapsamı, sadece askeri meselelerle sınırlı tutulmuş, yönetimi direkt
savunma bakanlığına bağlanmış, sadece dış politikada görüşlerinin alınması olağan
karşılanmıştır. Yapının bu şekli almasında Alman halkının korkularının ve savaş sonrası
anayasanın da önemli bir payı vardır. Silahlanmaya karşı çıkan Alman halkı, siyasetin
içine askerin karışmasını ve devletin içinde devlet olmasını kabul etmemiştir (Öztürk,
2008: 233) Artık Alman toplumu, üçüncü seferde ve uluslararası destekle demokrasiyi
kurmayı ve yaşatmayı, militarist geçmişiyle yüzleşerek başarmıştır. Bugün Avrupa’nın
en güçlü ekonomisine sahip olan Almanya, kurucusu olduğu AB bünyesinde geçmişinden
ders çıkarmış; ama geçmişini unutmayan bir anlayışla modern demokrasinin örneklerini
sergilemektedir.
Demokrasisini değil; ama modernleşmesini II. Dünya Savaşı’na kadar
tamamlamış olan Japonya, karşımıza çıkan bir diğer militarist modernleşme örneğidir
(Laçiner, 2006: 14). Japonya’nın 1868’de başlayan Meiji Dönemi’ndeki modernleşme
55
hamlesinde başlıca faktör, Türkiye’de olduğu gibi, Batı teknolojisinin üstünlüğünün
anlaşılması ve uçurumun bir an önce kapatılması arzusudur. Yukarıdan aşağıya askeri bir
seçkinler grubu eliyle yürütülen bu hareket, Batı’da var olan; ama geleneksel toplumlarda
pek rastlanılmayan millet gibi soyut kavramlara dayandırılan ve millî çıkarları ön plânda
tutan “milliyetçilikti”.
1868’de modernleşme hareketini başlatan Meiji Dönemi liderlerinin önemli rolü
kabul edilmekle beraber, Japonya’nın Batı’yı yakalamasında, merkezî hükümet
bürokrasisi ile güçlü şirketlerin ve eğitim programlarının büyük rolü olduğu
belirtilmektedir. Amaç, Japonya’nın kendi değerlerini koruyarak dünyanın efendisi
olmasını sağlamaktı. Bunu da ancak toplumsal skalanın en üst basamağında yer alan
askerin etkisiyle yerine getirdi. Meiji dönemi geçmiş dönemin askeri olan samurayları
yok etmişti; ama modern ordu yönetici elitler arasında en üst basamağı işgal etti.
Eski Japonya’da her türlü ayrıcalık, savaşçı sınıfın elindeydi. Bu nedenle
modernleşme hareketinin de bu sınıftan gelenler tarafından başlatılması kaçınılmazdı.
Ama burada bir paradoks vardı, bir yandan modernleşme bu sınıf tarafından başlatılacak;
ama bir yandan da kendisi yok olacaktı. Çözüm bireysel olarak samurayların yeni rejimin
belirleyicileri ve yöneticileri kabul edilirken, diğer taraftan bir sınıf olarak samuraylığın
ortadan kalkmasıydı. Nitekim bunda da başarı sağlandı, samuraylar modern ordunun bir
unsuru haline geldiler; buna direnenlerse bastırılarak yok edildiler (Belge, 2011: 390447).
Batı tipi bir sanayileşme sürecine girmek için Japonya, önceki izolasyon dönemini
terk ederek dünün “feodal ağaları”, bugünün uluslararası dev şirketleri olan Zaibatsuların
öncülüğünde modernizasyonu gerçekleştirdi. Bunda süratli değişim için gerekli
direktifleri vermek üzere kurulan Japon bürokrasisinin de katkısı vardı. Bürokrasi
Zaibatsularla beraber 20. yüzyılın ikinci yarısında, Japonya’nın endüstrileşmesini
sağlayarak, bu ülkeyi “endüstri sonrası” bir toplum haline soktu. Meiji Dönemi’nde
başarıyı ve modernleşmeyi sağlayan temellerden birisi de “merkezden yönetim”
sisteminin Japonya’da yürürlüğe sokulması olmuştur. Feodal dönemin idarî bölgeleri
1871’de kaldırılarak, yerine merkezden tayin edilen valilerle yönetilen vilâyetler esası
kabul edilmiş ve silahlı kuvvetler de hükümetin denetimi altına sokulmuştur (Belge,
2011: 425-442).
56
Bugün Japonya II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin de etkisiyle sivil,
demokratik, liberal bir toplum yapısına kavuşmuştur. Bu bağlamda sağlanan en önemli
gelişme ordunun gerçek anlamda etkisizleştirilmesidir. Savaşı kaybetmesinin sonucunda
alınan bu karar, 1946 Anayasası’nın 9. maddesinde yapılan düzenlemeyle sadece
savunma amaçlı askeri güç bulundurmasıyla vücut bulmuştur (Öztürk, 2006: 247).
Günümüzde bulunduğu bölgedeki silahlanma yarışı, Japonya’yı güçlü bir orduya
sahip olma ihtiyacını getirmiştir. Gelinen noktada Japonya’nın ulusal çıkarlarının ancak
güçlü bir savunma gücü ile elde edilebileceği yaygın bir kanaattir. Bu bağlamda Japon
ordusu, siyasetin bir unsuru olmaksızın salt Batı orduları gibi uluslararası sorunlarda
sorumluluk alabilen bir yapıya kavuşmuştur.
1.2.4- Gelişmekte Olan Ülkelerde Ordunun Etkisi
Gelişmekte olan ülkelerde demokrasi tam anlamıyla pekişmediği için ordu, ya
cunta yoluyla ya da doğrudan doğruya otoriter rejim kurarak iktidarı ele
geçirebilmektedir. Ordu oldukça etkin ve genellikle ayrıcalıklı bir sınıfın tekelindedir.
Gelişme ve yüksek teknolojiye sahip olma daha çok askerî kurumlardan başlamakta,
toplumun her kesimi için modernleştirici bir örnek teşkil etmektedir. Liberal
demokrasinin kurumsallaşamadığı, eğitim düzeyinin düşük, kentleşme ve iletişim
araçlarının sınırlı olduğu bu ülkelerde demokrasinin sıklıkla kesintiye uğradığı
görülmektedir. Yönetim düzeninin bozulmaya başlaması, toplumun en modern unsuru
olan orduyu müdahaleye sevk etmektedir (Dağcı, 2006: 24). Bu ortamın oluşmasında
siyasi elitlerin arasındaki rekabetin önemi büyük olup ordunun sürekli müdahalede
bulunmasına kaynak teşkil etmektedir. Daha çok arabuluculuk görevi üstlenen ordu,
gerektiğinde direkt müdahaleden de geri durmamaktadır (Huntington, 1968: 210).
Toplumdaki siyasal bilinçlenme düzeyi düşük olduğundan siyasi anlamda meşruluğa
yeteri kadar önem verilmemekte, bu ise askeri müdahalelerin o toplumda görülme
olasılığını arttırmaktadır.
Ordunun yönetime el koymasının gerekçeleri arasında kimi durumlarda ekonomik
koşulların kötüye gitmesi bahanesi olsa da askeri yönetimler hiçbir zaman ekonomiyi
kolay kolay düşünmezler. Siyasal kurumların oturmamış olması, demokratik siyasal
kültürün zayıflığı gibi iç nedenler ile çeşitli dış nedenler, askerin devlet yönetimine el
koymasına katkı sağlayan asıl unsurlardır. Bu gibi bir siyasi atmosferde ordunun
siyasallaşması dikkati çekmektedir. Asıl mesele demokrasi tasavvurunun kendisidir. Bu
57
ülkelerde asker kendine göre bir demokrasi algısı oluşturmakta ve bunu da gerek yasa ve
kanunlarla
gerekse
uygulamada
ortaya
koymaktan
çekince
duymamaktadır.
Demokrasinin evrenselleşmiş ve özellikle Batı ülkelerinde görülen biçimlerini kabul
etmeyerek, siyasal rejimin tehlikede olduğunu öne sürerek “bizim demokrasimiz” ya da
“bize göre demokrasi” anlayışını ortaya koymakta ve bu doğrultuda yönetimde vesayet
unsuru olarak yerini almaktadırlar. Bunu gerek doğrudan ve dolaylı müdahalelerle yaptığı
gibi gerekse yasa ve kanunlara ilave edilen bir takım maddelerle de yerine getirmektedir.
O nedenledir ki bu gibi ülkelerde milli güvenliği ilgilendiren politikalarda askerin ağırlığı
dikkati çekmekte, yetkili organ ve kişiler konusunda teoride ve uygulamada bazı sorunlar
söz konusu olabilmektedir.
Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin gelişememesinin ya da askerin etkisinin daha
fazla olduğunu açıklamaya çalışan bir başka görüş de bu ülkelerde özerk ve fazla gelişmiş
bir devlet aygıtı ile devletin bu özerk ve güçlü niteliğini kendi çıkarları ve hedefleri için
kullanan elitlerin varlığıdır. İktidarı elinde bulunduran yönetici kadronun, çoğu zaman
demokrasinin kurallarına uymaya yanaşmaması, iktidarı sürdürmek için kendisine rakip
olabilecek başka kadro ve grupları, siyaset arenasının dışına itmeye ve onları saf dışı
bırakmaya çalışması (Kapani, 1987: 91) yine demokrasinin pekişmesine engel teşkil
eden, seçkinci müdahaleci anlayışın bir tezahürüdür. Demokrasi denemeleri başarısızlıkla
sonuçlanınca ya da sık sık kesintiye uğrayınca bu ülkelerdeki siyasi yapı eskiden kalma
otoriter eğilimlerini devam ettirmektedirler.
Soğuk Savaş sonrasında demokrasiye yeni adım atmış; ancak geçmiş siyasi kültür
yapısıyla demokrasinin tam anlamıyla pekişemediği Demir Perde ülkeleri, gelişmekte
olan ülkelere günümüzde en iyi örneği teşkil etmektedir. 1991’de SSCB’nin çökmesiyle
liberal dünyanın zincirine dâhil olmuş olan bu devletlerin hemen hemen hepsinde hâkim
olan tek parti kültürü, sivil-asker ilişkilerinin farklı bir yerde şekillenmesine birlikte
neden olmuştur. Huntington, Üçüncü Demokrasi Dalgası isimli eserinde; tek-parti
diktatörlüklerinde askeri güçlerin genellikle partinin sıkı denetimi altında olduğundan
bahsetmektedir. Buna göre komünist ülkelerdeki subayların büyük bir çoğunluğu aynı
zamanda iktidar partisine mensup olan üyelerden oluşmaktadır. Parti hücreleri ve
örgütleri askeri hiyerarşinin içine işlemiş, askerî politikalar partinin üst organları
tarafından belirlenmektedir (Huntington, 2007: 224-225).
Sivil-asker ilişkileri arasında görülen bu uyum, Doğu Bloğu’nun kendi koşulları
içerisinde gelişmiş ve askeri profesyonelleşmenin potansiyel bir çatışma unsuruna
58
dönüşmesini engellemiştir. Bu mânâda Küba dâhil 15 komünist ülkede askerî ya da sivil
şeklinde ayrı ayrı tanımlanabilecek kurumlar bulunmamıştır (Albright, 1980: 559-560).
1990’lı yıllarla başlayan yeni durum, bahsi geçen ülkelerin demokrasiye geçişine
sahne olmuştur. Burada bir takım sıkıntılar yaşanmış, bazı ülkeler bunun sancılarını
çabuk atlatırken bazıları özellikle ekonomik ve güvenlik açısından eski rejimin
koşullarını arar olmuşlardır. Demokrasilerindeki eksiklikler, eski otoriter rejimlere karşı
duyulan özlemi arttırmıştır. Çünkü giderek daha fazla ülkede halk, en azından temel
ihtiyaçlarının karşılandığı, işlerin yürümesinde aksaklıkların yaşanmadığı diktatörlük
dönemlerine özlem duymaya başlamışlardır. Siyasi istikrar anlamında bu genel başarısız
ve vasat performansa karşın yeni demokrasilerin sivil-asker ilişkileri ayağı olumlu seyir
izlemeye devam etmiştir (Huntington, 1996: 10).
Sivil-asker ilişkileri açısından söz konusu ülkelerin bu ilerlemesinde birçok etken
rol oynamıştır. Dünyadaki ordular arasında tecrübe edilen “askeri profesyonelleşme” ve
“sivil kontrol” mekanizmalarının geniş yer bulması, “objektif sivil kontrole” doğru bir
hareketin gerek askerî gerekse sivil liderlerin çıkarına olduğunun anlaşılması, ekonomik
reforma göre ordu hizmetinde indirim, askeri harcamalarda kesinti, insan haklarına dönük
askeri ihlallerin azalması ve ordu yatırımlarının özel ellere geçmesi gibi sivil-asker
reformunun topluma yaratacağı maliyetin az olması, bahsi geçen etkenler arasında yer
alan kayda değer hususlardır (Huntington, 1996: 13). Eski komünist rejimlerin savunma
harcamalarına çok fazla kaynak aktarmış olmasının vermiş olduğu olumsuz sonuçlar, fark
edilmeye başlandıkça askeri harcamalarda indirim ile refahın artması konusunda ciddi
adımlar atılmaya başlandı. Bütün yeni demokrasiler bu bağlamda orduya aktarılan kaynak
ve insan gücünü azaltmaya gitmiştir. Yeni yönetim kadroları ayrıca profesyonel değerleri
hâkim kılıp, orduyu politikadan uzak tutmak için siyasi olmayan profesyonel etiğin
geliştirilmesine çaba sarf etmişlerdir. Bu çabalar genelde profesyonel değerleri ve
ordunun siyasetten uzak tutulmasını geliştirebilmek için özendirme ve doktrin aşılama,
eğitim, askeri okullarda program değişiklikleri ve terfi sistemlerindeki farklılıklar
şeklinde görülmüştür (Huntington, 2007: 237). Bu tür adımlar, askeri profesyonelleşmeyi
arttırmaya ve orduların toplum üzerindeki rollerini azaltmaya dönük uygulamalar olarak
görülmektedir. Ordunun misyon ve vizyon anlayışında da değişikliğe gidilmiş, iç
güvenlikten ziyade dış güvenlikten sorumlu olması temel hedefler arasında yer almıştır.
Bugün artık eski rejimin de etkisiyle ordular, rejimleri için savaşmak istememektedirler.
59
Öke de bu düşünceyi “zaten ordular kendilerini Sovyet rejimiyle hiç olmazsa onun için
savaşacak kadar özdeşleştirmediler” (Öke, 2002: 177) diyerek doğrulamaktadır.
Yakın zamanda dünya gündemini meşgul eden bir diğer önemli siyasi olay, Arap
Baharı ve özelinde Mısır’da yaşanan demokrasi mücadelesidir. Siyasi kültürlerindeki
baskıcı tek adam rejimleri, farklılaşan toplumsal yapılar ve modernleşmeye olan açlık,
Arap Baharı’nın en önemli gerekçeleridir. 2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta
Muhammed Ebu Aziz adında bir gencin kendini yakmasıyla başlayan olaylar silsilesi
Arap dünyasındaki dönüşümün başlangıcını oluşturmuştur. Tunus’la başlayan bu değişim
süreci Mısır’a sıçramış, Libya’daki değişim ise uluslararası bir boyut kazanıp
genişleyerek devam etmiştir. Libya ve Mısır’daki tecrübelerden çekinen Fas ve Suudi
Arabistan ise büyük halk hareketlerinin baskılarına sebebiyet vermemek için değişimi
ekonomik kaynak aktarımı ile karşılama yoluna gitmiştir. En son Suriye’ye sıçrayan
halkın demokrasi talebi, terör gerekçesiyle Suriye yönetimi tarafından silah yoluyla
bastırılmaya çalışılmıştır. Bugün uluslararası aktörlerin de aralarında bulunduğu birçok
unsurun engel olmaya çalışmasına rağmen baskı, daha şiddetli bir şekilde kan dökerek
devam etmektedir.
Tunus’ta başlayan bu hareket belki de en az sorunla yine bu ülkede cereyan
etmiştir. Halk hareketi siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel yapıyı ciddi anlamda
zedelemeden Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin demokrasiye geçişte sergilemiş
olduğu “mutabakat” yöntemiyle başarıya ulaştı (Semin, 2012: 1). Fas ve Suudi Arabistan
ise Tunus’ta yaşanan olaylardan gerekli dersleri almış olmalılar ki sürecin kendilerine
sıçramasına fırsat vermemek için tercihlerini sus payı şeklinde memurlara maaş artışı
vererek kullanmışlardır. Bu anlamda Suudi Kralı Abdullah, ayaklanmalara engel olmak
adına 11 milyar dolarlık fon oluşturarak özellikle memur ve asker maaşlarına zam yapma
yoluna gitmiştir. Keza benzer bir uygulama Fas’ta da görülmüş, halkın demokrasi
taleplerine karşılık Kral 6. Muhammed, 1 Temmuz 2011 tarihinde yapılan bir anayasa
değişikliği için referanduma gitmiş, Kasım 2011’de de Meclis seçimleri düzenlenmiştir
(Semin, 2012: 2-3).
Olayların Mısır’a sıçraması ise Ortadoğu’daki halk hareketlerinin artarak
yayılacağını göstermiştir. Tunus’tan farklı olarak Mısır’da çıkan halk hareketleri, sistemi
derinden etkilemeyi başarabilmiştir. Tabiî bunda harekete karşı direnç gösteren Hüsnü
Mübarek’in tutumu etkili olmuştur. Tahrir Meydanı’ndan başlayan ve giderek daha da
sertleşerek devam eden halkın demokrasi talepleri ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı
60
Başkanı Muhammed El-Baradey’in orduyu Mısır’ı kurtarma çağrısı, ordu müdahalesiyle
sonuçlanmıştır. Ordu var olan rejime son vermek ve ülkeyi demokratik bir sisteme
geçirmek için müdahalede bulunmuş (Varol, 2012: 339), Mübarek yönetimi
değiştirilmiştir. Fakat ordunun kendi yapısında bir değişiklik yaşanmamıştır. Ordu,
Nordliner’in değimiyle “arabulucu bir model” yöntemiyle değişimi desteklemiş; ancak
bunu sistemi koruyarak ve bir denge unsuru olduğunu sergileyerek yerine getirmeye
çalışmıştır (Semin, 2012: 4). Nitekim ordu eğer süreci desteklemeyip Libya gibi şiddete
başvurmuş olsaydı; bu değişimin Mısır’a maddi ve manevi maliyeti çok ağır olabilecekti.
Mısır’daki değişimin öncüsü olan Yüksek Askeri Konsey 30 yıldır sivil idarenin
üzerinde yer alan vesayetçi yetkilerini14, sivil siyasetçilere devretmekte zorlanmıştır.
Konsey, yasama gücünü parlamentoya, yürütme gücünü de demokratik yollarla seçilen
cumhurbaşkanına vermeyi taahhüt etmiş; ancak ülke hemen sivil siyasetin hâkimiyeti
altına girmemiştir (Varol, 2012: 345). Ordu bir taraftan cumhurbaşkanının yetkilerini
azaltmaya çalışırken diğer taraftan siyasette önemli bir ağırlığı olacak olan Milli Güvenlik
Kurulu’nu oluşturma kararı almıştır. Milli güvenlik siyasetinin belirleneceği bu kurulla
Mısır ordusu, Perlmutter’in ifade ettiği “hakem rolüne” bürünerek ülkenin karar alma
mercilerini kontrol altında tutmak istemiştir.
Diğer taraftan ordu yine Devlet Başkanlığı seçimlerinde adaylığını koyacak olan
kişilerin belirlenmesine karışmış, yüksek yargı ile olan yakınlığı sayesinde de seçim
sürecini şekillendirmek istemiştir. Bu mânâda Mısır cumhurbaşkanlığı için adaylığını
koyan çoğu kişiye ambargo koyarak bir mânâda Müslüman Kardeşlerin adayı olan
Muhammed Mursi’nin adaylığının önünü açmıştır. Böylece Konsey, Mursi ile ilişkileri
dengede götürecek bir yol izlemeye gayret etmiştir (Tüysüzoğlu, 2012: 1). Bu aynı
zamanda Mısır ordusunun toplum karşısında yok olmaya yüz tutmuş olan meşruiyetini de
geri kazanması anlamında önemli bir birliktelik olarak değerlendirilmektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden zaferle çıkan Mursi’nin Yüksek Askeri Konsey
Başkanı’nı görevden alması ordunun strateji değiştirmesine yol açmıştır.
Ordu, ilk başlarda Müslüman Kardeşler ve Mursi ile iş birliğine girerek etkinliğini
sürdürmek istemiştir. Zira asker, sivil siyasete destek vererek bir manada kendisi de
haklarını saklı tutarak siyasetteki ağırlığını devam ettirmek istemektedir. Bu anlamda 15
ve 22 Aralık 2012 tarihlerinde katılım oranının % 38 ile sınırlı kaldığı referandumla kabul
14
Bkz. http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/misiri-yoneten-guc-yuksek-askeri-konsey (07.05.2014).
61
edilen anayasada Mısır ordusuna “çıkış güvenceleri” anlamında bazı haklar tanınmıştır.
Cook’un tabiriyle “yönetmeden hükmetme” anlayışını savunan bu güvenceler savunma
bütçesinin parlamento onayından muaf tutulması, generallerden oluşacak bir ulusal
savunma konseyinin kurulmasının kararlaştırılması, sivillerin askeri mahkemelerde
yargılanması ihtimalinin açık tutulması, askerin siyasetin içinde yer alabileceğini
gösteren önemli maddeler olarak göze çarpmaktadır.
Ülke genelinde Mursi giderek otoriterleşmiş Laik kesimin taleplerini dikkate
almamış, hukukun üstünlüğünü göz ardı ettiğine ve İslamcı politikalar uyguladığına dair
suçlamalara muhatap olmuştur. Devam eden protestolara karşı sivil yönetimin sessiz
kalması üzerine, Genelkurmay Başkanı Sisi yönetimininde Mısır Silahlı Kuvvetlerinin
yapmış olduğu askeri darbe, ülkeyi tekrar kargaşa ortamına sürüklemiştir. Demokrasinin
filizlenmesine imkân tanımayan bu askeri darbe, Mısır için eski günlere bir dönüşün
emaresi olarak algılanmıştır.
Mursi, 2 Temmuz’da yaptığı konuşmasında, meşruiyetinin demokratik seçimlerle
cumhurbaşkanı seçilmesinden kaynaklandığını ve askeriyenin önerilerini reddettiğini
ifade etmiştir. Ayrıca askeriyeyi olaylarda taraf olmakla suçlamıştır15. Böylece ülkedeki
olaylar siyasi ve anayasal bir açmaz hâlini almaya başlamıştır. Verilen sürenin dolmasının
ardından 3 Temmuz gününün ilerleyen saatlerinde ordu, Mursi'nin cumhurbaşkanlığının
sona erdiğini, anayasanın askıya alındığını ve yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en kısa
zamanda gerçekleştirileceğini duyurmuştur. Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur,
geçici cumhurbaşkanı olarak belirlenmiş ve geçici teknokrat hükümeti kurmakla
görevlendirilmiştir.
Mısır Ordusu ise Türkiye’deki gibi silahlı kuvvetlerin siyaset kurumu üzerindeki
anayasal yetkilerine sahip olması için adım atmıştır. Bu mânâda Türkiye’nin “pretoryan”
bir bakış açısıyla hazırlanmış olan 1982 Anayasası’nı ele alıp incelemeleri dikkate
değerdir. Katılımın % 33 gibi düşük bir oranda kaldığı referandumda halkın % 98 evet
oyuyla kabul edilen 2014 Mısır Anayasası 2012’de Mursi döneminde yazılan anayasaya
kıyasla daha katı, özgürlükleri daraltıcı ve askere ayrıcalıklar getirici bir içeriğe sahiptir16.
“Mahfuz alanlar” bağlamında Silahlı Kuvvetlere çok önemli bir yetki tanımıştır. Çıkış
15
Bkz. http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=693079 (09.04.2014).
Bkz. Mısır’da Askeri Darbe Sonrası Süreç ve Yeni Anayasa,
http://file.setav.org/Files/Pdf/20140307193613_misir%E2%80%99da-askeri-darbe-sonrasi-surec-ve-yenianayasa-pdf.pdf (23.06.2016).
16
62
güvenceleri bölümünde bu yetkiler daha detaylı biçimde ele alınacaktır 17. Arap Baharı
genelinde değerlendirecek olursak, yukarıda bahsi geçen ülkelerde yapılan reformların
kısa vadede halkın otoriter yönetimlere olan tepkisini bir parça aşağıya çektiği
söylenebilir. Eğer bu demokrasi talepleri başarıya ulaşırsa o durumda monarşi ile
yönetilen diğer ülkelerin de benzer aşamalardan geçmesi çok uzak ihtimal değildir. Mısır
ve Libya gibi ülkelerde yaşanan halk hareketleri, monarşi ile idare edilen halkları da
tetikleyebilir. Fakat eğer tersi olursa o durumda diğer ülkelerin de olumlu adımlar atması,
gelecek yıllara kalabilir.
1.2.5- Demokratik Sistemde Askeri Vesayetin Temini: Çıkış Güvenceleri
Gelişmekte olan ülkelerde demokrasinin güçlenip kurumsallaşmasının önündeki
en önemli engel rejimin, askeri-bürokratik vesayet üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Asker
kimi zaman direkt kimi zaman dolaylı müdahalede bulunarak sivil siyaseti askıya
alabilmiş, müdahale sonrası anayasal ve yasal tasarruflarla yönetimi kontrol etmenin
yollarını arayarak vesayet sürecini korumak istemiştir. Bunu sıkıyönetime başvurarak
gerçekleştirdiği gibi, askeri müdahaleler sonrasında kabul edilen yeni anayasalara “çıkış
güvenceleri” bağlamında birtakım maddeler koyarak da demokratik sistem içerisindeki
askeri vesayetin temini yoluna gitmiştir.
Daha çok otoriter liderlerin müdahale sonrası bir müddet ülkeyi yönettikten sonra
iktidardan ayrılmalarının bedeli olarak elde etmiş olduğu bu tavizler, literatürde “çıkış
güvenceleri” olarak geçmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin demokrasiye geçiş
yollarından biri yukarıda da sözünü ettiğimiz “reform yoludur”. Bunun bir sonucu olarak
kabul edilen bu garantiler, özellikle askeri yönetimlerden demokrasiye geçişte
gözlemlenir. Bunlar, demokrasinin pekişmesini güçleştirerek olumsuz etki de
yaratmaktadır. İktidardan ayrılan otoriter idarenin, kurulacak yeni siyasi düzende
iktidardan pay almalarını sağlayan bu çıkış güvenceleri, ülkenin normal siyasi düzene
geçtikten sonra onların siyasi etkilerini sürdürmelerine olanak tanımakta ve O’Donnel’in
ikinci geçiş18 süreci olarak ifade etmiş olduğu demokrasinin pekişmesine engel teşkil
etmektedir (O’Donnels, 1992: 18). Çıkış güvenceleri, ayrıca “otoriter yöneticilerin
iktidarda kaldığı süre boyunca, insan hakları ihlallerine yol açacak biçimde yürüttükleri
politikalardan dolayı sorumlu tutulamayacakları, yine bu süre içinde yürüttükleri
17
Bkz. http://www.aa.com.tr/tr/ozel-haberler/202642--darbe-anayasasini-1982-anayasasina-benzettiler
(15.02.2015).
18
Birinci geçiş, önceki otoriter rejimden demokratik hükümetin kurulmasına doğrudur. İkinci geçiş ise bu
hükümetin pekişmiş bir demokrasiye evrilmesidir (O’Donnel, 1992: 18).
63
politikaların dayanağını teşkil eden kanuni ve idari düzenlemelerin geri alınamayacağı
yolundaki” (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 24) güvenceleri de sağlamaktadır. İktidarı reform
veya uzlaşma yoluyla terk eden otoriter yöneticiler için çıkış garantilerini elde etmenin
en pratik ve uygun yolu, sivil yönetime geçmeden önce ilgili hükümleri kendilerinin
kontrolü altında hazırlanmış olan anayasalarla yürürlüğe koymaktır.
Myron Weiner, ordunun iktidardan çekilme sürecine “çıkış güvenceleri” adını
vermemiş olsa da bir takım garantilerle süreci yönettiğini belirtir. 1960’ların Nijerya’sını
örnek verdiği çalışmasında, ordunun yeni bir siyasi krize neden olmayacak şekilde seçim
ve siyasi parti sistemini yeniden düzenlediğini belirtmektedir. Bu ülkede iktidarda
bulundukları
sürece
yapmış
oldukları
eylemlerden
ve
muhtemel
suçlardan
soruşturulmama garantisi alan ordu, özellikle bütçe, personel işleri ve özlük haklarını
ilgilendiren meselelerde geniş özerklik alanları elde etmiştir. Ordunun ülkenin gelecek
siyasetinde ayrıcalıklı bir konumda (Weiner,1987: 26-27) bulunması adına bir takım
tedbirleri de almıştır.
Valenzuela ise otoriter rejimlerden demokratik rejimlere geçiş sürecinde görülen
bu güvenceleri üç grupta özetlemektedir. Bunlardan ilki demokratik olmayan yollarla
yaratılan, devleti sürekli koruma iddiasıyla hükümet ve hükümet kararları üzerinde geniş
bir denetim imkânı veren “vesayet yetkisi”’dir. İkincisi “mahfuz alanlar”dır. Burada aslen
hükümete ve seçilmiş makamlara ait olması gereken bir takım önemli yetkilerin bu
makamlardan alınarak seçilmemiş makamlara tahsis edilmesi vardır. Üçüncü ayrıcalık ise
seçim kanunlarının ve dolayısıyla seçimlerin uygulamada otoriter yönetimin iktidar
sahipleri tarafından kendi tercihleri doğrultusunda şekillenmesidir (Valenzuela, 1992: 6266).
Diğer taraftan Huntington Türkiye, Portekiz, Brezilya, Şili ve Nikaragua gibi pek
çok ülkede yapmış olduğu araştırmalar neticesinde, güçlü askeri kurumların yönetimde
iken elinde bulundurduğu; ancak normal anayasal bir demokraside anormal sayılabilecek
ayrıcalıkları, geçiş sonrası süreçte de sürdürmek istedikleri kanısına ulaşmıştır. Beş
grupta toplamış olduğu bu ayrıcalıkları Huntington; iktidardan çekilen askerin yönetimi
sivillere devretmeden önce rejimin temel unsurlarını teşkil eden bazı değerleri koruma
sorumluluğunun orduya verilmesini sağlayacak anayasal hükümlerin yürürlüğe girmesini
dayatmaları, askeri rejim eylemlerinin geri dönülmez şekilde karara bağlanması,
askerlerin hâkim olduğu yeni yönetim kurumlarının yaratılması, askeri rejim liderlerinin
yeni kurulan demokratik düzen içinde ayrıcalıklı tutulup önemli görevlere getirilmeleri
64
ve askerlerin çoğu zaman silahlı kuvvetlerin gelecekteki özerkliğini, personel ve mali
işlerin bağımsızlığını, seçilmiş sivil yönetimlere karşı güvence altına almaya teşebbüs
etmeleri şeklinde sıralamaktadır. Askerî otoriter rejimlerden demokrasiye geçişin pek çok
örneğinde görülen bu tür düzenlemeleri, Huntington seçilmiş yönetimlerin normal
otoritesi üzerindeki önemli kısıtlamalar (Huntington, 2007: 231-233) olarak
değerlendirmektedir. Özbudun ve Yazıcı da söz konusu bu garantileri vesayet yetkisi,
mahfuz alanlar, seçim sürecinin yönlendirilmesi, askeri rejimin eylem ve işlemlerinin
iptal edilmezliği ve af yasaları (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 325-340) olarak beş grupta
toplamaktadır.
1.2.5.1- Vesayet Yetkileri
Ordunun, seçilmiş iktidarların izleyeceği politik tasarruflar üzerinde etkisini
sürdürmeyi amaçlayan vesayet yetkileri, daha çok demokratik yollarla elde edilemeyen
ve devletin aslî çıkarlarını koruma iddiasıyla, hükümet ve hükümet kararları üzerinde
geniş bir denetim yöntemini içerir. Bu sonuca ulaşma adına farklı yollar bulunmaktadır.
Bunların ilki ordunun yüceltip himaye ettiği devlete ait bir takım rejim özelliklerinin,
anayasalarda yer almasıdır (Valenzuela, 1992: 62). Bunun en tipik örneklerinden biri
ordunun da içinde yer aldığı ve güçlü bir solcu hareketin etkisi altında hazırlanmış olan,
Avrupa ülkeleri arasında değiştirilmezlik kurallarının kapsamını en geniş yer aldığı olan
1976 tarihli Portekiz Anayasası’dır. Silahlı kuvvetlerin anayasa yapımındaki belirleyici
rolü dolayısıyla bir bakıma Türkiye’deki 1982 Anayasası’nın yapım sürecine
benzetilebilecek olan Portekiz deneyiminde de silahlı kuvvetler, kendi ideal toplum
düşüncelerini
değiştirilemez
anayasa
kuralları
biçiminde
kurumsallaştırmaya
çalışmışlardır (Yazıcı, 1997: 27-28). Tıpkı Portekiz Anayasası’nda olduğu gibi askerlerin
hâkim olduğu bir Kurucu Meclis (KM) tarafından hazırlanan 1982 Anayasası’nın pek çok
hükmünde “devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmezliği” ile “Atatürk reformlarının” Türk
Ordusu tarafından korunacağı belirtilmektedir. Keza gerek 1961 gerekse 1982 tarihli
Türk Anayasaları orduya hiçbir garantörlük hakkı vermediği halde 13 Temmuz 2013
tarihine kadar yürürlükte kalan Ordu İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi, devletin
korunması ve kollanması görevini vermiştir. Bu madde ordunun müdahalelerini
meşrulaştırmak için kullanılmıştır.
Portekiz örneğinde anayasanın değişikliğe uğramamış birinci maddesi, Portekiz
toplumunun sınıfsız bir yapıya dönüştürmeyi vaad etmekte, iktidarın işçi sınıfı tarafından
demokratik kullanımın şartlarını dayatarak sosyalizme geçişi garanti altına almaktadır
65
(madde.2). Anayasanın üçüncü maddesi ise Silahlı Kuvvetleri, egemenliği kullanmada
ortak hale getirmektedir. Bu maddeye göre Silahlı Kuvvetler demokratik kazanımlar ve
devrim sürecinin garantörü olarak halkla ittifak ederek anayasaya uygun biçimde iktidarın
kullanılmasına en üst seviyede katılacaktır (Yazıcı, 1997: 27).
Vesayet denetimini oluşturmanın bir başka etkili yolu anayasalara rejimle ilgili
konmuş olan milli egemenlik, devletin ülkesiyle bütünlüğü, hukuk düzeni, sosyal adalet
gibi temel değerleri koruma görevinin yine askerlerin kontrolünde bulunan yeni anayasal
kurumlara verilmesidir. 1976 tarihli Portekiz Anayasası’nda belirtilen Portekiz Devrim
Konseyi buna en güzel örnektir. 25 Nisan 1974 devrimin ruhuna bağlılığın ve askeri
konularda siyasi ve yasama sürecinin güvencesi olan bu Devrim Konseyi, bünyesinde
barındırdığı 14 asker üyesiyle Cumhurbaşkanına tavsiyede bulunan, danışmanlık yapan
bir organ olarak hareket etmektedir (Özbudun, 2010: 134-135). Yine anayasanın 113.
maddesine göre Devrim Konseyi egemenliği kullanan organlar arasında sayılmış, 148.
maddeyle de silahlı kuvvetlerin örgütlenmesi, işleyişi, disiplini ile ilgili kanun ve tüzükler
yapma, askeri konularla ilgili uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri onaylama yetkisi
verilmiştir. Madde 149’da bir başka ayrıcalık daha tanınmıştır, buna göre Konseyin
kanun hükmündeki kararnamelerinin Cumhuriyet Meclisi’nin çıkardığı kanun ve
tüzüklerin de hükümetin tüzükleriyle eşit hukuksal değer taşıyacağını hükme bağlamakta
ve Konseye kanunların ve diğer hukukî işlemlerin anayasaya uygun olup olmadığını
denetleme yetkisi vermektedir (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 326-328).
Askerî vesayet yetkisini garantiye almanın bir diğer yolu Silahlı Kuvvetlerin
anayasa ve kanunların garantörü olduğuna değinen anayasa hükümlerine yer vermektir.
Bu aynı zamanda ordunun kendisini ülkenin ulusal çıkarlarını en iyi yorumlayan ve bu
nedenle de ülkeyi en iyi savunan bir devlet organı olarak tanımlamasıyla da ortaya
konmaktadır. Bunun en açık örneğini, Silahlı Kuvvetlerin Cumhuriyetin kurumsal
düzenini garanti edeceğini belirten 1980 Şili Anayasası’nın 50. maddesidir (Yazıcı, 1997:
31).
Benzer bir uygulama 1988 Brezilya Anayasası’nda da görülmektedir. Anayasa,
“Silahlı Kuvvetler Cumhurbaşkanının otoritesi altında, anavatanın savunulması, anayasal
iktidarın güvencesinin oluşturulması ve iktidarlardan her hangi birinin girişimi üzerine
kanun ve düzenin korunmasıyla görevlidir” (m.142) demek suretiyle orduya garantörlük
rolü biçmiştir (Özbudun, 1993: 70-74). Yine aynı anayasa başkan, yasama ve yargı
organlarına ordunun iç politikaya müdahaleye çağırma yetkisi vermektedir. Bu bir
66
taraftan ordunun sivil siyasetin kontrolü altında olduğunu göstermekte diğer taraftan
orduya bu üç iktidar kuvvetiyle pazarlık şansı vererek orduyu siyasette aktif halde tutup
kendi özerkliğini koruma fırsatını tanımaktadır19.
Bir başka ampirik örnek 1980 yılında Pinochet yönetimi tarafından hazırlanmış
olan Şili Anayasası’dır. Söz konusu anayasasının 95. maddesi askerin çok güçlü bir
konumda bulunduğu Milli Güvenlik Konseyi adı altında yeni bir organ yaratmıştır.
Cumhurbaşkanı, Senato ve Yüksek Mahkeme Başkanları, Silahlı Kuvvetlerin
Başkomutanları ile Silahlı Polisin Genel Direktörü ve Cumhuriyet Genel Denetmeninden
oluşan Konsey kendi kanısına göre kurumsal düzeni ciddi şekilde etkileyebilecek veya
ülkenin milli güvenliğini tehlikeye düşürebilecek her hangi bir olay hakkında gerek
cumhurbaşkanına gerekse Ulusal Kongreye ve Anayasa Mahkemesine görüş
bildirebilecektir20. Dahası Anayasanın 8. maddesi General Pinochet’in 8 yıl boyunca
başkomutan görevinde kalacağını hükme bağlamıştır (Yazıcı, 1997: 29).
Otoriter yönetimlerden demokrasiye geçişte “değişme yolunun” görüldüğü
Portekiz, Şili ve Brezilya’nın aksine Uruguay “mutabakat yoluyla” demokrasiye geçmiş
ve söz konusu çıkış güvenceleri daha dar kapsamlı kalmıştır. Bunun da nedeni Uruguay
Ordusunun etkisiyle anayasada yer verilmeye çalışılan Devlet Şurası organıdır. Anayasa
1980 yılında yapılan halk oylamasında kabul edilmemiş, dolayısıyla askerin ağırlıkta
olduğu Devlet Şurası kurumu oluşturulamamıştır21.
1.2.5.2- Mahfuz Alanlar
Mahfuz alanlar, askerin belirli alanlardaki özerkliğini içermektedir. Bunun en
güzel örneği savunma sektöründeki egemenlik talebidir. Ordu kendi belirlediği kurallara
göre, kendi amaç ve misyonunu ortaya koyarak dışa kapalı konumuyla kendi değerlerini
üretmektedir (Yıldırım, 2010: 66). Valenzuela’ya göre mahfuz alanlar, vesayet yetkisinin
belirsizliği ve teamüllerin aksine aslen hükümete ve seçilmiş makamlara ait olması
gereken önemli yetkilerin seçilmemiş özerk makamlara (Valenzuela, 1992: 64) tahsis
edilmesidir. Birçok ülkede tecrübe edilen Milli Güvenlik Konseyi benzeri yapılar vesayet
yetkisi gibi söz konusu mahfuz alanların en yaygın kullanıldığı kurum olarak dikkati
çekmekte, orduyu yönetim içerisinde ayrıcalıklı kılmaktadır. Ordunun sistem içerisindeki
özerkliğinin güçlü kılınması anlamına gelen mahfuz alanlara bir diğer çarpıcı örnek,
19
Bkz. https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Brezilya-EN(5.10.1988).pdf (26.03.2014).
Bkz: http://confinder.richmond.edu/admin/docs/Chile.pdf (26.03.2014).
21
Bkz: https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/yabanciulkeler.aspx (26.03.2014).
20
67
ordunun kurum olarak devlet denetiminin dışında tutularak gerek eylem ve işlemlerinde
gerekse bütçe ve harcama konularında hesap sorulamaz bir yapıya büründürülmüş
olmasıdır. Keza askeri yargılama usullerinde değişikliğe gidilerek ordunun kendi yargı
sistemini oluşturması, Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) gibi
tamamen özel yetkilerle ve olağan dışı yöntemlerle kurulmuş olan yargı kurumları da söz
konusu mahfuz alanlara örnek teşkil edip sivil mahkemelerin yargı yetkisini daraltan
faaliyetler olarak ele alınmaktadır. Nitekim aşağıda Türkiye’de 1971 askeri müdahale
bölümünde detaylıca irdeleyeceğimiz gibi ordunun “de-facto” etkisiyle yürürlüğe giren
anayasa değişikleri (1971-1973), özü itibariyle ordunun devlet içindeki özerkliğini
artırmıştır (Yazıcı, 1997: 32-33).
Bu sadece siyasi mânâda kurumlar kurularak değil aynı zamanda ekonomik
kurumlar oluşturarak da meydana getirilmekte “ordu, iş ve sanayi dünyasına sokularak
ülkenin en büyük sınaî topluluklarından birisi haline gelmektedir” (Ahmad, 2007: 247),
Türkiye özelinde Ordu ve Yardımlaşma Kurumu (OYAK) buna en güzel örnektir. Millî
Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak 1 Mart 1961 tarih ve 205 sayılı Kanunla kurulmuş
olan ve bünyesinde 60 şirket barındıran OYAK’ın özerklik ve ayrıcalıklarla donatılan bir
kurum olarak ellili yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensuplarının canını sıkan
maddi sorunlara doyurucu cevaplar bulması (Belge, 2011: 633), darbe öncesinde askerin
maddi sorunlarının çözümü konusunda atılmış bir adım olarak değerlendirildi. OYAK
gibi bir kuruluş dışında yine subaylara tanınmış birçok ayrıcalıktan söz edilebilir.
Orduevleri, sosyal tesisler, lojmanlar gibi.
Mahfuz alanların en aşırı örneğini 1976 tarihli Portekiz Anayasası’nın 148.
maddesinde görmekteyiz. Söz konusu madde, Silahlı Kuvvetleri örgütlenme, işleyiş ve
disiplin gibi konularda kanun çıkarmaya yetkili tek organ olarak düzenleyerek bir nevi
yasama organına parelel bir yapı oluşturmaktadır. Konsey aynı zamanda askeri konulara
ilişkin uluslararası anlaşmaları da onaylama yetkisine sahip olup yürütme erkine yetki
manasında ortak kılınmıştır (Yazıcı, 1997: 32).
Benzer mahfuz alan uygulamaları Pinoche Şili’sinde de tecrübe edilmiştir. Şili
geçiş süreci anayasası orduya, izlenmesi muhtemel politikaların tayininde etkili
olabileceği geniş özerk alanlar bırakmıştır. Bu alanlar nedeniyle sivil yöneticiler askerî
bütçenin kullanımını, silahların teminini, subayların tayin ve terfi işlemleri gibi konuları
belirleyemez konuma gelmiş, yurt dışına yapılacak tayin ve atamalarda sınırlı yetkilerle
donatılmışlardır. Yine askerî akademilerdeki eğitim programlarını ve askeri doktrini
68
değiştirmeleri engellenmiştir. Hatta iktidardan çekilmekte olan Pinochet iktidarına
anayasanın 97. maddesi gereği özerk bir kurum olan Merkez Bankası’nın başkan ve
üyelerini atama yetkisi tanınmıştır (Valenzuela, 1992: 66).
Bir başka örnek General Sisi’nin askeri darbe süreci sonunda Ocak 2014 tarihinde
kabul edilen yeni Mısır Anayasası’nda da dikkati çekmektedir. Bu anayasada Silahlı
Kuvvetlere çok önemli yetkiler tanımıştır. Buna göre, “Savunma Bakanı’nın Yüksek
Askeri Konsey’in onayı ile ve 8 yıllığına seçilmesi” maddesi yer alırken, Mısır ordusunun
yönetim kademesini oluşturan Yüksek Askeri Konsey üyelerinin ise, Savunma Bakanı ve
Genelkurmay Başkanı tarafından istişare ile seçilmesi hükme bağlanmıştır. Savunma
Bakanı’nı kimin görevden alacağı konusunda ise her hangi bir maddeye anayasada yer
verilmemiştir. Yeni anayasaya göre sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmalarının önü
açılmış, askerî kurumlara, birliklere veya askere doğrudan düşmanca saldırılar gibi 14
maddede toplanan suçları işleyenlerin askeri mahkemede yargılanması hükme
bağlanmıştır. Söz konusu madde, Mısır’da ciddi tartışmalara neden olmuş, sivillerin
askeri mahkemelerde yargılanmasının önünün açılması, devrim ve değişim hareketlerinin
yanı sıra insan hakları örgütleri tarafından da eleştirilmiştir22.
Şili
ve
Türkiye’nin
aksine
2014
Mısır
Anayasası,
parlamentoya
Cumhurbaşkanını dolaylı olarak görevden alabilecek yetkiler vermiştir. Parlamentoda
üçte iki çoğunlukla halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanından desteğini çektiğini
kararlaştırabilir. Bu takdirde Başbakanın emriyle Cumhurbaşkanlığı için seçime
gidilebilir. Keza Savunma Bakanı konusunda da Cumhurbaşkanı’nın yetkileri
kısıtlanmıştır. Savunma Bakanının, Yüksek Askeri Konsey tarafından ve iki
cumhurbaşkanlığı dönemi süresince yani sekiz yıl için seçilmesi kararlaştırılmış ve süre
içinde Savunma Bakanı’nın Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından görevden alınması
yasaklanmıştır23.
Askeri otoriteyi güçlendiren, ülkemizi de içine alan bu örnekler askeri
müdahaleleri izleyen anayasa yapımı sürecinde silahlı kuvvetlerin sivil yönetim aleyhine
22
Bkz. http://www.aa.com.tr/tr/ozel-haberler/202642--darbe-anayasasini-1982-anayasasina-benzettiler
(15.02.2015).
23
Bkz. http://setav.org/tr/karsilastirmali-2012-ve-2014-misir-anayasalari/yorum/14350 (27.03.2014).
69
genişleyen yeni mahfuz alanlar elde ettiğini göstermekte (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 332334) ve sonrasında atılması muhtemel demokratik adımlara engel teşkil etmektedir.
1.2.5.3- Seçim Sürecinin Manipülasyonu (Genel ve Yerel Seçimlere
Müdahale)
İktidarı sivil yönetime bırakma arifesinde askeri otoriter yönetim, kurulacak sivil
yönetimdeki hâkimiyetini devam ettirmek veya yetkilerini genişletmek adına seçim
sürecini kendi lehine yönlendirmeye girişebilir. Genellikle iktidarı sivillere devreden ilk
seçimlerde kendini gösteren bu uygulama, daha fazla kalıcılık niteliği taşıyıp bir teamül
haline gelip sonraki muhtemel seçimleri de etkileyebilmektedir. Askeri otoriter yönetimin
bu çabası, fiili yollarla oluşabileceği gibi seçim kanunları hatta anayasa hükümleri ile de
pekiştirilebilir. Bu amaca ulaşmanın en basit ve sık rastlanan yolu, iktidarı terk etmekte
olan askeri rejim liderinin seçilecek olan sivil yönetimin ilk devlet başkanı olarak
seçilmesidir. Bu yöntem askerî yönetimin sivil yönetime geçişini sağlayan seçim
sonuçlarına itibar edip meşru kabul etmesinin temel ön kabullerinden birisidir. 1976
yılında General Eanes’in Portekiz’ de (Valenzuela, 1992: 89), 1961’de General Gürsel ve
1982’de Evren’in Türkiye’de devlet başkanı seçilmeleri bu seçim sürecinin
manipülasyonuna verilebilecek uygun örneklerdir. Gerek 1960 darbesi gerekse de 1971
muhtırası sonunda gerçekleştirilen yasal düzenlemelerin ışığında siyaset sahnesi etki
altına alınıp ordunun isteği doğrultusunda şekillendirilmek istenmiş, ordunun istekleri
halk tarafından yerine getirilmediği durumlarda yeni bir müdahale seçeneği saklı
tutulmuştur.
İktidarı terk eden askeri rejimin başvurmuş olduğu yollardan birisi de yasama
meclisi seçimlerinin yönlendirilmesidir. Bu mânâda seçimlerden önce hangi partilerin
seçimlere katılacağı gibi hususlar seçim sürecini etki altında bırakan bir diğer önemli
gelişmedir. Nitekim gerek 1960 darbesinden sonraki seçimlerde Türkiye’de asker ile
siviller arasında imzalanan 21 Ekim Protokolüyle, gerekse cumhurbaşkanı seçimleri
siyasi iktidarın kimin elinde olması gibi hususlar bizzat askerlerin inisiyatifi ile
belirlenmiştir. Yine 1980 darbesinin ardından anayasal düzen şekillendikten sonra genel
seçimlere hangi partilerin katılıp katılmayacağının direkt askerî yöneticiler tarafından
belirlenmesi, bir başka çarpıcı örnek olarak Türk siyasi hayatındaki yerini almıştır.
Dahası 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanını seçme görevini parlamentoya verdiği halde,
geçici 1. madde ile bu yöntemden bir defaya mahsus olmak üzere vazgeçilmiş, 12 Eylül
1980 askeri darbesinin lideri General Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı makamının tek
70
adayı olarak 1982 Anayasası bünyesinde halkoyuna sunulmuştur. Üstelik kamuoyunun
söz konusu anayasayı onaylamaması halinde de mevcut askeri idarenin devam edileceği
vurgulanarak bir bakıma halk tehdit edilmek istenmiştir.
Yasama meclisi seçimlerinin askerler tarafından yönlendirildiği bir başka örnek
Şili’dir. Şili askeri yönetimi iktidarı sivillere terk ettikten sonra devlet hayatındaki etkisini
sürdürmek istemiş, bu doğrultuda 1980 Anayasası’nda rejimi askerlerin etkisine sokan
hükümlere yer vermiştir. Bunlardan ilki Senato’daki üyelerinin 9’unun devlet başkanına
verilmesidir. Söz konusu yetki, yönetim sivillere devredilmeden önce kullanılmış,
böylece Senato’da bulunan seçilmiş ve atanmış muhafazakâr üyelerin çoğunluk teşkil
etmesi halinde bizzat askeri yönetim tarafından hazırlanmış olan anayasasının
değiştirilmesinin önüne geçilmiştir. Bir diğer önemli adım, General Pinochet’in görev
süresinin son 18 ayı içinde Yüksek Mahkeme’nin 16 üyeliğinden dokuzuna ömür boyu
atama yapma yetkisinin verilmiş olmasıdır (Özbudun, 1993: 334-335). Yine Şili’de seçim
kanunu iktidardan çekilen ordunun tercihleri doğrultusunda siyasi iktidarın şekillenmesi
adına ustalıkla dizayn edilmiş ve sonucunda mevcut oyların azınlığını alan adaylar,
kongredeki sandalyelerin çoğunluğunu elde etme şansına sahip olmuştur. Bu doğrultuda
askeri yönetim Senato’ya atadığı dokuz üye ve diğer seçilmiş üyelerin aracılığı ile 120
kişilik Kongre’de 48 sandalye elde ederek gerektiğinde anayasayı değiştirmeye yönelik
gayretlerin önlenmesi gücünü ele geçirmiş (Yazıcı, 1997: 35-36), siyaset sahnesinin geri
planında rejimle ilgili tercihlerini baki tutmuştur.
Türkiye de benzer tecrübelerden geçmiş, 1960 darbesi sonucunda “Milli Birlik
Komitesi (MBK) üyelerine tabiî senatör olma hakkı tanınmış, bu kanal daha sonraları
asker birisinin cumhurbaşkanı seçilmesinde kullanılmıştır. Nitekim hem Cevdet Sunay
hem Fahri Korutürk önce kontenjan senatörü olmuş, ardından da cumhurbaşkanı
seçilmişlerdir” (Çelik, 2008: 157).
1.2.5.4- Askeri Rejim Eylemlerinin Geri Alınmazlığı
Yönetimden çekilen askeri otoritenin işlemlerini sürekli kılmak adına başvurduğu
yollardan biri de bu işlemlerin değiştirilmesini yasaklamak veya güçleştirmektir. 1976
Portekiz Anayasası’nın 286. maddesi 14 Ekim 1980’de sona erecek olan geçişi takip eden
1. yasama dönemi süresince yapılması muhtemel tüm anayasa değişikliklerini
yasaklamıştır. Aynı madde gereğince “Cumhuriyet Meclisi ancak ikinci yasama
döneminde anayasa değişiklikleri yapabilecek, yaptığı takdirde de değişikliğe dair
71
kanunun onaylanmasıyla birlikte, meclisin görev süresi sona erecektir”. Yine 287. madde
meclisin beşte dört çoğunluğuyla karar verilmedikçe ilk anayasa değişikliğini takip eden
beş yıl süre boyunca ikinci bir anayasa değişikliği yapılamayacağı hükme bağlanmıştır
(Yazıcı, 1997: 37-38).
Türkiye’deki askeri rejimlerde iktidarı sivillere terk etmeden önce benzer
uygulamalara başvurmuşlardır. Örneğin 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile 1982
Anayasası’nın geçici 15. maddesi askeri yönetim tasarruflarının anayasaya aykırılığı
gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağını hükme bağlamış ve askeri
iradenin devlet ve hukuk düzenindeki etkisini uzunca bir süre daha devam ettirilmesine
olanak tanınmıştır. Keza yine 1982 Anayasası’nın 175. maddesiyle cumhurbaşkanına
tanınmış olan güçleştirici veto yetkisi de askeri yönetimin en önemli tasarrufu olan
anayasa hükümlerine hiç değilse bir süreliğine direnç kazandırmış, askeri vesayetin
devamı anlamında ciddi etki bırakmıştır.
1.2.5.5- Af Yasaları
İktidarı terk etmekte olan askeri rejimlerin çıkış garantileri olarak başvurmuş
olduğu bir diğer tasarruf, askeri liderler ile bunların emri altında çalışan subaylar ve diğer
görevlilerin insan hakları ihlali niteliğinde olan fiilleriyle, bu fiillerle ilişkili suçları içeren
af kanunlarını yürürlüğe koymaktır. Bu tür uygulamalar Latin Amerika’nın henüz
demokratikleşen Şili, Brezilya ve Uruguay gibi ülkelerde yürürlüğe girmiştir (Yazıcı,
1997: 39). Aşağıda daha detaylı görüleceği üzere Türkiye’deki her iki askeri rejimde
darbeyi yapan lider ve ona bağlı askeri kadronun yapmış olduğu tüm eylemlerden dolayı
kovuşturulamayacakları, 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesi, 1982 Anayasası’nın ise
geçici 15. maddesiyle güvence altına alınmıştır. Her iki uygulama da askeri yönetim
üyelerini, hükümet üyelerini ve bunların emirleri altında çalışan diğer tüm görevlileri
cezaî ve adlî soruşturmaya karşı korumaktadır.
Yukarıda karşılaştırmalı olarak özetlemeye çalıştığımız bu çıkış güvenceleri
otoriter bir yönetimden demokrasiye geçerken iktidardan çekilen askerî yöneticilere
verilen tavizler olarak değerlendirilip, demokrasinin pekişmesinin önündeki en ciddi
engeller olarak görülmektedir. Türk demokrasisi de yaşamış olduğu askeri müdahaleler
sonrasında bu çıkış güvenceleriyle karşı karşıya kalmış, vesayet siyasetin bir parçası
olmuş, demokratik siyasal sistem pekişmemiştir. Türk demokrasisinde yaşanan bu süreci
irdelemek için ona miras kalan Osmanlı tecrübesine eğilmek faydalı olacaktır.
72
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME VE DEMOKRASİ
2.1- Türk Siyasi Hayatı
Türkiye Osmanlı’dan miras kalan demokratikleşme çabalarını sürdürmekle
birlikte kesintisiz bir demokrasiye sahip olamamasının sorunlarını yaşamaktadır.
Nedenleri kimine göre merkez-çevre çatışması, kimine göre siyasi ve bürokratik
seçkincilerin siyasal sistem üzerindeki hâkim konumu, kimilerine göre de demokrasiyi
askıya alan ve vesayetçi düzenin temelini atan askeri darbelerdir. Bu sebepler
çoğaltılabilir. Sebep her ne olursa olsun Türkiye’nin tecrübe etmiş olduğu demokratik
yaşam, salt ulus-devlet döneminin gerçekleriyle anlatılamayacak kadar derin köklere
sahiptir. Türkiye’de demokrasi tarihinin başlangıcı Osmanlı İmparatorluğu’nun ıslahat
çalışmalarına dayanmaktadır.
2.1.1- Osmanlı’da Modernleşme Çabaları, Seçkinci Anlayışın Ortaya Çıkışı,
Merkez Çevre Ayrışması
Batı Avrupa ülkeleriyle Osmanlı Devleti’nin sosyal tarihi farklı şekillenmiştir.
Batı’nın siyasal modernleşmesi burjuvazinin gelişimi, ona meşruiyet sağlayacak
toplumsal sözleşme kavramının ortaya çıkışı, laikliğin oluşması ve çoğulcu demokratik
parlamenter sistemin işlev kazanması gibi dört önemli olguya dayandırılabilir. Osmanlı,
modernleşme bağlamında kendi özgün sisteminden vazgeçme uğraşı vermiştir. Bu bünye
içinde modernleşme bir aydın hareketi olarak başlamış, ilk sonuçları eğitim alanında
görülmüş, özellikle imparatorluğun en önemli yapısal unsurunu teşkil eden ordu, bu
değişimden doğrudan etkilenmiş ve süreci beklenenden çok ötede bir noktaya taşımıştır.
Bugünkü Türkiye çeşitli etnik kökenlere mensup halkı, kültürü, ortak dini, siyasi
geleneği ve bilhassa bu geleneğe dayalı demokrasi anlayışıyla Osmanlı’nın bakiyyesidir.
Osmanlı’nın yukarıda zikredilen dönemlerle son iki yüzyılında ve 91 yıllık Cumhuriyet
devrinde ülke çok hızlı ve köklü bir şekilde değişime uğramıştır. Bu değişimi tetikleyen
ve vücut bulmasını sağlayan unsurların bir kısmı dışarıdan gelmiş olmasına rağmen
Türkiye’nin kültürü, tarihi, kimliği ve siyasi tecrübesine göre şekil almış, yerleşmiş ve
toplumsal yapısıyla özdeşleşmiştir. Ülke olarak başarı ve başarısızlıklarımızı,
gerçekleştirdiklerimizi veya gerçekleştiremediklerimizi sadece Cumhuriyete mâl
etmemiz doğru değildir (Demirci, 2007: 3). Osmanlı geçmişinin ne olduğu, bu geçmişin
günümüz Türkiye’sine nasıl etkilediğini anlamadan düşünce hayatımız eksik kalmaya
73
mahkûmdur. Bu nedenle Osmanlı mirasını tartışmak demokrasi tarihimiz açısından
oldukça önemlidir. Bugün hâlâ tartışılan bürokratik seçkinlerin devlete hâkimiyeti ve
devlet-halk ilişkilerinin kökenleri sorunu, yüzlerce yıldan beri devam eden bir anlayışın
ve geleneklerin ürünüdür. Osmanlı Devleti, bir elit yönetici anlayışın hâkim olduğu devlet
felsefesi yoluyla kendine has paternalist bir düzen yaratmıştır. Bu düzen yönetenlerle
yönetilenler arasında hiyerarşik ilişkilere dayanmaktadır. Tepede seçkinci yönetici sınıfın
iradesindeki
sistem,
merkez-çevre,
askeri-reaya
veya
avam-havas
olarak
ifadelendirilmiştir.
17. yüzyılın sonuna doğru imparatorluk tedricen çözülmeye ve çökmeye
başlamıştır. Bundaki temel sebeplerden biri Hristiyan milletlerin ülkenin Müslüman
tebaasından çok daha önce Batılı fikirlerin etkisinde kalması ve kendi tarihî sınırları
içinde ulusal bağımsızlıklarına kavuşmak isteğiyle mücadeleye girişmeleridir. Bir diğer
önemli neden Osmanlı idare sisteminin kötüye gitmesi ile orduda gözlemlenen
bozulmadır. Birçok kaynakta özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde ordunun
savunmadan ziyade politikayla ilgilendiği belirtilmektedir (Ahmad, 2008: 50-51).
Siyasete bulaşma, orduyu ciddi ölçüde zayıflatmış ve ulusal bağımsızlığın neredeyse
yitirilmesine neden olmuştur. “Bir zamanlar Avrupa’yı dehşete düşüren Osmanlı orduları,
kendi hükümdarlarından ve sivil halktan başka hiç kimseyi korkut [maz]” hale gelmiştir
(Lewis, 2008: 23). Bir bakıma burjuvazinin eksikliğini ordu telafi etmiş,
modernleştirilmeye çalışılan ordu zamanla modernleşmenin taşıyıcısı olmuştur.
Cumhuriyet’in ilanında etkin bir rol üstlenmiş ve modernleşme hedefini temsil eden
kurucu ideolojinin yani “eğitilmiş seçkinlerce ve güçlü merkezi devlet eliyle yürütülmesi
biçiminde varlığını sürdüren, topyekûn ve ödünsüz bir Batılılaşma programı” (Köker,
1990:234) olan Kemalizm’in de asli taşıyıcısı haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti, Batı’dan geri kalmasını kaybedilen savaşlara ve dolasıyla
ordunun başarısızlığına bağladı. O nedenledir ki reform süreci 18. yüzyılda
Mühendishane, Tıbbıye, Mülkiye gibi okulların yanı sıra askeri okulların24 açılmasıyla
Odiile Moreau’ya göre 19. yüzyılın ilk yarısında askeri okulların kurulması reformcu girişimin
çerçevesinde birçok sonuca yol açan tayin edici önemde bir olaydı. Çünkü bu okullar 19. yüzyılın ikinci
yarısında yaygınlaşan sivil okulların ilerisinde olup modern diye tanımlanan bilimsel konuların öğretildiği
ilk kurumlardı. Alınan diplomalar toplum içinde yükselmelerinin önünü aştığı gibi buradan yetişen subaylar
da bunun bilincinde idi (akt. Belge, 2011: 581-582). Keyder’e göre de bu okullardan yetişen aydınlar
yalnızca yetiştikleri okullar itibariyle değil, çalıştıkları kurumlar açısından da bürokrat sınıfa dâhildiler,
tartışmalar ve görüş ayrılıkları devleti kurtarma ve güçlendirme gibi dar bir alanın içine sıkışıp kalmıştı.
Bir yandan kendi ayrıcalıklarını korurken diğer taraftan toplumsal yapının dönüşümünü destekleyerek
bürokratları politize eden bir yapıya bürünmüşlerdi (Keyder, 2010: 68-69).
24
74
birlikte ordudan başlatıldı. Başlangıçta ordunun modernizasyonu amacıyla kurulmuş olan
teknik okullar ve harp okulları, kısa zamanda bürokrasinin bütün kademelerine personel
sağlar oldu (Keyder, 2010: 68). Öyle ki bu okullardan mezun olup bürokraside görev alan
memurlar, modernleşme dönemine yön veren kişiler olarak Batı’daki modeli ülke
şartlarına uyarlamada öncü grup oldular (Demirci, 2015: 6-7).
Farklı grupları içinde barındıran ordu içindeki modernleşme taraftarları, yapılan
reformları yeterli görmeyerek daha fazla reform yapılmasında ısrarcı davrandı. Bu durum
ise daha çok reform isteyen yenilikçiler ile eski geleneklere bağlılık gösteren
muhafazakârlar arasında ayrışmaya neden oldu (Karpat, 2010: 95). Siyasi anlamda
ikileme düşen Osmanlı seçkinleri ülkenin kurtuluşuna farklı reçeteler önerdiler. Onlara
göre modernleşme olmalıydı; ama bunun yöntemi, konusu hâlâ belirsizdi. Bir grup
Batılılaşmayı çare olarak görürken, diğer grup ise Osmanlı’nın geçmiş şanlı dönemlerini
referans olarak veriyordu. Ordu, farklı gerekçelerle de olsa siyasetin içinde yer almak
istemişse de, esasen siyasi aktörlerin kendi hâkimiyetlerini tahsis etme adına orduyla
irtibatlı olmaları, sivil-asker ilişkiler bağlamında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan en
önemli mirastı.
2.1.1.1- Modernleşme Çabaları
Kahraman’a göre (2010: 243) elit merkezli (ordu-bürokrat-aydın) yukarıdan
aşağıya inen hiyerarşik bir yapıya sahip, devlet odaklı, kurtarıcılık misyonu içeren
bürokratik ağırlıklı bir anlayışa dayalı Osmanlı-Türk modernleşmesi, sınıfsal bir
dönüşümden ziyade bürokratik seçkinlerle askeri seçkinlerin devletin ayakta kalması
amacıyla birleşerek gelişme göstermiş bir hareket olup, esas itibariyle üç büyük döneme
ayrılmaktadır. Tanzimat döneminde başlayan ve 1908’e kadar devam eden ilk dönem,
1908-1918 arası ikinci dönem ve 1923-1950 arası büyük modernleşme hareketinin
kendisini tamamlandığı üçüncü dönem. İlk dönem çok uzun bir tarihi kapsamakla birlikte
özellikle II. Mahmut ve II. Abdülhamid döneminde oluşturulan ve “pasif
modernleşmenin” karakterini yansıtan kurumsal ve zihinsel dönüşüme tanıklık eder.
İkinci dönem Jön-Türkler-İttihat ve Terakki modernleşmesini içinde barındırır. Üçüncü
dönem ise Kemalizmin kurucu ağırlığını taşır.
Batı kültürü başlangıçta sınırlı kaynaklarla Osmanlı siyasi hayatına girmiştir.
Kendi dönemine adını veren Tanzimat’ın getirmiş olduğu modern fikirler, vatandaşlık
duygusu, devlet bilinci, hürriyet ve eşitlik gibi kavramlar, Batı tarzı eğitimin kaçınılmaz
75
sonucu olarak Osmanlı aydın ve zabitini etkilemiştir. Seçkinlerin ortak korkusu haline
gelen devletin yıkılacağı ve bunu engelleme fikri, Osmanlı zabitini siyasallaşmaya
itmiştir (Alkan, 2006: 23). Art arda gelen askeri ve siyasi mağlubiyetler, iktisadi krizler
Osmanlı yöneticilerini çare aramaya zorladı. Temel mesele “devlet nasıl kurtarılır”
sorusuna cevap aramaktı. Osmanlı devlet adamları kendi geri kalmışlıklarına,
yoksulluklarına ve zayıflıklarına kıyasla Avrupa’nın gücünün, zenginliğinin ve
gelişmesinin tamamen farkındaydılar (Lewis, 2008: 174). Batı’nın üstünlüğü öncelikle,
askeri ve teknik alanda algılandı. Çünkü Batı’yla temas, fethedilen Batı toprakları dışında
genellikle askerîydi. Böylece Osmanlı’daki yenileşme hareketleri de daha çok askeri
alana yönelik oldu (Lewis, 2008: 27-31). Nitekim Batılılaşma hareketleri askeri alandan
başlamış ve diğer kurumları da etkilemiştir (Alkan, 2006: 20). Bu Batılılaşma hareketini
“patrimonyal bir siyasal sistemin bürokratik kolunun modernleştirilmesi olarak” olarak
ifade eden Heper, yapılan düzenlemeleri toplumdaki çeşitli grupların taleplerinden yahut
siyasal bürokratik seçkinlerin tercihlerinden kaynaklandığını belirtmektedir (Heper,
1973: 32).
Nitekim modernleşme bağlamındaki ilk ciddi reform denemeleri Fransız
Devrimi’nin yaşandığı 1789 yılında iş başına gelen III. Selim zamanında başlamıştır
(Kahraman, 2010: 7). III. Selim döneminde devlet çarkı esaslı bir şekilde gözden
geçirilmiş, büyük çapta reformlar tasarlanmış ve bir kısmı hayata geçirilmiştir (Tanör,
2012: 33). Selim, bunu yaparken devrin ileri gelen kişilerine reformları, tek bir kişinin
değil devletin malı olarak görmek istemesi nedeniyle layihalar hazırlatmıştı. Onun yenilik
hareketlerinin genel adı olan Nizam-ı Cedid aynı zamanda yeniçerilere alternatif olarak
düşünmüş olduğu orduya da adını vermiştir. III. Selim söz konusu nedenlerden dolayı
yeniçeri ocağını kapatmak istemişse de bunu III. Selim’den sonra tahta geçen II. Mahmut
gerçekleştirmiştir. Devletin kurtarılması fikrinin kurumsal yenilenmeyle karşılık bulduğu
bu dönemde ilk olarak sivil bürokrasinin eğitimi düzenlenmeye çalışılmış; giderek
önemini yitiren Enderun’un25 yapısı değiştirilmiş, 1831’de Enderun Nazırlığı, 1832’de de
Ali Çankaya’nın tespitine göre, Erken Cumhuriyet dönemindeki algısı için Başbakan İsmet İnönü’nün 4
Aralık 1936’da Mülkiye’nin kuruluş yıldönümünde sarf etmiş olduğu: “Bundan iki yüz sene evveline şöyle
bir göz atarsak, görürüz ki, Devletin başına devlet idaresi hakkında hiçbir şey duymadan, on sene zindanda
aklî muvazenesi kaybolmuş, cahil ve deli bir padişah; çevresinde bu zavallıyı istismar edip kendi kasalarını
doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir takım cahil dalkavuklar (…) Altı yüz senedir böyle bir ânı
bekleyen dâhilî ve hâricî düşmanlar (…) Bu manzara karşısında nasıl olup da devlet bir hafta içinde
batmamış diye hayret edersiniz. Hayret etmeyiniz arkadaşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nda yetkili devlet
adamları yetiştirmek için kurulmuş mükemmel bir Enderun Mektebi vardı ki, oradan nâmusuna ve bilgisine
güvenilmeyen adam çıkmazdı (…) Öyle ki merkezden memleket zararına bir emir çıkınca huduttaki
bayraktardan, en uzaktaki defterdara varıncaya kadar, nâmuslu elden nâmuslu ele geçe geçe, nihayet
25
76
Mabeyn Müşirliği kurulmuştur26. “Merkeziyetçilik açısından kendisinden önceki
yönetimleri aşan bir yoğunlukta yenileşme politikası izleyen” II. Mahmut, devlet
teşkilatını ıslah ederek bürokratik bir devlet kurma çabasına girmiştir (Demirci, 2015: 6).
Reformlar konusunda sert tedbirlere başvurulmuş, âyanların belli başlıları saf dışı
bırakılarak merkeze bağlı siyasal birliğin sağlanmasında ciddi mesafeler alınmıştır. Vakai Hayriye olayıyla yeniçeriler dağıtılarak yerine 16 Haziran 1826’da düzenli orduya
geçilerek anlamı “Muhammed'in zafer kazanmış orduları” olan Asakir-i Mansure-i
Muhammediye adlı bir ocak kurulmuştur. Ordu yenilenmesi olarak kabul gören girişimle
merkezi bürokrasi güçlendirilip ordu saflarındaki siyasileşmeye engel olmak istenmiştir
(Kahraman, 2010: 72). II. Mahmut’un 1826 yılında yeniçeri ocağını ortadan
kaldırmasından sonra 1876 yılına kadar Osmanlı ordusunun siyasi yönetime doğrudan
müdahalesi görülmemiştir. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması sonrasında Tanzimat
döneminde yönetimde modernleştirici sivil bürokratların ağırlığı artmıştır.
Reformcular oldukça geleneksel bir ekonomik ve toplumsal yapı ile kökleşmiş bir
siyasal düzenin yanına modern bir orduyu eklemeye çalıştılar. Yeni bir düzen bulma
mücadelesi sayesinde Osmanlı toplumundaki en örgütlü güç olan ordu ve askeri okullarda
eğitim almış subaylar, kendilerini diğer sınıflardan üstün gören Bonapartist bir anlayışla
âdetâ bir kurtarıcı gibi reformun öncüleri ve aydınlanmanın yegâne temsilcisi olarak
gördüler. Çünkü Batı’ya ulaşmak için bilgi gerekliydi ve bu bilgiye sahip olanların sayısı
da oldukça sınırlıydı, ulaşabilenler de daha çok da ordu mensuplarıydı (Belge, 2011: 662).
Subaylar geleneksel toplumdan onları ayıran bu eğitim sistemleri sayesinde gerek tüzel
kimliklerini gerekse siyasi misyon duygularını keskinleştirdiler (Hale, 1996: 59). Orduda
başlayan bu reform hareketleri, kök salmaya başladıktan sonra bunları başka alanlarda da
takip eden diğer reformlar izlemiştir.
2.1.1.2- Tanzimat Dönemi
Bu reform süreci kendi içinde belli aşamalar içinde izlenebilir. Sultan Abdülmecid
zamanında Reşit Paşa tarafından düşünülüp yazılmış ve 3 Kasım 1839 yılında İstanbul
Gülhane Parkı’nda okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat
Fermanı bir döneme adını vermiştir. Herşeyin başlangıcı kabul edilen Tanzimat dönemi
reformları, özünde eğitimin çağdaş bir çizgide yol almasını sağlayan, mevcut kurumları
memlekete en az zararlı şekilde tatbik mevkiine konurdu. O sâyededir ki devlet boncuklu İbrahim
döneminde üç yüz sene ayakta durabildi” (akt. Demirci, 2015: 2-3) sözleri Enderun’a verilen önemi
göstermesi bakımından etkileyicidir.
26
Dönemin eğitim kurumları ve sistem içerisindeki ağırlığı hususunda, bkz. (Demirci, 2015: 1-3).
77
yıkmadan yerine yenilerini kurmayı önceleyen, bunu da yeni kadrolarla şekillendirmeyi
düşünen bir kurtarıcılık iradesinin dile getirilmesidir. Tanzimat Fermanı “tek taraflı ve
yukarıdan aşağıya doğru bir eylem” (Tanör, 2010: 60) olarak hiçbir teminat
göstermeksizin yasa karşısında bütün yurttaşlara eşit hak ile mal ve can emniyeti vaat
ediyor, mali, askeri ve adli sahalarda bazı reformları ileri sürüyordu. Tarihçilerin Bab-ı
Âli yüzyılı olarak adlandırdıkları bu dönem, Osmanlı Devleti’nin reformcu paşalar eliyle
hukukun, ordunun, devletin yeniden şekillendirildiği bir devirdir. Tanzimat dönemi sivil
bürokrasi çağıdır. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra inisiyatif tamamen sivil
bürokrasiye geçmiştir. Kurumsal yapı ve yönetim tarzı açısından bu dönemde Avrupa’nın
meydan okuyuşuna, Osmanlı Devleti “merkeziyetçilik”le cevap vermiş, ülkenin
dağılmasını ve çözülmesini engellemek için merkezi idare güçlendirilmiştir (Demirci,
2007: 4-12). Babıalî, “Tanzimat’ın ilanından 1871 yılına kadar ülkeyi bir bürokrasi
diktatörlüğüyle idare etti. Bu dönemde Babıalî bürokrasisine göre memlekete anayasa ve
meclis değil bunların dışındaki modern kurumlar gerekmektedir”. Bürokrasi burada
geleneksel bir eğilimi savunmamıştır, üstelik kendisini zamanla “yüksek siyaset aktörü”
olarak (Hanioğlu, 2006: 127-128) görecek potasiyele ulaşmıştır. Bu Osmanlı
modernleşmesinin bir sonraki aşamasını da etkileyecek bir özelliğiydi. Rejimin
temellerinin ne olduğu hususunda bir tekel oluşturacak ve bu alanda uzlaşmaya kapıları
kapatacak bir anlayışın demokratik temsile dayanmayan kurumlarda karşımıza çıkması,
bunların böyle bir şeye talip olmaları geçmiş Tanzimat yüzyılında aranabilir.
Tanzimat döneminde sivil-asker ilişkileri bağlamında değerlendirilebilecek
sıradışı tek olay, içine subayların da karıştığı Abdülmecid'i devirip Abdülaziz'i yerine
tahta geçirmek için yapılmış başarısız bir darbe girişimi olan Kuleli Olayı’dır.
Kendilerine “Fedailer Cemiyeti” diyen bir grup Sultan Abdülmecid’i devirmek için
komplo girişiminde bulunmuştur. Devletin yönetimini beğenmeyen bir kısım alt ve orta
rütbelilerden oluşan askeri erkânla, mülkiye memurları ve ulemadan oluşan 40-50 kişilik
liberal fikirli bu cemiyet, kimilerine göre 1876 anayasal hareketin öncüleri olarak kabul
edilmişlerdir. Üyelerinin tutuklanmasıyla bastırılan bu olay daha sonra ortaya çıkacak
olan Yeni Osmanlı hareketi üzerinde etkili olmuştur. Ardından meşruti idare sistemini
benimseyen Osmanlılar arasında teşekkül eden bu hareket, bir cemiyetin çatısı altında
birleşti (1865). Bu hareket çok az sayıda üyeyle gizlice toplanan bir oluşumdu. Gizli
olması da onları tercihinden çok ülkedeki sahip olduğu bürokratik despotizme karşı
aldıkları tedbirlerin yansımasıydı. Amaçları karar mekanizmalarında kendilerinin de
78
bulunmasını sağlayacak düzenlemelerdi. “Biz de varız, bizim de fikirlerimiz var,
bilgilerimiz var, bize de sorulması gerek” temel düşünceleriydi. Osmanlı devlet yapısında
bunun anlamı ise parlamentoydu (Belge, 2011: 554). Paris ve Londra’da faaliyet gösteren
Cemiyet, yapılan reformların laik niteliklerini eleştirip imparatorluğun şeriata gerektiği
gibi uymadığını, devletin dayandığı ruhî temellere aykırı olarak idare edilmeye
başlandığını iddia ediyordu (Karpat, 2010: 98). Cemiyet’in içindeki en kuvvetli şahsiyet
olan Namık Kemal, yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra ortaya çıkan din dışı
usullerle kendi hâkimiyetini yürüten bir padişaha itaati tasvip etmiyordu.
2.1.1.3- I. Meşrutiyet ve II. Abdülhamid Dönemi
Bu dönemde Avrupa, Fransız Devrimi’nden beri alttan gelen taleplerle
sarsılmaktaydı. Liberaller, cumhuriyetçiler, radikaller, sosyalistler vb. farklı gruplarla
ciddi bir çoğulculuk söz konusuydu. Her yerde, en despotik ülkelerde bile iktidarı
paylaşmak, ülkenin gidişinde söz sahibi olmak isteyen seçkinler vardı. Toplumsal yapıya
göre orta sınıf, mülk sahibi burjuvazi başı çekebiliyor ya da kentli serbest meslek erbabı
kişiler öncü bir rol oynayabiliyordu. Osmanlı toplumu ise bunların çok gerisinde olmakla
birlikte büsbütün dışında da değildi. Burjuvazinin yokluğunda, “Yeni Osmanlılar
Cemiyeti” gibi aydın denilebilecek okuryazarlardan oluşan bir grup, çoğunlukla ülke
dışında Babıâli’ye dönük eleştirileri yayın yoluyla dile getirmiştir (Belge, 2011: 557).
Cemiyet’in asıl isteği ülkenin geri gidişine ve parçalanmasına engel olmak, siyasal
sistemin yapısında değişiklikler yapmak ve mutlak iktidarın meşruti iktidara dönüşmesi
için anayasa, meclis ve seçim kanallarıyla padişahın yetkilerinin kısıtlandığı parlamenter
bir sisteme geçmekti. Yani bir bakıma Cemiyet, bir kurtarıcı edasıyla bu devlet nasıl
kurtulur sorusuna cevap aramaktaydı.
1876 Anayasası modern ordunun ilk darbesi üzerine gündeme geldi. 1826 sonrası
tesiri hayli azalan ordu, tekrar siyasi değişimde belirleyici rol oynadı. 1870’e gelindiğinde
ise sarayla Babıalî arasında yaşanan iktidar mücedelesinde saf tuttu. Tamamen şahsî
sebeplerle Abdülaziz’e karşı çıkan Serasker Hüseyin Avni Paşa bir yana, padişahın
yetkilerine kimi kısıtlamaların konulması gerektiğine inanan üst düzey sivil ve askeri
memurlar süreç içinde etkin rol oynadı (Hale, 1996: 60-65). Hale’ e göre devrim üç
grubun birleşmesiyle meydana geldi. Birinci grup, Osmanlı imparatorluğunu reform
konusunda baskı altına alan ve topyekûn çöküşüne engel olmak isteyen dış unsur yani
Batılı güçlerdi. İkinci grup 1860 yılından itibaren canlanan basın ve yayın hayatında
79
Şinasi, Namık Kemal, A. Suavi, Ziya Paşa gibi dönemine göre liberal ve reformist fikirleri
ülkeye taşıyan ve I. Meşrutiyeti yaratacak olan aşağıdan yukarıya bir hareketin habercisi
olan (Tunaya, 1982: 250-252) ve Genç Osmanlılar olarak bilinen aydın şahsiyetlerdi.
Ortak ve işlenmiş kalıcı bir doktrini olmayan Genç Osmanlılar yönetimin keyfiliği,
mutlakiyetçi anlayışı, ekonomik çöküntü, bağımlılaşma, yabancı etki ve müdahalelerin
artması, eşitlik uygulamalarının Müslümanlar aleyhine sonuçlar doğurması gibi
hususlarda eleştiriler getiriyorlardı. Özgürlüğün gerçekleşmesi, vatan sevgisi, anayasalı
bir rejim, yürütmenin denetlenebileceği bir meclisin kurulması da önerdikleri fikirler
arasındaydı (Lewis, 2008: 212). Son grup ise padişahın yetkilerine kısıtlama getirilmesini
isteyen daha pragmatik Tanzimat’ın üst düzey sivil ve askeri memurlarıydı, Mithat Paşa
ve Askerî Mektepler Nazırı Süleyman Hüsnü Paşa gibi27. Meşrutiyet’in ilanındaki bir
diğer gelişme Balkan anayasacılığının payıdır. Eski Osmanlı eyaletlerinin, Romanya,
Sırbistan ve Yunanistan gibi, özerkleşme ve bağımsızlaşma süreçlerinde yaşamış
oldukları anayasal deneylerin, Osmanlı toplumunu etki altında bıraktığı ve siyasal
seçkinleri etkilediği bilinmektedir. Dolayısıyla bu yenilik Osmanlı devletinin hâkim
olduğu coğrafyaya yabancı değildi (Demirci, 2007: 5).
Gerek yetersiz olan Genç Osmanlılar gerekse ordu üst yönetiminin darbe yapacak
güçte olmaması sorunların çözümü konusunda elverişli ortamın bulunmadığını
göstermekteydi. Yapılması gereken tek şey, bir halk ayaklanmasını organize etmekti,
nitekim medrese öğrencilerinin (Talebe-i Ulum Hareketi) katılımıyla gerçekleştirilen
ayaklanma sonucunda Mahmut Nedim Paşa Abdülaziz tarafından azledilmiş, yerine
Mütercim Mehmet Paşa atanmıştır (Tanör, 2012: 124). Daha sonra sırasıyla Abdülaziz ve
V. Murat tahttan indirilmiş yerine Mithat Paşa ile yapılan ikili görüşme sonucunda II.
Abdülhamit tahta çıkmıştır28. Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle, anayasal ve
parlamenter yönetime giden yoldaki ilk girişim olan (Lewis, 2008: 207) Kuleli olayı
hariç, 1826’dan beri ilk defa bir hükümet, askerin içinde yer aldığı komite tarafından
görevden alınmıştır. Fakat burada dikkat çeken unsur hal olayı Yeniçeri ayaklanmasına
benzer nitelikler taşısa da sivil unsurları da kendi içinde barındıran bir hareketti. Hasan
Hayrullah ve Midhat Paşa gibi sivil bürokratların için de olduğu bu olayın sonucunda
Süleyman Hüsnü Paşa hakkında detaylı bilgi için bkz. TDV Ansiklopedisi, (2010), cilt: 38 s.89-92.
1827’den beri tecrübe edilmeyen tahttan indirme mekanizması Abdülaziz ve V. Murat için yeniden
işlemeye başlamıştır. Burada ulema-asker iş birliğinin yeniden ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Yalnız
tek fark askeri unsurun artık Yeniçeri değil, Yeniçerilerin kaldırılmasından sonra modernleşmeye başlamış
olan silahlı kuvvetler olduğudur. Bu süreç 1908 yılından sonra daha da hızlanacak bürokrasinin üst
kademesi de bu harekete iştirak edecektir (Tanör, 2012: 126-127).
27
28
80
takdim edilen fetvada kullanılan “millet kavramı” siyasi bir kuvvet olarak zikredilmiştir
ki bu olayın sadece bir askerî hareket olmadığını göstermiştir (Alkan, 2006: 25). Sultan
II. Abdülhamit’in tahta geçmesinden 16 hafta sonra 23 Aralık 1876’da Avrupalı güçlerin
temsilcileriyle Osmanlı hükümeti arasındaki barış koşullarını görüşmek üzere İstanbul’da
toplantı halindeyken imparatorluğun ilk anayasası ilan edildi. Osmanlı devrinde I.
Meşruiyet olarak adlandırılan ve mayalanmasını Tanzimat yıllarına dayanan bu olay,
Devlet-i Osmaniye’nin, bir orta sınıf (burjuvazi) yokluğunda ordunun ciddi desteğiyle
elde edilen ilk anayasal reformdur. Kendinden sonraki birçok gelişmelerin kaynağı
konumunda olan Meşrutiyet, bir döneme adını vermiş Tanzimat’la birlikte devlete ve
kurumlarına Batılı bir anlayışı kazandırmada otuz senelik bir süre içinde tedricen bir
değere dönüşmüştür. Cumhuriyete miras kalan memur-asker-aydın iradesinin kökenlerini
bünyesinde barındırmakla beraber, parlamenter düzenin hayata geçtiği bir dönemi de
ihtiva etmektedir.
Atatürk bu anayasal adımı “(…) Üçü Hristiyan olmak üzere on altı memur, on
ulema ve iki askerden mürekkep bir heyet Babıâli’de toplandı ve bu [elindeki Kanun-ı
Esasi’yi göstererek] kitabı yazdı! Bu kitap milletin arzu ve isteklerini gerçekleştirmek
için değil (…) Düşmanlarımızı muvakkaten memnun etmek gayesini gözetmiş bir
kitaptır” diyerek, toplumdan gelen bir itme olarak değil daha çok yönetici kişilerin ve
Avrupalı muhatapların isteklerine bağlı olarak şekillendiğini dile getirmiştir (Tanör,
2010: 14).
Öyle de olsa Meşrutiyet vatandaşlara bir takım haklar tanıyarak Mebusan ve
Âyan Meclisinden meydana gelen çift meclisli bir parlamenter sistem öngörüyor; çevre
merkez karşısında yer ediniyor; ama diğer taraftan Padişah’ın yetkilerine dokunmuyordu.
Padişah istediği zaman yasama meclisini toplantıya çağırıp istediği zaman dağıtma
hakkına sahipti. Ayrıca yürütme organının üyelerini de istediği gibi tayin edip istediğinde
de görevden alıkoyabiliyordu. Aslında bugünün gözlüğüyle bakıldığında güçlü bir
liderlik konumunu koruyan ve sözde bir meclis yapılanmasına izin veren bir sistem gibi
görünmüş olsa da dönemin koşullarına göre hatırı sayılır bir gelişme olarak dikkat
çekmekteydi. Zira I. Meşrutiyet ve onun neden olduğu kurumlar, daha sonraki
dönemlerde görülecek olan demokrasi zihniyetinin mirasını bünyesinde barındırıyordu.
İlk Mebusan Meclisi, 19 Mart 1877’de toplandı. İkinci toplantısı ise bir sene sonra
gerçekleştirildi; ama hükümetin sert eleştirilere maruz kalması nedeniyle Meclis, geniş
yetkileri olan padişah tarafından dağıtıldı.
81
I. Meşrutiyet denemesinin kısa süre sonra başarısızlıkla sonuçlanmasını, siyasi
partilerin eksikliğine bağlayan Karal, düşüncesini “bilindiği gibi meşrutiyet idaresi her
şeyden önce, onu destekleyen, tavazzuh etmiş siyasi bir partiye veya partilere ihtiyaç
gösterir. Hâlbuki meşrutiyet böyle organik partiler kurulmadan ilan edilmiş ve devam
etmiştir” diyerek ortaya koymaktadır (Tanör, 2010: 79).
Bundan sonrasında 1877 ile 1908 yılları arasından yaklaşık 30 yıl sürecek olan II.
Abdülhamid’in istibdadı başladı. 1876 yılında Kanun-i Esasi ilanından yaklaşık iki ay
sonra Mithat Paşa sürgüne gönderilmiş ve Meclis faaliyetlerine süresiz ara verilmiştir. II.
Abdülhamit’in sıkı merkeziyetçi uygulamaları dikkat çekmekte olup dönem Hamidiye
rejimi, Abdülhamit mutlakiyeti, Yıldız rejimi ya da istibdat devri olarak adlandırılmıştır
(Demirci, 2007: 10-11).
Padişahı güçlü bir konuma koyarken onu aynı zamanda sorumsuz sayan29 Kanunu Esasi’yi yürürlükten kaldıran, anayasalı rejime geçişi temin eden güçleri tasfiye eden
ve mutlakıyet rejimini başlatan II Abdülhamit, imparatorluğu güçlendirme ve yeni bir
teknokrat sınıfı oluşturma adına bir dizi reforma girişti. Vergi sistemiyle maliye sistemi
iyileştirildi, demiryolları ve telgraf hatları kuruldu, ilkokulların sayısını iki katına,
rüştiyelerin sayısını dört katına çıkarıldı, Harp okullarının temelini oluşturan Mekteb-i
Harbiye, Darül-Fünun-i Osmaniye, ilahiyat, matematik, fen ve edebiyat fakülteleri
açılarak bir anlamda “pasif modernleşmenin” adımları atıldı.
İlk kez idarede asker sivil ayrışmasına gidildi ve idare sivil bir hal aldı. İdaredeki
bu ayrışma sayesinde ordunun yönetime doğrudan doğruya dâhil olma imkânı tasfiye
edilmiş oldu. Bu bağlamda, eskinin hem komutan hem de yöneticisi olan valinin yerine
sadece komutan olan ordu komutanları getirilmiştir. II. Abdülhamit’in bu hareketi,
ordunun siyasete ne kadar zarar verebileceğini görmesi bakımından önemlidir. Gerek
Kanun-i Esasi’nin ilanında gerekse modern okullarda yetişen subay kadrosunun
davranışlarında görülen siyasi karakterler, padişahın bu önlemleri almasında etkili
olmuştur. İlk başta Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren komutanları yurdun çeşitli
köşelerine gönderdi. Harp Okulu mezunlarını İstanbul dışındaki ordulara atamaya özen
gösterdi. Ülke artık Yıldız Sarayı’ndan idare edilmeye başlandı, Saray bir nevi askerî
politika, harekât ve eğitim ile personel merkezi haline gelmeye başlamıştı (Özdağ, 2006:
36). II. Abdülhamit dönemi modernleşme süreci içinde ordu sınırlı bir otonomi içinde
1982 Anayasası’ndaki Cumhurbaşkanlığı gibi. “Zat-ı Hazret-i Padişahinin nefs-i hümayunu mukaddes
ve gayri mesuldür (md.5), bkz. (Tanör, 2012: 143).
29
82
siyaset dışında sultana sadakat prensibiyle varlığını korudu30 Tunaya, II. Abdülhamit’in
bu girişimlerini, “Abdülhamit rejimi, kendisini yıkan İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu
iktidardan daha sivildi” (akt. Cizre, 2006: 142) diyerek önemli bir farka dikkat çekmiştir.
2.1.1.4- Jön Türkler Hareketi ve II. Meşrutiyet
Padişah’ın Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırması neticesinde önce imparatorluk
içerisinde daha sonrada dış memleketlerde gizli cemiyetler kurulmaya başlandı. İlk
örgütlenme İttihad-ı Osmaniye adı altında Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) olmuştur.
Daha sonra Osmanlı İttihat ve Terakki adını alan bu yapı, ses tonunu yükselterek
muhalefetini sertleştirmiştir.
Memur, subay, ulema ve Harp Okulu çevrelerinde
örgütlenen Jön Türklerülke dışında basını kullanarak propaganda faaliyetlerine başladı.
Amaç II. Abdülhamit istibdadına karşı birlikte hareket etmekti. O nedenle yönetime karşı
yükselen muhalif sesler ancak açılan askeri okullar kanalıyla subay kesiminin yoğunluk
kazanan istibdat karşıtı duruşu ve ordu desteğiyle vücut bulabilmekteydi. Kuvveti yegâne
yöntem olarak benimseyen ve iktidarın silahlı kuvvet kullanarak elde edilmesini
hedefleyen bu kurtarıcı, bonapartist, seçkinci hareket, burjuvazinin yokluğunda, inkılabı
ancak aydın ve bürokratlar ve ordunun teşkil ettiği bir entelijansiyanın, Kahraman’ın
(2010: XII) ifadesiyle yine ordu-bürokrat-aydın ittifakı olan “tarihsel blok”un
yapabileceğini düşünüyordu.
İçerisinde askeri kadroları da barındıran Jöntürk muhalefetinin yegâne gayesi,
yürürlükten kaldırılmış olan Kanun-u Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymak, devleti
özerkliğini ve coğrafi bütünlüğünü yeniden kurarak kurtarmaktı (Keyder, 2010: 73).
Farklı memleketlere dağılmış olan Jön Türk gruplarını bir merkezde toplama adına
Paris’te 4 Şubat 1902’de gizli bir toplantı düzenlendi. Hem şahsi çatışmalar hem de
tasarlanan iç ihtilale, ordu ve dış yardımın dâhil edilip edilmemesi konusundaki fikir
ayrılıkları nedeniyle toplantı iki gruplu bir oluşumun doğmasına vesile oldu.
Müdahalecilerin yani ihtilale ordu ve dış yardımın katılması görüşünü savunanların
başında bölgesel özerklik ve yerinden yönetim ilkelerine ağırlık veren Prens Sabahattin
gelmekteydi.
Bunların fikir olarak yani özerklik ve yerinden yönetim düşüncesinin karşısında
yer alan ve başında Ahmet Rıza’nın olduğu grup ise Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti
“Ordu-siyaset, cunta-darbe” Şükrü Hanioğlu, Sabah Gazetesi, (31.07.2016), bkz.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/31/ordu-siyaset-cunta-darbe (10.12.2016).
30
83
adı altında toplandı. Şerif Mardin’e göre İttihat ve Terakki ideolojisi, Jön Türkler ve Genç
Osmanlıların Batı kaynaklı düşünsel temellerine dayanmaktaydı. Aydınlanma ve Fransız
Devrimi geleneklerine bağlı olan İttihat ve Terakki, Avrupa’da tartışılmakta olan
fikirlerin popülarize edilmiş şekillerinin etkisi altında kalmış ve büyük teorisyenlerle halk
arasında aracı rolünü oynayan ikinci derecedeki düşünürlerin görüşlerini, kendi fikir
dünyalarına intikal ettirmişti (Mardin, 1994: 22-23). Paris’te pozitivistlerden etkilenmiş
ve onların derneğine girmiş olan Ahmet Rıza, onların parolası olan Order of Progress’i
(düzen ve ilerleme) yeni Türk hareketinin parolası haline getirmek istemiş, ufak bir
değişiklik ile Cemiyet’in adı İttihat ve Terakki (Union of Progress) olarak kabul edilmiştir
(Ülken, 2001: 125). Fransa’nın aksine İttihat ve Terakkicilere göre önce birlik
sağlanmalıydı ki sonra ilerleme gerçekleşsin31. Bir ulus olan Fransa’nın oluşan
kargaşadan kurtulmanın yolu düzenden; bir imparatorluk olan Osmanlı için ise
bunalımdan kurtulmanın yolu birliğin sağlanmasından geçmekteydi. Batı düşüncesini
özgürlük adına Osmanlı toplumsal yapısına entegre etmek istemişler; ancak getirmek
istedikleri
yeniliklerin
Osmanlı
toplumsal
yapısıyla
uyuşmaması
sorunuyla
karşılaşmışlardır. 1902’de Jön Türk kongresinde Prens Sabahattin, söz konusu yapı
sorununa dikkat çekmiş ise de 1908 sonrasında Ahmet Rıza grubu öne çıkmış ve Prens
Sabahattin’in bu düşünceleri havada kalmıştır.
Ahmet Rıza ve onun yanında yer alanlar, “işi seçkinci otoriter tezleri ya da aydın
despotluğunu savunmaya kadar götürüyorlardı” (Tanör, 2012: 171). Zira Osmanlı’da
büyük bir saygıyla padişaha bağlı olan halk, Jön Türklerin beklediği şekilde ihtilâl
yapmadığı için zamanla artık JönTürklerin güvenmedikleri bir unsur olmuştu. Jön
Türkler’in asıl amacı halka yönelmek değil, siyasal bir elit meydana getirerek toplumsal
ve siyasal süreçlere ağırlığını koyamayan halkı kendileri vasıtasıyla yönlendirebilmekti
(Kahraman, 2010: 38). Merkeziyetçi, seçkinci, otoriter anlayış Cumhuriyet Türkiyesine
de intikal etmiştir. Burada halka bir ayaklanma hakkı tanındıysa bu yönetimin bir
seçkinler zümresine geçmesi içindir. Jön Türklerin asıl hedefi siyasi liderlik yapabilecek
sınıf yetiştirmekti, parlamenter ve temsili bir sistemin kurulması ise halkın eğitilmesinden
sonraya bırakılmalıydı (Kahraman, 2010: 23). Toplumun sorunları tepeden bürokrasi
vasıtasıyla yasalarla çözülmeli, merkezi bürokrasi modernize edilerek toplum karşısında
güçlendirilmeliydi (Eryılmaz, 2002: 136). JönTürk ileri gelenlerinden Ahmet Rıza
“Askeri gücün zayıflaması (…) Askerliğe itibarın azalması çok tehlikeli görülmektedir
31
Ahmet Rıza önderliğinde hazırlanmış olan İttihat ve Terakki’nin programı için, bkz. (Akşin, 1987: 33).
84
(…) Askeri personelin ikinci sınıf vatandaş olarak değerlendirilmesi İmparatorluğa göz
dikmiş bir Avrupa için fırsat sayılmaktadır (…) Ordunun rolü de fethetmek değil,
imparatorluğu kurtarmak[tır] (…) “Gaza” fikrinin yerini “vatanperverlik” fikri alma[lıdır]
(…) Subayların politikaya karışmaları gerekmektedir. Askeri elit, siyasal yaşamda etkin
rol oynayarak iktidarın beceriksizlerin eline geçmesine engel olmalıdır” (Gündüz ve
Bardak, 2011: 98-11) diyerek gerekirse askerlerin siyasal hayata önderlik yapmasını salık
vermiştir. Bu durum Rusya’daki Leninist partinin yapacağı tüm görevleri kalkıp askerlere
yüklemek gibi bir anlama gelmekteydi.
Ahmet Rıza’nın bu devletçi anlayışına karşı tavır alan Prens Sabahattin ise
bürokrasiye, merkeziyetçiliğe ve memur toplum tipine karşı çıkıyor, bireyciliğe, kişisel
özgürlük ve yaratıcılığa önem veriyordu. Bir ideal uğrunda mücadele eden Ahmet Rıza,
Prens Sabahattin ve tüm Jön Türk grupları muhalefetin hayli büyümesine neden olmuştu.
İttihat Terakki Cemiyeti’nin Makedonya kökenli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle
birleşmesiyle (1907) Cemiyet, fikri dinamiklerinin yanısıra eylemci, silahlı bir güçte
kazandı. Rumeli garnizonlarında eğitimli subaylar, II. Abdülmait karşıtı örgütlenmenin
paramiliter unsurları oldu. Fikri kaynakları Ahmet Rızacı kanattan eylemci gücü eğitimli
subaylardan olmak üzere İttihat ve Terakki saraya karşı seferber oldu. Kahraman’ın
(2010:182) “kurucu dönem” olarak anlamlandırdığı ve Alkan’ın (2006: 68-71) ifadesiyle
halk hareketinden ziyade askeri bir ihtilal olan, iktidarı ele geçiren ve Osmanlı
İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan alt ve orta sınıftan
oluşan bu hareket, Padişahı baskı altına alarak parlamenter sistemin tekrar yürürlüğe
girmesine vesile olmuş, ordu da sadece askeri ve teknik alanda değil siyasi alanda da
yenileşme hamlesinde başrol oynamıştır. Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Süleyman Nazif,
Kılıçzade Hakkı’nın aralarına bulunduğu Batıcılar, imparatorluğun kurtuluşunu eğitim
yoluyla aydınlanmada görüyorlardı. Onlara göre imparatorluğun başına gelen bütün
felaketlerin sorumlusu bilgisizlikti. Uygulanacak tedbirler32 olarak da Batılı bir medeni
kanunun kabulünü, şeriat mahkemelerinin yerine laik mahkemelerin kurulmasını, Latin
alfabesinin kabulünü, kaderci zihniyetin yok edilerek tekkelerin kapatılmasını, ulusal
“Jön Türklerin yapmış olduğu reformlar küçük olmakla beraber yeni bir yolun açılmasına yaramıştı. Aile
hukuku ile ilgili davalar şeriat mahkemelerinden alınarak sivil mahkemelere verilmiş, adli sorunlarda tek
yetkili Adliye Nazırı olarak kabul edilmiş, birden fazla kadınla evlenme imkânsızlaştırılmış, tıp ve edebiyat
fakültelerine kız öğrenciler alınmaya başlanmış, kadınların hürriyeti üzerine kitaplar yazılmış, laik okullar
din ulemasının etkisinden çıkarılıp Kur’an-ı Kerim ve bazı dualar Türkçeye çevrilmiştir” (Karpat, 2010:
117).
32
85
ekonominin kurulmasını, sanayileşmeyi, yol ve ulaşım araçlarının geliştirilmesini
savunuyorlardı (Karpat, 2010: 108-109).
Bu devirde gelişen ve Jön Türkler tarafından sahiplenilen bir diğer akım
milliyetçilikti. İlk olarak tarih ve edebiyat eserlerinde gözlemlenen bu akım, siyasi alanda
kültürel birliği kabul ediyordu. 1908-1913 yılları arasında daha belirgin bir şekle giren
anlayışın siyasi yansıması ise Türklerin hâkim durumda oldukları merkeziyetçi bir
Osmanlı Devleti meydana getirmek fikriydi. Birçok aydın tarafından takdir kazanan bu
akımın kuramcısı, İttihat ve Terakki’nin merkez komitesinin üyesi olan Ziya Gökalp’e
göre ulus sadece ırk, coğrafi şartlar, siyasi birlik veya irade gücü üzerine kurulamazdı;
kültüre yani ortak dil, din ve sanata dayanması gerekirdi. Güdülmesi gereken amaç ise
bütün Türklerin kültür birliğine dayanarak kuracakları büyük ülke, Turan’dı (Karpat,
2010: 111-112). Gökalp’in bu ve benzeri konulardaki etkisi özellikle İttihat ve
Terakki’nin tam iktidarını tesis ettiği 1913 sonrasında ortaya çıktı. Kendisi özellikle
Enver Paşa’ya övgü dolu abartılı mısralarla hitap edecekti (Demirci, 2013: 214).
İttihat ve Terakki’nin siyasal yaşamda belirleyici öğe olması, 1907 II. Jön Türk
kongresinde alınan aydın-ordu ittifakının somutlaşmasından sonrasına denk gelmektedir.
Bu ittifak bir ihtilâl fikrini gündeme taşımış, ihtilâlciliğin de münhasıran bir ordu darbesi
esasına dayandırılması fikrini benimsemişti. İttihat ve Terakki’nin bunun dışında bir
ihtilâl
modeline
yanaşmaması
ülkenin
dağılmasından
duyulan
kaygıdan
kaynaklamaktaydı. Yönetime modern okul mezunlarının ağırlığını koymak, tüm halka
siyasal haklar vermek, devletin devamını sağlayarak ülkeyi kalkındırmak temel amaç
olarak belirlenmişti (Akşin, 1987: 32-68). Bu amaç için gerek aydınlar gerekse subaylar
çok farklı yollardan yürüyerek iki konu üzerinde anlaşmışlardır. Bunların ilki “devlet
nasıl kurtarılır” sorusunun taşıdığı öncelik, diğeri ise II. Meşrutiyet sonrasında
somutlaşmaya başlamış olan “kurtarıcılık anlayışı” ve yöntemidir. Bu aydın-ordu ittifakı,
Türk siyasal yapısının vesayet odağını teşkil etmiştir. Sistemin temeli ise toplumun
bilgiye sahip olanlar eliyle dönüştürülmesiydi, dayanak ise pozitivizmdi (Kahraman,
2010: 52-53, 73). Bunu başarmak için ise siyasal mekanizmanın ele geçirilmesi
gerekmekteydi.
Nitekim 1908 yılına kadar amacı sadece padişahı 1876 Anayasası’na riayet
etmekle zorlayan İttihat ve Terakki, sonrasında kendisini ülkeyi idare etmeye hakkı olan
yegâne cemiyet olarak görmüştür. Karpat’a göre iktidar konusunda hazırlıksız yakalanan
İttihat ve Terakki, ilk başlarda iktidara geçmek istememiş bir dernek olarak kalmayı tercih
86
etmişti. Ama diğer taraftan 1908 seçimlerinde kendi adaylarını öne sürmüş ve Mebusan
Meclisini kontrol altına almayı düşünmüş, bu amacında da başarılı olmuştur (Karpat,
2010: 102). Nitekim İttihat ve Terakki’nin hâkimiyetini önleme amacıyla kurulmuş olan
ve programında İttihat ve Terakki’ye göre daha çoğulcu, dini unsurlara yer veren,
Osmanlı Devleti’nde herkesin eşit haklara sahip olmasını savunan, 20 yaşını dolduran
herkesin oy hakkının bulunması gerektiğini kabul eden, eğitim dilinin Türkçe olmak şartı
ile her unsurun kendi okulunu açabileceğini hüküm altına alan, hürriyetlerin
sınırlanmaması, teşebbüs-ü sahsi ve adem-i merkeziyet ilkesine vurgu yapan (1908)
muhalif Ahrar Fırkası (Tunaya, 1984: 185-187) Mebusan Meclisine sadece bir mebus
gönderebilmiştir. Ahrar Fırkası’nın programında yer alan bu unsurlar aslında İttihat ve
Terakki’nin ülke geleceği için tehdit gördükleri fikirlerdi. Fırka düzeyinde başlayan
ademi merkeziyetçilik-merkeziyetçilik çatışması İttihat ve Terakki ile Ahrar’ı karşıt
saflara ayıran önemli bir gelişme olmuştur. İleride Cumhuriyet döneminde irdelenecek
olan “devletin bölünmez bütünlüğüne” dönük hassasiyetin temelleri bu dönemde
atılmıştır.
Siyasal açıdan İttihat ve Terakki ile orduyu asıl motive eden unsur onların devletin
yıkılmakta olduğunu görmüş olmalarıdır. Nitekim Rumeli (Makedonya) sorununun
ortaya çıkması, Rusya, Avusturya ve İngiltere’nin bölge hakkındaki planları, İttihat ve
Terakki mensubu subayları endişeye sevk etmiştir (Akşin, 1988: 181-182). İttihat ve
Terakki’nin amacı, imparatorluğu bölünmekten ve dış müdahalelerden korumak, devleti
kurtarmaktı. Görünüşte cemiyet, özgürlük ve adalet kavramlarına vurgu yapıyordu.
Söylem düzeyinde hedefi, mutlakiyet yönetimine son vererek çağdaş bir yönetim kurmak,
Müslüman olsun veya olmasın, herkese siyasal haklar tanımak ve devletin bekasını idame
ettirmekti.
Abdülhamit yönetimini hedef alan uygulamalara girişen ve bu konudaki tutumunu
sertleştiren İttihat ve Terakki Selanik, Şam ve Makedonya’da gizli örgütlenmelere
gitmiş33, 1907 sonlarına varıldığında da gerek siyasal ve örgütsel kamuoyu gerekse askeri
gücü ile imparatorluğun geleceğini etkileyebilecek bir varlık haline gelmiştir. 29 Aralık
1907’de Paris’te ikinci kez toplanan Jön Türk hareketi Abdülhamit’in tahttan indirilmesi,
parlamentolu bir rejimin yeniden tahsis edilmesi için önemli kararlar aldı. Yöntem olarak
ordu içi propaganda ve ajitasyona ağırlık verilmesi, halkın vergi ödememek suretiyle
pasif direnişe çağrılması, hükümete karşı silahlı ve silahsız direnişler ile grevler
33
Atatürk de bu örgütlenmelerde rol almıştır (Tanör, 2012: 175).
87
düzenlenmesi, genel ayaklanma koşullarının hazırlanması gibi esaslarda mutabakat
birliğine varıldı (Tanör, 2012: 175). Bu çaba Makedonya’da 400 kişilik çetesiyle
Resne’de dağa çıkan Enver Paşa ve Kolağası Niyazi Bey’in ayaklanmasıyla sonuç verdi.
Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki Manastır’da hürriyeti ilan etti. Aynı günün gecesi
Abdülhamit, Kanun-i Esasiye’nin yürürlüğe konduğunu, Meclis-i Vükela mazbatasını
onaylayarak duyurdu. II. Meşrutiyet’in ilanı Osmanlı ordusunun topyekûn kararından
ziyade Rumeli’deki III. Ordunun desteğiyle gerçekleştirilmişti. Tahsin Paşa’ya göre
Rumeli’deki hadisenin İstanbul’a yansıması da bunun bir askeri harekât tarzında olduğu
yönündeydi.34 II. Meşrutiyet’in ilanı kansız ve barışçı bir şekilde gerçekleşmiş, bir saray
darbesinden ziyade içinde askeri unsurları da barındıran seçkinci bir hareketliliğin
ürünüdür. II. Mahmut döneminde başlayan, Tanzimat reformlarıyla ivme kazanan,
Abdülhamit reformlarıyla devam eden bir değişim sürecinin meyvesidir. Bu süreç
neredeyse üç çeyrek asır içinde kendisine sivil ve asker memurlar, modern eğitim almış
diplomalılar arasında geniş bir taban yaratmış, Parlamento açıldıktan sonra ise Osmanlı
tarihi içindeki en kapsamlı demokrasi tecrübesi olarak kabul görmüştür.
Halktan güç almayan 1908 Devrimi’nin doğal olarak halka bir dönüşü de
olmayacaktır; ancak burada ilgimizi çeken yön, halkın bu devrimi gerçekten büyük umut
ve sevinçle karşılamasıdır. En büyük beklentileri de o dönemin deyişiyle hürriyetin
gelecek olmasıdır. Ancak, "İstibdat perdesi kaldırılınca gerçek görülmüştür. Halk devlet
işlerini yakından görmek için sabırsızlanmış, padişahın cebindeki anahtarlarla girilmesi
yasak olan odayı açınca bütün hakikat anlaşılmıştır. Sosyal seviyenin geriliği, siyasi
yapının noksanları ve nihayet yabancı baskısı Meşrutiyet'in de muvaffak olamayacağı
inancını kuvvetlendirmiştir" (Tunaya, 2004: 45).
Yeni Meşrutiyet’in ilk seçimlerini ordu desteğine sahip tek güç olan henüz
partilileşmemiş; ancak Cemiyet anlamında oldukça ağırlığı olan İttihat ve Terakki
kazanmıştır. Egemenlik anlayışında ortaya çıkan tavır değişikliği de bu parlamentoda
kendini göstermiştir. Padişah egemenliği anlayışından milli egemenlik anlayışına doğru
bir kayış gözlemlenmiştir. Ahmet Rıza’nın meclis başkanı olduktan sonra yaptığı
konuşmada “Uhdemize terettüp eden vezaiften biri hâkimiyeti milliyenin kaviyen
“Halktaki tehalükten ziyade ordunun azmi aşikâr idi, ordu behemehâl maksadı istihsâle karar vermişti”,
en büyük, en mühim, en kuvvetli saik ordu olduğu bile tereddüt edilebilirdi, bkz. (Tahsin Paşa. Abdülhamit
Yıldız Hatıraları, 1931.s. 259’dan akt. Alkan, 2006: 91).
34
88
teessüsü” olduğunu açıklaması ve Meclis ’ten de “Millet Meclisi” diye söz etmesi (Tanör,
2013: 185) bunun göstergesidir.
İttihat ve Terakki, sivil ve asker aydınların ortaklaşa yönettikleri bir fırka idi.
İktidar ve egemenlik söz konusu bu iki elit grup arasında paylaşılmış, ülkenin geleceği
ile ilgili siyasi kararlar bu gruplar tarafından alınmıştır. Ancak Fırka’nın asıl dayandığı
güç her ne kadar sivil unsurlara yer açılmışsa da ordu olmuştur. Ordu ile İttihat ve Terakki
Cemiyeti dönem itibariyle iç içe geçmiş yapılardı. Ordunun yönetimle ilişkilerinde
tampon rolünü oynaması beklenen tek kurum olan İttihat ve Terakki’nin, kendisini
[bonapartist bir anlayışla] orduyla özdeşleştirecek bir tutum benimsemesi, geleneksel
Babı-ı Âli bürokrasisi ve padişah nüfuzunun hiçe indirildiği bir ortamda siyasi iktidarın
yeni sahiplerini belirlemekteydi (Alkan: 2006: 227).
Özellikle Meşrutiyet’in ilanı sürecinde İttihat ve Terakki ile ordu imajının
birleşmesi, ordunun, İttihat ve Terakki’nin ve dolayısıyla Meşrutiyet’in koruyucusu ve
kollayıcısı olarak tanınması muhalefet hareketine demokratik manada ket vuruyordu.
Nitekim ordunun temel vazifesi Meşrutiyet tehlikeye girerse Meşrutiyet koruyucusu
sıfatını takınan İttihat ve Terakki’nin yardımına koşmaktı. Ordu, yalnızca İttihat ve
Terakki’nin destekçisi konumunda yer alarak rejimi koruyan asli unsur olarak kabul
görmüştür. Zira Ahmet Rıza’nın Neue Freie Presse’ye vermiş olduğu demeçte sarf etmiş
olduğu “(…) Bizim şimdi asıl vazifemiz Kanun-u Esasi dairesinde teşekkül eden heyet-i
hükümeti, irticaiyyun tarafından bir hareket vukuu tehlikesine karşı müdafaa etmektir
(…) Zât-ı Hazret-i Padişahının vaad ve teminat-ı şahanelerinde sebat ederek Kanun-u
Esasi’yi ihlâl buyurmayacağına itimat etmekte ve bu babda Kanun-u Esasi için hayatını
göze aldıran orduya güvenmekteyiz” sözleri de bu tespiti pekiştirmektedir, (bkz. İkdam,
23.09.1908, akt. Akşin, 1987: 166).
Berkes’e göre de, İttihat ve Terakki’nin asıl unsuru idealist, marjinal kişilerdi ve
hiç bir zaman çoğunluğu temsil etmiyordu. Tek güven duydukları kurum, modern
orduydu. Abdülhamit yönetimini hedef alan muhalefet için başvurulması gereken tek yer
Rumeli’deki orduydu, üstelik ordu Bab-ı Âli bürokrasiyle birlikte toplumdaki en organize
güç konumundaydı. Bu anlamda ister İttihat ve Terakki ister iktidarı ele geçirmek için
çaba sarf eden başka bir fırka olsun ordu ile ittifak etmek zorundaydı (Berkes, 2013: 397).
İttihat ve Terakki ile orduyu aynı şey olarak kabul etmek ya da diğer bir tabirle orduyu
rejimin bekçisi gibi görmek uzun yıllar boyunca ordunun politikaya bakışında etkili
olmuştur. Her ne kadar 31 Mart Vakası tecrübesi ordunun artık siyasetin dışında tutulması
89
tartışmalarına neden olsa da Yıldız Sarayı etrafındaki askerî yoğunluk, İttihat ve
Terakki’yi iktidar olmak için ordu ile birlikteliğe mecbur bırakıyordu. Ama diğer taraftan
kendisine karşı gelişebilecek bir askerî tepkiye karşı da askerin siyasete girmesine karşı
tavır alabiliyordu35. Bu noktada İttihat ve Terakki’nin orduyu siyasileşmeye doğru iten
bir unsur olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Siyasal düzende köklü değişiklikler
peşinde koşan, ciddi bir sosyal taban ve halk desteğinden mahrum olan İttihat ve Terakki
için orduyla iş birliği zaruret derecesinde önem ihtiva etmektedir.
İttihat ve Terakki diğer taraftan yasama organındaki hâkimiyeti ile padişahın
yürütme yetkilerini kontrol altında tutuyordu, zamanla siyasetin içine daha fazla girdi,
üyelerinin sebep olduğu eleştiriler karşısında kendi saflarında yer almış olanlar tarafından
kurulan muhalefet partilerini yok etmeye kalkıştı. Cemiyet Padişah kontrolünün
zayıfladığı ortamda rekabet eden; ama kendisi gibi düşünmeyen siyasi cemiyetlere hayat
hakkı tanımaz oldu. Padişah’ın iktidarından şikâyet edip meşrutiyeti savunanlar kendileri
iktidara geldiklerinde aynı baskıcı tutumu sergilemekten geri durmadılar.
İttihat ve Terakki’nin bu davranışında Fransız İhtilali ile eşdeğer gördükleri 1908
II. Meşrutiyeti ve ona yükledikleri anlam yatmaktaydı. İttihatçılar II. Abdülhamit
dönemini eski rejim olarak yaftaladılar. Onlara göre modernlik, kendileri tarafından
temsil edilmekte, saltanat ve onun sembolleri ikinci plana atılmaktaydı. Black (1986:100102) Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri çalışmasında yedi farklı çağdaşlaşma modelinden söz
etmektedir. Bunların içinde 1908 Osmanlı modernleşmesini, “geleneksel önderliğin
kendi eseri ola[n] geçmişle ilişkilerin koparılması” olarak nitelemekte ve “dışarından
doğrudan doğruya yapılan bir müdahale olmaksızın, daha önce çağdaşlaşan toplumların
dolaylı etkisi altında çağdaşlaşan toplumlar” olarak tanımladığı bir model içinde
açıklamaktadır. Black’in (1986: 103) çağdaşlaştırıcı önderliğin kendini sağlamlaştırması
olarak ifade ettiği bu süreçte İttihatçılar, bir anda içinden çıktıkları süreci, “yani geçmişi,
eski rejimi, 1908 öncesi addedip, bir “inşâ faaliyeti” içinde olduklarını düşünmüşlerdir.
Nitekim yaşanan bu gelişmeler siyasilerin sadece siyasi alanda sürdürdükleri bir
mücadelede değil aynı zamanda karşılıklı askeri baskınlarla da kendini göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının hafızalarında olumsuz bir tecrübe olan 31 Mart
Vakası, Halaskâr Zabitan, Bab-ı Âli Baskını gibi askeri müdahaleler, bu çekişmenin bir
Ordunun siyasetle ilişkisini bir memleket için son derece sakıncalı bulan Hüseyin Cahit ancak zaruri
halde bazı teşebbüsata cevaz verilebileceğini tabiî bulmaktadır, ona göre, bu noktada iki ihtimal vardır: Ya,
memleketin münevver zümresinden olan zabit, Cemiyet işleriyle meşgul olmamalıdır, ya da orduya siyaset
sokulmalıdır ki, bu da vatanın mahvı demektir (Alkan, 2006: 75).
35
90
ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar Cumhuriyet döneminde sürecek seçkinci
askerî
vesayetin
Osmanlı
modernleşmesinin
son
dönemine
ait
örneklerini
oluşturmaktadır.
2.1.1.5- 31 Mart Vakası
Meşrutiyet’in ilanı daha ilk başlardan itibaren ona muhalefet edenler tarafından
tepkiyle karşılanmıştır. Eski rejimin memurları, alaylı subaylar bu yeni hareketten
fazlasıyla rahatsız olmuşlardı. Sıkı askeri disiplinden yakınan asker de muhalefet
grubunda yer almıştı. Diğer yandan Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, AvusturyaMacaristan’ın Bosna-Hersek’i kendi topraklarına katması, Girit’in Yunanistan’a
bağlanma kararının alınması gibi gelişmeler de Meşrutiyet’i yıpratmış, kadın hareketleri,
işçi grevleri toplumda tedirginliğe neden olmuştu. Devlet otoritesi istenildiği gibi
sağlanamamış, bir iktidar boşluğu oluşmuştu. Bu boşluktan istifade eden “farklı bir elit
topluluğu iktidara gelmek üzere 31 Mart İsyanını” örgütleyerek modern eğitim almış
İttihatçı genç subayların iktidardaki yükselişinin önüne geçerek süreci frenlemek
istemiştir (Demirci, 2007: 21). Nitekim 31 Mart Vakası bu didişmeyi doğrulayan, İttihat
ve Terakki’nin tekelci ve başka hiçbir siyasi yapıya hayat hakkı tanımayan tavrı, henüz
paylaşmacı bir siyaset geleneğinin teşekkül etmediği bir iklimde ve ordunun da içinde
bulunduğu bir darbe girişimi olarak ortaya çıktı (Birinci, 2002: 194-197). Muvazzaf ve
emekli alaylı subaylar ile dindar Müslüman öğrenciler tarafından desteklenen, II
Abdülhamit’in ses çıkarmadığı söz konusu ayaklanma sonucunda Hilmi Paşa, kabinesiyle
birlikte istifa etti ve yerine asiler, saray ve parlamento arasındaki sıkıntılı gidişatı idare
etmeye çalışan Ahmet Tevfik Paşa geçti36.
31 Mart Vakası, yakın tarihimize ışık tutan, Osmanlı neferinin ayaklanarak ve
bizzat siyasete müdahale etme yoluyla kendi namına bir takım haklar talep etmesi
bakımından dikkat çekmektedir. Ayaklanma sadece çavuş ve nefer seviyesinde
görünmemiştir. Nicel olarak ordunun belkemiğini oluşturan kitle geniş bir biçimde isyan
etmiştir. Bu ayaklanma sırasında özellikle Avcı taburlarının Selanik’ten getirilişi
sırasında yoğun bir propaganda ve dezenformasyon faaliyetinin yürütüldüğü
söylenmektedir37. Ayaklanmanın yine bir askeri birlik tarafından bastırılması da Osmanlı
ordusunun içindeki siyasallaşmanın boyutunu göstermektedir.
Zira öncesinde
Söz konusu isyanda İttihat ve Terakki’nin karşısında yer alan bütün grupların talepleri için bkz. (Birinci,
2002: 200).
37
31 Mart Vakası nedenleri ve propaganda faaliyetlerinin neler olduğu konusunda, bkz. (Alkan, 2006: 109112).
36
91
gerçekleşen Edirne ayaklanması, Taşkışla ayaklanması, Avcı Taburları gibi nümayişler
ordunun siyaset sarmalına dolaştığını gösteren önemli olaylardır.
Niyeti padişahı hal etme ve Yıldız rejimine son verme olan 31 Mart hadisesi ile
1826’dan sonra ilk defa Osmanlı Ordusunun iki kuvveti karşı karşıya gelerek mitralyöz
ve top kullanarak kavgaya tutuşmuş ve sonuçta siyasi iktidar bir ordu müdahalesiyle el
değiştirmiştir. Müdahale sırasında II. Abdülhamit’in takınmış olduğu silahla karşılık
vermeme tavrı, hareketin başarıya ulaşmasında etkili olmuştur. “Bu Vaka’nın iktidara
verdiği en büyük en keskin siyaset vasıtası irtica mefhumu oldu” (Birinci, 2002: 206). Bu
olaya kadar Meşrutiyet aleyhtarı hareketler için bütün tarafların birbirlerine karşı
kullanmış oldukları bu suçlama, bundan sonra muhaliflere karşı kullanılan en önemli en
tesirli bir silah olmuştur. Netice itibariyle 31 Mart Vakası en geniş bakış açısıyla
değerlendirildiğinde II. Meşrutiyet’e karşı bir tepki olarak görülmelidir. Birinci’ye (1986:
207-208) göre bu olayın en önemli tarafı hâlâ çok abartılı bir şekilde ortaya konması ve
ancak Hareket Ordusuyla bastırılan bir olay olarak görülmesidir. İttihat ve Terakki bu
olayı alternatifimiz şu kesimdir diyerek kullanmış, bir tehdit, tehlike, korku ve endişe
kaynağı olarak aksettirmiştir. Birinci’ye göre Hareket Ordusu İstanbul’a yürüdüğü zaman
asker çoktan kışlasına dönmüş ve Meclis-i Mebusan mesaisine başlamıştı. İttihat ve
Terakki bu isyanı, iktidarını tek ve rakipsiz bir şekilde kurmak için kullanmıştır.
31 Mart İsyanına ilk tepki İttihat ve Terakki’nin kuruluş yeri olan Selanik’ten
geldi. Abdülhamit’in yükselişine sessiz kalmayan cenah ve Hareket Ordusu olayları
bastırmak, Meşrutiyet’i bir daha hiçbir gücün sarsamayacağı biçimde güçlendirmek ve
Kanun-i Esasi’nin dışında hiçbir kuvvetin olamayacağını ispat etmek için harekete
geçmişti. Edirne’den hareket eden ve olayları gerici bir örgütlenme olarak kabul eden
Rumeli’deki Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu ki, içinde tüm birlikleri
bulunmadığı gibi, sadece Sırp, Yunan, Bulgar, Arnavut ve Makedonyalı çetecilerin
bulunduğu (Özdağ, 2006: 38), ayaklanmayı bastırmış, şehirde sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Yayınlanan bildiride ordunun bir cemiyet ya da partinin değil, bütün Osmanlıların ordusu
olduğu, İttihat ve Terakki ile bir ilgisinin olmadığı vurgulanmıştır (Tanör, 2012: 190).
Nitekim Mahmut Şevket Paşa, ordunun politize olmasını desteklememiş, isyanın İttihat
ve Terakki adına değil ülke adına bertaraf edildiğini vurgulamıştır (Ahmad, 1985: 21-22).
Ayaklanma bastırıldıktan sonra II. Abdülhamit tahttan indirilip yerine V. Mehmet Reşat
geçirildi. Sıkıyönetim ilan edildi. Sultan’ın yetkileri önemli ölçüde kısıtlandı. Sadrazam
ve kabinesi Sultan’a karşı değil parlamentoya karşı sorumlu tutuldu.
92
31 Mart Olayı ile sarayın etkisi kırılmış, modern ordu siyasette öne çıkmıştır.
Genç Meşrutiyet’in daha ilk yılında 31 Mart Olayı’yla sarsılması, ordunun vatanı ve
Meşrutiyet’i korumak, kollamak düşüncesi pretoryan anlayışın tohumlarının atıldığı,
Cumhuriyet’e miras kalan önemli bir gelişme olarak ele alınmıştır. Yaşanan süreç, farklı
düşüncedeki elitlerin birlikteliğinden ziyade çatışmasına örnek teşkil ettiği için elit
bütünlüğünü sarsmıştır. Olaylar sırasında vurgulanan “şeriat” kavramı, sonrasında
yaşanacak olan iktidar mücadelelerinde muhalefeti sindirmek için kullanılacak çok
önemli bir araca dönüştürülmüştür. 31 Mart Vakasının Hareket Ordusu tarafından
bastırılmasından sonra mevcut siyasi ortamı fırsat bilen İttihat ve Terakki eski güç ve
etkisini yeniden kazanmış, muhalefette yer alan Ahrar Fırkası’nın siyasi hayatı sona
ermiştir. İttihad-ı Muhammedi, Fedakâran-ı Millet ve Heyet-i Müttefika-i Osmaniye
partileri kapatılmış, saray etkisiz duruma getirilmiş, Bab-ı Âli bürokrasisi de sindirilip
İttihat ve Terakki’nin tasarrufu altına geçmiştir. Karşısında yer alan siyasî cenahı bertaraf
etmek için sürgün tercihini kullanan İttihat ve Terakki mensupları sayesinde siyasal hayat,
1911 yılına kadar rakip siyasi partilere hayat hakkı tanımayan bir hal almıştır. İktidarı
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan İttihat ve Terakki, 1912 yılında yapılan ve tarihe
sopalı seçimler olarak geçen seçimle, Mebusan Meclisinde kontrolü tamamen ele
geçirmiştir. Hanioğlu’na (2006: 126) göre de 1908 sonrasında neredeyse herkesin taraftar
olduğu “meşrutiyet” ve “meşrutiyetçilik”, İttihat ve Terakki tarafından rejim
savunuculuğu zemininde yeniden tanımlanınca birleştiricilik hususiyetini kaybetmiş,
çatışmacı ve dışlayıcı mefhumlar üretmiştir.
2.1.1.6- Halaskâr Zabitan Vakası
Arnavutluk isyanının sonuçlarından olan Halaskâr Zabitan hareketi, Osmanlı
ordusunun gündelik siyasete ne denli karıştığını göstermesi bakımından önemlidir. 1908
yılında İstanbul’da yapılan ara seçimlerde İttihatçıların oy kaybetmeleri, iktidardan
ayrılmak zorunda kalacaklar şüphesine düşen İttihatçıları, ellerindekileri yitirecekleri
kaygısıyla ve kurtarıcılık misyonuyla karşı eyleme itti. İttihatçılar basın ve cemiyetler
üzerindeki denetimi ağırlaştırdı ve 1912 “sopalı seçimiyle” iktidarı tekrar ele geçirdiler,
ancak bu karşı tarafın tepkisine yol açtı. Mayıs 1912’de İstanbul’daki subaylar,
Balkanlar’daki âsi birliklerin desteğiyle Halaskâr Zabitan olarak bilinen bir grup
kurdular. Kendilerine “Kurtarıcı Subaylar” diyen bu grup seçimlerin yenilenmesini ve
ordunun siyaset yapmamasını talep ediyordu. Hedefleri gayrımeşru addettikleri hükümeti
ve Meclisi dağıtıp yeni ve serbest bir seçimle anayasal meşruiyete geri dönmekti. Bu
93
çerçevede askerin siyasetten elini çekmesini talep ettiler (Lewis, 2008: 302). Halaskâr
Zabitan İttihat ve Terakki’ye ciddi bir darbe vurdu, yeni cunta Padişah’ı parlamentoyu
fesih etmeye zorladılar. Akabinde ülkenin karşı karşıya kaldığı kötü durum (Libya fiilen
İtalyanlara teslim edişmiş, Balkanlarda kaybedilen savaşlar ve Edirne’nin düşme ihtimali)
İttihatçıları harekete geçirdi.
Tıpkı Arnavutluk isyanı gibi 1912 seçimlerinde İttihat ve Terakki’nin bazı ordu
mensuplarını kullanarak müdahalede bulunması, Halaskâr Zabitan Grubu’nu karşı askeri
bir elit olarak harekete geçirmişti. Halaskâr Zabitan tarafından yönetime gönderilen
mektupta grup Kanun-i Esasiye’ye uygun olarak seçimlerin yeniden yapılmasını, her
türlü tesirden uzak olunması şartıyla Kamil Paşa liderliğinde yeni bir hükümetin
kurulmasını,
bunlar
olmadığı
takdirde
de
dökülecek
olan
kandan
sorumlu
olamayacaklarını belirtmişlerdir38. Halaskâr Zabitan Meşrutiyet tehlikeye düşmedikçe
ordunun siyasete karışmamasını, adalet kavramına önem verilmesini, özlük konularında
daha adilane davranılmasını talep ederek pretoryan bir yönetim anlayışına son verilmesini
talep ediyordu.
Her müdahale gibi bu müdahalenin de en çarpıcı sonucu iktidar değişikliğidir,
Meclis’te çoğunluğu bulunduran İttihat ve Terakki ordudan gelen muhalefet hareketi
nedeniyle siyasi olarak zaafa uğramış ve iktidarı kaybetmiştir. Bu hareket aynı zamanda
ordunun siyasete karışmasının da ötesine geçerek, ordu içindeki kamplaşmanın daha da
keskinleşmesine neden olmuştur. Var olan husumet erlere kadar yansımış ve tecrübesiz
kişilerin önemli yerlere getirilmesi nedeniyle ordu güç kaybetmiştir. Hareketin başarıya
ulaşmasının hemen öncesinede benimsenmiş olsa da askerin siyasetle uğraşmasını men
eden kanun39 ve Said Paşa Kabinesi’nde Harbiye Nazırı olan ve ordunun siyaset dışı
kalmasını isteyen Mahmut Şevket Paşa’nın istifası Halaskâr Hareketi’nin en önemli
sonuçlarıdır. O güne kadar Osmanlı ordusunun kamuta kademesi, İttihat ve Terakkici
genç subayların emir komuta zincirinde hareket etmesini istiyor, orduya kurumsal bir
ağırlık kazandırmak için çabalıyor, devletin bekası için bunun önemli olduğunu
Halaskâr Zabitan’ın yönetimden istekleri için bkz. (Alkan, 2006: 166-171).
Özetle kanun, Manastır’da cereyan eden hadiselerin, zabitanın siyasetle uğraşmasının sakıncalarını bir
kere daha göz önüne sermiş, gelecek için vahim sonuçlar doğuracağını belirterek, esasen Harbiye
Nezareti’nce isyancılar hakkında gerekli muamelenin yürütüldüğünü, ancak Askeri Ceza Kanunu’nda bu
gibi cürümlerin cezalandırılmasını ön gören bir madde olmadığı için, bu kanuna lüzum gördüğünü
anlatmaktadır. Söz konusu kanun, siyasi, sosyal gösterilere katılan veya siyasete iştigal eden erkân, ümera
ve zabitan ile bütün askeri personel iki aydan dört aya kadar hapsedilmesi, devamı haline askeriyeden
atılarak iki aydan altı aya kadar tekrar hapsedilmesine, yine hükümetçe tasdik edilmiş veya edilmemiş siyasi
fırkalara giren bütün askeri personel, askerlikten atılarak iki aydan altı aya aya kadar hapsedilir demektedir
(Alkan, 2006: 180).
38
39
94
düşünüyordu. Halaskâr Zabitan’a kadar ki süreçte İttihat ve Terakki’ye hizmetle devlete
hizmet arasında özdeşlik kuran bu kadroları disipline etmek için Mahmut Şevket Paşa
büyük bir uğraş vermiştir. Ortaya çıkan bu sonuçlar, 31 Mart Vakası sonrası doruk
noktasına ulaşan İttihat ve Terakki ordu iş birliğinin nasıl aşındığını göstermesi
bakımından kayda değerdir.
2.1.1.7- Otokratik Modernleşme: Bab-ı Âli Baskını ve İttihat ve Terakki’nin
Hâkimiyeti
23 Ocak 1913 günü Binbaşı Enver Bey daha sonra Bab-ı Âli Baskını olarak
bilinecek saldırıyı gerçekleştirdi. İktidar el değiştirdi, sıkıyönetim ilan edildi. 12 muhalif
idam edilip aralarında Prens Sabahattin’in de bulunduğu dört kişi gıyaplarında ölüme
mahkûm edildi (Hale, 1996: 47-49).
1912’ye kadar iktidarı denetleyen ve iktidara tırmanan bir güç olan İttihat ve
Terakki ya da Ortaylı’nın (2013: 101) “Bab-ı Âli diktatörleri” olarak ifadelendirdiği
bürokratik seçkinci sınıf, 1913 yılında gerçekleştirilen Bab-ı Âli baskınıyla tam iktidarını
kurmuş ve fiilen tek hâkim parti haline gelerek Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına
kadar iktidarda kalmayı sürdürmüştür. Devleti kurtarma fikrinin ağırlık kazanmış olduğu
bu dönemde ordu-aydın-bürokrasi etkinliği ve onun oluşturduğu iktidar yapısı siyaset
üzerindeki etkisini arttırmış, Türk siyasal modernleşmesi bütünüyle bu blok ve onun
çatışma ihtiyacını hissettiği kesimlerle arasındaki gerilimin öyküsüne dönüşmüştür. Aktif
rol ise orduya verilmiştir (Kahraman, 2010: 55-56).
İttihat ve Terakki, diğer partilerin sadece siyaset yapması için yönelttiği taleplere
kendisinin toplumu ileri götürme misyonunu yüklemiş kutsal bir teşkilat olduğunu
söyleyerek karşılık vermiş, buna itiraz edenleri de “sebükmağzan” (ayak takımı) olarak
tanımlamıştır. Onun için İttihat ve Terakki’nin muhalefet görevini kabul edilemez
bulmasının asıl nedeni, söz konusu amaçlara ulaşabilme ve toplumu aydınlığa çıkarmak
için siyaseti kendi tekelinde tutmak arzusundan kaynaklanmaktaydı. Onlara göre
muhalefetin talebi olan sadece siyaset yapma fikri, eğitimsiz halk yığınlarının
kandırılmasından başka bir şey değildi, bu anlayışın meşruti idarenin getirmiş olduğu
kazanımlardan rahatsız eski rejim taraftarlarının önünü açması da gözardı edilemezdi
(Hanioğlu, 2006: 130).
Bab-ı Âli Baskını, ordunun müdahale şekli bakımından diğerlerinden
ayrılmaktadır. Meşrutiyetin ilanından itibaren birçok kez iktidar değişikliği yaşanmış ve
95
ordu nispeten çoğunda endirekt müdahale yönetimiyle olayların ortağı olmuştur. 23 Ocak
1913’de Balkan Harbi’nin yoğun günlerinin yaşandığı bir dönemde cereyan eden
baskın40, iktidarın bir avuç fedai ile değiştirilebileceğini göstermiştir. Böylece darbe
yoluyla iktidara geçmek meşru olmayan; ama fiiliyatta tecrübe edilen bir yol olarak kabul
edilmiştir.
Darbe sonrasındaki İttihat ve Terakki hükümeti devletin bütün organlarını kontrol
altında tutan yegâne güç konumuna gelmiş, meclissiz hükümet etmeyi tercih etmiş,
siyaset sahnesinde kendilerine rakip olabilecek bütün etkileşimler yurt dışına
gönderilmiştir. Ordu da siyasete ağırlığını koymuş, Devlet, İttihat ve Terakki de onun
sivil ve askeri bürokrasisindeki uzantılarında cisimlenmiştir. Bunda İttihat ve Terakki’nin
orduyu politize etmesi etkili olmuştur. O kadar ki İttihat ve Terakki’nin bu tutumu ve
ordu içindeki hiziplerin siyasi hayata müdahaleyi kendilerine hak görmesi ile İttihatçıların
parlamenter rejime olan zayıf inançları, parlamento tecrübesinin siyasal hayata olan
demokratik katkısını azaltmıştır (Demirci, 2007: 22-27). Konu hakkındaki politika
tahlillerinde Enver Bey, Meşrutiyetin ilanı sırasında “Devleti kontrol edebilmemiz için
parlamentonun lüzumuna inanıyorum; ama iç sulh için hükümet Neron’dan daha sert
olmalıdır”, “asker olarak ben ordunun mutlakıyetine inanırım, iktidarı paylaşmak isteyen
bütün vasat kafaları ezmek lazım, bir Fransız çok doğru söylemiş: Cumhuriyetten önce
Fransa’da bir tek despot vardı, şimdi, yüzlerce, çünkü bütün mebuslar kendi iktidarını
hissettirmeye çalışıyorlar” (Hanioğlu, 1989: 174) demektedir.
İktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki ülkede siyaseti ortadan kaldıran bir
diktatörlük kurmanın yanı sıra Gökalp ideolojine uygun bir dizi ıslahata girişmiştir
(Tunçay, 2000: 38) . M. Tunçay’ın tabiriyle “Otokratik modernleşme” modelindeki bu
düzenlemeler bir zaruret olarak kabul görse de süreci hızlandıran gelişme, Balkan
Harbi’nin kaybedilmiş olmasıdır. Nitekim girişilen bu ıslahat çalışmaları41 meyvelerini I.
Dünya Savaşı’nda vermiştir. Siyasete bulaşmış bir ordunun içinde bulunabileceği
muhtemel durum, kendisini Balkan Harbi’nde göstermesine rağmen daha organize,
siyasetten uzak kalabilen bir ordunun da nasıl başarılı olabileceği Çanakkale Savaşı
tecrübesiyle görülmüştür.
Baskının oluş şekli için bkz. (Alkan, 2006: 210-211).
Teşvik-i Sanayi Kanunu, İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanun-u Muvakkatı vb. yapılan düzenlemeler için
bkz. (Tunçay, 2000: 28-39).
40
41
96
Meşrutiyet ve parlamento kavramlarıyla siyaset sahnesinde yerini alan İttihat ve
Terakki bu anlayıştan Balkan Savaşlarının kaybı ve Türkçülük (kimlik) fikrinden dolayı
vazgeçmişti. Osmanlıcılık ve Meşrutiyet programlarının eksiksiz uygulanması,
Türkçülüğe zarar verecekti. O zaman iki yoldan birini seçmek gerekiyordu. Ya
Meşrutiyet’ten vazgeçilecek ya da Meşrutiyet iyice saptırılarak uygulanacaktı. İttihat ve
Terakki Meşrutiyet’in kahramanı olarak ikinci yolu seçti. Seçimler, meclis, kamuoyu,
diktacı ve komplocu yöntemlerle sürekli baskı ve denetim altında tutulmuş, askerle
birlikte hareket noktasında sık sık işbirliğine gidilmiştir. Kendisini Türklüğün tek
koruyucusu gören İttihat ve Terakki iktidardan uzak kalmayı kabul etmiyor, kendisine
karşı yönetilen her muhalefeti vatana ihanet sayıyordu.
İkinci neden ise seçimlerin ve dolayısıyla Meclis-i Umumi’nin taşra tutucularının
bir yarışma ve etkinlik alanı haline gelmesinden duyulan endişeydi. Çevre’nin yani taşra
eşrafının yükselmesi merkezi temsil eden İttihat ve Terakki’nin işine gelmiyordu.
Dolayısıyla seçimler ve siyasal hayat üzerindeki baskı, İttihat ve Terakki’nin taşraya karşı
olan tavrından kaynaklanmaktaydı (Tanör, 2012: 206-207). Diğer bir ifade ile fiilen tek
parti konumundaki İttihat ve Terakki, baskı ve terör yöntemleriyle ve ordu desteğiyle
muhalefeti sindirmekte, ülkenin siyasi kaderini Bab-ı Âli baskını gibi parlamento dışı
uygulamalarla belirlemekteydi.
Kısacası II. Meşrutiyetle ordu aktif politikanın içine çekilmiş ve rejim otokratik
modernleşme modeliyle yarı askeri bir niteliğe bürünmüştür. Muhalefetin ordu ile iş
birliği içine girmesi, askeri darbeler dışında iktidarın meşru yoldan el değiştirilmesini
imkânsızlaştırmıştır.
Osmanlı siyasal ve sosyal hayatında derin etkiler bırakan ve o zamana kadar en
kapsamlı demokrasi tecrübesi olan Meşrutiyet’in ilanı, birçok noktada değişikliklere
neden olmuştur. Meşrutiyetin ilanında rol almış olan Osmanlı Ordusu’nun siyasetin
dışında bırakılması oldukça zordu. Yeniçerilerden sonra siyasete bulaşmış asker tipi bu
dönemde yeniden canlandı. Nitekim 31 Mart, Halaskâr Zabitan ve Bab-ı Âli baskınları
ordunun siyasileşmesinin vardığı noktaları işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir.
Keza her bir isyanda kendi özlük haklarında bir takım iyileştirmeler elde etmişler,
aldıkları ücret ve çalışma şartları bakımından memurlardan aşağıda olan ordu mensupları,
Meşrutiyet’in ilanı ve bilhassa 31 Mart vakasından sonra ciddi kazanımlara sahip
olmuşlardır. Elde edilen bu kazanımlar, Osmanlı ordusunda bir yatışmaya neden olmadığı
gibi ordunun iç politikaya dönük hesaplaşmalara karışması, Huntington’un “sübjektif
97
kontrol” tespitinde olduğu gibi siyasette etkin hale gelmesi ve zabitler arasındaki fırka
ayrılıkları da ordu bütünlüğünü sarsmış, Balkan Harbi üzerinde yıkıcı bir etki yaratmış,
Rumeli kaybedilmiştir. Bizzat siyasi aktörlerin kendi iktidarları için orduyu koz olarak
kullanmak istemesi de sorunun aynı zamanda sivil bir sorun olduğunu göstermektedir.
Garip olan şey ise farklı fıkraların iktidarda iken ordu ile uyum sağlaması, ama
muhalefete geçince de ordunun siyasetin dışında tutulmasını savunmasıdır. Yani ordu
desteğinin yönü değişince iktidar ve muhalefette karşılıklı olarak rollerini değiştirmekte
ve daha önce eleştirdikleri politikaları savunma gayretine girmektedirler.
Özetle I. Dünya Savaşına girilirken Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün
kurumlarının Cemiyet’in de ötesinde tek parti yönetiminin kontrolü altına girmesi, ordu
siyaset ilişkisinde yaşanan olumsuzluklar, büyük beklentilere neden olan ilk kapsamlı
demokrasi tecrübesini uzun yıllar kendini toparlayamayacak ölçüde zaafa uğratmıştır. II.
Meşrutiyet rejimi içinde devlet kadrolarında “ordunun siyasete bir kurum olarak
hiyerarşisini bozmadan ve kurumsal düzeyde müdahale etmesini”42 mümkün ve meşru
gören yaklaşımla İttihat ve Terakki içinde askeri cunta oluşumlarının fırka üzerinden
siyasete tesir etmeye çalışan çizgisi karşı karşıya gelmiştir. 1913 Babıalî Baskını sonrası
birinci yaklaşım Mahmut Şevket Paşa suikastiyle en önemli temsilcisini yitirmiştir. Gerek
Millî Mücadele döneminde gerekse Cumhuriyet yıllarına miras kalan asker-yöneticidevlet adamı-bürokrat tipinin oluşması ve gelişmesinde Meşrutiyet yıllarının etkisi büyük
olmuştur. “Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucu kadrolarının tasavvur
dünyası, meşrutiyet döneminin siyasal gerçekleriyle yoğrulmuştur” (Demirci, 2007: 33).
Öyle ki devlet örgütüne egemen olan bürokratik seçkinler ya da Özbudun’un ifadesiyle
Cumhuriyet Türkiye’sine devredilen “seçkinci bürokratik yönetim geleneği” (Özbudun,
1995: 5) Osmanlı dönemindeki önemli değişimlerde oynadıkları rolü, Cumhuriyet
Türkiye’sinde de uzun süre sürdürmüşlerdir (Çaylak, 1998: 21-98). Her şeyin sahibi
benim ve en iyi şekilde korumalıyım diyen bir “koruyucu yönetici kadronun varlığı”,
milletin demokratik, sosyal ve siyasal yaşama geçişini son derece yavaşlatmıştır. Zira
modernleşmeyi daha çok Batılılaşma anlamında ele alan “Türk Modernleşmesi”,
farklılaşma ve çoğulculuk üzerine yükselen sivil toplumun girişimci ve yaratıcı gücü
üzerinde ilerlememiş, askeri ve sivil bürokrasinin, Özbudun’un (1995: 184) tarifiyle
“Darbe ve Toplum” Şükrü Hanioğlu, Sabah Gazetesi, (24.07.2016), bkz.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/24/darbe-ve-toplum (10.12.2016).
42
98
“modernleştirici devlet görevlileri”nin, gücü üzerinde yükselmiş (Göle, 1991: 130), süreç
merkezin hâkimiyeti karşısında çevrenin baskılanması şeklinde kendini göstermiştir.
Jöntürk düşünürleri tarafından başlatılan, Fransız pozitivizmini örnek alan ve
devlet nasıl kurtulur sorusuna cevap arayan bu tepeden inmeci modernleşme modeli,
Batı’da eğitim almış bürokratik entelijansiya tarafından benimsenmiş, Cumhuriyet’e
intikal etmiştir; bu kapsamda “Kemalist siyasalar Osmanlı İmparatorluğu’nca başlatılan
reformların son safhası olarak” (Zürcher, 2009: 44) değerlendirilebilir. Hanioğlu’nun
işaret etmiş olduğu gibi Jöntürk düşünür ve siyasetçilerinin tüm bir kuşağı Gustave Le
Bon’un kitlelerin psikolojisine dair fikirlerinden etkilenmiş, bir elit tarafından
yönlendirilmeyen halkın irrasyonel davranacağına dair korkular, söz konusu
siyasetçilerde derin izler bırakmıştır. Osmanlı reformcularının benimsemiş olduğu
yukarıdan yönlendirilen dönüşüm modeli, Kemalistler için de ideal bir yöntem olarak
benimsenmiş, Cumhuriyet’e devrolmuştur (akt. Zürcher, 2009: 51-54).
2.2- Cumhuriyet Dönemi
Hiç kuşkusuz Cumhuriyet’in kurucuları bu “devlet nasıl kurtarılır” sorusuna
cevap aramış, Tanzimatla bu tarihsel birikiminden beslenmiş, II. Meşrutiyet’le gelişen
bürokratik yönetim geleneğini devam ettirmiştir. "Cumhuriyet’in getirdiği yenilikleri
inkâr etmemekle birlikte onun tarihi bir boşluk içinde doğmadığını da itiraf etmek gerekir
(...) O nedenle Cumhuriyet’in kurulmasına yol açan gelişmelerin kökenlerini Osmanlı
toplumunda aramamız zorunludur" (Hanioğlu, 1981:4). Nitekim II. Meşrutiyet rejimi,
demokrasi ve özgürlükler pratiğindeki olumsuzluklarına karşın, ulusal toplum, ulusal
devlet, ulusal egemenlik tezlerinin ilk mayalandığı ortam olması bakımından önemli bir
hizmet görmüştür. Tanzimatın ilanıyla başlayan Batılılaşma programı ve bunun
uygulamaları, Cumhuriyet’in lider kadrosu tarafından yetersiz görülmüştür. Bu nedenle
Cumhuriyet’in tercihi, Tanzimat’ın açtığı yoldan daha da ileriye giderek radikal bir
Batılılaşma programı uygulamak olmuştur. Atatürk’ün temel hedefi pozitivist bir anlayış
temelinde toplumu modernleştirmek ve ülkeyi sanayileştirerek kalkındırmaktı. Kahraman
içinde TpCF ve SCF muhalefet denemelerinin yaşandığı 1923-1950 arası süreci “reforma
dayanan pasif modernleşme” dönemi olarak tanımlamaktadır (2010: 179-180).
Cumhuriyet döneminde ordu-aydın-bürokrasiden oluşan merkez ile çevre
arasında henüz tamamlanmamış sürekli dönüşen bir iktidar mücadelesi dikkat çeker. Türk
siyasal yapısını özellikle merkezin buyrukçu niteliğine karşı gösterilen, çevreden
99
kaynaklanmış, nispi demokratik direnme olarak tanımlamak mümkündür (Kahraman,
2010: 165-171). Bunun da temel nedeni Cumhuriyet’in aydın elitinin Jön Türk, II.
Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki siyasetini aynen devralmasıdır. O nedenle 1926-1946
arası Cumhuriyet dönemi yükselen demokrasi taleplerini karşılamamış, tam tersine bir
muhafız tavrıyla onları bastırmayı siyasetin önemli bir parçası olarak benimsemiştir.
Ülkeyi kuran kurucu iktidar ve ona bağlı olan bürokrasi, modernleştirici yegâne güç
olarak kabul edilmiş, bir ideolojiyle Batı dışı tüm unsurlar dışlanmış, laiklik anlayışı
çerçevesinde “topyekûn modernleşmeye” girişilmiştir (Kahraman, 2010: 196).
Her ne kadar Meşrutiyet dönemi, demokrasinin mayalanmasının ilk nüvesini
teşkil etmiş olsa da bırakmış olduğu sivil-asker ilişkisi mirası, Türkiye Cumhuriyeti’nin
uzun süre çözmek için çaba sarf edeceği bir problem olarak üzerine kalmıştır.
Cumhuriyete geçişle birlikte Atatürk’ün de siyasi deneyimlerden ders çıkararak izlediği
siyaset sayesinde, ordunun siyasal iktidara bağımlı duruma geldiği görülmektedir.
Bununla birlikte Cizre, bu dönem için ordu üzerinde sivillerin kontrolünü muğlak
bulmaktadır. Çünkü ona göre ordunun siyasetten arındırılmış olması değil, rejime
sadakatle bağlanarak karşı darbe yapmasını engelleme fikri önemli olmuştur (Cizre,
2006: 142). Atatürk’ün ölümünden sonra siyaset ve yönetim anlayışına yön veren İsmet
İnönü’nün yaşamında da Atatürk döneminin anlayışı devam ettirilmiştir; ancak kısa bir
zaman için (1960 darbesi sürecinde), seçkinci İttihat ve Terakki geleneği tekrar canlanmış
ve ordu politika yapıcılığına soyunmuştur. Atatürk döneminde siyaset sahnesinin
gerisinde duran ve tamamen siyasal rejimin kontrolü altında bulunan ordu, İnönü’nün
adının cumhurbaşkanlığı için ortaya çıkmasıyla tekrar zikredilmeye başlanmış olsa da
1950’ye kadar siyaseti doğrudan etkilememiştir.
2.2.1- Atatürk Döneminde Orduya Biçilen Rol
Kurtuluş Savaşı’nın ilk aylarında dağınık olan ordunun Anadolu’da güçlenmesi
ve düzenli bir ordu görünümüne kavuşması ancak Sakarya Savaşı’ndan sonra
gerçekleşebilmiştir (Öztürk, 2006: 53). O dönemde ordu içindeki askeri elitler farklı
fraksiyonlara bölünmüştü. İlk olarak Osmanlı bürokrasisine bağlı eski kuşaktan paşaların
teşkil ettiği bir oluşum vardı. Bunlar İstanbul Hükümetine bağlı kalmakla birlikte,
padişahlık rejiminin Anadolu hareketine karşı girişmiş olduğu mücadelede çekimser
kalmış, en sonunda da Ankara hükümetine destek vermiştir. İkinci grupta yer alanlar ise
İttihat ve Terakki’ye ve dolayısıyla Enver Paşa’ya bağlı subaylardı. Bu grup bir gün Enver
Paşa’nın gelip başlarına geçeceğine inanmaktaydı. Üçüncü grubu oluşturanlar ise 1918
100
yılına kadar etkin siyasal hayatın dışında kalmış veya olayların zoruyla bu duruma itilmiş
subaylar oluşturmaktaydı. Millî Mücadeleye katılan subaylar da büyük çoğunlukla
İttihatçı ya da İttihat ve Terakki sempatizanıydı (Selek, 1976: 114).
Ordudaki bu bölünmüşlüğün farkında olsa gerek Atatürk, “muhtelif mahiyette
kuvvette kuvvetler ve muhtelif ve mütenevvi (türlü), menfi menabiden (kaynaklardan)
muzır (zararlı) tesirler vardı” (Heper, 1994: 253) diyecektir. Tüm bu koşullar Atatürk’ün
orduya değil, temelde sivil bir örgütlenme olan Anadolu hareketine yani millete
dayanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Konu hakkında Atatürk “muharebeye girdikten sonra
da ordularımızın Romanya’da, Makedonya’da işgal olunmasına, İran vahalarında ve
Kafkas dağlarında perişan edilmesine milletin iradesi taalluk ediyor muydu? Bittabi
hayır! Fakat bunlar hep vaki oluyordu! Çünkü millet hâkimiyetini kendi elinde
bulundurmuyordu, asıl olan millettir. Hâkimiyet onun olduğu gibi irade hakkı da
onundur” demek suretiyle millete olan itimadını dile getirirken I. Dünya Savaşı’ndaki
yenilgiyi mücadelenin millete dayanmamasına bağlamaktadır (İnan, 1996: 30-31). Bu
bağlamda Kurtuluş Savaşı’nı başlatma arifesinde Atatürk, öncesinde Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni sonrasında da Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti’ni milletin temsilcisi olarak kabul etmiş ve hareketini bu cemiyete
dayandırmıştır43.
Nitekim bu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri milli mücadelenin örgütlenmesinden,
planlanmasından ve yürütülmesinden sorumlu bir savunma örgütü kimliği ile Kuvayı
Milliye adı altında kendi direniş güçlerini subay ve eşraf öncülüğünde örgütlemişlerdi
(Maxwell ve Johnson, 1982: 4). Gerek 3 Temmuz 1919 Erzurum, gerekse 4-11 Eylül
1919
Sivas’ta
düzenlenmiş
olan
kongrelerde
Atatürk,
devletin
ve
milletin
mukadderatında milli iradenin söz sahibi ve hâkim olduğunu, ordunun milli iradeye bağlı
ve onun hizmetinde olduğunu, amacının milli bağımsızlığı korumak olduğunu
belirtmiştir. Atatürk, söylemleriyle milli iradenin üstünlüğünü vurgularken Müdafaa-i
Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetlerinin de ulusal iradenin temsilci olduğunu kabul
etmekte ve orduya ikincil destekleyici bir rol biçmektedir (Atatürk, 1984: 35).
Atatürk konu hakkında “vaktiyle zaten birçoğumuz İttihat ve Terakki’nin müessis ve azasında
bulunuyorduk. Son kongresi kararıyla tarihe intikal eden mezkûr cemiyetin müntesipleriyle bilahare
teşekkül eden Teceddüt Fırkası mensuplarının kısm-ı küllisi büyük milletimizin azm-ı bülendinden doğan
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne iştirak etmiş veya iltihak etmiş ve bu cemiyet’in
programı kabul edilmiştir” (Atatürk, 1997: 85-86) demektedir.
43
101
Benzer düşüncelerini daha İttihat ve Terakki döneminde muvazzaf subay iken
dillendiren Atatürk, askerin siyasetin dışında kalması gerektiğini vurgulamış olmasına
rağmen dönemin koşulları gereği gerek I. Büyük Millet Meclisi’nde gerekse bu dönemin
hükümetlerinde asker siyasetin içinde yer almıştır. Benzer durum II. Meclis’te de
yaşanmıştır (Selek, 1976: 725). Bu durumu İnönü: “Millî Mücadelede (...) düşman istila
etmiş, ondan kurtulmaya çalışıyoruz, Ordu var, ordunun muharebe etmesi lazım. O zaman
ordu kumandanlarının milletvekili olması44 tabiî geliyordu bize” (İpekçi, 2004: 30)
şeklinde ifade etmektedir. İnönü’nün bu sözleri iki açıdan önemlidir. Bunların ilki ülkenin
savaş koşulları içerisinde olması, ikincisi ise ordu komutanları vurgusudur. Sıcak savaş
koşullarında ordu komutanlarının Büyük Millet Meclisi’nde temsilci olarak bulunmaları
doğal ve gerekli görülmüştür. Her ne kadar ordu komutanları mecliste yer alsa da toplam
bileşime bakıldığında ağırlığın sivillerde olduğu göze çarpmaktadır. Ancak etkinliğinin
ne oranda olduğu ise tartışmalıdır. Atatürk 22 Nisan 1920’de Meclis’in sistem içindeki
yerini tanımlamıştır: “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin müşahhas timsali,
memleketin ana direği, Türkiye devletinin yegâne ve hakiki mümessili, memleketin idarei umumiyesine vazuülyed (el koyan) yegâne kuvve-i Âliye (yüce güç)” dir (Heper, 1994:
253). Zira 13 Eylül 1920 günü okunan Vekiller Heyeti Programında da ordunun Büyük
Millet Meclisi’nin ordusu olduğu, emir ve komuta yetkisinin Meclis’in manevi
şahsiyetinde bulunduğu ve komutaya ait işlerin Erkân-ı Harbiye Umumiye Vekâletince
yürütüleceğini açıklamıştır (Öztürk, 2006: 52). Sonuçta Erkan-ı Harbiye Umumiye
Vekâleti doğrudan doğruya Meclis’e karşı sorumlu tutulmuş, Huntinton’un “objektif
kontrol” olarak tanımladığı sivil kontrol sağlanmıştır. Bununla İttihat ve Terakki
döneminde yaşanan pretoryan fiili askeri diktatörlülüğün bir daha ortaya çıkmaması
amaçlanmıştır. Daha çok muhalefetin atılmasını istediği bu adımla Atatürk, sadece sıcak
savaş koşullarında ordu üst düzey komutanlarının karar sürecine katılmasını amaçladığı
söylenebilir.
Egemenliği ve orduyu kullanma hakkını Meclise veren Atatürk, Kurtuluş Savaşı
sona erdikten sonra II. Meclis’te yapmış olduğu konuşmada ise orduyu “devletin
bağımsızlığının, millet ve memleket hayatının yegâne bekçisi” (Parla, 1991: 167) olarak
nitelendirmiştir. Asker’e olan itimadını benzer görüşlerle çok sonra 1938 yılında verdiği
bir beyanatta sürdüren Atatürk, “Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini,
Meşruiyet dönemleri Osmanlı Âyan Meclisinde de muvazzaf paşalara yer verilmiştir (Demirci, 2007:
152-153).
44
102
dâhili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya
hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve itimadımız vardır”
(Atatürk, 1997: 331) demek suretiyle askerin sistemin içinde “muhafız” kimlikle var
olması gerektiğine olan inancını dile getirmiştir. Seneler sonra eski MBK üyesi
Erkanlı’nın “Türk subayının yetişme tarzı, diğer ordulara hiç benzemez. Diğer ordularda
subaylık herhangi bir devlet hizmeti gibi, profesyonel meslektir. Bizde ise, bir mesleğin
çok üstünde milli bir vazifedir, devlet muhafızlığıdır” tespiti bu bakış açısının bir
izdüşümüdür (Erkanlı, 1972: 375). Pretoryan bir model içeren bu görüş, ileride orduya
Atatürk’ün ordusu olduğu, devleti ve milleti koruma ve kollama görevinin Atatürk’ün
bizzat kendisi tarafından orduya verildiği şeklinde yorumlanacak, seçkinci vesayetin
referans noktasını teşkil edecektir.
İlk başta Başkomutanlık konusu Meclis’te yoğun tartışmalar sonucunda karara
bağlanmış ve 5 Eylül 1921’de kabul edilen 144 sayılı Başkumandanlık Kanunu ile belli
bir süre için yetki Atatürk’e verilmiştir45. Bu düzenleme 1924 Anayasası’na kadar devam
etmiştir. Konu 1924 Anayasası’nın
40. maddesiyle
yeniden ele alınmıştır.
Başkomutanlığın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) manevi varlığından
ayrılamayacağı ve Reisicumhur tarafından temsil olunacağı, başkomutanlık görevinin
barışta Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi, savaşta da vekiller heyetinin önerisi üzerine
Reisicumhurca tayin olunacak kimse tarafından yerine getirileceği kuralına yer
verilmiştir (Kili ve Gözübüyük, 2006: 118).
Meclis’te sadece başkomutanlık meselesi değil aynı zamanda sivil ve asker
ilişkileri kapsamında sorunlu tartışmalar yaşanmıştır. Daha savaş sürerken dahi Büyük
Millet Meclisi ile askeri otoriterler karşı karşıya gelebilmiştir. Merkez Ordusu
Kumandanı Nurettin Paşa’ya çeşitli gerekçelerle eleştiriler yöneltilmiş, hakkında yasal
soruşturmalara gidilmiştir. Konu hakkında Kâzım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir
mektupta Atatürk, mecliste komutanlara karşı bir oluşumun sezildiğini, sivil hükümetin
istikrarının sürdürülmesi gerektiğini, askerlerin savaş görevleri dışındaki konularda
müdâhil olmamaları gerektiğini ifade etmiştir. Bazılarının ise askerlerin siyasete
karışması anlayışına sığınarak, askeri yıprattıklarını, konunun sadece bahsi geçen
Bu kanunun 2. maddesine göre Atatürk, “ordunun maddi ve manevi gücünü en yüksek dereceye
çıkarmak, yönetim ve güdümünü bir kat daha arttırmak amacıyla Büyük Millet Meclisinin yetkilerini
Meclis adına kullanmaya yetkilidir”. Bu yetki Büyük Millet Meclisi tarafından üçer ay süreyle üç defa
uzatılmış, 20 Temmuz 1922 tarihli 245 sayılı Kanun ile Atatürk’e verilen yetkilerden yasama ile ilgili
olanları Büyük Millet Meclisi tarafından geri alınmıştır (Belen, 1983: 396).
45
103
paşalarla sınırlı kalmadığını Doğu Cephesinde Kâzım Karabekir, Batı Cephesinde İsmet
Paşa’ya kadar karalama kampanyalarına yer verildiğinden bahsederek bu oluşumlarla
mücadele edildiği ve bundan sonra da mücadele edileceği Atatürk tarafından Kâzım
Karabekir’e ifade edilmiştir (Parla, 1991: 164-166). Diğer taraftan Atatürk aynı mektupta
orduya da yer ayırmıştır. Orduların yalnızca kendi görevleri içinde kalmalarını,
cepheleriyle uğraşmalarını Meclis açısından daha iyi olacağını belirtmiştir. Orduya karşı
benzer tepkilerin savaş sonrasında gerek rütbe yükseltmelerinde gerekse maaş artışı
konularında da yaşandığına dair bilgiler mevcuttur46. Tüm bu gelişmeler özellikle I.
Meclis zamanında ordunun sivil siyasetten sonra geldiğini ortaya koymaktadır. Meclis ve
ordunun karşı karşıya geldiği bazı durumlarda Meclis Reisinin devreye girmesiyle sorun
ordu lehine çözülebilmiş, bazı durumlarda da sivil siyasetin son kararının etkili olduğu
yine burada Meclis Reisinin inisiyatif almasıyla sağlanmıştır (Bora, 2006: 164).
Bu doğrultuda ordunun konumu ile yetki ve sorumlulukları hakkında bir takım
yasal düzenlemeler hayata geçirilmiştir. 3 Mart 1924 tarihli yasayla Erkan-ı Harbiye
Umumiye Vekâleti ilga edilmiş (m.8) yerine görevi barışta reisicumhur adına orduyu emir
ve komuta ile görevli en yüksek askeri makam olarak kabul gören Erkan-ı Harbiye
Umumi Riyaseti kurulmuştur (m.9). Erkan-ı Harbiye Umumi Riyaseti Reisi başvekilin
teklifi ile reisicumhur tarafından atanacak (m.10) ve görevi ile ilgili konularda tüm
vekâletlerle doğrudan yazışabilecekti. Meclis ile ordu arasındaki ilişkilerin Milli Müdafaa
Vekâleti tarafından yürütülmesinde Meclis ile ordunun karşı karşıya gelmemesi
amaçlanmıştır (Bayramoğlu, 2006: 67-70).
Bu kurumsal düzenlemeleri hayata geçiren Atatürk, yukarıdan aşağıya bir
modernleşmeyi uygun görmüştür. Onun temel yaklaşımı egemenliğin kayıtsız şartsız
millete ait olmasıydı. Ancak bu soyut bir millet anlayışıydı. Yani bir bakıma bu
egemenliğin kime ait olduğunu değil kime ait olmadığını ortaya koymuştur. Egemenlik
artık Padişah’a yahut tek bir kişiye ait olmayacaktı; ancak bunun hemen gerçekleşmesi
mümkün değildir. Egemenlik, “kollektif şuuru” belirli bir düzeye ulaşıncaya kadar halka
ait olamazdı. Halk tarafından biçimlendirildiği şekliyle milli irade, halkın medenileştiği
oranda ortaya çıkacaktı. Atatürk, milletin daha uygar bir yaşam için gerekli olan
aşamalardan geçebileceğini düşünmekteydi. Bu konuda seçkinlere düşen görev, gelişimin
niteliğini belirlemek ve bu gelişme sürecini hızlandırmaktı. Atatürk bu konuda “benim
elime büyük salâhiyet ve kudret geçerse ben sosyal yaşamımızda istenilen devrimi bir
46
Bkz. (Selek, 1976: 725).
104
anda bir "Coup" ile uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben bazıları gibi halk anlayışını
bilenlerin kavrayışlarını yavaş yavaş benim anlayışımın ölçüsünde düşünme ve
tasarlamaya alıştırmak suretiyle, bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete
karşı isyan ediyorum” (Afet İnan, 1983: 43) diyerek dönüşümün henüz aydınlanmamış
olan milletle değil, millet adına aydınlanmış, seçkinlerce yukarıdan aşağıya bir yöntemle
gerçekleşeceğini ifade etmiştir. Kendisi, TBMM’nin bütün mensuplarının ve bütün diğer
seçkinlerin halkı aydınlatmak ve onların gelişmesine yardım etmek sorumluluğunu
taşıdığını düşünmekteydi (Heper, 2006: 98-99, Kahraman 2010: 133). Onun “daimî bir
meclis teşkil etmeyi ve bu meclisle tasavvur ettiğim inkılâp safahatını beraber geçirmeyi
düşündüm” (Atatürk, 1996: 425) sözleri de ilk başta meclisi bir siyasi katılım ve temsil
organı olmaktan çok, seçkinlerin politikalarına meşruiyet sağlayıcı bürokratik bir kurum
olarak gördüğünü göstermektedir. Atatürk bu yaklaşımıyla Jön Türk ve İttihat ve Terakki
geleneğinin mirasını sürdürmektedir47. Atatürk’ün anlayışında parti de aynı yükümlülük
altındaydı. Kendisi CHP’nin “alelade” bir siyasal parti olmadığını belirtmiş, ülkeyi
korumayı ve millete önderlik etmeyi amaçlayan bir siyasal hareket olarak
nitelendirmiştir.
Atatürk, bu bütünlüğü sağlama adına ordunun siyasetten arındırılması için Milli
Mücadele’den
sonra
tasfiyelere
gitmiştir.
Savaş
bitimini
belgeleyen
Lozan
Antlaşması’nın imza altına alınmasından sonra TBMM seçimleri yenilenmiş, Atatürk
“münferit delaletlerin muhassalası kâfi değildir! Bütün bu delaletleri bir teşekkül
dâhilinde yapmalıdır. Bunun için de benim düşündüğüm bade’s-sulh siyasi bir fırka
yapmak ve ismine de Halk Fırkası demek (…) Siyasi fırka ale’ı-ıtlak bir mücadele fikri
tazammum eder. Benim tasavvurum da milletin şu veya bu sınıfın manafi’ini te’min
değildir” diyerek öncü bir kadronun ihtiyacını ortaya koyup Halk Fırkası’nı (Fırka daha
sonra, 1931 yılında Cumhuriyet Halk Partisi adını alacaktır, daha çok asker ve sivil
bürokratlardan oluşmaktadır) kurmuştur (İnan, 1996: 36). Akabinde, 25 Eylül 1923 tarihli
ve 347 sayılı Kanunla ulusal kurtuluş hareketine katılmayan hareket-i milliye aleyhine
teşkilata dâhil oldukları veya münferiden çalıştıkları sabit olan ordu mensupları emekli
edilerek ordudan uzaklaştırılmıştır.
Atatürk’ten başlayarak bütün kadrolar Jön Türk ideolojisinden etkilenmiştir. Atatürk’ün II. Abdülhamid
döneminde geçen askeri okul yıllarında Namık Kemal’in şiirlerini okuduğunu hatırlarsak söz konusu
etkilenmenin daha gerilere götürülebileceği görülmektedir. Buna ek olarak daha Harp Okulu öğrencisiyken
gizli bir dernek kurma girişiminde bulunması ve yakalanması da oldukça önemlidir (Kahraman, 2010: 152).
47
105
Yine siyasetin sivilleştirilmesi kapsamında ordu, terhis edilip üç müfettişlik,
dokuz kolordu biçiminde tekrar örgütlenmiştir. Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy,
Birinci ve İkinci Ordu Müfettişliklerine atanmıştır. Bu atamaları Hale, (1996: 72)
Cumhuriyete giden süreçte Atatürk’ün en önemli rakiplerinin siyasi sahnesinin
merkezinden uzak tutulması olarak değerlendirmektedir. Köker de Hale ile benzer
düşünceleri paylaşmaktadır. Ona göre Kemalist ideoloji, soyut millet kavramının
geliştirilmesi ve soyut varlığının iradesi için, toplumdaki en üstün güç olarak devlette
somutlaşmaktadır. TBMM’deki fiili durumda irade Meclis’in yani CHP’nin elindedir.
CHP’nin de fiilen başta Atatürk olmak üzere partinin yönetici kadrolarının güdümünde
olmasını prensip olarak ortaya koymaktadır. Köker’e göre bu durum, milli devletin ana
özelliği olan millet-devlet-parti özdeşliğiyle özetlenebilir (1990: 79-84), burada ordu da
Atatürk’ün kontrolü altında tutulmaktadır.
Bu doğrultuda 1923 yılında ordu mensuplarından istifa hakkına sahip
olmayanlarla, istifa ve emeklilik hakkına sahip olup da genel seçimlerin ilanından
başlayarak on gün içinde usulüne uygun olarak istifa etmeyenlerin ya da emekliliklerini
istemeyenlerin TBMM üyeliğine seçilemeyeceğini (m.1), veya seçilen ve o sırada
mecliste bulunan ordu ve kolordu komutanlarının, komutanlık görevlerinden
ayrılmadıkları sürece meclis görüşmelerine katılamayacaklarını öngören kanun48
Meclisten geçirilmiştir. 1924 Anayasası’nın 23. maddesi de söz konusu düzenlemeyi “hiç
kimse aynı zamanda hem milletvekili hem de hükümete bağlı bir memuriyette
bulunamaz” demek suretiyle anayasal düzeye taşımıştır.
Atatürk’ün hâkimiyetine karşı muhalefet, eski İttihat ve Terakki üyelerinden değil
bizatihi Ankara’daki siyasi ve askeri elit saflarından yükselmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın
ağırlıklı isimlerinden olan Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi isimler
Atatürk’ün ülke iktidarının tamamına hâkim olacağı kaygısıyla muhalefet edip
Atatürk’ün yetkilerinin azaltılmasını talep etmişlerdir. Atatürk’ün isteği ve biraz da
zorlamasıyla çoğu subay asker mesleklerinden ayrılıp siyasete atılmış ve TpCF’yi
kurmuşlardır49. Atatürk’ün bu hamlesinin ana gerekçesi, muhalefeti ordunun dışına
Bkz.Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne İntihab Edilen ve Edilecek olan Bilumum Mensubin-i Askeriyenin
Tabi Ocakları Şerait Hakkında Kanun, Sayı.385, Tarih 19.12.1923.
49
Fahrettin Altay’a (1970: 377-378) göre ise Atatürk, yakın arkadaşlarının demokrasi idaresi nedeniyle
kendisinden ayrılmaya başlamalarını ve muhalif bir partide görünmelerini hoş görmüyordu, Atatürk, Ali
Fuat Paşa’nın “esasta bir ayrılık olmadığını meclislerin tek partili olmayacağını kendilerinin de tasdik
edeceklerini ve Atatürk’ün partiler üstü kalmasını arzu ettiklerini” söylemesi karşısında “buna şüphe yok
ama iş Cumhuriyetin ilanı ile bitmemiştir. Dünya medeniyet âlemine katılmak için bazı mühim inkılaplar
48
106
çıkararak ordunun kendisine olan bağlılığını devam ettirmektir. Bu iki grup arasındaki
temel ayrım, ideal sisteme karşı olan bakış açılarındaki farktan kaynaklanmaktaydı. Bir
bakıma Atatürk’ün başında olduğu grup;
“Meşrutiyet’te gördük. Bu işler anayasayla, parlamenter sistemle falan olmaz. Biz
bunu otokrat bir yönetimle yapacağız, İttihatçıların kurmuş olduğu eski sistemi
devam ettireceğiz derken Kâzım Karabekir ve diğer grup ise biz bu sistemi tecrübe
ettik. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını da bu yüzden yaşadık. Bu yöntemden
tamamen vazgeçelim. Gerçek bir temsili sistem, parlamenter rejim kuralım. Siz
modernizasyonu zorla yapacaksınız. Böyle bir modernizasyon kalıcı olmuyor
demektedir (Düzel, Cemil Koçak röportajı, Taraf, 10 Kasım 2009).
Atatürk’ün isteği doğrultusunda çok partili demokratik hayata geçiş için başlatılan
girişimler de (TpCF ve Şeyh Said isyanı gibi nedenlerle), olumsuz sonuçlanmıştır
(Kalafat, 1992: 134-151). Kurulu iktidarı tehdit eden (merkez-çevre mücadelesinin ortaya
çıktığı) bu olaylar [koruyucu düşünceyi tetiklemiş] halkın yeni rejimi benimsemesi için
daha bir süre hazırlanılması gereğini ortaya koymuştur (Köker, 1990: 73, Mardin, 2008:
130). Nitekim TpCF, yeni Cumhuriyetin siyasi hayatında önemli bir dönüm noktasını
teşkil etmiş ve rejimin gereği olarak çok partili siyasal hayata geçilmiştir (Tunaya, 1986:
606). Fakat bu dönem fazla uzun süreli olmamış, yapılan devrimlerle uygulanan
politikalar ve özellikle Mart 1924'te Hilafet’in kaldırılması Güney Doğu Anadolu'da
çeşitli muhalefet odakları doğurmuş, çıkarları zedelenen ve eski düzeni yeniden geri
getirmek isteyen çevreler, Doğuda önemli bir isyanın çıkmasına ön ayak olmuşlardır.
Şeyh Said isyanı başlangıçta İslam şeriatının tesisi için başlatılmış, sonrasında bir Kürt
isyanına evrilmiştir. İsyana karşı sıkıyönetim ilan edilmiş ve ardından isyan rejimin
muhafızı ordu tarafından bastırılmıştır. Yaşanan olaylar bir süre önce çok partili yaşama
geçiş yönünde atılan adımların kesintiye uğramasına yol açmış, ayaklanmaya karıştığı
gerekçesiyle hakklarında soruşturma açılan TpCF hükümet kararıyla kapatılmıştır.
Yanında İnönü ve Fevzi Çakmak gibi isimlerin yer aldığı Atatürk, muhalefetin
orduyu kazanma ve denetlemesi çabası nedeniyle harekete geçmiştir50. Bu bağlamda
ordunun siyasetten arındırılması ve siyasetin tamamen sivil unsurlar tarafından yapılması
yapılması lazım gelmektedir. Bunun için de geçici bir müddet muhalif bir cephe yaratılmaması zaruridir”
diyerek çok partili hayata geçmenin erken olduğunu düşünüyordu.
50
Atatürk Osmanlı’da yaşanan siyasi gelişmelerin farkındaydı. Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle
başlayan bir dizi siyasi eylemi olmuştu ordunun; bunun tekrarlanmaması gerekiyordu. Bunu yapma görevi
de Fevzi Çakmak’a verildi. Ama aslına bakılırsa yönetimde bulunan ve triumvira’yı oluşturan Atatürk,
İnönü ve Çakmak’ın varlığı subay kadrolarının en saygı duyduğu isimlerdi. Onun için ordudan “darbe
“tarzında bir hareket gelmesi hiç muhtemel değildi. Bu karşılıklı ilişkiyi Yakup Kadri; “o zamana göre
denilebilir ki, Atatürk Paşa ordudaki nüfuzuna dayanmasa ne Meclis’e sözünü geçirmek ne de Ankara’da
yaşamak imkânı bulurdu, (Karaosmanoğlu, 1983: 50, akt. Belge, 2011: 609).
107
için ciddi adımlar atılmıştır. Orduda gerçekleştirilen tasfiye hareketleri ve ordu
komutanlarının siyasetten uzaklaştırılması, 1924 Anayasası ile başkomutanlığın
düzenlenmesi, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin riyasete dönüştürülerek hükümet
dışında bırakılması, Askeri Şura Kanunu, Bahriye Vekâletinin kurulması da bu konudaki
gelişmeler olarak sıralanabilir. Atatürk ordunun siyasetten arındırılmasını isterken aslında
kendisine karşı ortaya çıkan muhalefeti de bertaraf etmeyi, muhtemel saflaşmalarda
ordunun kullanılmasınına engel olmayı, dolaylı olarak da ordu üzerindeki kendi
egemenliğini sağlamlaştırmayı amaçlamıştır.
Atatürk’ün ordu ile siyaseti ayırma çabasında İttihat ve Terakki yıllarındaki
yaşanan olumsuz sivil-asker ilişkileri ile muhalefetin Atatürk’ün tek adamlığına vermiş
olduğu tepki büyük rol oynamıştır. Zira eğer muhalefet, Atatürk’ün tek adamlığına karşı
orduyu kendi saflarına çekme çabası yerine Atatürk’ü ordunun sivil siyasetin dışında
kalması için sıkıştırsaydı, o takdirde Atatürk’ün aynı siyaseti güdüp gütmeyeceği
tartışılabilirdi. Koçak’a göre Atatürk, ordu politikaya karışmasın diye bir ifade
kullanmamıştır, bu bir uydurmadan ibarettir:
“Atatürk bunu söyleyemez; çünkü bunu diyebilmesi için kendisinin de
üniformasını çıkarması gerekiyor51. O dönemde ise üniformayı kimse çıkaramazdı.
Çünkü bütün iktidar mücadelesi, ordu için de ve ordu aracılığıyla yapılıyordu.
Hepsi de muvazzaf askerdi onların, isterlerse karargâhta oturuyorlar, isterlerse
Meclis’e geliyorlar. Hiçbiri eski asker değil bunların. Mesela Atatürk (...) Hem
cumhurbaşkanı hem muvazzaf askerdi. Maaşını Genelkurmay’dan, yani Millî
Savunma Bakanlığı’ndan alıyordu. Diğerleri de öyle. Hiçbiri emekli asker değildi.
Zaten buradaki asıl sorun üniforma değildi. Asıl sorun komuta yetkisiydi. Mesela
Atatürk askerdi ama bir komutanlık görevi yoktu. Yani bir karargâha sahip değildi.
İsmet Paşa da öyle. Ama Kâzım Karabekir’in Ali Fuat Cebesoy’un komuta
yetkileri vardı. Atatürk, bunların, siyaset yaparken, askerliği değil, komuta
yetkilerini bırakmalarını istiyordu. Bu yüzden de “Meclis’e kimse komutan olarak
gelmesin” diyordu. Ama Meclis’e asker olarak gelebilirdi. Atatürk’ün amacı,
askeri siyasetin dışına çıkarmak değil. Amaç, karşı grubun etkinliğini azaltmak.
Dolayısıyla, “Atatürk orduyu siyasetten arındırdı askerin siyasete karışmasını
kabul etmezdi” (Koçak, Taraf,10 Kasım 2009) gibi yaklaşımlar asla doğru değildir.
Atatürk’ün subay mebusları, Meclis dışında tutmak istemesinin temel gerekçesi
mecliste kendisine karşı oluşabilecek muhalefetin subay mebuslar çevresinde toplanıp,
muhalefetin orduya sirayet etmesini ve dolayısıyla ordunun kendi denetimi dışına
Üniforma konusu Milli Mücadele’nin ilk yıllarından ortaya çıkmış olan bir mevzudur. İlk olay Erzurum
Kongresinde yaşanmıştır. Kongreye katılan bazı üyeler Atatürk’e karşı “paşalık üniformasını bırak, bizim
gibi ol” diyerek tepki göstermişlerdir (Atay, 2004: 187). Söz konusu Kongre’de Karabekir de Atatürk için
“Kongreye başkan seçiliyor riyaset kürsüsüne mirliva üniforması ve padişah kordonuyla çıkması,
münasebetsiz bir muameleye kendilerini maruz bırakıyor: Gümüşhane delegesi Zeki Bey, başkanlık
kürsüsünden ‘Paşa evvelâ arkanızdaki elbisenizi ve göğsünüzdeki kordonunuzu çıkarın da sonra başkanlığa
başlayın. Tahakkümden korkuyoruz’ dediğini aktarmıştır (Karabekir, 1988: 78).
51
108
çıkmasını engellemek olduğu ileri sürülebilir52. Cizre (2006: 142), Cumhuriyet’in bu
konudaki mirasını “1908’de II. Meşrutiyetin ilanını sağlayan “Genç Türk” darbesi ile
başlayan, onun ardından İttihat ve Terakki ile ordunun iç içeliği üzerine inşâ edilen geç
Osmanlı dönemini yıkacak bir kararlılık ve etkinlikte değildir” diyerek ifade etmektedir.
Keza benzer düşünceleri Osmanlı zamanında bir İttihat ve Terakki üyesi olan
İsmet İnönü de sarf etmiştir. İnönü, “İttihat ve Terakki Partisi ile aramızda bir mesele
şudur: [ordunun] siyasetten ayrılması (…) Yani orduda subay olacak, aynı zamanda bir
siyasi partinin azası olarak çalışacak, bu olmaz dedik biz. Atatürk bu fikirde idi. Ben o
fikirdeydim, Karabekir’de o fikirdeydi. Bunun mücadelesini yapıyorduk. İttihat ve
Terakki’nin, hükümetin başında bulunanlar ise ordunun politikadan ayrılmasına imkân
görmüyorlardı” (İpekçi, 2004: 30). Kurtuluş Savaşı zamanında kumandanların Meclis’te
olmalarını doğal karşılayan İnönü, bu ordu mensupları ile siyasetin ayrılmasını “ama
muharebe bitince bunun mahzuru meydana çıktı. Mecliste bulunacak, elinde de olsa
ordusu olacak (…) Nasıl olacak bu? Aramızda ihtilaflar olunca, bu durum tehlikeli
neticeleri yaratabilecekti (…) Olmaz dedik ve hepimiz askeri vazifelerimizden ayrıldık,
kolay olmuştu, biz çekildik ve mecliste bulunanları çektik kolay yaptık” diyerek ifade
etmeye çalışmıştır (İpekçi, 2004: 30-31).
Sonuç olarak, paşaların ordudan istifalarıyla ordu tam olarak Atatürk’ün
hâkimiyetine girmiştir. Kendisine karşı direnebilecek veya rakip olabilecek komutan
kalmamış, Cumhuriyet ordusunun her türlü siyasal akımın dışında tutulması yolunda
önemli bir adım atılmıştır. Konuyla alakalı olarak Koçak değerlendirmesinde;
“1926 yılında muhalefet bertaraf edilmiş, Atatürk ve İsmet Paşa kendi istekleriyle
üniformalarını çıkarmışlar ve emeklilik maaşlarını alabilmek için Savunma
Bakanlığına dilekçe vermişler ve askeriyeyle ilişkileri o andan itibaren
kesmişlerdir. Kendilerini artık siyaseten güvende hissettikleri için bunu yaptılar.
Tek adamlık onaylanmıştır. Atatürk şöyle diyordu: “Ordu bizim tarafımızda
olduğu sürece, bu, ordunun politikanın içinde olduğu anlamına gelmez. Ama karşı
taraf orduyu kendi yanına almaya çalışırsa, bu, ordu politikaya giriyor demektir ve
biz buna karşıyız. Ordu politikanın dışında kalsın” demek, benim dediğimin dışına
çıkmasın, karşı tarafın politikasını desteklemesin demekti onun için (Koçak, Taraf,
10 Kasım 2009).
Komutanların meclisten uzaklaşmalarını tamamlamak üzere Atatürk önce Erkan-ı Harbiye Umumi Reisi
Fevzi (Çakmak)’ın parlamentodaki görevinden istifa etmesini sağlamış, 3 Ekim 1924 günü de III. Ordu
Müfettişi Cevat Paşa, I. Kolordu Komutanı İzzettin Paşa, II. Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa, III.
Kolordu Komutanı Şükrü Nail Paşa, V. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa ve VII. Kolordu Komutanı Cafer
Tayyar Paşa’ya reisi cumhur kimliği ile telgraf çekerek mebusluktan istifa etmelerini istemiştir. Bunun
gerekçesi olarak da komutanların aynı zamanda milletvekili olarak bulunmalarının orduda emir ve
komutada beklenilen disiplinin sağlanamayacağını ifade etmiştir (Atatürk, Nutuk II, 1984: 579-582).
52
109
Atılan bir diğer önemli adım Bahriye Vekâleti’nin kurulması olmuştur. 29 Aralık
1924’te 539 sayılı kanunla Deniz Kuvvetleri, Milli Müdafaa Vekâletinden ayrılarak
Bahriye Vekâletine geçmiş ve dolayısıyla vekâlet olarak TBMM’de temsil edilmiştir. Bu
karar Erkan-ı Umumiye Reisi Fevzi Paşa’ya sorulmadan alınmış ve rahatsızlığa sebep
olmuştur (Özdağ, 2006: 62). 26 Şubat 1925 tarihinde 638 sayılı kanunla hem TSK’nin
sivil makamlarla ilişkisi düzenlenmiş hem de ordunun iç yapısının nasıl biçimleneceği
şeklen belirlenmiştir. Kanun, Askeri Şura’ya savunma alanı konusundaki siyasal ve askeri
konularda görüşme ve ilke kararına bağlama yetkisi vermekteydi. Söz konusu kanuna
göre 16 üyeli Askeri Şura’da, başkomutanlığı temsil ettiği için Reisicumhur ile Milli
Müdafaa ve Bahriye Vekilleri dışında Erkan-ı Umumiye Harbiye Reisi, ordu müfettişleri
ve kolordu komutanlarından oluşan 13 asker yer almaktaydı. Bu düzenleme TBMM’de
yoğun tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Kanunun Alman İmparatoru ve Rus
Çarında olmayan yetkileri Reisicumhura verdiğini savunan Kâzım Karabekir, kumanda
ve siyasetin tek elde toplanmasını Napolyon’u örnek vererek açıklamaya çalışmış,
Atatürk’ün özellikle atamalar aracılığı ile ordu üzerinde hâkimiyet kurmak istediğini dile
getirmiştir (Bayramoğlu, 2006: 71-72). George Harris’e göre Atatürk, Askeri Şura
Kanunu ile ordunun kendisine ve Cumhuriyete bütünüyle sadık kalmasını istemiştir
(Hale, 2006: 63). Nitekim ordunun Cumhuriyete ve Atatürk’e sadakati bağlamında atılan
bu adım, daha sonra tecrübe edilecek olan “çıkış güvenceleri” kavramının ilk örneği
olarak nitelendirilebilir.
Yapılan bu düzenlemelerle ordu siyasetin dışına itilmiştir. Bundaki temel gerekçe
de, askeri de rahatlatan, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ülkenin kontrolünü ele almasıdır.
Emekli paşalar da etkili liderlik konumlarını partide devam ettirebilmişlerdir. Osmanlı’da
1908 yılında başlayan ve merkezi monarşiye karşı tavır alarak gelişimini sürdüren
pretoryan dönem, Atatürk’ün etkili bir parti örgütü kurmasıyla başka bir sürece geçmiştir.
Ordudan gelen generallerin askerlik mesleğinden istifa etmeleriyle Parti’de sivilleşme
sağlanmış ve akabinde parti tamamen sivillerin kontrolünde varlığını sürdürmeye devam
etmiş, ordu da Atatürk’ün kontrolünde bir güç olarak kalmıştır.
Bu gücü elinde
bulunduran Atatürk, demokratik bir sisteme geçmek için SCF’nin kurulmasını, birikmiş
hoşnutsuzlukların giderilmesini sağlamak, hükümetim hem kusurlarını düzeltmeye hem
de ekonomik sorunlara yeni çareler aramaya sevk edecek bir kontrol sistemini oluşturma
maksadıyla desteklemiş, (Karpat, 2010: 61), ancak gerek kurucusu olduğu fırkanın
gerekse Cumhuriyetin laiklik esasının tehlikede olduğunu gören Atatürk (Köker, 1990:
110
85-86) çok partili denemeden rejimi koruma gerekçesiyle bir kez daha vazgeçmiş, SCF
dağılma kararı almıştır.
SCF’nin dağılma kararı almasından otuz beş gün sonra 23 Aralık 1930'da İzmir'in
Menemen kazasında askeri birliklere saldırı gerçekleştirilmiştir (Tanfer, 1990: 318).
Yedek subay Kubilay’ın şehit edildiği olayın rejimin koruyucu unsuru ordu tarafından
bastırılması sonucu 31 Aralık 1930'da Başbakan İsmet (İnönü) Paşa'nın başkanlığında
toplanan Bakanlar Kurulu, Menemen Olayını sosyal düzene karşı bir ayaklanma
niteliğinde görerek, “suçun Cumhuriyete karşı geniş kapsamlı bir düzene dayandığı
hakkında kesin belgeler olduğu” gerekçesiyle Menemen ile Manisa ve Balıkesir merkez
ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmesine karar vermiştir. Atatürk de
Menemen hadisesini “Terakkiperverler’in bir kısmı behemehâl bu siyasetin içindedir (…)
Fethi Bey değildir (…) [Bu] hükümeti düşürmek için bir harekettir (…)” diyerek
olaylardan muhalefeti sorumlu tutmuş, hadisede yer aldığı [İsmet İnönü tarafından] iddia
edilen Nakşibendi tarikatı için de “(…) kumandanlar bilmelidirler ki bu tarikat yok
edilecektir, siyasi irtibat aranacaktır (…)” (Altay, 1970: 435-437) ifadelerinde
bulunmuştur. Bu muhalefetin bastırılmasıyla, “parti-devlet bütünlüğü eksiksiz biçimde
sivil örgütlenmeleri de kullanmak suretiyle tamamlanmıştır. Katı, dışına çıkılmaz bir
devlet ideolojisi, aşkınsallaştırılmış bir devlet-parti muhakemesi çerçevesinde hegemonik
hale getirilmiştir” (Kahraman, 2012: 103).
Yeni rejimde orduya biçilen rol ise 10 Haziran 1935 yılında 2771 sayılı “Ordu
Dâhili Hizmet Kanunu” ile kesin olarak belirlenmiştir. Buna göre “Ordunun vazifesi,
Türk yurdunu ve Teşkilatı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini
kollamak ve korumaktır” (m.35). Kanunun 41. maddesi ise askere kesin bir siyaset yasağı
getirmiştir. Bu kanunun amacına göre Türk ordusu her türlü siyasi mülahaza ve tesirlerin
üstündedir53. Dolayısıyla ordu mensuplarının, fırka ve cemiyetlere girmeleri ve siyasi
faaliyette bulunmaları ile her türlü gösteri, toplantı, seçim işlerine karışmaları
yasaklanmıştır. Selek’e göre bu hukuki yasaklar başka yasakları da beraberinde
getirmiştir. Askeri okullarda öğrencilerin gazete okuması bile yasaklanmış, harp
okullarında askeri dersler dışında hiçbir müfredata yer verilmemiştir. Böylece ordunun
Ordunun her türlü siyasi mülahazanın üstünde oluşu kendilerine verilen eğitimle sağlanmaya
çalışılmıştır. Nitekim Atatürk genç subayları, kendilerini devrimin bekçileri gibi düşünmeye teşvik etti, ona
göre istikbalde Türk milletinin üstün ideallere ulaşması için kahraman asker evlatları en önde yürümeliydi.
Radikal reformist bir bilinci yansıtan bu öğretiyle askerler Cumhuriyet ve kazanımlarının korunması
amacına yönelik koruyuculuk ve kollayıcılık misyonu ile yüklü hale gelmişler bu ise askeri eğitim sistemi
vasıtasıyla tahkim edilmiştir (Harris, 1965: 56. akt. Hale, 1996: 80).
53
111
yalnız politikayla değil ifrata kaçan aşırı bir inançla memleket meselelerinden uzak
tutulması istenmiştir (Selek, 1976: 726).
Atatürk bir yandan askerin siyasetten uzak kalması bağlamında bir takım tedbirler
alırken diğer taraftan orduya da koruyuculuk vazifesini yükleyerek Türkiye
Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak ülküsüyle rejime karşı ortaya çıkan olaylarda
kullanmaktan çekinmemiştir. Zira Şeyh Said ve Dersim isyanları ile Menemen Olayına
verilen cevap bu iddiamızı doğrular niteliktedir. Atatürk’ün bu yaklaşımıyla ordu,
Kemalist ideolojiyi içselleştirmiş ve sonradan bu ideolojinin yeniden üretilip
yorumlanmasında baş aktör rolünü oynamıştır. Ordunun bu tutumu Kemalizm’den aldığı
güçle kendisini siyaset üstü olarak görmesini sağlamıştır. Bu ise Cizre’ye göre ordunun
siyaset dışı ve üstü olarak sürekli siyasete müdahale edebilmesi için önemli bir kapasite
ve alan yaratmıştır (Cizre, 2001: 156). Bir bakıma ordu gündelik siyasetin değil de
“yüksek siyasetin” öznelliğine yönelmiştir.
Fakat kabul edilen bu kanun, ilk başlarda ordu mensuplarını siyaset sahnesinin
dışında tutmuş olsa da daha sonraları çok partili hayatta, ordunun siyaset sahnesindeki
aktif yeri için temel dayanak noktasını teşkil edecektir. Dolayısıyla buradan şu sonucu
çıkarmak yanlış olmayacaktır. O dönemde askeri, siyaset sahnesinin dışında tutan güç,
TBMM’de kabul edilen kanunlardan değil bizzat ordu içinden gelmiştir. Bunda daha önce
bahsedildiği gibi Atatürk ve İnönü’nün askeri geçmişleri yanı sıra uzun bir süre Erkan-ı
Harbiye Umumi Reisliğini yürüten Fevzi Çakmak’ın rolü büyüktür. Keza Atatürk’e
muhalif olarak görünen Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir, Refet Bele, Cafer Tayyar
Eğilmez’in yargılanmalarının ve ordunun Atatürk’e topyekûn sadakatini sağlamada
sürekli bir etki yaratmasının da hissesi olduğu vurgulanmaktadır (Hale, 1996. 76). Bu
süreçte orduya iç işleyişi hakkında özerklik tanınmakla birlikte gerek yukarıda sözünü
ettiğimiz yasal düzenlemeler gerekse askerlik eğitiminin içeriği ve askerî harcamalardaki
kontrol sayesinde ordunun siyasal alanda bir güç olarak ortaya çıkmasının önlenmesi
amaçlanmıştır.
Atatürk ve yakın arkadaşları için temel tercih ordunun siyaset dışında; ama
“rejimin koruyucu bekçisi” olarak tutulması olmuştur. Atatürk’ün “ordumuz, vatanın ve
rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp en geniş ve hakiki mânâsiyle bir sulh âmili ve bir
eğitim ve öğretim ocağı [olarak] Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk
vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye
idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi
112
imkânsız teminatıdır” (Küçük, 1969: 271,285) sözleri de bunu doğrulamaktadır. Onun
döneminde parti ve ordu birbirinden ayrı değerlendirilmiştir. Rejimin liderleri siyasal
iktidarın kaynağını ulusun iradesine dayandırmış, temel kurumlar olarak parti ve
parlamento vurgulanmış, ordu da rejimin güvencesini sağlayacak bir araç olarak
anlamlandırılmıştır (Kahraman, 2012: 40). Bir başka deyişle ordunun sivil denetim
altında tutularak siyasetten arındırılması gerçekleştirilmiş, “sivil kontrol” sağlanmıştır.
Siyasal iktidarın güçlenmesinde temel dayanak ise, ordudan gelen, kurucu karizmatik
liderlik ve bu liderliğin denetimindeki parti ve parlamento olmuştur. Kısacası 1923-1938
döneminde ordu güçlü liderlik, güçlü parti, güçlü parlamento ve hükümetler karşısında
kışlasında kalmayı yeğlemiştir. Özdağ ise Atatürk dönemine, “askersiz militarizm”
demektedir. Çünkü bu dönemde TSK, siyasete siyasal iktidardan bağımsız olarak değil,
kendisini özdeşleştirdiği siyasal iktidarın emrinde siyasal yaşamın içinde yer almıştır
(Özdağ, 2006: 43). Keza yukarıda bahsedilen isyanlara karşı verilen cevaplar da Özdağ’ı
doğrular niteliktedir. Siyasetin içindeki bu varoluş İnönü döneminde kendisini daha yakın
hissettirecektir54.
Keza bunun belirtileri Atatürk’ün ölümüyle İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı
seçildiği üç günlük arada kendisini göstermiştir. Atatürk’ün üst üste dört kez
Cumhurbaşkanı seçilmesi ordu için gurur duyulacak bir ayrıcalık olmuş, asker daha sonra
gerçekleştirilecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde karar koyucu olarak aynı
ayrıcalığı yaşamak istemiştir. Atatürk’ün hastalığı zamanında ordu mensuplarının
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak başkanlığında toplantılar düzenleyip devletin
geleceği ile ilgili görüş alışverişinde bulunmaları, ordunun siyaset üzerinde belirleyici
olacağını göstermekteydi. Dönemin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza
Soyak’a göre Atatürk kendisinden sonra Cumhurbaşkanlığı makamına Mareşal Fevzi
Çakmak’ın geçmesini istemiştir (Özdemir, 2007: 99).
“Elbette bunda söz ve seçim hakkı sadece milletin ve onun mümessili olan
TBMM’nindir. Yalnız ben (Atatürk) bu meseledeki mütalaamı ifade edeceğim.
Evvela akla İsmet Paşa gelir; evet! O, memlekete büyük hizmetler ifa etmiştir.
Fakat nedense umumun sempatisi kazanamadığı görülüyor. Bu yüzden durumu
pekte cazip olmasa gerek. Bir de Mareşal Çakmak var. O, hem memlekete büyük
hizmetler etmiş hem de herkesle iyi geçinmiş, salahiyet prensiplerinin
Hale (1996: 79-80) de Özdağ ile benzer düşüncelerden bahsetmektedir, ona göre tek parti dönemi
Türkiye’sinde askeri bürokrasi siyasetin tamamen dışında kalmamıştır. Bu dönemde ele alınan devletçi
sınaî kalkınma planlarının formülasyonunda askeri değerlendirmelerin de rol oynadığı görülmektedir.
Bunda Mareşal Fevzi Çakmak’ın muhafazakâr tutumu çok etkili olmuştur. Nitekim Demir Çelik Sanayinin
Karadeniz Ereğli’sine değil de Karabük’te kurulması, Doğu ve Güneydoğu illerine sanayi hamlelerine ve
yol yapılmasına karşı çıkılması, yine doğu illerinde okulların açılmasına engel olunması gibi düşünceler
sırf askeri savunma gerekçeleri yüzünden alınmış kararlardır.
54
113
mütalaalarına dair kıymet vermiştir. Kimse ile çekişme halinde değildir. Bu itibarla
bence, devlet başkanlığı için en münasip arkadaş odur” (Özdemir, 2007: 99).
Asım Gündüz ise anılarında Celal Bayar’ın Fevzi Çakmak’a teklifte bulunduğunu;
ancak Mareşal’in “hayır Celal Beyefendi, ben politikadan uzak, ordumla sizlere yardımcı
olacağım.” (Gündüz, 1973: 217) diyerek teklifi geri çevirdiğini belirtmiştir. Orduya göre
kararı
Atatürk’ün
kurduğu
Millet
Meclisi
vermelidir.
Zira
TBMM’den
milletvekillerinden oluşan bir grup heyet, Atatürk’ün rejimi koruma görevini verdiği
ordunun
komuta
merkezi
Genelkurmay’a
giderek
ordunun
cumhurbaşkanlığı
konusundaki düşüncelerini öğrenmek istemişlerdir. Genelkurmay ise Meclisin üzerinde
bir kuvvet tanımadığını, bunun için de herhangi bir tavsiyede bulunmayacaklarını,
Meclisin en isabetli seçimi yapacağını ifade etmiştir” (Gündüz, 1973: 217).
Cumhurbaşkanının kimin olacağına Meclisin karar vereceği beklenirken, Birinci
Ordu Komutanı Fahrettin Altay Mareşal’in bu tavrına karşı çıkmış, gerekçesini de
kolordu ve tümen komutanlarıyla yaptıkları toplantıda İnönü’nün Cumhurbaşkanlığının
daha hayırlı olacağına karar verdiklerini söyleyerek, “Cumhurbaşkanlığı makamı rastgele
bir kişinin getirileceği bir makam değildir” diyerek dile getirmiştir. Ona göre Türkiye,
özellikle dış politikada çok ciddi sınavlarla karşı karşıyadır, her an bir savaşın patlama
ihtimali vardır ve bu kritik zamanda Türkiye’nin başında kuvvetli birisinin olması gerekir,
buna en uygun aday da İnönü’dür. Fahrettin Altay’ın bu düşünceleri Asım Paşa tarafından
Fevzi Çakmak’a anlatılmış ve Çakmak da Altay’a hak vermiştir (Gündüz, 1973: 217218). Yani bir nevi Genelkurmay ikna edilerek askerin kurum olarak etkili tavrı ortaya
konmuştur. Bu tecrübe kurucu ve koruyucu unsur olarak ordunun, Atatürk’ün
yokluğunda, gerekirse siyasete müdâhil olacağını da ortaya koymuştur. Nitekim eski bir
komutan ve Atatürk’ün yakın arkadaşı olan İsmet İnönü’ün cumhurbaşkanı olmasının
ordunun onayıyla gerçekleşmesi, ordunun rejim üzerindeki somut ağırlığının en can alıcı
göstergesidir. Fevzi Çakmak’ın İnönü’ye olur vermesinde Atatürk ile beraber geçmişteki
birlikteliklerinin önemli bir rolü vardır. Cereyan eden bu olaylar sonucunda Mecliste
yapılan oylamada 323 oyun 322’sini alan İsmet İnönü Türkiye’nin II. Cumhurbaşkanı
seçilmiştir. Hemen akabinde “Atatürk’e Türkün Atası unvanıyla verilen Ebedi Şefliğin
yerine ikinci adam konumundaki İnönü’ye Meclis kararıyla “Milli Şef” unvanı
verilmiştir” (İba, 1998: 154).
114
2.2.2- Koruyucu Anlayışın Oluşumunda İnönü’nün Rolü
Cumhuriyet Türkiye’sinde Atatürk’den sonra siyasete yön veren İsmet İnönü’nün
siyasi yaşamında, Atatürk’ün siyaset tecrübesini görmek mümkündür. Yönetimi boyunca
farklı siyasi tercihleri ortaya koyan İnönü, bir taraftan demokrasiye olan bağlılığını dile
getirirken diğer taraftan ordu ile ilişkisini “koruyucu bir bakış açısı” anlayışıyla sağlam
tutmuş, ordu üzerindeki hâkimiyetini kaybetmek istememiştir. Onun bu düşüncesinde
Osmanlı’nın son dönemlerindeki Batılılaşma çabaları ile İttihat ve Terakki düşüncesi
daha fazla iz bırakmıştır. Her konuda ağırlığını koyma eğiliminde olan İnönü, zamanla
bir “hükümet adamı” olarak belirmiştir (Aydemir, 1999: 21). Kendi damgasını otoriter
bir biçimde bürokrasiye de vurmuş (Karaosmanoğlu, 1984: 166), devlet mekanizmasını
bürokratlaştırmıştır. Bir Türkiye araştırmacısı, Atatürk’ün Cumhuriyet reformlarına
giriştiği dönemde (1920’leri ikinci yarısı), İnönü’nün “reformların güçlü, fakat hassas
makinasında[ki] temel dişli” olduğunu söylemiştir (akt. Heper, 1999: 122). Cumhuriyetin
laboratuvarı sayılan II. Meşrutiyet döneminde yetişen İnönü, İttihat ve Terakki üyeliğinin
kısa olması ve çok da bilindik bir üye olarak tanınmamasına rağmen İttihat ve Terakki’nin
yönetim geleneğinden etkilenmiştir. Kendisini İttihat ve Terakki üyeliğine taşıyan ülke
şartlarını ve örgütün gerekliliğini İnönü;
“Umumi çöküntünün ıstırabı sâri (bulaşıcı) ve müstevli (salgın) bir halde idi. Genç
Mülkiyeliler bizimle aynı kaygıyı paylaşıyorlardı. 1907 nihayetine doğru
memleket endişesi yeni bir istikamette belirmeye başlamıştı. Bu istikamet kurtuluş
ihtiyacı idi. Çare de Kanun-i Esasi’nin tatbik edilmesi idi. Bunlar gizli gizli; fakat
her yerde her toplantıda konuşuluyordu (…) Memleketin farklı kesimlerinde aynı
dertler ve ıstıraplar süratle, bir siyasi toplanış ve toparlanış niteliğini andırıyordu”
(Atay, 2004: 42) sözleriyle dile getirmiştir.
Duyulan bu ihtiyaç İnönü’nün İttihat ve Terakki üyeliğini getirmiştir. Üyeliğinde
her rütbede subayın bu hareketin içinde görünmesi ve Fethi Bey’in Selanik’ten yazmış
olduğu mektuplar İnönü’ye tesirli olmuştur. Konuyla ilgili olarak İnönü;
“Benim İttihat ve Terakki üyeliğine girişim şöyle oldu: Bir gün Selanik’ten esas
sınıfı süvari olan Refet Bey adında bir jandarma yüzbaşısı geldi, beni buldu. Fethi
Bey’den bana bir mektup getirmişti. Mektupta Yüzbaşı Refet Bey’e güvenmem ve
inanmam için ne lazımsa yazılı idi. Görüştük, Refet Bey bana İttihat ve Terakki
hakkında izahat verdi. Cemiyet’e giriş usullerini anlattı. Cemiyet’in
nizamnamesini verdi. Bundan sonra gizli bir cemiyet’in mensubu olarak
çalışmalara başladım. Hayatımda ilgi kurduğum, mensup olduğum tek gizli ve
kapalı cemiyet, İttihat ve Terakki olmuştur. Fethi Bey ile emniyetli bir şekilde
mektuplaşabilmek için kısa bir şifre tespit etmiştik. ‘Padişah’ kelimesi ‘İhtilal’
manasına; ‘Sadakat’, ‘Meşrutiyet’; ‘Ubudiyet ’de ‘Hürriyet’ manasına geliyordu
(Selek, 1992: 39) demiştir.
115
Orduda meydana gelen kıpırdanmalar ve vatan adına duyulan endişe, çoğu subay
gibi İnönü’yü de endişeye sevk etmiş olacak ki kendisi İttihat ve Terakki’ye katılmıştır.
Keza II. Meşrutiyeti getirenler köken itibariyle mektepli subaylardı ve İnönü’de mektepli
bir subay olarak olaylara tarafsız kalamamıştır. Selanik’te gerek 1908 Devriminde
gerekse 1909’da Hareket Ordusu bünyesinde yer almış olan Atatürk ile görüşmüş olan
İnönü’nün “çok hareketli bir muhitten getirdiğim duyguları toplamaya ve düzene koyarak
anlatmaya çalışıyordum. İşittiklerim ve yaşadıklarım İstanbul’da ve Edirne’de açığa
vurulması mümkün olmayacak derecede taşkındı” (Selek, 1992: 42) sözleri heyecanını
ortaya koymaktaydı.
İnönü’nün gerek İttihat ve Terakki örgütüne karşı duyduğu heyecan gerekse
muhaliflerin çıkarmış olduğu 31 Mart isyanına vermiş olduğu tepki55, onun sahip olduğu
ruh halini özetlemektedir. İnönü hem Balkan Savaşlarının kaybedilmesini hem de “dini
tahrikler üzerine uyandırılmış kanlı bir irtica vakası” (Cihan ve Tekin, 1998: 17) şeklinde
tanımladığı 31 Mart Vakasının orduyu ikiye böldüğünü söylemiş bunu da;
“31 Mart’ı her hatırladığım zaman bir büyük binanın yıkıldığını görürüm. Bu facia
yeni kurulan büyük ümitlerle dolu Meşrutiyet rejimini, hemen sekiz ay sonra aksi
istikamete yöneltmeye sebep olmuştur. İç idaremizde bir vehim ve emniyetsizlik
havası girmiş, bu havayı tasfiye etmek bir daha mümkün olmamıştır. Kurulan Örfi
İdare ve Divanı harpler sonuna kadar baki kalmıştır” (Selek, 1992: 54) diyerek
ifade etmiştir.
Ordunun siyasete karışması anlamında önemli bir hareket olan 31 Mart Vakası
İnönü’nün hayatında olumsuz ve önemli bir yer edinmekle kalmamış, kendisinin sivilasker ilişkilerine dair düşüncelerinin de şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Askerlerin
siyasete karışmaları konusundaki soruna dikkat çekmeye çalışan ve Atatürk ile aynı
fikirde olduklarını dile getiren İnönü, Atatürk ile İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleriyle
görüştüklerini, ordunun siyasetten ayrılmasının mutlaka lazım olduğunu anlatmaya
çalıştıklarını, görüşmeye gelen kişilerin bu fikirlerden etkilendiklerini; ancak
teşebbüslerinden bir netice alamadıklarını üzülerek ifade etmiştir (Selek, 1992: 55).
Ordunun siyaset sahnesinin dışında kalması düşüncesini İttihat ve Terakki’nin 1909’da
Selanik’te gerçekleştirmiş olduğu kongrede görmekteyiz. Kongrede bu konudaki
önerileri muhatapları tarafından dikkate alınmayınca hem Atatürk hem de İnönü İttihat
ve Terakki ile ilişiklerini kesmişlerdir (Turan, 2000: 19).
55
İsmet İnönü 31 Mart Vakası’nı bastıran Hareket Ordusunda görev almıştır (Demirel, 2009: 126).
116
İnönü, Atatürk’ün ölümünden sonra gerek demokrasi gerekse asker-sivil
ilişkilerinde Atatürk’le benzer uygulamalar içerisinde olmuştur. İnönü bir yandan
demokrasiye inanmış, ona olan güvenini vurgulamış, farklı mecralarda bu arzusunu dile
getirmiş, diğer yandan da orduyu kendi tarafında tutmak istemiştir. Özellikle çok partili
hayat tecrübesinde sergilemiş olduğu tutum ile 1960 darbesi ve 1971 muhtırasında orduya
yakın durmuş ve ordu müdahalesinden sonra siyasal ve yönetsel alanda etkin rol
üstlenmiştir56. İnönü-ordu ilişkisinde öne çıkan unsur güvendi. Öncelikle, İnönü ordudan
geldiği için orduyu anlıyordu ve asker üzerindeki kişisel otoritesi ve saygınlığı vardı.
Aradaki bu dayanışmayı sağlayan şeyin başında İnönü'nün devlet kuruculuğu özelliği
gelmektedir. Bir askeri darbenin İnönü'ye karşı yapılacak olması, içinden ihtilale taraftar
subayları bile vicdan muhasebesine itmesinin yanında, kışkırtma ve yönlendirmelerin
etkisini olabildiğince azaltıyordu (Toker, 1992:119-120). Nitekim Heper’e göre İnönü,
ordu için vazgeçilmez bir siyasi karakter olarak görülmüş, ordunun 1960 darbesinden
sonra kışlasına dönmesinde İnönü’nün tutumu etkili olmuştur (Heper, 1999: 228). İnönü,
1960 darbesi sonrasında da koalisyon hükümetinin başbakanı iken Talat Aydemir'in 22
Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963'de iki kez askerin niyetlendiği müdahale girişimini bizzat
kendisi engellemiştir. Sergilemiş olduğu bu tavırlar onun demokrasiye olan bağlılığının
bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Atatürk gibi İttihat ve Teraki’nin siyasi
atmosferinden etkilenmiş olan İnönü, ordunun siyasetten ayrılması hususunda da
Atatürk’le aynı fikre sahipti. Nitekim bu konuda sarfetmiş olduğu “biz beraber başbaşa
kaldığımız zamanlarda Atatürk ile konuşur demokrasi hakkında çareler arardık. Devlet
mekanizmasını tek insanın kaderine bağlayan sistemden mutlaka sıyrılmalıdır (…) tek
parti rejimleri, normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edmedikleri, hiç değilse
bu zaruri olan intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır” (Heper, 1999:
117) sözleri bunu doğrulamaktadır.
İnönü, Atatürk gibi bir yandan demokrasiye olan ilgisini ortaya koyarken diğer
taraftan da koruyucu, seçkinci bir anlayışa sahip olduğunu da dile getirmiştir. Nitekim
demokrasi konusunda çeşitli denemelerin yapılabileceğini belirten İnönü, ortaya
çıkabilecek olumsuz sonuçlardan etkilenilmemesi gerektiğini “çocuğumuzu iyi bir
nişancı yapmak isteriz, ona yalnızca nazari bilgiler vermekle bu maksada ulaşamazsınız,
eline silah verecek, nasıl nişan alacağını söyleyeceksiniz; attığı ilk kurşun, hedefin
1960 ihtilali sonrasında koalisyon hükümeti başbakanı olmuş, 1971 muhtırasından sonra da Nihat Erim'i
destekleyerek Başbakan yapmıştır.
56
117
yanındaki canlı bir mahlûku öldürebilir. İkinci, üçüncü… beşinci kurşunlar bir
komşusunun camını kırabilir yahut bir çatının bacasını yıkabilir. Ama eninde gecinde tam
isabet yapacak ve iyi bir nişancı olacaktır. Halkı demokratik düzene alıştırmak için bu
usulü kullanmaktan başka çare yoktur (Heper, 1999: 124-125) diyerek nişancı örneğiyle
dile getirmiştir. İnönü’ye göre ülkeyi yönetenler genel çıkarlara dikkat ederek, halkın
refahını gözetmenin önemini kavramalıdırlar. Genel çıkarlar halkın vicdanıyla özdeş
olduğu için de devlet demokratik olmalıdır. Ancak ona göre halkın vicdanında yeşeren
bu genel çıkar, ancak aydınlar tarafından gözetilebilecek bir genel çıkardır (Heper, 1999:
122). Koruyucu ve seçkinci bir ifade biçimi olan bu yaklaşımı İnönü, “bizler kurmay
subaylardık, her şeyi aramızda konuşur, yargılara varır, sonra çevreye ve üsttekilere
yukarıdan aşağı bakardık. Şimdi de yine kurmay subaylar vardır. Bizim bu işimiz onların
arasında konuşulmaktadır ve yargılara varılmaktadır. Ülkenin bir aydın düşünürleri
vardır, onları hesaba katmak zorundasın” (Heper, 1999: 122) diyerek Atatürk’e
tavsiyelerde bulunmuştur.
Merkeziyetçi ve devletçi seçkinci bakış, Atatürk gibi İnönü yönetimine de
yansımıştır. Keza 1930'larda ekonomik tartışmalar, devletçilik temelinde gerçekleşmiştir.
İnönü yönetiminin temel özelliği olan bu devletçiliğin İttihat ve Terakki'nin
uygulamalarından kaynaklandığı ileri sürülebilir57. İnönü, Atatürk’ten sonra kendi
çizgisini ülke yönetiminde hâkim kılmış, iktidarını sağlamlaştırmıştır. Bu amaçla, İnönü
kendisine problem yaratanları dışlamış, Atatürk döneminde muhalefette kalan ve
kapatılan TpCF’nın üyeleri ve İzmir Suikastı ile siyasal alandan tamamen uzaklaşmak
zorunda kalan Millî Mücadele'nin önde gelen kişileriyle yeniden temas kurmuş, onları
yeniden kazanarak uzlaşmaya çalışmıştır (Hanioğlu, 1985: 57). Parti, hükümet ve meclis
içerisinde yakın çalışma grubunu kendisi kurarak onların bütün karar ve
uygulamalarından haberdar olmuştur. Parti Meclis Grubunun çalışmaları, Milli Şef’ten
bağımsız gerçekleşmemiştir. Müzakerelere İnönü de çok yakın alaka göstermiş ve onları
takip etmiştir.
"Döneme damgasını vuran İttihat ve Terakki savaşla birlikte ülke ekonomisiyle yakından ilgilendi.
Ekonomiye müdahale etti, yönlendirdi. Devlet ilk kez bu savaşta ekonomiyle bütünleşti. Cihan Harbi'nin
olağanüstü koşulları Osmanlı topraklarında da yaşandı. Osmanlı'da ilk kez devlet iktisadiyatı anlayışı
doğdu. Türkiye'de devletçilik işte bu savaş yıllarında yeşerdi. İttihat ve Terakki devletçiliği ülkeye getirdi",
bkz. (Toprak, 1982: 345-351). İttihatçılar modern anayasal ve merkeziyetçi bir devletten yana olmakla
birlikte, devlet tekeli sistemini ve ekonomi üzerinde devlet denetimini de inançla savunuyorlardı (Ahmad,
1985: 32).
57
118
Atatürk döneminde olduğu gibi İnönü de tek karar alıcı pozisyonda olmuştur.
Parlamentonun üstünlüğü ilkesi şekil olarak kalmış, parlamento dışında iktidarın bütünsel
bir şekilde kullanılması “şeflik sistemiyle” sağlanmış, yürütmenin yasama organı
üzerindeki hâkimiyeti sağlanarak, meclis hükümeti sistemi (kuvvetler ayrılığı prensibini
reddederek) devam ettirilmiştir. Siyasi iktidarın icrası, rejimin kurucu ve kollayıcıları
olan dar bir oligarşinin elinde toplanmıştır (Demirci, 2010: 115-119). “Bu açıdan İnönü
dönemi seçkinci söylemin deposu” olarak görülmüştür. “Devleti biz kurduk, demokrasiyi
de ancak biz idare ederiz bakışıyla karikatürize edilebilecek bir seçkinliktir bu” (İnan,
2015: 265). Bu dönemde TBMM’deki oylamalarda hiçbir aleyhte (kırmızı) ya da
çekimser (yeşil) oy çıkmayacak, önemli, önemsiz bütün kararlar oybirliği ile alınacak ve
bu hal Milli Şef döneminin yıllarca süren önemli bir karakteristiği olacaktır (Goloğlu,
1974: 9).
İnönü sadece yasama alanında değil, devleti temsil eden her kurumda üstünlüğünü
göstermiştir. Yapılan kimi atamalarda da bunun örnekleri görülmüştür. Koçak’a göre
İnönü daha çok güven bunalımlarının yaşandığı durumlarda ‘kişi harcama’ modelini
tercih etmiştir. Bu doğrultuda Cumhuriyet tarihinin değişmez Genelkurmay Başkanı
Fevzi Çakmak58 12 Ocak 1944’te, asli işini yapamadığı için, 68 yaşında emekliye
ayrılmış, yerine Orgeneral Kâzım Orbay atanmıştır59. Aydemir bu tasarrufu Çakmak’ın
bürokrasideki etkisine bağlamaktadır. Nitekim ona göre Mareşal Atatürk döneminde
olduğu gibi İnönü döneminde de itibar görmüştür. Mesela Genelkurmay Başkanı olarak
ziyaretleri kabul eder; fakat ziyaretleri iade etmezmiş, bir nevi devletin askerî başkanı
gibi davranmıştır (Aydemir, 1999, C.2: 451). Bu tasarrufla İnönü ordu üzerindeki siyasi
egemenliğini ve otoritesini arttırmıştır. Orduda meydana gelen bu değişimin
taçlandırılması ise 7 Haziran 1944 tarih ve 4580 sayılı Genelkurmay Başkanlığının
Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’yla yapılmıştır. Söz konusu kanunla Genelkurmay
Başkanlığı kendi bağımsız konumunu kaybedip başbakana karşı (barışta) sorumlu hale
getirilmiştir. Böylece asker, sivil otoritenin altına alınmış oluyordu. 1944 yılından sonra
ordu Başkomutanlığı, 4550 no'lu kanunla, yeniden düzenlenmiş, özerkliği sona erdirilmiş
DP ortada bir muhalefet partisi olarak belirince Mareşal bu partisinin listesinde yer aldı. Onun bu
hareketini İnönü’ye karşı bir küskünlüğün ifadesi sayanlar haklıdırlar. Çünkü CHP’den de teklif almış;
ancak bu teklifi nazikçe geri çevirmiştir (Aydemir, 1999, C.2: 449-450).
59
Belen, ordunun II. Dünya Savaşı sırasında asli işini yapamadığını, statik hale geldiğini bunun da
Çakmak’tan kaynaklandığını belirtmektedir (akt. Cizre, 2006: 143). Orbay’ın ardından dört atama daha
gerçekleştirilmiştir. Bu sayı bir istikrarsızlık gibi görünse bile, ordunun alt kademe komutanları açısından
bakıldığında ordu içindeki terfi imkânının arttığını göstermekteydi. Orduda yükselme imkânı uzun yıllar
sonra yeniden mümkün hale geliyordu (Koçak, 2015: 88).
58
119
ve Başbakanlığa bağlanmıştır (Özdemir, 1991: 53). 1949 yılından sonra ise
Başkomutanlık 1960 yılına kadar Milli Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Ordu yapılan
bu düzenlemelere tepki vermemiş, İnönü’nün Cumhurbaşkanı olarak devletin başında
bulunmasını kendisi için yeterli görmüştür. Nitekim ordu için İnönü’nün ehemmiyeti
dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak’ın 1948 yılında yayımlamış
olduğu “Çok sayın Cumhurbaşkanımız ve Yüce Bağbuğumuz, Kara, Deniz ve Hava
ordularımızın komutan, subay ve aratı adına yeni yıllarını en derin tâzim ve itaatle kutlar,
büyük Şefimizin, ordumuzun ve azizi Türk vatanının başı üstünde her zaman şan ve
şerefle ışık vermelerini ulu Tanrı’dan dilerim” (Koçak, 2015:135) şeklindeki yeni yıl
mesajından da anlaşılmaktadır.
Orduyu sivil idare altına alma girişimine 1949'da çıkarılan 5398 Numaralı
Kanun'la devam edildi. Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığı'nın bir dairesi
konumuna getirildi. Genelkurmay başkanı artık Milli Savunma bakanı’nın teklifi ile
atanabilecekti (Erdoğan, 1997: 277). Daha 1948 yılında CHP Seyhan Milletvekili Sinan
Tekelioğlu, Hasan Saka Hükûmeti’nin programının görüşülmesi sırasında, Mecliste
yaptığı bir konuşmada, MSB’den de söz etmiş ve bakanlığın adının değiştirilmesi
gerektiğini “Bakanlığa Genelkurmay Bakanlığı adı verilmeliydi ya da Genelkurmay
Başkanlığı MSB’ye bağlanmalıydı. Hiçbir devlette böyle bir teşkilât yoktu (…) Parayı
sarf eden MSB, bütün mesuliyet onun omuzları üzerinde [idi]. Öteki yapacağını yapar
[dı] ve hiçbir mesuliyeti yoktu.” Tekelioğlu, “Genelkurmay [Başkanlığı] kumandaya
salâhiyetli midir?” diye soruyor ve ardından hemen yanıtını veriyordu: “Evet, anayasa
böyle yazıyor. Tabiî bu yazı ile olmaz. Genelkurmay [Başkanlığı], yalnız eğitim vazifesi
gören bir müessesedir [ve] o yalnız mütâlaa dermeyan eder. Fakat kumandayı ve icrayı
yapan Millet Meclisi dolayısıyla MSB’dir (…) Biz de dostumuz olan Amerika devletine
benzeyelim”60 sözleriyle ifade etmiştir.
1948 yılında Meclis’te tartışılan bu konu 1949’da da müzakare edilmiş ve
Genelkurmay Başkanlığı’nın Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması hususundaki
kanun teklifi Meclis’te görüşülerek yasalaşmıştır61 (30 Mayıs 1949/96. Birleşim). Yasa
tasarısına Diyarbakır Milletvekili İhsan Hamit Tigrel, “(…) Millî Savunma Bakanı
60
Bkz.https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c006/mm__03006104ss0132.pdf
(10.03.2016).
61
Bu değişiklikten önce savunma bütçesi Genelkurmay Başkanlığı tarafından saptanır ve TBMM’ye
formalite olarak gönderilir üzerinde tartışma yapılmazken, 1949 yılında yapılan değişiklik sonrasında söz
konusu bütçe hakkında yoğun tartışmalar yaşanmış, askeri konularda eleştiriler getirilmiştir (Koçak, 2015:
118).
120
intihabı bugünkü şekilde devam ettiği ve Millî Savunma Müsteşarının da sivil olması
düşüncesi tahakkuk eylediği takdirde, orduya siyaset karıştırılmış olacağı ve bunun ise
memleket için hayırlı olmayacağını62 [düşünmekteyim]” diyerek Genelkurmay
Başkanlığının Millî Savunma Bakanlığına bağlanmasına karşı çıkmıştır.
Milli Savunma Komisyonu Sözcüsü Hatay Milletvekili Eyüp Durukan;
“Bir müddet Genelkurmay Başkanlığının Başbakanlığa bağlanması da yine
arkadaşlarımın ve hepimizin bildiği gibi ortadaki ikiliği kaldırmamıştır, daima bir
ikilik mevcut kaldı. Arzu edilen; bu ikiliği ortadan kaldırmak ve anayasamızın 40.
maddesinin birinci fıkrası mucibince ordunun Başkumandanlık sıfatını haiz olan
Büyük Millet Meclisine karşı hesap verecek bir sorumlu makama bağlanması
düşünülmüş. Başbakanlığa bağlanması bunu temin etmediği için, nihayet Millî
Savunma Bakanlığına bağlanmasının en elverişli bir şekil olduğu Askerî Âli
Şûraca da tensip edilmiş, münasip görülmüş ve bu tensip üzerine Hükümetçe bu
şekilde kanun tasarısı hazırlanmıştır (…) Biz, bunları [Kara, Hava, Deniz
Komutanlıklarını] anayasa içinde ve ona uygun olarak Genelkurmay Başkanlığına
ve Genelkurmay Başkanlığını da Millî Savunma Bakanlığına bağlıyoruz. Bu
suretle Millî Savunma Bakanlığı iki koldan ibarettir. Birisi, Genelkurmay
Başkanlığı, ona bağlı olarak da kara, deniz ve hava kuvvetleri Komutanlıkları.
Diğer taraftan Millî Savunma Bakanlığı müsteşarlığı. Bunların her ikisinin de
vazifesi; taksim edilmiştir. Her ikisi de Millî Savunma Bakanına karşı mesuldür.
Millî Savunma Bakanı da bunların hepsinden Yüksek Meclise karşı sorumludur
(…) Bu teşkilâtı kabul etmekle orduya ve memlekete büyük hizmet etmiş olacağız.
Ve ordumuzu en modern ordular gibi bir teşkilâta mazhar edeceğiz. Ordunun
Başkumandanı olan Meclis her an ordu hakkında hesap almak ve ona dair sual
tevcih etmek imkânları temin edilmiş olacaktır”63 diyerek madde hakkındaki
savunmasını yapıp önerge konusunda destek istemiştir.
Milli Savunma Komisyonu Hatay Milletvekili Eyüp Durukan’ın bu düşünceleri
sivil bir anlayışa geçiş bağlamında değerli olmakla beraber, daha çok uluslararası
bağlamda dönemin şartlarını da göz önüne almak gerektiğini vurgulamaktadır.
Söz konusu kanunun gerekçesi ise;
“Bugün bütün devletler harp hazırlıklarını, topyekûn millî savunma esasına istinat
ettirmektedir (…) Bizde, bugünkü topyekûn millî savunma çalışmalarına esas olan,
1931 tarihli Millî Seferberlik Yönetmeliği ile çoğu, İkinci Dünya Harbi başladıktan
sonra bu konuda yapılmış olan yönetmeliklerdir. Bunlar tamamıyla eskimiş olup
maksadı sağlamaktan uzak bulunmaktadırlar (…) Bütün Devlet teşkilatıyla özel
kurumların topyekûn millî savunma çalışmalarını organize edecek ve bütün
çalışmaları bir elden idare ve devamlı surette koordine edecek bir (Millî Savunma
Yüksek Kurulu)’na olan kesin ihtiyaç sebebiyle ilişik kanun tasarısı
hazırlanmıştır”64
62
Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf
(17.08.2015).
63
Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf
(17.08.2015).
64
Bkz.https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf
(17.08.2015).
121
şeklinde ifade edilmiş, mevcut kanunun yetersizliğinden hareket ederek modern ülkelerin
özellikle de 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki uygulamalarının söz konusu kanun tasarısına
örnek teşkil ettiği vurgulanmıştır. Bu önemli değişikliğe karşı ordudan hiçbir tepki
gelmedi. Bunun nedeni ise, ordunun değer verdiği İsmet İnönü'nün yönetimin başında
olması kadar (Dursun ve Yurttaş, 2006: 229) İnönü’nün orduya olan bakışından
kaynaklanmaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanı İnönü’nün Harp Okulu konuşmasında sarf
etmiş olduğu “ikinci sınıftaki Harbiyeli, birinci sınıfa nazaran cumhurbaşkanlığına bir yıl
daha yaklaşmıştır” sözleri onun gözünde orduya verdiği değeri ifade etmektedir
(Çelikoğlu, 2010: 17). Başgil’e göre, Milli Şef’in orduya karşı yakın duruşu, ordu içinde
Fevzi Çakmak’a bağlı subaylar arasında memnuniyetsizlik uyandırmış ve siyaset
Atatürk’ün ölümünden sonra ilk defa kışlaya sokulmuştur (Başgil, 2006: 157). İnönü’nün
bu tavrının, yani Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığına bağlama
düşüncesinin, iki nedeni olduğu düşünülebilir. Bunlardan ilki Türkiye’nin Batı Bloku’nu
tercih etmesi ve sistemini ona göre reforme etmesi, diğeri ise Çakmak’ın emekliye
ayrılmasından sonra ona bağlı olan subayların etkisini kırmak olabilir. Neticede ordu
yapılan bu düzenlemeyle neredeyse elli yıl sonra hükümetin denetimine tabi kılınmıştır.
Heper ise İnönü’nün bu tutumunu onun demokrasiye olan inancına bağlamaktadır. Ona
göre İnönü, demokrasinin erdemlerine inanmış, Türkiye’nin demokratik bir siyasal
sisteme sahip olmasını arzulamıştır. Onun içindir ki halkın, hakları ve sorumlulukları
konusunda açık fikirlere sahip olmasını istemiş, yukarıdan aşağıya empoze edilen
konsesusa dayalı bir siyasetten çok, rekabetçi siyaseti tercih ederek gerçeğin ancak
karşılıklı görüş çatışmaları ve alışverişleriyle belirlenebileceğini belirtmiştir (Heper,
1999: 126-127).
Başgil’e göre ise İnönü'nün her ne pahasına olursa olsun gerek yasama gerekse
ordu üzerinde iktidarda kalma yöntemi, pragmatist ve rasyonel bir uygulama olarak
görünse de davranış en genel anlamıyla o dönem için tek parti ve tek adamlık geleneğinin
tipik bir örneğidir. CHP onun döneminde Atatürk ilkelerinde devletçilik, laiklik ve
milliyetçilik olarak sadece üçüne itibar etmiştir. Devletçiliği sadece iktisadi alanda değil
siyasi alanda da tatbik etmek istemiş, hükümet otoritesini arttırmayı tercih etmiştir.
Laiklik ise sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak görülmemiş, Allah
aşkının insan kalbinden söküp atmak için mücadele eden bir nevi materyalizm şeklinde
görülmüştür. Ona göre dine karşı yakınlık beslemek bir gercilik alametidir. Dine karşı
olanlar ise onun döneminde ilerici ve aydın olarak itibar görmüştür. Milliyetçilik ise onda
122
dil ile sembolize edilmiştir. İnönü Türkçeyi müzik gibi ahenkli bir dil olarak kabul etmiş,
dilin yabancı dillerin istilasına uğradığını ortaya koyarak, dilin saflaştırılmasını, bilhassa
Arapça ve Farsça gibi misafirlerinden ayıklayıp temizleyerek dile milli bir karakter
vermek istemiştir (Başgil, 2006: 38-40).
Özetle II. Meşrutiyetten sonra yaşanan kısa süre içerisinde İttihat ve Terakki
kendine özgü tutum ve uygulamalarıyla Cumhuriyet dönemine intikal eden önemli; ama
sorunlu bir miras bırakmıştır. Kendisinden olanlarla birlikte hareket edip olmayanları
dışlayan, bu uğurda parti kapatıp, tecrübeli isimleri görevden uzaklaştırıp rejim
bekçiliğini koruyucu bir refleksle savunan bu anlayış, yakın zamana kadar Türk
siyasetinde etkili olmuştur. Batılılaşma ve modernleşme amacıyla yola çıkan ve modern
anayasal merkeziyetçi bir devlet anlayışını benimseyen tek parti sistemi, ekonomi de
dâhil olmak üzere her alanda devlet tekeli sistemi, itirazsız, tartışmasız lidere bağlılık ve
kendisi gibi düşünmeyen muhalefete karşı tahammülsüzlük içermektedir. Atatürk hem
ülkede yerli burjuvazinin bulunmaması nedeniyle modernleşme misyonunu sivil
bürokrasiye ve orduya emanet etmiş hem de diğer taraftan kendi iktidarını sağlamlaştırma
ve kendisine karşı oluşabilecek askeri de içine alan bir muhalefeti önleme adına askeri
siyasetten arındırmayı başarmış, “sivil kontrolü” sağlamıştır. Fahrettin Altay anılarında
İnönü’nün ordu üzerindeki hâkimiyetinden söz ederken bazı konularda örneğin II. Dünya
Savaşı sürecinde İnönü’nün askerle fikir alıverişinde bulunup onların fikirlerinden
istifade ettiğini söylese de (Altay, 1970: 503) özellikle iç politikada Atatürk’ün tavrına
benzer bir tavır izlediği görülmüştür. Yeni bir tek adam olarak ordu dâhil tüm siyaseti
elinde toplamıştır. 1950 sonrasında çok partili hayatta daha açık yaşanacak olan ordunun
siyasete etkisi, Milli Şef döneminin siyasi atmosferinden beslenmiştir. Ordunun iktidarın
bir parçası olduğu korumacı tavrı, süreklilik ve alışkanlık kazanarak kısa bir dönem
(1944-1960) hariç 2000’li yıllara kadar sürmüştür.
2.2.3- Çok Partili Hayata Geçiş
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1946’da çok partili siyasal hayata geçişe
kadar TpCF ve bizatihi Atatürk’ün teşvikiyle hayat bulan SCF, ülkede sınırlı plüralizm
tecrübesinin yaşanmasını sağlamış olsa da her iki parti de birkaç aydan fazla varlık
gösterememiş, [koruyucu kaygılarla siyaset alanından çıkarılmış] ve “bir aydınlar
vesayeti devresi olan” (Tanör, 2010: 52) CHP otoriter tek parti idaresi hâkim olmuş,
“merkez” siyasal hâkimiyetini devam ettirmiştir. Aslına bakılırsa Türkiye’de çok partili
düzene geçişin ilk adım Nuri Demirağ tarafından 7 Temmuz 1945 yılında kurulmuş olan
123
Milli Kalkınma Partisiyle atılmıştır. Ancak Türkiye’de çok parti düzenine geçişin
başlangıcı DP’nin kurulduğu yıl olan 1945 sonu kabul edilmektedir. Söz konusu kabulün
nedeni, Türk siyasi hayatına hâkim olan devletçi tek parti anlayışının DP kurulmasından
sonra tedricen liberal anlayışla değişmeye başlaması ve DP’nin kısa sürede elde ettiği
halk desteğiyle güçlü bir toplumsal zemine erişmiş olmasıdır.
CHP, iktidarın fiili hâkimi olduğu yıllarda dini inanç ve geleneksel değerlerle
beslenen taşra kesimini dışlayan politikalarıyla geniş; fakat sessiz bir muhalif kitle
yaratmıştı (Yazıcı,1997: 52). Benzer bir muhalefet anlayışı, CHP’nin kuruluşundan
itibaren parti içinde de varlık göstermiş; ancak geleneksel değerleri savunan muhalif
üyelerin zaman zaman ortaya koymuş olduğu tepkilere rağmen lider kadrosunun kararlı
ve otoriter tutumu, devrim programlarının yürütülmesinde başarılı olmuştu.
II. Dünya Savaşı’nın müttefiklerin galibiyetiyle biteceğini gören Türkiye, Japonya
ve Almanya ile ilişkilerini kesmiş, 23 Şubat’ta savaş ilân etmiş ve devamında müttefikler
tarafından 5 Mart’ta San Francisco Konferansı’na davet edilmiştir. Bu davetle Türkiye
aynı zamanda Birlemiş Milletler’in kurucu üyeleri arasında yerini almıştır (Ahmad, 1976:
12). Türkiye’nin bu tavrı aynı zamanda savaş sonundaki yeni dünya düzeninde kendisinin
de demokrasiyle yönetilen ülkelerden biri olacağının göstergesiydi. Türkiye’nin bu
hareketinde Sovyetler Birliği’nin 19 Mart 1945 tarihinde Türkiye’ye bir nota vererek, 7
Kasım 1945’te sona erecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı, II.
Dünya Savaşı sırasında meydana gelen değişiklikler nedeniyle feshedeceğini bildirmiş
olması da etkili oldu. Sovyetler Birliği’nin bu politikası Türkiye’yi İngiltere ve ABD’nin
desteğini kazanma yoluna sürüklemiş ve savaş sonunda Türk dış politikası buna uygun
biçimde şekillenmiştir (Karpat, 2010: 126-127).
Bu şekillenmede II. Dünya Savaşı’nda sonra tüm dünyada otoriter ve totaliter
rejimlerin önemini kaybetmeye başlaması, bunun yerine liberal ve demokratik değerlerin
daha çok kabul gördüğü yeni bir anlayışın etkilerini, 1945’lerden itibaren hissettirmeye
başlamasının da rolü etkili olmuştur. Turan Güneş’e göre demokrasi olarak
anlamlandırılan bu anlayış, tarih boyunca gerek doğuşu gerekse gelişmesiyle, teoriyle,
sistemleşmesiyle Türk tarihine tümden yabancı ithal bir akımdır (Güneş, 1983: 69).
Yabancı olmasına rağmen Türkiye de bu akıma kayıtsız kalmamış, CHP içinde aynı
değerleri savunan, ülkenin otoriter hukuk düzeninin değiştirilmesi gerektiğine inanan
muhalif üyeler düşünceleri daha cesaretle ifade etmiştir. Bunlar arasında daha sonra
DP’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan gibi
124
isimler gelmekteydi. Söz konusu bu dört kişi Meclis grubuna Ticaret Bakanlığının
bütçesinin görüşüldüğü sırada, 7 Haziran 1945’te, bir takrir65 sundular. DP’nin bu Dörtlü
Takrir’i hayata geçirmesinde ülkenin CHP iktidarı zamanındaki karşılaşmış olduğu
sosyal ve ekonomik sorunların da ciddi etkisi vardı.
Aslına bakılırsa CHP bu sorunlarla baş etmek için piyasa üzerinde sıkı denetim
mekanizmasını kaldırma veya gevşetme politikasını uygulamaya yönelmişti. Örneğin
1942 tarihinde çıkarılan Varlık Vergisi ve 26 Nisan 1944 tarihli Toprak Mahsulleri
Vergisi Kanunu gibi kanunlar gibi. Muhaliflerin sunmuş olduğu bu takrir, CHP meclis
grubunda gizli olarak görüşülmüş, demokratik talepler kamuoyunda hemen karşılık
bulmuştu. Halk ve basın daha demokratik ve liberal düzenin yaratılması düşüncesinde
hem fikirdi. Özellikle Vatan Gazetesi hükümete açık bir muhalif tutum içine giriyor,
Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün hükümeti hedef alan eleştirel yazılarına yer
veriyordu. Menderes ve Köprülü söz konusu muhalif yazılar nedeniyle partiden ihraç
edilmiş, ihraç işlemini demokratik bulmayarak eleştiren Koraltan da kendisi gibi düşünen
arkadaşlarıyla aynı akıbete uğramıştır. Takrirde dördüncü imzanın sahibi Celal Bayar da
Basın Kanunu’nun haberleşme hürriyetini sınırlayan 17. ve 50. maddelerinin
değiştirilmesine yönelik teklifinin Parti Meclis Grubunda reddedilmesi üzerine önce
İzmir milletvekilliğinden daha sonra da CHP’den istifa ederek arkadaşlarının arasına
katılmıştır.
İsmet İnönü ise partisinin takındığı anti-demokratik tutumun aksine ülkenin
demokrasiye olan inancını çeşitli platformlarda vurgulamaya başlamıştı. İnönü
Cumhuriyetin nihaî hedefini Atatürk’ü örnek vererek açıklamıştır. Ona göre;
“Atatürk idaresi rejim bakımından şu devrelere ayrılır: 1919-1920’ye kadar, millet
bünyesi içinde, heyet-i temsiliye şeklinde idare, 1920-1926’ya kadar tam
manasıyla partiler murakabesi altında idare, 1926’dan 1930’a kadar suikastları,
isyanları bastırma devri. 1930’da durum elverir vermez muhalefet partisinin bizzat
Atatürk tarafından istenmesi. 1930’dan sonra tekrar muhalefetsiz rejim zaruriyeti”.
İnönü devamında şunları belirtmektedir, “Atatürk eğer sağlığı müsaade etseydi,
belki de İkinci Cihan Savaşı’ından önce bile eserini tamamlayacaktı. Çünkü
Atatürk temel kanaatte cumhuriyetin ve milletin hâkimiyetinin, iktidar ve
muhalefet partileri rejiminde olacağına yürekten inanmaktaydı. Demokratik rejim,
Atatürk idaresinin amacı olmuştur. Atatürk idaresi demokratik rejimi hazırlama
devridir”. Ona göre Atatürk “ömrünün sonuna kadar, demokratik rejimi kurmak
Takrirde, 1924 Anayasası’nın aslında demokratik bir nitelik taşıdığı; ancak aynı zamanda da anayasanın
hürriyetleri sınırlayan bir takım hükümlere yer verdiği ifade ediliyordu. Türk halkının demokrasiye hazır
olduğundan bahsedilerek demokratik olmayan yasal ve anayasal hükümlerin yürürlükten kaldırılması
gerektiğine olan inanç vurgulanmaktaydı. Takrir aynı zamanda anayasada yer alan özgürlüklerin uygulanır
kılınması, birden fazla partiye dayanan siyasi faaliyetlerin gelişmesine izin verilmesi ve Millet Meclisi’nin
hükümeti kontrol etmesine olanak tanınmasını savunmaktaydı (Karpat, 2010: 129-130).
65
125
için uğraşmış, güçlükleri yenmiş, tamamlanmasını da milletin diğer bazı ihtiyaçları
gibi yeni nesillere bırakmıştır” (Aydemir II, 1999: 436).
İnönü’nün beyanları açık ve kesindir. Bu beyanlara göre demokrasi, Atatürk
hareketinde bir ülküydü. Ama Atatürk ve İnönü bu demokratik rejimden acaba ne
anlıyorlardı? İnönü’nün beyanlarının diğer bir cümlesinde bu sorunun da cevapları
belirtilmektedir. Ona göre “Devletin idare usulü milli hâkimiyet; yani tatbiki şekilde
demokratik rejimdir” bu tatbikat şeklini de “Millet hâkimiyetinin iktidar ve muhalefet
partileri rejiminde olacağına yürekten inanmak” şeklinde ifade etmektedir (Aydemir II,
1999: 437). Ancak yine yukarıda Aydemir’den alınan alıntıda zikredildiği gibi söz konusu
milli hâkimiyetin uygulamaya konulması epey zaman almıştır. Atatürk iradesinin üç
evrede incelenmesi de bu savı doğrulamaktadır. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sürecini milli
iradeye dayandırması, savaşın Meclis tarafından yönetilmesi ve sonrasında teşebbüs
edilen muhalefet denemeleri de bunun kanıtıdır. Ancak muhalefet tecrübelerinin nihayete
ermemesi Atatürk’ün demokrasiye karşı olan düşüncesinden değil bizatihi rejime ve onun
kuruluş ilkelerine olan inancından kaynaklanmıştır.
İnönü, II. Dünya Savaşı daha başlamadan 6 Mart 1939 tarihinde İstanbul
Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada da, çok partili hayata taraftar olduğunu belirten
bir imada bulunmuştu. İnönü: “Halkçı bir idarenin bütün yüksek ve ileri tekâmülleri siyasi
hayatımızda mütemadiyen tahakkuk ettirilecektir. Milletin murakabesi idare üzerinde
hakiki ve fiili olmadıkça ve böyle olduğuna milletçe kanaat edinilmedikçe halk idaresi
vardır denilemez. Onun için Büyük Millet Meclisi’nin vazife ifa etmesi en ufak bir
tereddüde mahal vermeyecek selâbetle olacaktır.” (Toker, 1992: 16-17) demektedir.
Güneş’e (1983: 69-70) göre İsmet İnönü, 19 Mayıs’taki meşhur nutkunda da çok partili
hayata geçileceğini işaret etmiştir. Heper’e göre de İnönü, demokrasiye geçişin kendisi
hayatta iken yapılmasını arzulamıştır. Nedenini ise “ben ömrümü tek parti rejimi ile
geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten
vakit geçirmeksizin işe girişmeliyiz” sözlerine dayandırmıştır. Bu sözlerden de
anlaşılacağı gibi aslında İnönü diğer liderlerin demokrasiye sempatiyle baktıklarından
emin olmamıştır. Halkın sağduyusuna güvenen İnönü, “siyasi hilebazlar” tarafından
yanıltılmadığı, eğitildiği ve gerekli bütün bilgilerle donatıldığı takdirde halkın en akla
uygun kararı vereceğine inanmıştır (Heper, 1999: 117).
Cemil Koçak ise İnönü’nün bu konuşmalarını bir “demokrasi müjdesi” olarak
değerlendirilemeyeceği, sadece CHP’nin kendi yönetimi içinde bazı ciddi reformlar
126
düşünmüş olabileceği yorumunu yaparak (Koçak, 2003: 217) karşı çıkmaktadır. İsmet
İnönü, benzer düşüncelerini 1 Kasım 1945’de Meclis açılış konuşmasında Celal Bayar ve
arkadaşlarının bir parti kurarak muhalefete geçmeleri gerektiğini vurgulayarak da ortaya
koymuştur66. Nitekim Dündar Seyhan’ın “İsmet Paşa siyasi hayatı boyunca bir
muhalefetin mevcudiyetini daima arzu etmiştir. Ama ona göre, bu muhalefet hiçbir zaman
iktidarı ele geçirebilecek güce erişir bir duruma gelmemelidir (…) Paşa Meclis’te
muhalefete kürsüden rahatça sopa atabilmelidir” (Seyhan, 1966: 20) sözleri de aslında
İnönü’nün kendisi ve iktidarıyla çelişmeyen cılız bir muhalefeti arzu ettiğini
doğrulamaktadır. Gerek İnönü’nün düşüncesi gerekse Atatürk’ün yukarıda zikredilen
demokrasi algısı onların hep kurucu ve koruyucu bir düşünceyle hareket etmelerinden
kaynaklanmıştır.
Sonuçta Dörtlü Takrir’de imzası bulunanlar 7 Ocak 1946’da Celal Bayar
başkanlığında DP’yi kurdular. Başlangıçta bu yeni partinin kısa zamanda örgütlenip geniş
halk kitlelerinin karşısına iktidarın alternatifi olacağına kimse ihtimal vermiyordu, belki
de hem onun için hem de kurucularının CHP içinden çıkması nedeniyle partinin siyasi
hayata girişine engel olunmadı. Celal Bayar ise DP’nin kuruluş amacını açıklarken;
“DP’nin siyasi vechesini tayin eden ilk kısma göre hayatımızın, birbirine karşılıklı
saygı gösteren partilerle idaresi lüzumuna inanan DP, Türkiye Cumhuriyeti’nde
demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçeklemesine ve umumi siyasetin
demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadıyla
kurulmaktadır. Parti, demokrasi esaslarına en uygun devlet şeklinin Cumhuriyet
olduğuna kanidir (…) Dinin siyaset aleti olarak kullanılmasına, devlet işlerine
karıştırılmasına, başka dinler aleyhine propaganda vasıtası yapılarak yurttaşlar
arasındaki sevgi ve tesanütü bozmasına, serbest tefekküre karşı taassup duygularını
harekete getirmesine asla müsamaha olunmamalıdır” (Eroğul, 1998: 12-13)
diyerek partinin izleyeceği yolu ortaya koymuştur. Belki de böyle demek durumunda
kalmıştı, zira aksi bir düşünce ülkenin çok partili hayata geçmesine engel teşkil
edebilecek, en azından CHP kanadı tarafından olumlu karşılanmayacaktı. Nitekim TpCF
ve SCF girişimlerinin sonuçları hâlâ belleklerde durmaktaydı. Bayar’ın açıklamasına
rağmen Kahraman (2010: 101), DP’nin dini, siyasalın biçimlendirilmesinde
kullanmaktan kaçınmadığını dile getirerek, 1946’da ortaya çıkan bu siyasal hareketin
Kemalizm’in eleştirisini başlattığını ifade etmektedir. Ona göre Osmanlı-Türk
modernleşmesinin reddettiği bir kavram olan din, geri gelmiş siyasal hayatın
biçimlendirilmesinde etkinlik göstermiştir.
66
TBMM Tutanak Dergisi, 1.11.1945: s.3,7, bkz,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d07/c020/tbmm07020001.pdf (17.02.2014).
127
Beklentilerin aksine DP, kuruluşundan birkaç ay sonra örgütlenme çalışmalarına
başlayarak geniş halk kitlelerini etkilemeyi başarabilmişti. Muhalefetin kısa zamanda bu
kadar büyümesinden endişe duyan CHP, Eylül 1946’da gerçekleşmesi gereken belediye
seçimlerini daha erken bir tarihte yapmaya karar verdi. DP’li üyelerinin tepkisine neden
olan bu tavır sonucunda DP, belediye seçimlerine katılmama kararı aldı (Eroğul, 1998:
16). CHP’nin tıpkı belediye seçimlerinde olduğu gibi öne çektiği bir diğer seçim 1947
yılında yapılması gereken genel seçimlerdi. 1946 yılında yapılması planlanan genel
seçimlerde CHP, DP’nin kuruluşundan 6-7 ay gibi kısa bir süre sonra katıldığı seçim
yarışında nispeten daha az sandalye elde etmesini hedeflemişti. Aynı CHP, seçimlere
gitmeden önce halkta demokratikleşme izlenimi uyandırmak adına bir takım kanunları
yürürlüğe koydu. Söz konusu kanunlar tek dereceli seçim usulünün benimsenmesi67,
Basın Kanunu’nda yer alan ve hükümete gazete kapatma yetkisi veren hükmün
kaldırılması68 ve üniversitelere özerklik tanınmasıydı69.
CHP her ne kadar içerisinden çıkmış olan DP’nin muhalefetini engellememişse
de tam anlamıyla benimsememiştir. Nitekim Hanioğlu’na göre, CHP siyaset yapmaya
yetkili olarak yalnızca kendisini görmekteydi. CHP yönetim kadrolarının 1946-1950 arası
dönemde muhalefet mitinglerine katılanlar için İttihatçılar’ın “sebükmağzan” (ayak
takımı) sıfatını kullanmaları tesadüf değildir. “Tıpkı İttihatçılar gibi 1946 sonrası CHP
liderleri de dar anlamıyla siyaseti kutsal bir aydınlanma görevinin yerine getirilmesi
sonrasında ‘kazanılanların’ geri alınması için, saf ahaliyi kandırmaya çalışan kötü niyetli
eşhasın faaliyeti olarak görüyorlar ve devleti bunun yaratabileceği zararlardan koruma
görevini üstleniyorlardı” (Hanioğlu, 2006: 130-131). Bu ifade yukarıda Seyhan’ın (1966:
20) İnönü için zikretmiş olduğu “muhalefet hiçbir zaman iktidarı ele geçirebilecek güce
erişir bir duruma gelmemelidir” tespitine paraleldir.
21 Temmuz 1946’da yapılan genel seçimler sonucunda Meclisteki toplam 456
sandalyenin 395’ini alan CHP, seçimlerden galip olarak ayrıldı. DP, 64 sandalye ile
Mecliste temsil edilirken 6 sandalyeyi bağımsızlar kazandı (Ahmad, 2007: 32-34).
Seçimlerde hile yapıldığını öne süren DP, bir taraftan seçim sisteminin açık oy gizli tasnif
05.06.2946 gün ve 4918 sayılı Milletvekilliği Seçim Kanunu, Resmî Gazete, 6 Haziran 1946, Sayı: 6326,
bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6326.pdf (20.12.2013).
68
13.06.1946 gün ve 4935 sayılı Matbuat Kanunu’nun 50. Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun,
Resmî Gazete, 28 Haziran 1946, Sayı:6336, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf
(20.12.2013).
69
13.06.2013 gün ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu, Resmî Gazete, 18 Haziran 1946, Sayı:6336, bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf (20.12.2013).
67
128
ilkesinden şikâyet ederken diğer taraftan da daha liberal ve demokratik bir düzenin
kurulması yönündeki mücadelesinden de geri adım atmayarak etkili siyasetini
sürdürmekteydi. Öyleki bu yakınmalar İzmir, Bursa, Balıkesir, Adana gibi kentlerde
yankı bulmuş, düzenlenen gösterilerle seçim sonuçları protesto edilmiş, DP’ye yakın
basın kuruluşları da bu kampanyaya iştirak etmişti (Üskül, 1997: 104). İsmet İnönü, 24
Temmuz’da bir bildiri yayınlayarak seçimlerin bittiğini, milletin kutlamaya değer bir iş
yaptığını belirterek Türkiye’nin siyasi hayatında yeni bir dönemin başladığını ifade
etmiştir (Goloğlu, 1982: 66). Aslına bakılırsa her ne kadar bu muhalefetin içinde yer
aldığı bir seçim olsa da ülkenin gerek seçim sistemi gerekse mevcut anayasanın varlığı
nedeniyle demokrasi uygulamasına geçildiği söylenemez. Bu sadece demokrasiye geçiş
için bir adım bir girişim olmuştur. Nitekim aynı gün İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı
bir bildiri yayınlayarak seçim sonuçları hakkında vatandaşları şüpheye düşürecek
yayınları yasaklamış ve bu doğrultuda Celal Bayar’ın seçimlerle ilgili çok sert
protestosunu yayınlayan Yeni Sabah ve Gerçek gazeteleri kapatılmıştır (Eroğul, 1998: 1617). DP ise, II. Dünya Savaşı şartlarında dönemin Bakanlar Kurulu tarafından “umumi
siyasi vaziyetin gösterdiği lüzum ve icapları mütalaa ederek”, 20 Kasım 1940 tarihinde
İstanbul, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’nde ilan edilen sıkıyönetim
uygulamasını (Üskül, 1997: 101) bir bildiri70 ile protesto etti. Ancak bu protestonun
zamanlaması dikkat çekiciydi. DP 7 Ocak’ta faaliyetine başlamış; ancak sıkıyönetim ilan
edileli beşbuçuk yıl olmuştu. Ayrıca söz konusu sıkıyönetim Mayıs ayında Meclis
tarafından uzatılmıştı71.
7 Ocak 1947’de DP’nin birinci kuruluş yıldönümünde yapılan ilk kurultayında
“Hürriyet Misakı” adıyla anılan bir belge kabul edildi. Söz konusu belge yasalardaki
demokratik olmayan hükümlerin yürürlükten kaldırılması, tam güvenceli bir seçim
kanunun kabul edilmesi, İnönü’nün kişiliğinde birleşen parti başkanlığı ve devlet
başkanlığının birbirinden ayrılması ile “devlet aristokrasisi” izlenimi veren anlayışın
(Güneş, 1996: 80)
terk edilmesi gibi konuları içermekteydi. Bütün bunların
gerçekleşmemesi halinde de DP’nin Meclisi terk edeceği ve mücadeleye “sine-i millete”
dönerek devam edeceği vurgulanıyordu.
DP’nin sürdürmüş olduğu bu kararlı mücadele, İnönü’yü muhalefetin
meşruiyetini teyit eden 12 Temmuz 1947’de tarihe “12 Temmuz Beyannamesi” olarak
70
71
Bildiri için bkz. (Üskül, 1997: 105).
Detaylı bilgi için bkz. (Üskül, 1997: 101).
129
geçen bir beyanda bulunmaya zorladı72. İnönü’nün ortaya koymuş olduğu bu tutumda
onun demokratik değerlere beslediği kişisel inanç önemli bir rol oynamışsa da, gerek II.
Dünya Savaşı sonucunda otoriter ve totaliter rejimlerin yıkılması ve Batı’da demokratik
değerlerin canlanarak yayılmaya başlamasıyla, uluslararası dış etkenler, gerekse de tek
parti yönetimi süresince yaşanan ekonomik gelişmeler, yeni ekonomik sosyo-ekonomik
gruplar yaratmış, sanayiciler, tüccarlar ve serbest meslek mensupları daha liberal ve
demokratik taleplerde bulunarak iç etkenler anlamında rejimi değişmeye zorlayarak
Türkiye’nin 1945’teki geçiş sürecini teşvik etmiştir.
Demokrat Parti’nin İlk Dönemi
DP, başta seçim kanunu olmak üzere daha demokratik düzenlemelerin yürürlüğe
girmesi konusunda hükümete karşı kararlı mücadelesini sürdürmüş, bunu da 1948 ve
1949 yıllarında yapılan ara seçimlere katılmayarak ortaya koymuştur. Var olan
muhalefetin önünü alamayan CHP ise gelen talepler doğrultusunda bir takım yasal
düzenlemeleri hayata geçirmek zorunda kalmıştır. Demokratik hükümlere yer veren
seçim kanunu 16 Şubat 1950 yılında yürürlüğe konarak gizli oy açık tasnif ilkesi
benimsenmiş, seçim kurullarına parti temsilcilerinin alınmasının önü açılmış, yargıçların
kurul başkanlığı kabul edilerek tüm seçimlerin hukuka uygunluğunu denetlemek üzere,
yine yargıçlardan oluşan bir Yüksek Seçim Kurulu oluşturulması karara bağlanmıştır.
Yeni kanuna göre düzenlenen 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde oyların %
53’ünü alan DP, Meclis’teki sandalyenin 408’ini elde ederek iktidara gelmiş, CHP ise %
39 oyla sadece 69 sandalye elde edebilmiştir. Millet Partisi’nin bir sandalye ile temsil
edildiği 1950 Meclisinde Celal Bayar Cumhurbaşkanlığına, Refik Koraltan Meclis
Başkanlığına seçilmiştir. Adnan Menderes ise yeni hükümetin Başbakanı olmuştur
(Eroğul 1998: 118). Bu seçimle 1908 sonrasında neredeyse bir tunç yasa gibi hâkim olan
ordu-bürokrasi-aydınlar ittifakı sona ermiş ve iktidar merkezden çevreye kaymıştır
(Kahraman, 2010: 198). CHP seçimlerden ummuş olduğu sonucu alamamış, kendisinin
geçici olarak nuhalefette olduğu iddiasını iktidarı kaybettikten sonra öne çıkarmış ve
iktidar kaybının hazmedilmesini [seçim sistemiyle] kolaylaştırmaya çalışmıştır (Demirel,
2011: 49). Yapılan bu seçimlerle Türkiye 1945’te başlayan demokrasiye geçiş sürecini
tamamlamış oluyordu. CHP büyük bölümünde kendisine meydan okuyan bir muhalefet
Bildiri “muhalefetin isyancı bir örgüt değil, meşru bir siyasal parti olduğunu, Devlet Başkanı olarak
kendisinin hem iktidara hem de muhalefete karşı eşit davranmak zorunda olduğunu” ifade etmiştir. Bu
gelişmeler Türkiye’de çok partili siyasal düzenin geri dönülmez biçimde sindirildiğini ortaya koymaktadır
(Eroğul, 1998: 117).
72
130
olmaksızın, neredeyse kesintisiz 27 yıllık iktidarının ardından iktidarı kaybetmiştir.
Lewis (2008: 405) DP’in iktidara yükselişini “ülkenin ve bölgenin tarihinde eşi benzeri
olmayan bu tarihsel an, Kemalist rejimin yapıcı çabasına ve onun himayesinde Türk
halkının siyaseten olgunlaşmasına dair kayda değer bir kanıttır” şeklinde ifade etmiştir.
Bir anlamda Halk Partisi’nin yenilgisi, onun en büyük başarısı ve önceki devrimi
tamamlayan ikinci bir devrimdi. İlk kırılmayla çevrenin siyaset sahnesine çıkışını
sembolize (Kahraman, 2010: 180) eden bu iktidar değişikliği, ülkenin mevcut kurumsal
düzenlemelerinde herhangi bir çöküş ve kopma olmaksızın gerçekleşmesi bakımından
karşılaştırmalı siyaset bilimi için çok istisnai bir durum olmuştur. Zira bu süreç, bizzat
otoriter rejimin iktidar sahipleri tarafından yönlendirilen “değişme yolunun” saf bir
örneğini teşkil etmektedir. Merkeze karşı çevrenin güç kazandığı bu dönemde ortaya
çıkan tablo, yönetimde devamlı suretle seçkinlerin olması gerektiği tezini öne süren
Schumpeter’in savını da çürütmüştür.
Kahraman (2010: 174), 1950 yılında bir patlama şeklinde ortaya çıkan bu
muhalefet hareketini, toplumda oluşmuş siyasal beklentiler ve muhalefet ihtiyacına
bağlamaktadır. Ona göre 1950’de bu beklentiyi sağlayacak iki önemli unsur vardı.
Bunların ilki siyasal merkezin (tarihsel blok ve iktidar) taşraya (çevre-muhalefet ve
siyasal çevre) kaymasını sağlayan genel oy, ikincisi ise tek dereceli seçim ile gizli oy açık
tasnifin benimsenmesidir. Bunlarla merkez parçalanmış ve siyaset taşraya yani çevreye
doğru kaymaya başlamıştır (Kahraman, 2010: 174).
Sonuçlar İsmet İnönü için bir hayal kırıklığı olurken tüm yurtta sevinçle
karşılanmıştır. “DP’yi ‘Demirkırat’ olarak niteleyen halk, demokrasiyi jandarma
zulmünün sona ermesi, zorla çalıştırılmanın kalkması, vergi tahsildarlarının hizaya
çekilmesi olarak yaşamış ve anlamıştır” (Türköne, 2006b: 197). Asker ise seçimleri
ihtiyatla karşılamıştır. Bu süreç içinde ordu içerisinde rejim adına farklı rezervleri
olduğunu gösteren girişimler olmuştur73. Bu tavrın nedeni ise 1949 yılında Genelkurmay
Başkanlığını Savunma Bakanlığı’na bağlayan düzenlemenin hafızalarda olması kadar
İnönü-Bayar değişikliğiyle iktidarda elit değişiminin başlaması ve yönetimde etkinliğin
kaybedileceği korkusudur. Çünkü askere göre İnönü ve CHP, Türk Devletinin temel
siyasi aktörü olarak Atatürk’ün hizmet şerefini halkla paylaşmış, daima genç ve güçlü
Ordunun bu korumacı tavrını Seyhan (1966: 21) “(…) Biz, ordu gençleri olarak Celal Bayar’ı İsmet
Paşa’ya halef oldu diye pek sevmezdik” diyerek ortaya koymuştur, yani bir bakıma ordu kökenli İnönü’nün
bu şekilde ayrılmasını hazmedememişlerdir.
73
131
kalıp “Büyük Parti” olarak varlığını sürdürmüştür. Erkanlı’ya göre “Türkiye’de daha
kalabalık partiler olmuştur ve ileride de olacaktır; ancak büyüklük sıfatı Halk Partisi’nden
ayrılmayacaktır” (Erkanlı, 1972: 34). Bu düşünceler doğrultusunda TSK içerisindeki üst
rütbeli bazı unsurların, İnönü namına bir darbe yapma ve seçimleri iptal etme yönünde
girişimleri74 olmuşsa da İnönü bu “seçkinci vesayetçi anlayışa” fırsat vermemiştir. Halkın
infialinden çekinen İnönü, bu teklifi reddetmiş, iktidarı “milli irade”ye vermeyi uygun
görmüştür75. Yalnız ordunun bu konuda yekpare hareket ettiğini söylemek güçtür.
CHP’nin yanında olup DP’ye karşı darbe girişiminde olanlar kadar İnönü’ye karşıt olup
DP’ye gelen ve İnönü’nün tasfiyesini teklif edenler de olmuştur (Başgil, 2006: 158).
Ordunun bu tutumunda Atatürk, İnönü ve Çakmak’ın siyaset sahnesinden çekilmelerinin
etkisi büyüktür. 1950 yılına kadar kışlasında kalan ordu, bu üç aktörün siyaset
sahnesinden çekilmesiyle ilk defa başını kışlasından çıkarmış, generaller eski iktidara,
albaylar yeni iktidara yakın durmuşlardır (Erkanlı, 1972: 132).
DP’nin seçimden önce vaad ettiği icraatlar gerek CHP gerekse ordu içinde tepki
çekmişti. Buna karşılık Menderes, İnönü ile ordu arasındaki diyaloğa76 tepki göstermiş,
rahatsız olmuş, askerî bir müdahale girişiminden endişe duyduğu için ilk tavrını, dönemin
Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve bazı generalleri emekliye sevk etme
yönünde sergilemiştir.77 DP’nin bu tutumu, onun sivil kontrolü ikame etmek istemesini
de göstermesi bakımından önemlidir. DP, bu tasarufuyla yönetimde Huntington’un
belirtmiş olduğu orduyu askerileştirip devletin aracı yapmak suretiyle askerin siyasetin
dışında tutulmasını öngören “objektif kontrol modeli” tercih edeceğini göstermiştir.
Ancak sivil kontrolü ikame etmek isteyen bir partinin “Ordu Millet” anlayışını ortaya atan
ve bazılarına göre yeni bir Enver Paşa olarak düşünülen Emekli Kurmay Albay Seyfi
Seçimlerden sonraki yüksek rütbeli subayların girişimleri ve İnönü ile irtibatları için bkz. (Aydemir-3,
1999: 45-47).
75
Erkanlı’ya göre 1950 seçimleri sonrasında bazı kumandanlar grup halinde İsmet Paşa’ya gelerek: “Paşam
ordu emrinizdedir (…)” dedikleri ve samimiyetle Paşa’dan emir bekledikleri, Paşanın bu teklifi reddettiği
belirtilmektedir. Buna mukabil başka bir subaylar grubu adına bir heyetin Bayar ve Menderes ile görüşerek:
“Genç subaylar sizinle beraberdir, biz sizi desteklemeye hazırız. Eğer iktidar devrilmezse müdahale
edeceğiz, hiçbir şeyden korkmayın (…)” şeklinde teminat verdikleri de ayrı bir gerçektir (…) Türk ordusu
Atatürk, İnönü ve Mareşal Çakmak’ın kuvvetli otoritesi ve onlara karşı duyulan derin sevgi ve saygı
nedeniyle, 1950’ye kadar kışlasında kaldığı halde, bu üç devlet kurucusunun, sahneden çekilmesiyle ilk
defa başını kışladan çıkarmış; generaller eski iktidara, albaylar yeni iktidara hizmetlerini arz etmişlerdir,
karşıt tespitler için bkz. (Erkanlı, 1972: 5-6).
76
Asker ile ordu arasında bir bağ vardı. Öyle ki ordu mensuplarının birçoğu CHP’nin politikalarını
beğenmiyor, karşısında yeni kurulan DP’ye sempati ile bakıyor; “Halk Partisi gitsin, D. Parti gelsin fakat
İnönü yine başımızda kalsın” diyordu. Ordunun İnönü ile yakınlığı ve İnönü’ye bakışı için bkz. (Erkanlı,
1972: 309-310-343-344) ve (Başgil, 2006: 160).
77
Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Paşa yerine Orgeneral Nuri Yamut getirilmiş, Orgeneral Salih
Omurtak, Kâzım Orbay, Hakkı Akoğuz emekliye sevk edilmişlerdir (Aydemir-3, 1999: 47-48).
74
132
Kurtbek’i Savunma Bakanlığına getirmesi bir çelişkidir. Nitekim onun İnönü’ye bağlı
subayları emekli etmek için hazırlamış olduğu ordu reform tasarısının Bakanlar Kuruluna
getirilmesi ve Bayar’ın “bu bir katî operasyondur. Muhalefet edenler olsa da bu plan
muvaffak kılınmalıdır” sözleri ile Menderes’in “bu bir İkinci Nizam-ı Cedit planıdır.
Tahakkuk ettirmek, iktidarımızın şerefi olacaktır” sözleri sivil siyaseti temsil eden DP
için hayal kırıklığı olmuştur. Tasarı muhalefetin tepkisi, özellikle de İnönü’nün “hiç
kimse kendine göre ordu yapamaz” (Aydemir, 1999c: 48-51) çıkışıyla uygulanamamıştır.
İnönü’nün, DP iktidarına olan tepkisi, ordu reform tasarısıyla sınırlı kalmamıştır.
Hürriyet Gazetesinde (30 Ekim 1951) yer alan 29 Ekim mesajında İnönü, “Devrimleri
tehlikede görüyorum (…) Devrim aleyhine akımlar ve arzular olduğunu fark etmemek
mümkün değil (…) Politika ihtirasları iktidar için dayanak olur zannedilerek irtica
okşanmaktadır. Cumhuriyet’in bütün ıslahatı tehlikeye konmuştur. Haber veriyorum:
Tehlikeli görüyorum” diyerek bir dizi gelişmeyi Cumhuriyet’in temel değeri gördüğü
laiklikle ilişkilendirerek duyduğu endişeyi dillendirmiştir (İnan, 2015: 257).
Nitekim DP, seçim vaatleri arasında yer alan Türkçe ezanın Arapça olarak eski
haliyle okunması önündeki yasal engeli kaldırmakla muhtemelen ordunun hassasiyetine
dokunan bir adım attı78. Yine seçimler öncesi DP, vaatleri arasında yer alan ve liberal bir
ekonomik düzen kuracağı iddiasını gerçekleştirmek adına dış ticareti serbestleştiren, özel
teşebbüs karşısındaki bürokrasi engelini kaldıran, girişim sahiplerine kredi olanakları
yaratan uygulamalarıyla ticaretin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Devlet elindeki boş
toprakları çiftçilere dağıtmak, tarım alanlarında yaygın makineleşmeyi gerçekleştirmek,
Ziraat Bankası’nın çiftçi ve köylüye vermiş olduğu kredi hacmini arttırmak ve tarım
ürünlerinin depolanması için önemli hamleleri atmak suretiyle çiftçi ve köylülerin
kalkınmalarını ve servetlerini büyütmelerini sağlamıştır. 1954 seçimlerine gelinceye
kadar yürütülen ekonomik politikalarla “aktif modernleşme” temelinde sanayileşme ve
hızlı kalkınmaya öncelik verilmiş (Kahraman, 2010: 175), tek parti düzenine hâkim olan
devletçilik anlayışından özel girişimin desteklendiği liberal düzene geçilmiştir.
DP’nin bu süreçte karşı karşıya kaldığı en önemli mesele, CHP zamanında ilk
adımı atılıp sonuç alınamayan NATO’ya yapılan üyelik müracatı olmuştur. DP,
Ezanın okunuşunun serbest bırakılması geniş halk kitleleri tarafından sevinçle karşılansa da orduda bazı
rahatsızlıklara neden olmuştur. Nitekim Seyhan’ın (1966: 33) “Türkiye semalarında, gürül gürül kendi öz
dilimizle okunan ezanın yeniden Arapça ’ya çevrilmesi, geriye gidiş hareketinin ilk ifadesi olarak,
Atatürkçülerin bünyesini kökünden sarsmıştır” sözleri de ordudaki rahatsızlığı ortaya koyması bakımından
değerlidir.
78
133
Türkiye’nin NATO’ya girmesini ülkedeki demokratik rejimin devamlılığı adına bir
zorunluluk olarak görmüş ve bunu ülkenin iç politikası haline getirmişti. İsmet İnönü’nün
II. Dünya Savaşı esnasında uyguladığı denge siyaseti amacına ulaşmış; ancak Türkiye’yi
korumaya yetmemişti. Demokrasi ile yönetilen Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu
ilkeler nedeniyle kutuplaşan yeni dünya düzeninde Türkiye’ye pek de seçim şansı
kalmamıştı. Tüm bu olanların üstüne SSCB’nin Ardahan, Kars ve Boğazlar üzerinde hak
iddia etmesi ve bu konuda talepte bulunması, Türkiye’yi SSCB’nin uyguladığı yayılmacı
politikalardan tedirgin olan Batı Avrupa ülkeleri ve ABD önderliğinde; 4 Nisan 1949’da
Fransa, Hollanda, Danimarka, İngiltere, Norveç, Portekiz, Belçika, Kanada, İzlanda,
Lüksemburg ve Kanada tarafından Washington Antlaşmasıyla kurulmuş olan NATO’ya
başvurarak somut bir adım atmaya zorladı. Çünkü SSCB tehdidini bertaraf etmenin tek
yolu NATO’nun “Washington Antlaşması’na göre NATO ülkelerine yönelik herhangi bir
saldırıya karşı üye ülkeler beraber hareket edecek ve beraber mücadele edeceklerdi”
dediği garanti maddesinden geçiyordu. DP iktidara geldikten kısa bir süre sonra patlak
veren Kore Savaşı, NATO’ya girmek için gereken bir fırsat ya da diğer bir deyişle
ödenmesi gereken bir bedel olarak görüldü. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in
“NATO’ya kabul edilmemize de köprü olabilir” ibaresi Türkiye’nin Kore Savaşı’na
katılacağını gösteriyordu. Sonuçta 20 Eylül 1951’de Ottowa’da gerçekleşen NATO
Konferansı’nda, ABD’nin teklifi üzerine Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üyeliği
masaya yatırılmıştır. Kısa bir süre içinde 12 NATO ülkesinin onayıyla 1952 yılında
Türkiye ve Yunanistan bu örgüte kabul edilmiştir79.
DP iktidarı, yukarıda bahsedilen ekonomi politikalarının aksine, seçimlerden önce
vaat etmiş olduğu demokratikleşmeye dönük adımları büyük ölçüde atmamıştır. İktidara
gelmeden önce daha demokratik bir düzen kuracağı anlayışıyla seçimlere giren DP’nin
demokratikleşmeye yönelik girişimleri, Af Kanunu80 ile liberal Basın Kanunu’nu81
yürürlüğe koymakla sınırlı kalmıştır. DP iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra
muhalefetteki vaatlerin aksine baskıcı bir tutum benimsemiştir. 1951 yılında basın
Detaylı bilgi için bkz. (Yüceer, 78-84), http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ataturk/20021(1)/pdf/b06.pdf (13.03.2016).
80
14.07.1950 gün ve 5677 sayılı Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun, Resmi Gazete, 15.07.1950,
Sayı: 7559, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013).
81
15.07.1950 gün ve 5680 sayılı Basın Kanunu, Resmî Gazete, 24.07.1950, Sayı: 7564, bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013).
79
134
özgürlüğünü kısıtlayan bir kararnameyi yürürlüğe koydu. Türk Ceza Kanunu’nda 82 bazı
suçlar için öngörülen cezaları arttıran değişikliğe gitmiştir. Nihayet muhalefeti sınırlamak
adına Aralık 1953’te çıkarmış olduğu zoralım kanunuyla83 CHP’nin tüm mal varlıklarını
hazineye devretmiştir (Eroğul, 1998: 120-121). Başgil (2006: 106-107) ise “İnönü
iktidarda iken her sene hatırı sayılır milyonları Hazineden ve belediye bütçelerinden CHP
kasasına aktarıyordu (…) Bu paraların bir kısmını kendi propagandası için harcıyordu,
aynı maksada hizmet eden sayısız lokalleri vardı. Bu lokallerin resmi adı “Halk Evleri”
olduğu halde, hemen her şehirde CHP bunların mülkiyetini elde etmişti” diyerek DP’nin
bu tutumunun haksız olmadığını belirtmiştir.
Demokrat Parti’nin İkinci Dönemi
2 Mayıs 1954 günü yapılan genel seçimler sonucunda DP 503 milletvekili ile
büyük bir başarı elde etti. CHP sadece 31 milletvekili, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP)
5, bağımsızlar da 2 milletvekili ile Meclis’te temsil hakkı elde etti.84 DP’nin 1954
seçimlerindeki başarısında hiç şüphesiz 1950-1954 yılları arasında uygulamaya koymuş
olduğu politikaların ve Marshall yardımlarının önemli bir yeri vardı. DP ilk dört yıllık
iktidarı döneminde kendisini destekleyen halkın istediği doğrultuda uygulamaları
gerçekleştirmiş, tarımsal üretimin arttırılması için makineleşmeye önem vererek traktör
kullanımı yaygınlaştırmıştı. Fakat hükümet göreve başladığında halktan büyük bir destek
almış olmasına rağmen, önünde de önemli sorunlar bulunmaktaydı. Ekonomik manâda
ilk dönemindeki başarılı politikalar yerini sıkıntılı bir sürece bırakmıştır. DP iktidarının
ikinci döneminde bizzat Demokratlar arasında siyasal nüfuzlarını kullanarak büyük
servetler edinen ve parti içindeki muhaliflerine baskı yapmaya başlayan hizipler ortaya
çıkmış, her tür sosyal düzenleme ve ekonomik planlamaya karşı çıkmışlardır. 1956-57
yıllarına denk gelen bu gelişmelerden dolayı siyasal bilinci gelişen ve elde etmiş olduğu
zenginliğin geçici olduğunu fark eden köylüler, Demokratlar’dan kısmen yüz çevirip
CHP’ye yaklaşmaya başladılar (Karpat, 2011: 123).
03.12.1951 gün ve 5844 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında
Kanun, Resmî Gazete, 11.12.1951, Sayı: 7979, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7979.pdf
(20.12.2013).
83
14.12.1953 gün ve 6195 sayılı Cumhuriyet Halk Partisi’nin Haksız İktisaplarının İadesi Hakkında Kanun,
Resmî Gazete, 11.12.1953, Sayı: 8584, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8584.pdf (20.12.2013).
84
Bkz.Türkiye İstatistik Kurumu, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2007, TÜK Yayınları, Ankara 2010,
s.9.
82
135
DP hükümetine karşı yükselen muhalefet askerler arasında da yankı bulmaya
başlamıştı. Bu bağlamdaki ilk cunta85 1954 yılında Dündar Seyhan ve arkadaşları
tarafından oluşturulduğu iddia edilmiştir. Bunu 27 Mayıs hareketiyle iktidarı ele alacak
komitenin bir çekirdeği olarak görmesek bile 1950’lerin başlarından itibaren subaylar
arasında hükümet karşıtlığının büyük bir artış gösterdiği söylenebilir (Demirel, 2011:
228). Diğer taraftan DP, ikinci döneminde de halka söz verdiği ve savunduğu,
demokratikleşme konularında gözle görülür değişiklikleri yapmamıştır. DP yetkilileri bu
konuda isteksiz davranmıştır. Onlara göre halk, kendilerine ekonomik konularda destek
vermiş olmasına rağmen, demokrasinin kurulması ve gelişmesi konusunda talepte
bulunmamıştır. Zaten halk ekonomik açıdan gelişirse ve yoksulluk ortadan kalkarsa tüm
siyasal, toplumsal ve sosyal sorunlar çözülmüş olurdu (Karpat, 2010: 356).
Nitekim DP seçimlerde elde etmiş olduğu başarıdan aldığı cesaretle
demokratikleşme alanında adımlar atmak yerine muhalefeti sınırlayan yasaları yürürlüğe
koymuş; aynı zamanda muhalefetle sivil bürokrasinin dayanışmasını önleme adına
hükümete geniş yetkiler veren yasaları da hayata geçirmiştir.86 DP iktidarının muhalefeti
sınırlayan uygulamaları, bundan ibaret kalmamıştır. Gazeteciler tutuklanmış, CHP’nin
yayın organı olan Ulus gazetesiyle birlikte dört gazetenin de yayın hayatı sonlandırılmıştı.
Bu uygulamalar sadece muhalefet cephesinde değil aynı zamanda DP’nin içinde de yoğun
eleştirilere neden olmuştur. Demokrasi vaadiyle iktidarı ele geçiren DP, uygulamalarıyla
tek parti iktidarını aratmayan faaliyetler içinde girmiştir. Zira DP iktidarının ülkeye hâkim
olan bu baskı politikaları, bazı DP’li üyelerin partiden istifa ederek Mayıs 1955 yılında
Hürriyet Partisini kurmasıyla sonuçlandı. Yeni bir partinin kurulmasıyla muhalefetin
güçlenmesinden endişe duyan hükümet, bu kez de seçim yasalarında değişiklik yaparak
Söz konusu cunta ve teşkilatlanma üyeliği tıpkı İttihat ve Terakki’de olduğu gibi bir yemine sadık
kalmayı gerektirmekteydi. Bu teşkilatta bünyesine kabul ettiği üyelere hazırlamış oldukları yemini
okutmaktaydılar, söz konusu yemin için bkz. (Seyhan, 1966: 59). Koçak’a göre ise ilk cuntalaşma 1946
seçimlerinden hemen sonra CHP’ye karşı oluşmuştur. Bu “46 cuntası, kendisini her ne kadar 1950
seçimiyle birlikte tasfiye ettiyse de; aradan geçen beş yıldan sonra yeniden; ama bu kez de DP iktidarına
karşı vücut” bulmuştur (Koçak, 2015: 715).
86
Bu maksatla daha önce herhangi bir yaş sınırlaması öngörülmeyen öğretim görevlilerinin sadece 65
yaşına kadar çalışabilecekleri hükme bağlamış, aynı değişiklikle hükümete 25 yıllık görev süresini dolduran
Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyeleriyle öğretim görevlilerini re ’sen emekliye sevk etme yetkisi
tanınmıştı. (21.06.1954 gün ve 6422 sayılı Türkiye Cumhuriyet Emekli Sandığı Kanunu’nun Bazı
Maddelerinin
Değiştirilmesine
Dair
Kanun,
Resmî
Gazete,
Sayı:
8738),
bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8738.pdf (20.12.2013). 5 Temmuz 1954 yılında yürürlüğe konan bir
başka kanun ile de hükümete tüm memurlar için genel bir azil yetkisi tanınmıştı. Söz konusu kanuna göre
hükümet istediği memurun görevine son verebilecekti; nitekim bu doğrultu da atılan adımlarla 3 yargıç ve
17 profesör emekliye sevk edildi. (05.07.1954 gün ve 6435 sayılı Bağlı Bulundukları Teşkilat Emrine
Alınmak Suretiyle Vazifeden Uzaklaştırılacaklar Hakkında Kanun, Resmî Gazete, 08.07.2954, Sayı: 8749),
bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8749.pdf (20.12.2013).
85
136
partilerin ortak seçim listeleri oluşturmalarını engelleyecek kararları hayata geçirmiştir
(Eroğul, 1998: 125).
DP’nin uygulamış olduğu bu politikalara temel dayanak seçimlerde elde edilen
sandalye sayısıyla ilgiliydi. Seçimleri kazanmakla tek başına iktidar gücünü kullanan
hükümet meşruiyetini sayısal çoğunluğa dayandırmıştı. DP’nin demokrasi anlayışına
göre meclisteki sayısal çoğunluk partiye gerekli gördüğü her şeyi yapmak için mutlak
yetki ve meşruiyet vermekteydi (Zürcher, 2006: 323). Zürcher’in bu tespitini Samet
Ağaoğlu “Demokrasi bir sayı rejimidir ve bu rejimler yığınlar ne derse o geçerli olmalıdır,
iktidar mesulleri olarak biz bir avuç aydının tenkidi ve gürültüsüne değil halk yığınlarının
isteklerine uymak zorundayız” (Akın, 2010: 351) sözleriyle adeta partisinin çoğunlukçu
demokrasi anlayışını benimsediğine dikkat çeker. Batur’a (1972: 326) göre ise DP, milli
irade sloganını kendine paravan ederek, sandıksal demokratik neticelerle anayasal
organları
ve
seçkinleri
Türkiye’nin
sorunları
ve
çözüm
yolları
üzerinde
birleştirememiştir. Belge de “DP işine gelen çeşitli konularda “çoğunluk desteğine”
güvenerek demokrasinin ilkelerini çiğnedi. Herkese oy hakkını egemen kılarak ve
çoğunluk iradesini siyasete yansıtarak Türkiye’yi demokrasiye yaklaştırdı; ama bir yere
kadar gidebildi. Ondan ileriye geçmek, toplumun oraya geçmesine imkân tanımak,
DP’nin programında ya da ufkunda değildi. Kendine yönelen eleştiriyi serinkanlılıkla
dinleyecek siyasi terbiyesi yoktu” (Belge, 2011: 626) diyerek Samet Ağaoğlu’nun
tespitine katılmıştır.
DP iktidarının başını ağrıtan bir diğer önemli gelişme, İstanbul’da yaşayan Rum
azınlıklara yönelik tahrip ve yağma hareketi olan 6/7 Eylül 1955 olaylarından sonra,
DP’den 19 milletvekilinin parti içi ilk muhalefeti başlatmasıdır. 6 Ekim’de Fuat Köprülü
başkanlığında DP Genel İdare Kurulu toplanarak basında gündeme gelen ve hakaretle
suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği olarak bilinen
“ispat hakkı” reddedildi. Bu milletvekilleri, kabul edilen söz konusu düzenlemeyi ağır
şekilde eleştirdiler (Turan, 1999: 109-111). Başbakan Adnan Menderes, ispat hakkı
konusundaki isteklere karşı olduğunu belirtti. Menderes’in bu konudaki olumsuz
yaklaşımı DP içinde huzursuzluğu arttırdı.
Sonucunda 12 Ekim’de on milletvekili
DP’den istifa etti. Dokuz milletvekilinin ispat hakkı konusundaki önergeleri DP
tarafından reddedildi ve bu milletvekilleri partiden atıldı.
DP’nin 1954-1957 yılları arasındaki iktidarı dönemindeki ortaya çıkan diğer
önemli bir gelişme de muhalefet oylarının yoğunlaştığı illerin bölünmesi veya statülerinin
137
değiştirilmesi olmuştur. Osman Bölükbaşı’nın seçim bölgesi olan Kırşehir ili DP’ye oy
vermediği için ilçe yapılarak yeni oluşturulan Nevşehir’e bağlanmıştır (Eroğul, 1998:
114). Ana muhalefet partisi Başkanı İsmet İnönü’nün seçim bölgesi olan Malatya ili de
ikiye bölünmüş ve Adıyaman diye yeni bir vilayet kurulmuştur (Turan, 1999: 95-97).
Aynı şekilde Ulus gazetesinin başyazarlığını yapan CHP’nin etkili isimlerinden Nihat
Erim’in seçim bölgesi Kocaeli de bölünerek Sakarya vilayeti kurulmuştur. Bu
uygulamalar daha sonra Yassıada Duruşmalarında önemli bir dava konusu olmuştur.
1950’lerin ikinci yarısında toplumun geniş kesimlerinde huzursuzluğa sebep olan
etkenlerden biri de uygulanmakta olan ekonomik politikaların özellikle sabit gelirliler
üzerinde yaratmış olduğu enflasyonist baskılardı. Kalkınmaya yönelik ekonomik
programlar nedeniyle toplumun dengeleri alt üst olmuş, sermaye ve toprak sahipleri
zenginleşirken kentlerde yaşayan sabit gelirli memurlar sahip olmuş oldukları hayat
standartlarını büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Gelir dağılımında dengesizlik ortaya çıkan
bu bozulma, sosyo-ekonomik prestijini kaybeden alt ve orta rütbeli subaylarla aydınları
CHP ile bütünleşmeye sevk etmeye başlamıştı. Emekli Orgeneral Aytaç Yalman
hatıralarında 1920’lerden 1950’lere kadar şehirli zümrelerin çocuklarını subay olarak
okutma talebinin yüksek olduğu, 1950’lerde ise bu kesimlerde bu talebin azaldığını, buna
karşılık kırsal kesim kökenlilerin askerliği daha çok tercih ettiğini yazar (Yalman, 2014:
97). DP ise kendine karşı gelişen bu ortaklığa engel olma adına, yaklaşan 1957 genel
seçimleri öncesinde, tıpkı bir tek parti rejimi gibi muhalefeti sindirmeye yönelik
önlemlerle iktidarda kalmayı garanti etmeye çalışıyordu. Nitekim muhalefetin radyodan
halka seslenme olanağı ortadan kaldırılmış, basına hükümet aleyhine yazı ve haberlere
yer verilmesini önleyecek sansür uygulamasına gidilmiştir. Şüphesis basının da 27
Mayıs’a giden süreçte iyi bir sınav verdiği söylenemez. Dönemin etkili yayın
organlarından Akis Dergisi, 27 Mayıs’a giden süreçte darbeyi teşvik eden yayınlarıyla
dikkat çeker. “27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerden biri olan Orhan Erkanlı anılarında -Bize
ihtilaki Akis Dergisi yaptırdı. Akis’i okuya okuya biz darbeyi yaptık demiştir”87. Batur’un
(1972: 74) “bir gün bayiden Akis mecmuasını istedim, bayi verdikten sonra vazgeçti, bir
dakika Albayım, kâğıda sarayım, elinizde açıkta görmesinler dedi” aktarımı, 1950’lerin
sonlarına doğru toplumda saflaşmanın arttığını gösteren önemli bir anektottur.
Muhalefetle halk arasındaki iletişimi engellemek maksadıyla toplantı ve gösterilerin
Orhan Erkanlı, (Askeri Demokrasi 1960-1980), Güneş Yayınları, İstanbul, 1987, s.61’den akt.
http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE-RAPOR%2027%20MAY%C4%B1s-yeni-t.pdf (01.06.2017).
87
138
yasaklanması suretiyle iktidar, Meclis’te sahip olmuş olduğu ezici çoğunluğa dayanarak
yürüttüğü demokratik olmayan uygulamaları devam ettirmiştir. Uygulamalar askerler
arasında da büyük tepki çekmiş, var olan sorunlar karşısında asker içinde de bir arayış
başlamıştır. Muhsin Batur’u ziyarete gelen Yüzbaşı Ruhi Köni’nin “Albayım, bu cereyan
eden hadiseler karşısında ne düşünüyorsunuz? Biz hiçbir şey yapmadan böyle bekleyecek
miyiz? Benim üç tane çocuğum var, bunlar büyüdükleri zaman baba İstanbul’da
Ankara’da talebeler öldürülürken sen subaymışsın, bir şey yapmadın mı o zaman?
derlerse benim vaziyetin ne olur?” ifadesi ordu içerisindeki bazı subayların arayış içinde
olduklarını göstermektedir (Batur, 172: 76-77).
Demokrasinin Son Dönemi
27 Ekim 1957 tarihinde bir yıl öne alınarak gerçekleştirilen ve basit çoğunluk
sisteminin uygulandığı seçimler sonucunda, ilk kez iktidarın oy oranı, muhalefetin toplam
oy oranının altında kaldı ve bu durum yeni bir tartışmanın da başlamasına neden oldu.88
.
CHP oyunu arttırmasına rağmen sonuçlardan memnun olmamış, hatta orduyla yakın
temas kurmak suretiyle bir müdahale seçeneğini de denemek istemiştir. Bu seçeneği Talat
Aydemir: “1957 seçimleri yapıldı, Meclisin ilk açıldığı gün bir askeri müdahale yapılması
için CHP’lilerden bizlere müracaatlar oldu. Fakat bir zümre ve hele CHP namına ihtilal
yapamayacağımızı kendilerine bildirdik ve teklifi reddettik; ama biz ordu içi gizli
faaliyetlerimizi devam ettirdik” diyerek ifade etmektedir (Aydemir, 2010: 249). 1957
seçimlerinde DP’liler oy kaybını hükümetin hatalarından ziyade, yapılanların yeterince
anlatılamaması ve muhalefetin iftira ve tezvir kampanyası ile açıklama yoluna gittiler
(Demirel, 2011. 286). Sonuçta Türkiye özellikle 1957 seçimleri sonrası sancılı bir
döneme girdi. Bir yandan aydın-bürokratlarla DP arasında gittikçe büyük uçurumlar açan
çekişme, diğer taraftan karşılaştığı sıkıntıların nedenini muhalefete yükleyip, elindeki
yetkileri arttırmaya çalışan bir iktidar, siyasal hayatımızda mutabakattan eser
bırakmamıştı (Güneş, 1983: 116).
Genel olarak basındaki yasaklamalar, seçimlere itirazlar, hayat pahalılığı,
toplumsal gösteriler, üniversite olayları, Harp Okulu öğrencilerinin gerçekleştirdiği
88
DP 4.497.811 oyla 424 milletvekili, CHP 3.825.267 oyla 178 milletvekili, CMP 604.087 oyla 4
milletvekili ve Hürriyet Partisi (HP) 321.471 oyla 4 milletvekili ile Meclis’te temsil edildi, Türkiye İstatistik
Kurumu,
Milletvekili
Genel
Seçimleri
1923-2007,
s.28,
bkz.
http://www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=158 (30.12.2013).
139
yürüyüşler89, âdetâ DP’yi bir çıkmaza sürükledi. CHP halka, darbe sonrasında yürürlüğe
girecek, 1961 Anayasası’nın temelini oluşturacak ve İlk Hedefler Beyannamesi adıyla
anılan kararıyla; sosyal devlet, basın özgürlüğü, grev ve sendika kurma hakkı, ikinci
meclis, anayasa mahkemesi, seçimde nispi temsil usulü, üniversite özerkliği, yüksek
yargıçlar kurulu, devlet yayın araçlarının tarafsız olacağı gibi demokratik vaatler
sunmaktaydı (Akşin, 1991: 220).
1957 genel seçimleri her ne kadar DP’nin yeniden iktidar olmasını sağlamışsa da
muhalefetin oy oranındaki artışa paralel olarak DP’nin uygulamakta olduğu politikalar ve
demokrasiyle uyuşmayan tutumları, geniş bir toplumsal muhalefetin oluşmasına neden
olduğu gibi muhalefete de haklılık kazandırmıştı. Bu yüzdendir ki 1957 genel
seçimlerinin hemen ardından iktidar, siyasi muhalefeti etkisiz kılacak sert tedbirleri
yürürlüğe koymakta çekinmedi. 27 Aralık 1957’de Meclis İç Tüzüğü değiştirilerek sözlü
soru hakkı haftada bir saate indirilmiş, bakanlara istemedikleri takdirde bu sorulara cevap
vermeme hakkı
tanınmış,
dokunulmazlıkların kaldırılması
kolaylaştırılmış
ve
milletvekillerine verilecek maaş kesme ve meclis oturumlarına katılmama cezalarının
sınırları yükseltilmişti.
Muhalefet bu durumu değerlendirmiş, hükümete yönelik eleştiri dozunu arttırmış;
ancak hükümet de muhalefete karşı daha tehditkâr ve baskıcı tutum içine girmiştir. Bu
doğrultuda 18 Nisan 1960 tarihinde DP milletvekilinden oluşan “Tahkikat Komisyonu”
adında soruşturma komisyonu kurulması kararlaştırılmış ve 27 Nisan’da söz konusu
komisyonun yetkilerini düzenleyen kanun yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla ilgili iki farklı
görüş vardır. Tanör’e (2012: 354) göre bu yasayla komisyona yasama, yürütme ve
yargılama salahiyeti veren âdetâ bir “ihtilal organı” şekli verilmekteydi. Nitekim
soruşturma komisyonu lüzumlu gördüğü tüm tedbir ve kararları alabilecek, savcı, sulh ve
sorgu yargıçlarının ve askerî yargı mercilerinin tüm yetkilerini kullanabilecek, yayın
yasakları koyabilecek ve her türlü toplantı ve gösteri faaliyetlerini yasaklama yetkisine
sahip olabilecekti. Soruşturmalar sonucunda komisyonun soruşturma süreciyle ilgili
koyduğu kuralları ihlal edenlerse herhangi bir itiraz hakkı verilmeksizin hapisle
27 Mayıs darbesinin şartlarını olgunlaştıran eylemlerden biri de Ankara'da gerçekleştirilen Harp Okulu
öğrencilerinin yürüyüşüydü. Cuntacı subayların başını çektiği yürüyüş, askerin öğrencileri kullanarak DP
aleyhtarı bir hareket oluşturma gayretiydi. Öğrenci yürüyüşü sırasında sert tedbirler alınmasını isteyen
Erdelhun'u yine cuntacılar engelliyordu… Ordu içinde terfi edemeyen üst düzey subaylar, Harp Okulu
öğrencilerini DP aleyhine kışkırtmıştı. Genelkurmay Başkanı Erdelhun el yazısı notlarında, öğrencilerin
siyasi yürüyüşlerine müdahalenin gerektiği tarzda yapılmadığına değinerek, "Harp Okulu gösterilerine bu
yumuşak muamele ile okul siyaset çukuruna düşürüldü." yorumunu yapıyor (Uğur ve Gürlek, 2012: 125).
89
140
cezalandırılabilecekti. Başgil (2006: 123-124) ise komisyon faaliyetleri için gizlilik
kararının konması dışında anayasaya aykırı bir durumun söz konusu olmadığını, bu tür
komisyonların bütün demokratik rejimlerde var olduğunu, alınan kararın anayasının
lafzına ve ruhuna uygun olduğunu, TBMM’nin böyle bir yetkiyi verebileceğini ve bunun
da meclis iç tüzüğünün 177. maddesiyle belirtilmiş olduğunu dile getirmiştir.
Anayasanın pek çok hükmünü ihlal eden komisyon yetkilerini düzenleyen yasanın
yürürlüğe girmesi, kamuoyunda ciddi bir huzursuzluğa sebebiyet verdi. Tahkikat
Komisyonu aslında Meclis ve Devlet üstünde devlet gibi bir yapı arz etmekteydi.
Hedeflenen ise CHP’nin ve basının yarattığı DP’nin hoş görmediği gidişatın
önlenmesiydi (Aydemir, 1999: 395). Önergeye CHP karşı çıkmış, Genel Başkan İsmet
İnönü kürsüye çıkarak iddiaları reddettikten sonra; “Buyurun kurun Tahkikat
Encümenini, istediği araştırmayı yapsın. Ama bunların hiçbirinin tahakkuk etmediğini
gördüğünüz zaman, ben sizi millete müfteri ilân edeceğim” (Bozdağ, 2002: 93) demişti.
18 Nisan 1960’da TBMM’de yaptığı konuşmasında da İnönü şu sözleri dile getirmişti:
“Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır90. Fakat ihtilal
aslında bir millet hayatının asla arzu etmeyeceği, çetin ve tehlikeli bir ameliyattır.
Birçok memleketlerde görüyoruz. Çok iyi niyetlerle, vatanperver hislerle ihtilal
yaparak idare kuranlar, kurdukları idarenin ertesi gününden itibaren kâbus içinde
yaşarlar. Onlar muvaffak oldukları iktidar normal bir demokratik rejime
devredebilmek için imkân bulamazlar. Bulabilenler tarihte nadirdir. Biz bulduk
işte. Ama bunu bulamayan memleket çok zarar görür. İhtilal niçin yapılır? Eğer
ihtilal vatandaş için başka çıkar yoktur, kanaati zihinlere ve bütün müesseselere
yerleşirse, meşru bir hak olarak kullanılacaktır. Bundan içtinap kabil değildir.
Basiretimiz yerinde ve aklımız başımızda ise normal bir demokratik rejimin
icaplarını hulus ile takip ederek, eşit haklarla, dürüst bir seçimin neticelerini kabul
ederek bu rejimi bu yola götürelim yoksa Meclis Tahkikat Encümeni şeklinde 3
aylık fevkalade bir idare kuracaksınız. Bu idare, muhalefet partisini ve basını her
yerde takip edecek, şu kusuru var bu kusuru var diye her yerde takip edeceksiniz.”
(İnönü’nün Konuşmaları, 1993: 300).
İnönü bu süreçte DP’ye alternatif bir muhalefet partisinin liderinden ziyade, bir
devlet adamı olarak görülmüştür. Yandaşlarına göre o bir siyaset adamı değil, devleti
kurtaran ve kuran iki liderden biri olarak her türlü sıkıntıda fikrinin alınması gereken, o
zamana kadar sürdürmüş olduğu büyük otoritesinin hışmından korunulması gereken,
Kemalizmin inşa edilmesinde Atatürk’ten sonra en etkili rol oynayan partiler üstü bir
MBK üyesi Erkanlı (1972: 310-311) darbeye İnönü’nün bu sözleri sonrasında hız verdiklerini “İsmet
Paşa’nın Meclis’te “Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır” dediği günün gecesi
İstanbul’da bulunan arkadaşlarla toplanarak bu sözün manasını değerlendirdiğimiz hatırlarım. Bizim için
en önemli problemlerden birisi İsmet Paşa faktörü idi (…) O gece anlaşıldı ki: Paşa bizimle olmasa dâhi,
ihtilâlin karşısında vaziyet almayacaktır (…) Bu sonuç bize güç ve hız verdi” sözleriyle ifade etmiştir.
90
141
devlet adamıdır (Demirel, 2009: 124-128).
DP iktidarının bu uygulamalarına karşı muhalefetle beraber toplumun farklı
kesimleri de tepkilerini ortaya koymaya başladılar. Bu doğrultuda gerçekleşen ilk olay 28
Nisan 1960 günü patlak veren öğrenci olayları olmuştur. İstanbul ve Ankara gibi büyük
şehirlerde baş gösteren öğrenci olayları, ülkenin içinden çıkılmaz hale gelen durumunu
daha da alevlendirdi. O zamanki siyasi atmosferi konusunda Toker’in anlatımıyla
İnönü’nün düşünceleri dikkat çeker: “Asker ihtilal hazırlıyor. Bunu görmemek imkânsız.
Fakat hareketi Mehmetçiği kullanmadan yapmak lazım. Bakalım onu nasıl
tertipleyecekler?” (Aydemir III, 1999: 445). Sanki bu ifadesiyle İnönü, ordunun
müdahalesine ses çıkarmamakta; ama diğer taraftan bunun bir muhtıra şeklinde olmasını
da arzulamaktadır.
28 Nisan’da İstanbul Üniversitesi’nde başlayan gösterilerde binlerce genç
“Menderes istifa, kahrolsun diktatörler!” sloganlarıyla yürüyüşe geçmişti. Hükümet bu
olaylar üzerine “(…) Tahrikler ve önceden yapılmış tertipler neticesinde vuku bulmuş
olan müessif hadiselerin yatıştırılması sırasında, devlet kuvvetlerine karşı vaki
mukavemet hareketinin amme huzur ve asayişini ihlal edecek istidat göstermesi[ni]”
(Üskül, 1997: 141) gerekçe göstererek Ankara’da ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edip
tedbir alma gayretine gitmiştir. “Amme huzur ve asayişinin bozulması eğilimin ortaya
çıkması” o dönemde yürürlükte olan 1924 Anayasası’na göre sıkıyönetim ilanını
gerektiren gerekçeler arasında sayılmamaktadır. Üskül’e (1997: 142) göre gerek ortaya
konulan gerekçe gerekse sıkıyönetim süresinin belirsizliği DP yönetiminin uzunca bir
süredir anayasayı ihlal alışkanlığının bir sonucudur.
Toplanan DP Meclis Grubunda
konuşan Menderes, bütün olup bitenleri yine CHP’nin kışkırtması ile başlayan bir ihtilal,
bir isyan olarak nitelemiş ve gerekirse üniversitenin temeline gireceklerini;
“Bu üniversiteye gireceğiz, temeline gireceğiz. Bize vatan lâzımdır (…) Bugün
fiilen ihtilâl içindeyiz. İhtilâlin kendine göre mantıklı, icapları vardır. Şimdi aziz
arkadaşlarım, bu gazeteleri kapatacağız, bu adamları içeri tıkacağız. Girilemez mi!
Emir verdik, derhal girin dedik. Üniversiteye girmek değil, temelinin altına
gireceğiz! Belki bu akşam, belki yarın akşam hususi bir mahkeme derhal
kuracağız” (Turan, 2000: 367)
diyerek dile getirmiştir. Hükümete darbeyi vuran son olay ise yukarıda da bahsi geçen 21
Mayıs’ta gerçekleşen Harp Okulu öğrencilerinin planladıkları yürüyüş olmuştur. Buna
subaylar da destek vermiştir. Bu yürüyüşün görünürdeki amacı tutuklanan bazı subayların
serbest bırakılmasıydı. Ancak gerçek sebep Cumhurbaşkanı ve Hükümetin istifa etmesini
sağlamaktı (Özdağ, 1997: 177-178; Uğur ve Gürlek, 2012: 125-126). Harp Okulunun bu
142
etkisi onun kurtarıcı misyonundan gelmekteydi. Kurmay Albay Dündar Seyhan’a göre
“Harbiyeli daima ülkenin geleceğini düşünmüş ve Türkiye’nin mukedderatına o çatı
altında düşünmeye alışmış kafalar yer vermiştir. Öyleki ona göre İmparatorluk
otokrasisinde ilk hürriyet ışığının nuru o çatı altında parlamış, Türkiye her yeniliğin, her
ileri hamlenin hızını Harbiye’nin potansiyelinden almıştır. [Subaylar da] Atatürk
Harbiye’lisi olarak, büyük önderin ölümünden sonra, İnönü’nün [önderliğinde]
Türkiye’nin tekmil meselelerinin en uygun teminatı bulduğuna inanmış, yarınlara ümitle
baklamaya başlamıştır” (Seyhan,1966: 8).
DP Genel İdare Kurulu’nda Başbakan Adnan Menderes, gösterilerin çok da
önemli olmadığını ifade etti. DP Genel İdare Kurulu üyelerinin çoğu; Harp Okulu
öğrencilerinin yürüyüşünü “Bu bir ihtilâl provasıdır” diye algıladılar ve Başbakan
Menderes’i tedbir alması için ikna etmeye çalıştılar. Ancak Menderes, onları yatıştırmaya
çalıştı ve konuyu iyimserlikle yaklaştı. Menderes:
“Müsterih olunuz efendim, ordudan herhangi bir hareket gelmez ve gelmeyecektir.
Kendileri ile konuştum. Mesele bir polisin, bir subayın yakasına sarılmasından ileri
gelen bir tepkidir (…) Durmadan ihtilâl olacakmış diyorlar. Kim yapacakmış? Halk
mı? Hayır, halk Demokrat Parti iktidarına karşı ihtilâl yapmaz. Asker mi? O da
hayır. Asker siyasete karışmaz. Orduya karşı tam emniyetteyiz. Ordu bizimle
beraberdir.”
diyerek Genel İdare Kurulu üyelerini yatıştırmaya çalıştı. Erkanlı’ya göre, DP
mensuplarının birçoğu ihtilalin olacağını tahmin etmişlerdi [tıpkı Sıtkı Yırcalı gibi].
“Onlara göre hele Harbiyenin yürüyüşünden sonra ihtilalin an meselesi olduğu
iddia edilmekteydi (…) Hepsi bu işin altında İnönü’yü arıyor, İnönü’nün
ihtilalcilerin akıl hocası olduğuna inanıyordu” (Erkanlı, 1972: 115). Ancak
Menderes’e göre kesinlikle bir ihtilâl ihtimali yoktu. Genel İdare Kurulu üyesi Sıtkı
Yırcalı ise durumun çok ciddi olduğunu belirterek derhal seçim yapılması, Tahkikat
Encümeni’nin görevinin sona erdirilmesi, basına konan yasakların kaldırılması,
yeni bir hükümetin kurulması gerektiğini dile getirdi. Ancak Başbakan Menderes,
Sıtkı Yırcalı ve diğer DP’lilerin uyarılarını dikkate almadı.
Harp Okulu öğrencilerinin meydana çıkmasıyla darbe süreci aslında fiilen
başlamış oldu (Birand, Dündar, Çaplı, 1991: 158). Başbakan Menderes’in bu uyarıları
dikkate almaması önemli bir hataydı. Bununla birlikte 1960 senesinde yaşanan olaylar bir
yana TSK içinde birkaç sene önce bir darbe tasavvurunun canlandığını, meselenin DP’nin
otoriterleşmesiyle ilgili olmadığını göstermektedir. MBK üyesi Orhan Erkanlı’nın
143
darbenin hemen akabinde Cumhuriyet gazetesine vermiş olduğu röportajda 1956’da bir
ihtilal düşündüklerini belirtmiştir (Uğur ve Gürlek, 2012: 79).
Aslına bakılırsa tüm bu yaşananların altında Türk siyasal sisteminin önemli bir
özelliği yatmaktadır. Gerek Osmanlı’nın son döneminde gerekse belirgin bir ölçüde genç
Cumhuriyet’in tek parti döneminde, yöneticiler arasında zihinsel manada bir fark yoktu.
İlk başlarda özellikle İnönü’nün tavrı nedeniyle ordu, parlamentoya saygı
göstermiş, milli hâkimiyet ilkesi benimsenmişti. Ortaya çıkan demokratik tablo Atatürk
devrimlerinin son ve nihaî halkası olarak algılanmış, İnönü’nün varlığı bir emniyet sübabı
olarak görülmüştü. Her ne kadar ordu içinde merkeze bağlı bir yapı olsa da demokrasi
isteyip hâlihazırdaki statülerinden hoşnut olmayan genç subaylar, bir denge unsuru olarak
ortaya çıkmıştı. Ancak akabinde yaşanan siyasi süreçte bir kısmı Atatürk bir kısmı İnönü
döneminde gerçekleşen reformlardan vazgeçilmiştir. Bir kesime göre “devrimler tenkide
uğramış, ithamlara maruz bırakılmış (...) Bazıları ise yerlerinde saydırılmıştır. Türkçe
ezan, Halkevleri, Köy Enstitüleri kaldırılmış, kadın hürriyeti, tedrisin birliği, Türk dili
hareketleri geriye götürülmüş[tür]” (Erdem, 2009: 453). Nitekim MBK üyesi Erkanlı’ya
göre bu geriye gidişin önlenmesi adına yapılacak bir askeri müdahalede, Atatürk
devrimlerinin müsamahasız uygulanması ile Kemalizmin ilmi bir doktrin olarak
benimsenmesi kararlaştırılmış, dinin politikaya alet edilmesine karşı çıkılmış ve dinde
reform yapma adına İslam konferansının toplanması planlanmıştır (Erkanlı, 1972: 14-15),
bu 27 Mayıs darbesine yönelen kesim içinde seçkinci bir dönüşümü sağlamak isteyenlerin
de olduğunu göstermektedir.
Tanzimat’tan beri iktidarın etkin bir parçası olan aydın, asker ve sivil
bürokrasiden oluşan “koruyucu entelijansiya”, Turhan’a (2000: 185) göre “1946’dan
sonra hem toplum içindeki gücünü hem de iktidarını, derebeylik kalıntıları, eşraf ve
burjuvaziden kurulu bir yapıya kaptırmıştır. İktidara gelen bu toplumsal güçler, asker ve
sivil bürokratların yüzyıllık uğraşları sonunda çizdiği ‘şema’ nın tersine davranmışlardır.
Koruyucu bir refleksle buna karşı duran aydın, asker ve sivil bürokrasiden oluşan seçkinci
yapı, tavrını 27 Mayıs’ta bonapartist bir yöntemle ortaya koymuş, yeni ortaya çıkan
sosyo-ekonomik gruplar önlenmeye çalışılmıştır. Yani bir bakıma “Tanzimat’tan beri
topluma öncülük etmeye çalışan bürokratik kadro, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni
burjuvazinin önderliğinde ağırlığını koyan derebeylik kalıntılarının ve eşrafın iktidarına
sınır koymak istemiştir (Turhan, 2000: 188).
144
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ
GÜVENCELERİ
3.1- 27 Mayıs Darbesi
Demokrasi ve liberal fikirlerle iktidara gelmiş olan bir siyasi partinin otoriter tek
parti rejimlerine zaman zaman yaklaşan uygulamaları büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı.
DP bugüne kadar devam edecek olan merkez-çevre çatışmasını somutlaştırmış, çevre
iktidarlarının zaaflarını da ortaya koymuştur. Bunların belki de en başında popülizmin bir
siyasal araç olarak aşırı kullanımı gelmektedir. DP popülist politikalardan ödün
vermemek uğruna muhtemel siyasal açılımların önünü tıkamış, siyasetin farklı toplumsal
taleplerini biraraya getirerek oluşturduğu bir koalisyon olduğunu unutup, kendi popülist
anlayışı doğrultusunda sadece kendisine destek veren toplum kesimleriyle ittifakını
korumaya özen göstermiştir. İktidarının başlangıcında gerçekleştirmiş olduğu hamleleri
devam ettirememiş, muhalefet yıllarında olduğu gibi aydınlarla olan bağını
sürdürememiş, sonunda anti-demokratik uygulamalarıyla otoriterleşmiştir (Kahraman,
2012: 347-348).
Neden olduğu huzursuzlukların sokak gösterilerine dönüşmesinin sonucunda
sıkıyönetim kararlarına rağmen tansiyon düşmemiş, “Kemalist Cumhuriyetin koruyucu
meleği olan” (Tanör, 2010: 54) TSK de 27 Mayıs 1960’da yönetime el koymuş (Toker,
1992: 329), Turhan’a (2000: 170) göre herhangi bir toplumsal grubu yok etmeden
yönetimi devraldığı için “devrimci” değil “evrimci” bir değişim yaşanmıştır. Bu süreçte
DP’nin yukarıda bahsedilen demokrasi kültürünün yetersiz olması kadar kurucu
ideolojinin askeri kanat aracılığıyla siyasette ağırlık kazanmasının da payı olmuştur.
Cizre’ye (2006: 146) göre, buna biraz da DP sebep olmuştur. DP, Kurtuluş Savaşı’nı
yürüten ve rejimi kuran CHP’nin karşısında olmasının getirmiş olduğu kompleks ile
askeri yapı ve zihniyetinden uzak durmaya çalışan bir tutum içine girmiş, tarafsız ordu
geleneğini yıkarak orduyu CHP karşısında kendi partizan çıkarlarına alet edip tahrik ve
mağdur etmiştir. Erkanlı’ya göre ise Menderes rejimi kendilerini kanunların üzerinde ve
dışında görmüş, icra unsurları olan bürokrasiye de buna alıştırmışlardır (Erkanlı: 1972:
345). Keza DP’nin Atatürk’ün laik devrimlerinden sapması ve orduyu ihmal ederek
demokrasiyi baskılaması da bu müdahelenin gerekçeleri arasında gösterilmektedir. Cizre,
ordunun bu tutumunu, “İslam ve Kürt bölücüler tarafından tetiklenen, Cumhuriyet’in
145
bekçiliği” refleksine değil (Cizre, 2006: 153) daha çok Atatürk ve İnönü’nün kurucu
siyasi ağırlıklarına bağlamaktadır. Ordunun bu müdahalesinde DP’nin hükümet
döneminde cumhuriyetin kuruluşundaki aydınlanmacı pozitivist temelli, tepeden inmeci
paternalist modernleşme anlayışının ortadan kaybolması ciddi etki etmiş, müdahale
merkezi önceleyen, koruyucu bir yaklaşım çerçevesinde yapılmıştır.
Kahraman’a göre Türk siyasetinde modernleşmeyi başlatan kurucu elit zümreyi
oluşturan ordu-bürokrasi-aydınlardan oluşan olan merkez, 1950 sonrasında siyasal
muhalefetle bütünleşmiş ve tarihsel modernleşme projesini geleneksel zihniyet kalıpları
ve toplumsal davranışlarla bütünleştirmeye çalışan çevreye karşı bir iktidar mücadelesine
girişmiştir. O tarihten itibaren Türk siyaseti sadece siyasetin iç sorunlarıyla değil, bu iki
büyük odak (merkez-çevre) arasındaki iktidar çekişmesi tarafından tayin edilmiştir.
Silahlı Kuvvetler bu çelişme içinde başat rolü oynamış ve 1950’de bırakılan iktidar 1960
askeri darbesiyle geri alınmıştır (Kahraman, 2010: 244).
27 Mayıs sadece DP iktidarına karşı değil, ordu içi iktidara karşı da gerçekleşmiş,
hiyerarşi dışı bir yolla uygulamaya koyulmuştur. Kahraman’a (2012: 319) göre merkezin
çevreye kaptırdığı iktidarı geri alması maksadıyla yapılan darbe, hem genç subaylar
darbesi olarak gerçekleşmiş hem de etkilerini daha uzun bir süre devam ettirerek ordu içi
hiyerarşinin çok sorunlu bir hale gelmesine yol açmıştır. Nitekim Emekli General Ali
İhsan Sabis tarafından Başbakan’a iletilen bir mektupta muvazzaf komutanlara dönük
tehditlerle beraber, yapılan değişikliklerin genç subayları tatmin etmekten çok uzak
olduğu belirtilmiştir. Burada genç subayların hükümetten hızlı bir şekilde koptuğu
gözlemlenmektedir. Keza Başbakan’a ulaşan beyannamelerden birisinde, “Biz Bab-ı Âli
baskını yapan birkaç subaydan çok daha kudretliyiz” denmesi, alt kadroların kendi
içlerinde işleri nereye kadar götürebileceklerini ortaya koymaktadır (Özdağ, 2006: 3233). Bu ifade, aynı zamanda ordunun zihniyet dünyasının başladığı kaynağa referans
vermesi anlamında manidar ve kökü derinlerde olan bir anlayışın dışa yansımasıdır.
Darbe sonrası Yassıada’da yargılanan dönemin Genelkurmay Başkanı Erdelhun’a
göre ise darbenin dört nedeni vardı. Bunlar; ana muhalefet partisi CHP’nin kışkırtıcı
tahrikleri, orduda istedikleri makama erişemeyen askerin tahrikleri, İstanbul ve
Ankara’da sıkıyönetim ilan edilerek orduya politik görev ve inisiyatif verilmesi, sivil
otoritenin böylelikle kontrolü kaybetmesi ve son olarak askerin maaş meselesi
bakımından (ekonomik sıkıntı içinde olmaları) kışkırtılmasıdır (Uğur ve Gürlek, 2012:
40). Merkeze göre müdahale ile “çevre”nin vermiş olduğu tahribat son bulmuş ve
146
“merkez”in egemenliğinde restorasyon dönemi başlamıştı. Ş.S. Aydemir, ihtilali “27
Mayıs ihtilali, bizim yakın tarihimizin önemli bir hadisesidir. Bu hadise; lidersiz,
teşkilatsız, programsız bir genç kurmaylar kadrosunun eseri görünmekle birlikte,
bugünkü anayasayı ve bugün içinde yaşadığımız önemli müesseseleri getiren odur. Bu
anayasa ve bu müesseselerle, onların yarattığı hava ise ekonomik ve politik sonuçları
itibariyle; memleketimizin gidişatına gerçekten çok yönlü etkiler yapmaktadırlar (...)”
(Aydemir III, 1999: 443) diyerek değerlendirmiştir.
27 Mayıs darbesi lidersiz ve teşkilatsız yapılmıştır. Dönemin Genelkurmay
Başkanı Rüştü Erdelhun’un yakın tarihte yayımlanan el yazması notlara göre darbeyi
gerçekleştiren cunta, daha darbenin ilk günü kendisine “başımıza geç” teklifi yapmıştı
(Uğur ve Gürlek, 2012: 38). Yargılanma pahasına bu teklifi reddeden Erdelhun’un yerine
cunta, emekli Cemal Gürsel’e yönelmiştir91. Ordu öyle bir durumdaydı ki herhangi bir
kişinin kibrit çakması yeterliydi. Darbeyi gerçekleştirenler sorgusuz sualsiz kendilerini
işin içine atmış, başarısızlık halinde başlarına neler gelebileceğini düşünmek akılarına
bile gelmemişti (Batur, 1972: 86). Ordunun bu plansız durumunu Erkanlı “ısmarlama
lider, başsız cunta olmayacağını daha sonraları anladık, acısını çektik, belki de memleket
bu hatanın neticeleri yüzünden bunalımlar içinde sallanıyor” (Erkanlı, 1972: 21)
sözleriyle ifade etmiştir. Seyhan ise bu “Albaylar” müdahalesini “eğer biz o günlerde
birer topçu yüzbaşısı olarak ihtilale teşebbüs etmiş isek bunun asıl sebebini başımızdaki
kumandanların yakışıksız davranışlarında aramak lazımdır” (Seyhan, 1966: 48) diyerek
meşrulaştırmaya çalışmıştır.
27 Mayıs’ta ordunun “demokrasiyi savunma ve baskıya karşı direnme” (Kapani,
1970: 6-7) adına siyasete müdahale etmesi, Cumhuriyet’in ilk günlerinde temel bir ilke
olarak kabul edilen Silahlı Kuvvetlerin siyasal tarafsızlığını sona erdirdi 92. Bu müdahale
geçmişte yaşanan tecrübelerle de çelişmekteydi. Zira yeniçeriler bile iktidara doğrudan el
koymak yerine yönetici grubu değitirmeye yönelik bir baskı yapmakla yetinmişlerdi. Bu
yönden 1960 müdahalesi, bu geçmişten ciddi bir kopuşu simgelemekte ve uzun vadede
olumsuz etkilere yol açabilecek bir örnek teşkil etmekteydi (Karpat, 2011: 111). Bu darbe
Seyhan’ın anılarında konu hakkında farklı bir bilgiye rastlamaktayız. Ona göre darbeyi gerçekleştiren
kadro Erdelhun Paşa teklifi reddettikten sonra Gürsel’e yönelmedi. Daha önceden Sadi Koçaş aracılığı ile
Gürsel ile temas kurulmuş, müdahale konusu kendisine açılmış ve destek olacağı vaadi alınmıştı (Seyhan,
1966: 73).
92
Erdelhun’a göre darbe orduda istedikleri rütbe ve makama erişemeyenlerin rol aldıkları bir cuntacı
hareketti. Ona göre ordunun siyasete karışmasıyla darbe süreci başladı. Örfi idare ilan edilerek ordu politik
görevlere sokuldu (Uğur ve Gürlek, 2012: 40).
91
147
tek başına askerin tasarrufunda yapılmış bir eylem değildi. Muhalefet partisi CHP bu
süreçte sessiz; ama etkili bir rol oynamıştı. Ş.S. Aydemir bir değerlendirmesinde CHP ile
ordu arasındaki ilişkiyi şöyle ifade etmektedir: 27 Mayıs darbesinden sonra darbenin
başına getirilen Gürsel, İnönü’yü telefonla arayarak, “Size karşı kusurluyuz Paşam.
Hareketimizi size önceden haber vermedik (…) Ama yapılacak başka başka bir şeyimiz
kalmamıştı. Bizi affetmenizi rica ediyoruz. Sizi bir peygamber olarak tanıyor,
işaretlerinizi bekliyorum” (Aydemir, 1999c: 450) sözleriyle kendisine olan bağlılığını
bildirmişti93. Gürsel’in bu cevabı darbeyi gerçekleştiren ordunun İnönü’nün karizmasına
ve Millî Mücadele dönemindeki etkin rolüne duyulan saygıdan kaynaklanmaktadır.
İnönü de Gürsel’e cevaben “memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük
bir iş yaptınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Başarınız için asıl ben sizin
emrinizdeyim”. Bu sözler üzerine Aydemir, Cemal Paşa’nın teşekkür ettiğini
belirtmektedir. İnönü hislerini şöyle beyan etmiştir: “gayet saygılıydı, nasıl bir havada
olduklarına teşhis koymak henüz güç. Hem benim desteğime kendilerini muhtaç
görüyorlar. Hem benimle açık münasebetleri olsun istemiyorlar. Bakalım göreceğiz? (…)
Fakat
kendilerine
bütün
yardımı
yapacağım,
iyi
niyetlidirler
ve
işlerinin
güçleştirilmemesi lazımdır” diyerek devam etmiştir (Aydemir, 1999c: 450-451). Bu
çerçevede İnönü’nün darbe karşısında olmadığı bilakis, darbeyi beklediği ve darbe
sonrasında da pasif kalmamayı tercih ettiği dikkat çeker. İnönü, 7 Haziran 1960’ta,
darbeden hemen sonra, yurtdışında bulunan oğlu Erdal’a yazdığı mektupta: “Burada ve
memlekette fevkalade hadiseler oldu. Artık tafsilatı bilirsiniz (…) Çok söyledim
dinlemediler (…) Bir askeri darbeye varmamalıydı. Bu darbenin hiçbir surette tertibi ve
tatbiki içinde değilim. Daha önceden tahmin edicisi ve bütün memlekete ve Meclisten
açıkça söyleyicisiyim. Şimdi gerisini düzeltmek için çalışacağım” (Heper, 1999: 193)
diyecektir. Ancak bu sözlerine rağmen gerek 27 Mayıs gerekse ondan önce ortaya çıkan
cunta girişimlerine karşı kararlı bir tutum sergilememesi, “dahası bunun yanlışlığının
sükûtunu da göstermemesi, onun 1960’ların özellikle sağ siyasetinde eleştirilmesine yol
açmıştır” (İnan, 2015: 265).
Darbe sonrasında İnönü’ye olan bağlılığını ifade eden Gürsel, atılacak olan siyasi kararlarda İnönü’nün
düşüncesinin alınması gerektiğini işaret eden Komite üyesine “bıktık bu İsmet Paşa’dan (…) Kırk senedir
bu zatın peşinden gittik, geldiğimiz yer belli (…) Yeter artık bundan sonra devleti biz idare edeceğiz. Paşa
evinde otursun işlerimize karışmasın (…) Sizde Halk Partisine alet olmayın (…) Sorumluluk bizimdir”
diyerek İnönü ve CHP’den bağımsız hareket etmeleri gerektiğini vurgulamıştır (Erkanlı, 1972: 301).
93
148
MBK üyesi olmakla birlikte 27 Mayıs Darbesi sonrası, Kara Harp Okulu
Komutanlığına atanacak olan Kurmay Albay Talat Aydemir’e (2010: 377) göre “o andan
itibaren İnönü [Cemal Gürsel’i] ve MBK’ndeki bazı CHP’ye yakın görünen şahısları
hemen avucu içine alıvermiş ve ihtilal idaresi boyunca onları perde arkasından kukla gibi
oynatmıştır. O nedenledir ki 27 Mayıs İhtilali de CHP namına İsmet Paşa kaprislerine
feda edilerek dejenere edilmiştir”.
Sivil Yönetimin Sonu
27 Mayıs 1960’da ülke yönetimine el koyan TSK aynı gün yayınlamış olduğu
bildiride yapılan müdahalenin nedenlerini halka duyurmuştur (Aydemir, 2010: 440-441):
"Sevgili Vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif
hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı
Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz;
partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir
idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler
yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve
teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir
şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata
müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla
müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa
bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele
görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan
gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı
hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli
varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin,
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun
teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap
ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na ve insan hakları prensiplerine
tamamen riayettir. Büyük Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' prensibi
bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve
[Merkezi Antlaşma Teşkilatı] CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz
'Yurtta sulh, cihanda sulh'tur." (T.S.K adına Albay Alparslan Türkeş).
Bildiride kullanılan ifadelerden müdahaleyi gerçekleştiren ordu mensuplarının
uzun süreli bir askerî yönetim kurma niyetinde olmadıkları, aksine iktidarı en kısa sürede
sivillere devretmek istedikleri, serbest seçimlerin bir an önce yapılması gerektiği
anlayışından ortaya konmaktadır. Her ne kadar bildiri bu şekilde açıklansa da MBK
üyeleri arasında tam bir uzlaşma yoktu. Aralarında Cemal Gürsel’in de bulunduğu
‘ılımlılar’, ordunun siyasi rolünü olabildiği kadar sınırlı tutmayı ve iktidarı en kısa süre
içinde seçilmiş meşru bir hükümete devrederek “hakem rolünde” kalmayı
amaçlamışlardır. Buna karşılık daha çok orta ve alt rütbeli subayların oluşturmuş olduğu
149
‘radikaller’94, iktidarı hemen devretmek yerine Atatürk döneminde başlatılmış olan sosyal
ve yapısal reformları tamamlamak maksadıyla en az dört yıl, ihtiyaç olursa daha uzun bir
süre yönetimde kalarak “yönetici tipi” bir modeli savunmaktaydılar (Ahmad, 2007:194).
Darbenin hedefinde olan Menderes ise darbe sonrasında “kumandan bey iktidarı çabuk
bırakmayın, memlekette normal şartlar kısa zamanda geri gelmez ve seçim ortamı
hazırlanmaz. Bir süre ordunun hakemliğine ihtiyaç vardır; sarsılan devlet otoritesini
ancak ordu kurabilir, acele etmeyin” (Erkanlı, 1972: 349) diyerek tavsiyelerde
bulunmuştur. Darbecilerin içindeki bu düşünsel farklılık, onların Türkiye tasavvurundaki
belirsizliği de ortaya koymaktaydı. O kadar ki ihtilalin “fikirsiz” olduğunu söyleyenler
bile vardı. Çünkü darbenin başlangıcındaki hedefi sadece DP hükümetini alaşağı etmek
görünürken kısa süre içinde çehre değiştirerek başka farklı bir yol aldı. Harekâtın basit
bir kabine değişikliğiyle sonlanamayacağı açığa çıktı (İnan, 2011: 303).
Tarhan Erdem’e (2009: 449-451) göre o dönemin etkili aydınlarının çoğu, DP’nin
Atatürk devrimlerine karşı göstermiş olduğu tutum nedeniyle yıkıldığını düşünmekteydi.
Darbeyi gerçekleştirenler, politik misyonunlarını “Atatürk inkılâplarının savunulması ve
demokratik katılım hakları temelinde; 1960’ların merkez-sol çizgisini de bu yönelim
üzerine üzerine bina ederek” ve CHP’den tepki çekmemek adına “Atatürkçülüğü” genel
siyaset anlayışı olarak ortaya koymak (Erdem, 2009: 450-451) olarak belirlemişlerdi.
Keza Başbakanlık’ın yayınladığı Ak Devrim kitabında “O bahar sabahının ilk
ışıklarıyla gözlerini açanlar, kendilerini bir sevinç fırtınası içinde buldular. Türk Ordusu
vazifesini yapmış, milletin ve memleketin kaderini temiz ellere almıştı [r]. “Atatürk’ün
aydın başı ve yalçın iradesiyle açılan ‘Koşan Tarih’ devrini, değil duraklatma, yavaşlatma
bile bekamızın aleyhine işlenmiş bir cinayet sayılmalıdır” (Ak Devrim, 1960: 3-4) diyerek
DP yönetimini Atatürk devrimlerine karşı çıkmakla, laikliğin yanlış ve politik amaçlar
için kullanılmasını sağlamakla eleştirmişlerdir (Batur, 1972: 73). Dahası kendilerini
destekleyen yazarlara kitapta özellikle yer vermeleri de müdahaleyi meşrulaştırma gayreti
içinde olduklarını göstermektedir. Nitekim Sadi Irmak, 31.05.1960 tarihli Yeni Sabah’ta
Radikallerin düşüncesine göre “böyle bir hareket halkın büyük kısmını ihtilâl idaresine ve dolayısıyla
ihtilâlcilere karşı güvensizliğe yöneltecekti. İhtilâli, Paşa’nın (İsmet İnönü) iktidara gelmesi için yapıldığı
inancını değişmez derecede kuvvetlendirecekti. Millet, ihtilâlciyi Paşa’nın maşası olarak görecek (…) 27
Mayıs’ı yapanları lanetleyecekti” bkz. (Seyhan, 1966: 95). Onlara göre eninde sonunda demokratik bir
idareye çekilecekti; ama bu CHP’nin rakipsiz iktidara getirilmesi değildi. O nedenle CHP dışındaki
vatandaş kitlesi belli bir siyasi organizasyonu destekler hale getirilmedikçe, iktidarın devri söz konusu
olamazdı. Böyle CHP dışındaki farklı bir siyasi organizasyonda komite elemanları tarafından yerine
getirilmesi amaçlanmıştı.
94
150
çıkan yazısında “Atatürk devrimleri denen medenileşme iradesi, bütünüyle korunmalıdır.
Ondan taviz vererek gelecek bir iktidar, gayri meşru olacaktır” diyerek DP yönetimini
Atatürk devrimlerine karşı zaaf gösterdiğini öne sürerek suçlamıştır (Ak Devrim, 1960:
252). Falih Rıfkı Atay ise 12.06.1960 tarihli, Dünya gazetesinde çıkan yazısında
“Atatürkçülüğü köylere yayan Köy Enstitüleri perişan edilmiş (...) Halkevleri yıkılmış
(...) Atatürk’ten kala kala tunç heykeller ve büstler kalmıştır” diyerek DP iktidarını
eleştirmiştir (Ak Devrim, 1960: 155).
Yönetime el koyan MBK üyeleri 12.06.1960’da kabul edilen 1 sayılı kanunla
1924 Anayasası’nın birçok hükmünü değiştiren geçici bir anayasa düzeni teşkil etti. Söz
konusu kanunun geçici hükümler bölümünde, “İktidar Partisi idarecileri tarafından
anayasanın çiğnendiği, Türk Milleti’nin bütün fert ve insanlık hak ve hürriyetlerinin ve
masuniyetlerinin ortadan kaldırıldığı, muhalefet murakabesi işlemez hale getirilerek tek
parti diktatoryası kurulmak suretiyle TBMM’nin fiilen bir parti durumuna düşürüldüğü
ve meşruluğunu kaybettiği” ifade edilmiştir (Erkanlı, 1972: 22). Diğer taraftan Türk
Ordusunun “Ordu Dâhili Hizmet Kanunu’nun” 35. maddesi ile Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nun95 kendisine vermiş olduğu Türk yurdunu ve Türk Cumhuriyeti’ni kollamak
ve korumak vazifesini yerine getirdiğini ifade eden sözlere de yer verilmiştir. Buna göre
“vatandaşı bir birine düşürmek suretiyle Türk Vatanını ve milli varlığı tehlikeye koymuş
olan eski iktidara karşı bu mukaddes kanuni vazifesini yerine getirmek ve hukuk devletini
yeniden kurmak için Türk Milleti adına harekete geçerek, Milleti temsil vasfını kaybetmiş
olan Meclisi dağıtıp, iktidarı geçici olarak MBK’ye emanet etmiştir” (Yazıcı, 1997: 67).
Böylece TSK, yönetime el koyma hareketinin yasal bir hakkın kullanılması anlamına
geldiğini, darbeyi takiben kurulan MBK yönetiminin de meşru bir zemine oturduğunu
ifade etmiştir.
Aynı kanunun 8. maddesiyle de “MBK, genel seçimlerle kurulacak TBMM’nin
göreve başlaması ile hukuki varlığını kaybeder ve kendiliğinden dağılmış olur”
hükmüyle, MBK’nın uzun süreli bir askeri yönetim kurma hedefinde olmadığı
belirtilmiştir. Kanunun 3. maddesi ise yasama yetkisinin MBK’ye ait olduğunu, yürütme
yetkisinin de Devlet Başkanınca tayin ve komitece tasvip edilen Bakanlar Kurulu
tarafından kullanılacağını düzenlemektedir. MBK’ye bakanları denetleme ve görevden
12.06.1960’da kabul edilen 1 nolu “1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı
Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanunun” tam metni için bkz:
14.06.1960 tarih ve 10525 sayılı Resmî Gazete, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10525.pdf
(14.03.2015).
95
151
azletme yetkisi 4. maddeyle verilmiştir. Yargı erkini millet adına tarafsız ve bağımsız
mahkemelerce ve kanunun çizdiği sınırlar içinde kullanılmasını düzenleyen 5. madde,
yargı bağımsızlığını güvence altına alması bakımından olumlu görülmüştür. Ancak
hemen akabinde yer verilen 6. madde “Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve vekilleri ve eski
iktidar mensuplarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir Yüksek
Adalet Divanı kurulur” hükmüne yer vererek bir tür olağanüstü mahkeme teşkil etmiştir.
Aynı maddenin 6. fıkrasıyla da, bu mahkemenin vereceği ölüm cezalarının, devlet
başkanlığı ve başbakanlık yetkilerini uhdesinde toplayan MBK tarafından onaylanıp infaz
olunacağı hükmüne yer vererek, askeri yönetimin yargı faaliyetlerinin en son aşamasında
yetkili olduğu vurgulanmıştır. Bu ifade yukarıda bahsi geçen yargı bağımsızlığıyla çelişir
(Yazıcı, 1997: 68).
Darbenin ilk işi Silahlı Kuvvetlerin demokrasiyi kurtarmak için faydalanabileceği
tek çare olduğu gerekçesiyle meşrulaştırılması olmuştur. Bu amaçla 27 Mayıs sabahından
itibaren yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve gerekli
çalışmalara başlanmıştır. İhtilâli gerçekleştirenler, üniversitelerin hukuk fakültelerinden
bazı öğretim üyelerinden bir heyet oluşturdular ve 27 Mayıs İhtilâlinin gerekçelerini
hukuksal açıdan tespit etmelerini istediler. Bu heyetin başkanı Ordinaryus Profesör
Sıddık Sami Onar’dı.96 Bu İstanbul heyeti, ihtilâlin gerekçelerini belirtirken önce
Türkiye’nin nasıl bu hale geldiğini ortaya koymaya çalışarak, ihtilale meşruiyet
kazandırmayı amaçlamıştır. İhtilâlin gerekçesini hazırlayan heyete göre, DP iktidarı
devletin kurumlarını ve insanları kendi şahsi çıkarları için birbirlerine düşürmekten
çekinmemiş ve keyfi bir yönetim sergilemişti. İktidarın keyfi yönetimine karşı çıkan ordu,
barolar, adliye, görevlerini layıkıyla yapan memurlar, üniversite ve basın mensupları o
nedenle iktidarın boy hedefi haline gelmişti ki bu durum Türkiye’yi dünyada da küçük
düşürmüş, iktidar Atatürk ilkelerinden de uzaklaşılmış, iktidar partisi istediklerini
yapabilmek için yol gösterici olan üniversiteye ve üniversite hocalarına her türlü saldırıyı
planlamış ve gerçekleştirmişti (Karpat, 2011: 111-112).
Heyet iktidarın meşruiyetini şöyle izah etmektedir: “Bir hükümetin meşruiyeti
sadece iktidara geldiğinde değil, iktidarda da kendisini bu mevkie getiren anayasaya
riayeti ve millet, efkârı, ordu ve ilim müesseseleri gibi müesseselerle işbirligi yaparak,
Heyette altı öğretim üyesi daha bulunuyordu. Bunlar; Profesör Naci Şensoy, Ordinaryüs Profesör Hıfzı
Veldet Velidedeoğlu, Profesör Hüseyin Nail Kubalı, Profesör Ragıp Sarıca, Profesör Tarık Zafer Tunaya
ve Doçent Doktor İsmet Giritli’ydi (Feridun, 1962: 68).
96
152
hukuk nizamı içinde yaşamasıyla ve devamı ile mümkündür. Hâlbuki hükümet ve siyasi
iktidar, bir taraftan anayasaya tamamıyla aykırı kanunlar çıkarmış ve bunlara dayanmak
suretiyle anayasayı ihlâl etmiştir.”97 MBK’ye göre ihtilâlin meşru olduğunun bir diğer
göstergesi de hükümetin TBMM’yi kendi oyuncağı haline getirmesidir. Nitekim
Komite’nin: “Türkiye'de iktidarda bulunan Demokrat Partinin takip etmekte olduğu hırslı
politika, memleketin bütünlüğünü tehdit eden korkunç bir âfet halini almak üzere
bulunmasından dolayı, Türk Silâhlı Kuvvetleri müdahalede bulunmak lüzumunu
hissetmiş[tir]”98 diyen açıklaması da bunu tamamlamaktadır.
O nedenle DP iktidarı artık devlet olma vasfını yitirmiş ve “Devlet müesseselerini,
içtimai müesseseleri, siyasi kudreti ve meşru hükümeti yeniden kurmak hâsıl olmuştur.”99
27 Mayıs’ta ortaya çıkan MBK, kuruluş gerekçesini: “MBK’nin hareketini yani devlet
müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını bu mecburiyetin, yani devlet nizamını
bozan, halkı birbirine düşürerek anarşiye yol açan, sosyal müesseseleri işleyemez hale
koyan ve bu müesseselerin dayandığı temelleri yok etmeye çalışan fiili bir durumu
önleyerek meşru ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz
”(Karpat, 2010: 312) şeklinde açıklamıştır.
Bu müdahaleyle ülke demokrasisinin çöküntüye uğraması, Tanzimat’tan beri süre
gelen siyasal kültür, ekonomik ve sosyal koşulların ağırlaşması gibi pek çok unsurla
açıklanabilir. Fakat daha da önemlisi Cumhuriyet’in kuruluşunda tek parti yönetiminin
ihtiyaçları dikkate alınarak toplumu dönüştürüp modernleştirme anlayışıyla yürürlüğe
girmiş olan ve halkoyuna sunulmamış 1924 Anayasası’nın eksiklikleri, Türkiye’de
demokrasi deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasına etki etmiştir. Zira 1924 Anayasası
otoriter bir dünya görüşünün ürünü olarak toplumu yukarıdan aşağığa paternalist bir
anlayışla dönüştürmeye kararlı bir irade sahibine bunu gerçekleştirmek için gerekli olan
bütün yetkileri veriyordu (Belge, 2011: 631). Eldeki anayasayla 1924’ten 1950’lere kadar
tek parti iktidarı ile tecrübe edilen siyasal hayat, çok parti denemesiyle bocalama sürecine
girmiştir. Zira ülke yönetimi “koruyucu entelijansiya”dan oluşan seçkinlerden eşraf ve
burjuva seçkinliğine geçmiş, merkezin karşısında çevre, iktidarın yeni sahibi olmuştur.
Devletin seçkinci kurucularına verilen yetkiler, zihniyet olarak onun karşısında yer alan,
çevreyi temsil edenlerin eline geçmiştir. Benzer bir şekilde 1924 Anayasası’nın kuvvetler
Resmî Gazete, S:10540, 1.7.1960, bkz: http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10540.pdf (30.12.2013).
Resmî Gazete, S:10541, 2.7.1960, bkz: http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10541.pdf (30.12.2013).
99
Resmî Gazete, S:10541, 2.7.1960, bkz: http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10541.pdf (30.12.2013).
97
98
153
ayrılığı ilkesine yer vermemesi, temel hak ve hürriyetlerin yeterli güvenceye sahip
olmaması, yine kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir mekanizmanın
bulunmaması, hükümetle muhalefet arasında olması gereken uzlaşmaya dayalı diyalog
kültürünün oluşmasını engellemiştir.
Bütün bunlara ilaveten ortaya çıkan toplumsal huzursuzluklar da müdahale
sürecinin hızlanmasına katkı sağlamıştır. Burada ilginç olan husus, askeri müdahalenin
emir komuta bağlamında silsile yoluyla değil, alt rütbeli subaylar tarafından yapılmasıdır.
Her ne kadar darbe sonrasında Silahlı Kuvvetler müdahaleyi sahiplenmiş olsa da ortada
bir disiplin zaafiyetinin olduğu açıktır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Erdelhun,
anılarında ordudaki disiplinsizliği ve müdahaleci grubu, cuntacı ve hastalıklı bir yapı
olarak tarif etmiştir. Bu cuntacıların darbe hazırlıkları sürerken Genelkurmay Başkanı
Erdelhun, karargâhta yapmış olduğu konuşmada Silahlı Kuvvetlerin millet idaresi
yetkisinde olduğunu seçimle iktidar olan hükümete itaat etmeye ve emirlerini yerine
getirmeye mecbur olduğu vurgusunu yaparak (Uğur ve Gürlek, 2012: 97) sivil siyasete
olan bağlılığını ifade etmiştir.
Ne var ki gerçek olan şudur, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi Türk siyasi hayatı
açısından önemli bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu müdahale ile birlikte ordu,
siyasi yönetimi etkileme ve gerektiğinde yönetime el koyma geleneğini başlatmış,
Atatürk döneminden beri korunan “sivil yönetim anlayışı”nı yıpratarak seçkinci,
bürokratik vesayetçi yönetimin tohumları atılmıştır. Bundan başka ordu, koruyucu bir
tavırla aşağıda detaylıca görüleceği üzere her müdahalenin ardından kendi yönettiği
anayasa yapım süreçlerinde “çıkış güvenceleri” bağlamında yeni yetkiler elde etmiş ve
zamanla sivil otoritenin askeri idarenin kontrolüne girmesine neden olacak vesayet
yönetiminin kurumsallaşmasını sağlamıştır. Yine de şu unutulmamalıdır ki, asker içinde
parlamentolu bir rejim isteyenler sayıca daha çoktu. Bunun yanında tekrar demokratik bir
rejim kurmak isteyenler ise sayıca az değildi. Bu, çok önce ifade ettiğimiz üzere aydınbürokrat çevrelerle birlikte “rasyonalist bir demokrasi” anlayışıyla kurgulanacak olsa da
bir otoriter rejim olmayacaktı. Bir ihtimal bunda Türkiye’nin 1952’de NATO’ya
girmesinin de etkisi vardı. NATO ülkelerinde eğitim alan subaylar istisnaları olsa bile
Batı demokrasisinden tamamen kopmak istemiyorlardı (Heper, 2011: 306).
154
3.1.1- Yeni Anayasanın Hazırlanması (İstanbul ve Ankara Tasarılarında
Vesayet Unsurları)
Ordunun yönetime el koymasının ardından ihtiyaçlara cevap verebilecek, ülkeyi
1924 Anayasası’nın meclis üstünlüğü ilkesinden uzaklaştıracak bir anayasanın
hazırlanması çalışmalarına başlandı. Buradaki motivasyon, “bilgisiz köylü yığınlarının
kandırılarak oy verdiği kötü niyetli bir partinin kentli aydınların hayat tarzına ve tabii
Atatürk ilke ve inkılaplarına müdahalesine engel olacak bir anayasanın” hazırlanmasına
dayanıyordu (Belge, 2011: 631). Nitekim 30 Mayıs 1960’da yayınladığı 13 sayılı tebliğ100
ile İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında kurulan
komisyonun amacı şu şekilde izah edilmiştir.
“Bugün içinde bulunduğumuz durumu âdi ve siyasi bir hükümet darbesi olarak
saymamız doğru değildir (...) Devlet kudreti Atatürk inkılâplarına karşı düşman
durumuna düşmüştür (...) Siyasi iktidar anayasaya tamamen aykırı kanunlar
çıkarmış ve bunlara dayanmak suretiyle anayasayı ihlal etmiştir (...) Demokrasi
esaslarına uygun bir anayasa hazırlamak [ve] (...) bir seçim kanunu yapmak
gerekecektir. Yeni anayasa[nın] (...) Fert hak ve hürriyetleri (...) Sosyal hakları
teminat altına alması, Devlet organlarını, sosyal müesseseleri kuran ve koruyan bir
muvazene âmili olması, kanunların anayasaya uygunluğunu sağlayacak
müesseselere yer vermesi, bunun için de iktidarı teşkil eden bir Meclis
çoğunluğunun meşrû hak ve yetkilerini aşarak yarınının iktidarı olabilecek bir
Meclis azınlığını ezmemesi (...) Siyasi hayatı felce uğratmaması için gerekli bütün
esasları ihtiva etmesi lazımdır (...) Bu prensipler üzerinde (...) Komisyon üyeleri,
Milli Birlik Komitesi Başkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetleri Sayın
Başkumandanlığı ile tamamen müttefiktir” (Ak Devrim, 1960: 65-66).
Buradan da anlaşılacağı üzere anayasa hazırlık komisyonu çıkış güvencelerini de
ihtiva eden genel ilkeler çerçevesinde MBK ile mutabakat birliğine varmıştır. Raporda
siyasi partilere ve genel oy sistemine karşı duyulan güvensizlik belirtilmiştir. Bu nedenle
genel oydan çıkmayan; ama bir denge mekanizması kurulması adına ikinci bir meclisin
oluşturulması öngörülmekte, yürütmenin görev alanına giren birçok konuda da özerk
veya yarı özerk kuruluşlar meydana getirilmek suretiyle siyasal iktidarın sınırlandırılması
amaçlanarak (Özbudun, 1995: 13-14) halkın egemenliğine ortak yaratılmak istenmiştir.
Demirci’ye (2010: 195) göre de 1961 Anayasası’nın hazırlanmasında “korporatif model
beninsenmiş, “aydın sorumluluğuyla” hareket edecek, seçkinlerin sorumluluklarının
gereğini yerine getirecek ve kurumsal işleyişi temin edecek bir model tercih edilmiştir.
Anayasa hazırlama konusunda bir başka adım da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nden (SBF) gelmiştir. Ankara Üniversitesi SBF de tıpkı İstanbul Komisyonu
gibi yeni anayasanın nasıl olması gerektiği konusunda çalışmalara başlamıştır. Gerek
Resmî Gazete,
(16.02.2014).
100
30.05.1960,
Sayı:10515,
bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10515.pdf
155
İstanbul Komisyonu gerekse Ankara Heyeti’nin anayasa taslak çalışmaları KM’nin
çalışmasına öncülük etmiş, çıkış güvenceleri konusunda önemli ipuçlarını bünyesinde
barındırıp yasama, yürütme ve yargı başlıkları altında şu şekilde irdelenmiştir:
Yasama
Anayasa hazırlama komisyonlarında görev alan akademisyenlerin “aydın
sorumluluğu” algısı, izlerini kadim zamanlardan 19. asra kadar giden Batı siyaset
teorisindeki filozofların ve düşünürlerin görüşlerinde kendini bulan seçkinci bakış
açısısının unsurlarını taşımaktadır. Bu bakış açısı, siyasetçi sınıfına ve onun kurumları
olan partilere güven duymayan, aydınlara özgüveni yüksek ve misyon yükleyen bir
tasavvura sahiptir. Bu anlayış, seçkinler ve aydınları devletin temel prensiplerinden
uzaklaşmasına engel olacak koruyucu güçler olarak görerek, milletin egemenliğini
yansıtan parlamentoya karşı sistemi koruyacak ve devletin çıkarına hizmet edecek bir
ikinci meclis yapılanmasını önermektedir (Demirci, 2010: 194-196).
Nitekim İstanbul tasarısı yasama konusunda çift meclisli bir yapı öngörmüş,
kurumları TBMM ile Cumhuriyet Senatosu olarak tanımlanmıştır. Tasarının 60, 61, 62,
63, 64, 65, 70, 71, 72, 73 maddelerinde101 seçilme şartları ve görevleri konusundan geniş
içeriklere yer verilmektedir. İstanbul tasarısının yasama bölümü için çift meclis sistemini
getirmesinin yanında en büyük özelliği, bu tasarının o döneme kadar yanılmaz bir iradeye
sahip olduğu ve milletin yegâne temsilcisi olduğu düşünülen meclise, bir başka ifadeyle
genel oya karşı bir güvensizlik duymasıdır. Buna göre meclisin sonsuz bir yetkiye sahip
olmasının sakıncalı olduğu düşünülmüş, bu nedenle meclisin yetkileri tek tek sayma
yoluna gidilerek, yetkilere ilişkin bir çerçeve oluşturulmaya gayret gösterilmiştir.
Ankara tasarısı da yasama yetkisini 5. maddede düzenlemiş ve İstanbul tasarısı
gibi çift meclisli bir yapı önermiştir (Demirci, 2010: 177-181). Buna göre “Yasama
yetkisi, milletçe seçilen Millet Meclisi ile Cumhuriyet Meclisi tarafından anayasaya göre
kullanılır.” Söz konusu meclislerin nasıl ve kimlerden oluşacağı ile yasaların nasıl
yapılacağı yine aynı tasarının 37, 39, 40, 53, 54. maddelerinde belirtilmiştir102. Bu
meclislerden Cumhuriyet Meclisi’nin ilk meclise nazaran daha nitelikli kişilerden
oluşturulmak üzere düzenlendiği göze çarpmaktadır. Daha çok bir fren mekanizması
olarak öngörülen bu meclis, Millet Meclisi kadar kanun yapımına dâhil olmayacak; ancak
Bkz. (Arıkan, 2008: 167-172).
Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bilimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı, Ankara, Ajans Türk
Matbaası, 1960’dan, akt, (Arıkan, 2008: 156-160).
101
102
156
onu denetleyen bir yapı olarak faaliyet gösterecektir. Bu yönüyle tasarıda üye profilindeki
farklar ve kanun yapma yetkisi dışında iki meclis arasında benzerlik yoktur.
Çift meclis sisteminin olumsuz tarafı çok başlılık yaratabileceği endişesidir. O
nedenle ikinci meclisin sadece denetleme ve fren görevleriyle donatılması gerektiği
görülmektedir. Bu açıdan, Ankara tasarısından farklı olarak, İstanbul tasarısı 89. ve 90.
maddelerinde103 belirtildiği gibi kanun yapım sürecinde birinci meclis olarak Millet
Meclisini öngörmektedir. Yine İstanbul tasarısı seçim sistemine ilişkin bir çerçeve
çizmeyi de uygun bulmuştur. Bu düzenlemeye göre, çoğunluk sistemine göre seçimlerin
yapılması yasaklanmış, anayasal bir norm olarak, seçimlerin nisbi temsil sistemine göre
yapılmasının öngörülmesi hedeflenmiştir. Hiç kuşku yok ki bu hassasiyetin nedeni,
çoğunluk sistemine göre DP döneminde yapılan seçimlerin getirdiği temsil adaletsizliğine
karşı, yine çoğunluk sistemi öngören bir seçim kanunu yapılmasını önleme kaygısıdır.
Burada nispi temsil sistemine göre seçilmesi öngörülen kanat, Millet Meclisi’ydi. Genel
oya kuşkuyla bakan İstanbul Tasarısını hazırlayan komisyon, Cumhuriyet Senatosu’nu
korporatif unsurları içerisinde barından bir meclis olarak düşünmüş ve Millet Meclisi’nin
iradesini bir nevi, aklileştirmeye yarayacak bir süzgeç olarak görmüştür.
Yürütme
1924 Anayasası’nda Cumhurbaşkanlarının her seçim döneminde seçilen ve tıpkı
Başbakanlar gibi partiler ile sıkı bağları devam eden bir nitelik taşıması, tarafsız
cumhurbaşkanına duyulan ihtiyacın dile getirilmesine neden olmuş, bu doğrultuda
cumhurbaşkanının parlamenter sistemde tarafsız, yetkisiz ve sorumsuz olması
gerekliliğine vurgu yapılmıştır. İstanbul tasarısı konuyu iki başlık altında toplanmıştır.
Bunlar tarafsız cumhurbaşkanı ile özerk kurumlardır. Bunun yanında Silahlı Kuvvetler
sivil-asker ilişkilerinin devamlı iş birliği bağlamında Milli Savunma Şurası
düzenlenmiştir (m.125). Ankara tasarısı ise tarafsız bir cumhurbaşkanı öngörmek için
düzenlemeler yapmış, görev ve yetkileri belirtilmiştir. Ankara tasarısı, İstanbul tasarısına
benzer biçimde tarafsız, sorumsuz ve yetkisiz partiler üstü bir cumhurbaşkanı modeli
öngörmüştür (m.56,59,60)104.
İstanbul tasarısında Cumhurbaşkanının tarafsız devlet başkanı sıfatından
Bkz. (Arıkan, 2008: 167-172).
Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bilimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı, Ankara, Ajans Türk
Matbaası, 1960, akt, (Arıkan, 2008: 160-162).
103
104
157
kaynaklanan yetkilerini kullanarak aldığı kararlar dışında kalan diğer tüm tasarruf ve
kararlarını, Başbakan ile birlikte ilgili Bakan tarafından da imzalanması ve sorumluluğun
onların üzerinde olması esası kabul edilmiştir105. Fakat Cumhurbaşkanı tamamen
yargıdan
muaf
ve
sorumsuz
değildir.
Tasarısının
100.
maddesine
göre,
Cumhurbaşkanının anayasaya aykırı davranması ve vatan hainliği suçunu işlemesi
hallerinde Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanması mümkündür. Burada dikkat
çekmek gereken husus, Cumhurbaşkanının yargılanması sırasında görevinden ayrılacağı
ve Anayasa Mahkemesi önünde beraat ettiği takdirde Cumhurbaşkanlığı makamına geri
döneceğidir. Bu durumda, yargılama devam ederken yeni bir Cumhurbaşkanı
seçilemeyecek; ancak yargılanan Cumhurbaşkanı da görevine devam edemeyecektir.
Yani bu süre zarfında Cumhurbaşkanlığı makamı boş bırakılacaktır. Tasarı ayrıca
Cumhurbaşkanının seçilme prosedürü ile Ankara tasarısından da ayrılmaktadır. İstanbul
Tasarısının getirmiş olduğu hüküm tıkanmaya sebebiyet vermemektedir. Keza adaylar
elenerek en nihayetinde bir cumhurbaşkanı üzerinde uzlaşmaya varılması hedeflenerek,
seçimin krize mâl olması engellenmiştir. Yine İstanbul tasarısına göre bir kişi üst üste iki
defa Cumhurbaşkanı seçilemezken, Ankara tasarısında bir defa Cumhurbaşkanı seçilen
kişi görevinin son bulmasından yedi yıl geçtikten sonra tekrar Cumhurbaşkanı seçilebilir
ifadesine yer vermiştir.
İstanbul tasarısının DP döneminde yapılan anayasa tartışmalarından etkilenerek
getirmiş olduğu bir diğer düzenleme de idare içerisinde özerk kurumların oluşumuna yer
vermesidir. Sivil otoriteye olan güven zaafını simgeleyen bu tasarruf, tasarının 143, 144,
145. maddelerinde106 vücut bulmuştur. Belirtilen kurumların en önemlileri üniversiteler,
Türkiye Radyo-Televizyon ve Haber Ajansı Müessesesi, Milli Müze ve Kütüphaneler,
Devlet Konservatuarları, Devlet Opera ve Tiyatrolarıdır.
Yargı
İstanbul tasarısı tıpkı yürütmede olduğu gibi yargı bölümünü de iki ayrı başlık
altında düzenlemeye çalışmıştır. Bunlardan ilki tasarının107 ele alınmış olan ve hâkimlerin
bağımsızlığını sağlamak ve korumak maksadıyla belli görevlere atanması, meslekte
Tasarısının 99. maddesinin son cümlesine göre, “Cumhurbaşkanı, Hükümetin sorumluluğunu
gerektirecek mahiyette olan beyanları, ancak Bakanlar Kurulunun uygun mütalaasını aldıktan sonra ve ilgili
Bakanın huzuru ile yapabilir.” Bu düzenleme ile Cumhurbaşkanı siyasi nitelikte hiçbir beyan vermemekle
anayasal olarak yükümlendirilmiştir (madde 99).
106
Bkz. (Arıkan, 2008: 173-174).
107
Bkz. (Arıkan, 2008: 175-180).
105
158
yükseltilmesi, görev yer değişikliğine gidilmesi ile disiplinleri ve görevleri konusunda
fiillerinden dolayı yargılanmalarına gerek olup olmadığı hususunda karar vermekle
yetkili olan Yüksek Hâkimlik Şurası108, ikincisi ise Anayasa Mahkemesidir
(m.167,168,169)109. Hatta İstanbul tasarısı Anayasa Mahkemesini o denli önemsemiştir
ki, 94. maddesinde Cumhurbaşkanının TBMM’de yemin etmesinin ertesi günü Anayasa
Mahkemesinde de yemin etmesini öngörmüştür. Bu düzenleme bile, İstanbul tasarısını
hazırlayan heyetin, kurulacak yeni düzende meclisi tek meşruiyet zemini olarak
görmediklerini göstermekte, dahası yargı erkini sivil siyasetin üstünde bir konuma
koymakla yargı vesayeti tesis etmeye meyilli olduğunu göstermektedir.
Ankara tasarısının ise DP dönemi tartışmalarından etkilenerek düzenlediği iki
önemli müessese vardır. Bunlardan ilki Adalet Şurası, diğeri ise Anayasa Mahkemesidir.
Ankara tasarısı, Adalet Şurasının görevini sadece Yargıtay Başkanı ve üyelerinin
seçilmesi ile sınırlı tutmuş, diğer hâkimler için ise güvence getiren çerçeve bir düzenleme
yapmakla yetinmiştir. Hâkim teminatı ve Adalet Şurası ile ilgili olarak ilgi çekici bir diğer
husus Adalet Şurasının üyeleridir110. Burada dikkat çeken konu, Adalet Şurası üyeleri
arasında Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı’nın bulunmasıdır. Ankara tasarısını
hazırlayan ekip, çok güçlü ve zaman zaman hukuk dışına çıkan bir hükümetin darbe
sonucu iktidardan indirilmesi ve tıkanan sistemin yerine yenisinin konması için yapılacak
Anayasa tasarısında yürütmeyi denetleyecek mekanizmaları anayasaya yerleştirmekle
beraber, yürütmeye yargı alanında önemli bir görev verilmesini de öngörmüştür.
Ankara tasarısının gündeme taşıdığı bir diğer husus Anayasa Mahkemesinin
Yüksek Hâkimler Şurası hâkimlere ilişkin her türlü işin yönetimini hâkimlere bırakmak üzere, bir başka
ifadeyle kooptasyon yaratmak amacıyla düzenlenmiştir. Tarafsız Cumhurbaşkanı sembolik olarak Şuranın
başkanıdır. Ancak, ondan başka bir görevli başkan seçilmektedir. Aynı şekilde, Adalet Bakanı toplantılara
katılabilmekle beraber, oylamalara katılma hakkından yoksundur. Şuranın üç üyesi Millet Meclisi, üç üyesi
Cumhuriyet Senatosu tarafından seçilmekte, o seçilen üyeler yine yüksek mahkeme hâkimliği yapmış ya
da o yeterlilikte olan kişiler olmak, yani hâkim olmak zorundadırlar (Arıkan, 2008: 175-180).
109
171. maddede belirtilen Anayasa Mahkemesinin yapısı 15 kişiden oluşmakta, bunların dördü Yüksek
Adliye Mahkemesi, üçü Yüksek İdare Mahkemesi, ikisi Yüksek Askeri Mahkeme Genel Kurullarınca kendi
üyeleri arasından dördü Üniversiteler Senatolarının bir arada toplanmasıyla oluşacak olan kurulca, Hukuk,
Siyasal Bilgiler ve İktisat Fakülteleri öğretim üyeleri arasından gizli oyla ve üye tam sayısının salt
çoğunluğu ile seçilmektedir. Bunlara ilaveten iki üye Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Üye
olabilmek için ise, kırk yaşını bitirmiş olmak, yüksek mahkemelerden birinde en az beş yıl üyelik veya
üniversitelerde hukuk, siyaset veya iktisat bilimleri alanlarında en az beş yıl Profesörlük veya en az yirmi
yıl fiilen hukuk müşavirliği veya avukatlık yapmış olmak gerekmektedir. Mahkeme üyelerinin görevleri
173. madde ile üyelik görevinin sona ermesi ise 172. madde ile özel olarak düzenlenerek Anayasa
Mahkemesi hâkimlerine özel bir güvence verilmesi amaçlanmıştır (Arıkan, 2008: 177).
110
Adalet Şurası Cumhurbaşkanının başkanlığında Adalet Bakanı, Anayasa Mahkemesi’nin ve Yargıtay’ın
Başkanları ile Daire Başkanları, Başsavcı, Danıştay Başkanı ile Dava Daire Başkanları ve Başkanın
Sözcüsü, Üniversitelerarası Kurul tarafından seçilecek Üniversite Hukuk dalları Profesörleri ile Barolar
Birliği tarafından seçilecek tecrübeli avukatlardan kurulur” (Madde.94).
108
159
tesisidir (m.101-105)111. Tasarı, kuruma başvuru yollarını kısıtlı tutmuştur. Bu hak
hükümete verilmiş; muhalefete ise şarta bağlı bir başvuru hakkı tanınmıştır. Hükümete
şartsız bir hakkın verilmesi, kendi içinde bir çelişki barındırmaktadır. Zira güvenoyu
almış olan hükümetin, Parlamentonun desteğini taşıyor olması beklenir112. Bir hükümetin
Anayasa Mahkemesine, yapılan bir kanunun anayasaya aykırılığı ile ilgili olarak
başvurması, kendisinin azınlık hükümeti olması halinde karşılaşılabilecek bir durumdur.
Ancak, Parlamentoda azınlıkta olan muhalefetin, bir kanunun iptali için Anayasa
Mahkemesine başvurması daha olağan ve beklenen bir durumdur. Diğer taraftan Ankara
tasarısı, mahkemelerin bakmakta oldukları davalarda karşılaştıkları ve anayasaya aykırı
olduğunu düşündükleri kanunlar için doğrudan Anayasa Mahkemesine başvurulması
imkânını tanımamış, yüksek mahkemelerin yerel mahkemelerle aynı görüşü paylaşması
şartı aranmıştır.
Kurucu Meclis (KM) ve Nihai Anayasa
Anayasanın hazırlık aşamasının uzaması ve somut bir sonuca ulaşılamaması
Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği nispeten ılımlı grup tarafından KM
ihtiyacını gündeme getirdi. Bunda Türkeş’in başını çektiği ve Gürsel grubuna kıyasla
MBK yönetiminin uzamasını savunan grubun kamuoyunda fazlaca eleştirilmeye
başlanması113 (Zürcher, 2008: 354) ve komite içindeki görüş ayrılıkları etkili oldu. Bu
gergin ortam, Cemal Gürsel’in 31 Ekim’de Turhan Feyzioğlu’na gönderdiği bir yazı ile
yirmi gün içinde KM’nin yetkilerini ve çalışma yöntemlerini belirleyen bir yasa taslağı
hazırlaması isteğiyle son bulmuştur (Turan, 1999: 48)114 157 sayılı kanunla kurulan
KM’ye bakacak olursak öncelikle dikkatimizi çeken husus, MBK’nin kurduğu KM’nin
Fransız tipi115 (Gençkaya, 1998: 28) bir KM olduğudur. Buna göre KM, anayasa
yapmanın yanında, en geç 29 Ekim 1961 tarihinde olağan seçimlerle iş başına gelecek
Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bilimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı, Ankara, Ajans Türk
Matbaası, 1960, akt. (Arıkan, 2008: 162-165).
112
İktidarın koalisyon ortakları tarafından paylaşılıyor olma ihtimali hariç ki 1974’te CHP-MSP
koalisyonunda
CHP
tarafından
başvuru
oldu,
bkz.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/80295/Tarikatcilar_salinsin.html (28.06.2016).
113
Türkeş tarafından aşılanan Türkiye Ülkü ve Kültür Birliği planına göre; Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet
İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve basın ve radyonun yönetimine el koyacak ve böylelikle
ülkenin tüm kültürel yaşamına askeri rejim nüfuz tesis edecekti. MBK’nin içindeki Türkeş kanadı, bu planı
Ekim ayı içinde uygulamaya girişmişti (Zürcher, 2008:354).
114
Feyzioğlu ve arkadaşlarının hazırladığı bu taslak, MBK tarafından 13 Aralık’ta kabul edilmiş ve 157
sayılı Kanun olarak Resmî Gazete’de (RG) yayımlanmıştır. Bkz Resmî Gazete, 16 Aralık 1960, Sayı:1766,
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf (20.12.2013).
115
Fransız tipi kurucu meclisler ise, aynı zamanda hükümeti denetlemek, yasa yapmak gibi olağan yasama
işlevlerini de yürütürler. Bu durum asıl işlevi anayasa yapmak olan kurucu iktidarın görevini aksatmasına
yol açabilmesi açısından sakıncalar barındırmaktadır (Gençkaya, 1998: 28).
111
160
TBMM’nin seçimine kadar yasama yetkisine ve yürütme organını denetleme yetkisine
sahiptir.
Yukarıda bahsi geçen her iki taslakta da iki meclisli bir parlamenter yapının
kurulması konusunda ortak bir tavır içinde olunduğu görülmüş ve KM de ele alınmıştır.
Zira bu görüş, DP dönemi anayasa tartışmalarında da sıklıkla dile getirilmiş ve pek çok
siyasi partinin yanı sıra bilim adamları tarafından da o dönemde karşı karşıya kalınan bazı
siyasal sorunların çözümünde çıkış yolu olarak gösterilmiştir. Bu nedenle 1961 Anayasası
var olan siyasi atmosfer içinde çift meclisli bir yapı öngörmüştür (Demirci, 2010: 163197). Eroğul (1977: 10) bunu bir etkiden çok kaçınılmazlık olarak ifade etmektedir. Ona
göre DP çoğunluğunun baskısı artıp 1960’a gelindiğinde, çift meclis sistemi artık
kamuoyu için geçerliliği ‘bedehat’ halini almış bir çözümdü. Nitekim yeni anayasaya
taslak olmak üzere hazırlanan İstanbul Bilim Komisyonu ve SBF (Ankara) tasarılarının
her ikisinde de çift meclis sistemi öngörülmüştü.
İkinci meclis, bütçe konusunda tamamen yetkisiz, yasalarda yetkili, anayasa
değişikliklerinde ise tam söz sahibi olarak fren ve denge sistemin ötesinde bir yapı olarak
görülmüştür. Amaç ‘milletin’ eğilimini yansıtan Millet Meclisi ile ‘devletin’ çıkarına
bekçilik eden Cumhuriyet Senatosu arasında ahenkli bir uzlaşma yaratmaktı (Eroğul,
1977: 10-11). Eroğul’un bu ifadesi her ne kadar o zamanki koşullarda çift meclisli bir
yapının zorunluğunu ortaya koymuş olsa da milletin iradesine güven duymayan seçkinci
bir yapıya ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. Bu bir bakıma 1950’de iktidarı kaybeden tek
parti diktatörlüğünün plebisiter otoritesi karşısında “koruyucularca” bir emniyet sübabı
olarak değerlendirilmiştir. İkili meclis yapısının Temsilciler Meclisi görüşmeleri
sırasında müzakerelerde söz alan Fahri Belen, ikinci meclise duyulan ihtiyacı ve
meclisten beklenen fonksiyonu şu ifadelerle dile getirmektedir.
“Muhterem arkadaşlar, Osmanlı Devleti’nin bir Âyan Meclisi vardı (...) Âyan
Meclisinin kaldırılması bizi milli hâkimiyete götüren işlerin başındadır. Aradan elli
sene geçtikten sonra tekrar bir ikinci meclise lüzum görmekteyiz (...) İkinci Meclis
demokrasiyi frenlemek değil bilakis ışık tutan bir Meclis olmalıdır (Öztürk, 1966:
2248-2249).
Bu konuşmasında Fahri Belen ikinci meclisleri, atanmışlardan oluşan, göreve
gelen üyeleriyle demokrasiye ışık tutan ikinci meclis olarak kategorilendirmektedir.
Sıddık Sami Onar da siyasi partilere ve genel oya karşı güvensizliğini dile
getirerek ilerici seçkinler ile aydınların rejim içindeki sorumluluğuna yer vererek ikinci
meclis hakkındaki görüşlerini “(…) memleketimizin, halkın arzularını, ihtiyaçlarını,
161
şikâyetlerini meydana koyan ve kayıtsız şartsız bir seçmen kitlesinin seçtiği, bu kitlenin
içinden, onun temsilcisi olarak çıkan milletvekillerinin teşkil ettiği bir meclisin yanında
(…) Meslek ve iş gruplarını temsil eden bir ikinci meclise ihtiyaç vardır” diyerek ortaya
koymuş ve demokrasinin yarattığı olumsuzlukları dengeleme adına mesleki temsile
dayanan korporatif nitelikli bir ikinci yasama meclisinin kurulması gerektiğine olan
inancını belirtmiştir (Tanör, 2010: 48-49).
Sonuçta MBK, bir KM vasıtasıyla anayasa çalışmalarının sonlandırılması
fikrindeydi. MBK’nin yeni anayasa çalışması için yayınlamış olduğu 157 ve 158 sayılı
kanunlarla kamuoyunu daha iyi temsil etmesi için, MBK üyeleri ile Temsilciler
Meclisi’nden116 oluşan bir KM’nin kurulmasını sağlamış, “Anayasa ve Seçim
Kanunu’nun en kısa zamanda tamamlanarak en geç 29 Ekim 1961 tarihinde iktidarı yeni
seçilecek TBMM’ye devredinceye kadar yasama ve yürütme organını denetleme yetkisini
kullanacağını hükme bağlanmıştır. KM’nin yeni anayasayı 29 Ekim 1961’den önce
hazırlaması ve daha sonra yapılacak seçimler ile sivil yönetimin kurulması
öngörülüyordu. Temsilciler Meclisi, Anayasa Komisyonu ilk toplantısında verdiği karar
gereğince, İstanbul Tasarısını “etüd metni”, Ankara Tasarısını ise “yardımcı metin”
olarak kabul etmiştir. Ayrıca Almanya ve İtalya Anayasalarının gözden geçirilerek, bu
anayasalardan yararlanıldığı bilinmektedir (Özçelik, 1964: 48-49).
Temsilciler Meclisi, genel oya dayalı bir seçimle kurulmuş olmamakla birlikte,
temsil niteliğinin geniş tutulmasına çalışılmıştı. İllerin, siyasi partilerin ve çeşitli
kuruluşların (barolar, basın, esnaf ve gençlik kuruluşları, sendikalar vb.) MBK
müdahalesi olmaksızın doğrudan seçtiği üyeler, bu meclis içinde çoğunluğu
oluşturmaktaydı. Anayasa yapımı süreci içinde Meclisin her iki kanadı arasında
anlaşmazlık çıkması halinde de ağır basacak olan Temsilciler Meclisi'ydi. Ne var ki, KM
yasasında yer alan bir kural uyarınca, mahkeme kararıyla kapatılmış olan DP üyelerinin
bu mecliste temsil edilmeleri engellenmişti. Böylece ülkede önemli bir gücü temsil eden
siyasal kadrolar, CHP ve Osman Bölükbaşı liderliğindeki Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi hariç, Temsilciler Meclisi'nden dışlanmış olmaktaydı. Bu durum demokratik
anlayış açısından bir sakınca oluşturmakla birlikte, Temsilciler Meclisi'nin CHP eğilimli
bir kentli-aydın üstünlüğüne sahne olmasına da olanak vermiştir. Temsil eksikliğinin
anayasa bakımından ortaya çıkarabileceği sakıncayı önlemek için, KM’nin kabul edeceği
27 Mayıs Darbesi sonrası başta 1961 Anayasası'nı yapmak için 6 Ocak 1961-24 Ekim 1961 tarihleri
arasında toplanmış özel yasama meclisidir. Başkanlığını Em. Orgeneral Kazım Orbay yapmıştır.
116
162
anayasa metninin bir de halkoyuna sunulması düşünülmüştü. Anayasanın belli bir tarihe
kadar tamamlanamaması ya da halkoyunda reddedilmesi halinde ise, bu kez genel seçimle
oluşacak bir Temsilciler Meclisi’nin göreve çağrılması öngörülmekteydi.
MBK tarafından kullanılan yasama yetkisi KM’nin teşkilinden sonra Temsilciler
Meclisiyle birlikte kullanacaktır. Böylece askeri yönetim, KM’nin teşkilinden itibaren
yasama yetkisini sivil idareyle paylaşmış oluyordu. Aynı kanunun 20. maddesine göre
“kanun tasarıları Temsilciler Meclisinde görüşülür ve MBK’ye gönderilir” demek
suretiyle sivil idareyi daha etkili hale getirmiştir. Eğer bir kanun tasarısı üzerinde
Temsiciler Meclisi ve MBK arasında bir ihtilaf doğarsa bu durumda her iki meclisin
üyelerinden oluşan Karma Komisyon sözü geçen kanun tasarısını görüşüp son şeklini
verecektir117.
KM’nin çalışmaları sonucunda gerek İstanbul gerekse Ankara tasarılarının
önerileri dikkate alınmış ve çift meclisli bir yapı ortaya konmuştur. Bu yapı Millet Meclisi
ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşmuştur. Bunlardan hangilerinin meclislerin birlikte
toplantıları yerine getirileceği anayasada özel olarak düzenlenmiştir. Bu da
göstermektedir ki, kural olarak meclisler ayrı ayrı toplantı yaparak birbiriyle iş birliği
içerisinde hareket etmekle yükümlüdürler.
Cumhuriyet Senatosu118 genel oyla seçilen 150 üye ile Cumhurbaşkanı tarafından
seçilen 15 üyeden oluşan bir heyettir. Bunların yanı sıra, MBK üyeleri ve eski
Cumhurbaşkanlarının Cumhuriyet Senatosunun tabii üyesi olduklarının altını çizmek
gerekmektedir. Darbeyi yapan subayların kendi içlerindeki tasfiyeyi gerçekleştirdikten
sonra oluşan MBK üyelerine ömür boyu senatörlük tanıyan bir hüküm anayasada dikkat
çeker.
1961 Anayasası Cumhuriyet Senatosunu “merkez”in kontrolünde yani seçkinci
bir yapı olarak düşünmüş, yasama alanında birinci meclisten güvenoyu almış hükümete
ve dolayısıyla milli iradeye fren koyan bir kurum oluşturmuştur. Bu kurum yazarlar
arasından da farklı ifadelerle yorumlanmaya çalışılmıştır. Örneğin Cem Eroğul Senatoyu
117
Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1961anayasasi.htm (26.02.2014).
Temsilciler Meclisi’nde tasarıda yer alan “Cumhuriyet Meclisi” ibaresi “Cumhuriyet Senatosu” olarak
değiştirilmiştir. “Senato” kelimesi ile ilgili Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bu duruma şu şekilde karşı
çıkmaktadır. “Biliyorsunuz, köy enstitüleri kurduk, fakat halk buna “enistitü” dedi. Şimdi benim naçiz
kanaatimce eğer bunlar köyde sempati ile karşılanmamışsa, enstitü ismi yüzünden, sanki köy bünyelerine
yabancı bir şey giriyormuş hissi ile olmuştur. Enstitü yerine “Köy Öğretmen Okulu” denseydi böyle
olmazdı. Bendeniz memlekette yalnız kendi kasabama kapanmadım. Milletvekilliği yapmadım; ama
yurdun hemen her köşesini kendi hesabıma gezdim. “Senato” dersek, köylü buna “seneti” veya “senatu”
diyecek. “Senatör”e de “Santur” diyecek” (Öztürk, 1966: 2248).
118
163
“devletin çıkarını koruyan bir meclis” olarak nitelerken Bülent Tanör ise Senatoyu 1961
Anayasası’ndaki diğer kurumlarla beraber, “genel oyun taşkınlıklarının barajlanması”
isteğininin bir yansıması olan meclis olarak ifade etmektedir. (Tanör,1986: 22). İkinci
meclisin korporatif yapıya sahip olması meselesi Anayasa Komisyonu sözcüsü Tarık
Zafer Tunaya’nın konuşmasında da yer almaktadır. Tarık Zafer Tunaya, korporatif
unsurları olan bir meclisin demokratik seçimle gelmiş bir meclisi frenlemesinin
demokrasiye uygun olmadığını dile getirmiştir119.
Anayasa yürütme konusunda da kayda değer adımlar atmıştır. Cumhurbaşkanlığı
konusu bunun en önemli ve ilk ayağı olup yürütme anlamında bir “çıkış güvencesi”
olarak düşünülmüştür. 1924 Anayasası döneminde Cumhurbaşkanının partisiyle ilişkili
olması, tarafsız Cumhurbaşkanı kavramının elzemliğini ortaya çıkarmıştır. Bu ayrıca hem
İstanbul hem de Ankara tasarılarında tartışılmış olan bir adım olarak da
değerlendirilmektedir. Zira DP döneminde Bayar ve Menderes’in aynı partiden olmaları
ve yürütme içinde partili olmayan bir otoritenin olmamasını bir mesele olarak görmüşler,
yürütmeyi dizginleyecek bir yapının mevcut olmamasına çok büyük önem atfetmişler ve
Cumhurbaşkanının tarafsızlığını hem özel olarak düzenlemiş hem de cumhurbaşkanlığı
andında tarafsızlığa yer vermişlerdir.
Ancak 1961 Anayasası’nda tarafsız, yetkisiz ve sorumsuz bir Cumhurbaşkanı
düzenlenirken, bu Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından seçilme zorunluluğu
getirdiğine ve TBMM salt çoğunluğu ile seçilebilmesini öngördüğüne dikkat çekmek
gerekmektedir.
Anayasanın 95. maddesine göre Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından
seçilmesi ve bu seçime demagojik cereyanların karışmasını önlemek, tarafsız ve itibarlı
bir organ olması gereken Cumhurbaşkanının seçiminin efkârı umumiyede polemiklere
yol açmasına engel olmak maksadıyla kabul edildiği görülmektedir (Öztürk, 1966: 2847).
Tarık Zafer Tunaya’nın korporatizm ile ilgili ifadeleri şu şekildedir: “Bir arkadaşımız ikinci meclisin
korporatif bir seçimle teşekkül etmesinde fayda gördük dediler. Korporatif sistem demokratik ihtiyaçlara
tam manasıyla cevap veren bir sistem olarak gözükmemektedir. Bir kere yeryüzünde iki meclisli korporatif
sistemin kabul edildiği memleketler bugün yalnız Portekiz ve Yugoslavya’dır. Bu husus hakkında
maddelerin müzakeresinde ayrıca mâruzatta bulunacağız. Fakat memleketimizde korporatif sistemin vücut
bulması için gerekli organizasyonun yapılması fevkelâde zordur. Sonra, halkoyu ile gelmiş bir idare
karşısında onu frenleyecek, onu cevap verecek diğer bir organın halkoyu ile gelmemesi bir tezat teşkil
edecektir” (Öztürk, 1966, s.865).
119
164
Konu hakkında Alp Kuran120 şunları belirtmektedir:
“(…) Bu husus (Cumhurbaşkanının Meclis dışından seçilmesi) parlamenter rejime
aykırı telakki edilmemesi lazım gelir (…) Yeni seçim sistemimizde siyasi partiler
aralarında anlaşamazlarsa, kolaylık temini bakımından, dışarıdan da bakan alınır
dendiğine göre Cumhurbaşkanı hakkında üçte iki çoğunluğu anlaşamıyorsa, Meclis
dışından bir zatın seçilebilmesi uygun olur kanaatindeyim” (Öztürk, 1966: 2876).
diyerek aksi görüş belirtmiştir. Söz konusu Cumhurbaşkanlığı’nın tarafsızlığı ilkesinin
sağlanması için 1961 Anayasası iki enstrümanı devreye sokmuştur (m.95-101). İlki
seçilen Cumhurbaşkanının partisiyle ilişiğinin kesilmesi ve TBMM üyeliğinin sona
ermesidir. İkincisi ise bir kişinin iki defa arka arkaya cumhurbaşkanı seçilmesinin önnün
kapatılmasıdır. Bu nedenle her hangi bir parti ile ilişiği olmayan, seçim dönemi
milletvellerinden farklı ve arka arkaya ikinci defa seçilemeyecek bir Cumhurbaşkanının
tarafsızlığının sağlandığı düşünülmüştür. Anayasa Komisyonu Sözcüsü Tarık Zafer
Tunaya ise Cumhurbaşkanının tarafsızlığının sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanının
meclis dışından ve halk tarafından seçilmesi ile ilgili görüşlerin zikredildiğini; fakat
kendilerinin parlamenter rejimden yana olduklarını, teklif edilen yapının kendilerini
başkanlık sistemine (Tarık Zafer Tunaya’nın ifadeleri ile “predizansiyel sistem” veya
“başbakanlık sistemi”) götüreceğini şu ifadelerle dile getirmektedir:
“Cumhurbaşkanının Meclis dışından seçilmesi keyfiyetini biz kabule şayan
bulmadık (…) Cumhurbaşkanına sadece ve bir parlamenter hükümet mekanizması
içinde yer verdik. Cumhurbaşkanının meclisler dışından seçildiği takdirde
tarafsızlığını temin etmek mümkün olabilecektir denildi. Fakat arkadaşlar, nihayet
seçimler olacak, partiler kendi cephelerini kuracaklardır. Böyle olunca, partilerin
tesirinden kaçmak düşünülüyor ve partilerin tesiri tarafsızlığa engel görülüyorsa,
Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesiyle bu hususu sağlamak imkânsızdır.
Gene de partiler arası şiddetli çarpışmalar olacak, parti adaylarına veya partiler
tarafından desteklenen adaya oy verilecektir” (Öztürk, 1966: 865-866).
1961 Anayasası genel oya dayalı olarak Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri
arasından seçileceğini söylese de, bu seçim sonucunda seçimle göreve gelmemiş bir
Senato üyesinin Cumhurbaşkanı olmasının önünü açmaktadır. Zira 1961 Anayasası
döneminde seçilmiş bütün cumhurbaşkanlarının senatör olduğuna dikkat çekilmekte
fayda vardır. Bu uygulama arka planda darbeyi gerçekleştirenlerin gerek kendi
düşüncelerinin gerekse vesayet sisteminin uygulamaya konulma çabası olarak dikkati
çekmekte ve yürütme anlanında sağlanmış olan en önemli çıkış güvencesini
Alp Kuran (1929-2006), Jöntürk tarihçisi Ahmet Bedevi Kuran’ın oğludur. Anayasa Hukuk Doçentidir.
Kendisi Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın iki dönem başkanlığını yapmıştır. 27 Mayıs darbesi öncesinde
gençlik önderleri arasındadır (Demirci, 2010: 184).
120
165
oluşturmaktadır.
1961 Anayasası’yla sistemimize giren ve yine çıkış güvencesi olarak algılanan bir
diğer kurum MGK’dir. DP dönemi anayasal tartışmaları arasında yer almayan kurum,
yürütmenin sorumsuz kanadını oluşturan Cumhurbaşkanı ve sorumlu kanadı olan
Bakanlar Kurulunun periyodik olarak Silahlı Kuvvetlerin üst düzey mensupları ile ilişki
içinde olmasını öngörmektedir, bu aynı zamanda Kurul’un anayasada ayrıcalıklı bir
konuma yerleştirildiğini de göstermektedir.
Taha Parla’ya göre MGK ile “yarı-sivil ya da yarı-militer bir yüksek konsey
yaratılmıştır” (Parla, 1993: 64). Anayasa’ya göre “yurt müdafaasının genel prensiplerini
ve siyasetini tesbit etmek için ilgili Bakanlardan ve Genelkurmay Başkanın ile Kuvvet
Temsilcilerinden müteşekkil yüksek bir kurul bütün modern devletlerde yer almış
bulunmaktadır. Nitekim bizde de 5399 sayılı Kanunla121 bu müessese ihdas edilmiştir”
(Öztürk, 1966: 3134) ifadeleriyle desteklenmiştir.
Anayasa, yargı alanında da önemli unsurları bünyesinde barındırmaktadır. Hâkim
güvencesi, Yüksek Hâkimler Kurulu ve Anayasa Mahkemesi, yargı bölümünün DP
dönemi tartışmalarından etkilenilerek düzenleme yapma ihtiyacı hissedilmiştir. Anayasa
gerekçesinde de hâkim teminatı bir bütün olarak ele alınarak Yüksek Hâkimler
Kurulu’nun bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bu sayede yargının yönetimi yine yargı
mensupları tarafından ele alınmış, bahsi geçen kurullar aracılığıyla yargı bağımsızlığının
sağlanması amaçlanarak iktidarın yargı üzerinde vesayet elde etme şansı bırakılmamıştır.
Bu alanda yapılan en büyük yenilik DP döneminde de sıklıkla gündeme gelen
Anayasa Mahkemesi’nin teşkilidir (m.145-151). Mahkeme, Meclis iç tüzükleri ve
kanunlar hakkında iptal veya itiraz davalarına bakmanın yanısıra Yüce Divan sıfatı ile de
yargılama yapma göreviyle donatılmıştır. Öte yandan, iptal davası açma yetkisinin
yüksek mahkemelere, Yüksek Hâkimler Kuruluna ve Üniversitelere de tanınmasının,
Anayasa Mahkemesinin denetiminin yaygın bir şekilde sağlanmasının amaçlandığını
göstermektedir. Hâkimlerin özlük işlerini vb. hususları takip edecek Yüksek Hâkimler
Haziran 1949 gün ve 5399 sayılı Kanunla kurulmuş olan Millî Savunma Yüksek Kurulu, Başbakanın
başkanlığında ve onun teklifi ile Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek Bakanlarla, Millî Savunma Bakanı
ve Genelkurmay Başkanından oluşur. Cumhurbaşkanı bu kurulun tabii üyesidir. Bakanlar Kurulu'nun 1
Temmuz 1949 gün ve 3/9548 sayılı kararı ile Millî Savunma Yüksek Kurulu üyeliğine seçilecek Bakanlar;
İçişleri, Dışişleri, Maliye, Bayındırlık, Ekonomi, Ticaret, Ulaştırma, Tarım ve İşletmeler Bakanları olup;
seferde Harp Kuvvetleri Genel Komutanı Yüksek Kurulun tabii üyesidir. Kurul gerektiğinde Askeri Şura
üyelerini
ve
her
türlü
uzmanları
istişare
için
çağırabilir,
bkz.
http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda (17.03.2016).
121
166
Kurulu ve her şeyden önce bir eğitim kurumu olan üniversitelere böyle bir hakkın
verilmesi söz konusu kurumların rejim içindeki rolü açısından dikkat çekicidir. Anayasa
Mahkemesi’nin teşkili yasa yapıcıların genel oy ilkesine ve meclis hâkimiyetine güven
duymaması sonucudur ve fren ve denge mekanizması olarak düşünülmüştür.
Söz konusu hükümlerle Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, İkinci
Meclis ve MGK siyasi hayatımıza girmiştir. Bu kurumlar daha çok DP iktidarı
uygulamalarının ortaya çıkarmış olduğu siyasal tıkanıklığın ve 1924 Anayasası temelinde
tek parti hâkimiyetinin bir sonucu olarak görülüp, siyasi iktidarı sınırlayan ve onu sadece
kendi alanı içinde faaliyet göstermesini zorlayan uygulamalar olarak değerlendirilmelidir.
Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, İkinci Meclis gibi yapılar, genellikle
1950-1960 yılları arasında herkesin ilgisini çekmiş, birçok dergi ve makalede inceleme
konusu olarak ele alınmıştır. Keza yine o dönemde dünyada yürürlükte olan anayasa
uygulamaları da takip edilip Türkçe’ye çevrilmek suretiyle belli başlı çalışmalar
yapılmıştır122.
KM kısa bir zaman zarfında yeni anayasayı ve Seçim Kanunu çalışmalarını
tamamladı. Anayasa 9 Temmuz 1961 tarihinde gerçekleştirilen halk oylamasında % 61,7
evet oyu alarak yürürlüğe girdi. 1961 Anayasası öncelikle 1924 Anayasası’nın egemenlik
anlayışını değiştirmiştir. Yeni anayasayla, millet adına egemenliği sadece TBMM’nin
kullanacağı benimsenmemiş, egemenliğin yasama, yürütme ve yargı organları tarafından
kullanılması meşru kılınmış, ‘yetkili organlar’ ibaresiyle seçkinci, koruyucu ve vesayetçi
bir çizginin oluşması için imkân sağlanmıştır123. 4. madde ile yürürlüğe giren yeni
egemenlik anlayışına göre “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet,
egemenliğini, anayasasının koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.
Hiçbir kimse veya organ, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz”
demek suretiyle, millet iradesiyle seçilen yasama organına paralel yapılar oluşturarak,
egemenliğin paylaşılması yolu tercih edilmiştir. Temel sebep halkın seçmiş olduğu
siyasetçilere karşı duyulan güvensizliktir.
1950–1954 seneleri arasında sadece Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisinde Fransız, İtalyan,
Danimarka, İngiliz, Amerikan, Japon, Çekoslovak, Macar, Hint Anayasalarının veya anayasal metinlerinin
çevirileri ve bu anayasalar üzerine Türk hukukçularının görüşleri yayınlanmıştır, bkz. Yeni Fransız
Anayasası
Üzerine
Bir
Seminer,
Ajans
Türk
Matbaası,
Ankara,
1960,
bkz.
http://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Fransa-TR(4.10.1958).pdf (14.03.2015).
123
1961 Anayasası Anayasa Mahkemesi’nde, Danıştay’da, Milli Güvenlik Kurulu’nda, Yüksek Öğretim
Kurulu’nda çalışan seçkinlere rejimin koruyuculuğu görevini vermiştir, bkz. (Heper, 2011: 216).
122
167
Ankara Milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata söze konu olan maddenin ‘anayasanın
koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır’ cümlesindeki ‘organ’ kelimesini
kifayetsiz bulduğunu, bunlardan hangi kurumların kastedildiğinin anlaşılmadığını dile
getirmektedir. Bekata, “milli hâkimiyetin ‘yetkili organlarca’ kullanılacağı ifadesi tatmin
edici görünmüyor (...) Arkadaşlardan rica ediyorum, bunu hangi otorite kullanacak ise
onun adını söylesinler (...) Türkiye Büyük Millet Meclisi desinler” diyerek sözlerini
sürdürmüş ve yetkili organ ibaresinden Meclisi anladığını işaret etmiştir. CHP temsilcisi
Mehmet Hazer de “(...) egemenliğin kullanılması hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye
bırakılamaz’ (Öztürk, 1966: 1135) dedikten sonra geri kalan kısıma ihtiyaç olmadığı
kanaatinde olduğunu dile getirerek bir bakıma yetkili organlar lafzına katılmadığını
buyurmuştur.
Referandumda anayasaya verilen hayır oylarının ciddi oranda yüksek olması bu
anayasanın hazırlama aşamasında KM’de temsil edilmeyen DP’nin eski seçmen ve
taraftarlarının askeri yönetime ve dolayısıyla onun kurmuş olduğu yeni anayasal düzene
muhalefet etmiştir (Özbudun, 1995: 22-23). Ortaya çıkan bu tablo, iktidarı CHP’ye
devretmek niyetinde olan MBK yönetimini kaygılandırmaya yetmişti. O nedenledir ki
askeri yönetim 15 Ekim 1961 genel seçimlerinden önce seçim sürecini CHP’nin iktidara
gelmesini sağlayacak şekilde yönlendirilen, bir bakıma süreci manipüle eden ve “çıkış
güvenceleri”’nin de uygulanmasına zemin yaratan yeni bir takım önlemlere başvurmak
durumunda kaldı. 31 Ağustos 1961 tarihinde parti liderleriyle bir araya gelen komutanlar,
partilerden seçim kampanyalarında ordunun beklentilerine uygun davranacakları
konusunda taahhütle bulunmalarını istediler. Siyasal iradeye seçimler öncesi ipotek
koyan ve Nordlinger tarafından zikredilen “arabulucu” bir yöntem içeren bu toplantı
sonucunda partiler, belki de Meclisin kapatılmaması adına Atatürk reformlarını
koruyacaklarını, dini siyasete alet etmeyeceklerini, Yassıada Mahkemeleri’nin
kararlarıyla 27 Mayıs’ı siyasi amaçlarla sorgulamayacak ve istismar etmeyeceklerini
taahhüt eden ortak bir bildiri yayınlamak zorunda kaldılar (Ahmad, 2007: 170-171).
3.1.2- Asker ve Sivil Arasında Yeni Pazarlık (21 Ekim Protokolü) Çıkış
Güvencelerinin Şekillenmesi
15 Ekim 1961 yılında gerçekleştirilen seçimlerin sonuçlarına göre124 yeni
hükümeti toplamda 220 sandalye sayısına sahip Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye
15 Ekim 1961 yılında yapılan genel seçimler askerin beklentilerini boşa çıkardı. Mevcut partilerden hiç
biri tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu elde edememişti. Seçimlere rakiplerine oranla daha avantajı
124
168
Partisi (YTP) kurma imkânına sahipti, CHP ise sadece 173 sandalyeye sahipti. Üstelik
güvenoyu verme yetkisi olmasa da 1961 Anayasası ile oluşturulan Cumhuriyet
Senatosu’nda da sandalye dağılımında AP 71, YTP 27, CHP 36, Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partisi (CKMP) ise 16 üyeyle temsil edilmekteydi. Bu dağılım muhtemel AP ile
YTP’nin koalisyonuna meşruluk kazandıracak biçimdeydi. Ortaya çıkan tabloda her iki
Meclis’te de sandalye dağılımının 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile devrilen DP’nin
mirasçısı olarak kabul edilen partiler lehine olması, sivil yönetime geçişi daha başında
tehlikeye sokabilecek sonuçların doğmasına neden olmuştu.
Ordunun bazı kademelerinde rahatsızlığa neden olan bu seçim sonuçları, bir grup
subayın 21 Ekim’de seçim sonuçlarını iptal ederek yönetime el koyma amacıyla protokol
imzalamasıyla sonuçlandı. 25 Ekim günü uygulamaya konması planlanan bu protokole
göre, seçim sonuçları iptal edilecek, siyasi partiler kapatılacak ve MBK dağıtılacaktı.
Talat Aydemir “Hatıratım” adlı anı kitabında 21 Ekim protokolünün, “Zabıt Varakası”
adı altında imza altına alındığından bahsetmektedir. Söz konusu protolole göre;
1.
Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları 21 Ekim 1961 günü saat 14.30’da
toplanmış ve gündemlerinde mevcut olan konuları müzakere etmişler ve ittifakla
aşağıdaki kararlara varmıştır:
a.
TSK 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni
TBMM toplanmadan evvel duruma fiilen müdahale edecektir.
b.
İktidar, milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edilecektir.
c.
Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek, seçim neticeleri ile MBK
fesih edilecektir.
d.
Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961’den sonraki güne tehir edilmeyecektir.
2.
İş bu Zabıt Varakası üç nüsha olarak tanzim edilmiş ve bütün üyeler
tarafından aynı anda imza edilmiştir (Aydemir, 2010: 82).
Böyle bir müdahale planının yürürlüğe konulmasıyla kurum olarak ordunun da
zarar görebileceğine inanan üst rütbeli subaylar, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay
Başkanlığında toplanarak sivil yönetime kendilerince sağlıklı bir şekilde geçme adına
“arabulucu bir yöntemle sivil siyaseti şekillendirme adına” bir uzlaşma planı hazırladılar.
giren CHP toplam oyların sadece %36,7’sini alırken Adalet Partisi % 34,8’ini, Yeni Türkiye Partisi %
13,7’sini ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi % 14’ünü alabilmişti (Özbudun, 1995: 233).
169
Çıkış güvencelerinin birinin de seçim sürecinin manipülasyonu olduğu daha önce
açıklanmıştı. 1961 seçimlerinde Çankaya Protokolüyle ordu bu alanda bir adım atmıştır.
Bu uygulamayla subaylar, birtakım garantiler elde ederek yönetime müdahale etme
fikrinden vazgeçmişlerdir. Aydemir, Çankaya protokolünü imzalayanların ve TSK’nın
zoru ile tatbik ettirenlerin referandum ile kabul edilen 1961 Anayasası’nı ihlal etmiş
olduklarını belirtmektedir (Aydemir, 2010: 253).
Komutanların talepleri, 24 Ekim tarihinde siyasi parti liderlerine duyuruldu.
Yapılan pazarlıklar sonucunda siyasi liderler MBK’nin emekliye sevk etmiş olduğu
subayları görevlerine iade edecek yasal düzenlemeleri yürürlüğe koymamayı,
Yassıada’da mahkûm bulunan DP’liler için genel bir af çıkarmamayı ve Gürsel’i
cumhurbaşkanlığına seçmeyi kabul ederek hükümetin İsmet İnönü başkanlığında
kurulmasına da destek vereceklerini taahhüt ettiler (Hale, 1996: 213-214).
1961’de geçiş süreci bizzat iktidarda bulunan MBK tarafından yönlendirilmesi
nedeniyle “reform yolunun” tipik örnekleri arasında yer almaktadır. Fakat 21 Ekim
protokolünün yaratmış olduğu darbe tehdidinden sonra askerler ve siyasi liderler arasında
başlayan karşılıklı ödünleşme ve pazarlıklar sonucunda elde edilen Çankaya Protokolü
uzlaşmasıyla sivil yönetime geçilmesi, 1961’deki geçiş sürecinde “mutabakat yolunun”
unsurlarının da yer aldığını ortaya koymaktadır.
Çankaya Protokolü’nün ilk sonucu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görülmüştür.
Varılan uzlaşmada da görüleceği üzere müdahalenin lideri cumhurbaşkanlığı koltuğuna
oturmuştur. Ancak Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi askerlerle siviller arasında varılan
mutabakatla bağlansa da aslında süreç çok daha uzun bir süre önce ortaya çıkmış, hatta
KM’nin çalışmaları sırasında da pazarlık konusu haline gelmişti. Gerçekten de Toker’in
aktarmış olduğu şu satırlar Gürsel’in Cumhurbaşkanlığına olan arzusunun, müdahaleyi
izleyen ilk aylarda mevcut olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. 17 Ekim 1960
tarihinde gerçekleştirilen bir basın toplantısında Gürsel Cumhurbaşkanlığı için “Milletim
isterse vazife telakki ederim” ifadesini kullanmış adaylık konusunda sorulan bir soruya
da “Millet bana zaten başvurarak Cumhurbaşkanlığını asla bırakmamamı, bu görevde
kalmamı istiyor. Eğer Milletini arzusunu ciddi, samimi ve çoğunluğun isteği olarak kabul
edersem vazifeden kaçmam (...)” (Toker,1992: 168-170) diyerek yanıt vermiştir.
Nitekim 18 Ekim 1960 tarihinde MBK üyeleriyle gerçekleştirilen ve bizzat
İnönü’nün de iştirak ettiği gizli toplantıda Gürsel, İnönü’den cumhurbaşkanlığı
170
konusunda kendisine destek vermesini talep etmiş, İnönü ise Gürsel’e verdiği cevapta
partisi adına böyle bir taahhütte bulunamayacağını; fakat kendisinin hiç bir biçimde
cumhurbaşkanlığına aday olmayacağını belirterek Gürsel’e kişisel anlamda teminat
vermiştir (Hale, 1996: 133). Gürsel, anayasanın cumhurbaşkanlığı seçimini düzenleyen
hükmü KM’de görüşülürken cumhurbaşkanı seçilme isteğini yinelemiştir. Anayasaya
konulacak geçici bir madde ile cumhurbaşkanlığı seçiminin bir defaya mahsus olarak halk
tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak ve böylece sivil yönetimin ilk cumhurbaşkanı
olma isteğini bir kez daha İnönü ile paylaşmış; ancak Temsilciler Meclisinde çoğunluğu
sahip olan CHP lideri, Gürsel’in teklifine olumsuz yanıt vermiştir (Toker, 1992: 233).
Gürsel, darbe lideri olarak Devlet Başkanlığından kaynaklanan fiili gücü de
kullanarak halkın oyuyla cumhurbaşkanı olma konusundaki isteğini açıkça beyan etmiş
olmasına rağmen 1961 Anayasası’nın Cumhurbaşkanının seçimini düzenleyen hükmü,
bu konudaki seçme yetkisini Meclis’e bırakarak yürürlüğe girdi. Neticede askeri yönetim
liderinin Cumhurbaşkanı seçilip seçilmemesi de 15 Ekim genel seçimleri sonucunda
ortaya çıkacak Meclis kompozisyonuna bağlı olarak belirsiz bir biçimde ertelenmişti.
Ancak asker kanadı yapılacak olan seçimlerden CHP’nin ezici bir çoğunlukla
çıkacaklarını umdukları için Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda kuşku
duymuyorlardı. Ne var ki yapılan genel seçimler sonucunda beklentinin aksine AP ve
YTP’nin toplam sandalye sayısı CHP’den fazla çıkmış, Gürsel’in de olağan yollardan
cumhurbaşkanı seçilmesi güçleşmişti. Ancak iktidarı CHP dışında bir partiye veya
CHP’nin yer almadığı bir koalisyona devretmek niyetinde olmayan komutanların,
anayasada öngörülenler dışında parti liderleriyle varılan mutabakat ve talep etmiş
oldukları ek garantiler (çıkış güvenceleri) sayesinde Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi
sağlanmıştır. Nitekim 25 Ekim 1961 tarihinde açılan TBMM’nin yerine getirmiş olduğu
ilk görev 24 Ekim Çankaya Protokolünün bir gereği olarak Gürsel’i cumhurbaşkanı
seçmek oldu. Siyasi liderlerin bu tavırlarının altında yatan temel gerekçe ise Meclis’in
açık tutularak demokrasinin işler kılınması isteğidir, o nedenledir ki askerin bu Gürsel
dayatmasına itiraz edilmemiştir.
3.1.3- 1961 Anayasası ve Askerin Elde Ettiği Çıkış Güvenceleri
1950 seçimlerinden sonra iktidarın uygulamalarından rahatsızlık duyan askerler,
liberal demokrasiden ziyade Giovanni Sartori’nin kavramlaştırması düşünülecek olursa
“rasyonel demokrasiye” değer vermişlerdir. Kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin altı
anayasal ilkesinin yani cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık, devletçilik ve
171
devrimciliğin bekçisi gibi görmüş ve bu ilkelerin korunup sürdürülmesini de ulusal
çıkarlara uygun, yani akılcı bulmuşlardır. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kabul edilen
1961 Anayasasına “Bu Anayasanın hiçbir hükmü Türk toplumunun çağdaş uygarlık
seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden
Devrim Kanunlarının, bu Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte
bulunan
hükümlerinin
Anayasaya
aykırı
olduğu
şeklinde
anlaşılamaz
ve
yorumlanamaz”125 ibaresini ekleyerek Atatürk devrimlerinin değişmez ilkeler olduğunu
vurgulamışlardır. Bununla da kalmayıp sistem üzerindeki denetimi sağlamak ve seçilmiş
üzerinde bir kontrol mekanizması kurmak suretiyle çeşitli yasak kazanımlara
kavuşmuşlardır.
Ordunun müdahalelerden elde etmiş olduğu ve çıkış güvenceleri olarak
tanımlanan bu tarz kazanımlar, sadece askeri rejimlerde değil otoriter yönetimlerden
demokrasiye geçiş aşamalarında da görülmektedir. Çıkış güvenceleri genellikle müdahale
sonrasında gerçekleştirilerek yeni kabul edilen anayasaya dâhil edilmektedir. Bu
güvenceler Özbudun tarafından beş başlık altında toplanmıştır. Bunlar; vesayet yetkileri,
mahfuz alanlar, seçim sürecinin manipülasyonu, askeri rejimdeki kararların geri
alınmazlığı ve genel af ya da sorumsuzluk yasaları olarak karşımıza çıkmaktadır
(Özbudun, 2007: 97-98). Biz burada söz konusu güvenceleri yasama, yürütme, askeri
yönetim tasarrufları başlıkları altında inceleyeceğiz.
27 Mayıs Müdahalesi sonrasında kurulan askeri idare, yeni bir anayasa ve seçim
kanunu hazırlanmasının ardından iktidarı sivillere, “mutabakat modelinin” tipik bir
örneği olan Çankaya Protokolü’nün gölgesinde, terketmiştir. Ancak MBK üyelerinin de
yer aldığı bir KM tarafından hazırlanan 1961 Anayasası’nda askerler, iktidardan çekilme
ve ülke yönetimini sivillere devretme karşılığında, aşağıda detaylıca irdelecek olan çeşitli
çıkış güvenceleri elde etmiştir. Anayasanın MBK üyelerine tabiî senatörlük hakkını
tanıyan (m.70), Genelkurmay Başkanlığını düzenleyen (m.110), MGK’yi düzenleyen
Söz konusu Devrim Kanunları: 1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu; 2. 25
Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisa'sı hakkında Kanun; 3. 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677
sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına
dair Kanun; 4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîisiyle kabul edilen, evlenme akdinîn
evlendirme memuru tarafından yapılacağına dair medenî nikâh esası ile aynı Kanunun 110'uncu maddesi
hükmü: 5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü hakkında Kanun; 6. 1
Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkında Kanun; 7. 26 Teşrinisani
1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına dair Kanun; 8. 3
Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemiyeceğine dair Kanun, bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (08.01.2017).
125
172
(m.111) ve askeri yöneticiler ile bunların altında çalışan kişilere yargı bağışıklığı sağlayan
(geçici mad. 4/1-2) askeri yönetime dair her türlü tasarrrufu yargı denetimi dışında tutan
(geçici 4/3) maddeleri söz konusu anayasal güvenceler arasında yer almaktadır. İlave
olarak MBK yönetimi genel seçimler öncesinde de facto yetkilerini kullanmak suretiyle
seçim sürecini yönlendirmiş, Çankaya Protokolü ile sivil siyasete müdahalede
bulunmuştur. Öte yandan sözü geçen seçimlerin bekledikleri gibi sonuçlanmaması
üzerine askerler, yukarıda belirtildiği gibi sivillerle yeni bir pazarlık süreci içerisine
girerek Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanı seçilme garantisini de elde etmişlerdir. O
yüzdendir ki Türkiye’nin 1960-1961 yıllarındaki geçiş sürecinde askerler, vesayet
yetkileri, mahfuz alanlar, seçim sürecinin yönlendirilmesi, askeri rejim eylem ve
işlemlerinin iptal edilmezliği, af ve bağışıklık yasaları şeklinde tasnif edilen çıkış
güvencelerinin tamamını elde etmişlerdir. Yukarıda da görüldüğü üzere söz konusu çıkış
güvencelerinin bir kısmı anayasa hükümlerinden kaynaklanmıştır.
Askeri müdahalenin ilk gününden itibaren ordu, otoriter bir dikta rejimi kurma
eğiliminde olmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi
bunalımın çözümünü sağladıktan sonra iktidarı seçilmiş sivil idareye bırakacağını taahhüt
edip, diğer taraftan da etkisini siyasal sistem üzerinde korumak amacıyla, aşağıda
detaylıca irdeleyeceğimiz çıkış güvencelerini elde etmiştir. Bu garantiler anayasanın
yasama, yürütme organlarını düzenleyen hükümlerinde ve geçici maddelerinde yer
alırken, askerin aslında sözde bir yetki devrini gerçekleştirdiğini, kendi tercihinin yanı
sıra bu zihniyete ön ayak olan hukukçularla birlikte seçkinci, bürokratik, vesayetçi bir
rejimin kurumsallaşması için ciddi adımlar atarak ülkenin geleceğinde kendisine de bir
yer açtığını göstermektedir.
3.1.3.1- Yasama Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri
27 Mayıs askeri müdahalesiyle DP iktidarının sona ermesi, geçmişe dönük siyasi
eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Yaşanan siyasi deneyimlerden elde edilen sonuçlar,
KM’nin dikkatini bir yandan iktidarın yetkilerini sınırlayan diğer yandan da kişi hak ve
özgürlüklerini güvence altına alan demokratik ilkelerle, bu ilkeleri uygulanabilir kılacak
hükümler üzerine çekmiştir. Bu doğrultuda parlementer sistem, pekiştirilip kuvvetler
ayrılığı ilkesi benimsenmiştir. Diğer taraftan yasamanın yargı denetimine tabi tutulmasına
olanak tanımak ve yürütmenin üzerinde yargı denetimini daha etkili hale getirmek
maksadıyla hukuk devleti ilkesi güçlendirilerek yasama sürecinde seçilmişlerin keyfi
kararlara yönelmemesi adına çift meclisli sistem kabul edilmiştir (Özbudun, 1995: 225-
173
230). Nitekim, KM’de yeni anayasanın tümü üzerinde görüşmeler yapılırken, Temsilciler
Meclisi Anayasa Sözcüsü Tarık Zafer Tunaya, kamuoyunun bu eğilimini şöyle
belirtiyordu: ‘Biz bu sistemi [çift meclisi] niçin (…) Kabul ettik? Her şeyden evvel
umumi efkârın benimsediği bir mesele olduğunu nazara aldık.’ Gerçekten de görünüm
odur ki, 27 Mayıs ortamında çift meclis sistemini içermeyen bir anayasayı kamuoyuna
kabul ettirmek ya olanaksız ya da hiç olmazsa pek güçtü (Eroğul, 1977: 10). 1924
Anayasası sisteminde yer almayan ve fakat daha önce Osmanlı İmparatorluğu zamanında
I. ve II. Meşrutiyet’te tecrübe edilmiş olan Cumhuriyet Senatosu da, bu yaklaşımın
sonucu olarak 1961 Anayasası’nın Türk siyasi hayatına tanıştırdığı yeniliklerden biri
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Cumhuriyet Senatosu, genel oyla seçilen yüzelli üye ile Cumhurbaşkanınca
seçilen onbeş üyeden kuruludur (m.70). 13 Aralık 1960 tarihli ve 157 sayılı Kanunun
altında adları bulunan MBK Başkanı ve üyeleri ile eski Cumhurbaşkanları, yaş kaydı
gözetilmeksizin, Cumhuriyet Senatosunun tabiî üyesidirler. Tabiî üyeler, Cumhuriyet
Senatosunun diğer üyelerinin tabi oldukları hükümlere tabidirler. Tabiî üye olarak
Cumhuriyet Senatosuna katıldıktan sonra bir siyasi partiye girenlerin tabii üyelik sıfatı,
partiye girişlerinden sonraki ilk Cumhuriyet Senatosu üyeliği seçimi tarihinde sona erer
(Öztürk, 1966: 2410) demek suretiyle Senato’nun yapısını şekillendirmiş; ancak
maddenin kabulünden önce çok yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Söz konusu maddenin
gerekçelerinde ise:
“Millet Meclisinden farklı bir seçim sistemi ile seçilen ve kamuoyunun
istikametlerini daha nüanse hale getiren Cumhuriyet Senatosu fayda sağlayacaktır
(...) Cumhuriyet Meclisi üyesi, parti disiplini bakımından daha fazla serbestliğe
sahip olacaktır (...) Ayrıca 150 kişilik bir Meclisin havasının daha sükûnetli ve
serinkanlı olacağı da düşünülmelidir (...) Meclisin uzmanlık bakımından
zenginleşmesini
sağlamak
Cumhurbaşkanına
Meclisin
teşekkülünü
değiştirmeyecek bir ölçüde üye ataması hakkı sağlanmıştır (...)
Eski
Cumhurbaşkanının Cumhuriyet Meclisinde yer alması iki sebebe dayanmaktadır.
Bir kere uzun seneler Devletin başında bulunmuş olan şahsın, bilgi ve tecrübenin
verdiği olgunlukla Meclisten beklenen faydaları çoğaltacağı düşünülmüştür.
Ayrıca eski Cumhurbaşkanını siyasi endişelerin dışına çıkarmak ve kendisine ebedi
bir şeref yeri temin edilmek istenmiştir (...) Yine Cumhuriyet Meclisinin
fonksiyonlarından başlıcası kamuoyunun nüanslarına ve değişmelerine Hükümetin
dikkatini çekmek olduğuna göre iki senede bir kısmi yenilenmenin bu gayeyi
gerçekleştireceği düşünülmüştür” (Öztürk, 1966: 2411-2412)
denilmiştir. Madde hakkında söz alan Haydar Tunçkanat “İnönü eski bir Reisicumhurdur.
Aynı zamanda partinin adamıdır. Başkanıdır. Bir kimse partiye temayülü olabilir. Ama
partizan olamayabilir. Partiye kaydı olanların tabiî üyeliği düşer” (Öztürk, 1966: 2419)
174
cümlesinin doğru olmadığını belirtmiştir. Temsilciler Meclisinin söz konusu maddenin
Cumhurbaşkanının üyeliğiyle ilgili kısmında yoğun tartışmalar olmuş, yıl konusu
gündemi meşgul etmiş olsa da yukarıdaki haliyle çıkması temin edilmiştir. Cumhuriyet
Senatosu ve MBK Üyesi Suphi Gürsoytrak Senato’ya olan ihtiyacı:
“1950’de gördük, niçin muvaffak olunamadı da ihtilal yapıldı? Sebeplerini
inceleyecek olursak görürüz ki, iktidarla muhalefetin birbirlerine karşı giriştikleri
muazzam mücadelelerdir. Siyasi liderler olgun olsalardı netice bu kadar fenaya
varmayacaktı. Bu parti çalışmalarının neticesi, bir ihtilal yapılmasını icabettirecek
bir durum doğurmuştur (...) O halde partilerin birbirine karşı girmesi muhtemel
olan mücadelelerde nazım rolünü oynayacak bir müessese yaratacağız. Üzerinde
çare aradığımız mevzu budur” (Öztürk, 1966: 2427)
diyerek dile getirmiş, siyasi partilerin uzlaşmazlığa düştüğü durumlarda seçkinci,
liyakatli bir zümrenin hakem rolüyle bu uzlaşmazlığı çözebileceğini ifade etmiştir. 27
Mayıs harekâtına kurmay binbaşı olarak katılan ve sonrasında MBK üyesi olan Kadri
Kaplan ise ikinci meclisin zarureti için:
“(...) Birinci Meclisten sonra, tampon vazifesi görecek ikinci bir Meclis kuruyoruz
(...) Ama ikinci Mecliste de parti ekseriyetleri bulunacak. Bu partilerin disiplinleri
işleyecek, parti hâkimiyeti tesir icra edecektir. Ama bir taraftan da iyi tarafları var.
Bu hakikatler karşısında öyle bir grup gelmelidir ki, memleket menfaatlerini parti
menfaatlerinden başka düşünen ikinci mecliste baskı yapmasın ve ona da tabi
olmasın. Bu bulunur” (Öztürk, 1966: 2428) demektedir. Haydar Tunçkanat ise
“(...) Biz istiyoruz ki Senato kâfi derecede kuvvetli olsun. Senatoya seçilecek
üyeler 40 yaşını bitirmiş olacak, 150 üyesi olacak, bunların hepsi birinci Meclisteki
ekseriyeti desteklemez, elbet fren vazifesi görecek” (Öztürk, 1966: 2430)
diyerek, birinci meclise karşı ikinci meclise olan güvenini vurgulamış ve ikinci meclisin
bir fren ve denge mekanizması gibi hareket etmesi gerektiğini söyleyerek bir anlamda
rejimi koruyan bir sivil organ olarak gördüğünü ifade etmiştir. Darbe lideri Cemal Gürsel
Devlet ve Hükümet Başkanı olarak konu hakkında söz alarak:
“(...) Senato kanunları süzen bir mekanizmadır (...) Birinci Meclisten gelen her
kararı hemen kabul edeceğini tahmin etmemeliyiz. Gelen tasarıyı müzakere
edecek, yanlış tarafları varsa, tashih edilmek üzere iade edebilecektir. İşlemez bir
mekanizma haline getirmeyelim. Öyle olursa Devletin işleri askıda kalır (...) Devlet
Başkanına kontenjan verilirse, Senatoya kıymet bakımından daha istifadeli eleman
getirilebilir. Devlet Başkanı tarafsız olacaktır. Memleketin kıymetlerini bulur.
Partilerin dışında kalmış olan memleket kıymetlerini Senatoya sokar. Daha faydalı
olmalarına yardım etmiş olur” (Öztürk, 1966: 2430) [demek suretiyle Senatoyu bir
fren ve denge mekanizması olarak görmüş, Devlet Başkanına kontenjan
verilmesini tarafsızlık ilkesi gereği savunmuştur. Gürsel kontenjan sayısı olarak
da] “siz nasıl kabul ederseniz o muvafıktır. Fakat 15 olması uygun olur. Çünkü
bağımsızlardan bu miktarda layık insan her zaman bulunamaz. 20 tane layık insan
bulunamadı. Kanun öyle emrediyor diye rastgele seçmek mecburiyetinde kalırız”
(Öztürk, 1966: 2430)
175
diyerek, Devlet Başkanı olarak ağırlığını koymuş, nihai karar üzerinde etkili olmuştur.
CKMP temsilcisi Kenan Esengin daha çok Cumhurbaşkanlarının üzerinde durmuş ve
CHP temsilcisi Cemil Sait Barlas’ın cumhurbaşkanı olmak için 3 sene Genelkurmay
Başkanı yapması gerekir önerisini eleştirerek:
“(...) Dünyanın muhtelif memleketlerinde Genelkurmay Başkanlığı yapmış
insanlara pek çok imtiyazlar tanınmıştır, bazı ülkelerde ömür boyu resmi elbise
giyerler, ölünceye kadar otomobili alınmaz, emir subayı verilir (...) Onun taşıdığı
mesuliyeti her hangi bir şahıs taşımamaktadır. Çok rica ederim yanlış
aksettirmeyelim. Genelkurmay Başkanlarına nasıl bir imtiyaz tanıyalım bu esaslar
karma komisyonda görüşülecektir” (Öztürk, 1966: 2440)
diyerek, ordu lehine tavır almış ve mecliste yoğun bir destek bulmuştur. Bu bakış açısı
Genelkurmay başkanlarına verilen önemin bir göstergesidir. Adeta Genelkurmay
Başkanlığı makamı Cumhurbaşkanlığı makamına geçişte varılması gereken son nokta
olarak değerlendirilmiştir.
Yalnız Cumhuriyet Senatosu’nun çalışma açısından önemi, Anayasanın ilgili
maddesi gereğince MBK üyelerinin bu mecliste “tabiî senatör” olarak yer almasıyla
ilişkilidir (m.70/2).
Erkanlı’ya göre asker iktidardan çekildikten sonra şahsi
güvenliklerini düşünmüş, Komite içindeki bazı şahıslarda “iktidarı bıraktıktan sonra ne
yapacağız endişesi” başlamıştır. Formül “tabiî senatörlük” fikriyle bulunmuş, biz ne
olacağız endişesi giderilerek parlamento ebediyen kendilerine açılmış (Erkanlı, 1972:
312) darbeci komutanların gelecek hayatları çıkış güvenceleri bağlamında garanti altına
alınmıştır. Cumhuriyet Senatosunun genel oyla seçilecek üyelerinin seçilme şartlarına
göre (m.73) ise “Cumhuriyet Senatosu üyeliğinin süresi altı yıldır. Süresi biten üyeler
yeniden seçilebilir. Cumhuriyet Senatosunun genel oyla ve Cumhurbaşkanınca seçilen
üyelerin üçte biri her iki yılda bir yenilenir. Cumhurbaşkanınca seçilen üyelerin süresi
biter veya bu üyeliklerde herhangi bir sebeple boşalma olursa, Cumhurbaşkanı, bir ay
içinde yeni üyeleri seçer126. Boşalan bir üyeliğe seçilen kimse, yerine seçildiği üyenin
süresini tamamlar” (Öztürk, 1966: 2460) demek suretiyle daha değişken bir yapı
öngörmüştür.
Tabiî senatörlükte Cumhuriyet Senatosu’nun diğer üyelerinin bağlı bulunduğu
seçilme ve üyeliğin yenilenmesi hükmüne bağlı kalınmamış, ömür boyu kazanılmış bir
Bu üyelerden birisi de 12 Mart Muhtırasını kaleme alan Orgeneral Muhsin Batur’dur. Batur’un Tabiî
Senatör olarak seçilmesi bir yazı ile Korutürk tarafından kendisine bildirilmiştir. Korutürk Batur’u geçmiş
hizmetleri ve 12 Mart’ın bir temsilcisinin Meclis’te bulunmasını uygun gördüğü için seçtiğini belirtmiştir
(Batur, 1972: 457).
126
176
hak olarak telaffuz edilmiştir. Tabii senatörlerin her hangi bir siyasi partiye girmeleri
halinde ise daimi üyelik hakkını kaybedecekleri hükme bağlanmıştır. Konu Cumhuriyet
Senatosu’nun diğer üyeleriyle karşılaştırıldığında tabiî senatörlerin bu görevi ömür boyu
sürdürecek olmaları, anayasanın siviller karşısında askerlere tanımış olduğu önemli
ayrıcalıklardan birisidir. Çünkü Senato’nun diğer üyeleri altı yıl gibi bir süreyle görev
yaptığı ve bunlarında üçte birinin seçimi her iki yılda bir yenilendiği halde MBK
üyelerinin ömür boyu senatörlük hakkına kavuşması ciddi bir ayrıcalıktır. Bütün bunlara
1961 Anayasası’nın yürürlükte kaldığı süre zarfında görev yapan ve tamamı asker kökenli
olan Cumhurbaşkanlarının da görev sürelerini tamamladıktan sonra tabii senatör sıfatı
kazanarak aynı statüyü ömür boyu korumuş olduğu hükmü eklenecek olursa, tabii
senatörlük kavramının uygulamada askerlere sivillere oranla ciddi bir ayrıcalık verdiği
tartışmasızdır. Söz konusu uygulamadan sağlık nedenleriyle Cumhurbaşkanıyken vefat
edecek olan Cemal Gürsel yararlanamamış olsa da, gerek Cevdet Sunay gerekse Fahri
Korutürk bu ayrıcalığı elde eden cumhurbaşkanları olmuşlardır. Bu iki şahsın TSK’den
gelmesi, yürürlükte kaldığı sürece 1961 Anayasası’nın öngörmüş olduğu tabii
senatörlüğün bu kesitinden, yalnızca askerlerin yararlandığı görülmektedir.
Sivil yönetime geçtikten sonra MBK üyelerine tanınan yasama sürecine katılım
olanağı sağlayan tabii senatörlüğe dair maddede değinilmesi gereken bir başka husus da
anayasada yer alan “Tabiî üyeler, Cumhuriyet Senatosunun diğer üyelerinin tabi oldukları
hükümlere tabidirler” (m.70/2) ibaresidir. Söz konusu bu ibare çerçevesinde MBK
üyeleri, dokunulmazlıklardan da ömür boyu yararlanma hakkını elde etmişlerdir (M.79).
İlgili maddeye göre;
“Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden,
Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden ve bunları Meclis dışında tekrarlamak ve
açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar. Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği
ileri sürülen bir Meclis üyesi, kendi Meclisinin kararı olmadıkça tutulamaz,
sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü
hali bu hükmün dışındadır; ancak, bu halde, yetkili makam, durumu hemen ve
doğrudan doğruya üyenin Meclisine bildirmek zorundadır. Bir Meclis üyesi
hakkında seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine
getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır. Üyelik süresince zamanaşımı
işlemez. Tekrar seçilen Meclis üyesi hakkındaki tâkibat, kendi Meclisinin yeniden
dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır. Meclislerdeki siyasî parti gruplarınca,
yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz” (Öztürk,
1966: 2502).
177
Ancak yasama dokunulmazlığını ilgilendiren bu madde MBK’de görüşülmüş ve
Meclis üyesi kavramına açıklık getirilmesi istenmiştir. Üyelerden Suphi Gürsoytrak 127 ve
Mucip Ataklı128’nın dokunulmazlık konularındaki endişelerine Haydar Tunçkanat129
“Arkadaşlarımız endişe etmesinler. Bu madde, daimî üyeler içinde işleyecektir. Ağır
cezayı gerektiren hallerde elbette dokunulmazlık kalkacaktır. Bunu usuller ayrıca tespit
edilecektir. İçtüzükle tanzim edilecektir” (Öztürk, 1966: 2522) diyerek daimî üyeleri de
dokunulmazlık kapsamına alındığını ifade edip, MBK üyelerinin endişelerini gidermiştir.
MBK ayrıca bu maddeye yukarıda belirtilen sonuncu fıkrayı ekleyerek, siyasi parti
gruplarında yasama dokunulmazlığıyla ilgili görüşme yapılamayacağı ve karar
alınamayacağını sağlamak maksadını gütmüştür. Bu düşünce komisyon üyelerinin daha
sonra alacakları kararlara itibar etmediklerini ve kendi dokunulmazlıklarıyla ilgili bu
konuyu bir anayasa düzenlemesiyle ele almak suretiyle garanti altına almak istedikleri
çok açık ortaya konmuştur.
Özetle, 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subaylar, 1924 Anayasası’nın
seçilmişlere tanımış olduğu geniş yasama yetkilerini fazla bularak, yasamayı kontrol
eden, siyasi partilerin birbirleri arasında yaşanacak mücadelelerinde nazım rolü
oynayacak, liyakat sahibi bir seçkinler grubundan oluşacak Senato’nun lüzumuna
inanmışlardır. Senato, bir fren ve denge mekanizması olarak düşünülmüş, seçilmiş
parlamenterlere karşı tampon vazifesi görecek bir kurum olarak tanzim edilmiştir. Burada
asıl üzerinde durulması gereken husus, tabiî senatörlük görevinin darbeyi gerçekleştirilen
subaylar için tahsis edilmiş olmasıdır. Yukarıda da görüleceği üzere Senato, seçkinleri
temsil eden bir organ olarak seçilmiş siyaseti denetlemek için düşünülmüş olmasının
yanında, askerlere tabiî senatörlük yolunu açmasıyla da seçkinlere ilave bir askerî gözün
yasama üzerinde denetimini sağlamasını amaçlamıştır.
3.1.3.2- Yürütme Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri
Askerler sadece yasama alanında değil bizzat icraatın gerçekleştirildiği yürütme
alanında da 1961 Anayasası’nda bir takım yeni ayrıcalıklara kavuşarak vesayet sisteminin
Kurmay Kıdemli Binbaşı, Temsilciler Meclisi MBK Üyesi, Ankara’da doğmuştur. Kore'de bulunmuştur.
Harp
Akademisi
öğretmeni
iken
darbeye
katılmıştır,
bkz:
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014).
128
Tuğgeneral, MBK Daimi Üyesi, Erzurum'da doğmuştur. Devrim hareketine Eskişehir'de katılmış ve eski
Başbakan
Menderes'in
tevkifinde
önemli
rol
oynamıştır,
bkz:
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014).
129
Hava Kurmay Albay, MBK Daimi Üyesi, Bandırma'da doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır,
bkz: http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014).
127
178
kendileri adına daha sağlıklı işlemesini sağlamışlardır. Yürütme alanında elde edilen
ayrıcalıkları genel olarak Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve MGK olarak üç
başlık altında incelemeye çalışacağım.
3.1.3.2.1- Cumhurbaşkanlığı
Pek çok hükmü gereği çağdaş ve demokratik bir görüntü arz ettiği iddia edilen
1961 Anayasası askeri bir idare tarafından hazırlatılmasının doğal bir sonucu olarak
normalde demokratik bir anayasada olmayacak kadar askeri otoriteye, gerek mevcut
kurumları kendi lehine çevirmek gerekse de yeni kurumlar kurmak suretiyle, demokratik
düzen içinde sahip olacağı bir takım güçlü yetkiler vermiştir. Bunlardan en önemlileri
cumhurbaşkanlığı makamı ile anayasanın 111. maddesiyle vücut bulmuş olan MGK’dir.
1961 Anayasası’nın benimsemiş olduğu parlamenter sistemin bir gereği olarak
yürütmenin sorumsuz kanadını temsil eden Cumhurbaşkanının asker kökenli birisinin
olması söz konusu anayasanın herhangi bir hükmü ile düzenlenmemiş, önerilmemiştir.
Ancak MBK Başkanı ve Devlet Başkanı sıfatıyla 27 Mayıs askeri müdahalesinin lideri
Orgeneral Cemal Gürsel’in yeni anayasa döneminin ilk Cumhurbaşkanı olması, 24 Ekim
tarihinde imza altına alınan Çankaya Protokolünün bir gereği olarak bizzat asker
tarafından sivil yönetime geçiş için dayatılan koşullardan biri olmuştur. Böylece sivil
yönetimin ilk parlamentosu, ordunun fiili gücüne boyun eğmiş Cemal Gürsel’i,
Cumhurbaşkanı seçmiştir. Söz konusu bu hamle her ne kadar anayasa ile öngörülmüş bir
husus olmasa dâhi, askerlerin sivil yönetime geçildikten sonra yedi yıl gibi uzun bir süre
için yürütme gücünü sivillerle paylaşması mânâsına gelmektedir. Bu uygulama, Cemal
Gürsel’in Cumhurbaşkanlığından çekilmesi sonrasında da değişmemiş, Cevdet Sunay ve
Fahri Korutürk de aynı şartlarda Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmişlerdir. Kısacası
1961 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı makamına askerlerin seçilmesini teşvik edecek her
hangi bir hükme yer vermediği halde, anayasanın yürürlükte kaldığı 19 yıl boyunca bu
makama gelenler hep, Nisan 1980 ile 12 Eylül 1980 arasında Cumhurbaşkanlığı görevini
vekâleten yürüten İhsan Sabri Çağlayangil istisnası dışında, asker olmuştur. Teamül
halini alan bu uygulamayla ordu, cumhurbaşkanlığı makamını, sistemi tepede kontrol
eden vesayetçi bir kurum olarak öngörmüştür. Erkanlı’nın “bugün Sunay’dan sonra kim
gelecek sorusuna cevap arayanların ekserisi, kumandanların isimlerini saymaktadır (…)
Adeta memlekette askerî bir hanedan mevcutmuş gibi, cumhurbaşkanının general olması
geleneği yerleşmektedir” (Erkanlı, 1972: 372) ifadesi de bu öngörüyü doğrulamaktadır.
179
3.1.3.2.2- Genelkurmay Başkanlığı
Ordunun anayasa marifetiyle elde etmiş olduğu çıkış güvencelerinin birisi de
kendileri için sivil iktidar karşısında sahip olduğu özerkliği güçlendiren şekillendiren
“mahfuz alanlardır”. 1961 Anayasası’nın ilgili maddesi (m.110) “Başkomutanlık,
TBMM’nin manevi varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur.
Milli güvenliğin sağlanmasından, TBMM’ye karşı Bakanlar Kurulu sorumludur.
Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır. Genelkurmay Başkanı, Bakanlar
Kurulunun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır, görev ve yetkileri kanunla
düzenlenir. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerden dolayı Başbakana karşı
sorumludur” (Öztürk, 1966: 3039) diyerek evvelce Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı
olan Genelkurmay Başkanlığı’nı direkt Başbakana karşı sorumlu tutmuş, askeri otorite
güçlendirilmiştir.
Söz konusu madde Temsilciler Meclisinde iki defa görüşülmüş, üzerinde çok
durulmuş ve nihaî şeklini almadan önce uzun tartışmaların yaşandığı bir madde olmuştur.
Madde hakkında Kenan Esengin130, Fahri Belen131, Ferda Güley132, Cemil Sait Barlas133,
Etem Boransü134, Hüseyin Ataman135, Enver Sökmen136, Halim Önalp137, İsmet Giritli138,
Alp Kuran139 ve İhsan Kabadayı140 söz almışlardır. İlk sözü alan Kenan Esengin:
“(…) Genelkurmay Başkanlığı’nın, memleketin savunmasının kabine içinde
direkt usullerinden birisi olan Milli Savunmadan ayırarak Başbakanlığa
bağlanması tehlikeli bir iştir ve öyle zannediyorum ki, geçirilen acı tecrübeler
dolayısiyle Genelkurmay Başkanlığı’na bir hüviyet verilmesi düşünülmüştür (...)
Başbakanlığı bağladığımız takdirde Başvekilin bununla meşgul olmasına imkân
yoktur. (...) Genelkurmay Başkanlığını memleket müdaafası için gerekli tedbirleri
alan ve zamanında gerekli planları hazırlayan bir makam olarak düşünelim”
(Öztürk, 1966: 3041-3042)
diyerek, Genelkurmay Başkanlığı’nın tamamen bağımsız olarak teşekkül edilmesinden
yana tavır koyarak ordunun sivil kontrol dışında olmasını istemiştir. MBK temsilcisi
Fahri Belen ise konu hakkında:
130
CKMP Temsilcisi.
MBK Temsilcisi.
132
CHP Temsilcisi.
133
CHP Temsilcisi.
134
Eski Muharipler Birliği Temsilcisi.
135
Bakanlar Kurulu Üyesi.
136
CKMP Temsilcisi.
137
Eski Muharipler Birliği Temsilcisi.
138
Barolar Temsilcisi.
139
MBK Temsilcisi.
140
CHP Temsilcisi.
131
180
“(...) İçinde bulunduğumuz NATO camiasında Devlet başkanları
başkumandandırlar. Genelkurmaylarda Milli Savunma Bakanlıklarına bağlıdırlar.
Genelkurmayı dünyadaki gelişmelere uygun olarak planlama ve memleket
savunması işleriyle başbaşa bırakmak, kuvvetlerin müşterek müdafaa işlerinde
nazım bir hale getirmek lazımdır (...) Eğer bugünkü haliyle onu Başbakana
bağladığımız takdirde Milli Müdafaa Bakanı siyasi bir müsteşar haline gelir,
mesuliyeti ile ilgili bütün teşkilatı kurmak zorunda kalır. Bu hal bize muzaaf
teşkilata, büyük karargâhlara götüreceği gibi ihtilatlara ve ihtilaflara yol açar”
(Öztürk, 1966: 3043-3044),
demek suretiyle Genelkurmay’ın Başbakanlığa bağlanmasına karşı çıkmış, özellikle
dönemin uluslararası koşullarına ve NATO’ya vurgu yaparak Huntington tarafından ifade
edilen “objektif kontrol” modeliyle ordunun sivil siyasetin kontrolünde olmaması
gerektiğini dile getirmiştir. Ferda Güley ise geçmişte Fevzi Çakmak ve Atatürk’ten
örnekler141 verdikten sonra konu hakkında:
“(...) Genelkurmay Başvekâlete bağlı hale getirilince onun itibarını Başvekâlet
veya bakanlar seviyesine yükseltiriz düşüncesinin realize edilmesi ancak
Genelkurmayı Hükümetin içine oturtmakla mümkündür (...) Yapacağımız şey,
Genelkurmayı doğrudan doğruya Milli Savunmaya bağlı hale getirmek yani
aradaki müsteşarı kaldırmak ve biribirinden ayrı lojistik hizmetlerle harekât,
istihbarat ve eğitim hizmetlerini Genelkurmay Başkanı’nın korgeneral rütbeli iki
muavini tarafından tedvir edilir bir şekle sokmaktır ki, bu da teşkilat kanunu
meselesidir” (Öztürk, 1966: 3045-3047),
diyerek görüşlerini ifade etmiş ve Genelkurmayın Milli Savunma Bakanlığı’na
bağlanmasının daha uygun olacağını bildirmiştir. Cemil Sait Barlas ise Başkomutanlığın,
sorumlu olmayan Cumhurbaşkanına değil, ülke idaresinden sorumlu olan ve
parlamentoya hesap veren Başbakan’a bağlanması gerektiğini belirtirken Genelkurmay
Başkanı makamının da Milli Savuma makamına bağlanması gerektiğini;
“(...) Bunun hem dış hem de iç durumumuz bakımından zarureti vardır. Dış
bakımdan: NATO’ya bağlıyız. NATO’ya Kara Kuvvetleri de Deniz Kuvvetleri
kumandanları gidiyorlar. Fakat bunların yanında, siyasi toplantılarda bunların bağlı
olduğu Milli Savunma Bakanları geliyor (...) Silahlı Kuvvetlerin hususiyeti
bakımından ve paraların harcanması bakımından parlamentoya karşı bir mesul
makama zaruret vardır. Başbakan; ziraat, milli savunma, milli eğitim
politikasından topyekûn mesuldür. Fakat maarif politikası bakımından nasıl Milli
Eğitim Vekili mesul ise milli savunma politikası bakımından ya Milli Savunma
Vekili yahut da bir başka bakan mesul olur (Öztürk, 1966: 3048-3049),
sözleriyle ifade ederek ordunun objektif kontrol modeliyle sivil siyasete tabi olmasını
ifade etmiştir. Eski Muharipler Birliği Temsilcisi Etem Boransü ise;
“NATO camiası içinde bulunuyoruz, NATO Devletleri içinde Amerika, İngiltere,
Batı Almanya, İtalya gibi devletler var. Bunların Genelkurmay Başkanları Millî
Savunma Bakanlığına bağlıdır.” (...) Şimdi bu tasarıda biz, Genelkurmay
141
Bkz. (Öztürk, 1966: 3045).
181
Başkanlığını Başbakan’a bağlıyoruz. Sonra, Genelkurmay Başkanlığının süresi
meselesi geliyor. Bu mesele İstanbul tasarısında vardı, burada kaldırılmış, üç
senelik müddet konmuştu. Bu üç senelik müddetin uzaması veya kısaltılması
keyfiyeti de ele alınmalıdır (...) Bunda fayda mülahaza ediyorum” (Öztürk, 1966:
3050-3051),
diyerek sürdürmüş ve süre konusuna vurgu yapmıştır. Bakanlar Kurulu üyesi Emekli
General Hüseyin Ataman ise konuyu farklı bir açıdan ele almaktadır. Silahlı Kuvvetleri
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana üç devire ayıran Ataman, birinci dönemi Meclis’e
bağlı, ikinci dönemi Başvekâlete bağlı, üçüncü dönemi de Millî Savunma Bakanlığına
bağlı olarak ele almaktadır. Ona göre Silahlı Kuvvetler en rahat çalışmasını birinci
devirde yapmış, ikinci devreyi kendisini müdafaa etmekle geçirmiş, üçüncü dönemde
tazyik altına girmiş ve nihayet 27 Mayıs’ta infilak etmiştir. Ataman sözlerini;
“(...) Arkadaşlar dünyanın ileri gidişine uyalım. İstiklal Harbini kazanan makamlar
Erkânı Harbiye Vekâletidir. Bu vekâlet o zaman dünyanın hangi memleketinde
mevcuttu? Biz kendi bünyemizin ihtiyaçlarına göre yürümek mecburiyetindeyiz
(...) Birinci devrede (...) Ordu yalnız kendi işiyle uğraşıp hiç bir zaman siyaset
ordunun safları arasında yer almamıştır. Buraya sızmamıştır. Fakat üçüncü devrede
bunu hepimiz gördük. Kaldı ki bizim memleketimizde Milli Savunma terimi yanlış
bir terimdir. Biz Millî Savunma Bakanlığı dememeliyiz, Ordu Bakanlığı
demeliyiz” (Öztürk, 1966: 3051)
diyerek sürdürmüş ve Türkiye’ye özgü bir modelin geliştirilmesini arzu ettiğini dile
getirmiştir. Enver Sökmen ise Hüseyin Ataman’dan farklı olarak Genelkurmay
Başkanlığı’nın Başbakanlığa bağlanmasını doğru bulmadığını, Millî Savunma
Bakanlığı’nın idari ve siyasi salahiyetine tam olarak sahip olması gerektiğine olan
inancını dile getirmektedir. Sökmen:
“Genelkurmay Başkanını niçin Başbakanlığa bağlıyorlar, bunun faydası nedir,
ben anlamıyorum (...) Bu şekilde olursa, Millî Savunma Bakanlığı bir nevi vesayet
altında bir bakanlık halinde olacaktır (...) Genelkurmay Başkanı şu hizmetleri
temin edeyim diye Başbakanın peşinde koşup duracaktır. Bu itibarla Genelkurmay
Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır” (Öztürk, 1966: 3053-3054)
diyerek sözlerini tamamlamıştır. Barolar Temsilcisi İsmet Giritli ise Genelkurmay
Başkanlığı hakkındaki düşüncelerini;
“(...) Bu memlekette artık bir Erdelhun faciası cereyan etmemelidir. Bunun
Başvekâlete veya Milli Savunma Vekâletine bağlı olması neticede hiç bir şeyi
değiştirmez. Esas mesele teminat sağlamak ve bütün Türk Ordusunun nefret ettiği,
bir kimseyi sırf bir siyasi çoğunluğun lideri istiyoruz diye, ordunun başına
getirmemek imkânını sağlamaktır (Öztürk, 1966: 3057).
diyerek konuya daha zihinsel ve yapısal yaklaşmakta, asıl meselenin demokratik sınırlar
içinde kalınması olduğunu, şekil itibariyle Genelkurmay Başkanlığının nereye
182
bağlanacağının bir öneminin olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır. Alp Kuran ise
Genelkurmay
Başkanlığının
Başbakana
bağlanmasının
ilgili
kurumu
takviye
etmeyeceğini aksine zayıflatacağını, Başbakanın ordunun bütün meseleleriyle
ilgilenemeyeceğini savunmaktadır. Kuran:
“Millî Savunma Bakanlığına bağlanması daha münasip olur kanaatindeyim. Asıl
mesele Genelkurmay Başkanının nasıl seçileceğidir (...) Bu ordunun başına bir
daha Erdelhun gelecek midir? Ordu yarını düşünüyor. Biz ihtimal vermiyoruz; ama
kötü bir zihniyetli iktidar kötü yollara gidebilir. Diktatörlüğe sapmak isteyebilir.
27 Mayıs İnkılabını göz önünde tutmak suretiyle, bir iktidar, ordu endişesinden
kurtulmak için her şeyfen evvel orduyu za’fa uğratmak, kendisine körü-körüne tabi
olacak şahısları Genelkurmay Başkanı seçmek temayülünde bulunabilir” (Öztürk,
1966: 3065-3066),
demek suretiyle bir taraftan Genelkurmayın Milli Savunma Bakanlığına bağlanmasını
önerirken diğer taraftan Genelkurmay Başkanının seçilme konusunu da gündeme
taşımıştır. Kuran, ayrıca ordu mensuplarının özlük işleriyle ilgili olarak Yüksek Askeri
Şura’nın ihdas edilmesini de gündeme getirmiştir. Komisyon adına söz alan Muammer
Aksoy142 ise,
“Genelkurmay Başkanlığının Başbakanlığı bağlanmasında daha ziyade psikolojik
faydalar mülahaza edilmiştir, geçen hadiseler muvacehesinde bunu anlamak
mümkündür” [demektedir] (Öztürk, 1966: 3069). [Aksoy ayrıca] “Ordu ve
Genelkurmay Başkanlığı konusunda kabul edilmiş demokrasi esaslarına uygun bir
hal suretinin bir Erdelhun’un yaratılmasıyla ilgisi yoktur. Tam aksine,
demokrasinin tüm olarak, yani bütün müesseseleriyle kabul edilmemiş olmasıdır
ki, bu gibi kişilerin türemesine sebep olmuştur” (Öztürk, 1966: 3070),
diyerek sorunun bir ordu veya Genelkurmay Başkanı olmadığı, demokratik teamüllerin
tam manasıyla işlememiş olmasından bu tür sıkıntıların yaşandığını ortaya koymuştur.
Diğer bir komisyon sözcüsü Turan Güneş143 ise “komisyon bu tercihini yaparken
ve Başbakanlığa bağlarken sadece hizmetin teknik icapları sebebiyle bir hata payı
mümkün, mevcut ve belki de muhatab olmakla beraber bu istikametteki ileri sürülen
fikirler daha doğru olduğu için bunu Başbakanlığa bağladık” (Öztürk, 1966: 3073)
demektedir. MBK Temsilcisi Rauf Gökçen ise,
“(...) Hepimizin bir tek gayesi vardır. Orduyu politikanın tesirlerinin dışında
tutmak. Zira biz politikanın parmağının ordunun içine sokulduktan sonra
kumandanlarımızın şahsiyetlerini nasıl kaybettiklerini ve ordunun nasıl isteklerin
aksine bir hale geldiğini gayet iyi müşahade etmiş insanlarız. Bu bakımdan
endişemiz vardır. Ve korkuyoruz. Acaba bunun hal çaresi nedir? Genelkurmay
Başkanlığının her hangi bir siyasi makama bağlanması ile mesele halledilebilecek
midir? Bu hususta çeşitli arkadaşların beyan ettiği fikirler dahi en uygun hal
142
143
İl Temsilcisi.
Anayasa Komisyonu Üyesi.
183
çaresini ortaya koymuş değildir. Bütün bu mülahazalarla Sayın Komisyon,
maddeyi geri alır ve burada ileri sürülen fikirlerin ışığı altında maddeyi yeniden
tezekkür ederse hepimizi tatmin edecek bir hal çaresi bulurlar zannederim”
(Öztürk, 1966: 3073),
diyerek konunun daha sağlıklı bir zemine oturtulması için yeniden görüşülmesi isteğini
dile getirmiştir. Yeniden söz alan Muammer Aksoy,
“(...) İstanbul tasarısında (Genelkurmay Başkanlığı’nın) Cumhurbaşkanına
bağlanacağı kaydı bulunduğundan, meseleyi parlamenter sisteme uygun olarak
anayasada halletmek ve muhakkak suretle parlamentoya karşı mesul olan bir
makama bağlamak lüzumunu hissettik, meselenin hallini kanunlara bırakmadık.
Esasen parlamenter demokrasiyi kabul etmiş memleketlerde (...) Genelkurmay bir
bakanlığa bağlanmıştır (...) Bu Millî Savunma Bakanlığıdır (...) Bu bizde de olabilir
(...) Bizim için demokratik anayasa hukuku bakımından önemli olan, bu teşkilatın
mesul bir makama bağlanmasıdır. O makamın neresi olacağını da yüksek
heyetinize bırakıyoruz” (Öztürk, 1966: 3100)
demek suretiyle kurumun bağımsız yapıdan ziyade bir organa bağlı olmasını; ama bunun
neresi olduğu konusunun ise çok önemli olmadığını söylemektedir. Aslına bakılırsa
İstanbul
tasarısının
Genelkurmay
Başkanlığının
Cumhurbaşkanlığı
makamına
bağlanması önerisi orduyu sivil iktidarın da üzerinde gören ve yürütmenin önemli parçası
haline getiren bir tasarı olarak ifade edilmiş, orduya çok önemli bir çıkış güvencesi
sunmuştur. Bu demokratik normlar açısından son derece sıkıntılı ve pretoryan bir modelin
unsurlarını barındıran bir öneridir. Fahri Belen ise “(...) Öyle zannediyorum ki bu bağlantı
meselesinden artık Yüksek Meclisinize gına geldi. Bu hususta çok şeyler söylendi. Hadise
şundan ibarettir: Milli Birlik Komitesi, Genelkurmay Başkanlığının Başbakana
bağlanmasını istiyor” (Öztürk, 1966: 3122) demektedir. Belen’in bu yorumu anayasanın
hazırlanmasındaki güç dengesini açıkça ortaya koymaktadır. Tasarının MBK tarafından
şekillendirilmiş olduğu çok açıktır. MBK bu tavırla çıkış güvencesi anlamında önemli bir
ayrıcalık talep etmekte, siyasetteki hâkim konumunu direkt olarak Başbakana sorumlu
olarak devam ettirmek istemektedir. Karma komisyon adına söz alan Ahmet Yıldız144 da,
“Yüksek heyetiniz huzurunda müzakere edildi. Milli Savunma Bakanına
bağlanmasını arzu edenler oldu, Başbakana bağlanmasını arzu edenler oldu (...)
Millî Savunma Bakanlığına bağlanması ordu tarafından benimsenmemiştir. Onun
içindir ki, Başbakana bağlanmasını tercih ettik. Fakat Başbakanlığa bağlanınca,
Başbakanlık müsteşarının emrinde olacakmış gibi bazı şüpheler de izhar edildi ve
eğer böyle olacaksa veya bir Devlet Bakanına bağlanacaksa Millî Savunma
Bakanlığına bağlansın, orada kalsın daha iyi dendi. Arzu edilen Başbakana
bağlanmasıdır. Başbakana bağlanması kelimesi amme hukuku bakımından uygun
bir tabir değildir. ‘Onun için Başbakana karşı sorumludur’ tabiri kullanılmıştır”
(Öztürk, 1966: 3123-3124)
144
MBK Üyesi, Kurmay Binbaşı (Ak Devrim, 1960).
184
diyerek nihayi noktaya vardıklarını ortaya koymuştur. Yıldız’ın sözlerinden de ordunun
tasarrufları gözetilerek bir bakıma oradan gelen direktiflere bağlı kalınarak bu tasarıya
şekil verildiği çok net görülmektedir. Tıpkı NATO ve diğer uluslararası örneklerinde
olduğu gibi Millî Savunma Bakanlığı’na karşı sorumlu olan bir kurumun, anayasa
değişikliği ile Başbakana bağlanması, devlet içindeki hiyerarşi içinde üstün bir konuma
yükseltildiği anlamını taşımaktadır. Ancak diğer taraftan bu değişikliğe rağmen askerlerin
sivil otoriteye karşı bağımlılığı esası değişmiş değildir. Anayasanın ilgili maddesi Silahlı
Kuvvetlerin savaşa hazırlanması ve milli güvenliğin sağlanması konularında Bakanlar
Kurulu’nu sorumlu tutmaktadır (m.110/2) ibaresi bunu doğrulamaktadır (Özbudun ve
Yazıcı, 1996: 333).
3.1.3.2.3- Milli Güvenlik Kurulu (MGK)
Vesayet yetkisi oluşturmanın en önemli yollarından birisi de askerlerin
denetiminde yeni ve kalıcı anayasal kurumlar oluşturmaktır. 1960 darbesinden sonra ülke
yönetimini eline alan MBK’de bu imkânı kullanmaktan geri durmamıştır. Anayasa’nın
111. maddesiyle düzenlenmiş olan MGK, askerlere hükümetlerin izleyeceği temel
politikaları her daim yönlendirebilecek ve denetleyebilecek bir organ olarak teşkil
edilmiştir. Söz konusu madde “MGK, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genelkurmay
Başkanı ve Kuvvet Temsilcilerinden kuruludur. MGK’ye Cumhurbaşkanı başkanlık eder;
kendisi bulunmadığı zaman bu görevi Başbakan yapar. MGK, milli güvenlikle ilgili
kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere
gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir” demek suretiyle askere yürütme
bağlamında ciddi bir sorumluluk yüklemiştir. Konu şu çerçeve içinde müzakerelerde ele
alınmıştır:
Fahri Belen daha önce kanunla düzenlenen ve nadiren toplanan Milli Savunma
Yüksek Kurulu’nun bir anayasa kurumu haline getirilmesinden duyduğu memnuniyeti;
“Bu kurul bütün memleketlerde vardır. Fakat pek azında anayasaya girmiştir.
Bizde de bir anayasa müessesesi haline gelmesi çok faydalı olacaktır. Biz de bir
Milli Savunma Yüksek Kurulu mevcuttur (...) Bu kanunda her ay toplanması kaydı
mevcut olduğu halde 8 ayda iki kere toplanabilmiştir. İşte bunun işleyebilmesi için
anayasa müessesesi haline getirilmesindeki faideyi arz etmek için hatırlatmış
oluyorum” (Öztürk, 1966: 3135),
diyerek dile getirmiştir. Belen konuşmasını “Arkadaşlarım, bir Milli Savunma Bakanlığı
vardır. Doğrudan doğruya Silahlı Kuvvetlerle ilgilidir. Bu gördüğümüz kurul daha
şumullü bir kuruldur. Bunun isminin de Milli Savunma Kurulu değil, Milli Güvenlik
185
Yüksek Kurulu olması lazımdır. Bu diğer memleketlerdeki ismine de uygundur” (Öztürk,
1966: 3136) diyerek sürdürmüştür. Diğer taraftan Hüseyin Ataman kurula sadece
Genelkurmay Başkanının değil ayrıca kuvvet kumandanlarının da dâhil edilmesi
gerektiğini dile getirmiştir. Rauf Gökçen ise,
“Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun görevleri arasına giren bu işleri, bir tek
askerin, Genelkurmay Başkanının, üzerine yüklemek bu şahsa oldukça ağır vazife
tahmil etmek demektir. Bu bakımdan Genelkurmay Başkanının yükünü
hafifletmek ve daha etraflı bir şeklilde, kurulun bu vazifelere hâkim olabilmesini
sağlamak amacıyla maddeye bir ilave yapıp, Kuvvet Komutanlarının da bu kurula
dâhil edilmesinin uygun olacağını” (Öztürk, 1966: 3137),
belirterek Hüseyin Ataman’ı desteklemiştir. MBK Temsilcisi Abdülkadir Okyay da
MGK’ye anayasada yer verildiği için kurula teşekkür etmiş ve bu kurulun,
“(...) Yabancı devletlerden İngiltere’de İmparatorluk Savunma Komitesi (…)
Japonya’da Başbakanlığa bağlı Milli Seferberlik Kurulu, Sovyet Rusya’da Polit
Büro, İtalya’da Başbakanlığa bağlı Milli Seferberlik Yüksek Kurulu kurulmuş,
Fransa’da Yüksek Milli Savunma Kurulu vücuda getirilmiş (...) ABD’de Milli
Güvenlik Komitesi ve Savunma Seferberlik Ofisi olarak teşkil edildiğini” (Öztürk,
1966: 3137)
hatırlatmıştır. Okyay, Türkiye’de 1949 yılında MSYK’nin teşkil edildiğini, bunun da çok
isabetli olduğunu fakat pasif kaldığını ifade etmiştir. Ona göre bu kurul güzel işlerse milli
savunmanın bütün ihtiyaçları çok iyi derecede karşılanacak ve seferberlikte kuvvetli bir
orduya sahip olmamızı temin edecektir (Öztürk, 1966: 3138).
Son olarak ilgili düzenleme komisyon mütalaasında son şeklini almıştır. Buna
göre “MBK, bu maddede, ‘Milli Savunma Yüksek Kurulu (MSYK) terimini ‘MGK
olarak tadil etmiş ve bu kurula Genelkurmay Başkanından başka kuvvetler temsilcilerini
de dahil etmiştir” (Öztürk, 1966: 3142), böylece kurul tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi
anayasal bir organ olarak sistemimize entegre edilmiş; ayrıca kuvvet temsilcilerini de
bünyesine ilave ederek sivil unsurlar karşısında ordunun ağırlığını pekiştirmiştir.
Nitekim bu kuruluş aracılığıyla ordu, kendi düşüncelerini hükümete bildirme
fırsatını elde ederek sivil idarenin askeri idareye bağlı kılınması anlamında ciddi bir
kazanım elde etmiş olmaktadır. Her ne kadar kurul anayasanın 111. maddesiyle
şekillenmiş ise de 30.05.1949 yılında 5399 sayılı kanunla kurulmuş olan MSYK de
benzer bir amaca hizmet etmekteydi. Bülent Tanör’e göre MSYK sadece yurt
savunmasıyla ilgili konularda sivil iktidara yardımcı olmak ve mütaala vermek için
öngörülmüştür. Yine yazara göre MSYK üç önemli özelliğiyle demokrasi açısından önem
ihtiva etmektedir. Kurulun anayasal düzeyde değil; ama yasal düzeyde kalması, adının
186
sınırlı bir işlevi anımsatması anlamında milli savunma olması ve kurula barış
zamanlarında sadece Genelkurmay Başkanı’nın katılması, kurulu özü itibariyle yeni
oluşturulmuş olan MGK’den ayırmaktadır. Zira MSYK birçok demokratik ülkenin
tecrübe ettiği ve daha çok savunma konularında görüş bildiren bir kurum olarak dikkati
çekmekte, vesayet unsuru olarak görülmemektedir. Fakat yeni anayasa ile MGK, yasal
düzeyden anayasal ağırlığa kavuşturulmuş, milli savunma kavramının yerine daha geniş
ve ağırlıklı bir çerçeveyi kapsayan milli güvenlik ibaresi kullanılmış ki güvenlik sadece
dış değil içi de kapsamaktadır ve askeri üyelerin sayılarıyla az olsa da etkinliği
güçlendirilmiştir145 (Tanör, 1997: 83).
Konu hakkında asıl üzerinde durulması gereken husus, MGK ile sivil otoritenin
askeri otoriteye bağlı hale gelip gelmemesi, Kurulu oluşturan asker ve sivil üyelerin
sayısal oranı ile kurul kararlarının vatandaşa karşı sorumlu, seçilmiş hükümetler
tarafından bağlayıcı bir nitelik taşıyıp taşımadığıdır.
Anayasa “Millî Güvenlik Kurulu, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genelkurmay
Başkanı ve Kuvvet Temsilcilerinden kuruludur. Millî Güvenlik Kuruluna Cumhurbaşkanı
Başkanlık eder; bulunmadığı zaman, bu görevi Başbakan yapar. Millî Güvenlik Kurulu,
millî güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonunun sağlanmasında
yardımcılık etmek üzere temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir (m.111)”
demektedir. Görüleceği üzere kurula başkanlık eden makamın her halükârda sivil olması
dikkate alınacak olursa kurul kararlarının alınmasında, sivil iradenin üstün ve etkili
olduğu ve MGK’nin teşkil edilmesiyle sivil otoritenin askeri idareye bağlı hale gelmediği
düşünülse de uygulamada askerin kendi tercihlerini hükümetlere dayattıkları tecrübe
edilmiştir. MGK’nin almış olduğu kararların hukuki niteliğine baktığımızda alınan
kararların hükümetler için mutlak bir bağlayıcılığı olmadığı hemen göze çarpmaktadır.
Keza anayasa “MGK, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun
sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir” (m.111/3) şeklinde bir
ifadeye yer vermiştir. Yani MGK kararlarının hükümetler açısından mutlak mânâda
uyulması ya da dikkate alınmasının zorunlu kararlar olduğu yolunda bağlayıcı bir ifade
kullanılmamış, bilakis “görüş bildirmek” gibi Bakanlar Kurulu’nun uygulama konusunda
serbestçe hareket edebileceğini anlatan bir ifadeye yer verilmiştir. Aynı şekilde MGK’nin
Millî Güvenlik Kurulu, 1961 Anayasası'nın 111’inci maddesi gereği olarak çıkarılan 11 Aralık 1962 gün
ve 129 sayılı Kanunla kurulmuştur, bkz. http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda
(17.02.2014).
145
187
çalışma usullerini düzenleyen 129 sayılı Kanunda da alınan kararların hükümetler için
bağlayıcılığı olduğuna dair bir hükme yer verilmemiştir. Kurul, özellikle güvenlik
hususunda bir istişare organı şeklinde teşekkül etmiştir.
Gerek anayasada gerekse kanunlarda kurulun kararlarının her hangi bir
bağlayıcılığı olmadığı belirtilmişse de alınan kararları, hükümetlerin dikkate almamak
veya bunlara uygun davranmamak konusunda ne ölçüde serbest oldukları da tartışılması
gereken bir mevzudur. Keza uygulamalara bakılacak olursa her hangi bir yaptırım ve
bağlayıcılığı olmamasına rağmen, hükümetler TSK’nin iradesiyle çelişecek veya onu
açıkça karşısına alacak politikalar izlemek suretiyle ülkede herhangi bir rejim bunalımı
açma yoluna gitmemiş, tersine bu alınan kararlara uygun davranmak durumunda
kalmışlardır.
MGK 1968 öğrenci olayları, üniversite boykotları, sağ sol çatışmasının toplumun
tümüne yayılmasının ardından bir takım tedbirleri almıştır. Nitekim MGK üyesi Hava
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, Kurul’un 28 Mart 1970 günü yapılan
toplantısına dair şu noktalara dikkati çekmektedir:
“Olaylar artmaya [başlamış] buna karşın olayları önleme ve kontrol gücü
zayıflamıştır. “Aylık yapılan Milli Güvenlik toplantılarından kamuoyu bir şeyler
bekler haldeydi (…) 28.03.1970 günlü toplantı [da] (…) Özetle şu konuşmayı
yaptım: (…) MGK’nin ne olduğu anayasamızda belirtilmiştir (…) İstişarî bir kurul
olup iç ve dış güvenlik konularında hükûmete tavsiyelerde bulunur. Ancak bu
teorik bir ifadedir. Hakikat şudur ki (…) Sağduyusu olan her Türk bu kuruldan
başka şeyler beklemektedir (…) Bilhassa Silahlı Kuvvetler mensupları ile iç
tehlikeler büyüdüğü (…) zaman er geç Silahlı Kuvvetlerin manevî baskısı ile bu
tehlikenin önüne, bu kurul delalêti ile geçilebileceği ümit ve kanısı sağduyu sahibi
sivil aydınlarda da yerleşmiştir (…) Yüksek kurulumuza beslenen ümitlerin
yitirilmemesi için; Türk milletine, gençliğine, adalet mekanizmasına, Üniversite ve
Basına hitaben dikkatle hazırlanmış bir bildirinin yayınlanmasını uygun ve elzem
[dir]” (Batur, 1985: 173-177).
Özetle anayasanın 111. maddesi MGK’nin düzenlenmesi ve hukuken sivil iradeyi
askeri iradeye bağlı kılan bir sonuç ortaya koymamışsa da askeri iradeye devletin genel
düzeni ve özellikle yürütme alanı içinde etkili olma fırsatı tanımıştır. Gerek 1971 askeri
muhtırasından sonra ele alınan anayasa değişikliklerinde gerekse 12 Eylül askeri
darbesinden sonra yürürlüğe giren 1982 Anayasası’nın ilgili maddelerinde, MGK’nin
sivil irade üzerindeki bağlayıcılığı güçlendirilerek iktidardan çekilen askeri yönetimlere
geniş çıkış güvenceleri sunulduğunu doğrulamaktadır. Böylelikle ordu, bir taraftan asli
görevi olan yurt savunmasını yerine getirirken diğer yandan sivil iradeye ait olması
gereken alanlara nüfuz etmek suretiyle bir takım ayrıcalıklı yetkileri de elde etmiştir.
188
3.1.3.3- Askeri Yönetim Tasarruflarına Sağlanan Çıkış Güvenceleri
Bu ayrıcalıklar darbe sonrasında askerlerin kendi iradesiyle iktidardan çekilip
yönetimi sivil insiyatife devrederken iktidarları süresince yürütmüş oldukları
eylemlerden dolayı yargılanamayacaklarını öngören, askeri rejim eylemlerinin geri
alınmazlığı olarak da ifadelendirilen, dokunulmazlık güvencelerini içermektedir. Sırf bu
uygulamaların bir çıkış güvencesi olarak anayasal ve yasalar çerçevesinde uygulamaya
sokulması bile askerlerin yapmış oldukları eylemlerin demokratik olup olmadığı
konusunda şüphe uyandırmaktadır. Söz konusu uygulama 1961 Anayasası’nın ilgili
geçici maddesinde (4/2) ele alınmıştır. KM, MBK ve Temsilciler Meclisinin hukuki
varlıklarının sona ermesini ilgilendiren ve devrim tasarruflarını da içine alan madde;
“(…) 27 Mayıs 1960 tarihinden itibaren Kurucu Meclis’in toplandığı 6 Ocak 1961
tarihine kadar yasama yetkisini ve yürütme görevini Türk Milleti adına kullanmış
bulunan Milli Birlik Komitesi’nin ve Devrim Hükümetlerinin karar ve
tasarruflarından ve bunların, idarece veya yetkili kılınan organ ve mercilerce
uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar
hakkında cezai veya mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu
maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Normal demokratik rejimi
bütün teminatı ile kurmak amacıyla gerçekleştirilen ve yürütülen 27 Mayıs 1960
Devrim tarihinden 6 Ocak 1961 tarihine kadar çıkarılan kanunlar, Türkiye
Cumhuriyeti’nin diğer kanunların değiştirilebilir veya kaldırabilir. Ancak bunlar
hakkında anayasaya aykırılık iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde iptal davası
açılamayacağı gibi, itiraz yoluyla dahi mahkemelerde anayasaya aykırılık iddiası
ileri sürülemez. 27 Mayıs 1960’dan 6 Ocak 1961 tarihine kadar çıkarılan
kanunların, yapılmış tasarrufların ve alınmış kararların değiştirilmesi veya
kaldırılması hallerinde de 2’nci fıkra hükmü saklıdır” (Öztürk, 1966: 3845),
diyerek, 1960 müdahalesini gerçekleştiren askerlere her türlü yargısal soruşturma ve
takibatına karşı güvenceler koyarak MBK ve hükümet üyelerini ve bunların gözetimi
altında çalışan memurların tümünü, cezai ve hukuki kovuşturmalardan korumuş ve hiçbir
mahkemeye başvuru izni vermemiştir. Madde hakkında söz alan Temsilciler Meclisi
üyesi Adana İl temsilcisi Kasım Gülek:
“(…) Tarihi bir kanunun müzakeresini yapıyoruz. Hakikaten, bu memlekette 27
Mayıs Devrimini yapanların korunması bizim için bir borçtur. Bizim için bir
vazifedir (…) Takipti, tacizdi; bu insanların bütün bunlardan barı edilmesini canı
gönülden arzu ederiz,” (Öztürk, 1966: 3848-3849)
derken maddenin ana fikrine katıldığını; ortaya koymuştur. Anayasa Komisyonu
üyelerinden Nurettin Ardıçoğlu: “(…) Hakikaten normal bir devreye geçişi sağlamak
için, bir ihtilal devresi içinde alınmış olan kararların, icra edilen tasarrufların münakaşa
konusu olmamasını temin etmek lazımdır” (Öztürk, 1966: 3852) ifadesiyle maddeyi
desteklemiştir. MBK Temsilcisi Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da:
189
“(…) Anayasamız çok şükür bitmek üzeredir. Şimdi böyle bir devirde hayatlarını
tehlikeye koyan, milletin arzı ve azmini görmüş, dile getirmiş ve gerçekleştirmiş
olan bu subayların arkasından ‘filan tasarruf anayasaya aykırıdır’ deyip meseleyi
Devlet Şurasına veya Anayasa Mahkemesine intikal ettirmek ve bu temiz ihtilali
bu şekilde yıpratmak kimsenin hakkı değildir” (Öztürk, 1966: 3852),
diyerek müdahaleyi gerçekleştirenlere ve onların yapmış oldukları tasarrufları
onaylamakta, aksi davranışları da yerdiğini ifade etmektedir. Bir diğer MBK Temsilcisi
Raif Aybar da:
“(…) Anayasanın millet oyu ile kabulünden sonra, bir takım kimselerin, bazı fert
haklarının şu veya bu şekilde ihlal edildiğini ileri sürmeleri suretiyle küçük taşlar
atmalarına, yürümekte olan demokrasimize çamur sıçratmalarına müsaade
edemeyiz (…) Bu anlayıştandır ki bundan önceki tasarruflarının teminat altına
alınmasında, takririmizin muhteva bakımından, maksat bakımından, yüzde yüz,
endişeye yer vermeyecek bir mahiyette olduğu kanaatindeyiz” (Öztürk, 1966:
3857),
diyerek geçici 4. maddeye olan desteğini ortaya koymaktadır. Bu geçici madde ile MBK
üyelerine iktidarları süresince bütün karar ve tasarruflarından dolayı cezai, mali veya
hukuki açıdan kovuşturulmayacakları garantisi, bir yargı güvencesi oluşturulmuştur.
MBK üyelerine sağlanmış olan bu dokunulmazlık güvencesi aslında, yukarıda bahsedilen
anayasanın 70. maddesinin Komite üyelerine tabii senatör olmaları nedeniyle sunduğu
güvenceyi pekiştirmektedir. Nitekim bir tabiî senatörün bir siyasi partiye girmesiyle
senatörlüğünün düşmesi ve dokunulmazlığının sonlanmasına karşılık, söz konusu geçici
maddede (4/2) yer alan hüküm, onu darbe dönemindeki işlemlerden korumaktadır. İlave
olarak kanun, “MBK’nin ve Devrim Hükümetlerinin karar ve tasarruflarını” yürütenleri
dâhil etmek suretiyle yeni bir güvence ortaya koymaktadır.
Değinilmesi gereken bir başka husus da ilgili maddeye göre MBK döneminde
çıkarılmış olan kanunların, yürürlükte olan diğer kanunlar karşısında ayrıcalıklı kılınmış
olmasıdır (m.3/4). Nitekim 3. Fıkra, bir taraftan 27 Mayıs 1960’dan 6 Ocak 1961’e kadar
çıkarılan kanunların, TC’nin diğer kanunlarının kaldırılmasını veya değiştirilmesini
öngörmekteyken diğer taraftan “bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa
Mahkemesinde iptal davası açılamayacağı gibi itiraz yoluyla dahi mahkemelerde
anayasaya aykırılık iddiası ileri sürülemez” hükmüne yer vererek, askeri yönetim
tasarruflarını diğer hukuk kurallarından farklı olarak bir yargı güvencesine
büründürmektedir. Askeri yöneticileri devletin genel düzeni içinde ayrıcalıklı konumda
tutup, darbe hükümetleri döneminde çıkarılan kanunların anayasa yargısı dışında
bırakılması, hukuk devleti ve anayasanın üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayan bir durumu
ortaya koymaktadır.
190
3.2- 12 Mart Rejimi ve Çıkış Güvenceleri
3.2.1- 12 Mart Öncesi Siyasal Hayat
27 Mayıs sonrasındaki gelişmeler takip edildiğinde, askerin elde etmiş olduğu
çıkış güvencelerinin ordu içerisindeki bazı subayları tatmin etmediği öne sürülebilir. 1961
Anayasası’nda yer alan bu koruyucu vesayetçi anlayış, sonraki süreçte kendisini aktif bir
hareket olarak göstermiştir. Bunlar 21 Ekim Protokolü ve Talat Aydemir tarafından
girişilen 22 Şubat 1962146 ve 21 Mayıs 1963 tarihli Bonapartist darbe teşebbüslerinden
anlaşılmaktadır. Siyasi hayatın bu dönemde dalgalı bir seyir izlemesinin temelinde, 27
Mayıs darbesiyle başlayan siyasi mühendisliğin beklenen neticeyi vermemesi
yatmaktadır. İnönü’nün 1964 yılının aralık ayında Parti Meclisinde yaptığı konuşmada
“Sizin bildiğiniz iki darbe girişimi var; ancak biz on beş darbe girişimini daha hazırlık
aşamasında engelledik”147 sözleri, dönemin siyasi havasını aksettirir.
15 Ekim 1961 genel seçimleri sonucunda oluşan Meclis dağılımı tek partili bir
iktidarın oluşmasına fırsat tanımayarak bir koalisyon hükümeti kurulmasını kaçınılmaz
kılmıştır. Ne var ki, parti liderlerinin 21 Ekim Protokolü’nde, İnönü’nün başında
bulunacağı herhangi bir hükümete destek vereceklerini taahhüt etmeleri, siyasi bir krizin
doğmasını engellemiş ve ilk hükümet İnönü başkanlığında CHP ve AP tarafından
kurulmuştur. Toplumun zıt kesimlerini temsil eden CHP ve AP’nin koalisyon
hükümetinin gerektirdiği uzlaşmayı başarabilmeleri oldukça güçtü. Nitekim bu ortaklık
Talat Aydemir önderliğindeki bir grup subayın seçim sonuçlarından memnun
olmayarak148 21-22 Şubat tarihlerinde hükümeti devirme adına darbe girişiminde
bulunması sonucu sekteye uğradı. Aydemir, “Atatürk sağ olsaydı, o da böyle yapardı”,
“Atatürk sağ olsa idi, bugünkü memleket gerçekleri karşısında tekrar Samsun’a ayak
basar ve mücadeleye yeni baştan girişirdi” (akt. Akyaz, 2009: 181) diyerek darbe
girişimini ideolojik bir temele, ülkenin kurucu önderine referans vererek oturtmak
istemiştir. İnönü, darbe girişiminde bulunan bu cuntacı yapının affedilmelerini; fakat yeni
Seyhan’a göre 22 Şubat olayı aslında hazırlıklı bir ihtilâl hareketi değildir. Harekât başladıktan sonra,
memleketin yararına olacağı öngörülen bazı istekler ileri sürülmüş ve bir ihtilâlin ileri harekâtı olmaya
ramak kalmıştı. Fakat harekâttan memlekete gelebilecek felaketleri önleme amacıyla vazgeçilmiştir. Söz
konusu müdahale için bkz. (Seyhan, 1966: 196-197).
147
Milliyet, 14.12.1964, s.1. bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/L1v3_x2F_3sIhgwzmzjizyaEFw_x3D__x3D_
(24.06.2014).
148
Albay Talat Aydemir oluşacak parlamentonun milli birlik ruhunu sağlayacak ve milleti bir bütün haline
getirecek, partiler üstü bir görüşe sahip organize edilmiş bir Silahlı Kuvvetleri meydana getirecek aynı
zamanda memleketi iktisaden ve sosyal ve kültürel yönden kalkındıracak köklü reformları yapacak bir
anlayıştan uzak olduğunu düşünüyordu (Aydemir, 2010: 255).
146
191
bir darbe girişiminde bulunmalarını önlemek amacıyla emekliye sevk edilmelerini
önermekteydi. AP ise Aydemir ve ekibinin affını öngören kanuna DP’lilerin affını
sağlayacak bir hükmün de eklenmesi koşuluyla destek vereceğini, aksi halde hükümetten
çekileceğini öne sürmekteydi. Ancak koalisyon ortakları arasında yaşanan bu
uzlaşmazlık, ordudan gelen baskılar sonucunda durulmuş ve sorun AP’nin artan baskılar
neticesinde söz konusu isteğinden vazgeçmesiyle sona ermiştir149.
İlk İnönü koalisyonu yetkilerini kullandığı kısa süre içerisinde ordunun
beklentilerini karşılayacak kanunları150 yürürlüğe koymanın dışında önemli bir faaliyet
içine girmedi. En önemli uygulama ise MBK tarafından görevlerine son verilmiş olan
147 öğretim üyesinin 27 Mart 1962’de yürürlüğe giren bir kanunla görevlerine iade
edilmeleriydi. Koalisyon 30 Mayıs 1962’de İnönü’nün istifasıyla sona erdi (Ahmad,
1977: 212-216). Ancak ordu İnönü’nün dışında olan bir yönetimi kabullenmediği için
yeni hükümeti kurma görevi Gürsel tarafından tekrar İnönü’ye verildi. İnönü ordunun da
onayıyla 25 Haziran 1962’de CHP, YTP, CKMP ve bağımsızlardan oluşan II. koalisyon
hükümetini kurdu. Bu tavır çıkış güvencelerinin de üstünde bir anlam içermekteydi. Ordu
hükümetin İnönü tarafından kurulması gereğini onu ikinci defa görevlendirerek açık bir
şekilde ortaya koymuştur. Ancak koalisyon yeni bir baskıya maruz kaldı. Başta AP ve DP
taraftarlarının siyasi af kanununun yürürlüğe konulması konusundaki ısrarcı talepleri
sonucunda Ankara da olaylar meydana gelmiş, AP Genel Merkezi saldırıya uğramış, 23
Mart 1963’de Kayseri Cezaevi’nde bulunan Celal Bayar koşullu olarak serbest
bırakılmış, sonrasında da DP’liler için kısmı bir af yürürlüğe konulmuştur. DP’ye
bağlılığı devam eden seçmende memnuniyet veren bu uygulama, ordu saflarında
huzursuzluğu neden olmuştur. Nitekim emekliye sevk edilmiş olmalarına rağmen Talat
Aydemir ve arkadaşları 21 Mayıs 1963 tarihinde yeni bir darbe girişiminde daha
bulunmuş; ancak bu çabalarında başarısızlığa uğramıştır. Bu kez iktidardaki hükümet
darbe girişimine karşı 1962’deki gibi hoşgörülü bir tavır sergilememiş, yargılanmalarının
tamamlanmasından sonra 7 ölüm cezası ve çeşitli hapis cezaları verilmiş ve bu ölüm
cezalarının ikisi Eylül 1963’te infaz edilmiştir151.
Darbe girişiminde bulunan bu cuntacı yapının affedilmeleri için bkz. (Seyhan, 1966: 199).
5 Mart 1962’de 27 Mayıs’ın eleştirilmesini ve eski DP yönetiminin övülmesini yasaklayan “Anayasa
Nizamını; Milli Güvenlik ve Huzuru Bozan Bazı Fiiller Hakkında Kanun”u, 26 Mayıs 1962’de de “27
Mayıs’ı Hürriyet ve Anayasa Bayramı” ilan eden kanunu kabul etti (Yazıcı, 1994: 102).
151
Her ne kadar bu darbe girişimi önlenmiş ve sebep olanlar idam edilmişse de ordu içindeki darbeci cuntacı
yapı bu isteğinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Nitekim Seyhan’ın anılarında sarf ettiği “(…) siyasilerin
kendi çıkarlar için dalavereci bir siyaset koğuşturmak, halkı aldatmaya ve avutmaya çalışmak, statükoyu
savunarak avanta kaynaklarını işletmeye çalışmak maksadıyla bu ana fikre karşı faydasız kalacaktır.
149
150
192
Kasım 1963 yılında yapılan yerel seçimlerde oy kaybeden CHP, seçim yenilgisini
koalisyonda yer almasına bağlayarak hükümetten çekilmeye karar verdi ve İnönü 2 Aralık
1963 tarihinde istifa etti (Eroğul, 2006: 141-142). Bu kez Gürsel, hükümeti kurmakla AP
başkanı Ragıp Gümüşpala’yı görevlendirdi. Bu tercih ordunun Demokratların mirasçısı
olan AP’yi artık bir tehdit unsuru olarak değerlendirmediğini ve sivil yönetimin
yerleşmeye başladığını gösteren önemli bir işaret olarak algılandı. Fakat kısa bir zaman
sonra Gümüşpala’nın hükümeti kuramayacağını açıklaması sonucunda İnönü, üçüncü kez
hükümeti kurmakla görevlendirildi. CHP ve bağımsızlardan oluşan bu azınlık kabinesi
25 Aralık 1963’te görevine başladı. Dış politikada yaşanan sorunların ülke gündemini
işgal etmesi, muhalefet partilerinin milli bir dayanışma içerisinde yeni azınlık hükümetine
destek vermesini sağladı. AP ise hem yaşanan sorunlar nedeniyle muhalefette giderek
güçlenmekte hem de kendisini dikkatlice takip eden ordunun güvenini kazanma
noktasında ciddi mesafe katetmekteydi. 1964 yılının Haziran ayında Ragıp
Gümüşpala’nın ani ölümü ve Süleyman Demirel’in parti liderliğine seçilmesi, AP’nin
muhalefetteki rolünü daha da etkili hale getirmiştir. Nitekim yapılan bütçe görüşmeleri
esnasında AP’nin sürdürmüş olduğu etkili muhalif tavır, İnönü Hükümeti bütçesinin
reddine neden oldu ve bunun üzerine İnönü, 12 Şubat 1965 tarinde başbakanlıktan istifa
etti (Eroğul, 2006: 142-144).
Üç koalisyon hükümeti sonrasında AP’ye ortaya koymuş olduğu siyasi tavır
nedeniyle güven duymaya başlayan ordu, bu kez içinde CHP’nin yer alacağı bir hükümet
formülünü dayatma girişiminde bulunmadı. AP listesinden bağımsız senatör olarak
seçilen Suat Hayri Ürgüplü, Gürsel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. YTP,
CKMP ve MP nin içerisinde olduğu AP koalisyon hükümeti ülkeyi 1965’in Ekim ayında
yapılacak olan genel seçimlere kadar idare etti. 1965 seçimlerin yaklaştığı sırada ülkenin
içinde bulunduğu durum 27 Mayıs öncesinden oldukça farklıydı. 1950’den itibaren CHPDP ikileşmesi üzerinde biçimlenen siyaset sahnesi yerini 1960’ların ikinci yarısından
itibaren ülkede sağ ve solun ideolojik çatışmasına bırakmıştır. Bu durum karşısında
mevcut siyasi partiler kendi saflarındaki yerlerini almıştır. AP bir yandan komünizme
karşı duruşunu açık bir dille ifade ederken diğer taraftan da dinî temalara yer veren
söylemleriyle geleneksel çevrelerin desteğini kazanma noktasında çaba sarf etmekteydi.
[Askerin fikirlerine karşı] diretme arttıkça, ihtilâlin fikri potansiyel gücü de baskısını arttıracaktır. Bu
baskıyı yok etmeyi hedefleyenler, altında ezilecekler. Gayretleri; Türklerin yüz yıllar boyunca çektikleri
çileyi bir süre daha uzatmaktan başka bir şeye yaramayacaktır” (Seyhan, 1966: 204) sözleri de bu düşünceyi
doğrulamakta, 1971 askeri müdahalesi ile 1980 darbesinin fikirsel temellerini oluşturmaktadır.
193
CHP ise eskiden olduğu gibi kentlerdeki aydınlara hitap ederek ortanın solu söylemiyle
destek bulmaya çalışıyordu. CHP, ortanın solu söylemiyle bir yandan sosyal adaletin
temsilcisi olduğu vurgusunu işliyor, diğer yandan da seçmenlerine Türkiye İşçi
Partisi’nden (TİP) farklı olduğunu ortaya koymaya çalışıyordu. Böylece TİP’in
kentlerdeki CHP oylarını bölebileceği ihtimali bir ölçüde zayıflamış oluyordu (Yazıcı,
1997: 101-105).
10 Ekim 1965 yılında gerçekleştirilen seçimler, üçüncü İnönü Koalisyon
Hükümeti’nin koymuş olduğu nispi seçim sisteminin aşırı biçimi olan milli bakiye
sistemine göre yapılmış ve parlamentoya partiler ülke düzeyinde aldıkları oylara göre
temsilci göndermişlerdi152. AP’nin açık zaferiyle sonuçlanan seçimler153 askeri yönetimin
seçmen tercihlerinde etkili olamadığını göstermekteydi. Nitekim 27 Mayıs’tan önce
DP’ye oy verenler bu kez de onun varisi konumundaki AP’yi iktidara taşımışlardı.
Elde edilen bu sonuçlar bir taraftan 1961’de şeklen başlayan sivil yönetime
geçişin tamamlandığını gösterirken, diğer taraftan ordunun parlamentonun üzerindeki
fiili baskısının seçmende karşılık bulmadığını ortaya koymaktaydı. Ordu, 1965
seçimlerinden 12 Mart muhtırasına kadar geçen süre zarfında sivil yönetim üzerinde
1966’da gerçekleşen ve eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın
cumhurbaşkanlığına seçilmesi hariç bir baskı uygulamadı. O kadar ki övündüğü
Atatürkçülük bile bu dönemde ordu tarafından fazla kullanılmadı. Akyaz’a (2009: 182)
göre ordu o dönemde tek tehditi komünizm olarak görmüş, onunla mücadele edilmesi
gerektiğini vurgulamış; ancak Atatürkçülük’ten hiç söz etmemiş, dahası askeri okullarda
özel olarak Atatürkçülük ders olarak dâhi konulmamıştır. Ordunun bu tavrını P. Hughes,
bir generalin kendisine aktardığı şu sözlerle belirtir: “1960 ihtilali’nden hemen sonraki
senelerde Atatürkçülük hakkında fazla bir şey söylenmedi. Bunun sebebi, -tehdit ve
bilhassa soldan gelen tehdit- o zamana kadar fazla büyük görülmemiştir. Onun için
Atatürkçülüğün işlenmesi gerekli görülmedi” (akt. Akyaz, 2009: 184) diyerek ortaya
koymaktadır, ancak kendi içlerinde özellikler genç subaylar arasında inandıkları
27 Mayıs darbesinden sonra, 1961, 1965, 1969, 1973 ve 1977 seçimlerinden sadece 1965 ve 1969
seçimlerinden tek başına iktidar olacak meclis aritmetiği çıkmıştır. Nitekim 1965 seçimleriyle 450 kişilik
TBMM’de, aldığı % 52,87’lik oy oranıyla AP’nin, salt çoğunluk olan 226 rakamını ancak 14 sandalyeyle
geçerek 240 milletvekilliği kazanabildiği düşünüldüğünde, seçim sonuçlarıyla, temsilde adalet
olabildiğince sağlanırken; yönetimde istikrarı sağlayacak güçlü hükümetlerin ortaya çıkmadığı
görülmektedir, bkz. http://www.konrad.org.tr/secim/ayrinti.php?yil_id=5 (03.10.2012).
153
Toplam oyların % 53’ünü alan AP meclisteki sandalyelerin 240’ını kazanarak tek başına iktidar olmayı
başardı. CHP % 26 oyla 134 sandalye kazanabildi. MHP % 6, YTP % 4, TİP % 3 ve son olarak CKMP %
2 oy alarak mecliste temsil edilmeye hak kazandılar (Ahmad, 1977: 224-227).
152
194
reformların devrimci bir düzen değişikliği ile gerçekleştirebileceğini içeren radikal
fikirler hızla yayılmaya başlamıştır.
AP İktidarları
1965 ile 1971 arası AP iktidarları, “çevre” nin tekrar egemen olduğu demokratik
bir tepkiyi gösterirken siyasi ortam bakımından 1960 öncesinden çok farklı bir durum arz
etmektedir. Bu dönemde Türk siyasal yaşamın egemen aktörü olan merkez sağ ile aşırı
milliyetçi kutup ve CHP’den türeyen merkez sol, TSK ile statükonun korunması
temelinde anlaşmıştır (Cizre, 2006: 144). Her şeyden evvel yeni anayasal düzenin
değişmesi ve kuvvetler ayrılığı ilkesi esasına dayanan yeni parlamenter rejim, genişleyen
yasama yetkileriyle hükümet yetkilerini sınırlandırmıştır. Keza hukuk devletinin bir
gereği olan yürütmenin tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi kılınması
suretiyle kanunları ihlal etmesinin önü alınmıştır. Yine yasama tarafından çıkarılan
kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek üzere Anayasa Mahkemesinin kurulması
da hükümetlerin meclis çoğunluğuna dayanarak anayasaya aykırı kanunları çıkarmasını
engellemiş, anayasanın üstünlüğü pekiştirilmiştir (Yazıcı, 1997: 106).
Yeni anayasa ayrıca ülkenin siyasi görünümünü de değiştirmiştir. Çoğulcu
demokrasinin hâkim olduğu bu dönemde sağ ve sol düşünceyi savunan gruplar oluşmuş,
düşünce, basın yayın özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı, dernek,
sendika, toplu sözleşme ve grev haklarını düzenleyen çeşitli hükümlere anayasada yer
verilerek sivil toplumun canlanmasıyla çoğulcu demokrasinin pekişmesine katkı
sağlanmıştır (Yazıcı, 1997: 107). Elde edilen bu haklar ve ülkenin geçirmiş olduğu sosyoekonomik gelişme, yeni sosyal grupların palazlanmasına neden olmuştur. Anayasanın
kendilerine sağladığı haklardan yararlanan bu gruplar, ideolojik farklılıklarını
keskinleştirerek siyasi gerginliğe neden olmuş, üniversite eylemlerindeki tırmanış, basın
tahrikleri154, süren boykotlar, yaşamını kaybeden öğrenciler ve tatil edilen üniversiteler
1970’lere gelindiğinde ülkenin manzarası halini gelmiştir.
Basın yoluyla yapılan tahriklerde YÖN dergisi önemli bir mecradır. Dünyanın sol bir eksende
dönüştürülmesini isteyen dergi sosyalizmi benimsemiş ve bu düşünceye inanan aydınlarla bütünleşmişti.
YÖN Kemalizm’i savunup onun devletçilik ilkesini benimseyerek Türkiye’nin ancak koyu bir devletçilik
anlayışı içinde dışa kapalı bir ekonomi modeliyle kalkınabileceğine inanıyordu. Özellikle 1961-1965
yıllarında etkili olan YÖN katılımcı, parlamenter, çoğulcu ve temsili bir demokrasi anlayışından
uzaklaşarak Kemalist devrimin sosyalizmle harmanlanması anlayışını savunmaya başlamıştır. Bu anlayışın
hâkim kılınması için de aydınlar (devrimi hazırlayanlar), ordu (devrimi gerçekleştirenler) ve üniversite
gençliğinden (devrimi taşıyanlardan) oluşan “zinde kuvvetlerin” etkinliği şarttı (Kahraman, 2010: 215).
154
195
Söz konusu dönemi 1960 öncesinden ayıran bir başka özellik de parti
sistemlerindeki farklılıktır. 1950-60 arasındaki iki parti sistemi, yerini yeni anayasal
düzende uygulanan seçim kanununun nispi temsil sistemine dayanmasıyla çok parti
sisteminin aşırı derecede parçalandığı bir sisteme bırakmıştır155. Siyasi parti sistemindeki
bu parçalanma, 12 Mart ara rejimi sonrasındaki sivil yönetime geçişte parlamento
çoğunluğuna dayanan güçlü iktidarların oluşmasını engellemiştir. Bu ise sonunda,
yoğunlaşan iktisadi ve siyasi meselelerle ülke düzeyinde yaygınlaşan terör ve şiddet
eylemlerine karşı meclisin etkin önlemler almasını engelleyerek ordunun 1980’de
yeniden ülke yönetimine el koymasına zemin hazırlamıştır.
Üzerinde durmamız gereken bir diğer önemli konu, AP iktidarlarının yönetimde
kaldığı süre zarfında ordu ile olan ilişkileridir. İlk yaşanan tecrübe 1966 cumhurbaşkanı
seçimidir. Başta AP ve CHP olmak üzere mecliste çoğunluğu bulunan partiler, 1960
darbesinin etkilerinin hissedildiği bir ortamda aralarında uzlaşmış ve Cevdet Sunay’ı önce
kontenjan senatörü seçip sonra cumhurbaşkanı adayı olarak kabul etmişlerdir. Diğer
muhalefet partileri meclis dışından aday gösterilmesine karşı çıksalar da başta basın, ordu
ve devleti oluşturan diğer kurumların da desteğiyle seçim sükûnetle atlatılmıştır
(Yıldırım, 2010: 104-105). Sunay’ın seçilmesiyle ilgili olarak Demirel bu karara nasıl
vardığını şöyle açıklamaktadır:
“(…) Cumhurbaşkanı adayı arıyoruz. Cumhurbaşkanlığı hep oldum olası asker
menşeli insanlarla gelmiş, Celal Bey dışında ve o zaman ne yapacağız biz? Biz,
barış yapacağız. Barış yaparken o günkü asker nezdinde itibarlı olan kişi Sunay’dı.
Bu üç-dört senelik tatbikatta da mülayim bir duruşu vardı. Biz, Sunay’ı
Cumhurbaşkanı seçme kararı verdik, İsmet Paşa’ya haber gönderdim “Buna razı
olur musun?” dedim, “Olurum.” dedi. Onu Cumhurbaşkanı seçtik, yatıştı ortalık.
Sunay zaten ordunun içerisinde, Millî Birlikçilerin dışında, başka bir grubun da
başkanıydı156.
Sunay’a verilen bu desteğin siyasi partiler açısından bir diğer nedeni de Sunay’ın
sivil-asker ilişkilerinde uzlaşmacı davranacağına dair beklentiydi. Ancak 12 Mart
Mehmet Ali Aybar öncülüğünde kurulan TİP, CHP’nin ortanın solu söylemine tepki koyarak Turhan
Feyzioğlu başkanlığında kurulan Güven Partisi (GP), Demirel yönetimine muhalefet eden bir grup
milletvekilinin başkanlığını Ferruh Bozbeyli’nin yaptığı DP’yi kurması, Necmettin Erbakan başkanlığında
MNP ve Alparslan Türkeş öncülüğünde vücud bulan öncesinde CKMP ve sonrasında Milliyetçi Hareket
Partisi (MHP) adını alan partiler söz konusu parçalanmışlığın somut neticelerini teşkil etmektedir (Hale,
1996: 176).
156
9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak
Hizmetleri
Başkanlığı
[Saat:
14.45–18.55],
bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel
-07.06.2012.pdf (24.06.2014).
155
196
1971’de ordunun yayınlamış olduğu muhtıranın yarı askeri bir dönemi başlatmasında
Sunay’ın beklenildiği gibi önleyici bir tavrı olmadı.
Ordu ile AP arasındaki ilişkinin boyutunu gösteren bir diğer önemli gelişme,
DP’lilerin affı meselesinin gündeme gelmesiyle yaşanmıştır. Önce Celal Bayar serbest
bırakılmış ardından da 1966’da Yassıada’da mahkûm bulunan DP’lilerin affı için genel
bir af kanunu yürürlüğe konulmuştur. Söz konusu kanunla DP’lilerin mahkûmiyetleri son
bulmuş; ancak haklarında verilen siyasi yasaklar uzunca bir süre daha devam etmiştir. Bu
yasakları kaldırmaya yönelik kanun ise CHP’nin desteğiyle 1969’da Meclisten geçmiş;
ancak ordudan gelen açık bir baskı neticesinde kanunun yürürlüğe girmesi engellenmiştir
(Ahmad, 2007: 233-238). Mecliste yaşanan bu tecrübe, Nordlinder tarafından ifade
edilen, askerin veto enstrümanıyla “arabulucu” bir rolle siyaset kurumunu nasıl etkilediği
göstermektedir. Bu af sorununun iki önemli sonucu daha olmuştur. Birincisi, 12 Mart
1971 askeri müdahalesinin, resmen ifade edilmeyen nedenlerinden biri bu af konusu
olacaktır. İkincisi, Celal Bayar'ın da desteğiyle AP bölünecek, Demirel bütçesine kırmızı
oy veren 41 milletvekilinden 26'sı partiden ihraç edilecek ve bazı senatörlerle birlikte
Demokratik Parti’yi (DemP) kuracaktır (Fincancıoğlu, 2000: 46).
AP ile ordu arasında yaşanan asıl kırılma noktası ise 12 Mart 1971’de TSK’nin
dolaylı olarak sivil yönetime müdahalesidir157. 1960’lı yılların sonlarına doğru başlayan
terör ve şiddet eylemlerinin giderek yaygınlaşması karşısında AP hükümeti, huzur ve
sükûneti sağlamaya yönelik gerekli tedbirleri alamamış ve ordu vermiş olduğu muhtıra
ile iktidar ortağı haline gelerek parlamento üzerinde yönlendirici tek güç konumuna
gelmiş, koruyucu tavırını sürdürmüştür. Ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunlar karşısında
bir yandan subaylar kışlalarda toplantılar yaparken diğer yandan da ordu, bazı kesimler
tarafından göreve davet edilmekteydi. Dönemin Başbakanı Demirel bu beklentilere
“TSK’yi idareyi devralmaya davet edenlere şunu sorarız: o zaman yurt savunmasını kim
yapacaktır? TSK’nin Cumhuriyetin ve rejimin bekçiliği ve yurdun iç ve dış tehlikelere
karşı savunulması görevlerini bırakıp memleket idaresini ele alması halinde, bizatihi
korumakla yükümlü oldukları rejim, Cumhuriyet ne hale gelir? Kim bu oyuna gelecek?”
diyerek cevap vermiştir (Birand, Dündar, Çaplı, 1994: 190-191)158.
Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un, Genelkurmay
Başkanı Memduh Tağmaç'a yaklaşmaları sonucu bu grubun 8-9 Mart gecesi yapmayı düşündüğü müdahale
engellenmiş, bunun yerine üç gün sonra bu kez "emir-komuta zinciri" içinde 12 Mart darbesi
gerçekleştirilmiştir.
158
Bkz. (Birand, Dündar, Çaplı, 1994: 190-191).
157
197
12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları tarafından
imzalanan ve öğle haberleri sırasında radyodan okunan "muhtıra" ile Türkiye yeni bir
dönemi girmiş, askerin siyasal sistemdeki etkisini pekiştirmiştir. Genelkurmay Başkanı
ile üç kuvvet komutanının, unvanlarına “Milli Güvenlik Kurulu Üyesi” sıfatını eklemesi
de (Gözübüyük ve Kili, 1985: 204) MGK’nin siyasetteki ağırlığını göstermesi
bakımından oldukça önemli bir ayrıntıdır. Bildiri, bizzat Hava Kuvvetleri Komutanı
Muhsin Batur tarafından kaleme alınmıştır. Metin mevcut şikâyetleri sıralayarak,
parlamento ve hükümetin ülkeyi toplumsal ve ekonomik huzursuzluk içine soktuğunu,
anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmediğini ve Türkiye'nin geleceğinin ağır
bir tehlike içine düşürüldüğünü söylemektedir. Bu durumda TBMM'nin partilernüstü bir
anlayışla ve Atatürkçü bir görüşle gerekli reformları gerçekleştirilmesini zorunlu addeden
muhtıra, yeni bir hükümetin oluşturulmasını da gerekli görmüştür. Bu hususların
gerçekleştirilmemesi halinde kanunların TSK'ye vermiş olduğu "Türkiye Cumhuriyeti’ni
korumak ve kollamak" görevini yerine getirme adına idareye doğrudan doğruya el
konulacağını, muhtıranın son maddesinde, “Silâhlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu
ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır”
şeklindeki iç hizmet kanununa referans verilerek belirtilmiştir. Basın, muhtırayı, son
maddesini öne çıkararak manşetlere taşımıştır: “Ordu Ültimatom Verdi: Hükümet
Çekilsin, Milli Hükümet Kurulmazsa Ordu İdareye El Koyacak”159.
Muhtıranın tam metni şöyleydi:
1. Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi,
kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize
hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve
anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye
Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri'nin bu vahim ortam
hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir
anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek
anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp
kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar
içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri
kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve
kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya
kararlıdır. Bilgilerinize…
159
Bkz. Milliyet, 13.03.1971,
bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYcw_x3D__x3D
_ (24.06.2014).
198
Verilen muhtırayla ordunun, hükümet ve parlamentonun başta terör ve şiddet
olayları olmak üzere iktisadi ve sosyal olaylara karşı çözüm ortaya koyamadığı için meşru
bir zemine dayandığı düşünülebilir. Ancak parlamentonun feshedilmemesi, anayasal
düzenin varlığını koruması, 12 Mart ara rejimini, hukuki yönden açıklamayı
güçleştirmektedir. Nitekim yayınlanan muhtıra ordunun sivil yönetime müdahalesini,
mevcut anayasanın herhangi bir hükmüyle açıklanmasına imkân tanımadığı gibi,
anayasanın “hiçbir kimse veya organın kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini
kullanamayacağını” öngören 4. maddesiyle ve “anayasa hükümlerinin yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayıcı temel hukuk kuralları”
olduğunu öngören 8. maddesiyle de açıkça çelişmektedir (Yazıcı, 1997: 111). Üzerinde
durmamız gereken asıl husus ise muhtıranın ikinci ve üçüncü maddelerinde belirtilen,
ordunun “kurucu” ve “koruyucu” anlayışla Meclis’e partiler üstü bir rol biçmesidir.
Meclis ve onun güvenini alacak hükümetin 1961 Anayasasının öngördüğü reformları
Atatürkçü bir görüş içinde gerçekleştirmeyi, aynı anayasada zikredilen kanunlarını
uygulamayı zaruri görmesidir.
3.2.2- Muhtıra ve Ordunun Tepkisinin Devamı
12 Mart müdahalesi, ordunun doğrudan doğruya yönetime el koymak yerine bir
“muhafız” olarak arka planda durarak gerekli gördüğü uygulamaları, mevcut parlamento
eliyle yürürlüğe koyan, yarı askeri bir darbe olarak tanımlanabilmektedir. İktidarda
bulunan AP hükümetinin artan terör ve şiddet eylemleri karşısındaki başarısızlığı, askeri
ve sivil bürokratların hükümete karşı olan güvensizliği ile bazı radikal subayların 1961
Anayasası’nın öngördüğü reformları yürürlüğe koyma adına yönetime doğrudan
müdahalede bulunarak, uzun süreli bir askeri otoriter rejim kurma isteklerinde olmaları
ve bu isteklerini Bonapartist bir yöntemle 9 Mart’ta denemeye kalkmaları, yapılan
müdahalenin asıl nedenleri arasında sayılmaktadır (Hale, 1996: 185-186). 9 Mart
hadisesi160, alttaki kaynamanın kısa bir müddet sonra hiyerarşiden çıkma ihtimaliyle,
müdahaleci komutanları endişelendiren başlıca meseleydi. 27 Mayıs ve sonrasında
9 Mart hadisesi, sol Kemalizm olarak gelişen ve genel anlamda sosyalist görüşlerden beslenen, YÖN ve
Devrim dergilerinin tahrik ederek meşrulaştırmaya çalışılan, silahlı kuvvet kullanılmasını öngören
bonapartist darbe teşebbüsüdür. İktidara el konulması, bütün partiler ile parlamento kapatılması ve Devrim
Konseyi’nin kurulması planlanmış; ancak bu girişim ordu üst kademesinde yankı bulmamış, komutanlar
içine girilen sol süreci fazla ileri giden bir hareket olarak değerlendirmişlerdi. Onun yerine yüksek rütbeli
subaylar muhafazakâr Kemalist çizginin benimsenmesi ve aynı zamanda kitleselleştirilmesi için fırsat
aramışlardır. Müdahale sonrasında yüzlerce aydının tutuklanması bunu doğrulamaktadır. Bu aynı zamanda
tarihsel bloğun kendi içinde kırılması ve aydınlarla ordunun artık birbirine ters düşmesidir. Ordu bu
dönemde sol ve demokratik modellere tümüyle kapanmış ve o görüşleri savunun kesimle ilişkisini kesmiştir
(Kahraman, 2010: 218-219).
160
199
meydana gelen hiyerarşiden sapmanın sonuçlarını bilen komutanlar durumun vahametini
kavramışlardır. Ya bu kaynama karşısında sessiz durup inisiyatifleri dışında gelişecek bir
darbenin dışında kalarak tasfiye edilecekler ya da sürece müdâhil olarak kendilerinin de
rahatsız oldukları gidişat karşısında daha yumuşak bir geçiş dönemini tatbik edeceklerdi.
Özbudun’a göre müdahale, “merkezi bürokratik elitle seçmen çoğunluğunu kontrol eden
taşra güçleri arasında öteden beri mevcut olan uzlaşmazlığın hâlâ sürdüğünü
göstermektedir” (Özbudun, 1995: 234). Rasim Cinisli ise 12 Mart Muhtırasını 9 Mart
darbe teşebbüsü nedeniyle darbe içinde darbe olarak görerek;
“12 Mart muhtırası siyasete müdahaledir amma sebepleri farklıdır. (...) 9 Mart
olayını son derece açık, nasıl düzene konulduğunu açık açık ifade ediyor Faik
Türün Paşa (...) “komünizmle yönetilen bir devlet şeklinin gündemlerinde
olduğunu, Türkiye’yi 17 Ekim darbesi gibi bir darbeyle yönetmek istediklerini,
bunun birkaç koldan yürüdüğünü, birinci kol, Cemal Madanoğlu 27 Mayıs’ı
yapanlardan bir grup. Daha sonra, acı olan ve benim için de son derece acı olan
şey, ordu kademelerinin en üst kademesine çıkmış Faruk Gürler Paşa gibi, Muhsin
Batur Paşa gibi ordumuzu yönetenlerin böyle bir fikre kapılmış olmaları ve devleti
bir Marksist yönetime doğru götürmeye temayül etmeleri. Genelkurmayda
Marksist anayasa yapılmıştır. Onun kaleminden öğreniyorum ben bunları, Türk
Genelkurmayında”161
şeklinde değerlendirmektedir. Komutanlar tarafından, hiyerarşi dışı bir darbenin
önlenebilmesi için şöyle bir tedbir düşünülmüştür. Doğrudan müdahale yerine sert tonlu
bir muhtıra verilmiş, işbaşındaki hükümet istifaya zorlanarak, tarafsız biri başbakanlığa
getirilecek ve özlenen reformlar peyderpey yapılacaktı. Böylece 9 Mart 1971 günü,
idareyi doğrudan ele almayı hedefleyen genç ekip frenlenerek hem gidişat karşısında
hiçbir şey yapılmadığı yönündeki rahatsızlık giderilecek hem de rahatsızlıkların merkezi
konumundaki hükümete işten el çektirilmiş olacaktır. Bir başka iddiaya göre 9 Mart günü
Org. Batur’un evinde yapılan toplantıda müdahale kararı alınmıştı. Bu toplantıya
Cumhurbaşkanı Sunay katılırken Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç katılmamıştır.
Yüksek Askerî Şura Salonunda yapılan Genişletilmiş Komuta Konseyi toplantısında
müdahale ile muhtıra tartışılmış ve Org. Batur ile Org. Gürler arasında darbeden sonra
kimin Cumhurbaşkanı olacağı konusunda anlaşmazlık çıkması üzerine ittifak
bozulmuştur. Bu iddiaya göre 12 Mart herhangi bir darbe olmaktan öte, 9 Mart cuntasına
karşı girişilmiş bir operasyondur. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Gürler ve Hava
Kuvvetleri Komutanı Org. Batur'un son anda saf değiştirmesi üzerine, 9 Mart 1971'de
Rasim Cinisli’nin 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat:
18.02–19.05], bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/27_mayıs_alt_komisyo
nu/27_mayıs_alt_komisyonu/11.10.2012/Rasim%20Cinisli-11.10.2012.pdf (24.06.2014).
161
200
yapılması planlanan Bonapartist "sol darbe" önlenmiş, ipler tamamen Cumhurbaşkanı
Cevdet Sunay ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın eline geçmiştir (Esin, 2005:
276-278).
Koruyucu bir refleksle verilen muhtıra, askeri seçkinler içindeki çekişmeyi,
rekabeti ortaya çıkarmış, ordunun bir bütünlük içinde hareket etmeyerek çeşitli
fraksiyonlara bölündüğünü göstermiştir.
Genel Kurmay Başkanı Tağmaç, bir şey
yapılacaksa bunun “emir-komuta zinciri” içinde yapılması gerektiğini bildirmiştir.
Parlamentonun devam etmesi gibi durumlar, muhtemelen bu sayede mümkün olmuş, yani
tasarlanan müdahalenin radikalizmi törpülenmiştir (Belge, 2011: 638). Muhtıranın
verilmesinden sonra “dönemin Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu Genelkurmay’a
gelerek ne yapalım diye nabız yoklamış, buna karşılık Genelkurmay’dan hemen istifa
etmeleri gerektiği cevabı verilince” (Batur, 1972: 296) Başbakan Demirel, uzun uğraşlar
sonunda Sunay ile görüşmüş; fakat umduğu desteği alamamış ve muhtırayı demokrasi
anlayışıyla bağdaştıramadığı için istifa etmiştir. CHP'den istifa eden Nihat Erim,
Cumhurbaşkanı tarafından başbakanlığa atanmıştır. Baskı altında bulunan ve muhtıranın
idareye doğrudan el koymaya vesile olmasından çekinen AP ve CHP yeni hükümete
bakan vermeyi ve desteklemeyi kabul etmişlerdir. Nitekim o desteği Demirel;
“Şimdi, geliyor size kumanda heyeti muhtıra veriyor, diyor ki: parlamento ve
hükûmet süregelen tutum ve davranışlarıyla memleketi uçurumun kenarına
getirdiler, Atatürk’ün istediği reformları yapmadılar, anayasanın istediği şeyleri
yapmadılar. En kısa zamanda bu hükümetin gidip yerine güvenilir kişilerden
kurulu bir hükûmet gelmesi. Bu yapılmadığı takdirde İç Hizmet Talimatı’nın
işleyeceği, [söylendi] (…) Şimdi, düşündük taşındık ki Cumhurbaşkanı dedi ki:
‘Beni aştılar’. Nereye gideceğiz? Hükûmet, gelin, kardeşim, bizim yapacağımız bir
şey var: ‘Ey Genelkurmay Başkanı, gel, bizi al buradan’. O zaten almayı kafaya
koymuş (...) Biz dedik ki: ‘Ya, bu Parlamentoyu biz kapattırmayalım. Parlamento
açık dursun, biz burada birtakım işleri gene yaparız’. Benim yaptığım en önemli
hadiselerden birisi o Parlamentoyu kurtarmaktır”162.
9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak
Hizmetleri
Başkanlığı
[Saat:
14.45–18.55],
bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel
-07.06.2012.pdf (24.06.2014). Erkanlı’ya göre Demirel 12 Mart’tan dersler çıkarmış, kendisini yeniden
iktidara hazırlama imkânını elde etmiştir. TSK’nin memleket yönetimindeki ağrlığını anlamıştır. Eğer bir
gün yeniden iktidar olursa Demirel ile 12 Mart’tan önceki Demirel arasında büyük fark olacaktır (Erkanlı,
1972: 365). Erkanlı haklı çıkmış, 28 Şubat’ta Demirel askerle birlikte hareket etmiştir.
162
201
şeklinde dile getirmektedir163. İnönü ise “memleketi boşlukta bırakmağa niyetimiz
yok”164 sözleriyle hükümete hem güvenoyu hem de bakan vermiştir. Siyasilerin bu
yaklaşımları demokrasiye olan inançlarını ortaya koysa da inisiyatifin orduda olduğunu
Erkanlı “halen içinde yaşadığımız dönem bir askeri yönetimdir, başbakanların sivil
olması veya olmaması hiçbir şey değiştirmez” (Erkanlı, 1972: 371) sözleriyle ifade
etmiştir.
Bazı çevrelerce başlangıçta desteklenen 12 Mart Muhtırasına ve yeni hükümetin
kuruluş biçimine, TİP yanında, CHP Genel Sekreteri Ecevit de: “Hükümete katılmama
kararı alınabilseydi bazı şeyler kurtarılabilinirdi” diyerek tepki göstermişti. Nitekim
“Sayın Genel Başkan böyle düşünmüyor. Ona rağmen onunla karşı karşıya partiyi
yönetemem. Ortanın Solu hareketinin ve benim, demokrasi kuralları içinde
yenilemeyeceğimiz anlaşılmıştır. Demokratik kurallar dışına çıkılarak yenilgimiz
sağlanmıştır. Hareket, hükümetten daha çok Ortanın Solu’na karşı (…)"165 sözüyle de
görüş ayrılığını açıkça ifade etmiş ve partisinin Erim hükümetine katılmasını protesto
ederek CHP genel sekreterliğinden istifa etmiştir. Bu olay İnönü ile Ecevit arasındaki
ilişkilerin, bir daha düzelmemek üzere, bozulmasının başlangıcını oluşturacaktır.
Demirel muhtırayı değerlendirirken konumuz açısından ilginç bir tespiti de
gündeme getirmektedir;
“(...) Devrimci-Yol vesaire gibi birtakım cereyanlar var, o cereyanlar ordunun
içerisine girmiş. Bakın, burada çok önemli bir olay var. Bizim demokrasimizde elit,
halkı beğenmiyor. Elit, sistemi de beğenmiyor. Yani daha pratik çözümler arıyor,
yeni metotlar arıyor, yeni şeyler arıyor ve onları sistemden önce koyuyor orta yere.
Şöyle beğenmiyor: Yassıada’da hâkim birisine dedi ki “Otur, otur, cahil oy
çoğunluğunun mümessili!” Halkı beğenmiyor adam. Elit, halkı beğenmiyor. Bizim
demokrasimizdeki sıkıntı o (...) Halk da eliti beğenmiyor, halk da beğenmiyor”166.
Erkanlı’ya (1972: 362) göre Demirel 12 Mart müdahalesini büyük bir olgunlukla karşılamış, fiili bir
müdahaleyi önlemek suretiyle; partisini, kendisini ve bir bakıma demokrasiyi kurtarmıştır… Bu Demirel’in
bir başarısıdır. Eski Başbakan memleketinin gerçeklerini bilen, kaybettiklerini değil, kazanacaklarını
düşünen adamdı.
164
Bkz: Milliyet, 19 Mart 1971 (2. Baskı), bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYcw_x3D__x3D_
(24.06.2014).
165
Bkz: Milliyet, 22.3.1971, s.11, bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYcw_x3D__x3D_
(24.06.2014).
166
9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak
Hizmetleri
Başkanlığı
[Saat:
14.45–18.55],
bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel
-07.06.2012.pdf (24.06.2014).
163
202
Demirel’in bu ifadesi Türk siyasetindeki merkez-çevre ayrışmasını ve seçkinlerle
halk arasındaki çekişmeyi ortaya koyması bakımından oldukça önemli bir tespittir. 12
Mart’la başlayan ve 1973 genel seçimlere kadar devam eden bu ara rejim döneminde dört
defa partiler üstü hükümet kurulmuştur. Bunlardan ilk ikisi Prof. Dr. Nihat Erim diğerleri
ise Ferit Melen ve Naim Talu başkanlığında ve parlamento dışından atanan teknokrat ve
bürokratların da içinde yer almış olduğu hükümetlerdir (Ahmad, 2007: 335-371).
Ordunun bir “hakem rolüyle” bu hükümetlerden beklentisi, terör eylemlerini sona
erdirmeleri, akabinde olayların meydana gelmesinde sorumlu gördükleri anayasa
hükümlerinin değiştirilmesi ve anayasanın öngördüğü reformların bir an önce hayata
geçirilmesidir.
Nitekim
hükümetler
terör
ve
şiddet
eylemlerini,
sıkıyönetim
uygulamalarını hayata geçirerek sona erdirmeyi başarmışlardır. Keza bir diğer beklenti
olan ve aşağıda detaylıca tartışılacak anayasa değişiklikleri de yürürlüğe konulmuştur. 22
Eylül 1971’de 1488 sayılı ve 30 Mart 1973’te 1699 sayılı kanunlarla anayasanın temel
hak ve özgürlüklerini düzenleyen hükümleri önemli ölçüde değiştirilmiştir. Söz konusu
değişikliklerle beraber terör olaylarının artmasında sorumlu tutulan temel hak ve
özgürlükler sınırlandırılmış, yürütme organına verilen yetkiler genişletilerek askeri
otoritenin sahip olduğu yetkiler de arttırılmıştır.
Anayasanın ilgili maddelerinde planlanan düzenlemeler salt 1971 ara rejiminden
kaynaklanmamaktaydı. 1961’deki halk oylamasında hayır oylarının yüksek olması
DP’nin varisi olan AP ve taraftarlarının tepkisiyle karşılandığını göstermekteydi.
Unutulmamalıdır ki verilen tepkinin bir diğer somut göstergesi, anayasayı hazırlayan
KM’de CHP ve CKMP üyelerinin yer almasına karşılık kapatılan DP’nin anayasa
hazırlanma sürecinden dışlanmasıdır. Şüphesiz bu durum, DP taraftarlarının anayasaya
red oyu kullanmalarında etkili olmuş ve anayasa toplumun önemli bir kesimini dışlayarak
toplumun tamamının mutabakatını sağlanmasını engellemiştir. Tüm bunlar anayasanın
yürürlüğe girdiği tarihten başlayarak eleştirilmesine ve özellikle AP iktidarları zamanında
da anayasının değiştirilmesi gerektiği konusunda güçlü bir toplumsal zemin oluşmasına
neden olmuştur.
Yine 1960 sonlarından itibaren başlayan şiddet ve terör eylemlerinin nedenlerinin
mevcut anayasada aranması da çeşitli çevrelerde anayasasının değiştirilmesi gerektiği
anlayışını pekiştirmiştir. Sivil siyasetin anayasaya dair bu değişim talepleri her ne kadar
açık olmasa da askeri kanatta da mevcuttur. Üstelik yapılması planlanan değişiklikler AP
hükümetlerinin öteden beri savunmakta olduğu düşüncelerdi. Fakat bir takım kaynaklar
203
muhtırada açık olarak ifade edilmese de 12 Mart müdahalesiyle anayasanın
değiştirilmesinin hedeflendiğini belirtmiştir. Bu savı güçlendiren en önemli ayrıntı
TSK’nın 12 Mart’ta Meclis ve Senato Başkanlarına vermiş olduğu muhtıradan başka yine
aynı gün dönemin Cumhurbaşkanı Sunay’a farklı bir içeriği olan bir başka muhtıranın
sunulmasıdır (Tanör, 1986: 45-46). Söz konusu metnin önemli bir bölümü mevcut
anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi gerektiğine ayrılmıştır. Ayrıca müdahalenin
yapıldığı akşam, Genelkurmay’da anayasa değişiklikleri üzerinde çalışacak üç kişilik özel
bir çalışma grubunun teşkil edilmesi de TSK’nin anayasanın değiştirilmesi noktasında
güçlü bir eğiliminin olduğunu göstermektedir (Yazıcı, 1997: 117).
Amiral Celal
Eyiceoğlu’nun “12 Mart muhtırasının yürürlükte olduğu unutulmamalıdır (…) İnönü her
zaman olduğu gibi şimdi de memleketi kendisinin idare ettiğini ve dediğinin yapılacağını
zannediyor. Gerekli anayasa değişiklikleri yapılmalıdır” sözleri de TSK’nin bu eğilimini
belgelemektedir. TSK’nin bu konuda bir gayretinin olduğunu doğrulayan bir diğer husus
da dönemin başbakanı Nihat Erim’in “(...) Eğer kumandanların üzerimde bir baskısı söz
konusu ise, bu sadece anayasa değişikliklerinin bir an evvel yapılması, yeni kanun
tasarılarının bir an evvel hazırlanması içindir. Böylelikle bir an evvel kendi asıl işlerine
dönmek istemektedirler” (Cumhuriyet, 7 Haziran 1971, akt. Yazıcı, 1997: 117) şeklindeki
ifadesidir. Bütün bu gelişmeler, ordu vesayetinin sivil siyaseti “muhafız rolüyle” nasıl
etki altına aldığını göstermektedir.
Ordunun anayasa hazırlığı sürecine girdiği farklı kaynaklarda yer alır.
Tümgeneral Celil Gürkan 12 Mart’tan önce Hava Kuvvetlerinde “T.C Devrim
Anayasası” başlıklı 65 maddeden oluşan bir tasarı hazırlandığını belirtmiştir. Keza
Orgeneral Muhsin Batur’un söz konusu tasarıyı 12 Mart’tan sonra “Genelkurmay
Karargâhındaki Anayasa Hazırlama Komisyonu’na başvuru belgesi olarak verdiğini”
(Gürkan, 1986: 226-231) ifade eden sözleri de ordunun yapılması düşünülen anayasa
değişikleri konusunda ne kadar hazırlıklı olduğu göstermektedir. Yine Kenan Evren’in
24 Ekim 1982 tarihinde sarf etmiş olduğu “1961’de meydana getirilen anayasanın 1971
sonlarında Silahlı Kuvvetlerin de temennileriyle gerçekleştirilen; fakat bir takım
oyunlarla tam olarak yapılamayan değişikliklere rağmen bir türlü başarılı olamadığı
görülmüş ve 1961 Anayasası’nın ortadan kaldırılmasına ve yeni bir anayasanın meydana
getirilmesine kesin ihtiyaç hissedilmiştir” (Evren, 1990: 292) sözleri de 12 Mart dönemi
anayasa değişiklikleri üzerinde ordunun ne kadar etkili olduğunu teyid etmektedir.
204
25 ve 27 Mayıs 1972 tarihlerinde yapılan MGK toplantılarında da, anayasa
değişikliği konusundaki belirsizliğin bir an önce sona ermesi için parlamentonun
hükümete destek vermesi gerektiği sonucuna varılmış, Cumhurbaşkanı Sunay’ın da söz
konusu desteğin sağlanmasında aracılık etmesi istenmiştir. Toplantının ardından Sunay,
ordunun parlamentodan beklentilerini, bir yazıyla167 parti liderlerine bildirmiştir (Yazıcı,
1997: 117).
Bütün bu gelişmeler, yani ordunun “arabulucu” bir girişimle sergilemiş olduğu
dayatmacı tavır ve 1961 Anayasası’yla elde edilen çıkış güvenceleriyle siyaseti
yönlendirme çabası, anayasa değişikliklerinin çıkış güvenceleri bağlamında 12 Mart
muhtırasının temel hedefleri arasında yer aldığını kanıtlamaktadır. Yalnız belirtilmesi
gereken asıl ayrıntı, ordunun talep etmiş olduğu bu anayasa değişiklerinin AP’nin öteden
beri dillendirdiği, kişi hak ve hürriyetlerine sınırlama getirilmesi konusundaki değişiklik
talepleriyle örtüşen taraflarının bulunmasıdır. Keza AP ile ordu arasında düşünce
bazındaki bu paralellik, parlamentoda çoğunluğu bulunduran bu partinin değişiklik
tekliflerine olumlu oy vermesini sağlamıştır.
AP’nin tersine CHP’nin söz konusu
değişikliklere sıcak bakmadığı meclis tutanaklarında açıkça görülmektedir. İsmet
İnönü’nün Çankaya Köşkü’nde askerlerin ve cumhurbaşkanının katılmış olduğu
toplantıda anayasa değişklikleri hakkında “bu anayasa silahlı kuvvetlerin eseri mi? Bu
anayasa ve demokrasiye inanıyor musunuz? Eğer böyle ise bu işlere niye karışıyorsunuz.
Bunlar Meclis’e ait işlerdir” (Batur, 1972: 101) ifadesi de bunu doğrulamaktadır. Ne var
ki, muhtıranın 3. maddesinin içermiş olduğu açık darbe tehdidi karşısında CHP, taraftar
olmadığı bu anayasa değişikliklerine sivil yönetime bir an evvel geçme adına olumlu oy
kullanmak durumunda kalmıştır.
Özetle, ordu içindeki mücadelenin ordu hiyerarşisi lehine sonuçlanmasının bir
ürünü olarak ortaya çıkmış olan 12 Mart Muhtırası ile başlayan süreç, sol çevrelere ve
işçi hareketine yönelik baskılar biçiminde kendini göstermiştir. Reform yapma iddiaları,
hızla arka plana düşmüş, 1971 yılının Aralık ayında Başbakan Erim kabinesinde yer alıp
TBMM üyesi olmayan ve tekrokratlardan oluşan reformcu 11 bakanın istifası ile de
tamamen terkedilmiştir. Yine aynı süreç içinde sivil hükümetin hareket alanı ve etkisi
tamamen ortadan kalkmış, siyasal güç yapılmış olan anayasa değişiklikleriyle tümüyle
Sözü geçen yazıda “Anayasada değişiklik yapılması geçici bir süre için, peşin olarak önceden verilecek
bir genel yetki ile hükümetin teçhiz edilmesi ve yasa gücünde kararnameleri Bakanlar Kurulu’nun
yürürlüğe koyulması olanağının yaratılması” (Arcayürek, 1985: 236-265) ifadesine yer verilmiştir.
167
205
ordunun üst kademelerinin eline geçmiş, sivil kontrol anlayışının uzağında pretoryan bir
süreç içerisine girilmiştir.
3.3- 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleri
Anayasa değişiklikleri konusu, 1961-1980 arası dönemde gündemi sürekli meşgul
eden konuların başında gelmiştir. Özellikle 1965 seçimlerine kadar 1961 Anayasası’nın
“meşruluğu”, temel devlet felsefesi ve sosyal adalet anlayışı ya da “Cumhuriyet Senatosu
tabii üyeliği” gibi özellikleri zaman zaman açık ya da kapalı eleştirilere konu olmuştur.
1965 genel seçimlerinden sonra tek başına iktidara gelen AP, 1961 Anayasası’nın
meydana getirmiş olduğu kurumları ve kuralları demokrasi açısından uygulanabilir
görmemekteydi. 1969 genel seçimlerinin arkasından kamuoyundaki eleştirilerin artması,
68 olaylarının Türkiye’deki izdüşümü olan gençlik hareketlerinin Türkiye'deki koşullar
içinde daha yaygın ve sert biçimlere bürünmesi, bütün bu gelişmeler karşısında yetersiz
kalan iktidar sahiplerini, yavaş yavaş anayasaya “kabahat yükleme” yoluna sevketmiştir.
Nitekim Mümtaz Soysal da “bu olup bitenler karşısında daha basiretli bir politika
izlemek, gerektiğinde devlet otoritesini kullanarak sorunlara çözüm getirmek,
hükümetteki sorumluların da düşünmedikleri şeyler değildi; ama 1961 Anayasası,
yürütme organını, daha doğrusu Millet Meclisindeki çoğunluğu öyle etkisiz, öyle güçsüz
duruma getirmişti ki, sorumluların eli kolu bağlanmış (...)
Bu anayasayla devlet
yönetilmez [duruma gelmişti]” (Soysal, 1979: 76) diyerek düşüncelerini ortaya
koymuştur. Başbakan Süleyman Demirel’e göre 1961 Anayasası icrayı güçsüz kıldığı
gibi, "çoklu idare düzeni getirmiş" ki burada 1961 Anayasası’nın 4. maddesi
kastedilmektedir168 ve içerdiği hükümler yüzünden, "memleketi idare edenlerin sayısı
çoğalmıştır” (Demirel, 1972: 114).
1969 seçimlerine giderken AP, yürütmenin güçlendirilmesi ve kanun hükmünde
kararname yetkisiyle donatılması, parlamentonun toplanabilme ve karar alabilmesinin
kolaylaştırılması, halkoylaması usulünün benimsenmesi, özerk kuruluşların yeniden
düzenlenmesi, akademik özgürlüklerin sınırlanması, TRT'nin daha iyi denetlenebilmesi,
yargı ve yürütme ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve savcıların hükümet tarafından
atanması, "komünizm ve anayasa dışı cereyanlarla mücadele" için yeni "propaganda,
telkin ve tahrik" yasakları getirilmesi, özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önlenmesi
1961 Anayasası 4. maddesi: Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini,
anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması hiçbir suretle
belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını anayasadan almayan
bir devlet yetkisi kullanamaz, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm (17.03.2015).
168
206
adına "Anayasa Islahatı" programı hazırlamıştır (Tanör, 2012: 412). Nitekim bu
çalışmalar sonucunda 1961 Anayasası ilk kez, 6 Kasım 1969 tarihinde kesinleşen 1188
sayılı yasa ile milletvekili seçilme yeterliğini düzenleyen anayasanın 68. maddesi
değiştirilmiştir.
12 Mart Müdahalesinin ilk evrelerinde, anayasanın öngördüğü reformların
gerçekleştirilmemiş olması eleştirilmiş169 kısa bir süre sonra muhtıracıların da ülkedeki
bunalımın asıl suçlusunu 1961 Anayasası olarak görmekte oldukları açıklık kazanmıştır.
Başbakan Erim tarafından 1961 Anayasası’nın Türkiye için lüks olduğu biçiminde dile
getirilen bu görüşün temelinde, zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç
tarafından ileri sürülen, sosyal gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçtiği, yani
toplumsal grupların demokratik siyaset yoluyla kendi çıkarlarını gerçekleştirme
mücadelelerinin siyasal düzen bakımından bir tehdit oluşturduğu yolundaki inanç
bulunmaktaydı170. Başbakan Nihat Erim’in yabancı gazetecilere 2 Mayıs 1971’de yapmış
olduğu “Türkiye anayasası birçok Avrupa ülkesinin anayasalarından daha liberal bir
anayasadır. Türkiye böyle bir lüksü kaldıramaz. Anayasa’da değişiklik yapılarak temel
hak ve hürriyetlerin ortadan kaldırılmasını önleyecek hükümler getirilecektir”,
“anayasalar değişmez metinler değildir ve ihtiyaç hâsıl oldukça, tüm dünyada olduğu gibi
Türk anayasasında da değişiklikler yapılabilir” 171 açıklamaları da anayasanın değişmesi
gerektiğinin işareti olarak algılanmıştır. Nitekim AP hükümetlerinin zamanında çok
istediği; ancak elde edemediği bu değişiklikler, 12 Mart ara rejimi sırasında ve farklı
tarihlerde yürürlüğe giren üç ayrı kanunla gerçekleştirilmiştir. Yapılan değişiklikler, 1971
ve 1973 yıllarında olmak üzere iki aşamada tamamlanmıştır. Bu değişikliklerle
anayasanın yaklaşık dörtte birine ilişilmiş ve ayrıca 11 geçici madde getirilmiştir.
On yıllık uygulama dönemi boyunca 1961 Anayasası’na yöneltilen eleştirileri genel çizgileriyle şöyle
özetlenebilir: “a. Anayasa’nın özgürlükler düzeni, ileri Batı toplumlarının uyguladıkları kurallar kopya
edilerek yaratılmıştır. Türk toplumu henüz o özgürlükleri “hazmedebilecek” düzeyde değildir. b. Batı
toplumları bile özgürlüklerin kötüye kullanılmaması için gerekli sınırlamaları benimsedikleri halde, 1961
Anayasası bu bakımdan eksiktir. Özgürlükleri kötüye kullananlar anayasanın getirdiği düzeni bile yıkacak
serbestliğe erişebilmektedirler. c. Yasaların yapılmasında benimsenen mekanizma çok yavaş işlemektedir.
Çağdaş devletin yürütme organında sorumluluk yüklenenlerin daha çabuk ve daha etkin iş görme
olanaklarına sahip olmaları gerekir. d. Yasama ve yürütme üzerinde Anayasa Mahkemesi ve Danıştay
yoluyla kurulmuş olan denetim mekanizması iktidarları iş göremez duruma getirmiştir. e. Özerk kuruluşlar
“devlet içinde devlet” niteliği kazanmışlar ve “devletin temeline dinamit koyacak” görüşlerin oluştuğu
yerler haline gelmişlerdir (Soysal, 1979: 76).
170
Bunalımlı Yıllar 1971-1980, s.127, bkz. http://w2.anadolu.edu.tr/aos/kitap/IOLTP/1269/unite07.pdf
(25.06.2014).
171
Milliyet, 2.5.1972, s.1,
bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/82xxY2UZcThfMDlnj1DV2A_x3D__x3D_
(24.06.2014).
169
207
AP ve DemP’nin başından beri büyük oranda anayasa değişikliği taraftarı olduğu
göz önünde bulundurulacak olursa, CHP’nin de bu sürece katılmaya ikna edilmesi ile
birlikte parlamentonun anayasa değişikliklerine sahip çıktığını söylemek mümkündür.
Sıkıyönetim durumunun yani ordu dahlinin de, bir anlamda daha önce düşünülen; ama
gerçekleştirmeye fırsat bulunamayan değişiklikleri kolaylaştırmış olduğu da gözden
kaçırılmaması gereken bir durumdur. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı
Tağmaç’ın, “ordu olarak sadece reformların yapılmasını istedik” sözleri de ordunun
değişiklik konusundaki tutumunu doğrulamaktadır. Ayrıca 12 Mart Müdahalesi, 1961
Anayasası muhaliflerinin, aralarındaki anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak, anayasa
değişikliği programı çerçevesinde birleşmelerine de yol vermiştir (Tanör, 1986: 53-54).
Sivil ve askeri aktörlerin anayasa değişiklikleri konusunda vardıkları bu uzlaşma farklı
çıkarların ortak bir paydada birleşebileceğini göstermiş, Schiff’in (1995: 7-9) belirtmiş
olduğu ordu ve sivil elitler arasındaki uyuma örnek oluşturmuştur.
3.3.1- Temel Hak ve Özgürlüklerin Kısıtlanmasına Yönelik Değişiklikler
Siyasi partilerin ordunun taleplerini karşılayarak gerekli düzenlemeleri
yapmasında partilerin temel hak ve özgürlükler konularında kısıtlamaya gidilmesine
yönelik değişiklik taleplerinin katkısı olmuştur. Nitekim 1488 ve 1699 sayılı kanunların
getirdiği bu değişiklikler üç grupta toplanmaktadır. Bunlar, Bakanlar Kurulu’na kanun
hükmünde kararname yetkisinin tanınması (m.64), vergi, resim ve harçlar hakkında
değişiklik yapmaya Bakanlar Kurulu’nun yetkili kılınması (m61), üniversite özerkliğinin
zayıflatılması (m.120) ve TRT’nin özerkliğinin kaldırılması (m.121) gibi yürütme
organının yetki alanına giren ve söz konusu yetkileri hükümet lehine genişleten maddeler
ile temel hak ve hürriyetler için gerek genel bir sınırlamanın getirilmesi (m.11) gerekse
de çeşitli hak ve hürriyetlerle ilgili anayasal ve yasal bir takım sınırlama nedenlerinin
arttırılması, devlet memurlarının sendika kurma haklarının ellerinden alınması (m.119),
tabiî yargı yolu ilkesinin yerine kanuni yargı yolu ilkesinin benimsenmesi gibi (m.32)
genelde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına yönelik değişiklikleri
içermektedir.
Yine Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açmak için “TBMM’de
temsilcisi bulunan siyasi partiler” yerine “TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler”
ifadesini kullanmak suretiyle küçük partilerin iptal davası açma hakkından mahrum
bırakılması (m.149), Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini ancak şekil
yönünden denetleyebileceğinin belirtilmesi (m.147) gibi değişiklikler de daha çok yargı
denetimini zayıflatan unsurları içermektedir.
208
Erim, ana haklar ve hürriyetleri belirleyen maddelerde, bunları yok etmek
isteyenlere karşı yeterince koruyucu hükümlerin bulunmadığı kanaatini belirtmektedir.
Alman Anayasası’nın 18’nci maddesine atıf yapan Erim, anayasanın getirdiği özgürlükler
rejimini yıkmak isteyenlerin, anayasanın tanıdığı özgürlüklerden yararlanamayacağı
ilkesini, yapılması düşünülen değişikliklerle ihdas edeceklerini söylemektedir. Bu
noktada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 17’nci maddesi uyarınca hürriyetleri
basamak yapıp, onları yıkmaya çalışmanın yasaklanması prensibinin, böylesi bir
değişikliğe cevaz verdiğinin altını çizmekte, yapılacak değişikliklerle kesinlikle
hürriyetler alanının daraltılmış olmayacağını; asıl yapılmak istenenin mevcut
hürriyetlerden yararlanarak totaliter düzen kurmaya çalışacaklara mâni olunmak
istendiğini belirtmektedir. Alman ve İtalyan Anayasaları’ndan esinlenerek yapılan 1961
Anayasası’nın bir noktada, bu anayasalarda belirtilen hak ve hürriyet teminatının eksik
kaldığını belirten Erim, hürriyetlerden istifade ederek hürriyetleri yıkma imkânını
önleyecek tedbirlerin 1961 Anayasası’nda bulunmayışından yakınmaktadır (Erim, 2007:
269-276).
Konumuz açısından ordunun etkisi ile yürürlüğe girmiş ve anayasanın çok
sayıdaki hükmünü ciddi oranda değiştiren çıkış güvenceleri temelindeki asıl değişiklikler,
22 Eylül 1971 tarihli 1488 sayılı Kanun ve 30 Mart 1973 tarihli 1699 sayılı Kanunla
düzenlenmiştir. Söz konusu değişiklikler asker-sivil ilişkileri bağlamında ele alındığında
askeri otoritenin sivil iktidarlar karşısında önemli ölçüde güçlendiğini göstermektedir. Bu
değişikler yürütme ve yargı erklerinde yapılmıştır.
3.3.2- Yürütme Organına Tanınan Yetkilerin Genişletilmesi
1971 askeri müdahalesinin sonucunda yürütme organına tanınan yetkilerin
genişletilmesi, 1961 Anayasası’nın 111. maddesiyle MGK’yi, 20.09.1971 tarih ve 1488
sayılı Kanunla da Anayasanın Sayıştay yetkilerini düzenleyen 127. maddesi ile Sayıştay’ı
ilgilendirmektedir.
3.3.2.1- Milli Güvenlik Kurulu (MGK)
İlk kez 1961 Anayasası’nın 111. maddesiyle askerler, hükümetin izleyeceği milli
güvenlik politikaları üzerinde, MGK aracılığıyla etkide bulunma olanağı bulmuştur.
Kurulun kararları istişari bir nitelik olarak belirtilmiş olmasına rağmen 111. maddede
yapılan değişiklikler Kurul kararlarının hükümetler üzerindeki bağlayıcı rolünü
güçlendirmiştir (Yazıcı, 1997: 121).
“MGK, Kanunun gösterdiği Bakanlar ile
209
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet temsilcilerinden kuruludur. MGK’ye Cumhurbaşkanı
başkanlık eder; bulunmadığı zaman, bu görevi Başbakan yapar. MGK, milli güvenlik ile
ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere
gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir” diyen 111. maddenin ilk şekli 1488
sayılı Kanunla yapılan değişiklikten sonra “MGK Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve
kanunun gösterdiği Bakanlar ile Kuvvet Komutanlarından kuruludur. MGK’ye
Cumhurbaşkanı başkanlık eder; bulunmadığı zaman, bu görevi Başbakan yapar. MGK,
milli güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında gerekli
temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na tavsiye eder” şeklinde değiştirilmiştir.
İlgili madde TBMM’de okunmuş ve her hangi bir değişiklik önergesi
verilmeyerek 351 oyla kabul edilmiştir172 (28 Ağustos 1971/157. Birleşim). TBMM’de
kabul edilen madde Cumhuriyet Senatosunda muhalefetle karşılaşmıştır. Konu hakkında
söz alan Diyarbakır Senatörü Selâhattin Cizrelioğlu:
“Anayasanın 111’nci maddesindeki, değişiklikle Millî Güvenlik Kurulu,
anayasanın 111’nci maddesi ve Kurulun kendi kuruluş kanununun maksadı dışına
çıkarılarak, istişarî organlıktan tavsiye organı haline getirilmekte ve bu suretle de
siyasetten hoşlanmıyan ordu anayasa ile siyasetin içine itilmektedir (...) Orduyu
tavsiye kurulu durumuna getirmek. Onu daimî olarak siyasetin içinde bulunmakla
karşı karşıya bırakmaktır ki bu hem Atatürk'ün, ordu siyasetin dışındadır, görüşü
ile hem ordunun bu görüşe tamamen uygun olarak ve 27 Mayıs-12 Mart
hareketleriyle de açıkça göstermiş bulunduğu, siyasetten hoşlanmama tutumu ile
hem de demokratik sistem anlayışı ile tezat teşkil eden bir durumdur (...) Bırakılsın,
ordu, yine istişarî bir kurul olarak kalsın. Bu, memleketin iç meselelerinde de
ordunun gerektiğinde ve zamanı geldiğinde görevini yerine getirmesine engel
değildir (...) Anayasanın değiştirilmesi hususunda ordunun bir arzusunun ve bir
isteğinin olacağı tahmin edilemez (...)” 173
diyerek sivil siyaset ve “objektif kontrol” anlayışı çerçevesinde ordunun siyasetin dışında
kalmasını savunduğunu Senato’da dile getirmiştir. Görüldüğü üzere maddenin ilk
fıkrasında yapılan düzenlemede başbakan, Genelkurmay Başkanı, bakanlar ve kuvvet
komutanları şeklinde bir sıraya yer vererek sivil ve askeri hiyerarşi kuralları dikkate
alınmış, sıralamada öncelik sivil üyelere verilmiştir. Değişiklikle ilk halinde kullanılan
“kuvvet temsilcileri” ifadesi yerine “kuvvet komutanları” ifadesine yer verilmesi, Silahlı
Kuvvetlerin kurulda en yüksek düzeyde temsilini sağlamış, Kurul kararlarındaki ağırlığı
artmıştır. Maddede yapılan asıl can alıcı değişiklik, Kurul kararlarının içeriğini ve
TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.397-398, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf (24.06.2014).
173
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.601-602, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014).
172
210
hükümetler üzerindeki etkisini düzenleyen 3. fıkrayla ilgilidir. 1488 sayılı Kanunla
“yardımcılık etme” ifadesi, “tavsiye etme” şeklinde değiştirilmiştir. Bununla kurul
kararlarının hükümetler açısından daha bağlayıcı bir hale geldiği, bu kararların eskiden
olduğu gibi istişari niteliğinin devam ettiği; ancak “tavsiye” ibaresiyle hükümetler
üzerindeki bağlayıcılığının arttırılmış olduğu göz ardı edilmemelidir.
Yapılan bu değişikliğe siyasetçilerin ses çıkarmaması, güvenlik hizmeti açısından
onların bir kurula duydukları ihtiyaçla açıklanabilir. Nitekim Demirel, TBMM Darbeleri
Araştırma Komisyonuna vermiş olduğu ifade de bu yöndedir:
“1971’de tek başına hükümeti bırakmışız, ondan sonraki dönem hep
koalisyonlardır ve koalisyonlarda da biz zor dönemler yaşamışız. Devletin birinci
meselesi, devleti ıslah etmek, düzeltmek değil, birinci meselesi anarşi olmuş,
birinci meselesi terör olmuş, birinci meselesi güncel meseleler olmuş, bizatihi
idarenin kendisi olmuş. Yani koalisyonlar gelmiş, koalisyonlar gitmiş hep bu
olmuş. Üç-dört partiyi bir araya getirip koalisyon kurmuşuz, (...) Yani Millî
Güvenlik Kurulunu hiçbir zaman düşünmedik, yani bunu kaldıralım, yüceltelim,
vesaire çünkü Milli Güvenlik Kurulu ihtilallere karşı alınmış bir tedbir olarak
ortadaydı. Şöyle bir tedbirdi: Yani Türkiye’de bir takım işler cereyan ediyor,
askerin üst kademesi bunu bilsin ve taşın altına elini soksun ve sivil idare bir şey
yapmaya kalktığı zaman buna itiraz etmesin, onu sağlayan bir mekanizma olarak
almışızdır Millî Güvenlik Kurulunu. Onu düzeltmeyi hiç düşünmedik”174
Demirel’in bu sözleri aslında kendi siyaset anlayışıyla çelişen bir durumu ortaya
koymaktadır. Nitekim parlamentonun ve sivil siyasetin yanında yer alan Demirel, bu
tutumuyla sivil seçkinlerin almış oldukları kararlara askeri seçkinlerin de varlıklarıyla
katkıda bulunmasını destekleyerek sistemin pretoryan bir yapıya bürünmesine katkı
sağlamıştır.
Hukukçular da söz konusu değişikliklerin Kurul kararlarının gücünü pekiştirmeyi
amaçladığını; ancak yapılan değişiklikten sonra kurulun istişari niteliğinin devam ettiği
konusunda birleşmektedirler (Yazıcı, 1997: 123). Yapılan değişikliği Soysal, MGK
kararlarına daha fazla ağırlık verilmesi istikametinde yeni bir adım olarak
değerlendirmekle beraber MGK’nin yeri ve yetkilerinin değişmediğini, kurulu hükümetin
ve parlamentonun üzerinde sayacak bir yoruma, anayasanın getirdiği devlet felsefesine
aykırı düşeceği için karşı çıkmaktadır (Soysal, 1979: 272-273). Tanör ise MGK’nin
statüsünde yapılan bu değişikliği küçük fakat anlamlı olarak değerlendirmekte, genel
anlamda MGK, özel olarak da TSK’nin hiyerarşik yapısının takviye edildiğini ve temsil
9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak
Hizmetleri
Başkanlığı
[Saat:
14.45–18.55],
bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel
-07.06.2012.pdf (24.06.2014).
174
211
ağırlığının bir önceki haline göre daha hissedilir olduğunu (Tanör, 1986: 55) ifade
etmektedir. Duran da yapılan değişiklikle ifadesini bulan “tavsiye” ibaresiyle ordunun bir
nevi hükümete direktif verme hakkını elde ettiğini, muhatabının serbestliğini az çok
kısıtladığını dile getirmektedir. Ona göre yapılan bu değişiklikle MGK’nin alması
muhtemel tavsiye kararlarının hukuki değilse de siyasi ve moral etkisinin olduğunu ifade
etmektedir (Duran, 1982: 130).
Nitekim Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un 28 Mart 1970
tarihli MGK toplantısında sarf etmiş olduğu “Kurul’a Genelkurmay Başkanlığı’ndan ve
çeşitli badirelerden geçmiş bir Cumhurbaşkanının başkanlık etmesi, Başbakan dâhil
kabinenin önemli Bakanlarının bulunması ve bilhassa komuta heyetinin de Kurul’da yer
alması, Kurul’dan istişareden ziyade aktif kararlar istenmesinin sebepleridir (…)
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları MGK üyesi sıfatıyla yurt menfaatleriyle
meşguldürler. Onlara itaat edin ve yalnız vazifenizi en iyi şekilde yapmaya çalışın (Batur,
1985: 157,173)” şeklinde emre kadar varabilen sert sözleri bir yandan TSK’nin MGK’ye
icraî bir organ niteliği kazandırma eğiliminin mevcut olduğunu gösterirken, diğer yandan
da sivil siyasetin karar almada askere tabi olması gerektiği anlayışını ortaya koymaktadır.
Gerçekten söz konusu değişiklik, askeri üyelerin ağırlığını arttırmış, sübjektif kontrol
anlayışının egemen olmasını sağlamış ve Kurul kararlarının hükümetler üzerindeki
etkisini pekiştirerek, Kurul’un sivil otoritenin bir parçası değil, aksine askerlerin sivil
otoriteyi kontrol edebilmeleri için donatılmış bir aygıt olduğu vurgulanmak istenmiştir.
3.3.2.2- Sayıştay ve Askeri Yargıtay
1488 sayılı Kanunun, anayasanın yürütmenin mali denetimiyle ilişkili kurumu
olan Sayıştay’ın yetkilerini düzenleyen 127. maddesinde yapmış olduğu değişiklik de
başlangıç bölümünde ifade etmeye çalıştığımız ordunun mahfuz alanını genişleten bir
çıkış güvencesi olarak değerlendirilmektedir. Keza söz konusu madde “Silâhlı Kuvvetler
elinde bulunan Devlet mallarının TBMM adına denetlenmesi usulleri, millî savunma
hizmetlerinin gerektirdiği gizlilik esaslarına uygun olarak kanunla düzenlenir”175 demek
suretiyle TSK’nın denetimini Sayıştay’ın elinden almıştır.
Silahlı Kuvvetler harcamalarının Sayıştay denetimi dışında tutulmasını savunan
Erim, ayrıca askeri mahkemelerde hâkim sıfatını taşımayan muharip subayların askeri
TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.499, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014).
175
212
sahada hizmet görmüş; tecrübe edinmiş olması nedeniyle yargılamanın sıhhatini
güçlendirici bir etken olduğu söylemiştir. Askeri Yargıtay’daki hiyerarşiyi rütbeyi esas
alan bir biçime sokacaklarını ifade eden Erim, askeri yargının sivil yargıdan ayrılmasına
işaret ederek değişiklikler konusunda asker ile uyum içinde olduğunu ortaya koymuştur
(Erim, 2007: 376-377). Tanör ise, söz konusu ilave maddeyi “askeri gücün sivil
denetimden ayrılma isteği” olarak değerlendirmektedir (Tanör, 1986: 55). Özellikle bu
değişiklik, 1971 muhtırasının sebebini teşkil eden 1961 Anayasası’nda temel hak ve
özgürlüklerin geniş tutulmasından kaynaklanan, artan terör ve şiddet olaylarının bertaraf
edilmesi için alınması planlanan önlemlerin çok uzağında bir düzenlemedir. Askeri
otoritenin mahfuz alanını genişleten söz konusu düzenlemeye, sivil iktidarın razı olması
zordur. Ne var ki iktidar, şiddet olaylarını bertaraf etme ve Meclis’in açık kalmasını temin
etme adına ordunun bu talebini de kabul etmek durumunda kalmıştır.
3.3.2.3- Yüksek Askerî Şura
Daha çok Silahlı Kuvvetler personelinin tayin ve terfi işleri konularını görüşmek
üzere kurulmuş olan kurul176 Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı,
Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, Jandarma Genel Komutanı, Donanma
Komutanı ile Silahlı Kuvvetler kadrolarında bulunan orgeneral ve amirallerlerden
oluşmakta ve istişari bir özellik taşımaktadır. Askeri stratejik konseptin tespiti ve
gerektiğinde yeniden gözden geçirilmesi için görüş bildirmek, Silahlı Kuvvetlerin ana
program ve hedefleri ile kendileriyle ilgili önemli görülen kanun, tüzük ve yönetmelik
taslaklarını inceleyip görüş bildirmek, görevleri arasında sayılan hususlardır. Konumuz
açısından kurulun asıl önemli görevi de ilgili kanunun 3. maddesinde ortaya konmuştur.
Buna göre “Başbakan, Genelkurmay Başkanı veya Milli Savunma Bakanı’nın lüzumlu
gördükleri hallerde Silahlı Kuvvetlerle ilgili diğer konular hakkında görüş bildirir”
diyerek kurulun görev alanını genişleten hatta sivil siyasetin görev ve sorumluluk alanına
müdahale etmeyi mümkün kılan bir ifadeye yer verilmiştir177. Yine toplantılarının gizli
yapılması ve yapılan görüşmelerle alınan kararların kamuoyuyla paylaşılmasının
yasaklanması, askeri seçkinlerin kurul üzerindeki ağırlığını ortaya koymaktadır. Kurulun
almış olduğu kararların yargı denetiminin dışında olması da askerin mahfuz alanını
1612 Sayılı Yüksek Askeri Şûranın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile 26.07.1972 tarih ve 14257
sayılı RG’de yayınlanarak kurulan kurul yalnız barış zamanlarından görev yapmak üzere kurulmuştur.
Kurulduğu günden bugüne askeri vesayetin siyaset ve toplum üzerinde devamı konusunda önemli bir katkı
sağlamıştır.
177
Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/14257.pdf (24.03.2016).
176
213
genişleten ve onlara çıkış güvenceleri bağlamında önemli yetkiler veren bir düzenleme
olup hukuk devleti ilkesiyle de çatışmaktadır.
3.3.3- Yargı Denetimini Zayıflatan Değişiklikler
12 Mart ara rejimi döneminde yürürlüğe giren ve TSK’nin mahfuz alanlarını
önemli ölçüde genişleten hükümler, 1488 ve 1699 sayılı Kanunlarla düzenlenmiştir.
Bunlar sırasıyla anayasanın tabiî hâkim ilkesini düzenleyen 32, sıkıyönetimi düzenleyen
124, DGM’leri oluşumunu düzenleyen 136, askeri yargıyı düzenleyen 138 ve Danıştay’ı
düzenleyen 140. maddelerinin değiştirilmesi ve anayasaya geçici 21. maddenin
eklemesiyle askerî yargı, sivil yargı aleyhine önemli ölçüde güçlenmiştir (Yazıcı, 1997:
125).
3.3.3.1- Sıkıyönetim Mahkemeleri
Askerin dolaylı müdahale yönetimi olarak en çok başvurduğu yöntem, iktidara
baskı yaparak sıkıyönetimi ilan ettirmeye çalışmasıdır. Sıkıyönetimin ilan edildiği
yerlerde idare, sıkıyönetim komutanlıklarına dolayısıyla askerin eline geçmektedir.
Türkiye’de 26 yıl gibi uzunca bir süre görülen sıkıyönetim uygulamaları, Cumhuriyet’in
ilanından hemen sonra başlamıştır. Olağan dışı bir yönetim biçimi olan sıkıyönetim,
olağan yönetim biçimleri tarafından çözülemeyen sorunlarla karşılaşıldığı zamanlarda,
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandığı, kimi zaman askıya alındığı bir rejimi uygulamaya
koymaktadır (Yıldırım, 2010: 62-63). Özellikle 12 Mart döneminde uygulamaya geçmiş
olan 1488 ve 1699 sayılı Kanunlar anayasanın tabiî hâkim ilkesi ve tabiî yargı yolunu
düzenleyen 32, sıkıyönetimi düzenleyen 124. maddelerini değiştirmesi ve anayasaya
geçici 21. maddeyi eklemesiyle askeri otoritenin mahfuz alanını genişletmiş, sıkıyönetim
mahkemeleri aracılığıyla askerî otoritenin yargı alanındaki gücü etkili hale gelmiştir
(Yazıcı, 1997: 125).
“Hiç kimse tabiî hâkimden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi tabiî
hâkimden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip
olağanüstü merciler kurulamaz” diyen 32. maddenin ilk hükmü 1488 sayılı Kanunla kenar
başlığı “kanuni yargı yolu” şeklinde değişerek “hiç kimse, kanunen tâbi olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip
olağanüstü merciler kurulamaz” şeklini almıştır.
214
Söz konusu madde Meclis’te görüşülmüş ve maddeye İstanbul milletvekili
Mehmet Ali Aybar tarafından değişiklik teklifi verilmiştir (28 Ağustos 1971/157.
Birleşim). “Hiç kimse, tabiî hâkiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi
tabiî hâkiminden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip
olağanüstü merciler kurulamaz. Herkesin tabiî hâkimi, kanunla, olaydan önce ve hâkim
niteliğindeki ve hâkimlik teminatı olan kişilerden kurulmuş; Devletin yargı görevinin
yerine getirilmesinde, mahkemeler arasındaki yetki ve görev taksimatında normal yeri
bulunan bağımsız mahkemelerdir” diyen teklif, komisyon tarafından kabul edilmemiş,
metin yukarıda görülen ilk haliyle oylanarak kabul edilmiştir. Maddenin kabul
edilmesinden sonra tekrar söz alan Aybar:
“Yürürlükteki anayasamızın 32’nci maddesi, tabiî yargı yolunu özellikle önermiş
ve tanzim etmiştir. Yakın tarihimizde, tabiî yargının anayasa teminatı altında
olmamasının acı tecrübeleri görülmüştür de onun için tabiî yargı yolu anayasa
hükmü olarak tedvin edilmiştir. Şimdi, bundan geri dönüyoruz. Denilecek ki, bütün
mahkemeler zaten kanunla kurulur, binaenaleyh “kanuni yargı yolu” demekte
yadırganacak bir şey yoktur. Sayın milletvekilleri: Sıkıyönetim, mahkemeleri, tabiî
yargı mercii değil. Olağanüstü yargıdır (…) Sıkıyönetim mahkemesinin baktığı
suçlara, ya sivil adliyenin ağır cezası, asliye cezası filân bakar yahut da askerî
mahkeme bakar, (…) Sıkıyönetim, olağanüstü bir hale karşı olağanüstü bir yönetim
tarzı ihdas etmektir.178
diyerek maddeye karşı olduğunun gerekçelerini sıralamıştır179.
Değişikliğin asıl gerekçesi 13.05.1971’de yürürlüğe girmiş olan 1402 sayılı
Sıkıyönetim Kanunu’nun 11. ve 13. maddelerinde180 yer alan düzenlemelerin anayasanın
32. maddesinin öngörmüş olduğu tabiî hâkim ilkesi ile açık bir şekilde çelişmesidir
(Yazıcı, 1997: 126). Nitekim 1402 sayılı Kanunun 11. maddesi “sıkıyönetim bölgelerinde
(…) Milli Savunma Bakanlığınca lüzum görülen yerlerde yeteri kadar askerî mahkeme
kurulur. Bunlar bulundukları yerin Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi olarak adlandırılır”
şeklinde bir yargıya hükmetmektedir.
Aynı kanunun 13. maddesi ise “Sıkıyönetim Mahkemeleri sıkıyönetim ilan edilen
bölgelerde sıkıyönetim ilanına neden olan olaylara ilişkin sonuçları, sıkıyönetim
ilanından en çok üç ay önce işlenmiş olmak şartıyla yargılayabilir” hükmüne yer
TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.334-336, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf (24.06.2014).
179
Söz konusu madde 29.09.1971 tarihinde Cumhuriyet Senatosu’nun 116’ncı birleşiminde de kabul
edilmiştir, bkz. Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.586,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014).
180
Bkz.http://www.uhdigm.adalet.gov.tr/uhamer/Ter%C3%B6rle%20M%C3%BCcadeleye%20%C4%B0l
i%C5%9Fkin%20Ulusal%20Mevzuat/1402%20Say%C4%B1l%C4%B1%20S%C4%B1k%C4%B1y%C3
%B6netim%20Kanunu.pdf (20.6.2014).
178
215
vermektedir. Sıkıyönetim Kanunu’nun bu hükümleri, anayasanın 32. maddesi ile teminat
altına alınan tabiî hâkim ilkesi ile açık bir şekilde çelişmektedir. Yani 1488 sayılı
Kanunla yapılmış olan ve “tabiî hâkim ilkesi” ve “tabiî yargı yolu” ifadelerinin “kanuni
hâkim” ve “kanuni yargı yolu” olarak değişmesi (Yazıcı, 1997: 126-127), sıkıyönetim
mahkemelerinin sahip olmuş olduğu yargı yetkisinin anayasaya aykırılık sorununu
ortadan kaldırmış, mahkemeler anayasaya uygun kuruluşlara dönüştürülmüştür. Söz
konusu değişiklikle sıkıyönetim mahkemelerinde sivil kişilerin yargılanmasının önü
açılmıştır. Bu ise aslında sivil mahkemelere ait olması gereken alanı, askeri mahkemelere
açmak suretiyle genel olarak askeri gücü, sivil otorite karşısında güçlendirmektedir.
Üzerinde durulması gereken bir başka husus da 1699 sayılı Kanunun anayasaya
eklemiş olduğu geçici 21. maddesidir. Söz konusu madde “sıkıyönetimin kaldırıldığı
tarihte sıkıyönetim mahkemelerinde görülmekte bulunan davalar sonuçlandırıncaya
kadar bu mahkemelerin görev ve yetkileri devam eder. Kamu davası açılmamış dosyalar
ile duruşmanın tatiline karar verilmiş davalar durumlarına, niteliklerine ve kanun
hükümlerine göre görevli ve yetkili mercilere verilir” demek suretiyle, sıkıyönetim
mahkemelerinin yetkilerinin sıkıyönetimin sona ermesinden sonra da devam etmesi
sağlanmıştır (Yazıcı, 1997: 127-128). Bu geçici madde de tıpkı 32. maddede yapılan
değişiklik gibi gerçekte sivil mahkemelere ait olması gereken bir alanı, askeri yargıyı
yetkilendirerek açmayı hedeflemekte ve mahkemelerin yetkisi geleceğe doğru
genişletmektedir.
Bu madde hakkında iki değişiklik önergesi verilmiştir. Konu hakkında TBMM’de
söz alan Aybar:
“Sıkıyönetim kaldırıldıktan sonra, sıkıyönetim mahkemelerinin ellerindeki
davaları sonuçlandırıncaya kadar vazifeye, göreve devam etmelerini öneren bu
madde, anayasamızın açık metnine aykırı bir maddedir (…) Çünkü sıkıyönetim
mahkemeleri normal kuruluşlar değil, bunlar ancak olsa olsa sıkıyönetimin devamı
süresince varlıkları kabul edilebilecek müesseselerdir. Mesnedi kalmaz bu
mahkemelerin. Sıkıyönetim bitti dediğiniz gün, bu mahkemeler mesnetsizdir, bu
itibarla da bu mahkemeler göreve devam eder demek de hukuka ters düşen ve
dolayısiyle anayasamıza ters düşen bir mahiyet, bir nitelik taşır.181
demiş; ancak komisyon Aybar’ın önerisine yine katılmayarak değişiklik teklifini
reddetmiştir (15 Şubat 1973/58. Birleşim). Aynı madde hakkında bir diğer değişiklik
önergesi Kırıkkkale Milletvekili Mehmet Atagün’den gelmiştir. “Sıkıyönetimin
TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.643, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014).
181
216
kaldırıldığı
tarihte
Sıkıyönetim
Mahkemelerinde
görülmekte
bulunan
davalar
sonuçlandırılıncaya kadar bu mahkemelerin görev ve yetkileri devam eder. Kamu davası
açılmamış dosyalar ile duruşmaların tatiline karar verilmiş davalar durumlarına,
niteliklerine ve kanun hükümlerine göre görevli ve yetkili mercilere verilir”182 şeklinde
hazırlanmış olan önerge bu defa komisyon tarafından kabul edilerek genel kurulda 312
kabul oyuyla yasalaşmıştır. Benzer tartışmalar Cumhuriyet Senatosu’nda da yaşanmış
ancak önerge bir değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir183.
Askerî yargı alanını genişleten bir başka anayasa değişiklik, 1488 sayılı Kanunun
sıkıyönetim ilanını gerektiren halleri düzenleyen 124. maddesine yeni ibareler ekleyerek
söz konusu nedenleri genişletmesidir. Maddenin değişiklikten önceki ilk metni “savaş
hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması ya da vatan ve
Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma olduğunu gösterir kesin belirtilerin
meydana çıkması” şeklindeyken, 22 Eylül 1971’de değişiklikle, bunlara “ülkenin ve
milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren veya temel hak hürriyetleri
ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri” ifadelerini eklenerek, madde
genişletilmiş ve sıkıyönetimin ilanı kolaylaşmıştır. Sivil makamlara ait olması gereken
kolluk ve yargı yetkileri sıkıyönetim ilanıyla beraber askeri makamlara devredildiğinde,
sıkıyönetime geçişlerin kolaylaşması, askerin sivil yönetimlere güven duymadığını ortaya
koyan, “sübjektif kontrol” modelini yansıtan bir gelişme olarak görülmüş ve bu da askeri
yargının sivil yargı karşısında güçlenmesini beraberinde getirmiştir.
Konuyla ilgili 124. maddenin müzakerelerinde184 yine Mehmet Ali Aybar son
fıkra için “Sıkıyönetim veya savaş halinde hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin
TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.644, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014).
183
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.302, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014).
184
Savaş 'hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya vatan ve
Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli (bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin (bölünmezliğini içten veya
dıştan tehlikeye düşüren veya anayasanın tanıdığı hür demokratik düzeni veya temel hak ve hürriyetleri
ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri hakkında kesin (belirtilerin ortaya çıkması sebebiyle
Bakanlar Kurulu, süresi iki ayı aşmamak üzere, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde Sıkıyönetim ilân
edebilir ve bunu hemen, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onamasına sunar. [Meclis, gerekli gördüğü
zaman, sıkıyönetim süresini kısaltabileceği gibi, tamamıyla de kaldırabilir. Meclisler toplanık değilse,
(hemen toplantıya çağrılır. Sıkıyönetimin her defasında iki ayı aşmamak üzere uzatılması, 'Türkiye 'Büyük
Millet Meclisinin kararına bağlıdır). Bu kararlar Meclislerin Birleşik toplantısında alınır. Sıkıyönetim veya
genel olarak savaş halinde, hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, hürriyetlerin
nasıl kayıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya savaşı 'gerektirecek bir durumun baş göstermesi
halinde vatandaşlar için konulabilecek yükümler kanunla gösterilir, bkz: TBMM Tutanak Dergisi,
(29.08.1971),
158’nci
Birleşim,
Cilt:
17,s.496497,bkz.http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf
(24.06.2014).
182
217
nasıl yürütüleceği, özlerine dokunmadan temel hak ve hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı,
savaş ve savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi halinde vatandaşlar için
konabilecek yükümler anayasanın ruhuna ve sözüne uygun olarak kanunla düzenlenir”
şeklinde değişiklik önergesi vermiştir. Önergenin ardından söz alan Aybar, sıkıyönetim
süresinin bir aydan iki aya çıkarılmasını gerekli görmediğini, demokratik haklara saygılı
olunması gerektiğini, sıkıyönetimin ilanı için mevcut önergenin dört185 hal dışında bir
takım yeni haller düşündüğünü; ama bunların da zaten metin içinde yer almasından dolayı
ilgili hallere gerek olmadığını beyan etmiştir. Ancak Aybar’ın değişiklik önergesi
komisyon tarafından kabul edilmemiştir. Senato’da da ele alınan bu madde186 hakkında
aleyhte bir tavır konulmamıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken asıl husus, sıkıyönetim ilanı yetkisinin bakanlar
kuruluna ait olmasıdır. O nedenle sıkıyönetim ilanıyla ordunun iktidar ortağı haline
gelmesinde son söz sivil makamlara aittir. Ancak ordunun önemli bir çıkış güvencesi
kurumu olan MGK aracılığıyla hükümete sıkıyönetim ilan etmesi noktasında telkinde
bulunması, askerin de resmi olmasa da geri planda “muhafız rolüyle” bu süreçte etkili
olduğu kanısını kuvvetlendirmektedir.
3.3.3.2- Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)
Askerin mahfuz alanı DGM’lerle de genişletilmiştir187 (Kanun No: 1699, m.
136/2) Buna göre:
“Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri
anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devlet
güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri
kurulur. Ancak, sıkıyönetim ve savaş haline ilişkin hükümler saklıdır. Devlet
Güvenlik Mahkemesi’nde bir başkan, dört asıl ve iki yedek üye ile bir savcı ve
yeteri kadar savcı yardımcısı bulunur (…) Devlet Güvenlik Mahkemesi başkanlığı,
üyeliği, yedek üyeliği, savcılığı ve savcı yardımcılığı atamalarında Bakanlar
Kurulunca her boş yer için bir misli aday gösterilir. Bu adaylar arasından Devlet
Güvenlik Mahkemesi hâkimlerinin atanması Yüksek Hâkimler Kurulunca, savcı
ve yardımcılarının atanmaları Yüksek Savcılar Kurulunca, askeri hâkimlerden üye,
yedek üye ve savcı yardımcılarının atanmaları ise özel yasaların da gösterdiği usule
göre yapılır (…) Devlet Güvenlik Mahkemeleri kararlarının temyiz mercii
Bunlar; savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması, vatan ve
Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın, ülkenin ve milletin bölünmezliği halleridir, bkz:
TBMM
Tutanak
Dergisi,
(29.08.1971),
158’nci
Birleşim,
Cilt:
17,
s.497,
bkz.http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014).
186
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.607, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014).
187
Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (20.06.2014).
185
218
Yargıtay’da yalnız bu mahkemelerin kararlarına bakmak üzere kurulacak daire
veya daireler; Genel Kurul ise, Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kuruludur”188.
DGM’lerinin kuruluşunu esas alan madde ile aynı gün görüşülmüştür (geçici 21.
madde). Konu hakkında söz alan Aybar;
“Bu değişiklik teklifiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne ve 1961 demokratik anayasamıza
yeni bir müessese eklenmek isteniyor. Bu, siyasî nitelikte olan bir mahkemenin
kurulmasına taallûk eden bir teklif maddesidir (...) Siyasî mahkeme, baktığı iş
niteliği itibariyle siyasî ise siyasî mahkeme olur bir, hâkimlerinin savcılarının
seçimi eğer bağımsız bir mahkeme teminatının gerektirdiği usullere göre
yapılmayıp da, icranın eline bırakılmışsa siyasî nitelikte olur, iki (...)
Demokrasilerde siyasî nitelikte fiiller için ihtisas mahkemeleri kurulamaz (…)
Devleti yıkmaya teşebbüs eden, bunun için silâhlı birtakım ayaklanmalara teşebbüs
etmiş olan kimseler dünyanın her yerinde, bütün demokrasilerinde suç işlemişlerdir
bunlar hakkında takibat yapılır, fakat teminatlı sivil mahkemelerde davaları görülür
(...) Siyasî suçlara bakan özel bir mahkeme demokrasilerde kurulamaz. Nitekim
Fransa hariç bir tane misal gösteremezsiniz (...) Demokraside bu olmaz. Bir de
ayrıca kuruluş biçimi itibariyle karşısındayım. Bunları Hükümet kuracak. Hükümet
mahkeme kurdu mu, anayasamızın yargı yetkisiyle yürütme görevi arasındaki
kesin ayırımı da ortadan kalkacak ve bağımsız mahkemelerin yargıcı böylece
Hükümetin kontrolü altıma verilmiş olacak”189
diyerek teklife karşı çıkmış, yapılan değişikliklerin demokratik düzeni sarstığını işaret
etmiştir. Aybar’ın çıkışına Anayasa Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Cevdet
Akçalı:
“Kanunen daha önceden hangi işlere bakacağı bilinmeyen ve hâkimlerin meslekten
olma şartı aranmayan ve sadece bir makamın arzusu ve isteği üzerine kurulan
mahkemelere siyasî mahkemeler denir. DGM’lerde bu nitelik yoktur. Bu
mahkeme, anayasamızın 32’nci maddesindeki hükme uygun olarak kurulmaktadır.
Kanunîdir ve teminatlı hâkimler tarafından teşkil edilmektedir. Mahkemenin
bakacağı suçların siyasî suçlar olması kriteri, bir mahkemenin siyasî mahkeme
olduğu sonucunu doğurmaz”190
diyerek cevap vermiştir. Maddeye verilen bir önergeyle “ancak, sıkıyönetim ve savaş
haline ilişkin hükümler saklıdır”191 hükmü de komisyon görüşmelerinde eklenmiştir.
Madde Cumhuriyet Senatosu’nda da ele alınmıştır. Kars Senatörü Sırrı Atalay:
“Devletin korunması, anarşinin önlenmesi için ciddî tedbirler alınmasından
yanayız (...) Türkiye’nin geleceğini tehdit eden anarşik bütün olaylar ve bütün
eylemler önlenebilir ve bu mümkündür (…) Getirilen değişiklikte; yani anayasa
teklifinde, yürütme gücü yargı gücünü etkisi altına alabilecektir, dilediği kadar
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (01.03.1973), 39’uncu Birleşim, s.112,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010039.pdf (24.06.2014).
189
TBMM Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.634-636,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014).
190
TBMM Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.637,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014).
191
TBMM Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.637,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014).
188
bkz.
bkz.
bkz.
bkz.
219
güvenlik mahkemeleri kurabilecektir ve bu mahkemelerin hâkimlerini yürütme
organı kendi seçecektir. Mevcut anayasa siyasal düzeninde ise, kurumlar
muvazenesi ve kuvvetler ayrılığının yumuşak prensibi içerisinde, yürütmenin
siyasal anayasa düzeni içerisinde bu yetkisi mevcut değildir. Önemli değişiklik
burada yapılmaktadır; yani anayasanın siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal temel
düzenini tamamen ortadan kaldıracak bir değişiklikle karşı karşıyayız (...) Şimdi,
136. maddede yapılacak bu değişiklikleri yarın siyasî bir iktidarın tâyin edeceği
hâkimlerin tatbik edeceği ve hangi suçlar için kurulacağı belli olmayan bu
mahkemelere kimlerin gideceği ve yarın ileride bundan kimlerin şikâyet edeceğini
şimdiden kestirmek mümkün değildir (…) Objektif kaideleri bulmaya mecburuz
ve bütün bir dünyanın âdil sistemleri içerisinde kalmaya mecburuz. İhtisas
mahkemeleri kuralım. Gerçekten Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163.
maddelerini işletebilecek; bölücülük, anarşi ve aşırı cereyanları önleyecek ihtisas
mahkemeleri kuralım, ama bu mahkemelerin hâkimleri mutlak bir şekilde, siyasî
iktidarın dudakları arasında değil; kendilerini seçecek kurulların emrinde ve
onların elinde olsun (…) Hürriyetçi demokraside bunu istemekten daha tabi bir şey
var mıdır? (...) ”192
diyerek maddenin içeriğiyle alakalı çekincelerini ifade etmiştir. Akabinde söz alan Adalet
Bakanı Artvin Milletvekili Fehmi Alparslan:
“(…) Türkiye'nin içinde bulunduğu ortam, bir devlet güvenlik mevzuunu karşımıza
çıkardığı içindir ki, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulmasını, yüce
Parlâmentoda değerini bulsun diye siyasî parti liderlerinin takdirine götürdük (…)
Bu maddeyi sevkederken Devleti düşünmüşüzdür; partileri değil (...) [bu
mahkemeler] Fransa'da kurulmuştu Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Fransa'da
bunun hâkimi asker kişidir (…) Yani doğrudan doğruya subaydır, generaldir.
Fransa, Türkiye'den daha az demokratik bir ülke değildir. Fransa, hukuka saygı
bakımından herhalde geri bir ülke olarak da mütalâa edilmez, ama Fransa'yı
uçurumun kenarına kadar sürükleyen sebep, bizi de 12 Mart’a getiren sebebin
aynıdır. De Gaulle gibi bir akıllı zat çıkmıştır ve Fransa'yı o uçurumun kenarından
uzaklaştırmıştır ve işte bir tedbir olarak da Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni
getirmiştir. Tekrar ediyorum; Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulması
Türkiye'nin kaderi bakımından. Devletin güvenliği bakımından zarurî görüldüğü
için arz ve teklif edilmiş bulunmaktadır.”193
diyerek kurulacak olan DGM’lerin bir eksiklikliği gidereceğini, Fransa örneği üzerinden
meşrulaştırmaktadır. Tartışmalar sonucunda madde 19 red oyuna karşılık verilen 130
kabul oyuyla Senato’da kabul edilmiştir194.
Bu eklemeyle DGM’ler askeri yargının güçlenmesine katkı sağlamıştır. Keskin,
Türkiye’de DGM oluşumunda Fransa’nın Beşinci Cumhuriyet ortamının siyasal
çalkantılar ve Cezayir sorununun ortamında kurulan DGM (La Cour de Surete dê de
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.277-279, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014).
193
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.285-290, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014).
194
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.307, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014).
192
220
I’Etat) modelinden esinlenildiğini belirtmiştir (Keskin, 1987: 2-4). Bu mahkemelerin üye
profili, “bir başkan, dört asil ve iki yedek üye ile bir savcı ve yeteri kadar savcı
yardımcısı” olarak düzenlenmiştir. Başkan, iki asil ve bir yedek üye ile savcının birinci
sınıfa ayrılmış hâkim, Cumhuriyet Savcıları arasından; iki asil ve bir yedek üyenin birinci
sınıf askerî hâkimler arasından; savcı yardımcılarının, Cumhuriyet Savcıları ve askerî
hâkimler arasından atanacağını hükme bağlanmıştır. Söz konusu bu düzenleme ile
DGM’lerin kurulması, askerî idareye yargı alanında her zaman için etkin olma olanağı
yaratmıştır. Yarı askerî nitelik taşıyan DGM’ler ayrıca sıkıyönetim mahkemeleri gibi
dönemsel değil, olağan dönemlerde görev yapan sürekli mahkemeler olarak anılan,
nitelikli suçlara ilişkin davalara bakmak üzere Ankara, Diyarbakır, Erzincan, İstanbul,
İzmir, Kayseri, Konya ve Malatya il merkezlerinde ve bu illerin adlarıyla anılacak
biçimde kurulmuşlardır. Bu mahkemelerin kurulmasına neden olan anayasa
değişikliklerinin temelinde, ordunun sıkıyönetim dönemleri dışında da yargı alanında söz
sahibi olma isteği yatmaktadır. Kunter, DGM’leri sıkıyönetim mahkemelerine oranla
daha "ileri bir adım" olmakla birlikte "demokratik düzenlerin normal zamanlarının
anormal mahkemeleri değildirler” şeklinde ele almaktadır (Kunter, 1989: 181). Nitekim
Arcayürek’in belirtmiş olduğu üzere Orgeneral Faruk Gürler’in Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’ndan Genelkurmay Başkanlığına atanmasının üzerinden bir ay geçtikten
sonra Eylül 1972’de dönemin Başbakanı Ferit Melen’e yazmış olduğu resmi yazıda
ordunun yargı alanında etkin olma isteğini;
“DGM’lerin kurulmasına duyulan ihtiyaç çok yönlüdür (...) Sıkıyönetim hizmetleri
Silahlı Kuvvetlerin önemli bir bölümünü asıl görev ve fonksiyonlarının gereği gibi
yerine getirmelerine engel olmaktadır (...) Sorunun çözüm yolu sık sık
sıkıyönetime (...) başvurulmaması biçiminde olabilir (...) İşte DGM’lerin
kurulması normal düzende devlet otoritesinin sürat ve etkinlikle kurulmasına ve
korunmasına yardımcı olabileceği inancını telkin ettiği içindir ki benimsenmiştir.
O nedenle bu inancın anayasa ile güvence altına alınmasına gereksinim
duyulmaktadır. Örneğin sivil ve asker yargıçlardan oluşacak bu mahkemenin ayrı
bir yargı yöntemi uygulaması, sıkıyönetim hallerinde Sıkıyönetim Komutanlığı
veya askerî mahkemelerle görev ve yetki uyuşmazlıklarına düşmeyecek biçimde
görev ve yetkilerinin belli edilmesi, sıkıyönetim dönemi sonlarında Sıkıyönetim
Askerî Mahkemelerinin dosyalarını devir [alması önemlidir] (...)” (Arcayürek,
1985: 414-416)
şeklinde ifade etmektedir. Yine aynı konuda 1970’lerin ikinci yarısında Ecevit’in istifası
sonrasında kurulan VI. Demirel hükümeti de programına DGM’lerin kurulması
maddesini eklemiştir. Maddenin eklenmesinde, 15 Temmuz 1980 tarihli MGK
toplantısında DGM’lerin bir an önce kurulmasına dair alınan karar büyük rol
221
oynamıştır.195 CHP anayasada yargı organlarının dengesinin bozulacağı endişesi ile söz
konusu yapıya karşı çıkmış, DGM yerine ihtisas mahkemelerinin kurulması önerisini
AP’ye sunmuştur. Ancak Demirel’in önce anayasa değişikliğini istemesi bu öneriyi
tıkamıştır.
Parti programının Senato’da görüşülmesi sırasında Demirel, DGM’lerin
“demokratik otoritenin” sağlanması için bir zorunluluk olduğundan söz etmiştir.196
TBMM’de DGM’lerin kurulmasına karşı CHP sert muhalefet etmiştir. AP ise bu
mahkemenin kurulması noktasında ısrarlı bir tutum sergilemiştir. MBK üyeleri ise AP’yi
desteklemiştir. Bu tasarruf, asker kökenli bu grubun şiddetin önlenmesi ve devlet
otoritesinin sürat ve etkinlikle kurulmasına ve korunmasına yardımcı olmak adına sert
önlemler alma isteğinin bir göstergesidir.
DGM’ler konusunda üzerinde durulması gereken bir başka önemli husus da bu
mahkemelerde görev alacak hâkim ve savcıların atanmasında takip edilecek yol ve
yöntemle ilgilidir. Nitekim ilgili madde “DGM Başkanlığı, üyeliği, yedek üyeliği,
savcılığı ve savcı yardımcılığı atamalarında Bakanlar Kurulunca her boş yer için bir misli
aday gösterilir. Bu adaylar arasından DGM hâkimlerinin atanması Yüksek Hâkimler
Kurulunca, savcı ve yardımcılarının atanmaları Yüksek Savcılar Kurulunca, askerî
hâkimlerden üye, yedek üye ve savcı yardımcılarının atamaları ise özel kanunlarında
gösterilen usullere göre yapılır” (m.136/4) hükmüne yer vererek, aday göstermede
Bakanlar Kurulu’nu yetkili kılması hâkimlerin atanmasındaki genel teamülden sapmış
olduğunu göstermektedir (Özbudun, 1995: 24). Bu da anayasanın güvence altına almış
olduğu, yargı bağımsızlığını zayıflatmaktadır.
Özetle, yürütme gücünün yargı gücünü etkisi altına alabilecek bu düzenleme,
evrensel demokrasinin ilkesi olan kuvvetler ayrılığıyla çelişmekte ve bağımsız
mahkemelere siyaset aracılığıyla içinde askeri üyelerin de yer aldığı alternatif bir kurum
oluşturmaktadır. Tamamen güvenlik gerekçesiyle, normal düzende devlet otoritesinin
sürat ve etkinlikle kurulmasına ve korunmasına yardımcı olmak maksadıyla yapılan bu
düzenlemede ordu, DGM yoluyla sivil yargıda söz sahibi olmuştur.
195
Milliyet, 16.7.1980, s.1, bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/wKF66_x2F_Fkc5ZZCLFg0sU7sQ_x3D__x3D_
(24.06.2014).
196
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (23.11.1979), 8’inci Birleşim, s.198, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t19/c044/cs__19044008.pdf (24.06.2014).
222
3.3.3.3- Askerî Yüksek İdare Mahkemesi
Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin kurulması da ordunun mahfuz alanını
güçlendiren önemli bir gelişmedir. Anayasanın Danıştay kurumunu düzenleyen 140.
maddesine eklenen “Asker kişilerle ilgili idari eylem ve işlemlerin yargı denetimi Askerî
Yüksek İdare Mahkemesinin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, başkan ve üyelerinin
nitelikleri ve atanmaları, disiplin ve özlük işleri; hâkimlik teminatı ve askerlik
hizmetlerinin gereklerine göre, kanunla düzenlenir” fıkrası söz konusu yargı organının
kurulmasını sağlamış ve daha önceden Danıştay’ın görev ve sorumluluğunda olan asker
kişilerle ilgili idari işlem ve eylemlerin denetimi, Askerî Yüksek İdari Mahkemesine
bırakılmıştır (Yazıcı, 1997: 132). Burada asker kişiler ile ilgili idarî davaların
Danıştay’dan alınarak Askerî Yargıtay’da kurulacak özel dairede görüleceğine dair
öneriden vazgeçilerek, ayrı bir Askerî Yüksek İdare Mahkemesi kurulması yolu tercih
edilmiştir. Bu değişikliğin sebebi ise: “Adlî kaza ile idarî kazanın bünyesinden doğan
farklılık” (Gözübüyük, 2005: 50) olarak açıklanmıştır. Asker kişilerle ilgili davaların
Danıştay’ın görevi dışında bırakılmasının gerekçesi ise Askerî Yüksek İdare Mahkemesi
Kanunu’nun gerekçesinde açıklanmış ve kısaca “Danıştay’ın askerlerin özlük işlerini
sivil idareye paralel bir açıdan ele almasının, silâhlı kuvvetlerin hizmet gereklerine ters
düştüğü”197 şeklinde ifade edilmiştir (Gözübüyük, 2005: 49-57). Müzakerelerde madde
hakkında söz alan Maraş Milletvekili İbrahim Öztürk:
“Maddenin son fıkrasında; “Asker kişilerle ilgili idari dâvalar Askerî Yargıtay’da
kurulacak özel idarede [Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde] görülür”
denilmektedir. “Askerî Yargıtay” terimine bilhassa dikkatinizi çekmek isterim. Bu
fıkra kanaatimizce bizim hukuk ve idare sistemimize uymamaktadır. Çünkü bizim
sistemimizde bir adlî yargı, bir de idari yargı vardır (…) Askerî Yargıtay gibi
hukukî nitelik itibariyle tamamen bir adlî kaza merciinde rüyet edilmesi, bizim
sistemimize aykırıdır. Askerî işlemlerin özelliğini, ihtisası gerektiren niteliğini,
kabul ediyoruz. Gerçekten bu işlemlerin bir özel mercide incelenmesi lâzımdır.
Ancak bu, Danıştay’da kurulacak özel bir daire marifetiyle olmalıdır. Hattâ bu
daireye seçilecek üyelerin meslek ve ihtisas niteliği de tesbit edilebilir. Fakat ne
olursa olsun, askerî tasarrufların rüyet mercii, bir adlî yargı organı olan Askerî
Yargıtay [da kurulması düşünülen Askeri Yüksek İdare Mahkemesi] olmamalıdır.
Hattâ Danıştay dışında bir Askerî Danıştay’ı dâhi düşünmek mümkündür”,
“Yüksek Askeri Şura’ca generalliğe veya bir üst rütbe generalliğe yükseltilmeyenler veya emekli
edilenler, Danıştay’a müracaatla general oluyorlar veya emeklilikleri iptal ediliyordu. Orduda “Danıştay
Paşası” adı ile yeni bir grup oluşuyordu” bu haliyle Danıştay orduya karşı bir kurum olarak çalışmakta
TSK’nin düzenini bozmaktadır (Batur, 1972: 179).
197
223
diyerek ilgili değişikliğe karşı olduğunu belirtmiştir198. Fakat verilen değişiklik önerisi
komisyon tarafından kabul edilmeyerek yasalaşmıştır. Söz konusu uygulama iki önemli
hukuki sonucu beraberinde getirmektedir. Bunlardan ilki askeri gücün yargı alanında
sahip olduğu mahfuz alanın genişlemesi, diğeri 140. maddenin son fıkrasına eklenen
“Askerî Yüksek İdari Mahkemesinin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, başkan ve
üyelerinin nitelikleri ile atanmaları, disiplin ve özlük işleri; hâkimlik teminatı ve askerlik
hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir” ifadesiyle bu mahkemenin yapacağı
yargı denetimine, “askeri hizmetlerin gereği” gibi hukuki olmayan ve yargı makamının
takdir yetkisini arttıran bir unsurun eklenmiş olmasıdır. Oysa asıl olan hukuka uygunluk
denetimidir. Askerî Yüksek İdare Mahkemesine verilen bu takdir yetkisiyle hukuka
uygunluk denetiminden uzaklaşılmış, idarenin yargı denetimi zayıflamıştır (Yazıcı, 1997:
133).
Sonuç olarak 12 Mart muhtırası ve sonrasında askerlerin inisiyatifiyle çıkış
güvenceleri özelinde alınan kararlar, merkezi bürokratik elitle seçmen çoğunluğunu
kontrol eden çevre arasında öteden beri mevcut olan uzlaşmazlığın hâlâ sürdüğünü
göstermektedir. Batur’un “ayakların baş olduğu memleketin idaresinde bunlar mı söz
sahibi olacak” (1972: 76) dediği çevre temsilcilerinin sergilemiş olduğu başarısız
yönetim, “çıkış güvenceleri” anlamında şekillendirilen siyasi kurumlarla kontrol altında
tutmaya çalışan koruyucu seçkinlere müdahalede bulunma seçeneğini açmıştır. Yapılan
müdahale ile siyasi iktidar alaşağı edilmiş, gerçekleştirilen anayasa değişikleriyle asker,
çıkış güvenceleri bağlamında ilave kazanımlar elde etmiştir. Ancak demokrasinin daha
sağlıklı bir şekilde işlemesi adına koruyucu bir refleksle yapılan müdahale olumlu sonuç
vermemiş, ülke yeni bir askeri darbenin eşiğine gelmiştir.
3.4- 1980 Öncesi Siyasal Hayat
Türkiye 1971 askeri muhtırasından sonra yeni bir döneme girmiştir. Bu yeni
dönem “Silahlı Kuvvetlerin anayasa yapmanın, yani kurucu iktidar olmanın ötesine geçip
kurumlaştırıcı, yani yasa koyucu iktidar haline dönüştüğü bir dönemdir” (Bayramoğlu,
2006: 82). Asker, direkt müdahaleden demokrasiye sekte vurmamak adına kaçınmış olsa
da yapılan yasal düzenlemelerle hem kendisini daha özerk bir konuma çekmiş hem de
siyasal özgürlükleri sınırlamaktan kaçınmamıştır. 12 Mart yarı askeri rejimi yürütmenin
güçlendirildiği, yargı bağımsızlığının sınırlandırıldığı, temel hak ve hürriyetlerin
Bkz: TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.502-505, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014).
198
224
sınırlandırılmasının kolaylaştığı ve en önemlisi askerin ilave çıkış güvenceleri almasıyla
sonuçlanan anayasa değişiklikleri ve hemen akabinde yapılan 1973 genel seçimleriyle199
sona erdi.
Seçime giren hiçbir parti tek başına iktidar olmayı başaramadı. Bunun en önemli
nedeni sağda AP dışında DemP ve Milli Selamet Partisi (MSP) gibi alternatif partilerin
yer almasıydı. Seçim sonuçları ve elde edilen sandalye sayıları, AP ve CHP gibi büyük
partilerin koalisyon oluşturmasını gerekli kılmaktaydı. Gerçekten de bu iki partinin
anlaşmaları halinde kurulacak hükümet her iki mecliste de sağlam bir çoğunluğa sahip
olacak ve ülkeyi istikrarlı bir şekilde yöneterek, var olan sorunların üstesinden gelmesine
yardımcı olacaktı. Nitekim bu anlaşmanın nasıl bir sonuç doğuracağı, 1973
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisini göstermiştir. Ordu tarafından milletçe sevilen
ve sayılan, tarafsız, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı birisinin seçilmesi gerektiği
düşüncesinin vurgulandığı bu seçimde (Akyaz, 2009: 184) siyasilerin göstermiş oldukları
tavır, aralarında çok fazla bir problemin olmadığını da ortaya koymuş, Fahri Korutürk
cumhurbaşkanı seçilmiştir. Ne var ki rejimi koruma adına meşru ve kalıcı bir yönetim
modeli hedef alınsa da seçimlerden çıkan tablo hiç de iç açıcı olmamıştır. Meclis
aritmetiği bir koalisyonu gerekli görmüş; ancak 1950’den beri iktidar olmak için
birbirlerine karşı yarışan bu iki siyasi görüş, 1973 seçimlerinde de böyle bir koalisyonda
yer almaya gönüllü olmamışlardır. Her iki partinin liderleri birbirlerini ülkenin en önemli
sorunu görmüş ve bu siyasi ortam küçük uç partilere hizmet eder hale gelmiştir. Nitekim
tek başına iktidar olma şansı bulunmayan Milliyetçi Hareket Paritisi (MHP) ve MSP, var
olan sağ-sol çatışmasından yararlanıp oylarını arttırmış ve iktidarda yer alabilmek için
pazarlık ve şantaj seçeneklerini de kullanarak iktidar olmanın hesaplarını yapmıştır.
Siyaseten parçalanmış bu yapı, hükümeti ve meclisi hareket edemez durumda bırakmıştır.
Uzunca bir süre devam eden hükümet kurma çabaları Cumhurbaşkanı
Korutürk’ün sırayla görevlendirdiği Ecevit ve Demirel’in girişimlerine rağmen sonuçsuz
kalmış, bunalıma neden olmuştu. Bu süreçten bir an önce kurtulma arzusunda olan
Korutürk, siyasilere Milli Mutabakat Hükümeti kurulması önerisinde bulundu. Öneriye
göre partiler üstü bir Başbakan’ın kuracağı kabinede CHP 9, AP 7, MSP ve DemP 2 ve
son olarak Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) 1 bakanla temsil edilecekti. Kurulması
Oyların ve partilerin kazanmış olduğu sandalye dağılımı: CHP % 33.3, 185 sandalye; AP %29.8, 149
sandalye; DP % 11.9, 45 sandalye; MSP %11.8, 48 sandalye; CGP %5.3, 13 sandalye; MHP %3.4,3
sandalye; TBP %1.1, 1 sandalye, bkz. (Özbudun, 1995a: 231).
199
225
düşünülen bu hükümetin asıl görevi erken genel seçimlerine kadar ülkeyi yönetmekti.
Cumhurbaşkanı tarafından söz konusu hükümeti kurmakla görevlendirilen Naim
Talu’nun çabaları, partilerin bu modeli kabul etmemeleri nedeniyle sonuçsuz kalmış ve
Talu, hükümeti kuramayacağını 10 Ocak’ta yapmış olduğu bir açıklamayla kamuoyuna
bildirmiştir (Ahmad, 2007: 383-388).
Bu açıklamadan sonra Ecevit bir kez daha hükümeti kurma görevini almış ve
nihayet 7 Şubat 1974’te CHP-MSP koalisyonunun kurulmasıyla uzun süren hükümet
bunalımı sona ermiştir. Fakat “aydınların, bürokratların, öğrencilerin, işçilerin ve diğer
çalışanların desteğine dayanan sosyal demokrat CHP ile küçük esnaf, zanaatkâr ve
tüccarların çıkarlarını bir araya getiren, İslami değerlerin savunucusu MSP arasındaki
hükümet ortaklığının uzun sürmesi güçtü” (Yazıcı, 1997: 142). Nitekim ikili arasındaki
ilk bunalım 1974 yılında yürürlüğe giren genel af kanunun kapsamıyla ortaya çıkmıştır.
Af kanununun yürürlüğe girmesi, 12 Mart müdahalesinden sonra tutuklanan ve hüküm
giyen sol eylemcilerin de serbest bırakılmasına neden olacağı için sadece koalisyon
ortakları arasında değil, hükümetin silahlı kuvvetlerle olan ilişkilerinde de probleme
neden oldu (Evren, 1990: 167). İkili arasındaki asıl bunalım ise Kıbrıs Barış Harekâtı’nda
kendini gösterdi. Harekât sonucunda elde edilen başarı Ecevit ve CHP’nin kamuoyu
desteğini güçlendirmiş, bu ise aynı başarıyı kendisine mâl etmek isteyen MSP’nin
tepkisine yol açmıştır. Başarının sahiplenilmesindeki bu kargaşa, Ecevit’in erken seçim
isteğiyle 18 Eylül’de istifa etmesiyle doruk noktasına ulaşmış ve CHP-MSP koalisyonu
sona ermiştir (Hale, 1996: 216-219).
Bu istifadan sonra CHP-AP koalisyonu bir kez daha zorlanmış; ama bir sonuç elde
edilememiştir. Ardından Korutürk, kontenjan senatörü Sadi Irmak’ı hükümet kurmakla
görevlendirmiş ve bu hükümet güvenoyu alamamasına rağmen mevcut siyasi tıkanıklık
gereği 31 Mart 1975’e kadar görevde kalmıştır (Hale, 1996: 220). Arkasından Demirel
tarafından AP’den 16, MSP’den 8, CGP’den 4 ve MHP’den 2 bakanın yer aldığı ve 9
bağımsız milletvekilinin desteğini alan ilk Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuştur. 1977
seçimlerine kadar iş başında kalan bu hükümet de beklenilen başarıyı yakalayamamış,
ülkenin şartları gün geçtikçe daha da ağırlaşmıştır. 5 Haziran 1977 yılında gerçekleştirilen
226
genel seçimlerde Meclis kompozisyonu değişmemiş, partilerin hiç biri tek başına iktidar
olabilecek çoğunluğu elde edememiştir200.
Bu meclis tablosu ülkeyi sağlam ve istikrarlı hükümetlere en çok ihtiyaç
duyulduğu bir dönemde kısa süren azınlık ve koalisyon hükümetleriyle karşı karşıya
getirdi. İlk teşebbüs azınlık hükümeti formülü ile Ecevit tarafından denenmiş; fakat bu
çaba güvenoyu alamadan sonuçsuz kalmıştı. Ardından AP, MSP ve MHP ile birlikte
1977’de ikinci Milliyetçi Cephe Hükümetini kurdu. Ülkenin var olan sorunlarına çözüm
olamayan bu koalisyon hükümeti de kuruluşundan birkaç ay geçtikten sonra yapılan 1977
yerel seçimlerinden AP’nin başarısızlıkla çıkmasının ve hemen arkasından 12
milletvekilinin Güneş Motel olayı olarak tarihe geçen ve bir bakanlık karşılığında
partilerinden istifa etmesi neticesinde dağıldı. Demirel’in istifasından sonra hükümet
kurma görevini tekrar alan Ecevit, DemP ve CGP ile bir azınlık hükümeti kurmuş; ancak
sağ ve sol grupların arasında yaşanan çatışmalar, terör ve şiddet olaylarının
yaygınlaşması, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrılıklarının201 palazlanması, Ecevit hükümetini
çaresiz bırakmış, sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetim ilanına rağmen gerek şiddet
olaylarının sona ermemesi gerekse muhalefetin yoğun eleştirileri karşısında Ecevit,
komutanların İstanbul’da yapılacak 1 Mayıs gösterilerini yasaklayan kararına katılmak
zorunda kaldı. Ecevit’in bu tutumu radikal gruplarla sendikaların Ecevit’e vermiş olduğu
desteğin sona ermesine neden oldu. Ecevit 14 Ekim 1979 yılında yapılan milletvekili ara
seçimi ve kısmi Senato seçimlerinde partisinin oy kaybetmesi nedeniyle istifa etti
(Özbudun, 1995a: 231-235).
Ecevit’in istifası üzerine bir kez daha hükümeti kurmakla görevlendirilen
Demirel, iş çevreleri ve Silahlı Kuvvetlerin AP-CHP koalisyonu kurulması yönündeki
açık desteklerine rağmen azınlık hükümeti kurmayı tercih etti. MHP ve MSP’nin
dışarıdan destek verdiği bu hükümet bir anlamda Milliyetçi Cephe hükümetlerinin
devamı niteliğindeydi. Demirel hükümetinin göreve başlamasından kısa bir süre sonra 21
Aralık 1979’da İstanbul’da dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in
başkanlığında yapılan toplantıda asker insiyatif almış ve ülkenin içinde bulunduğu siyasi
Bu seçimlerde CHP %41.4oyla 213 sandalye; AP %36,9 oyla 189 sandalye; MSP %8,6 oyla 24 sandalye;
MHP %6,4 oyla 16 sandalye; CGP %1,9 oyla 3 sandalye ve son olarak DemP %1,9 oyla 1 sandalye elde
etmişlerdi (Ahmad, 2008: 169-170).
201
18/19 Nisan 1978’de Malatya’da, Eylül 1978’de Sivas’ta, Ekim 1978’de Bingöl’de Aleviler ve Sünniler
arasından ortaya çıkan çatışmalar çok sayıda kişinin ölümü ve yaralanmasıyla sonuçlanmış,
Kahramanmaraş olaylarında 100 kişinin ölmesi ve bir o kadar kişinin de yaralanması neticesinde Ecevit
hükümeti 25 Aralık 1978’de 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek zorunda kalmıştır (Üskül, 1997: 191-192).
200
227
şartlar değerlendirilerek askeri bir müdahalenin gerekli olup olmadığı, bir müdahale
gerekiyorsa bunun ne zaman ve hangi koşullarda yapılacağı tartışılmıştı. Toplantıda
Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koymasından önce siyasilere son bir fırsat verilmesine
karar verilmiş ve bu amaçla Meclis’teki iki büyük partinin lideri Demirel ve Ecevit’i
birlikte hükümet kurmaya teşvik edeceği ümit edilen bir mektup hazırlanmıştı (Birand,
1985: 132-136). Siyasi tarihimize “Uyarı Mektubu” olarak geçen ve 27 Aralık 1979
tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e Başbakan ve öteki siyasi parti liderlerine
iletilmek üzere verilen, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı
Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı
Tahsin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’un imzalarını taşıyan ve
ordunun “koruyucu” ve “muhafız” bir rolle tutum ve davranışlarını kamuoyuyla paylaşma
amacını güden mektup, 12 Eylül’e giden süreçte önemli bir kilometre taşını
oluşturmaktadır. Ülkede yaşanan siyasal gerginlik, şiddet olayları ve toplumsal bunalım
ile ilgili olarak TSK’nin görüşünü içeren bu mektup, bir takdim yazısı ekinde
Cumhurbaşkanı’na teslim edilmiştir (Yazıcı, 1997: 147). Mektupta şu açıklamalar yer
almıştır:
“Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal
ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı
milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için; Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke
yönetiminde etkili ve sorumlu anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri
göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahramanmaraş olaylarınn
yıldönümünde henüz ilk ve orta-öğretim çağındaki evlatlarımızın örgütlü
eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade
edilmektedir. Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak İstiklal
Marşımız yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine,
demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa
ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır. İktidar olan siyasi partilerin
bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek
kişilerle doldurması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu
hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve
bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine; polis,
öğretmen ve diğer birçok kuruluşların birbirine düşman kamplara
ayrılmalarına neden olmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri; ülkemizin siyasi,
ekonomik ve sosyal sorunlarına bir çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke
bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı
gruplara tavizler veren ve kısır siyasi çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını
sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir. Bölgemizdeki gelişmeler
Ortadoğu'da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İçte anarşist ve
bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar. Ülkede
birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi
için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin Yüce Meclislerimizde en kısa zamanda
kararlaştırılması bugünkü ortam içinde hayati bir önem taşımaktadır. Diğer yandan
Meclislerin açılışından bir buçuk ay sonra komisyonların ancak teşkil edilebilmesi
ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konuların müzakere için bugüne kadar müşterek
228
bir gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir. Atatürk milliyetçiliğinden
alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez
bir bütün halinde milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın; iç barış ve huzurun
sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu
bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar diğer siyasi partilerimizin
de görevleri arasındadır. Türk Silahlı Kuvvetleri; İç Hizmet Yasası ile kendisine
verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları
karşısında siyasi partilerimizin bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak,
anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek
anarşi, terör ve bölücülük gibi Devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere
karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu
yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir” (Evren, 1990: 330-332).
Aslında bu mektubun bir hazırlık çalışması sürecinin sonunda “koruyucu” ve
“muhafız” bir anlayışla kaleme alındığı, Temmuz 1979’dan itibaren ordu içerisinde bu
yöndeki çalışmaların başlatıldığından anlaşılmaktadır. Genelkurmay Başkanı Kenan
Evren’in kuvvet komutanlarıyla yaptığı görüşme sonrasında Genelkurmay 2. Başkanı
Haydar Saltık başkanlığında bir çalışma grubu oluşturulmuş, askeri müdahaleye ilişkin
hazırlık çalışmaları bu grup tarafından sürdürülmüştür. Yine bununla bağlantılı olarak,
pek çok kaynakta askerlerin darbe yapma fikrini 12 Eylül 1980’den önce, işte bu çalışma
grubunun oluşturulmasıyla paralel olarak Temmuz 1979 gibi erken bir tarihte
oluşturdukları belirtilmektedir. Ordunun bu tavrı aslında “geçmişten gelen bir damara”
işaret etmektedir. Ordu her siyasi krizde söz alarak korumacı bir anlayışla, sistemin
bekasını sağlamak için siyasete müdahale etmekten geri durmamıştır. Verilen bu uyarı
mektubu bir yandan ordunun kararlaştırmış olduğu bir müdahalenin gerekçesini teşkil
ederken, diğer yandan da müdahalenin meşruiyeti için bir hazırlık oluşturmuştur.
3.5- 12 Eylül Askeri Darbesi
Darbe öncesinde genel durumuna bakıldığında, halkın huzursuzluğu en üst
seviyeye ulaşmış, can ve mal güvenliği ortadan kalkmış, yasa dışı terör örgütlerinin
eylemlerinin önlenemediği, toplumsal barışın yok olduğu, vatandaşların Devlete olan
güven duygularının azaldığı, temel tüketim mallarının piyasada bulunamadığı bir ortam
hâkim olmuştur.
Her ne kadar Silahlı Kuvvetlerin siyasi alana dönük bu bu çıkış bir müdahale
imâsını akla getirmiş olsa da Demirel bu sava katılmamaktadır. Ona göre darbe
söylentileri duyulmakla birlikte, dönemin havasının daha dikkatli bir gözle incelenmesi
gerekir. Ne siyasi seçkinler arasında ne de basında darbe geliyor düşüncesi en azından
27 Mayıs ve 12 Mart ile kıyaslandığında çok yüksek değildir. Hissedilen şey umutsuzluk,
kanıksama, bezginlik ve “ne olacaksa olsun” halidir. Aslında temel sorun vizyon ve
229
öngörü sahibi güçlü siyasal kadroların 1970’ler Türkiye’sinde olmamasıdır (Demirel,
1998: 393-394).
Aslında durum hiç de Demirel’in ifade ettiği gibi değildi. Süreç içinde artan
rahatsızlık özellikle 1979’un sonlarından itibaren siyaset cephesinde de askerlerin
demokrasi dışı bir müdahalede bulunma ihtimali dillendirilmeye başlamıştı. En azından
bu yönde bir kanaat oluşmuştu. Buna bir örnek oluşturması bakımından muhalefet lideri
Ecevit’in İstanbul’da 6 Eylül 1980 günü Petrol-İş Sendikası Genel Kurulunda yaptığı
konuşmada yer alan şu ifadeler dikkat çekmektedir: “Siyasi partiler, politikacılar sahada.
Ama işçilerin de aralarında bulunduğu halk, tribünlerde. Sahada kavga, dövüş var. Bu bir
gün çirkin bir oyuna dönüşür. Biri çıkar, ‘oyun bitti’ der ve düdük çalar, demokrasi de
son bulur.”202
12 Eylül müdahalesi askerin 1960 darbesinden farklı olarak bir bütünlük içinde
haraket ettiğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Uyarı mektubunun
imzalandığı sırada Evren, bu uyarıdan umutlu olmadığını Kuvvet Komutanlarına “bu
mektubun bir yarar sağlayacağı inancı içerisinde değilim. Göreceksiniz hiç bir şey
değişmeyecektir. Ama biz bu görevimizi yerine getirelim ki, ileride tarih bizi bu yönde
tenkit etmesin” (Evren, 1990: 330) diyerek ifade etmiştir. Nitekim Evren haklı çıkmış,
siyasi partiler özellikle AP ve CHP, Silahlı Kuvvetlerin açık uyarısına ve ısrarlı talebine
rağmen sağlam bir hükümet kurmayı başaramamışlar (Karpat, 2007: 274), dahası ülke
sorunlarına çözüm üretmek bir yana Fahri Korutürk’ün görev süresinin sona erdiği 6
Nisan 1980’den 12 Eylül müdahalesine kadar geçen uzun süre zarfında, yeni
cumhurbaşkanını seçmekte dahi başarı sağlayamamışlardır.
12 Eylül öncesi dönemde askerlerin bir başka talebi de AP ve CHP’nin işbirliği
yaparak ülke sorunlarının çözümü için birlikte hareket etmelerini istemesi olmuştur.
Arcayürek, daha önce çeşitli şekillerde dile getirilen bu talebin 14 Ekim 1979 ara
seçimlerinden sonra gündeme gelmediğini, bunun da askerlerin yeni bir süreç içine
girerek yönetime el koymaya karar verdiklerini gösterdiğini belirtmektedir. Arcayürek,
yıllar sonra Ecevit’in kendisine “Eğer biz CHP-AP hükümetini kurabilseydik,
cumhurbaşkanını seçebilseydik müdahale gelmeyebilirdi” dediğini aktarmakta, bu
görüşün 14 Ekim’e kadar olan dönem için geçerli olduğunu, oysa daha sonrası için
ordudan iki partinin ortak hükümeti yönünde bir talep gelmediğini, bu nedenle artık
202
Bkz. http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=179 (26.08.2014).
230
müdahaleye doğru gidildiğini söylemektedir. Arcayürek’e göre “müdahale aşama aşama
gelecekti. Önce uyarı mektubu gelecek, ardından 12 Eylül. Kararlaştırılan müdahale
durmayacaktı. Nedenlerin biri kapansa diğeri ağır basacaktı” (Arcayürek, 1985: 296298).
Aslında iki büyük parti arasındaki fark, bir koalisyon kurmaya engel olacak kadar
büyük değildi. Bu iki partinin desteği üzerine kurulan bir hükümet devam eden siyasal
şiddetle etkili; ama tarafsız bir şekilde mücadele edecek, siyasal kutuplaşmanın önüne
geçecek ve kamu bürokrasinin tarafsızlığını onarabilecek kadar güçlü olabilecekti. Fakat
bunda başarılı olunamamıştır. Ecevit, o günlerden bahsederken “AP-CHP koalisyonu
kurulmuş ve Cumhurbaşkanı seçilmiş olsaydı ülke askeri darbeden kurtulabilirdi”
(Özbudun, 2007: 45) fikrini yinelemiştir. Demirel ise bazı sorunların tabiatı gereği,
uzlaşmaya müsait olmadığını, uzlaşamadıkları için de siyasi liderleri sorumlu tutup
suçlamanın yanlış olacağını belirtmiştir. İki lider de 1966 ve 1973 yıllarında gerçekleşen
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaptıkları iş birliğinden başarılı çıkmış; ancak aynı
başarıyı koalisyon kurmada gösterememişlerdir.
Eylül 1979’a gelindiğinde belli çevrelerde darbe yapılacağına dair söylentiler
konuşulmuştur. Arcayürek’in Coşkun Kırca’dan aktardığına göre de askerler 14
Eylül’deki MGK sonrasında toplanmış ve siyasi istikrar anlamında arzu ettikleri CHPAP koalisyonu şıkkından iki partinin uzlaşmaz tavırları nedeniyle vazgeçmişlerdi
(Arcayürek, 1985: 281).
Evren’in not defterine aldığı şu ifadeler askerin bu düşüncesini doğrular
niteliktedir: “Durum hiç de iyi değil (...) Partiler için mühim olan devletin bekası değil,
her ne pahasına olursa olsun iktidar olmak (...) Hiçbir şeyin halledildiği yok. Galiba
sonunda bu işe müdahale etmek zorunda kalacağız. Kuvvet Komutanları ile yaptığımız
görüşmede önümüzdeki haftayı da beklemenin uygun olacağı neticesine vardık. Eğer
durum böyle devam eder ve partiler bu anlayışsızlık içerisinde olurlarsa bir müdahaleden
başka çıkar yol kalmıyor” (Evren, 1990: 44-166). Bu ifadelerle Evren, ülkenin içinde
bulunduğu durumdan kurtulma adına siyasi partilerden ziyade, kurumuna olan güvenine
vurgu yapmış ve fikrini “ulusun bölünmez ve temel unsuru olan TSK’nin üzerine düşen
görevi Atatürk’ten aldığı ilhamla yerine getireceğine inancım tamdır” (Cook, 2008: 83)
diyerek açıklamıştır. Bu sebeplerden ötürü darbenin yaşanmış olması şaşırtıcı bir şey
değildir. Asıl şaşırtıcı olan darbenin tüm bu olup bitenlere rağmen geç gelmesi ve
politikacıların darbeyi önlemek adına çok az şey yapmış olmalarıdır.
231
Sonuçta TSK, 12 Eylül 1980’de tam bir disiplin içinde ve olaysız bir şekilde
“ülkenin bütünlüğünü korumak ve ulusal birlik ve beraberliği sağlamak, iç savaşı, kardeş
kavgasını önlemek, devlet otoritesini yeniden oluşturmak, devletin varlığını güvence
altına almak ve demokratik sistemin düzgün işlemesinin önündeki engelleri ortadan
kaldırmak adına” (Milliyet, 13-14 Eylül 1980, akt. Karpat, 2007: 280) ülke yönetimine
bir kez daha el koydu.
Kahraman’a (2010: 222-223) göre ordunun 12 Eylül darbesi, tarihsel blokla
özellikle de içindeki müttefiki olan aydınlarla tarihsel bütün bağlarını kesecek biçimde
bütün topluma karşı gerçekleştirilen bir müdahale olarak ortaya çıkmıştır. Müdahale 12
Mart’la birlikte başlayan merkezin muhafazakârlaştırılması sürecinin bir uzantısıdır. Bu
doğrultuda 1961 Anayasası bütünüyle ortadan kaldırılarak, 12 Mart’ın yarım bıraktığı
geriye çekilme/konsolidasyon işlemi bütünlenmiştir. Bu ordunun 1960-1980 arasındaki
bütün toplumsal dönüşümleri yok sayması anlamına gelmekteydi. 12 Eylül demokratik,
çoğulcu bir toplumsal yapının geriye işletilmesi ve onun yerine organik, dayanışmacı
toplumsal
yapıyı
hedeflemiş,
muhafazakâr,
statükocu
bir
Atatürk
anlayışını
benimseyerek toplumun 1930’ların merkeziyetçi, otoriter Kemalist anlayışıyla
bütünleşmesini arzu etmiştir. Müdahale ile 1973 ve 1977 seçimleriyle çevreye kaptırılan
iktidar geri alınmış, TBMM lağvedilmiş, 28 Ekim 1980 tarihli Anayasa Düzeni Hakkında
Kanun (Evren, 1990: 274-276) ile de 1961 Anayasası’nın bazı maddeleri değiştirilerek,
TBMM’nin yetkileri Milli Güvenlik Konseyi’ne devredilmiştir. Böylece Türkiye,
yaklaşık 3 sene 3 ay sürecek olan ve Nordlinger’in değimiyle “yönetici ordunun”
hâkimiyetinin yaşandığı darbe rejimine girmiştir. Darbenin aktörlerine göre, müdahalenin
sebebi ülke içinde vuku bulan düzensizlik ve terör ortamına son vermekti; yani meşruluk
altyapısı “düzeni sağlama” söylemine dayanmaktadır. Yapılan müdahale, kamuoyuna
Milli Güvenlik Konseyi’nin aşağıda görülen 1 nolu bildirisiyle duyurulmuştur.
Yüce Türk Milleti:
“Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile
varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar
içindedir. Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal
kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve
uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve
lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini
alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye
düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler
üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim
kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları,
232
siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dâhi
saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir.
Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.
Aziz Türk Milleti:
İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye
Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve
komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine
bütünüyle el koymuştur. Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak,
milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını
önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin
işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve Hükümet
feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta
sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can
ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir
emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur. Bu kollama ve koruma harekâtı
hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00’deki Türkiye Radyoları ve
Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükûnet
içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve
bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne
güvenmelerini beklerim” (Evren, 1990: 546-547).
Yayınlanan bildiriyle birlikte TSK, emir komuta zinciri içerisinde ülke
yönetimine el koyarak, parlamento ve hükümeti feshetmiş, bütün yurtta sıkıyönetim ilan
edilmiş, yurtdışına çıkışlar yasaklanmıştır. Aynı gün Kenan Evren Genelkurmay Başkanı
ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı sıfatıyla radyo ve televizyondan yaptığı konuşmada
ülke yönetimine neden el koyduklarını açıklamıştır (RG, 12.09.1980)203.
Müdahaleye Giden Süreç ve Sonrası
Türk siyasi hayatına üçüncü askeri müdahale olarak geçen darbenin nedenleri
kısaca şiddet olaylarının yaygınlaşması, var olan siyasi çekişmelerin giderek ve
derinleşerek çözümsüz kutuplaşmalara neden olması, özellikle iki büyük parti AP ve
CHP’nin ülke geleceği için koalisyon oluşturmakta uzlaşamaması, parlamenter rejimin
işleyemez hale gelmesi ve sonuçta devlet otoritesinin aşınması şeklinde ifade edilebilir.
Bu aşınmanın temelinde yatan olaylar ise özellikle 1978-1980 yılları arasında daha da
şiddetli boyutlara varan silahlı saldırılar, sabotajlar, adam kaçırmalar, banka soygunları,
iş yeri işgalleri ve bombalı eylemlerdir (Evren, 1990: 549-555). Siyasi otoritenin
tasarrufuyla yapılan sıkıyönetim uygulamaları da bahsi geçen sorunların çözümü için
yeterli olmamış, aksine ordunun siyasileşmesi, siyasi kutuplaşmanın da askerileşmesi gibi
203
Bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1.pdf&main
=http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1.pdf (21.08.2014).
233
istenmeyen sonuçların meydana gelmesine neden olmuştur. Nitekim Türkiye’deki her üç
askeri müdahale de sıkıyönetim uygulamalarının ardından gerçekleşmiştir (Özbudun,
1995a: 236).
Müdahaleyi teşvik eden en önemli konu siyasi kutuplaşmanın derinleşmesiydi.
Sağda yer alan ve milliyetçi temele dayanan MHP ile daha çok İslami değerleri referans
kabul eden MSP, solda da çok sayıda irili ufaklı radikal gruplar var olan kutuplaşmanın
siyasi karakterleriydi. Sağda ve solda meydana gelen bu bölünmeler iki büyük parti olan
AP ve CHP’yi etkisine almış, CHP daha çok sol gruplara yaklaşırken AP’de daha sağa
yönelmiştir. Bu onların kurmuş oldukları koalisyon hükümetlerinde de görünmekteydi.
AP ve CHP’nin koalisyon kurmadaki lider kaynaklı gönülsüz tavırları, MSP ve MHP’ye
kurulacak koalisyon hükümetlerinde yüksek bir pazarlık imkânı tanımıştır. Söz konusu
bu siyasi tablo, Milliyetçi Cephe ve azınlık hükümetleri gibi formüllerin hayata
geçmesine neden olup istikrarsız hükümetlerin hayat bulmasını sağlamıştır. Devlet
otoritesinin zayıflamasına, dahası rejimin cumhurbaşkanını dahi seçemeyecek ölçüde
tıkanmasına yol açan bu gelişmeler, ülkenin içinde bulunduğu iktisadi ve siyasi meseleleri
çözecek, etkili tedbirleri yürürlüğe kayacak bir yapının oluşmasına da imkân
tanımamıştır.
Öyle ki mevcut siyasi ortamdan umudunu kesen birçok parlamenter ve bakan bu
dönemde “Silahlı Kuvvetlerin en yüksek kademelerindeki komutanları ziyaret edip içinde
bulunduğumuz durumu ancak siz düzeltebilirsiniz diyerek TSK’nin yönetimi eline
almasını istemişlerdir” (Öztürk, 2006: 92). Askere göre bu ortamdan çıkmanın iki yolu
vardır; birincisi yurttaşların temel değerlerine seslenecek, kitleleri ortak duygular ve
simgeler altında birleştirecek bir siyasi yapılanma, ikincisi ise Ordu’nun yönetime direkt
el koyması. Seçkinci ve korumacı bir anlayışla müdahale yolu seçilmiş, Cumhuriyetin
temel ilkeleri perçinlenerek sivil bir düzene dönüş için gerekli olan kurumların korunması
amaçlanmıştır.
Darbe operasyonu “önceki iki müdahaleye göre çok iyi planlanmış, ordu içinde
birlik sağlanarak özellikle 1960 müdahalesinden sonra ortaya çıkan radikal subayların
darbe girişimlerine benzer bir olayın tekrar yaşanması önlenmiştir.” (Örs, 1996: 172).
“Bayrak Planı” koduyla isimlendirilmiş harekâtın, şartların olgunlaşması beklenerek,
hazırlıkları tamamlanmış, “müdahale sonrasında bütün ülkede sıkıyönetimin ilan
edilmesi ve sıkıyönetim komutanlarına olağanüstü yetkiler verilmesi kararlaştırılmıştır”
(Hale, 1996: 205). Söz konusu bu planlı müdahale, 12 Eylül’ün muhatabı olan siyasilerin
234
ordu komuta heyetine yönelttikleri en temel suçlama olmuş, kamuoyunda darbenin meşru
görülmesini sağlayan koşulların askerler tarafından bilerek, planlanarak oluşturulduğuna
kanaat getirilmiştir. Bu sava göre, askeri darbenin yapılabilmesi için o dönemde baş
gösteren terör ve anarşi olayları, askerler tarafından yeterli çaba gösterilmeyerek planlı
olarak önlenmemiştir. Bu şekilde ülkenin kötü koşullarından yakınan, şiddet olaylarıyla
sokağa çıkamayacak hale gelen halk, adeta ordunun darbe yaparak yönetimi ele almasını
ister hale gelmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu sorunlara demokratik parlamenter sistem
içinde çare bulunamayacağı inancı, kamuoyunda oluşturulmuştur. Kenan Evren de 12
Eylül sonrasında yaptığı bir konuşmada bu konuda halkın bakış açısını aynı şekilde ortaya
koymuştur: “Artık vatandaş öyle bir hale gelecekti ki, lanet olsun, (…) Ne gelirse gelsin,
yeter ki sokağa rahat çıkalım, rahat gezelim, rahat ticaret yapalım” diyecekti (Yetkin,
1995: 168-169). Başka bir ifadesinde Evren, “ordu durduğu yerde darbe yapmaz. Milletin
çağrısıyla yapar. 12 Eylül’de millet istediği için büyük bir zorlama ile yapılmıştır. Eğer
böyle olmasaydı 12 Eylül’e kadar beklenmezdi” diyerek müdahalenin halk tarafından
istendiğini ifade etmiştir (Yazıcı,1997: 160).
Ertunç, “Ordu, ülke şartları kötüleştiği için mi müdahale etmekte; yoksa sivil
otoriteye müdahale edebilmek için müdahaleyi meşrulaştırıcı bir konuma mı
girmektedir?” diye sormakta ve eğer ordu yönetimi ele geçirmek için koşulların
oluşmasını bizzat sağlıyor veya teşvik ediyorsa, bunu gizleyecek önlemleri de titizlikle
alıyordur demektedir. Bu yüzden ileri sürülen iddiaları kanıtlamak zordur, böyle kanıtlar
bulunsa da kesinlik taşımayabilir. Askerlerin müdahaleyi kolaylaştıracak koşulları
hazırladığına veya kolaylaştırdığına ilişkin hem darbeyi yapanların arasından hem de üst
düzey siyasetçiler tarafından dile getirilen birçok iddia bulunmaktadır. Bu yöndeki en
güçlü delil ise sıkıyönetime rağmen durmayan terörün darbeyle birlikte durmuş olmasıdır
(Ertunç, 2007: 413-414).
Çözümü askeri bir müdahalede gören ordu, darbenin hemen ardından oluşturulan
ve yasama ve yürütme yetkilerini204 tek başına kullanan Milli Güvenlik Konseyi rejimiyle
şiddet olaylarını ve siyasi kutuplaşmayı sona erdirecek, istikrarlı hükümetlerin
27 Ekim 1980’de 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesiyle birlikte Milli
Güvenlik Konseyi’nin o güne kadar fiilen kullandığı yetkiler kanuni bir dayanak bulmuştur. İlgili kanunun
2. maddesi “Anayasa’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Millet Meclisine ve Cumhuriyet Senatosuna ait
olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak, Milli Güvenlik
Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik
Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır” (Evren, 1990: 131) diyerek Milli
Güvenlik Konseyi’nin uygulamaları yasal dayanağa kavuşmuştur.
204
235
kurulmasını teşvik edecek, parlamenter sistemin işlemesini kolaylaştıracak ve aşınan
devlet otoritesini yeniden hâkim kılacak köklü bir hukuki ve siyasi yeniden yapılanmayı
hedeflemişti. Gerçekten de bahsi geçen değişiklerin kapsamının neler olacağı hususunda
da çeşitli tartışmalar yaşanmıştı205.
Bu tartışmalarda siyasi solda ortaya çıkan egemen anlayış 1961 Anayasası’nın
korunmasına dönüktü. Ağırlıklı olarak, anayasa değişikliği yönündeki önerilerin otoriter
arayışları yansıttığı ve bunların temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması sonucunu
doğuracağı görüşü işlenmekteydi (Balcıgil, 1982: 177-182). CHP yönetimi adına Bülent
Ecevit, Tercüman gazetesinin düzenlediği seminerin ardından Sakarya’da açık hava
toplantısında yaptığı konuşmada şunları söylemekteydi:
“Anayasa değişikliği isteklerinin tam bu sıralarda yoğunlaşması bir rastlantı
değildir. AP’nin öteden beri istediği, şimdi daha da çoğunu ister göründüğü,
anayasa değişiklikleri iktidarın ve büyük sermaye çevrelerinin gücünü arttıracak,
halkın, çalışanların gücünü, hak arama olanaklarını ise kısacak nitelikte
değişikliklerdir. Cumhurbaşkanı seçiminin bütün iyi niyetli girişimlerimize karşın
sürüncemede bırakılmasından da amacın, kurulu anayasa rejimini işlemez duruma
getirmek (işte görüyorsunuz, bu anayasa ile bir cumhurbaşkanı seçilemiyor) deyip,
anayasa değişikliklerini zorlamak olduğu artık anlaşılmıştır. İstedikleri anayasa
değişikliklerini meşrû zeminler üzerinde gerçekleştiremeyeceklerini anlayanlar,
belli ki şimdi bir takım oyunlar ve zorlamalarla amaçlarına ulaşmak istiyorlar.
Meşru zeminleri yozlaştırarak amaçlarına ulaşmak istiyorlar. O yönde siyaset dışı
çevrelerden de zorlamalar gelmesi için âdeta vesileler oluşturmaya uğraşıyor, âdeta
çağrı çıkarıyorlar.” (Milliyet, 21.04.1980)206
Bu görüşlere paralel olarak, Cumhuriyet Senatosundaki Milli Birlik Grubu
üyeleri, yayınladıkları bir bildiri ile görüşlerini şu şekilde açıklamaktaydılar: “Sürdürülen
Anayasa değişikliği hazırlıkları, mevcut anayasa düzenini ortadan kaldırıp, yerine bir
dikta rejimi getirmeyi amaçlamaktadır (…) Bu girişimlerle anayasa, ihlâl olgusuna
getirilmiştir” (Balcıgil, 1982:174). Özetle anayasa tartışmaları bağlamında, sivil toplum
ve siyasal elitler içindeki siyasal ayrışmada AP, merkez sağ eğilimli basın ve iş
çevrelerinin, 1961 Anayasası’nın değiştirilmesini ana gündem olarak belirlediği; bunun
karşısında CHP, sol eğilimli aydınlar ve basın organlarının ise, 1961 Anayasası’nı
savundukları görülmektedir. Bu çerçevede, 12 Eylül darbesine uzanan süreçte, daha sonra
19 Nisan 1980’de Tercüman gazetesinin Tarabya Oteli’nde düzenlediği Siyasi Rejimin İşler Hale
Getirilmesi, Anayasa ve Seçim Sistemimiz Semineri, 10 Mayıs 1980’de İstanbul Belediye Sarayı Meclis
Salonu’nda İstanbul Barosu ve İ.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi’nin ortaklaşa düzenledikleri Demokratik
Anayasal Düzenin İşlerliği, Anayasal Hak ve Özgürlüklerin Yaşama Geçirilmesi Semineri, Yeni Forum
dergisinin 15 Mayıs 1980 tarihli sayısına ek olarak verdiği Rejim ve Anayasamızda Reform Önerisi metni,
bkz. (Balcıgil,1982: 143-182).
206
Bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/xoaGAyhkq6KAnuLAmMek4g_x3D__x3D_
(21.08.2014).
205
236
ara rejimin ürünü olacak 1982 Anayasası’nın köşe taşlarının büyük ölçüde döşenmiş
olduğu görülmektedir. Şöyle ki, anayasa değişikliğinden yana olan siyasal çevreler, bir
yandan 1961 Anayasası’nın esas aldığı siyasal sistemin işlemediği tezini öne çıkarırken
diğer yandan da güçlü yürütmeyi öngören bir anayasa hazırlığı yönündeki iradelerini
ortaya koyarak, 1982 Anayasası’nda somutlaşan güçlü yürütmeye dayalı sistemin ilk
işaretlerini vermişlerdir.
Nitekim “Toplumsal ve siyasi özgürlüklere karşı hazırlanmış bilinçli bir komplo
olarak değerlendirilen” (Doğan, 2007: 83) askeri darbe sonrasında kurulan Milli Güvenlik
Konseyi, “yönetici ordu modeliyle” tüm yasama ve yürütme faaliyetlerini üstlenmiştir.
Asker müdahale sonrası yayınladığı bildiride darbenin gerekçelerini açıklayarak siyasi
liderleri ve partileri ülkenin düzlüğe çıkması konusunda defalarca uyardıklarını; fakat
partilerin sırf siyasi menfaatlerini korumak adına yeterli sorumluluk almayarak ülkenin
bu hale gelmesindeki yegâne unsurlar olduğunu belirtmiştir. Baransel, “giderek tırmanan
siyasi çekişmelerin bir çözüme kavuşturulması için iki liderin dönemin Cumhurbaşkanı
tarafından Çankaya köşküne davet edildiğini, mutabakat arandığını, Korutürk’ün ortak
bir hükümet kurmaları konusunda teklifte bulunduğunu; ama sonuç alınamadığını”
belirtmiştir (Baransel, 2006: 40). Müdahale sonrasında “cunta, emektar CHP de dâhil
tüm siyasi partileri süresiz kapatıp liderlerini de on yıllığına aktif siyasetten yasaklayarak,
siyasi sistemi yeniden yapılandırmak için elinden gayreti göstermiştir” (Tachau, 2008:
127). Aslında tüm bu yaşananlar sivil siyasetin içinde geri planda bir pretoryan anlayışın
var olduğunu, bunun da ordu tarafından muhafız kimlikle temsil edildiğini ortaya
koymaktadır.
Bu amaçla Konsey, yayımladığı bir kanundan207 elde ettiği sorgulanmama
güvencesiyle, yasama yetkisini kullandığı üç yıl boyunca yeni bir anayasa ve bu
anayasaya uygun siyasi parti ve seçim kanunlarına ilave olarak polis örgütü, sıkıyönetim,
olağanüstü hal, yerel yönetimler, üniversiteler, dernekler, sendikalar, meslek kuruluşları,
basın (...) vb. gibi oldukça geniş bir alanı kapsayan 535 kanun ve 91 kanun hükmünde
kararnameyi yürürlüğe koydu (Yazıcı, 1997: 154-155). Konsey istikrar ve güven ortamını
oluşturmak için 1982 Anayasası’na önemli bir işlev yükledi. Var olan şiddet ve terör
eylemlerinin kaynağını, 1961 Anayasası olarak gören Konsey, olayları sona erdirmek ve
2324 sayılı kanunun 3. maddesi: “Milli Güvenlik Konseyince kabul edilerek yayımlanan bildiri ve karar
hükümleri ile yayımlanan ve yayımlanacak olan kanunların anayasaya aykırılığı iddiaları ileri sürülemez”
(Evren, 1990: 131).
207
237
tekrarının önünü almak amacıyla temel hak ve özgürlükleri kısıtlama yoluna başvurdu.
Böylece sınırlamaların asıl, özgürlüklerin istisna olduğu demokratik olmayan bir siyasi
ortamda halkın siyasete katılımının engellendiği bu yeni anayasal düzende siyaset, tıpkı
otoriter rejimlerde olduğu gibi devlet eliyle yönlendirilen bir süreç haline getirildi
(Özbudun, 1995: 74-89). Bu sürecin en önemli adımı, Konsey’in parti sistemindeki
parçalanmışlığın sebep olduğu bunalımları ortadan kaldırma adına sınırlı sayıda partinin
varlığına müsaade etmesidir. Nitekim darbe sonrasında var olan partilerin siyasi hayatına
son verilmesi ve anayasanın geçici 4. maddesiyle bu partilerin lider ve yönetici
kadrolarının siyasetten yasaklanması, kurulacak olan yeni partiler için de Konsey’e veto
hakkının tanınması gibi demokratik olmayan uygulamalar, söz konusu siyasi katılımı
istikrar amacıyla engelleyen (Ahmad, 2008: 190) Nordlinger’in bahsettiği ordunun veto
gücünün hâkim olduğu uygulamalardı.
12 Eylül düzenlemelerinin bir başka hedefi de parlamentonun 12 Eylül öncesinde
olduğu gibi işleyemez hale gelmesini önlemekti.
Bu yüzden 1982 Anayasası’nda
parlamento çalışmalarını kolaylaştıracak ve hızlandıracak bir takım hükümlere yer
verildi. Bunun en önemli uygulaması ileride çıkış güvenceleri bölümünde detaylıca
irdelenecek olan cumhurbaşkanlığı makamına tanınan önemli ve etkili yetkilerle ilgilidir.
Bir başka önemli adım ise 1961 Anayasası’nda vücut bulmuş olan Cumhuriyet
Senatosunun kaldırılmasıdır. Ankara Üniversitesi SBF ile Hukuk Fakültesi, İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Sayıştay gibi pek çok
kurum ve kuruluş, sivil toplum kuruluşlarının aksine208, tek meclisli bir yapının
benimsenmesini uygun görüp Danışma Meclisine tavsiyede bulunmuşlardı. Yasama
faaliyetlerinin anayasaya uygunluğunu sağlamak maksadıyla kurulan Cumhuriyet
Senatosu’nun, uygulamada yasama sürecinin ağır işlemesine neden olup yasama
çalışmalarını ağırlaştırdığı hatta bazen engellediğine dikkat çekilmiştir. Bu yüzden 1982
Anayasası’nı hazırlayan KM, yasama organının tıpkı 1961’den önce olduğu gibi tek
meclisten oluşmasını tercih ederek yasama faaliyetlerine sürat ve basitlik kazandırmıştır
(Demirci, 2010: 249-252).
KM yasama faaliyetlerini kolaylaştırma adına yukarıda uygulamaya koyduğu
değişiklikleri hayata geçirirken kendisinin de sistem içindeki etkisini devam ettirme adına
Sivil toplum kuruluşları ikinci meclis ya da benzeri yapılara yakınlık duymaktaydı. TİSK tek meclis
sistemine karşı olmakla birlikte danışma görevi yapacak bir konsey modelini düşünmüş, TOBB, TÜSİAD,
TİSK, TESK, TZOB gibi kuruluşlar da ikinci meclis tercihini istememekle birlikte istişare amaçlı bir
heyetin oluşabileceğinden söz etmişlerdir (Gürbüz, 1982: 239-283, akt, Demirci, 2010: 251).
208
238
önemli bir tasarrufta bulunmuştur. Zira çıkış güvenceleri bağlamında da ele alınabilecek
bu adım, 2324 sayılı kanunla kendisine verilmiş olan ve “yönetici” bir yaklaşımı ortaya
koyan hükümeti denetleme yetkisidir. Diğer bir değişle “Milli Güvenlik Konseyi, KM
teşkil edinceye kadar Anayasa Düzeni Hakkında Kanun gereğince tek başına kullandığı
yasama yetkisini bu konudaki nihaî söz hakkı kendisinde kalmak kaydıyla Danışma
Meclisi ile paylaştığı halde, hükümeti denetleme yetkisini tek başına kullanmaya devam
etmektedir” (Yazıcı, 1997: 167).
Yine Konsey, sadece yeni anayasanın hazırlanmasında değil aynı zamanda da bu
anayasanın halkoyuna sunulmasında da önemli bir etkiye sahipti. Zira 5 Ağustos 1982’de
yayınlanan 70 ve 21 Ekim 1982’de 71 sayılı kararlarıyla, yeni anayasanın halkoyuna
sunulmasından önce kamuoyunda serbestçe tartışılmasını önleyen yasaklayıcı hükümleri
hayata geçirmekten çekinmemiştir (Yazıcı, 1997: 170-172). Sonunda günümüze kadar
vesayetçi anlayışın kurumsallaşıp hâkim olmasına neden olan yasal düzenlemeleri içinde
barındıran 1982 Anayasası, Danışma Meclisi’nin katkısına rağmen son şekli Milli
Güvenlik Konseyi tarafından verilerek 7 Kasım 1982 tarihinde halkoylamasına sunulmuş
ve % 8,63 hayır oyuna karşılık % 91,37 evet oyuyla yürürlüğe girmiştir209. Yüksek Seçim
Kurulunun, halkoylaması sonucunda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Türk Milleti
tarafından” kabul edilmiş olunduğunu duyurduğu kararında, anayasanın bir an önce
yürürlüğe girmesi yönündeki isteklilik dikkat çekmektedir. Zira bu kararda, oyların tümü
henüz sayılmamış olmasına karşın oylama sonucu açıklanmaktadır. Söz konusu kararda
şu ifadelere yer verilmektedir:
“Hava koşulları dolayısıyla zorunlu olarak Kurulumuza ulaşmayan toplam 730
(Yedi yüz otuz) sandıkta oy kullanabileceklerin en fazla toplam sayısı 219.000 (İki
yüz on dokuz bin) olabilir. Bunların sonuçlarının ne zaman alınabileceği belli
değildir. Beklenmesi hiç bir yarar sağlamaz. Bu oyların tümü ret oyu olarak kabul
edilse bile bu halin geçerli tüm oylar içinde % 90’ı aşan kabul oylarının oranını ve
böylece oluşan hukuksal sonucu etkilemeyeceği ve değiştirmeyeceği tartışma
kabul etmez şekilde açık ve kesin bir gerçektir.”210
Ne var ki 1982 Anayasası’nın sağlam bir konsensus ile ortaya çıkmış bir toplum
sözleşmesi olduğunu düşünmek mümkün değildir211. Çünkü bu anayasayı hazırlayan
KM’nin sivil kanadını oluşturan Danışma Meclisi üyeleri serbest bir seçim yöntemiyle
Bkz. Resmî Gazete, 17874, 20.11.1982, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx (21.08.2014).
Bkz. Resmî Gazete, 17863 (Mükerrer), 9.11.1982, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx
(21.08.2014).
211
Konsey rejimi devletin siyasi ve hukuki yapısındaki köklü değişiklikleri anayasanın hazırlanmasından
önce yürürlüğe koyduğu kanunlarla gerçekleştirmiş, 1982 Anayasası’nın pek çok hükmü evvelce yürürlüğe
giren bu kanunların anayasaya aktarılması yoluyla olmuştur (Yazıcı, 1997: 173).
209
210
239
seçilmemişlerdir. 160 üyesi bulunan Danışma Meclisinin 120 üyesi valiler tarafından
seçilmiştir. Valilerin tespit ettiği isimler üzerinde nihaî seçme yetkisi ise Milli Güvenlik
Konseyine verilmiştir. Geri kalan 40 üye ise zaten doğrudan doğruya Milli Güvenlik
Konseyi tarafından seçilmiştir. Bu sonuç Mili Güvenlik Konseyinin temsil ettiği askerî
idarenin sivil iradeden çok daha etkili olduğunu göstermektedir. Nitekim Orgeneral
Kenan Evren’in şu sözleri de 1982 Anayasası’nın hazırlanmasında asıl iradenin askeri
güce ait olduğunu göstermektedir:
“12 Eylül 1980’den evvel milletçe yaşadığımız o korkunç dönemin sebeplerini
araştırırken, birçokları gibi ben ve arkadaşlarım da başlıca sebebin (...) Mevcut
Anayasa olduğuna gönülden inanmıştık (...) Anayasadan kaynaklanan birçok
aksaklıkları tespit etmiş ve bu aksaklıkları giderecek bir anayasa taslağının
hazırlanması direktifini Milli Güvenlik Konsey’i Genel Sekreterliğine vermiştik
(...) Danışma Meclisi henüz anayasayı ele almadan Genel Sekreterlikte anayasa
taslağı aşağı yukarı hazır durumda idi” (Evren, 1990: 274-276).
Yine
Evren,
Afyonkarahisar’da
yapmış
olduğu
“anayasayı
tanıtma”
konuşmalarında anayasayı hazırlama yöntemini olumlu bulmuş ve bu düşüncesini “1961
Anayasası’nın halkoyuna sunulması ile 1982 Anayasası’nın halkoyuna sunulması
arasında büyük bir fark vardır. Bizim anayasamızın dayandığı yer partiler değildir. Eski
anayasanın arkasında bir parti vardı. Biz arkamıza bir parti almadık. Biz, partilerin
gücüyle değil, milletin gücüyle anayasayı sizin tasvibinizden geçirmek istiyoruz.”
(Milliyet, 31.10.1982)212 diyerek ifade etmiştir.
Evren’in sözlerinde de anlaşılacağı gibi Konsey rejimi, askere önemli çıkış
güvenceleri imkânı sunan 1982 Anayasası’nın hazırlanmasında önemli bir rol oynadığı
gibi, anayasanın halkoyuna sunulması aşamasında da seçmen iradesinin serbestçe
oluşmasını engellemiştir. Bunu hem söz konusu anayasa hükümlerinin kamuoyunda
serbestçe tartışılmasını yasaklayan 70 ve 71 sayılı kararlarla ortaya koymuş, hem de
anayasanın geçici 1. maddesi213 ile Orgeneral Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı
adaylığının halkoyuna birlikte sunulmasıyla yerine getirmiştir.
Bu hükümle seçmenin gerek anayasa gerekse Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı
adaylığı sürecini sadece tek oy kullanarak ifade etmeye mecbur bırakılması, vesayetçi
anlayışın devamının bir yansımasıdır. Nitekim kimin kime oy kazandırdığı
212
Bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/JQBLg8vLnZy3PVmoFC7X2w_x3D__x3D_
(21.08.2014).
213
Geçici 1. madde: “Anayasanın, halkoylaması sonucu, Türkiye Cumhuriyeti anayasası olarak kabul
edildiğinin usulünce ilanı ile birlikte, halk oylaması tarihindeki Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet
Başkanı, Cumhurbaşkanı sıfatı kazanarak, 7 yıllık bir dönem için, anayasa ile Cumhurbaşkanına tanınan
görevleri yerine getirir ve yetkisini kullanır” bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
240
anlaşılamamıştır. Bundan başka halkoylamasında yüksek oranda hayır oyu kullanılması
halinde ne olacağının, askeri yönetimin ne kadar süreyle devam edeceğinin belirsizliği de
seçmeni evet oyuna teşvik eden önemli bir faktör olmuştur. Yazıcı’ya göre (1997: 174)
“bu belirsizlik, seçmenlerin bir kısmını daha demokratik bir anayasa için askeri yönetimin
uzunca bir süre devamına yol açmaktansa, demokratik olmayan bir anayasa ile bir an
evvel sivil yönetime ve demokrasiye geçişin yolunu açmayı tercih ederek evet oyu
kullanmaya yönlendirmiş olabilir”.
Söz konusu anayasanın halkoyuna sunulması sırasında sivil iradenin serbestçe
oluşmasını engelleyen bir diğer önemli faktör de anayasanın geçici 16. maddesinde214
belirtilmiştir. Halkoyuna katılmamayı ağır yaptırımlara bağlayan söz konusu madde
“demokratik hukuk düzenleri için bir hak olan oy vermeyi, 6 Kasım 1982 tarihli
halkoylamasında ödeve dönüştürmüştür” (Yazıcı, 1997: 175). Anayasanın kabulü
öncesinde yaşanan tüm bu gelişmeler, 1982 Anayasası’nın yapım sürecinde sivil iradenin
yeterince temsil edilmediği, dahası halkoylamasında da seçmen iradesinin serbestçe
zuhur etmediğini göstermektedir. O sebeple halkoylamasında kullanılan kabul oylarının
yüksek oluşu, bu anayasanın temelinde güçlü bir mutabakatın olduğu inancını
yaratmamaktadır.
3.5.1- Vesayet Rejimin Kurumsallaşması, 1982 Anayasası ve Askeri
Otoritenin Elde Ettiği Yeni Güvenceler
1980 askeri müdahalesi sağ ve sol grupların iktidar mücadelesine kilit vurmuş,
1960’lardan kalma vesayet rejimini kurumsallaştırmış ve ülke apolitik bir sürece
girmiştir. Bu sürecin başarılı bir şekilde götürülmesinde kullanılan yegâne söylem,
“1930'lu yıllarda şekillendirilmeye çalışılan ve değişik yorumları günümüze kadar ulaşan
toplumumuzun resmî ideolojisinin temellerini oluşturmuş”215 olan Kemalizm’dir. Zira
darbe lidri Kenan Evren’in 12 Eylül sabahı yapmış olduğu kanuşmasında;
“Vatandaşlarımız kaderde, kıvançta ve tasada ortak bir bütün halinde milli şuur ve
ülküler etrafında birleştirmenin iç barış ve huzurun sağlanmasında vazgeçilmez
faktör olduğu düşüncesiyle, Atatürk milliyetçiliğinden hız ve ilham almanın,
politikada yurtta sulh cihanda sulh ilkesine bağlı kalmanın, milli mücadele
ruhunun, millet egemenliğine, Atatürk ilke ve devrimlerine olan bağlılığın tam
Geçici 16. madde: Anayasanın halkoylamasına ilişkin oy verme kütüğünde ve sandık listesinde kaydı
ve oy kullanma yeterliği bulunduğu halde hukuki veya fiili herhangi bir mazereti olmaksızın
halkoylamasına katılmayanlar, anayasanın halkoylamasını takip eden 5 yıl içinde yapılacak genel ve ara
seçimleri
ile
mahalli
seçimlere
ve
diğer
halk
oylamasına
katılamazlar”
bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
215
HANİOĞLU, Ş.(2011). Yeni Anayasa ve Kemalizm,
bkz.http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2011/07/31/yeni-anayasa-ve-kemalizm (05.08.2014).
214
241
şuurunu yerleştirmekle ülkemize yönelik tehditlerin ulusca göğüsleneceğine
inanıyoruz (...) Eğitim ve öğretimde Atatürk milliyetçiliğini yeniden yurdun en
ücra köşelerine yaygınlaştıracak (...) Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk
ilkeleri yerine yabancı ideolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasını
önleyecek tedbirler alınacak (...) Her düzeyde öğrencinin amacı Atatürk ilkeleri
ve milliyetçiliği ile pekişmiş olacaktır” (Karlıklı, 1994: 5-6)216
diyerek dile getirmiş olduğu bu ifadeler yeni rejimin kurucu iktidar ideolojisi temelinde
ve
Atatürkçü
düşünce
sisteminin
etrafında
şekilleneceğinin
kanıtı
olarak
değerlendirilmiştir.
Yine Atatürk’ün doğumunun 100. yıldönümü kutlamalarında yer verilen şu
ifadeler de askeri müdahaleye meşruluk kazandırmanın yanısıra, yeni düzen
oluşturulurken izlenecek yöntemin de ilhamını Atatürk’ten alınacağının bir göstergesidir:
“Ülkemiz, yılların birikimi olan aksaklık ve eksikliklerin, hiç bir çıkar ve yan
gözetilmeden giderilmesini müteakip, Cumhuriyet’e ve Atatürk ilkelerine sadık bir
yönetime devir ve emanet edecektir. Atatürk yılı, bu konuda büyük bir inanç ve
heyecanla sarfedilmekte olan çabalara, bir müstesna rastlantı, yeni bir anlam ve
ayrı bir güç katacak; Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğine uzanan hızlı bir
kalkınma köprüsü ve yaşamında yepyeni ve mutlu bir çağın müjdesi olacaktır.”217
Tıpkı 1960 askeri darbesi ve 1971 muhtırasında tecrübe edildiği gibi 12 Eylül
1980 askeri darbesi sonrasında kurulan Milli Güvenlik Konseyi rejimi, sistemin dejenere
edilmesine ve tıkanmasına izin vermeyen bir demokrasi vaadiyle, 1982 Anayasası’nın
hazırlanmasında bizzat rol almış ve koymuş olduğu muhtelif hükümlerle askerlerin sivil
yönetime geçişten sonra da devletin genel düzeni içinde etkili olmasını sağlayan bazı çıkış
güvencelerini
elde
etmiştir.
Milli
Güvenlik
Konseyi’nin
yeni
anayasanın
hazırlanmasında aktif görev verdiği Anayasa Komisyonu Başkanı Hâkim Tümgeneral
Muzaffer Başkaynak’ın 118. birleşiminde;
“Bir iç savaşın eşiğinde ve hatta ortamında bulunan Devleti kurtarmak için,
demokrasiye inançlı Türk Silahlı Kuvvetleri, değişmez görevi ile karşı karşıya
gelmiş bulunmaktadır; 12 Eylül 1980 Harekâtı bu görevin ifasından ibarettir. Millet
yönetimini emaneten üstlenmiş bulunan Silahlı Kuvvetler, bu emaneti sahibine
vermek için, Türk Milletinin bozulan demokrasisini, her türlü çarpık düşünce, tefsir
ve uygulamaya açık bulunan anayasasını, demokrasi gereklerine ve gerçeklerine
uygun olarak ihya etmek için Millî Güvenlik Konseyince Türk Milleti adına vücut
verdiği Danışma Meclisine yeniden hazırlatmış bulunmaktadır. Anayasa Kanun
Tasarısı metni, Millî Güvenlik Konseyince çok uzun, titiz ve hassas bir yöntemle
incelemeye tabi tutulmuş bulunmaktıdır. Konsey, bu konuda, ayrıntılı bir biçimde,
Genel Sekreterlik Hukuk Komisyonu ile çalışmış; ayrıca bu konuda Başbakanın
KARLIKLI, M. Yücel, (1994). 1982 Anayasası Döneminde Kemalizm, T.C. İstanbul Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), s.5-6.
217
Atatürk’ün Doğumunun 100. Yıldönümü Kutlama Programı (1981), İstanbul, s.15.
216
242
başkanlığında ilgili bakanların görüşlerini ve önerilerini tespit etmiş, gerektiğinde
de teorisyen ve uygulayıcı uzmanlardan bilgi almış bulunmaktadır”218
diyerek sarf etmiş olduğu sözlerinden anlaşılmaktadır. Askeri yönetim, gerek seçtirmiş
olduğu Danışma Meclisi üyeleri gerekse Milli Güvenlik Konseyi üyeleriyle, bu
düzenlemeleri yaparken kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmeyi kendisine görev
bilmiş ve bu görevde Atatürk adı yoğun biçimde kullanılmıştır. Zira "Atatürkçü düşünce"
"Atatürk milliyetçiliği" "Atatürk ilkeleri" ve "Atatürk'ün manevî himaye"si gibi ifadelerle
dile getirilen Kemalizm, 1982 Anayasında otoriter bir yorumla sıkça yer verilen kavram
olarak dikkati çekmektedir219. 4 Ağustos 1982 tarihinde Danışma Meclisinin anayasa
konulu birleşimde söz alan Meclis Başkanı Sadi Irmak220:
“Türk Milleti ve Türk Yurdu hemen her sahada yaklaştığı iflasın eşiğinden,
düşmek üzere bulunduğu uçurumun kenarından 12 Eylül Harekâtıyla kurtarılmıştır
(…) Türk Silahlı Kuvvetleri, sarsılan ülke bütünlüğünü sağlamak, zedelenen millî
birliği güçlendirmek, bir kenara itilen Atatürk İnkılâplarına ve İlkelerine sahip
çıkmak, alevlenen kardeş kavgasına son vermek, kaybolan mal ve can güvenliğini
geri getirmek, yok olan devlet otoritesini ihya etmek [için] (…) Türk Toplumunu
dünyadaki mümtaz yerine tekrar kavuşturmaya muvaffak olmuştur. Anayasa
Komisyonumuz çalışmalarını tamamlamış, Anayasa Tasarısını Meclisimize
sunmuştur (…) Hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır ki, bu Meclis ve son kararı
verecek olan Millî Güvenlik Konseyi Türk Milletinin beklediği en mükemmel
anayasayı ona armağan edecektir”221
diyerek yeni anayasa konusundaki beklentilerini ifade etmiştir (08 Haziran 1974/120.
Birleşim). Anayasa konusunda söz alan Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı Orhan
Aldıkaçtı222 ise;
“(...) [Amacımız] demokrasinin temel kurallarını bozmadan milli bünyemizin
gereklerine göre bir anayasa tasarısı düzenlemektir (...) 1971'de yapılan tadilat (…)
yeterli olmamış[tır] (...) 1961 Anayasası’yla yürütme kuvveti zayıf bir organ olarak
meydana getirilmiş ve Yasama Meclisine tabi bir kuruluş olarak faaliyet
sürdürmüştür (...) 1961 Anayasası’nın bu sonuçlarını ortadan kaldırmak için
Anayasa Komisyonu [olarak] (...) Atatürk ilkelerinin devletin temellerine
oturtulması gereğini anladık. Fert hak ve hürriyetlerinin sınırlanması ve
218
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MGK_/d01/c007/mgk_01007118.pdf
(20.08.2014).
219
HANİOĞLU, Ş.(2011). Yeni Anayasa ve Kemalizm, bkz.
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2011/07/31/yeni-anayasa-ve-kemalizm (05.08.2014).
220
VII. ve VIII. Dönem Konya Milletvekili – Cumhuriyet Senatosu Cumhurbaşkanınca Seçilen Üye
(08.06.1974 – 08.06.1980) – 14. ve 15. Hükümet Çalışma Bakanı, 37. Hükümet Başbakan, bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014).
221
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(12.08.2014).
222
Kıbrıs Toplumlararası Görüşmeleri T.C. Hükümeti Temsilcisi ve Kıbrıs Türk Toplumu Başkanı
Müşaviri, İstanbul Hukuk Fakültesi Esas Teşkilat Hukuku Kürsüsü Başkanı, Yazar – Danışma Meclisi
İstanbul Üyesi, Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı (15.10.1981 – İstifa: 16.06.1983), bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014).
243
kayıtlanmasının daha açık, yani 1961 Anayasası’nda ve 1971 değişikliğinde
yapıldığından daha açık ve tartışılmaz ilkelere bağlanması gereğini düşündük”223
diyerek anayasa taslağı konusunda kısa bir bilgi aktarmıştır. Bütün bu ifadelerden
anlaşıldığı üzere Danışma Meclisi tarafından hazırlanan ve son şekli ufak redaksiyonlarla
Milli Güvenlik Konseyi’nce verilen yeni anayasa, devletin temellerini Atatürk ilkelerine
bağlarken yürütme erkini güçlendirmiş, müdahaleyi gerçekleştiren ordu, yeni anayasayla
daha önceki güvencelere ilave “sivil kontrolün” uzağında yeni haklar elde etmiştir224.
Tıpkı 1961 Anayasası’nda olduğu gibi Cumhuriyet’in nitelikleri zikredilmiş, ilave olarak
bu niteliklerin değiştirilemeyeceğine dair bir madde ilave edilmiştir (m.4). Cumhuriyet’in
nitelikleri arasında Atatürk milliyetçiliğine özel vurgu yapılmış, başlangıç bölümünde bu
daha vurgulu bir şekilde zikredilerek Atatürk ilke ve inkılapları vurgulanmıştır. 1961
Anayasası’nda yer alan Devrim Kanunları, İnkılap Kanunları başlığı altında (m.174)
anayasal güvenceye alınmıştır. Şimdi sırasıyla elde edilen bu çıkış güvenceleri
maddelerine bakalım:
3.5.1.1- Cumhurbaşkanının Seçimi
Askeri yönetimlerden demokrasiye geçişlerde iktidarı kendi istekleriyle sivillere
devreden askeri otoriter yöneticilerin, sonraki süreçte söz sahibi olma adına elde etmiş
oldukları en önemli güvence, liderlerini tarafsız225 ve sorumsuz226 olarak kurulacak yeni
demokrasinin devlet başkanlığına getirmektir. Tıpkı Cemal Gürsel gibi Kenan Evren’in
de Cumhurbaşkanı seçilmesi önemli bir çıkış güvencesi olarak görülmüş, Milli Güvenlik
223
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(12.08.2014).
224
Nitekim Kenan Evren, “biz kimseye demokratik anayasa yapacağız diye söz vermedik (…) Devleti
bireylerden koruyan bir anayasa yapıyoruz” (Belge, 2011: 644) sözleri de düşüncemizi doğrulamaktadır.
225
Parlamenter rejimde Cumhurbaşkanının tarafsızlığı esas teşkilat hukukumuzda tartışılmaz bir ilkedir.
Bu ilkeye yine bağlı kalınmıştır ve Cumhurbaşkanının yine 7 yıllık bir süre için seçileceği benimsenmiştir;
fakat Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden olduğu gibi dışından da seçilebileceği
uygun görülmüştür. Çünkü Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ise
Cumhurbaşkanını seçen organdır. Demokrasi kurallarına göre nasıl her vatandaşın belirli koşullarla
milletvekilliğine adaylığını koymak hakkı varsa, herhangi bir vatandaşın da Cumhurbaşkanlığı için Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde yapılacak seçimde adaylığını koymasının demokratik ve doğal bir hak olduğunu
kabul etmemiz gerekir [bkz. Anayasanın 110. maddesi Cumhurbaşkanının nitelikleri ve tarafsızlığı
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014)].
226
Devlet Başkanının görevi sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde vatan hainliği dışında herhangi
bir sorumluluğu yoktur. Diğer taraftan parlamenter sistemde sorumsuz olan bir kişiye yetki verilemez.
Bundan dolayı Devlet Başkanının kararlarının uygulanabilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde
işlemin sorumluluğunu kabul edip savunacak birinin bulunması gerekir. Bu da Başbakan ve ilgili bakandır.
Her ikisi veya gerektiğinde bütün Bakanlar Kurulunun Devlet Başkanının kararları imzalamaları gerekir.
Esasen bu zorunluluktan dolayı kararlar Bakanlar Kurulu veya Bakan tarafından alınır ve Devlet Başkanı
tarafından imzalanır. Cumhurbaşkanının sorumluluk getirmeyen kararlardan hangilerini tek başına
imzalayarak uygulatabileceği, yani istisnalar, anayasada açıkça belirtilmiştir, bkz. bkz. Anayasanın 114.
maddesi
Cumhurbaşkanının
sorumsuzluğu
bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014).
244
Konseyi rejiminin iktidardan tamamen çekilmek yerine, devlet yönetimindeki ağırlığını
sivil yönetime geçtikten sonra da devam ettirme isteğinden kaynaklanmıştır. Kenan
Evren’in Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi 1982 Anayasası’nın geçici 1. maddesiyle227
temin edilmiştir. Söz konusu bu hükümle yani geçici 1. maddenin son paragrafında
belirtilen “İlk milletvekili genel seçimleri sonunda TBMM toplanıp göreve başlayıncaya
kadar geçecek süre içinde, Cumhurbaşkanlığının herhangi bir surette boşalması halinde,
Millî Güvenlik Konseyinin en kıdemli üyesi, TBMM toplanıp anayasaya göre yeni
Cumhurbaşkanını seçinceye kadar, Cumhurbaşkanına vekâlet eder ve O’nun anayasadaki
bütün görevlerini yerine getirir ve yetkilerini kullanır” ifadesiyle anayasanının
Cumhurbaşkanının seçimi için öngörmüş olduğu kuraldan bir defaya mahsus vazgeçilmiş
ve Cumhurbaşkanının anayasa halkoylamasıyla birlikte doğrudan doğruya halk
tarafından seçilmesi sağlanmıştır. Seçim sürecini etkileyen ve önemli bir çıkış güvencesi
olarak görülen bu uygulamayla Evren, 1982 Anayasası’nın Cumhurbaşkanına sunmuş
olduğu yetkileri kullanarak kurulan yeni yönetimi denetleme ve yönlendirme yetkisine
sahip olmuştur. Belge’ye (2011: 648) göre bunun için devlet yönetiminde yeri olan bütün
atanmışların tayininde cumhurbaşkanının rolünü genişletmek gerekiyordu. Anayasa’da
bunlar ilelebet cumhurbaşkanı kalacak bir Evren varmış gibi yapıldı. Nitekim 1982
Anayasası’nın 104. maddesiyle228, 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, Cumhurbaşkanına
“Anayasanın, halkoylaması sonucu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olarak kabul edildiğinin usulünce
ilânı ile birlikte, halkoylaması tarihindeki Millî Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı,
Cumhurbaşkanı sıfatını kazanarak, yedi yıllık bir dönem için, anayasa ile Cumhurbaşkanına tanınan
görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır. 18 Eylül 1980 tarihinde Devlet Başkanı olarak içtiği and
yürürlükte kalır. Yedi yıllık sürenin sonunda Cumhurbaşkanlığı seçimi anayasada öngörülen hükümlere
göre yapılır. Cumhurbaşkanı, ilk genel seçimler sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp, Başkanlık
Divanı oluşuncaya kadar, 12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı Kanunla teşekkül etmiş olan Millî Güvenlik
Konseyinin Başkanlığını da yürütür. İlk milletvekili genel seçimleri sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi
toplanıp göreve başlayıncaya kadar geçecek süre içinde, Cumhurbaşkanlığının herhangi bir surette
boşalması halinde, Millî Güvenlik Konseyinin en kıdemli üyesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp
anayasaya göre yeni Cumhurbaşkanını seçinceye kadar, Cumhurbaşkanına vekâlet eder ve O’nun
anayasadaki
bütün
görevlerini
yerine
getirir
ve
yetkilerini
kullanır”
bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
228
“Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde açılış
konuşmasını yapmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni gerektiğinde toplantıya çağırmak, Kanunları
yayımlamak, Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geri göndermek, anayasa
değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak, Kanunların, kanun
hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün, tümünün veya belirli
hükümlerinin anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa Mahkemesinde
iptal davası açmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek, Başbakanı
atamak ve istifasını kabul etmek, Başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek,
Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında
toplantıya çağırmak, Yabancı devletlere Türk Devletinin temsilcilerini göndermek, Türkiye Cumhuriyetine
gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek, Milletlerarası antlaşmaları onaylamak ve
yayımlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına TSK’nin Başkomutanlığını temsil etmek, TSK’nin
kullanılmasına karar vermek, Genelkurmay Başkanını atamak, Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya
çağırmak, Millî Güvenlik Kuruluna Başkanlık etmek, Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla
227
245
parlamenter bir rejimde olması gerekenin ötesinde önemli ve oldukça geniş yetkiler
verilmesi, Evren’in Cumhurbaşkanı seçilmesiyle iktidardan çekilen askeri yönetimin elde
ettiği garantinin önemini göstermektedir. Söz konusu 104. madde ilk taslak metinde 113.
maddede ele alınmış ve Danışma Meclisi’nin 152’nci oturumunda bazı üyeler tarafından
eleştirilmiştir. Nitekim M. Fevzi Uyguner229 “Cumhurbaşkanının görevleri burada tek tek
sayılmıştır, diğer kanunlarda, hatta anayasamızda gözden kaçmış ve buraya girmemiş
olan bazı görevleri olabilir, bulunabilir. O takdirde, burada bir genel madde konmak
mümkün değil midir? Yani, “anayasada ve diğer kanunlarda verilen görevlerini yerine
getirmek şeklinde” bir madde konulması gerekmez miydi?” diyerek verilen bu yetkilerin
net olmadığını, daha kapsayıcı yetkilere sahip olması gerektiğini “anayasada ve diğer
kanunlarda verilen görevlerini yerine getirmek”230 ifadesiyle dile getirmiştir. Nitekim
Kasım
Öztürk
de
“anayasanın
çeşitli
maddelerinde
yetkileri
düzenlenen
Cumhurbaşkanı’nın, ayrıca yetkilerini bir liste halinde sunma; “Bundan başka yetkiniz
yoktur” anlamına gelebileceği gibi, ayrıca teyiden bir liste halinde vermenin de tedvinle
uyuşur tarafı yoktur. Neden bu yol tercih edilmiştir?”231 diyerek mevcut yetkilerin az
olmasından yakınmaktadır. Bu tartışmalardan sonra söz alan Anayasa Hazırlama
Komisyonu Başkanı Orhan Aldıkaçtı da söz konusu madde hakkında:
“Anayasalarda Devlet Başkanının bazı yetkileri sayılır; 1961 Anayasası’nda
olduğu gibi, 1924 Anayasası’nda olduğu gibi ve hatta bizim Tasarıda ilk önce size
sunmuş olduğumuz 113’üncü maddede olduğu gibi. Biz, bu temel ilkenin etrafında
bütün yetkilerin bir arada gösterilmesinin de yararlı olacağını düşündük ve bu
sistemi getirdik (…) Sadece, belki ileri sürüldüğü gibi, bir tekrardır (…) Devlet
Başkanına ait özelliklerini teşkil eder: “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla
Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasanın
uygulanmasını, devlet organlarının düzenini ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bu
amaçla, Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak (Görüyorsunuz
ki asıl maddenin, asıl yetkinin anayasanın ilgili maddesinde olduğunu söylüyoruz)
yapacağı görev ve kullanacağı yetkiler şunlardır” diyerek; yasama, yürütme ve
sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak, Kararnameleri
imzalamak, Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya
kaldırmak, Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve Başkanını atamak, Devlet Denetleme Kuruluna
inceleme, araştırma ve denetleme yaptırtmak, Yükseköğretim Kurulu üyelerini seçmek, Üniversite
rektörlerini seçmek, Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekilini, Askerî Yargıtay üyelerini, Askerî Yüksek İdare
Mahkemesi üyelerini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek Madde 104, bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
229
Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü Başmuavini, Müşaviri, Başmüşaviri ve Genel Müdürü,
Türkiye – Suriye Emlak Komisyonu Üyesi, Türkiye – Irak, Türkiye – Yugoslavya Emlak Müzakereleri
Türk Delegesi, Türkiye – Mısır Emlak Müzakereleri Delegesi, Yazar – Danışma Meclisi Ankara Üyesi
(15.10.1981 – 06.12.1983, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014).
230
Bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(13.08.2014).
231
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(13.08.2014).
246
yargı diye üçe böldük ve bu suretle ortaya açık, anlaşılması çok kolay bir tablo
çıkarttığımızı düşündük (…) Cumhurbaşkanının siyasî sorumluluğu olmadığına
göre, biliyorsunuz ki, sadece vatana hıyanet halinde kendisine bir suç yüklemek
mümkündür, bunun dışında yedi sene süreyle yapacağı bütün tasarruflardan dolayı
sorumluluğu yoktur ve Cumhurbaşkanı, sorumlu olmadığından, bu sorumluluğu
Parlamento önünde yüklenecek, Parlamento önünde Devlet tasarruflarından dolayı
hesap verecek bir Bakanlar Kurulunun bulunması lazımdır. Bütün parlamenter
sistemin özü budur (…)”232
diyerek madde hakkındaki gerekçesini ortaya koymuştur. Yine 104. maddeye ek olarak
1982 Anayasası’nın geçici 9. maddesi233 de Cumhurbaşkanına 6 yıllık bir süre için anayasa
değişiklikleri üzerinde daha geniş bir denetleme yetkisi tanıyarak, anayasa hükümlerinin
değiştirilmesini güçleştirmiştir. Ayrıca anayasının 175. maddesinin son fıkrasının
“Cumhurbaşkanı anayasa değişikliklerini TBMM’ye geri gönderdikten sonra, Meclise geri
gönderilen kanunu aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu kanunu halkoyuna sunabilir”234
ifadesi de Cumhurbaşkanına anayasa değişikliklerini halkoyuna sunma yetkisini vermiştir.
Bununla, Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı süresi boyunca anayasanın iktidardan
çekilmiş bulunan askeri yönetimin iradesine ters istikamette değiştirilmesini engelleyerek
sivil siyasete ipotek konması amaçlanmıştır.
Benzer bir şekilde anayasanın sonuç yönünden askeri otoriteyi güçlendirebileceği
izlenimini uyandıran Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir başka hükmü de, bu anayasanın meclis
dışından da Cumhurbaşkanı seçilebilmesine olanak tanıyan 101. maddesidir235. İlk taslakta
111. maddede ele alınan konu yine Danışma Meclisinde yoğun tartışmaların yaşanmasına
neden olmuştur. Madde hakkında söz alan Şükrü Bağbuğ236;
“Cumhurbaşkanı T. B. M. Meclisince, 40 yaşını doldurmuş, yükseköğrenim
yapmış, daha önce hiçbir partiye kaydolmamış ve görev de almamış olan kendi
232
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(13.08.2014).
233
Geçici 9. madde: İlk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık
Divanı kurulduktan sonra altı yıllık süre içinde yapılacak anayasa değişikliklerini Cumhurbaşkanı, Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne geri gönderebilir. Bu takdirde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin geri gönderilen
anayasa değişikliği hakkındaki kanunu, aynen kabul edip tekrar Cumhurbaşkanına gönderebilmesi, üye
tamsayısının dörtte üç çoğunluğunun oyu ile mümkün olabilir, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm
(23.07.2014).
234
Madde 175, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
235
Madde 101: (Değişik: 31.5.2007-5678/4 md.) Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim
yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip
Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse
en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri
içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür.
Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde
onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir. Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
236
Tuğgeneral, 58. Topçu Er Eğitim Tugay Komutanı – Danışma Meclisi Çankırı Üyesi (15.10.1981 –
06.12.1983), bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014).
247
üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeteneğine sahip Türk
vatandaşları arasından 6 yıllık bir süre için seçilir. Cumhurbaşkanı adayı olabilmek
için en az on yıldan beri Türk vatandaşı olmak şartı aranır” [önergesini sunmuş ve
gerekçesini de] “Cumhurbaşkanının genişleyen yetkilerini ancak tarafsız olarak
kullanması ile başarılı olması mümkündür. Parti kökenli bir Cumhurbaşkanından
tarafsızlık beklemek ise hayaldir. Devleti temsil edecek olan bir Cumhurbaşkanının
milletçe benimsenmesi ve sahip çıkılması gerekir. Seçimden bir partiyi temsilen
seçilip gelen bir Cumhurbaşkanının milletçe benimsenmesi mümkün değildir”
diyerek237 sivil siyasete dair endişesini dile getirip, cumhurbaşkanı seçilecek olan kişinin
bir parti aidiyetinin bulunmaması gerektiğini söylemiştir. Madde hakkında söz alan bir
diğer üye Süleyman Sırrı Kırcalı238’dır. Kırcalı;
“Bugün “Başkanlık sistemi” dediğimiz yönetimi benimsemiş ülkelerin
parlamentoları var. Başkanları halk tarafından ve doğrudan belli bir süre için
seçiliyor. Öyleyse, bugünkü hali ile başkanlık sistemi, Türk Devletleri düzenine
uygun, onda, yani Türk Devletleri düzeninde gereken gelişmeyi sağlamış, istenen
güvenceyi vermiş bir sistem oluyor (...) Ayrıca, Türk halkı idarede, yönetimde
dağılmayı, bölünmeyi değil, bir noktada, en üst noktada toplanmayı arzu ediyor,
icra gücünü, onu kullanma hakkı ve yeteneği olmayan bir takım mercilere
dağıtmanın, onu hangi noktalara getirdiği 1961- 1981 uygulamalarından görmüş
bulunuyor. Aslında ülkemizin jeopolitik yapısının da bizi en iyiyi düşünmeye
zorladığını bilmemiz gerekir (...) Biz Başkanlık sistemine geçersek, yıllardır bunu
gerçekleştirmeye çalışıp bir türlü sonuç alamayan Avrupa devletlerinin de ilerisine
geçmiş olacağız”239
diyerek başkanlık sisteminden yana olduğunu ortaya koymuştur. Yine Beşir
Hablemitoğlu240 da Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gerektiğini,
“Türkiye'mizde parlamento da olacak, güçlü Cumhurbaşkanı da olacak. Bu, ne
sadece parlamenterizmdir, ne sadece Başkanlık sistemidir, ne de Yarı Başkanlık
sistemidir; Türkiye'mizin bünyesine uygun konfeksiyon bir elbise değildir (…)
Onun için, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinde büyük bir zorunluluk
vardır (...) Ben de inanıyorum ki, büyük halkımız, bu nitelikte bir Cumhurbaşkanını
çıkarabilecek ve seçebilecek kudrettedir, bilinçtedir. Bunu gerçekleştirdiğimiz
takdirde, yalnız memleketimize güçlü bir Cumhurbaşkanı, tarafsız bir
Cumhurbaşkanı değil, büyük halkımıza olan güvenimizi de, inancımızı da
pekiştirmiş oluruz”241
237
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf
(12.08.2014).
238
Danıştay Yardımcısı ve Raportörü, Danıştay Genel Sekreter Yardımcısı ve Üyesi, Mülkiyeliler Birliği
Başkanı
–
Danışma
Meclisi
Manisa
Üyesi
(15.10.1981-6.12.1983),
bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014).
239
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf
(12.08.2014).
240
SBF Öğretim Üyesi, London School of Economics’te Misafir Profesör, Yazar – Danışma Meclisi
Mardin Üyesi (15.10.1981 – 06.12.1983), bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm
(28.08.2014).
241
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf
(12.08.2014).
248
sözleriyle Kırcalı’ya katıldığını ifade ederek Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından
seçilmesi gerektiğini zikretmiştir. Komisyon Başkanı Orhan Aldıkaçtı ise;
“Devlet Başkanını Yasama Meclisi seçer. Yasama Meclisi millet içinden çıkacak
adaylar arasından bu mevkiye layık olan insanı seçer. Bakın bu sistem bütün
cumhuriyetlerde uygulanır; Fransa'da uygulanmıştır, bizde de uygulanmasında
hiçbir mahzur yoktur. Çünkü Meclis, bazen öyle bir durumla karşılaşabilir ki, kendi
içerisinden bir aday çıkartamaz; fakat dışarıda, memlekette sivrilmiş gerek
kültürüyle gerek ahlakıyla gerek varlığıyla sivrilmiş bir kişi üzerinde birleşebilir,
onu Cumhurbaşkanlığına aday gösterebilir. Biz parlamenter rejimlerde normal olan
bu adaylık sistemini anayasamıza koyarken aynı zamanda geçmişimizi de
düşündük. Geçmişimizde ne gibi güçlüklerle karşılaşıldığı, özellikle Cemal Gürsel
Paşanın vefatından sonra yeni bir aday aranırken ne gibi güçlüklerle karşılaşıldığını
düşündük ve hiç sunî yollara başvurmadan gösterilecek adaylar arasından Meclisin
Devlet Başkanını seçmesini yararlı gördük” [demiş ve süresini de] “Yedi yıl olması
çok yararlıdır; her bakımdan. Çünkü biraz evvel de arz ettiğim gibi, icra kuvveti
iki başlıdır. Bir Cumhurbaşkanı, bir başbakan. Bunun istikrarlı unsuru
Cumhurbaşkanıdır ve Cumhurbaşkanlık makamı, bizim memleketimizde özellikle
1961 Anayasası’ndan sonra sanıldığı gibi boş bir yer değildir. Cumhurbaşkanı
olayları görecektir, politik hayatı yaşayacaktır ve icabında hükümete yol
gösterebilecektir. Bunun için onun, icra kuvvetinin devamlı unsuru olmasını
mümkün olduğu ölçüde sağlamak gerekir. Bundan dolayıdır ki,
cumhurbaşkanlıkları parlamenter rejimlerde daima yedi sene olarak kabul
edilmiştir efendim (...) Cumhurbaşkanının yedi yılda bir seçilmesinin bir önemli
yanı daha vardır sistem bakımından; 35 senede bir ancak Cumhurbaşkanlığı ile
Meclisin birden bire boşalması meydana gelecektir. Hâlbuki beş senede bir Meclis
üyeleri seçilecek, Cumhurbaşkanı da seçilecek olursa, bu problem daha da fazla
artacaktır, şiddetlenecektir efendim”242
diyerek yapılmak istenen düzenlemenin ne kadar isabetli olduğunu göstermek için gerek
Fransa örneğini vermiş gerekse de Türk siyasetinde geçmişte yaşanan olumsuz
tecrübelere işaret ederek açıklamıştır. Bu maddeyle hem geçmişte yaşanan olumsuz
tecrübelerden kaçınma ihtiyacı hissedilmekte hem de “meclis dışından aday gösterilebilir”
seçeneğiyle asker kişilerin doğrudan doğruya aday olması sağlayarak, halkın temsilcilerine
güven duymayan seçkinci bir bakışı ortaya konulmaktadır. Oysa hatırlacağı gibi 1961
Anayasası’nda Cumhurbaşkanlığına meclis dışından adaylık çok dolaylı bir yolla
mümkündü. Bu da ancak kontenjan senatörlüğüne atanmak suretiyle gerçekleşebilirdi.
Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay kontenjan senatörü
seçilerek, cumhurbaşkanlığı adaylığının ön koşulunu elde ettikten sonra bu makama CHP
ve AP’nin mutabakatıyla seçilmişti. Senato kurumuna yer vermeyen 1982 Anayasası,
Meclis’e dışarıdan aday gösterme seçeneğini, 20 milletvekilinin yazılı teklifi formülüne
bağlayarak çözmüştür. Kısacası 1982 Anayasası, cumhurbaşkanına sunmuş olduğu geniş
242
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf
(12.08.2014).
249
yetkiler sayesinde parlamenter sistemi, yani yasamayı hem denetlemiş hem de
yönlendirerek sivil siyaset üzerinde kalıcı bir vesayet kurumu tahsis etmiştir.
Cumhurbaşkanının görev süresinin 7 yıl gibi uzun bir zaman olması ve dışarıdan da
cumhurbaşkanlığına aday gösterilme seçeneklerinin de saklı tutulduğu bu yapıda
yasamanın, en az 10 yıl kontrolü sağlanmış, asker kökenli adaylara yürütmede söz sahibi
olabilecek en önemli yolu aralamıştır.
3.5.1.2- Milli Güvenlik Konseyinden Cumhurbaşkanlığı Konseyine
Askerin 1982 Anayasası ile elde ettiği bir diğer önemli güvence, 243 “Milli
Güvenlik Konseyi rejiminin sahip olduğu yasama yetkisini, 1982 Anayasası’nın
yürürlüğe girmesinden bir süre sonra da devam edeceğini” belirten hükümdür (geçici m.
2/1). Geçici 2. maddenin Milli Güvenlik Konseyine tanımış olduğu söz konusu yetkinin
önemi, “Anayasa ile kabul edilmiş olan yeni organ, kurum ve kurulların kuruluş, görev,
yetki ve işleyişleriyle ilgili kanunlarla, anayasada konulması veya değiştirilmesi
öngörülen diğer kanunlar, anayasanın kabulünden başlayarak KM’nin görev süresi
içerisinde, bu süre içerisinde yetiştirilemeyenler, seçimle gelen TBMM’nin ilk
toplantısını izleyen bir yıl sonuna kadar çıkartılır” diyen geçici 8. maddedenden de
anlaşılmaktadır. Nitekim Yargıtay, Hâkimler ve Savcılar, Siyasi Partiler, Sendikalar,
Kamulaştırma, TRT, Seferberlik ve Savaş Hali gibi kanunlar Milli Güvenlik Konseyi
tarafından söz konusu maddenin öngörmüş olduğu yetkiye ve süreye uygun olarak
yürürlüğe konmuştur (Yazıcı, 1997: 179-180).
Yine geçici 2. maddenin, “TBMM toplanıp göreve başladıktan sonra, Millî
Güvenlik Konseyi, altı yıllık bir süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi haline dönüşür ve
Millî Güvenlik Konseyi üyeleri, Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi sıfatını alırlar. Millî
Güvenlik Konseyi üyesi olarak 18 Eylül 1980 tarihinde içtikleri and yürürlükte kalır.
Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeleri, anayasada TBMM üyelerinin haiz bulundukları
özlük hakları ile dokunulmazlığına sahip olurlar. Altı yıllık süre sonunda
Cumhurbaşkanlığı Konseyinin hukukî varlığı sona erer”244 diyen hükmü de Perlmutter’in
(1969: 390) bahsetmiş olduğu “yönetici ordu tipinin” izdüşümü olan Milli Güvenlik
12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı Kanunla kuruluşu gösterilen Millî Güvenlik Konseyi, anayasaya
dayalı olarak hazırlanacak Siyasî Partiler Kanunu ile Seçim Kanununa göre yapılacak ilk genel seçimler
sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar 2324 sayılı
Anayasa Düzeni Hakkında Kanun ve 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında kanunlara göre görevlerini
devam ettirir, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
244
Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
243
250
Konseyine, önemli bir çıkış garantisi sağlamıştır. Bu hükümle Cumhurbaşkanlığı
Konseyine dönüşen Milli Güvenlik Konseyi üyeleri, 6 yıllık bir süre için anayasanın
TBMM üyelerine tanımış olduğu dokunulmazlık hükmünden yararlanma imkânına
kavuşmuş (Evren, 1990: 285), asıl dokunulmazlık güvencesi ise ileride ele alınacak olan
geçici 15. maddeyle verilmiştir. Diğer yandan geçici 2. maddenin 4. fıkrası 245;
a) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilerek Cumhurbaşkanlığına
gönderilen, anayasada yazılı temel hak ve hürriyetlere ve ödevlere, lâiklik ilkesine,
Atatürk inkılâplarının, millî güvenliğin ve kamu düzeninin korunmasına, Türkiye
Radyo-Televizyon Kurumuna, milletlerarası andlaşmalara, dış ülkelere silahlı
kuvvet gönderilmesine ve yabancı kuvvetlerin Türkiye’ye kabulüne, olağanüstü
yönetime, sıkıyönetim ve savaş haline dair kanunlar ile Cumhurbaşkanınca gerekli
görülen diğer kanunları Cumhurbaşkanına tanınan onbeş günlük sürenin ilk on
günü içinde incelemek;
b) Cumhurbaşkanının istemi ve tespit edeceği süre içinde, Milletvekili genel
seçimlerinin yenilenmesine, olağanüstü yönetim yetkisinin kullanılmasına ve
alınacak tedbirlere, Türkiye Radyo-Televizyon Kurumunun yönetim ve
gözetimine, gençliğin yetiştirilmesine ve Diyanet İşlerinin düzenlenmesine ilişkin
konuları incelemek ve görüş bildirmek;
c) Cumhurbaşkanının istemine göre, iç ve dış güvenlik ile gerekli görülen diğer
konularda inceleme ve araştırma yapmak ve sonuçlarını Cumhurbaşkanına
sunmak.
gibi yetkiler tevdi ederek Cumhurbaşkanlığı Konseyine belirli konularda istişari yetkiler
tanıyarak sistem içindeki icracı ağırlığını yasal anlamda kurumsallaştırmıştır.
3.5.1.3- Devlet Denetleme Kurulu
İktidardan çekilen askeri yönetimin kazanmış olduğu bir başka çıkış güvencesi de
Cumhurbaşkanının tasarrufunda kullanılmak üzere 1982 Anayasası’nın 108. maddesinde
yer bulan Devlet Denetleme Kurulu’nun tesisidir. Kurul gerçekte Milli Güvenlik Konseyi
tarafından 01.04.1981 tarih ve 2443 sayılı Kanunla kurulmuş, daha sonra anayasanın 108.
maddesinde;
“İdarenin hukuka uygunluğunun, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve
geliştirilmesinin sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kurulan
Devlet Denetleme Kurulu, Cumhurbaşkanının isteği üzerine, tüm kamu kurum ve
kuruluşlarında ve sermayesinin yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların
katıldığı her türlü kuruluşta, kamu kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşlarında,
her düzeydeki işçi ve işveren meslek kuruluşlarında, kamuya yararlı derneklerle
vakıflarda, her türlü inceleme, araştırma ve denetlemeleri yapar. Silahlı Kuvvetler
ve yargı organları, Devlet Denetleme Kurulunun görev alanı dışındadır. Devlet
Denetleme Kurulunun üyeleri ve üyeleri içinden Başkanı, kanunda belirlenen
245
Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
251
nitelikteki kişiler arasından, Cumhurbaşkanınca atanır. Devlet Denetleme
Kurulunun işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işleri, kanunla
düzenlenir”
şeklinde yer alarak anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Devlet Denetleme Kurulu
hakkında Danışma Meclisinde yine yoğun tartışmalar yaşanmış ve kuruluş gerekçesi
“Merkezî idarenin önemli bir görevi' olan denetim fonksiyonunun bugüne kadar, çeşitli
nedenlerle, gereğince yerine getirilemediği bir gerçektir. Siyasî etkilerin dışında
kalabilecek tarafsız ve etkin bir denetim organı olarak, Cumhurbaşkanlığına bağlı bir
Devlet Denetleme Kurulu kurulmuştur. Hizmetin taşıdığı özellikler dolayısıyla TSK ve
yargı organları dışında kalan tüm kamu kurum ve kuruluşlarının hukuka uygun, düzenli
ve verimli işlemesini sağlayacak denetim mekanizması bu şekilde oluşturulmuş
olmaktadır” 246diyerek açıklanmıştır. Konu hakkında söz alan Cahit Tutum247;
“Şimdi, yanılmıyorsam 1947'lerde, 1948'lerde bir deneme yapıldı; Başbakanlığa
bağlı bir Merkezî Teftiş Heyeti kuruldu (…) [ama] işlemedi, yürümedi ve kaldırıldı
(…) Şimdi, yürütme organı olarak tasavvur ettiğimiz bakanlıklar ve kamu tüzel
kişilerinin üzerinde bir denetim organı yaratılmaktadır, bu, Devlet Denetleme
Kuruludur ve ayrıca Devlet Denetleme Kurulu, yalnız bakanlık, kamu tüzel kişileri
ve resmî kuruluşları değil, bunların dışında, özel hukuk rejimine tabi olan
kuruluşları da inceleyecektir (…) Dolayısıyla, Devlet Denetleme Kurulunun bu
şekilde anayasada yer almasını doğru olmadığını düşünüyorum. Eğer mümkünse,
onun yenine, belki Batı Avrupa'da ve İskandinav ülkelerinde rastlanan
ombudsman, “Kamu denetçisi” adıyla bir organın ihdasında belki yarar olabilir (...)
Bunun dışında, bugünkü haliyle, bu şekliyle anayasada yer almasının doğru
olmadığımı düşünüyorum”248
diyerek kurula olan ihtiyaca karşı çıkmış, geçmişte yapılan denemelerin başarısız
olmasından bahsederek, “kamu denetçiliği” organının alternatif olarak tartışmaya
açmıştır. Bir diğer üye olan M. Fevzi Uyguner ise;
“(…) Cumhurbaşkanı, buradaki gücünü kullanacaktır. Devlet Denetleme
Kurulunu, başı sıkıştığı zaman harekete geçirecektir; git, bak diyecektir. Bir veya
birkaç elemanını gönderecektir, ‘suiistimal var mıdır, doğru mudur, doğruluk
derecesi nedir; bana bildir’ diyecektir. Bu, gayet basit bir şey. Burada, hem kendisi
tatmin olacaktır, suiistimal varsa açığa çıkacaktır, hem de gerektiğinde kamuoyunu
tatmin etmek yoluna gidecektir ve dolayısıyla Devletin varlığını ispat edecektir”
246
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(13.08.2014).
247
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Öğretim Üyesi, Polis Enstitüsü ve Mali Yüksekokulu
Öğretim Üyesi, Yazar – Danışma Meclisi Sakarya Üyesi (15.10.1981 – 06.11.1983), bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014).
248
Bkz.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c010/dm__02010155.pdf
(13.08.2014).
252
deyip üst üste devlet kavramına vurgu yaparak bir nevi hazırlanan anayasanının
muhteviyatını seçkinci bir bakış açısıyla ortaya koymuş, Cahit Tutum’a karşı çıkıp kurula
olan ihtiyacı dile getirmiştir. Komisyon Başkanı Orhan Aldıkaçtı ise;
“Yalnız burada, “Ombudsman” müessesesinin benimsenmesine katılamıyoruz;
Ombudsman, parlamentoyu temsil eden bir müessesedir, bir kişidir; ihtilafları
çözer. Hâlbuki bizim burada düzenlenen Devlet Denetleme Kurulumuz, idarenin
hukuka uygunluğunu, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve gelişmesinin
sağlanması amacıyla [düşünülmüştür]. Kurul doğrudan doğruya Cumhurbaşkanına
bağlı; Cumhurbaşkanına, bahis konusu kuruluşların faaliyetleri hakkında bilgi
vermek; Cumhurbaşkanını günü gününe haberdar etmek yahut ta yaptığı
denetlemelerin sonucunu Cumhurbaşkanına vererek onu aydınlatmak amacına
yöneliktir. Verdiği rapor sadece cumhurbaşkanınadır. Cumhurbaşkanı bu raporu
alıp istediği gibi denetler; fakat bu rapora dayanarak esasen Cumhurbaşkanı
herhangi bir bakana emir veremez, sadece durumu başbakana bildirir, gerekirse,
hükümeti toplantıya çağırır orada konuyu müzakere eder, sorun burada biter”.249
diyerek kurul hakkında Danışma Meclisinde yapılan eleştirilere katılmadığını ifade etmiş,
tasarının arkasında durmuştur. Orgeneral Kenan Evren de anılarında Devlet Denetleme
Kurulu’na olan ihtiyacı:
“12 Eylül’den beri kafamda Cumhurbaşkanlığında bir Denetleme Kurulu’nun
bulunması fikri olmuştu. Zira her hangi bir Bakanlıkta veya kamu kuruluşunda
Cumhurbaşkanının kendisine intikal eden bir konuyu tetkik ettirme imkânı yoktu.
Böyle bir durum karşısında ya o bakanlığın müfettişlerine veya Başbakanlığın
Yüksek Denetleme Kuruluna bu denetlemeyi yaptırabilecekti. Hâlbuki
cumhurbaşkanı kendisinin seçtiği kişilerden teşekkül etmiş ve kendisine bağlı bir
denetleme heyeti marifeti ile böyle bir denetleme yaptırmasında büyük yarar
görüyorum. Silahlı Kuvvetlerde hem Kuvvet Komutanlıklarında ve hem de
Genelkurmay Başkanlığında bulunan Denetleme Kurulları çok yararlı olmuştu.
İşte bunu düşünerek Cumhurbaşkanlığına bağlı olacak bir Denetleme Kurulu
kurulması hakkında bir kanun hazırlanması direktifini vermiştim” (Evren, 1990:
272)
sözleriyle dile getirmekte olup geçmişte askeri kurumlarda fayda sağladığına inandığı
denetleme müessesesini, kendi Cumhurbaşkanlığında da görmek istemiş, kurulun
kurulmasına ön ayak olarak tesis edilmesini sağlamıştır. Bu kurumla “çıkış güvencesi”
aktörü olarak oluşturulan sorumsuz cumhurbaşkanlığına yeni yetkiler tanınmıştır. Bu
yetkilerle parlamenter sistemin kurumlarının askeri bir gözle denetlenmesinin yolu
açılarak, sivil kontrol ilkesinden uzaklaşılmıştır.
Konumuz açısından kurulun önemi, söz konusu kanun maddesinin 2. fıkrasında
karşımıza çıkmaktadır. Zira fıkra TSK ile yargı organının Kurulun görev alanı dışında
olduğunu hükme bağlamaktadır. Yazıcı’ya (1997: 184) göre “yargı organının kurulun
249
Bkz.http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c010/dm__02010155.pdf
(13.08.2014).
253
denetim alanı dışında bırakılmasını, anayasanın yargının bağımsızlığını düzenleyen 9.
maddesinin250 doğal sonucu olarak kabul etmek gerekir”. Fakat burada üzerinde
durulması gereken asıl nokta TSK’nin kurulun denetim dışında tutulmasıdır. Yani 12
Mart ara rejimi döneminde yürürlüğe giren ve Silahlı Kuvvetleri Sayıştay denetimi
dışında tutan düzenlemeden sonra bu kez de Devlet Denetleme Kurulu’nun denetimi
dışında tutması, askeri gücün sivil otorite karşısında sahip olduğu mahfuz alanı
genişletmiştir. Benzer bir mahfuz alan, yine anayasanın 125.maddesinin251 2. fıkrasında
“Yüksek Askerî Şura252 kararlarının yargı denetimi dışında” olduğu ifade edilerek
yaratılmaya çalışılmıştır.
3.5.1.4- Milli Güvenlik Kurulu (MGK)
İktidarı terk eden askeri yönetimin elde etmiş olduğu en önemli çıkış
güvencelerinden biri de ilk kez 1961 Anayasası’nda vücut bulmuş olan, alınan kararların
gerektirdiği politikaları siyasi hesaplarla uygulamaktan kaçınan hükümetlerin iradelerinin
askeri irade tarafından sınırlandırıldığını ileri sürdüğü MGK’dir253. Söz konusu kurulla
TSK, sivil yönetim üzerinde bir tür kalıcı ve etkili vesayet yetkisi kazanmıştır. Ordu bu
kuruldaki varlığıyla bir nevi sistem gerisinde hakem rolünü oynamaktadır.
1971 askeri müdahalesinden sonra kurul hakkında yapılan değişiklikten sonra
kurul kararlarının bağlayıcılığı güçlenerek sahip olunan yetki daha da etkili hale gelmiştir.
1982 Anayasası ise kurulun asker üyelerine sayısal üstünlük sağlamak, kararlarının
9.Madde: Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır, bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
251
İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. (Ek hüküm: 13.8.1999-4446/2 md.)
Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların millî veya
milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru
taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir. Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri
Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır. (Ek cümle: 7.5.2010-5982/11 md.) Ancak, Yüksek Askerî
Şûranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına
karşı yargı yolu açıktır. İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.
(Değişik birinci cümle: 7/5/2010-5982/11 md.) Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka
uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme
görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem
ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez. İdarî işlemin
uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı
olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar
verilebilir. Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca millî güvenlik,
kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir. İdare,
kendi
eylem
ve
işlemlerinden
doğan
zararı
ödemekle
yükümlüdür,
[bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).]
252
Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/14257.pdf (24.03.2016).
253
Murat Belge’ye göre Kurul, “(...) en önemli, nihaî kararların verileceği bir yer ve asker-sivil arasındaki
uzlaşmanın nasıl olması gerektiği sorusuna asker’in verdiği (ve sivil’in o tarihte itiraz etmediği veya
edemediği) cevaptır” bkz. (Belge, 2011: 649).
250
254
bağlayıcılığını güçlendirmek ve nihayet kurulun karar yetkisini daha geniş bir alana
yaymak suretiyle vesayet yetkisini daha da arttırmıştır. Buna göre “MGK,
Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma,
İçişleri ve Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma
Genel Komutanından kurulur”.254 Böylece 5 asker üyeye karşı 4 sivil üyeye yer verilerek
kurulun içindeki asker varlığı arttırılmıştır. Bu düzenleme baştan asker üyelere sayısal
üstünlük sağlanmasıyla, kurul kararlarına yeni anayasa düzeninde askeri idarenin hâkim
olacağı izlenimi vermektedir. Bunun sebep olabileceği en önemli sonuç kurulun yetkili
olduğu hususlarda, sivil çözümler yerine askeri çözümlerin benimsenme olasılığının
kuvvetlenmesidir. Kuruldaki askeri temsili, etkili hale getiren bir diğer önemli adım da
1961 Anayasası’ndan farklı olarak, Genelkurmay Başkanı dışında Kurula katılan asker
üyelerin “Kuvvet Komutanları”dan oluşmasıdır. 1971 Anayasa değişikliğiyle ilk şeklini
alan bu hükmün 1982 Anayasası’nda da devam ettiği görülmektedir.
Değinilmesi gereken bir başka önemli husus da Kurulun siyasi ağırlığının 1982
Anayasası’nda da devam ettirilmiş olmasıdır. “MGK, Devletin milli güvenlik siyasetinin
tayini, tespiti ve uygulaması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun
sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, Devletin
varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve
güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar
Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır” 255 diyen 118. maddenin 3. fıkrası “öncelikle
dikkate alınır” ifadesiyle hükümetlerin kendilerine bildirilen görüşlere uygun davranıp
davranmama noktasında özgür olmadıklarını ortaya koymakta ve istişarenin de ötesine
geçmektedir. Bu ifadeyle asker, siyasi alandaki hâkimiyetini kuvvetlendirmiş, mahfuz
alanını genişletmiş, sivil kontrolden ziyade “subjektif kontrol” temelinde ordunun aktif
olduğu pretoryan bir yapı ortaya çıkmıştır.
Bütün bu veriler gerçekte sadece milli güvenlikle ilgili konularda söz sahibi
olması gereken MGK’nin, 1982 Anayasası’nın 118. maddesiyle 1961 Anayasası’ndan
farklı olarak askeri iradenin Kurul kararları üzerindeki etkisini güçlendirdiğini,
hükümetler açısından Kurul kararlarının daha bağlayıcı hale getirdiğini ve Kurul’un karar
almaya yetkili olduğu konuları genişlettiğini ortaya koymaktadır. O nedenle askerlerin
254
255
118.madde, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014).
118.madde, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014).
255
1961 Anayasası’yla sivil yönetim üzerinde kazanmış olduğu vesayet yetkisini, 1982
Anayasası’yla daha da güçlendirmiş olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
3.5.1.5- Olağanüstü Yönetim Usuller (Sıkıyönetim Uygulamaları)
1982 Anayasası’nın askeri otoriteye yeni yetkiler tanıyan bir başka hükmü de 122.
maddede
256
düzenlenen “Olağanüstü Yönetim Usulleri” başlığı altında yer alan
“Sıkıyönetim, olağanüstü hâl, Seferberlik ve Savaş Hali” konularıdır. İlk taslak metinde
127,128,129 ve 130 maddelerinde yer alan konu;
“Tabiî afet ve ekonomik kriz hallerinde ve diğer hallerde hükümete yasama
meclisinin denetimi altında kanun hükmünde kararname çıkartma yetkisi
verilmiştir. Bugün sıkıyönetim diye nitelendirilen durum ikiye bölünmüştür: Daha
az şiddetli olayların vuku bulduğu birinci kısımda Devlet olağanüstü hal ilan edip,
kolluk kuvvetleriyle düzeni sağlamaya çalışacaktır. Savaş hali veyahut iç savaş hali
gibi durumlarda ise, sıkıyönetim ilan edilip, idare Silahlı Kuvvetlerin yönetimine
geçecektir ve bu iki halde de Bakanlar Kurulunun kanun hükmünde kararname
çıkartma yetkisi olacaktır. Bütün tasarruflar yasama meclisinin denetimi altında
düzenlenecektir”257
şeklinde açıklanmış ve kabul edilmiştir. 1961 Anayasından farklı olarak 1982 Anayasası
sıkıyönetime geçişi güçleştirmiş; ancak sıkıyönetim ilan edildikten sonra askeri
makamlara 1961 Anayasası’na göre daha geniş yetkiler tanımıştır. Yine 1982 Anayasası
üç tür olağanüstü yönetim usulü öngörmüştür. Bunların ilki “Tabiî afet, tehlikeli salgın
hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında
Madde 122: Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan
kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin
yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya
vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini
içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, Cumhurbaşkanı
başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı
ayı aşmamak üzere yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilân edebilir. Bu
karar, derhal Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağırılır. Türkiye Büyük Millet
Meclisi gerekli gördüğü takdirde sıkıyönetim süresini kısaltabilir, uzatabilir veya sıkıyönetimi kaldırabilir.
Sıkıyönetim süresinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu sıkıyönetim halinin
gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname çıkarabilir. Bu kararnameler Resmî Gazetede
yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur. Bunların Meclisçe
onaylanmasına ilişkin süre ve usul İçtüzükte belirlenir. Sıkıyönetimin her defasında dört ayı aşmamak üzere
uzatılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararına bağlıdır. Savaş hallerinde bu dört aylık süre
aranmaz. Sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hallerinde hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl
yürütüleceği, idare ile olan ilişkileri, hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya
savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi halinde vatandaşlar için getirilecek yükümlülükler kanunla
düzenlenir. Sıkıyönetim komutanları Genelkurmay Başkanlığına bağlı olarak görev yaparlar, bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014).
257
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(13.08.2014).
256
256
toplanan Bakanlar Kurulu, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde süresi
6 ayı geçmemek üzere olağan üstü hal ilan edebilir” diyen Anayasının 119. maddesidir.
Bir diğeri ilk defa 1982 Anayasası’yla konmuş olan ve 120. maddede 258 “şiddet
olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması sebebiyle” şeklinde
belirtilen olağanüstü haldir. Söz konusu madde ile 1982 Anayasası olağanüstü hal ilan
edilmesini gerektiren nedenleri genişletmiştir. Bunun en önemli sonucu ise olağanüstü
halin ilanına bağlı olarak yürürlüğe giren 2935 sayılı kanunla 259, idari makamların
yetkileri olağan dönemlere oranla genişletilmiş ve sıkıyönetimin ilanına bağlı olarak
yürürlüğe giren 1402 sayılı kanunla da260 kolluk veya yargı yetkileri askeri makamlara
devredilmiştir (Yazıcı, 1997: 191). Anayasanın 119 ve 120. maddelerinde belirtilen
gerekçelere bağlı olarak olağanüstü halin ilan edilmesi, 2935 sayılı kanunla yerine
getirilmektedir. Bu kanunun 14. maddesi “olağanüstü halin uygulanmasında görev ve
yetki olağanüstü hâl bir ili kapsıyorsa il valisine, bir bölge valiliğine bağlı birden çok ilde
ilan edilmesi halinde bölge valisine, birden fazla bölge valisinin görev alanına giren
illerde veya bütün yurtta ilan edilmesi halinde, koordine ve işbirliği Bakanlıkça
sağlanmak suretiyle bölge valilerine aittir” diyerek olağanüstü hâlin ilanına bağlı olarak
sivil makamların sahip oldukları yetkilerin diğer olağan dönemlere kıyasla genişlediğini,
buna karşılık sıkıyönetimde olduğu gibi bir takım yetkilerin askeri makamlarla
paylaşılmadığını göstermektedir. Yalnız söz konusu kanunun 21 ve 22. maddeleri;
“(...) Bölge valileri; bölgelerinde çıkabilecek toplumsal olayları, emrindeki
kuvvetler ve bu iş için tahsis edilen kolluk kuvvetleriyle önlemeye veya bastırmaya
çalışırlar. Ancak olayları bu şekilde önleyemedikleri veya önlenmesini mümkün
görmedikleri veya aldıkları tedbirleri bu kuvvetle uygulayamadıkları veya
uygulanmasını mümkün görmedikleri takdirde, çevredeki bölge valilerine
müracaatla, o bölgenin kolluk kuvvetleri ve bu iş için tahsis edilen kuvvetlerden
yararlanmak için yardım isterler (...) Bütün bu önlemlerin de yeterli görülmemesi
veya ani ve olağanüstü olaylarla karşılaşılması halinde bölge valisi, bölgedeki en
büyük askeri komutanlıktan yardım isteyebilir”
Madde 120: Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan
kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları
sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan
Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla
bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir, bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014).
259
Bkz. Resmî Gazete,27.10.1983, Sayı, 18204, Cilt.22, Sayfa.815, bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014).
260
Bkz. Resmî Gazete, 15.05.1971, Sayı,13837, Cilt.10, Sayfa.2385, bkz.
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014).
258
257
diyerek ancak istisnai hallerde il veya bölge valilerinin askeri makamlara müracat
edebileceklerine imkân vermektedir. Anayasada yer verilen üçüncü olağanüstü yönetim
usulü 122. madde ile belirtilmiş olan “sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali” dir.
“Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri
ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha
vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir
durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı
kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten
veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle,
Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik
Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı aşmamak üzere yurdun bir
veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilân edebilir. Bu karar,
derhal Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen
toplantıya çağırılır. Türkiye Büyük Millet Meclisi gerekli gördüğü takdirde
sıkıyönetim süresini kısaltabilir, uzatabilir veya sıkıyönetimi kaldırabilir.
Sıkıyönetim süresinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar
Kurulu sıkıyönetim halinin gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname
çıkarabilir. Bu kararnameler Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur. Bunların Meclisce onaylanmasına
ilişkin süre ve usul İçtüzükte belirlenir. Sıkıyönetimin her defasında dört ayı
aşmamak üzere uzatılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararına bağlıdır.
Savaş hallerinde bu dört aylık süre aranmaz. Sıkıyönetim, seferberlik ve savaş
hallerinde hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, idare
ile olan ilişkileri, hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya
savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi halinde vatandaşlar için getirilecek
yükümlülükler kanunla düzenlenir. Sıkıyönetim komutanları Genelkurmay
Başkanlığına bağlı olarak görev yaparlar”261
diyen maddede yer alan nedenlerden biriyle sıkıyönetim ilan edilmesi halinde,
uygulanacak olan 13.05.1971 tarihli 1402 sayılı kanuna göre, bir kısım idari ve yargı
hizmetlerinin askeri makamlara devredilmesi, askeri gücün sıkıyönetim dönemlerinde
normal dönemlere kıyasla daha geniş yetkiler kazanmış olduğunu ortaya koymaktadır
(Yazıcı, 1997: 194). Söz konusu kanunun ilgili maddeleri
261
262
, askeri birimlerin hangi
122. madde, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.07.2014).
(m.2) Sıkıyönetim altına alınan yerlerde genel güvenlik ve asayişe ilişkin zabıta kuvvetlerine ait görev
ve yetkiler Sıkıyönetim Komutanlığına geçer. Zabıta kuvvetleri bütün teşkilatı ile Sıkıyönetim
Komutanının emrine girer. Sıkıyönetim bölgesindeki zabıta kuvvetleri; Sıkıyönetim hizmetlerinin
yapılmasından dolayı Sıkıyönetim Komutanlığına, bu hizmetler dışında kalan hizmetlerin yürütülmesinden
dolayı da adli ve idari makamlara karşı sorumludur. Millî İstihbarat Teşkilâtı Sıkıyönetim Komutanlığı ile
iş birliği yapar. Sıkıyönetim Komutanlığı, bu kanunla kendisine verilen görev ve yetkileri o yerin zabıta
kuvvetleri ve tefrik edilecek askeri birlikler ile yürütür. Barışta ve zorunlu hallerde Sıkıyönetim komutanı
o yer veya o yere en yakın Garnizon Komutanlarından yeteri kadar birliğin emrine verilmesini istiyebilir.
Bu istek derhal yerine getirilir. Sıkıyönetim Komutanı, bölgesi içinde gerek zabıta kuvvetlerinin ve gerekse
askeri personelin görev yerlerini değiştirebilir. Hizmet gereklerini dikkate alarak zabıta kuvvetlerinde
askeri personel kullanılabilir. Bu takdirde müdür seviyesindeki personel Sıkıyönetim Komutanı emrinde
müşavir
olarak
görevlerine
devam
ederler,
bkz.
www.uhdigm.adalet.gov.tr/.../1402%20Sayılı%20Sıkıyönetim%20Kanun
(25.07.2014).
(m.11)
Sıkıyönetim bölgelerinde, 25 Ekim 1963 gün ve 353 sayılı Kanuna göre Millî Savunma Bakanlığınca lüzum
görülen yerlerde yeteri kadar askeri mahkeme kurulur. Bunlar bulundukları yerin Sıkıyönetim askeri
262
258
durumlarda görevi üstleneceğini detaylıca vermektedir. Buna göre 1982 Anayasası’nın
sivil yönetim esasını koruduğu olağanüstü halin kapsamını genişleterek, sıkıyönetimin
ancak çok vahim şiddet olayları karşısında başvurulması gereken bir çözüm yönetimi
olarak belirlemesi, sivil yönetim usulleri modelinin tercih edildiğini göstermesi
bakımından kayda değerdir. Nitekim 12 Eylül müdahalesinden hemen sonra sıkıyönetim
uygulaması terör olayları nedeniyle Güneydoğu illerinde yürürlüğe konmuştur263.
Yazıcı’ya (1997: 196) göre yeni anayasa sivil yönetim usullerini belirlemiş olmasına
karşın askeri makamların sıkıyönetim dönemlerinde görece daha geniş yetkiler elde
etmesi, anayasanın 122. maddesiyle düzenlenmiş olan hükmünden değil, 1402 sayılı
Kanunun Milli Güvenlik Konseyi Rejimi içinde geçirmiş olduğu köklü değişikliklerden
kaynaklanmaktadır.
Askeri makamların sıkıyönetim uygulamalarında söz sahibi olması yine 1982
Anayasası’yla elde edilmiş olan bir kazanımdır. Zira sıkıyönetim kararlarının alınmasında
yetkinin Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna verilmiş olmasına
rağmen Bakanlar Kurulu’nun bu kararı almadan önce MGK’nin görüşüne başvuracağı
hükme bağlanmıştır. Bu hüküm hem Cumhurbaşkanlığı makamını parlamenter rejimin
teamülleri ötesinde güçlendirmekte hem de sıkıyönetimin ilanında askeri makamların son
karar verme noktasındaki etkinliğini ortaya koymaktadır.
Özetle 1982 Anayasası olağanüstü yönetim usullerinde tercihini sivil yönetim
usulünü korumaktan yana koyarken, askeri otoritelere bir takım idari ve yargısal yetkiler
tanıyarak sıkıyönetim rejimini ancak çok vahim durumlarda son çare olarak görmüştür.
O nedenle 1961 Anayasası’na kıyasla 1982 Anayasası, sıkıyönetim ilanının
güçleştirilmesi ve sivil yönetim usulünü benimsemesi açısından daha makul olarak
görülmektedir. Ne var ki 1402 sayılı Kanununa göre bu anayasa düzeninde sıkıyönetim
uygulanması halinde askeri makamlar, hukukun evrensel ilkeleri ile mevcut anayasanın
bir takım hükümleri ile örtüşemeyecek kadar geniş yetkiler elde etmiştir.
3.5.1.6- Milli Güvenlik Konseyi Rejimine Sağlanan Yargı Bağışıklıkları
Askeri yönetimden sivil hayata geçerken ordunun elde etmiş olduğu bir diğer
önemli çıkış güvencesi, askeri liderlerle onların emri altında faaliyet gösteren subaylar ve
diğer görevliler için yargısal mânâda dokunulmazlık güvencesinin verilmesidir. Tıpkı
mahkemesi olarak adlandırılır ve birden fazla olması halinde numaralandırılırlar
www.uhdigm.adalet.gov.tr/.../1402%20Sayılı%20Sıkıyönetim%20Kanun (25.07.2014).
263
Sıkıyönetim dönemleri ve uygulamaları için bkz. (Üskül,1997: 60-70).
bkz.
259
1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesinde olduğu gibi 1982 Anayasası da geçici 15.
maddesi de;
“12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin Başkanlık Divanını oluşturuluncaya kadar geçecek süre içinde,
yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla
kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş
hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden
Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai,
mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir
yargı merciine başvurulamaz. Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili
kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar,
tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri
uygulanır”264
demek suretiyle Milli Güvenlik Konseyi üyeleri, Konsey döneminde kurulan
hükümetlerin üyeleri ve Danışma Meclisi üyelerinin karar ve tasarruflarından dolayı
sorumlu tutulamayacakları, bu kararları uygulayan personelin de aynı haktan
yararlanacağı hükme bağlanmıştır.
1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesine nazaran 1982 Anayasası geçici 15.
maddesi 12 Eylül 1980’den, ilk genel seçimlerin yapıldığı 6 Kasım 1983’ten sonra
toplanacak TBMM Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar geçen süreyi kapsayarak söz
konusu dokunulmazlık durumunun süresini uzun tutmuştur. Yine Milli Güvenlik Konseyi
döneminde yürürlüğe giren kanun, kanun hükmünde kararname ve kararlar üzerinde
anayasaya uygun olup olmadığı hususunda denetleme yapılmaması, sözü geçen dönemde
yapılan düzenlemeleri yürürlükteki diğer hukuk kuralları karşısında üstün kılmaktadır
(Tanör, 1986: 113). Bu sayede askeri iradenin sivil yönetime geçişten sonra da hukuk
düzeni içerisinde etkisini sürdürmesi temin edilmiştir. Ancak söz konusu maddenin
parlamento tarafından değiştirilmesi her zaman için mümkün kabul edilmiştir (Özbudun,
1995: 37).
Nitekim geçici 15. maddenin Milli Güvenlik Konseyi’nin iktidarda kaldığı süre
içinde yürürlüğe koyduğu kanun ve kanunlara süreklilik kazandırmak amacıyla bu
tasarrufların iptalini önleyen “(...) Bu dönem içinde çıkarılan kanunlar, kanun hükmünde
kararnameler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakında Kanun uyarınca alınan karar ve
tasarrufların anayasaya aykırılığı iddia edilemez” diyen 3. fıkrası Hüsamettin
Cindoruk’un TBMM Başkanı olduğu dönemde değiştirilmek istenmiştir. Anavatan
Partisi (ANAP), Doğruyol Partisi (DYP) ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’nin grup
264
15. Geçici madde, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/anayasa.maddeler?p3=215 (25.07.2014).
260
başkanvekilleri ile 292 milletvekilinin imzasıyla Meclis’e sunulan metinde söz konusu
ibare kaldırılmıştır. Meclis’te yapılan görüşmelerde bütün siyasi partiler değişikliğe
olumlu baktıklarını dillendirerek, maddenin daha da genişletilmesi hakkında görüş beyan
etmelerine rağmen, madde üzerinde yapılan oylamada oy sayısı nitelikli çoğunluğun
altında kalarak madde reddedilmiştir265
Söz konusu maddenin ikinci görüşmesi aşamasında RP, MHP ve Büyük Birlik
Partisi’ne (BBP) mensup milletvekillerinin söz konusu maddenin tümden kaldırılması
yolunda vermiş oldukları önergeler reddedildiği gibi, CHP, ANAP ve RP’li
milletvekillerinin ara rejim dönemine ait düzenlemeler hakkında iptal davası açabilecek
kurumların arttırılması, dava açma süresinin uzatılması, ceza zaman aşımının maddenin
yürürlük tarihinden itibaren başlaması yolundaki teklifi de kabul edilmemiş ve geçici 15.
maddeyi değiştirmeyi amaçlayan teklif 200 kabul ve 5 çekimsere karşılık verilen 184 red
oyuyla kabul edilmemiştir266. Silahlı Kuvvetlerin, maddenin değiştirilmesine tepki
gösterdiği izlenimi verecek bir bilgi olmamasına rağmen, hukuk devleti ilkesine aykırı
bir yargı yasağına yer veren bu hükmün önceden partilerin değişiklik anlamında olumlu
görüş beyan etmelerine rağmen değiştirilememiş olması, şaşırtıcı bir tecrübe olarak Türk
siyasi tarihine geçmiştir.
Kısacası 27 Mayıs’la başlayan askerin siyasetteki hâkim konumu, elde edilen çıkış
güvenceleriyle sağlanmış, 12 Mart Muhtırası sonrasında yapılan ilave düzenlemelerle
güçlendirilmiş, 12 Eylül Müdahalesiyle de daha kesin ve sarih ifadelerle devlet
teamüllerinin oluşturulması anlayışını öne çıkarıp kurumsallaştırarak sivilleşen dünyada,
çağın gerekliliklerine ve Türkiye’nin demokratikleşme hedeflerine ters düşen bir yapı
meydana getirmiştir. Askerin siyaset üzerindeki hâkim konumu yasalarla daha da
kuvvetli vurgulanmış, sivil siyasetin sorumluluğunda olması gereken siyasi ve ideolojik
tercihler askerî onaya bağlanmıştır. 12 Eylül sonrasında kurulan tek parti iktidarı, ülkeyi
1991’e kadar istikrarlı bir şekilde yönetmiş, 1987 referandumuyla siyasi özgürlüklerine
kavuşan siyasi liderlerin aktif siyasete girmeleriyle de 1970-1980 arasında tecrübe edilen
siyasetteki parçalanma tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Bu parçalanmanın yaratmış olduğu
siyasi bunalım, kendini 28 Şubat postmodern darbesiyle göstermiş; ülke yeniden sancılı
bir sürece girmiştir.
265
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c090/tbmm19090132.pdf
(21.08.2014).
266
Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c093/tbmm19093146.pdf
(21.08.2014).
261
3.6- 28 Şubat Süreci, Vesayette Paradigma Değişikliği (Eylem ve Söylemde
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi)
28 Şubat’ta ordu Cumhuriyet’in temel değerlerinin tehlikeye düştüğünü öne
sürmüştür. Kendisi değil ama “silahsız kuvvetleri” organize ederek sisteme müdahalede
bulunmuş, bu süreç literatüre post modern bir darbe olarak geçmiştir. Bu sefer ordu direkt
yönetimi devralmamış, her hangi bir anayasa değişikliğine gitmemiş, bir “çıkış
güvencesi” kurumu olan MGK’nin öncülüğünde siyasete müdahale etmiştir. Yapılan bu
müdahale ile “çıkış güvenceleri” söylem ve yöntem değişikliğine uğramış, asker ve kamu
yöneticilerinden oluşan “iktidar elitine” büyük holding ve medya patronları da dâhil
olmuş (Vergin, 2006: 138), bir bakıma Mills’in (1957: 14) sözünü ettiği “iktidar üçgeni”
ülkenin siyasal gidişatına yön vermiştir. Yargı, üniversiteler, medya gibi “sivil, silahsız
kurum ve kuruluşların” ön saflarda yer alarak ordunun sütre gerisinden müdahale edip
hakem rolünü oynadığı bu sürecin aslında çok uzun soluklu olması267 planlanmıştır. Bu
tecrübeyi daha iyi kavramak adına olayları bu safhaya getiren siyasi sürece bakmakta
fayda vardır.
3.6.1- 28 Şubat Öncesi Siyasi Hayat
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Türkiye, Demir Perdenin son bulmasıyla
başlayan uluslararası gelişmelerle birlikte yeni bir sürece girmiştir. 80'lerin sonunda,
Sovyet bloğunun çöküşüyle tek kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkması ile tüm
dengelerin değişmesi söz konusu olmuştur. Sovyetlerin dağılmasının öncesinde ve
sonrasında dış politikada yaşanan gelişmeler, orduyu ve askerleri doğal olarak öne
çıkarmıştır. Bunun temel nedeni ise, ordu ve askerde evrensel bir olgu olarak gözlemlenen
bürokratik muhafazakârlık ile Sovyetlerin dağılması ile başlayan süreçte ortaya çıkan
gelişmelerin doğrudan ordunun ve askerin görev alanına girmesidir (Öztürk, 2006: 51).
1980 darbesinden sonra vesayetçi siyaset anlayışı ülkede egemen olmuş, ülke
Kemalizm’in kurumsallaşmış yapısı ve çıkış güvenceleri bağlamında tüm siyasal sahneyi
kapsamıştır.1983 sonrası siyaset, ekonomi alanında neo-liberal söylemin ağır bastığı,
milliyetçi ve dindar muhafazakâr ideolojilerin sentezlendiği bir mecraya taşınmıştır. Oysa
1980 darbesiyle devlet seçkinleri Türkiye’nin siyasal hayatına akılcılığı, siyasiler
28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’ydı. Ağustos
1998’de Genelkurmay Başkanlığına Hüseyin Kıvrıkoğlu atandı. Kıvrıkoğlu, o dönemde yaptığı bir
açıklamada, “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti, bkz. http://www.milliyet.com.tr/-bin-yil-surecek/siyaset/siyasetdetay/28.02.2012/1508576/default.htm) (24.03.2015).
267
262
arasında düşük düzeyde politizasyon eğilimini ve uzlaşmacı bir siyasi kültürü
kazandırmaya çalıştılar. Bu nedenle belirli bir süre eski siyasetçilerin aktif politikaya
girmeleri yasaklamış, marjinal partilerin parlamentoya girmelerini zorlaştırmak için
seçim sistemi değiştirilmiştir (Heper, 2011: 221).
Askerin kışlasına dönmesi Türkiye’nin demokrasiye geçişine yeni bir mecra
açmış, yeni bir sermaye sınıfının yükselmiş, toplumsal ve siyasal grupların ortaya çıkarak
yerleşik devletçi bürokrasiye alternatif oluşturmuştur. Türkiye’nin liberal demokrasi ve
ithal ikameci siyaseti ile yeni ortaya çıkan teknokrat seçkinler, var olan siyasi seçkinlerin
ve toplumsal aktörlerin yerini alarak çoğulcu demokrasinin güçlendirilmesine neden
olmuşur. Demokrasi, devlet gibi kavramlar yerine halk sağlığı, turizm, çevre kirliliği gibi
güncel ve acil sorunlara odaklanan teknokrat seçkinlerinin gayesi, geleneksel halk kültürü
ile pragmatik akılcılığı bağdaştırmak, laik ve İslami düşünce biçimlerinin karşılıklı
etkileşimini kolaylaştırmaktı (Heper, 2011: 217-225).
Asker ise bir çıkış güvenceleri enstrümanı olan MGK aracılığı ile Heper’in
deyişiyle bir taraftan monizmin ve çoğulculuğun bir arada yaşayabilmesine olumlu
bakmış, hatta uzun vadede çoğulculuğu tercih ettiği izlenimini vermiş, ancak diğer
taraftan toprak bütünlüğü ve milli birlik gibi hassas konularda da monizmin devamı
yönünde tavır alarak, ülkeyi içeriden ve dışarıdan tehdit olarak gördükleri her konuda
etkin bir rol oynama gayreti göstermiştir (Heper, 2011: 220). Dönemin siyasi aktörü Özal
ise oluşmaya başlayan çoğulcu siyasi atmosfer içinde hem cumhurbaşkanına hem de
MGK’ye karşı anayasanın kendine vermiş olduğu yetkileri kullanmaya başlayarak
siyasetteki ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Evren’in desteklemiş olduğu üst düzey
bürokratların alt görevlere atanması ile Genelkurmay Başkanlığı’na Necip Torumtay’ın
getirilmesi “objektif kontrol” bağlamında sivil siyasetin ordu üzerindeki etkisini
göstermesi bakımından önemli örnekler olarak görülmüştür.
1983’te Askerin siyaset sahnesine girmesine izin verip sonrasında kampanya
sürecinde karşı olduğu Özal, özellikle muhafazakâr kesime vermiş olduğu mesajla resmî
ideolojiden şikâyetçi olmuştur. Özal, devletin küçültüleceği, ekonomik gücünün
azaltılacağı, tüm bunların sonucu olarak da devletin ideolojik baskısının otomatik olarak
gerileyeceği (Mert, 14.06.2007, Radikal)268 bir politika şekillendirmiştir. Özal’ın özel
sektörde ve bürokrasideki uzun tecrübesi siyasal başarısına ciddi katkı sağlamıştır. Dört
268
Bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224086 (28.10.2014).
263
siyasi eğilimi (mukaddesatçı sağ, milliyetçi sağ, liberal sağ ve sosyal demokrasi)
birleştirme iddiası, ANAP’ın bir geçiş dönemi partisi olma özelliğini fazlasıyla açıklayıcı
niteliktedir. Öte taraftan kamusal alanda dinin daha görünür olmasına izin veren ve
sayıları gittikçe artan dini tarikat ve cemaat kaynaklı etkinlikler, devletin ve kendilerini
devletle özdeşleştiren siyasi seçkinlerin tepkisini çekmiş, laik kent grupları arasında
kaygılara sebebiyet vermiştir. Ülkede siyasal İslam tehlikesini sezenler için, demokratik
bir siyasi rejimde İslamcı hareketlerin ölçüsüzce artma tehlikesi bir ikilem oluşturmuştur
(Heper, 2011: 230).
6 Eylül 1991’e kadar iktidarda kalan ANAP, muhalefetin yoğun baskısı karşısında
çok fazla direnememiş ve 1987 yılında gerçekleştirilen halkoylamasıyla, fiili olarak da
anlamını yitirmiş olan, 12 Eylül öncesi siyasi liderlerine yönelik siyasi yasaklar hukuken
de kaldırılmıştır. Halkoylamasında sonuç, % 49.84 hayır oyuna karşın % 50.16 evet oyu
ile yasaklı siyasi liderlerin lehine çıkmış ve Özal’da toplanan dört siyasi eğilim ait
oldukları adreslere yönelmiştir.
Bu durum, yasaklı siyasi liderlere aktif siyaset yapma hakkının yasal olarak da
geri verildiği anlamına gelmiştir. Süleyman Demirel, 1987 yılının Eylül ayında yapılan
olağanüstü kongrede DYP genel başkanlığını Hüsamettin Cindoruk’tan devralmış, yine
Eylül ayında Bülent Ecevit de Demokratik Sol Parti’nin (DSP) genel başkanı seçilmiştir.
Ekim ayında da önce Alparslan Türkeş Milliyetçi Çalışma Partisi’nin (MÇP), sonra da
Necmettin Erbakan Refah Partisi’nin (RP) genel başkanları olmuşlardır (Arslan, 2003:
12). Yasakların kalkması etkisini 20 Ekim 1991 seçimlerinde göstermiştir. % 27 civarında
oy alan DYP birinci parti olmuştur. DYP aldığı bu oy oranıyla 178 milletvekilliği
kazanmış, onu % 24 oy oranı ve 115 milletvekilliği ile ANAP takip etmiştir269.
Bu seçimlerde dikkat çeken bir diğer husus Erbakan ve başkanı olduğu RP ile
ilgilidir. RP, MÇP ve Islahatçı Demokrat Parti (IDP) ile üçlü örtülü ittifak yaparak
seçimlere girmiş, ittifak seçimlerde % 16,9 gibi çok yüksek bir oy desteği elde etmiştir.
Bu oy oranı ile parlamentoda yaklaşık % 14’lük temsil gücüne ulaşan parti, toplam 62
milletvekilini Meclise sokmayı başarmıştır. RP’nin 1987 genel seçimlerinde % 7
civarında oy alarak meclise dahi giremediği ve 1991 genel seçimlerinde ise oy desteğini
ciddi oranda arttırmış olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, seçimlerin en
başarılı partisi siyasal İslamcı söylemleri ile dikkat çeken RP olmuştur.
269
20 Ekim 1991 yılı seçim sonuçları için bkz. http://www.secim-sonuclari.com/1991 (16.10.2014).
264
Türkiye, sahip olduğu bu yeni çoğulcu siyaset anlayışıyla genel seçimler
havasında geçen 1994 yerel seçimlerine Güneydoğu, laiklik ve şeriat gibi üç temel konu
ile girmiş, 13 parti ile iştirak edilen seçimden DYP birinci parti olarak çıkarken, RP
oylarını artırmıştır. ANAP ise beklediği oyun çok altında almış, solda birleşme
sağlanamamakla beraber genel olarak solun oy kaybı dikkat çekici boyutlarda olmuştur.
Demokrasi Parti (DEP) milletvekillerinin tutuklanarak dokunulmazlıklarının
kaldırılması ve Hasan Mezarcı olayının cereyan ettiği süreçte yaşanan 27 Mart 1994 yerel
seçimleri, katılım oranının yüksek olduğu bir yerel seçim olmuştur. İl genel meclisi
sonuçlarına göre bu seçimden DYP % 21,4’le çok az bir farkla birinci parti olarak
çıkmıştır. ANAP açısından % 21,08'lik oy oranı başarısızlık olarak değerlendirilmiştir.
RP % 19,13’le 3. parti olmuştur; ancak daha da önemlisi büyükşehirlerde gösterdiği
başarıdır. 15 büyükşehirden 6'sında belediye başkanlığını RP almıştır. SHP toplamda
almış olduğu % 13,52 oy oranıyla büyük illerde başarılı olmasına rağmen, il genel
seçimlerinde başarılı olamamıştır.270
Hem büyükşehirlerde hem de Güneydoğu Anadolu Bölgesinde elde etmiş olduğu
başarı, RP’yi Türkiye'nin gündemine taşımıştır. RP'nin elde ettiği bu başarı, yapılacak
genel seçimler sonrası olası koalisyonlarda RP'nin iktidar olma ihtimalini ciddi olarak
artırmış ve seçim öncesinde sistem dışı ilan edilen RP’ye karşı nasıl bir tavır alınacağı
ciddi politik bir sorun haline gelmiştir. Nitekim Bayramoğlu (2007: 37) 24 Aralık 1995
genel seçimlerinin öncesindeki merkez sağdaki siyasi manzarayı, ANAP ve DYP’nin
aynı cephe içerisinde yer almasına rağmen birbirlerini siyasi rakip olarak gören, karşı
cephenin lideri RP’yi ise kendi aralarındaki çatışmalarda malzeme olarak kullanan,
kazanmaktan çok kaybetmemeye yönelen, diğer bir ifadeyle arzu edileni talep etmekten
çok arzu edilmeyeni uzak tutmaya yönelik garip bir demokrasi anlayışı olarak
tanımlamıştır. Seçimlerde RP % 21,38 oy oranı ile birinci, % 19,6 oy oranıyla ANAP
ikinci ve % 19,2 oy oranıyla da DYP üçüncü sırada yer almıştır. Seçimlere katılım, çok
partili dönem Türkiye ortalaması olan 80,8’den daha yüksek bir seviyede % 85.20 olarak
gerçekleşmiştir271. Arslan’a göre, oy oranı temel alındığında, ilk üç sırayı sağ partilerin
paylaştığı bu seçimler, Türk siyaset ve toplum hayatında çok büyük bir önem taşımaktadır
(2003: 30). Cizre’ye göre (2014:128-129) 1983’ten beri iktidarda olan Türk merkez
27 Mart Yerel Seçim sonuçları için bkz.
http://secim.iha.com.tr/Bolgeler.aspx?il=0&ilce=0&belde=0&parti=0&skod=1060&stip=7&
(16.10.2014).
271
24 Aralık Genel seçim sonuçları için bkz. http://www.secim-sonuclari.com/1995 (16.10.2014).
270
265
sağının gerek ekonomik liberalizm gerekse yapısal ve kültürel dokuda yaratmış olduğu
hasar RP’nin yıldızının yükselmesinin temel unsurları olmakla beraber, bu yükselişteki
asıl etki, Türkiye’nin Batı’dan çark edip İslam’ın yörüngesine girilmesini isteyen %
21,38’lik bir kitle desteğinin olmasıdır.
Genelkurmay’da düzenlenen bir toplantıda bir üst rütbeli yetkilinin (Çandar,
2001: 118) “post modern darbe”272 olarak da nitelendirdiği 28 Şubat sürecini büyük
ölçüde, seçim sonuçları ile ortaya çıkan bu siyasi tablo hazırlamıştır. 12 siyasi parti ve
bağımsız adayların belirli oranlarda oy desteği elde ettiği bu genel seçimlerde, 5 siyasi
parti % 10’luk genel oy barajını aşmış ve meclis çatısı altında temsil edilme hakkını
kazanmıştır. Bu seçim sonuçları toplumda yaşanan tıkanıklığın doğrudan doğruya
siyasete yansıdığını ortaya koymaktadır (Bayramoğlu, 2007: 45-47). Seçimlerde merkez
sağ ve sol partiler küçülürken, kimlik hareketlerine ya da bu hareketlere gösterilen
tepkilere endeksli siyasi partiler büyümüşlerdir. Bir başka deyişle, 24 Aralık seçimleriyle
kök, köken, kimlik sorunları toplumsal sistemden sonra siyasal sistemi de kuşatmıştır.
Ancak 1995 seçimlerinden birinci parti olarak RP’nin çıkmasına rağmen
hükümeti kurma işinin, ikinci parti olarak sandıktan çıkan ANAP’a verilmesi, 28 Şubat
sürecinin REFAHYOL hükümetinin kurulmasından önce oluşmaya başladığını
göstermektedir.
3.6.2- Hükümet Pazarlıkları ve Ordunun Rolü
Seçim sonrasında hükümet senaryoları üzerinde birçok tartışmalar yaşanmış;
ancak seçimden birinci çıkan RP’nin hükümet kurma arzusu, sistemdeki rejim
tartışmalarını hızlandırmıştır. Özellikle dönemin medyası bir yandan sandıktan çıkan
sonuçlara göre formülün DSP destekli ANAYOL Hükümeti olduğunu topluma işlerken
diğer yandan da liderlere RP’ye karşı ittifak çağrıları yapmıştır (Yüksel, 2004: 7).
Cumhuriyetin tehlikede olduğunu düşünen birçok sivil toplum örgütü ve
seçimlerden sonra türbana izin vermeyeceklerini açıklayan rektörler, “hepinizi dize
getireceğiz” diyen RP’ye karşı büyük tepki göstermiştir. 273 Meclisin açıldığı gün
Rektörler Komitesi YÖK başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz başkanlığında bir bildiri
“28 Şubat süreci” adı verilen bu son askeri darbe “post-modern darbe” olarak nitelendi. Tarih kayıtlarına
artık “post-modern darbe” diye geçen bu sonuncusunun isim babası Cengiz Çandar’dır, bkz. (Çandar,
2001:9).
273
Hükümetin türban affı hazırlığına karşı yayınladıkları deklarasyonla sert bir tepki gösteren rektörler için,
bkz. http://www.hurriyet.com.tr/rektorlerden-96-hatirlatmasi-117241 (25.12.2015).
272
266
yayınlamış, RP’yi kınayarak rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir (Akpınar, 2006: 24).
Seçimlerden sonra ortaya çıkan bu refleks, hükümet kurma girişimlerinin ne kadar sancılı
geçeceğinin habercisi olmuştur. 9 Ocak günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel,
liderleri Çankaya Köşküne davet ederek tek tek görüşmüş ve aynı gün hükümet kurma
görevini seçimlerden birinci çıkan RP lideri Necmettin Erbakan’a vermiştir.
Cumhurbaşkanı Demirel’in bu tavrı tıpkı 1960 darbesinden sonraki seçimlerde
Türkiye’de asker ile siviller arasında imzalanan “21 Ekim Protokolü” modeline benzer
bir mutabakat arama modeli olarak değerlendirilmiştir. İktidar olmak için yeterli
sandalyesi olmayan Erbakan, koalisyon hükümeti kurmak için çalışmalara başlamış;
ancak seçimlerdeki söylemlerinden dolayı başta DYP olmak üzere hiçbir siyasi partinin
bu koalisyonda yer almak istemediğini belirtmesi üzerine Erbakan’ın hükümet kurma
çalışmaları sonuçsuz kalmış ve Erbakan görevi Cumhurbaşkanı Demirel’e iade etmiştir.
Ardından hükümeti kurma görevi DYP lideri Tansu Çiller’e verilmiştir. Sermaye
çevreleri ve medya, o günlerde sol destekli DYP ve ANAP’ın kuracağı ANAYOL
formülü üzerinde baskılarını arttırmış, ANAP’a ilk sıra kendisinde olmak üzere
dönüşümlü başbakanlık koşulu ile giden Çiller, ANAP’ı başbakanlık konusunda ikna
edememiştir. Diğer görüşmeler de sonuçsuz kalınca Çiller’in iade ettiği görevi, bu sefer
Mesut Yılmaz almıştır.
Yılmaz ilk temasını Çiller ile yapmış; ancak bir sonuç alamamıştır. İlk
görüşmelerde umduğunu bulamayan Yılmaz, bunun üzerine yoğun bir görüşme trafiği
sonrasında RP ile koalisyon kurmak üzere oldukça yakınlaşmıştır. Bu gelişmeler
yaşanırken Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve Jandarma Genel
Komutanı Orgeneral Teoman Koman, TBMM Başkanı Mustafa Kalemli üzerinden
devreye girerek rahatsızlıklarını dile getirip bu koalisyonun gerçekleşmesini
istemediklerini belirtmişler ve koalisyon görüşmeleri bıçak gibi kesilmiştir. (Yüksel,
2004: 11). Genelkurmayın geri planda aktif muhafız rolünü sürdürdüğünü gösteren bu
hamlesi, seçim sürecini ve hükümet kurma girişimlerini manipüle eden ciddi bir çıkış
güvencesi örneği olarak görülmelidir. Öyle ki Meclis Başkanı Kalemli’yi ziyaret
sırasında açılan ANAREFAH koalisyon formülü Komutanlar tarafından hoş
karşılanmamış, ANAP ve DYP’nin bir araya gelerek hükümet kurmalarını arzu ettiklerini
açıklamışlardır274. Diğer taraftan benzer görüşmeler parti liderleri ile de yapılmıştır.
Bunun en çarpıcı örneği Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Tansu Çiller
274
Bkz. http://www.milliyet.com.tr/karadayi-refah-la-kurmayin-dedi-siyaset-1556974/ (23.01.2017).
267
arasından gerçekleşen görüşmedir. Karadayı, Çiller’i ziyareti sırasında kendisine
temennilerini dile getirerek RP’nin içinde olduğu bir hükümet formülüne mesafeli
olduklarını dile getirmiştir. Ordunun bu girişimlerinin ardından ANAREFAH girişimi
sonuçsuz kalmış ve ikinci alternatif olan ANAYOL seçeneği için görüşmelere
başlanmıştır (Yüksel, 2004: 12).
Ali Bayramoğlu 26 Şubat 1996 tarihli “RP-ANAP Koalisyonuna Asker Darbesi”
başlıklı köşe yazısında yaşanan durumu şöyle özetlemektedir. “Silahlı Kuvvetler, siyasi
partiler alanına böylece ilk ciddi ve ürkütücü müdahalesini yaptı. Nitekim bu durum,
Mesut
Yılmaz’ın
kulislerde,
“Ordunun
temennisi
ANAYOL’du”
sözleriyle
doğrulanmıştı. Ordunun siyasi partiler sistemi üzerindeki gölgesi, bir gölge olmaktan
çıkmış, fiili bir varlığa dönmüştür (...) Siyaset oyunu belli ki uzunca bir süre silahların
gölgesinde oynanacaktır. Nitekim askerlerin sivil replikleri her geçen gün çoğalıyor ve
seslerini iyice yükseltiyorlar. Türkiye’nin merkez güçleri RP’li bir hükümeti, değil
görmek, duymak bile istemiyorlar” (Bayramoğlu, 2007: 58-59).
Bu gelişmelerin ardından 3 Mart 1996 günü ANAYOL hükümeti kurulmuş,
ANAP lideri Mesut Yılmaz Başbakan olurken DYP lideri Tansu Çiller hükümet dışında
kalmayı tercih etmiş, Nahit Menteşe hükümette Başbakan yardımcısı olarak görev
almıştır. Çiller’in hükümet dışında kalması bile bu hükümetin zoraki bir şekilde kurulmuş
olduğunu ve akıbetinin hassas dengeler üzerinde durduğunun kanıtıdır. Nitekim bürokrat
atamalarındaki uzlaşmazlık, Çiller ile ilgili yolsuzluk iddiaları275 ve RP’nin Çiller’i
köşeye sıkıştırmaya çalışan tavırları ile güven oylaması sonuçları için hukuksal inceleme
başlatılması belirsizliklere neden olmuştur. Parlamentoda temsil edilen DYP, RP, ANAP,
DSP ve CHP’nin birbirleriyle ilgili özellikle de parti liderlerinin Yüce Divanla
sonuçlanmasını öngören mal varlıklarının soruşturulması konusu da, Meclis’te tam bir
kargaşa ortamının yaşanmasına neden olmuştur. Nitekim Tansu Çiller’in örtülü
ödenekten para çektiği iddiasının, ortağı ANAP tarafından basına sızdırıldığı düşüncesi
koalisyonu tehlikeye düşürmüştür.
RP’nin Çiller hakkında Meclis’e getirdiği dosyalar arasında en fazla tartışma yaratan TEDAŞ ve TOFAŞ
önergeleri olur. Dosyalarda Çiller, dostlarına ihale, kendisine menfaat sağlamakla suçlanır. Özellikle
TOFAŞ dosyasında görevini kötüye kullanarak, ihaleye fesat karıştırdığı ve devleti 1 trilyon liradan fazla
zarara soktuğu savunulur. Bu gerekçelerle Çiller, Yüce Divan’a gönderilirse Türk Ceza Kanunu’nun görevi
kötüye kullanmayı içeren 240 ve hükümet ihalelerinde baskı ile sonucu ertelemeyi içeren 366’ıncı
maddelerini ihlalden bir yıldan üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanacaktır (Yüksel, 2004: 15).
275
268
Yaşanan bu kargaşa ortamında sürpriz bir gelişme daha yaşanmıştır. 14 Mayıs’ta
Anayasa Mahkemesi RP’nin yaptığı başvuruyu incelemiş ve güven oylamasını iptal
etmiştir. Mahkeme kabul oylarının salt çoğunluğu karşılamadığına karar vermiş ve
böylece hukuksal olarak yok sayılan ANAYOL hükümetinin çözülme süreci başlamıştır.
Gensoruyla düşürülen Başbakan olmak istemeyen Yılmaz, 6 Haziran’da Köşke çıkıp
istifasını Cumhurbaşkanı’na sunmuştur. Bu istifa ile zoraki nikâh bozulmuş ve
Türkiye’de uzun bir süre konuşulacak ve tartışılacak bir dönemin kapıları aralanmıştır276.
3.7- REFAHYOL Hükümeti
Yaşanan bu gelişmelerin ardından Cumhurbaşkanı Demirel yeniden hükümet
kurma görevini Erbakan’a vermiştir. Gerek seçim kampanyası sırasında gerekse
koalisyon çalışmaları esnasında Erbakan’a en fazla eleştiride bulunan Çiller, bu kez
Erbakan başkanlığında kurulacak olan hükümete evet demiştir.
Aslında Erbakan mal varlıkları hakkındaki dosyaların görüşüldüğü gün Çiller ile
uzlaşma sağlamıştır. Hükümeti kurma yetkisini eline alan Erbakan, Çiller’le arasında
yaşanan bu ateşkese güvenerek önce özelleştirme ile ilgili soruşturma önergesinden
vazgeçmiş, ardından ilk kez kendisinin gündeme getirdiği örtülü ödenek soruşturma
önergesi için ret oyu kullanmış ve bunun bir “devlet mahremiyeti” olduğunu belirterek
Çiller’i savunmuştur. RP’nin bu desteği REFAHYOL’a ilk adımlar olarak
yorumlanmıştır (Yüksel, 2004: 19).
O dönemde Tansu Çiller ve ailesi hakkındaki yolsuzluk iddiaları kamuoyunda
ciddi bir gündem oluşturmuş, RP de konularla ilgili olarak seri dosyalar hazırlamıştır.
Mevcut koz yolsuzlukların üzerine gitmek ve hükümeti düşürmek için kullanılmıştır
(Çelik, 2004: 49). Ancak bir başka amaç da Çiller’i hükümet kurmaya mecbur olma
noktasına taşımak için bu dosyaların hazırlanmış olmasıdır. Nitekim Erbakan daha
sonraları Tansu Çiller’in bütün dosyaları için, “bizimle hükümet kuran, sütten çıkmış ak
kaşık gibi olur” beyanında bulunarak sıcak bir mesaj göndermiştir (Çelik, 2004: 59).
Erbakan’ın bu “fırsatçı siyaset” hamlesi her ne pahası olursa olsun iktidar olma isteğinden
kaynaklanmaktadır. Yolsuzlukları bahane edip hükümeti düşürme kararlılığında olan bir
siyasi hareket, bu sefer hükümet kurma adına aynı nedene bel bağlamış, gerekirse
276
Bkz.
https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/MECLIS%20BULTENI/2469_1996_0000_0048_0
000/0002.pdf (28.03.2016).
269
yolsuzlukların üzerinin örtülmesi konusundan şantaj yapmaktan çekince duymamıştır.
Öztürk’e göre toplumun, RP’nin “Siyasal İslamcı” ya da “köktendinci” diye tanımlanan
bir çizgiye sahip olduğu yolunda genel bir algılamaya sahip olması ve askerin
Türkiye’deki kendine özgü konumu ve hassasiyetleri nedeniyle, o dönemde böyle bir
hükümetin kurulmasının oldukça sıkıntılı bir siyasal süreci beraberinde getireceği daha
başlangıçtan bellidir (Öztürk, 2006: 46).
Her iki lider de hükümetin şekli konusunda uzlaşmaya varmıştır277. Buna göre iki
yıl Erbakan’ın iki yıl da Çiller’in başbakanlık yapacağı, dönüşümlü başbakanlık
sisteminde mutabakata varılmış, genel seçimlere Çiller’in başbakanlığında gidilmesi
koşuluyla öncelik Erbakan’a verilmiştir. Buna göre ilk iki dönemde Erbakan başbakan,
Çiller ise dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı görevlerini üstlenmişlerdir. Ayrıca iki
lider, Çiller hakkında verilmiş olan soruşturma önergelerinin Meclis’te reddedilmesi
konusunda anlaşmış, bunu da koalisyon protokolü dışındaki daha çok Çiller’in isteklerini
taşıyan gizli bir protokol278 ile kayıt altına almışlardır (Akpınar, 2006: 51). Nihayetinde
29 Haziran 1996 günü Meclis’te yapılan güven oylaması sonucunda 265 ret, 1 çekimser
oya karşı alınan 278 kabul oyuyla REFAHYOLhükümeti kurulmuştur279. Bu oylamada
dikkat çeken husus DYP’nin 10 milletvekilinin280 güven oylamasında ret oyu
kullanmasıdır. Bu milletvekilleri daha sonra Hüsamettin Cindoruk’un Genel
Erbakan’ın temaslarında RP ve DYP arasındaki görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması
üzerine, bazı DYP milletvekilleri partilerinden istifa ederek ANAP’a geçmiştir, Yaşar Dedelek, Şinasi
Altıner, Tevfik Diker ve İrfan Demiralp bu milletvekilleri arasındadır, (bkz. TBMM, Meclis Araştırma
Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 949-950).
278
Söz konusu gizli protokol TBMM Genel Kurulu’nun 10 Temmuz 1997 tarhinde gerçekleşen 119.
birleşiminde de gündeme gelmiş ve Anavatan Partisi tarafından eleştirilmiştir, bkz.
https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=283&P5=B&page1=46&pa
ge2=46 (29.06.2016).
279
Hükümeti programında, özetle, mahalli idarelerin yetki, idari ve mali açıdan güçlendirileceği, eğitim ve
sağlık alanlarına ayrılan kamu kaynaklarının artırılacağı, sosyal hayatta tahribata yol açan talih oyunları
işletmelerinin cazibe merkezi haline gelmelerinin önleneceği, din hizmetlerine önem verileceği, din hizmeti
sunan görevlilerin her türlü siyasi düşünce ve etkilerin dışında tutulması konusundaki hassasiyetin
korunacağı, vakıfların çalışmalarının teşvik edileceği, kamu yatırımlarında sağlık ve eğitim sektörlerine,
bölgesel gelişmişlik farklarının giderilmesine ağırlık verileceği, terörle mücadeleye önem verileceği,
Olağanüstü Hal uygulamasının “gerekli tedbirler” alınarak kaldırılacağı, Türk Cumhuriyetleri ve İslam
Ülkeleri ile ekonomik, ticari, sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi yönünde yürütülen faaliyetlere hız
kazandırılacağı, İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK)
çerçevesindeki ekonomik işbirliği faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmaya devam edileceği, Avrupa ile
İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) üyesi ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine çaba
gösterileceği, AB’ye tam üye olması hedefi ile imzalanan Gümrük Birliği’nin sağlıklı bir biçimde
gelişmesinin sağlanacağı vb. hususlar yer almıştır, bkz. (TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu,
Cilt-2, s. 949-950).
280
İsmet Sezgin, Cavit Çağlar, Emre Gönensay, Köksal Toptan, Mehmet Batallı, Mehmet Köstepen, Rıfat
Serdaroğlu ve Refaiddin Şahin bu isimler arasındadır (Çelik, 2004: 46).
277
270
Başkanlığı’nda Demokrat Türkiye Partisi (DTP) adında yeni bir parti kurmuşlardır
(Kongar, 1999: 275).
3.7.1- 28 Şubat’a Neden Olan Gelişmeler
74 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez İslamcı referanslara sahip olan bir
parti iktidara gelmişti. RP’nin iktidara gelmesi asker ve diğer Batı yanlısı seçkinlerde
tedirginlik yaratmış, laik-demokratik devletin geleceğiyle ilgili olarak derin kaygılara
sebep olmuştur. Ordu en başından beri RP’nin laiklik ve demokrasi konusundaki geçmiş
yaklaşımı nedeniyle iktidar olmasını kabul etmemiş, “bir vatandaş, bir oy, sadece bir sefer
(seçimle iktidara gelelim bir daha gitmeyiz) gibi bir düşüncede olmasından endişe
duymuştur (Heper, 2011: 283-286).
Söz konusu bu kaygıları hafifletmek adına belki REFAHYOL 10.07.1996
tarihinde ekonomik anlamda kamu personeline o güne kadar görülmemiş bir zam
yapmış,281 bununla birlikte iktidar döneminde toplumun büyük kısmında bir güven
oluşturmakta oldukça zorlanmıştır. Bunda da iktidarın daha ilk günlerinde vermiş olduğu
imajın etkisi çok büyük olmuştur. Nitekim REFAHYOL hükümeti iktidara geldiği ilk
günden başlayarak medya ile büyük bir çekişme içine girmiştir. İktidarın bu tutumunda
gerek seçim öncesinde gerekse seçim sonrasında yaşanan medya kışkırtmaları ve
manipülasyonlar etkili olmuştur. Bu tavırdan olsa gerek 10 Temmuz günü yayınlanan bir
tebliğ282 ile gazete tirajlarını doğrudan ilgilendiren basında promosyona ilişkin kuralları
yeniden düzenlemiştir. Geniş yankı uyandıran bu düzenlemeye göre gazeteler
promosyonlar için artık Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’ndan izin alacak, ayda üçten fazla
kampanya yürütülemeyecek ve verilecek armağanlar için önceden para yatırılması şartı
aranacaktır. Bu hareket Erbakan’ın, seçim döneminde ve daha sonra kendi iktidarını
engellemek
isteyen
bir
kısım
medyayı
baskı
altına
alma
hareketi
olarak
yorumlanmıştır.283 Gerek Türk modernleşmesinin simgeleşen meydanlarından Taksim’e
câmi yapılma gayreti gerekse dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın Türkiye genelinde
hâkim ve savcıların yaklaşık dörtte birini kapsayan atama ve yer değiştirme kararnamesi
REFAHYOL iktidarının tepki çeken ilk uygulamaları olmuştur.
Refahyol Para Musluklarını açtı, memura % 50 zam, [10.07.1996 tarihli Milliyet gazetesi, bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/10 (29.06.2016)].
282
Bkz. Yazılı basın ve kuruluşları promosyon kampanyaları hakkında tebliğ/TRKGM-96/91-92.
283
“Erbakan Dönemi”, Milliyet, 9 Temmuz 1996, bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_
(29.10.2014).
281
271
Hükümetin ordu ile ilk karşılaşması ise 23 Temmuz günü Genelkurmay
Başkanlığı tarafından hükümet yetkililerine ülkenin iç ve dış konularda vermiş olduğu
brifingle olmuştur. Bu brifingde Atatürkçü, laik demokratik düzenin ortadan
kaldırılmasına dönük bölücü ve aşırı dinci faaliyetlerden duyulan endişeler dile
getirilmiştir. Donat’a göre Genelkurmay karargâhı bu brifingle hükümete ve dolayısıyla
RP’ye Türkiye’yi tehdit eden irticai faaliyetler hakkında dolaylı mesajlar vermiş, Erbakan
hükümetinden duyulan rahatsızlık dile getirilmiştir284.
RP ile Orduyu karşı karşıya getiren diğer bir olay, İsrail’le Savunma Sanayi
Anlaşması’nın imza aşamasında yaşanmıştır. TSK açısından oldukça önemli olan bu
anlaşmaya, muhalefette iken İsrail ile ilişkilerin sona erdirileceğini açıklayan RP karşı
çıkmış, Devlet Bakanı Abdullah Gül böyle bir anlaşmanın yapılmayacağını açıklamıştır.
Bunun üzerine hem MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, ordunun talep ve
beklentilerini hükümet kanadına iletmiş hem de askerlerin bu konudaki kararlılığını
göstermek amacıyla 8 Ağustos’ta Başbakan’a bir brifing sunulmuş ve aynı gün Erbakan
anlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu gelişme, yaşanan süreçte askerin önemli bir
çıkış güvencesi kurumu olan MGK özelinde etkin bir tavır sergilediğini göstermesi
bakımından önemlidir.
Benzer bir çatışma Çekiç Güç konusunda da yaşanmıştır. Muhalefette iken Çekiç
Güç’ün görev süresinin uzatılmasına karşı çıkan RP, Temmuz ayı sonunda gerçekleşen
MGK toplantısında sürenin uzatılmasına ilişkin karara askerin de zorlamasıyla uymak
zorunda kalmıştır. Bu son durum askeri otoritenin MGK aracılığıyla her geçen gün sivil
siyaset üzerinde etkisini ve denetimini arttırmaya başladığının bir göstergesi olarak kabul
edilmiştir (Akpınar, 2006: 75). Askerin hükümet üzerinde uygulamaya çalıştığı bu baskı
politikasının tepkisi, 1 Eylül tarihinde gerçekleştirilmiş olan RP’nin Ankara İl
Kongresinde ortaya konmuştur. Kongrede Erbakan’ın “işte komutan işte ordu”
sloganlarıyla karşılanması, tabanın orduya verdiği açık bir mesaj olarak anlaşılmıştır285.
“Genelkurmay bizi bağlamaz” diye demeç veren partinin yönetici kadroları da bu
sloganları engellememiştir (Akpınar, 2006: 81-82).
RP, 6 Eylül günü düzenlenen Adli Yıl Açılış Töreni’nde bu kez yargı cephesinden
sert eleştirilere maruz kalmıştır. Törende konuşan Yargıtay Başkanı Müfit Utku,
Yavuz Donat “Başbakan’a Brifing”, Milliyet, 23 Temmuz 1996, bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/23 (28.03.2016).
285
Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/saadet-partisinde-yuksek-tansiyonlu-kongre-26350394 (25.12.2015).
284
272
doğrudan Başbakan Erbakan’ı ve hükümeti hedef alarak “Türkiye’ye şeriatı getirmeye
kimsenin gücünün yetmeyeceğini” dile getirmiştir. Onun ardından söz alan Türkiye
Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, daha sivri bir dil kullanmış ve “ülkemiz trafik
kazalarını mevlüt okutarak ve kurban keserek önlemek isteyen, yağmurun çaresini duada
bulan, bütçe açığını karşılamak için Allah’ın nimetlerini kaynak gösteren ve dini
politikaya alet eden bir zihniyetle idare edilmektedir” diyerek hükümeti sert bir dille
eleştirmiştir286. Komutanların adli yıl açılış törenine tam kadro katılmaları ise ordunun
yargıya vermiş olduğu desteğin bir göstergesi olarak kabul görmüştür.
Gerçekten de yargı, kurum olarak 28 Şubat sürecinde aktif görev almış ve silahsız
kuvvetlerin en önemli aktörü haline gelmiştir. Belge’ye göre bu dönemde hukuk, bizzat
yüksek yargı elinde (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay) bir silaha dönüştürülmüş
ve yargı rejimi koruma görevine bir numaralı oyuncu olarak katılmıştır (Belge, 2011:
658). "28 Şubat darbesini asker değil, yargı yaptı" diyen TBMM 20. Dönem Rize
Milletvekili Şevki Yılmaz: "28 Şubat'ta asker darbesi olmadı, asıl darbe yargıdan geldi.
Yargı, bizi tasfiye etti287 diyerek süreçte yargının almış olduğu vesayetçi role vurgu
yapmıştır. Ahmet İnsel de yargının bir vesayet unsuru olarak rol aldığını, “Türkiye’de
1961’den itibaren daha kısmi biçimde, 1982’den itibaren ise hemen hemen bütün
kurumlarının eksiksiz var olduğu dört dörtlük bir kurumsal vesayet rejimi yürürlüktedir.
Bu rejimde kurumsal vesayet, asli olarak TSK’ya, tali olarak yüksek yargıya aittir” 288
diyerek tarif etmektedir. Anayasa Mahkemesi raportörlüğü de dâhil olmak üzere yargının
her kademesinde görev alan ve son olarak emekliye ayrılan Yargıtay eski üyesi Dr. Ekrem
Serim ise Genelkurmay Başkanlığı tarafından 12 Haziran 1997’de Yargıtay üyelerine
verilen brifingi “Otobüsler dolusu yüksek yargı mensubunun, askerden brifing almak için
Genelkurmay’a gitmesi yargı bağımsızlığı açısından hiç hoş bir durum değildi” diyerek
izah etmektedir. Serim, o günlerde ülkede darbe havası oluşturulduğunu hatırlatarak,
psikolojik baskı altında brifinge katılmak zorunda kaldıklarını ifade edip, “manevi baskı
altındaydık. Darbe olursa üyelikten alınma endişesi vardı (…) Yüksek yargıçlar adeta
emir alan kişiler durumuna sokulmuştu (...) Nitekim brifinglerin etkisi daha sonra parti
kapatma davaları, Recep Tayyip Erdoğan’ın 312. maddeden mahkûm edilmesi gibi çeşitli
dava ve kararlarda açıkça görülüyor (...) Hâlâ o brifinge katılmanın pişmanlığını
286
Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt2.pdf (28.03.2016).
Bkz.http://www.haberler.com/sevki-yilmaz-28-subat-darbesini-asker-degil-yargi-7016508-haberi/
(25.03.2015).
288
Ahmet İnsel, “Vesayet Rejiminin Sonu ve Sonrası”, Birikim Dergisi. (Sayı 251-252 - Mart-Nisan 2010),
bkz. http://www.birikimdergisi.com/sayi/251-252/vesayet-rejiminin-sonu-ve-sonrasi (24.03.2015).
287
273
duyuyorum.” diyerek düşüncesini dile getirmiştir. Brifingde o dönemde görevde olan
başbakan ve bakanlara ağır suçlamalar yöneltilirken, “Cumhuriyet tehlikede, baktığınız
davalarda dikkatli olun, rejimi ve laikliği koruyun, kararlarınızı buna göre verin” mesajı
verilmiş, Laiklik ilkesine aykırı faaliyette bulunanlara müsamaha gösterilmemesi
istenmiştir. Serim düşüncelerini: “Anlatılanlara bakılınca bizden hukuka, adalete değil,
rejimi korumaya öncelik vermemiz gerektiği ima ediliyordu. Sanki ihtilal olmuş, bunun
haklılığını anlatan açıklamalar yapılıyordu” sözleriyle sürdürmüştür 289. Yani “merkez”i
oluşturan askeri bürokratik seçkinci yapı, rejimi koruma görevini geri planda durarak
yargıya yüklüyordu.
Yargının bağımsız ama tarafsız olmadığını söyleyen Anayasa Hukuku Profesörü
Mehmet Turhan da bir söyleşide durumu şöyle özetlemiştir:
“Çağımızda askeri darbe tehlikesi artık çok zayıfladı. Bunun yerini şimdi yargı
almaya başladı. Demokrasi vesayet altında. Vesayeti ordu ve yargı kurmuş (…)
Türkiye’de demokrasi vesayet altında bir demokrasi. Bu vesayeti yerine getiren iki
önemli yer var. Birisi ordu, askerler, öbürü de yargı organı. Bunlar kendilerine
böyle bir görev edinmişler. Meclis üzerinde bir vesayet görevine sahip olduklarını
düşünüyorlar (…) Halka güvensizlik olması nedeniyle asker ve sivil bürokratlar
halk üzerinde bir vesayet rejimi kurmuşlar ve bunu sürdürüyorlar (…) [Bunu da
Anayasa Mahkemesi en üst düzey kurum olarak] vermiş olduğu başörtüsü kararıyla
“ben bundan böyle artık anayasa değişikliklerinin anayasaya uygunluğunu
denetleyeceğim ifadesiyle en somut bir şekilde göstermiştir”290.
Yasama
yılı
açılış
konuşmasında
bu
sefer
Cumhurbaşkanı
Demirel,
Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirilemez olduğunu belirterek 291 uyarı niteliğinde
bir konuşma yapmış ve bu konuşma askerler tarafından destek görmüştür.
Cumhurbaşkanı bu sözlerle bir taraftan iktidara anlamlı bir uyarıda bulunurken diğer
taraftan töreni izleyen komutanlara da rejim konusunda endişeniz olmasın, devletin sivil
kurumları sistemi korumada kararlıdır mesajı vermiştir. Demirel’in bu tavrı 1982
Anayasası’nın cumhurbaşkanlığı makamını “çıkış güvencesinin” önemli bir parçası
olarak gördüğünün somut bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Bu söylem aslında
devletin en tepesinden koruyucu bir sıfatla askere ve topluma verilen bir mesajdır.
Bundan başka dış politikada yaşanan sıcak gelişmeler de REFAHYOL
hükümetini ciddi derecede etkilemiştir. Afganistan’da kökten dinci Taliban örgütünün
289
Bkz.
http://www.idealhukuk.com/hukuk/hukuk.asp?mct=duyurudetay&x=haber&y=Hukuk%20D%FCnyas%F
Dndan%20Haberler&id=75&tit=Yargi--28-Subat%92ta-bagimsizligini-koruyamadi--- (25.03.2015).
290
Seda Şimşek’in söyleşisi, bkz. http://gundem.bugun.com.tr/darbelerin-yerini-artik-yargi-aldihaberi/75382 (24.03.2015).
291
Bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214181 (10.11.2014).
274
yönetimi ele geçirmesi, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından “Afgan
olayından alınacak dersler var” ifadesiyle din devleti ve laiklik konularındaki endişeler
dile getirilmiştir (Yüksel, 2004: 35). Yine Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a
gerçekleştirmesi ve akabinde yaşanan Mısır ziyareti sırasında Müslüman Kardeşler
nedeniyle yaşanan sıkıntı ve Libya gezisinde Kaddafi ile yaşanan skandal da 28 Şubat
sürecinin önemli kilometre taşlarıdır292.
Bu yaşanan olay muhalefeti de hemen harekete geçirmiştir. 7 Ekim günü CHP,
hükümeti düşürmek için Erbakan hakkında bir gensoru önergesi vermiş, DYP’li bazı
milletvekilleri de hükümet ortağı RP’den duydukları rahatsızlıklarını dile getirerek
gensoruya “evet” oyu vereceklerini ifade etmişlerdir. Bu da RP’siz hükümet formüllerini
gündeme getirmiştir. Erbakan’a geziden döndükten sonra ilk uyarı partisindeki
huzursuzluktan telaşa kapılan ortağı Çiller’den gelmiştir. Çiller Erbakan’dan dış politika
konusunda daha uyumlu hareket edebilmek için ek protokol düzenlenmesini talep etmiştir
(Akpınar, 2006: 103). Çiller, Meclis’teki grup toplantısında yaşanan son gelişmelere
“AB’ye tam üyeliği bu koalisyon çerçevesinde dile getirmedik mi? Eğer başka şeyse,
Olağanüstü Hal’se, Çekiç Güç’se bunların hangisi aksadı? Eğer terör davasıysa, bugün
terördeki hassasiyetimizi kim değiştirdi? Ortadoğu’daki dengelerde, bizim ana
politikamızda
hangi
değişiklik
oldu?
Ben,
Libya’ya
gitmedim
mi?
İran’a
Cumhurbaşkanımız gitmedi mi? Eğer İtalya İran’dan doğalgaz alırsa, Almanya yeni
ilişkilere girerse bu normal; ama Türkiye bunu yaparsa anti laik. Bunun akılla bağdaşır
tarafı var mı?” (Bayramoğlu, 2007: 82-83) diyerek karşı çıkmıştır.
Medya o günlerde hükümetin güvenoyu veya asker yoluyla indirilmesi
haberlerine yer vermiştir. Genelkurmay’da darbe, muhtıra söylentilerine artık tepki
göstererek, bir kısım
medyada
yer alan
“Genelkurmay Başkanı
tarafından
Cumhurbaşkanı Demirel’e muhtıra şeklinde mektup verildi” haberleri yalanlamıştır.
Yalanlamada böyle bir mektubun olmadığından bahisle şunlar yer almaktadır: “TSK,
bugüne kadar iç politikanın dışında kalmaya özen göstermiş olup, bundan sonra da iç
politikanın dışında kalmaya devam edecektir. TSK’yi iç politikanın içine çekmeye matuf
Erbakan’ın, terörist ilan ettiği Müslüman Kardeşler Örgütü’nü övmesine misilleme olarak Mısır,
karşılama töreninde göndere Türk bayrağı çekmemiş gezi skandala dönüşmüş, Tunus ise Erbakan’ın
muhalif lider Gannuşi’yi Türkiye’ye davet etmesine tepki göstermiştir. Keza Libya gezisi de “yerleşik
devlet” bürokrasisinin muhalefetine karşın gerçekleştirilen bir gezidir. Libya Büyükelçisinin üç kez
gönderdiği “bu ülkeye siyasi bir gezinin sakıncalı olduğunu” belirten kripto tanınmamıştır (Akpınar, 2006:
92-95).
292
275
bu gibi haber ve yorumlar, maksatlı ve hayal mahsulüdür. Kamuoyuna saygıyla
duyurulur293.”
Fakat gelişmeler bu şekilde cereyan etmemiştir. 20 Ekim’de Ankara Kocatepe
Camii’nin avlusunda eli asalı kara cübbeli Aczimendilerin yapmış oldukları zikir gösterisi
gibi küçük çaplı olaylar, medyada abartılı bir dille teşhir edilerek manipüle edilmiştir. Dış
politikada D-8 olarak nitelendirilen Türkiye, İran, Pakistan, Malezya, Endonezya, Mısır,
Nijerya ve Bangladeş’ten oluşan bir zirvenin düzenlenmesi gibi adımlar da medyada
olumsuz manada geniş yer bulmuştur294.
28 Şubat’ı etkileyen ve ülke gündemini uzun süre meşgul eden bir diğer gelişme,
Erbakan tarafından “fasa-fiso” tepkisiyle dile getirilen Susurluk skandalıdır. Devletin
içinde oluşan ve “devlet-mafya-siyaset üçgeni” etrafında şekillenen yapıyı vahim olarak
niteleyen Demirel, “olayların ucu nereye gidiyorsa oraya kadar götürülmeli”
açıklamasından sonra Başbakan Erbakan da Adalet Bakanı Şevket Kazan’a talimat
vererek Ankara ve İstanbul DGM’lerini harekete geçirmiştir. Susurluk skandalı sebebiyle
TBMM’de harekete geçmiş, 13 Kasım 1996’da üç ay süreli “siyasetçi-polis-mafya”
ilişkisini araştırmak için “Meclis Susurluk Komisyonu” kurulmuştur. Fakat bunlar
Hükümetin olayın üzerine yeterince gittiği izlenimini vermemiş ve bir çözüm yolu
bulamaması birçok kesimde tepkiye neden olmuştur.295 Çandar, iktidarın Susurluk’un
üzerine gitmeyerek, hatta üstünü örtmeye çalışarak, özgürlükçü ve dürüst imajlarına zarar
verdiğini ve intiharı seçtiğini belirtmiştir (Çandar, 2001: 68).
Bir başka önemli gelişme 10 Kasım’da yaşanmıştır. RP’li Kayseri Büyükşehir
Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin kent meydanında düzenlenen Atatürk’ü anma
törenine katıldıktan sonra partililerine sarf ettiği “İnancımıza saygı duyulmadığı bu
dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törene katıldım (…) Bu zulüm düzeni yıkılmalıdır
(…) Müslümanlar içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu inancı eksik etmeyin.” sözleri
sert tepkilere neden olmuştur296. Şükrü Karatepe’nin bu sözleri medyada günlerce yer
293
Milliyet, 7 Ekim 1996,
bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_
(29.10.2014).
294
Milliyet, 5 Ekim 1996,
bkz,http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_
(29.10.2014).
295
Milliyet, 13 Kasım 1996, bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_
(29.10.2014).
296
Bkz. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-268177 (10.11.2014).
276
almış, sadece bu konuşma değil özellikle o günlerde medyada RP’yi iktidardan
uzaklaştırmak amacıyla, partinin bazı radikallerinin geçmişte yaptığı konuşmalar da
gündeme getirilerek yayınlar yapılmıştır. Ardından bunlara bakarak “laiklik, rejim, vatan
elden gidiyor” söylemleri ile hükümete yüklenilmiştir.
Nitekim hükümete karşı başlatılan toplumsal muhalefetin “ilk gövde gösterisi”,
Atatürk’ün 59’uncu ölüm yıldönümü olan 10 Kasım günü gerçekleşmiştir. Başını
Atatürkçü Düşünce Derneği ile DİSK, KESK ve TÜRK-İŞ’in çektiği sivil toplum
örgütlerinden 50 bin kişinin Anıtkabir’e yürüyerek hükümeti protesto etmesi, hükümete
karşı başlatılan toplumsal muhalefetin örgütlü bir biçimde kurumsallaşmasının simgesi
olarak yorumlanmış (Akpınar, 2006: 118), silahsız kuvvetler ağırlığını iyiden iyiye
hissettirmeye başlamışlardır.
Siyasi ortam iyiden iyi gerilmiştir. Bunun en ciddi emaresi 20 Aralık 1996 tarihli
Hürriyet gazetesinin manşetidir. Gazetenin manşeti REFAHYOL Hükümeti’nin
yıkılmasına dönük siyasal stratejisini net ifadelerle ortaya koyması açısından önemlidir.
Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, köşesinde ismini
açıklamadığı Genelkurmay’dan üst düzey bir Komutan’ın görüşlerine yer vermiştir.
Komutan, Özkök’ün “Askerler huzursuz. Silahlı Kuvvetler bir darbe hazırlığı içinde mi?”
sorusuna 28 Şubat sürecinin karakterini belirleyecek olan şu unutulmaz yanıtı vermiştir:
“Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletsin (…)”297. Bu cevapla ordunun rahatsızlığı ciddi
bir biçimde ortaya konmuş, ordunun perde arkasından hareket edeceği net olarak ifade
edilerek sorumluluk “silahsız kuvvetlere” yüklenmiştir. Genelkurmay Başkanı İsmail
Hakkı Karadayı da “hem fikri ilerlemenin, vicdan hürriyetinin ve demokrasinin özü olan
laikliğin hem de özgür uygar ve çağdaş bireylerin yaşam tarzı olan liberal demokrasinin,
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel özellikleri olduğunu belirtmiş” (Heper, 2011: 290) ancak
bu düşünce hükümet yetkilileri tarafından dikkate alınmamıştır.
1997 senesinin dışında da RP’ye tepkiler sürmüştür. Başbakan Erbakan 11 Ocak
Cumartesi akşamı Başbakanlık Konutu'nda bir iftar yemeği düzenlemiştir. Televizyon
ekiplerinin ekranlara yansıttığı ziyaretçiler, kulisleri bir anda hareketlendirmiştir. Sarıklı,
cübbeli tarikat ve cemaat liderleri, Başbakan'ın davetlileri arasındadır. 298 Genelkurmay
Başkanı Karadayı, 16 Ocak Çankaya Köşkündeki haftalık görüşmesinde, irtica tehdidi
Ertuğrul Özkök, “Bu Defa İşi Silahsız Kuvvetler Halletsin”, Hürriyet, 20 Aralık 1996,
bkz. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-261924 (29.10.2014).
298
Murat Yetkin, bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165
(20.10.2014).
297
277
dolayısıyla endişeli olduklarını dile getirmiştir. Komutanlar REFAHYOL Hükümeti’ni
ve RP’yi istemediklerini artık açıkça dile getirmişlerdir. Genelkurmay, hükümetin
demokratik yollardan, sivil toplum örgütlerinin baskısıyla iş başından uzaklaştırılmasını
istemiş ve bu strateji ilerleyen günlerde adım adım uygulamaya geçmiştir (Akpınar, 2006:
141-142).
3.7.2- Askerin Tepkisi
Ordu süreci “silahsız kuvvetlere” bırakmış olsa da kendisi de koruyucu bir
refleksle adım atmaya başlamıştır. Nitekim iktidarın gerek icraatları gerekse irtica
konularındaki uyarılara karşı sergilemiş olduğu isteksiz tutum, orduyu somut bir eylem
planı üzerinde çalışmaya itmiştir. Bu plan içinde ordu bünyesinde gerekli istihbarat
faaliyetlerini yürütecek ve eylem planını somut hale getirecek Batı Çalışma Grubu’nun
(BÇG) kurulması kararlaştırılmıştır299. Söz konusu yapı, Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Güven Erkaya’nın öncülüğünde tesis edilmiş ve Silahlı Kuvvetlerin hemen her
kademesinde birer bürosu oluşturulmuştur. Bu kurumla yapının istihbarat faaliyetleri
çerçevesinde hazırlanan raporlar ilk etapta komutanlara aktarılmakta sonrasında ise
MGK’de gündeme alınmaktadır. Erkaya, BÇG’nin kuruluş gerekçesini “-bir yerde tehdit
varsa (…) Asker önlemini alır. Türkiye için alır. Yunan tehdidi varsa Yunanistan’a karşı
alır. O zaman kimse yasal dayanak diyor mu? Silahlı Kuvvetler, Türkiye Cumhuriyeti’nin
rejimini değiştirmeye yönelik bir irtica tehdidi gördü ki BÇG’yi kurdu” sözleriyle ortaya
koymuştur (Donat, 1999: 613).
Hasan Celal Güzel tarafından ordu içindeki cuntacı yapılanma olarak tarif
edilen300 BÇG’nin çalışma biçimi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya
tarafından ilgili birimlere gönderilen bir talimatta açık olarak şöyle verilmiştir: “İl ve
ilçelerdeki tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları,
yükseköğrenim kurumları, öğrenci yurtları, vali, kaymakam, belediye başkanları ve diğer
mülki makamlarda bulunan görevlilere ait biyografiler ve anılan şahısların siyasi
görüşlerinin tespit edilmesi, il genel meclis ve belediye meclis üyeleri, siyasi parti il ve
ilçe teşkilatları yönetim kurulları, yerel TV, radyo, gazete, dergi basın yayın kuruluşlarına
ilişkin temin edilen tüm bilgilerin yazılı ve anketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri
28 Şubat raporu TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı, 10/236 (28 Şubat) 11.10.2012 bkz.
https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/28_subat_alt_komisy
onu/28_subat_alt_komisyonu/11.10.2012/Necati%20%C5%9Eent%C3%BCrk-11.10.2012.pdf
(25.12.2015).
300
Bkz. http://www.kure.tv/izle/haber-belgesel-28-subat-derin-darbe (20.10.2014).
299
278
Komutanlığı’nda toplanacaktır”301. Görüldüğü gibi BÇG bir haber alma teşkilatı olarak
tasarlanmış, sadece ordunun iç bünyesinde değil, sivil hayatı da kontrol eden bir
mekanizma kurarak siyasal alanın daraltılması amaçlanmıştır.
Gazeteci-yazar Ali
Bayramoğlu’na göre,
“Batı Çalışma Grubu aslında Türkiye’de sadece kamusal alanda görev alan değil,
kamusal alan ile teması olan sektörlerdeki insanların da tek tek kimliklerine,
eğilimlerine, özel hayatlarına kadar fişlenmesi mekanizmasıdır (...) Bu bakış
açısını dikkate konu sadece askerin fişlemesi değil, askerin ailelerinin yapmış
olduğu fişlemeler, askerin ilişkiye girmiş olduğu tüm kişilerin yapmış olduğu
fişlemeler. Türkiye’de aslında kabul edilir ve kabul edilmez gibi vatandaşları iki
gruba ayıran bir uygulama ortaya çıkarır ki, bu fişleme sistemi inanılmaz Stalinist
bir dönemi akla getiren bir düzeni ifade eder”302.
28 Şubat sürecinin önemli isimlerinden dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri
Emekli Tümgeneral Erol Özkasnak bir gazeteye verdiği röportajda “BÇG Çevik Bir’in
fikriydi, adını da o koydu” demektedir. Özkasnak, “O günlerde ülkede irticai faaliyetleri
izleme, takip ve karışanların adalete rapor edilmesi adına bir çalışma grubuna ihtiyaç
duyuldu. Daha sonraki hükümet döneminde feshedildi. Görev Başbakanlık Takip ve
İzleme Kurulu’na devredildi” demektedir303. Ordu bünyesindeki bu yapılanma daha önce
yaşanan direkt darbelerin geleneğinden gelen; ama yöntem olarak farklılaşan bir
hareketin devamı niteliğindedir. Nitekim 1980 darbesinin arkasında Milli Güvenlik
Konseyi yer alırken bu süreçte nihai aşamada MGK bulunurken hazırlık aşamasında BÇG
aktif görev almıştır.
Atılan bir diğer somut adım, Türkiye'nin anayasal düzeninin baştanbaşa
değiştirildiği Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi (BKYM) Yönetmeliği’dir304. BKYM
Yönetmeliği’nin yürürlüğe konması 30 Eylül 1996 tarihinde kararlaştırılmış ve
yönetmelik, 9 Ocak 1997 tarihinde 22872 sayılı RG’de yayınlanmıştır305. İnsel’e göre bu
yönetmelikle Başbakanlık neredeyse BKYM aracılığıyla MGK’ye bağlanmıştır. İnsel’in
konuyla ilgili tespitleri önemlidir:
[Öyle ki] “BKYM’yi Meclis’in sorumluluk alanı dışında bırakan, fiilen Başbakan’ı
BKYM’ye ve askeri hiyerarşi içinde Genelkurmay Başkanı’na karşı sorumlu kılan,
Meclis’in olağanüstü hal ve sıkıyönetim konusunda karar verme yetkisini elinden
Bkz. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın 5 Mayıs 1997 tarihli ve İsth. 3429-3, 97/İKK.Ş. numaralı yazısı,
http://arsiv.sabah.com.tr/1997/07/10/p01.html (20.10.2014).
302
Bkz. http://www.kure.tv/izle/haber-belgesel-28-subat-derin-darbe (20.10.2014).
303
BÇG Çevik Bir’in Fikriydi, bkz. http://arsiv.sabah.com.tr/2006/02/12/gnd105.html (20.10.2014).
304
Mustafa Erdoğan, “'28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html
(28.08.2015).
305
Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/22872.pdf (20.10.2014).
301
279
alan bu yönetmelik, Türkiye’de 12 Eylül benzeri bir askeri darbeye başvurmadan,
ordunun gerekli gördüğünde duruma el koymasının “yasal” kılıfını
oluşturmaktadır. 12 Eylül’ün askeri cunta hükümeti sistemini bir şekilde
yasallaştıran, MGK’nin gerçek hükümet gibi işlev gördüğü, MGK Genel
Sekreterinin bir ikinci başbakan olarak faaliyet gösterdiği askeri demokrasimiz, bu
yönetmelikle beraber, tüm devlet teşkilatı içinde yönetime sessizce ve yasal
biçimde el konulmasına uygun zemin hazırlanıyor. Ülkenin en küçük merkezi idare
birimine kadar ulaşan ve kendine bağlı bir özerk hiyerarşi içinde, devletin ihtiyaç
duyduğu tüm kurumlarını mobilize etme yetkisine sahip bulunacak bu sivil görevli
örfi teşkilatın varlığıyla, Türkiye’nin önümüzdeki siyasal düzeninin, 12 Eylül
rejimini pekiştiren bir “örfi demokrasi” olacağını iddia etmek zor değil” (İnsel,
1997: 15-17).
İnsel, bu yönetmelikle ordunun koruyucu bir kimlikle sisteme müdahale
edebileceğini ortaya koyarken sistemin pretoryan bir yapıya kaydığının altını çizmiştir.
Nitekim REFAHYOL hükümetinin, 31 Ocak 1997 tarihli gizli bir kararname ile MGK
Genel Sekreterliğine bir yazı göndererek BKYM’nin 1997 faaliyetlerini MGK Genel
Sekreterliğine devrettiğini belirtmiş olması da söz konusu pretoryan yapının somut bir
göstergesidir. Bu yönetmelikle sadece kriz hallerinde değil, olağan durumlarda da sürekli
faaliyette bulunacak organlar oluşturması kararlaştırılmış, üstelik bu kurumların
yönlendirilmesi ve koordinasyonu görevi de, süreçte etkin bir rol oynayan MGK Genel
Sekreterliği’ne verilmiştir. Olağan ve olağanüstü yetkilerle donatılmış MGK Genel
Sekreteri’nin, o dönemde neredeyse bir ikinci Başbakan haline geldiğini söylemek çok
yanlış olmayacaktır.
Siyasal karar mekanizmaları içinde bu derece rol alan; ancak seçimle gelmediği
için siyasal sorumluluğu da olmayan bu gibi yönetim aygıtlarının anayasa sayesinde
devlete sokulmuş olmalarını Tanör (1986: 80), “bir tür vesayet sisteminin unsuru olarak”
görmektedir. Ali Bayramoğlu’na göre de; 28 Şubat askeri vesayet sistemine yönelik,
olağan dönemlere ilişkin kalıcı etkiler bırakacak en keskin yasal adım, “altında Erbakan
ve Çiller’in imzası bulunan dehşetengiz bu yönetmelik” olmuştur.
“Darbe kuvvetinde olarak tanımlanabilecek bu yönetmelik bir Başbakanlık
genelgesiyle uygulamaya konduğu andan itibaren MGK üzerinden devlet işleyişini
tümüyle askere teslim edecek bir mantık içermektedir (...) Bu yönetmelikle yasal
ve toplumsal hareketler kriz tanımı içine sokulmuş, hangi hareketlerin ne zaman
krize işaret ettiğinin tespitini askere bırakmış, kriz halinde denetimi ve idareyi
tümüyle askere devretmiştir. Aşırı yetkili ve sorumsuz askeri otorite modelinde ve
askerin özerk alanının genişlemesinde BKYM yönetmeliği bir zirve noktadır”
(Bayramoğlu, 2007: 114-115).
Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’da ilgili yönetmelik için;
“(...) Anayasaya göre (md.112/1), bakanlıklar arasında hükümet işlerinin
koordinasyonunu yapabilecek olan sadece Başbakan’dır ve bu yetkinin bir
280
yönetmelikle başka bir makama (…) devri mümkün değildir. Böylece aslında
kendisi karar yetkisine haiz icrai bir kurum olmayan MGK’nin bir tür özel kalemi
olan ve anayasa hukuku anlamında da idare hukuku anlamında da bir “kurum,
organ veya merci” statüsüne sahip bulunmayan dolayısıyla hiçbir biçimde “yetki
sahibi” sayılamayacak olan bir memurluk, hükümet düzeyinde bir yetki
kullanabilir duruma getirilmektedir. Şimdi manzara şudur: MGK zaten çoktandır
“paralel hükümet” durumundaydı, artık MGK’nin Genel Sekreteri de “paralel
başbakan” konumundadır. Bu durumun hükümet içinde pek çok yeni yetki sorun
ve tartışmaları ortaya çıkarması kaçınılmazdır” (Erdoğan,2012: 12-14),
ifadesini kullanmıştır. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere MGK’nin konumu yasal ve
anayasal dayanağı olmayan ve neredeyse sürekli bir yarı askeri yönetime yol açabilecek
yeni bir çıkış güvencesi anlayışına sahip BKYM Yönetmeliği ile daha da
güçlendirilmiştir. Askerler adeta devlet içinde devlet haline getirilmiş, Türk siyasal
geleneğine yerleşmiş olan askeri müdahalelerin yönetim ve etkisini olağan zamanlara
yayma amacını gerçekleştirmeye yönelmiştir. Sadece askeri alanlarda değil toplumsal,
siyasal, ekonomik konularda da görüş bildiren, görüşleri ve önerileri ivedilikle görüşülen,
uygulamayı da kendisi takip eden ve ulusal çıkarların gerek tanımını gerekse korunmasını
tekeline almak isteyen bir örgütlenmenin, artık açık bir askeri müdahaleyi de
gereksizleştirdiği söylenebilir.
Gerek oluşturulan BÇG gerekse BKYM yönetmeliği, ordunun RP iktidarına karşı
yaklaşımını ciddi şekilde ortaya koymuştur. İktidara güven duymayan ordu, silahsız
kuvvetleri harekete geçirecek unsurları devreye koymadan önce gerekli yasal adımları
atarak işi şansa bırakmak istememiştir. Cumhurbaşkanı Demirel’i tarafına çekmek için de
gayret göstermiştir. Bu amaçla Genelkurmay Başkanlığı ilk kez 11 Ocak günü
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i davet ederek kendisine irtica tehdidini konu alan bir
brifing sunmuştur. BÇG’nin hazırladığı raporların sunulduğu brifingde RP’nin iktidarı ile
gündeme gelen aşırı dinci akımlar, RP’li belediyelerde ve bürokraside değişmeye
başlayan memur profili ve silahlanma konularına dikkat çekilmiş, türban yasağının
okullarda ve resmi dairelerde kaldırılması, Taksim meydanına cami yapılması gibi
tartışmalara yer verilmiştir. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak
emekli olduktan sonra yaptığı bir açıklamada 28 Şubat sürecinin başlangıç tarihinin bu
brifing olduğunu ifade etmiştir (Cevizoğlu, 2001: 60-63). Brifingde komutanlar
Demirel’e “irticai faaliyetler bölücülükle eşit ve birinci derecede öncelikli iç tehdit haline
gelmiştir, Genelkurmay tehdit önceliklerinde bu değişikliğe göre gerekli iç
düzenlemelerini başlatacaktır” diyerek, tehdit değerlendirmelerinin yer aldığı Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi’nin uygulama esasları bakımından önemli bir resmi enstrümanı
281
olan Milli Askeri Stratejik Konsept’te (MASK) tanımlanan “iç tehdit” tanımının
değiştirilmesi gerektiğine işaret etmişlerdir. “Genelkurmay’ın irtica tehdidinin etkisiz
kılınması için hazırlıklara başlayacağı” sözlerinin ardından komutanlar kendilerini
rahatsız eden 55 tane olayı Demirel’e iletmişler; Demirel de “Söylediğiniz şeylerin
bazıları doğru olmayabilir. Bunları tahkik etmem gerekir. Doğru olan bölümleri üzerinde
muamele yapacağım” diye cevap vermiştir. Demirel askerleri rahatsız eden bu 55 olayı
inceleterek bunların 30 kadarının yanlış ya da üzerinde durulmayacak bilgi olduğunu
görmüş, geri kalanı için gereğini yapacağını, Başbakan’a ileteceğini Genelkurmay
Başkanı’na söylemiştir (Yüksel, 2004: 55-56). Ordu bu tavırla, 1982 Anayasası’nda
önemli bir “çıkış güvencesi” kurumu olarak tasarlayıp yetkilendirdiği, cumhurbaşkanlığı
makamını harekete geçirmek istemiş, bir anlamda sürece sivil unsuru dâhil ederek sivil
ve askeri kurumların birlikte uyum içinde hareket ettiğini göstermeye çalışmıştır.
28 Şubat sürecinde öne çıkan gelişme 31 Ocak tarihinde Ankara’nın Sincan
ilçesinde yaşanmıştır. Dönemin medyasının gayet atak bir rol üstlendiği, RP
teşkilatlarının ve belediyelerinin her türlü faaliyetini teşhir ederek aleyhte kamuoyunun
oluşmasına yardımcı olduğu bir ortamda Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız,
İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni’nin, işgal altındaki Kudüs’ü anmak için
başlattığı bir geleneği Türkiye’de uygulayarak bir “Kudüs Gecesi” düzenlemesi, siyasi
ortamı germeye yetmiştir. Yaklaşık bin kişinin katıldığı geceye İran Büyükelçisi
Muhammed Rıza Bagheri de davet edilmiş, ilçe meydanına Mescidi Aksa benzeri bir
çadır kurulmuş, Belediye’ye ait bir salonda düzenlenen geceye Filistinliler adına temsilî
bir oyun da sergilenmiştir. Gecede yapılan konuşmalar ve sergilenen oyun, Genelkurmay
Karargâhında huzursuzluk yaratmış, Karadayı komutanlarla yaptığı değerlendirmede
RP’li Başkanı suçlayarak “işte gerçek yüzleri. Söyleyecek söz bulamıyorum. Amaçları,
Türkiye’yi çağdaş dünyanın dışladığı İran yapmak” (Akpınar, 2006: 156) diyerek
tepkisini göstermiştir. Geceye katılan İran Büyükelçisi Rıza Bagheri’de diplomatik
teamülleri aşan, genel anlamda şeriatı övücü bir konuşma yaparak, Hamas ve Hizbullah’ı
desteklediklerini açıkça belirtmiştir. Gecede yaşanan olayların ve konuşmaların
kamuoyuna yansıması üzerine toplumun her kesiminden tepkiler yükselmiş, Ankara
Cumhuriyet Savcılığı ile DGM Başsavcılığı geceyi düzenleyenler hakkında soruşturma
başlatmıştır. ANAP ve CHP, TBMM Başkanlığı’na soru önergeleri vermiş, İran
Büyükelçisi Bagheri Dışişleri Bakanlığa çağrılarak sert bir notayla uyarılmış, DYP
282
milletvekilleri de yaşanan gelişmelerden duydukları rahatsızlıkları dile getirmişlerdir
(Akpınar, 2006: 156).
Düzenlenen bu geceye ordunun tepkisi sert olmuştur.
Genelkurmay
Başkanlığı’nda 3 Şubat günü tüm kuvvet komutanlarının, Genelkurmay İkinci Başkanı
Orgeneral Çevik Bir’in ve MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç’ın katıldığı bir
toplantı düzenlenmiş ve tank geçişini içeren bir tatbikat planı hazırlanmıştır306. Tankların
geçişi kamuoyunda darbe söylentilerine neden olduysa da Genelkurmay Başkanlığı bu
geçişin tatbikat olduğunu duyurmuştur. Tankların geçiş yaptığı gün Sincan Belediye
Başkanı Bekir Yıldız görevinden alınmıştır. Tankların geçişiyle ilgili olarak
Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, daha sonraki günlerde yaptığı bir ABD
gezisi sırasında 28 Şubat 1997’de “Demokrasiye balans ayarı yaptık”307 sözleriyle
Sincan’daki tatbikata açıklık getirmiştir. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik
Bir'in sözlerinin ardından bu deyim, post-modern darbe deyimi çıkana dek, yaygın
biçimde kullanılmıştır. Bu sözler askerin tankları Sincan’dan geçirmelerinin “tatbikat
amaçlı” olmadığının kanıtıdır.
Bu arada ANAP lideri Mesut Yılmaz Türkiye’nin önünde büyük bir tehlikenin söz
konusu olduğunu söyleyerek, “RP’nin tabanı militanlaşıyor, hatta silahlanıyor”
açıklamasında bulunmuştur308. Ülkedeki silahlı vatandaş sayısının, TSK’nin asker
sayısını geçtiği iddia edilmiş, Genelkurmay, Dışişleri Bakanlığı’na Bagheri’nin
“istenmeyen adam” ilan edilerek sınır dışı edilmesi isteğini bildirmiştir. Dışişleri
bürokrasisine bu mesajı veren Orgeneral Çevik Bir’dir. Genelkurmay Başkanlığı da
yaşanan olayların ardından sivil toplum örgütleri ile görüşmelere başlayarak, “silahsız
kuvvetleri” harekete geçirip bu örgütlerden parlamento üzerinde baskı kurmalarını
istemiştir. Aynı zamanda Genelkurmay Başkanı 6 Şubat günü Anayasa Mahkemesi
Başkanı Yekta Güngör Özden’i makamında ziyaret ederek “Meselenin TBMM
zemininde ve sivil destekle çözümlenmesi gerektiği üzerinde durulduğunu” açıklayarak,
yargıya verdiği önemi vurgulamıştır. Sincan’daki gelişmelerden sonra 14 Şubat günü bir
Bu toplantının sonrasında tatbikat bünyesinde Sincan’ın bir kaç kilometre dışındaki Etimesgut Zırhlı
Birlikler ve Tümen Komutanlığı’ndan hareket eden 15 tank ve 20 kariyer, tam teçhizatlı bir bölük piyade
eşliğinde Sincan’dan geçerek 10 kilometre ilerideki Yeni kent Akıncı 4. Ana Jet Üssü’nün tatbikat alanına
gitmişler, İki tank ise “arızalandığı” gerekçesiyle olayların yaşandığı Sincan Meydanı’nda akşam saatlerine
kadar bekletilmiştir, bkz. http://www.radikal.com.tr/ekonomi/o-tanklar-sincanda-nasil-yurudu-1173052/
(31.03.2016).
307
Bkz.http://blog.milliyet.com.tr/cevik-bir--e--gozalti----28-subat-icin-demokrasiye-balans-ayari-yaptik-demisti--/Blog/?BlogNo=358087 (20.10.2014).
308
Bkz. http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=32339
(20.10.2014).
306
283
araya gelen komutanlar, Sincan gösterisinin toplumda “kıpırdanma” yaratması
bakımından olumlu bir gelişme olduğuna dikkat çekmişlerdir. 15 Şubat’ta ise bu
kıpırdanma büyük bir gösteriye dönüşmüş ve Ankara’da yaklaşık 20 bin kadının
katılımıyla “Mollalar İran’a”, “Türkiye laiktir laik kalacak”, “Hükümet istifa”, “Ne şeriat
ne darbe” sloganlarıyla “Şeriata Hayır Yürüyüşü” düzenlenmiş, yürüyüşe birçok sivil
toplum örgütü de destek vermiştir309.
Toplumun diğer sivil kesimleri de olaylara duyarsız kalmamıştır. İstanbul’da ilk
kez 6 Şubat 1997’de asılan bir afiş, İşçi Partisi’nin (İP) kendini hatırlatma kampanyası
olarak görüldüğünden pek dikkat çekmemiştir. Afişin üstünde “Cumhuriyet Devrimi
Kanunları Uygulansın” ibaresi yer almıştır. 28 Şubat 1997’de MGK’de alınan kararların
bu talebin izdüşümü olduğu öne sürülmüştür. İmam Hatiplerin orta kısmının kapatılması,
öğrencilerin 8 yıllık eğitimi tamamlanmadan Kur’an kurslarına gidemeyeceği
hükmünden, türban yasaklarına kadar bu çıkışla arasında ilişki kurulmuştur310. Doğu
Perinçek “ordunun, siyaset ve iktisadın mafyalaşmasının üzerine giden İP ile aynı
konumda yer aldığını” belirterek RP’nin kapatılma gerekçelerinin de tamamen kendi
kitaplarından alınarak yazıldığını ifade etmiştir. Doğu Perinçek, bir basın mensubunun
tankların Sincan’a girmesine ne diyorsunuz sorusuna, Türkiye’de hangi güç, Cumhuriyet
yıkıcılarının üzerine gidiyorsa, iyidir, onu alkışlarız diye cevap vermiştir. Bu cevabın
ardından bunun İP’nin siyasi görüşüne aykırı olduğunun belirtilmesi üzerine ise tankların
işçinin, köylünün üzerine yürümesi durumunda göğsünü yine siper edecek olanın İP
olacağını; ancak şeriatçılığın üzerine yürüdüğü takdirde onları alkışlayacaklarını
belirtmiştir.311 Yaşanan bu gelişmeler belirli bazı sivil çevrelerin de sivil-asker uyumu
bağlamında 28 Şubat sürecinde TSK ile aynı paralellikte hareket ettiğini göstermektedir.
27 Ocak 1997’de, 28 Şubat Kararlarının alındığı MGK’den bir önceki MGK’de,
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, REFAHYOL hükümetinin
uygulamalarının toplumda yarattığı tedirginliği ve endişeyi dile getirmek ve gerekli
önlemlerin alınması için MGK’yi uyarmak amacıyla; demokratik, laik cumhuriyete
yönelik tehditlerin tehlikeli boyutlara ulaştığı, laik demokratik cumhuriyete yönelik bu
tehditlerin en kısa zamanda gündeme alınması ve gerekli önlemlerin belirlenerek
309
Bkz. http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/4932/sayfa/2007/3/27/11.xhtml (28.03.2016).
Bkz. http://www.milliyet.com.tr/1997/09/08/siyaset/perincek.html (29.12.2016).
311
Bkz. http://www.milliyet.com.tr/dogu-perincek/ (20.10.2014).
310
284
uygulanması için hükümete tavsiye edilmesi şeklinde özetlenebilecek bir konuşma
yapmıştır.
Yine 28 Şubat tarihindeki olağan MGK toplantısından önce dönemin MGK Genel
Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Cumhurbaşkanı’na giderek yapılacak MGK toplantısına
askeri kanadın 18 maddeden oluşan bir hazırlıkla geleceğini bildirmiş, bu hazırlığın bir
örneğini de Cumhurbaşkanına vermiş, Cumhurbaşkanı da bunu dönemin Başbakan
Yardımcısı Tansu Çiller’e iletmiştir. Sonradan yapılan açıklamalardan ve yayınlanan
eserlerden, dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in, yapılacak MGK toplantısı
öncesinde, ordunun komuta kademesinin hem emekliye sevk edilmesini hem de darbe
girişimi suçlamasıyla yargı önüne çıkarılması hazırlığı yaptığı ancak, hükümet ortağı
Erbakan’ın buna yanaşmaması ve uzlaşmacı bir tavır sergilemesi nedeniyle, Çiller
tarafından yapılan hazırlığın gerçekleşmediği anlaşılmıştır312.
3.8- 28 Şubat MGK Toplantısı ve Kararları
Toplantı öncesinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan,
Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile
kısa bir görüşme gerçekleştirmiştir313. Toplantı OHAL’in uzatılması ve dış güvenlik
raporunun okunmasından sonra Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral
Çetin Saner tarafından hazırlanmış olan irtica ile ilgili ayrıntılı raporun takdim
edilmesiyle devam etmiştir. Konu hakkında söz alan Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Güven Erkaya, irticai akımların giderek güçlendiğini ve RP’nin bu akımlarla iç
içe olduğunu söyleyerek laik Cumhuriyet’in, Atatürk ilke ve inkılaplarının ciddi bir tehdit
Fikret Bila “DYP’nin Ağır Topları 28 Şubat Döneminde Erbakan’ın Tavrını Eleştirdi” başlıklı köşe
yazısında Çiller’in: “Başbakan Sayın Erbakan ile görüştüm ve Milli Güvenlik Kurulu kararlarının tavsiye
niteliğinde olduğunu, bu kararların, Bakanlar Kurulunda ve Meclis'te görüşülerek şayet uygun bulunursa
uygun bulunacak olanların uygulamaya konulabileceğini; ancak asıl tercihimin ve doğru olanın, bu kararlar
görüşülmeksizin Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını emekliye sevk etmemiz gerektiğini
söyledim ancak Erbakan kabul etmedi” açıklamalarına yer vermiştir, bkz http://www.milliyet.com.tr/ciller-karadayi-yi-emekli-edecekti-erbakan
istemedi/siyaset/siyasetyazardetay/19.04.2012/1529944/default.htm (12.05.2016).
313
Tam sekiz saat kırk beş dakika sürecek olan toplantıya, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan
Necmettin Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı Tansu Çiller, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi,
Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven
Erkaya’nın yanı sıra, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal,
Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz, MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Emniyet
Genel Müdürü Alaattin Yüksel, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Bilican, Genelkurmay İstihbarat
Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner ve MGK Genel Sekreter Başyardımcısı Korgeneral Necdet Timur
katılmışlardır.
312
285
altında olduğunu belirtmiştir. Erbakan’ı hedef alan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Hikmet Köksal da; “Bende dindar bir aileden geliyorum. Bizim de annelerimizin başında
başörtüsü var. Ama biz, dine değil, dinin istismar edilmesine karşıyız” sözleriyle
eleştirerek, ordunun bazı çevreler tarafından dinsizmiş gibi gösterilmesinden duydukları
rahatsızlığı dile getirmiştir. Kuvvet Komutanlarından sonra Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı askerlerin duyarlılıklarını anlatan toparlayıcı bir
konuşma yaparak özetle; “Laiklik bizim için demokrasi kadar önemlidir. Dindarlıkla
siyaset karıştırılmamalıdır. Din ahlaktır, ahlaksız adamın dini de olmaz” diyerek irticai
hareketlerde tırmanma olduğunu ve bazı vakıfların da bu hareketlerin ana kaynağını teşkil
ettiğini ve son zamanlarda yaşanan gelişmelerden ordunun duyduğu rahatsızlıkları açıkça
dile getirmiştir (Akpınar, 2006: 181).
Konuşmaların ardından askerler, laikliğin korunması için uygun gördükleri bazı
kararların, hükümet tarafından derhal uygulamaya sokulmasını isteyerek bu konuda
hazırlanan 22 maddelik taslak tedbirler paketini hükümet yetkililerine sunmuşlardır.
Erbakan taslakta yer alan 8 yıllık kesintisiz eğitim, özel Kuran kurslarının kapatılması ve
Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmasına yönelik çalışmalar, kılık kıyafet yasası, 163.
maddenin kaldırılmasının yarattığı hukuksal boşlukların doldurulması için yasal
düzenleme yapılması ve irticai-dinci akımlara karışan kişiler hakkında yeni yasa
çıkartılması gibi bazı maddelerden rahatsızlık duyduğunu belirterek bu düzenlemelerin
parti tabanında tepki yaratacağını düşünmüş ve kararların tek tek maddeler halinde
verilmemesini ve toplantıda deklare edilmemesini, daha sonra ele alınmasını talep
etmiştir. Erbakan’ın istekleri ve Demirel’in arabuluculuğu neticesinde kararlar 18
maddeye indirilerek, bazı ifadeler yumuşatılmış ve MGK kararlarının birkaç gün içinde
hükümete gönderilmesi konusunda uzlaşma sağlanmıştır (Akpınar, 2006: 184-185).
Toplantının ardından 1982 Anayasası’yla oluşturulan çıkış güvencelerinin, MGK
özelinde nasıl çalıştığı alınan kurul kararlarıyla ortaya konmuş, 28 Şubat MGK
toplantısının basın bildirisi MGK Genel Sekreterliği tarafından medya organlarıyla
paylaşılmıştır. Toplantıda ayrıca alınan kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimi
için, MGK bünyesinde bir birim oluşturulmasına karar verilmiş, bu birimin çalışmalarının
MGK Genel Sekreterliği tarafından koordine edilmesi üzerinde anlaşmaya varılmıştır.
Toplantının gece yarısına kadar uzaması nedeniyle bildiri metni ve kararların ertesi gün
MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç tarafından kurul üyelerine dolaştırılarak
imzalanması kararlaştırılmıştır (Yüksel, 2004: 78).
286
Söz konusu toplantının ardından MGK Genel Sekreterliği’nin yapmış olduğu
açıklamayla çıkış güvencelerinden birinin yani MGK’nin vesayet odağı olarak nasıl
çalıştığı, rejimin muhafızı olarak muhafızlığın çerçevesini nasıl somutlaştırdıkları
aşağıdaki kararlarla görülmektedir314:
1. Milli Güvenlik Kurulu; 28 Şubat 1997 günü Sayın Cumhurbaşkanı
başkanlığında Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları,
Jandarma Genel Komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin iştirakleri
ile Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde aylık olağan toplantısını yapmıştır (2.
ve 3. maddelerinde devam eden iç ve dış günelik konuları ele alınmıştır)315.
4. Toplantıda, bilhassa, anayasa ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik
ve sosyal hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı, çağ
dışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler de
gözden geçirilmiş,
a) Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını, Atatürk İlke ve İnkılapları doğrultusunda
çağdaş medeniyet yolunda, demokratik sistem içerisinde ilerlemesini teminat altına
alan anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmemesi
gerektiği,
b) Anayasanın tanımladığı Cumhuriyetin demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet
ilkelerinin sağlıklı bir şekilde düzenlenmesine imkân sağlayacak güvenlik, huzur
ve toplumsal barışın önem ve öncelik taşıdığı,
c) Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların laik ve anti-laik ayırımı
ile demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri,
d) Türkiye'de laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum
huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu,
e) Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri
anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalarla belirlenmiş kuralların göz ardı edilerek
yapılan çağdışı uygulamaların da hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı,
f) Türkiye'nin 1997 yılı içinde, AB'ye tam üye olacak ülkeler listesine girmeyi
öncelikli bir hedef olarak sürdürdüğü böyle bir dönemde resmi ve sivil kurum ve
314
Bkz. (Çiçek, 1997: 29–31).
Madde-2 Kurulun bu toplantısında; bölücü terörle mücadelede şimdiye kadar alınan tedbirler ve elde
edilen sonuçların genel bir değerlendirmesi yapılmış, bu mücadelenin devletimizin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne gönülden inanmış, bu inancı sonsuza dek sürdürmeye azimli halkımızın,
basınımızın, devletin bütün kurum ve kuruluşları ve milli iradenin sembolü olan yüce parlamentonun
destekleriyle çok olumlu bir noktaya ulaştığı müşahede edilmiştir. Elde edilen bu sonuçların bundan sonra
halkımızın huzur ve güvenliğine, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamına olumlu olarak yansıması
için bu konuda alınacak tedbirlerin bir plan dâhilinde süratle yürürlüğe konulması gerektiği hususunda
görüş birliğine varılmıştır. Alınacak olan bu tedbirlerin güvenlik içinde gerçekleştirilebilmesi bakımından
halen 9 ilde devam etmekte olan Olağanüstü Hal uygulamasının 30 Mart 1997 tarihinden itibaren 4 ay daha
uzatılması uygun bulunmuş ve bu görüşün Bakanlar Kuruluna bildirilmesine karar verilmiştir.
Madde-3 Toplantıda, Kıbrıs sorunu ve Yunanistan'la ilişkilerle ilgili durum değerlendirilmesi yapılmış, bu
konuda Türkiye'nin ve KKTC'nin hak ve menfaatlerini korumayı amaçlayan siyasi, ekonomik ve askeri
tedbirler uygun bulunarak Bakanlar Kuruluna bildirilmesine karar verilmiştir, [bkz. (Çiçek, 1997: 29-31)].
315
287
kuruluşların bu sürece katkıda bulunmasının gerekli olduğu, bu sebeple;
demokrasimiz hakkında kuşkulara yol açacak, Türkiye'nin yurt dışındaki imajını
ve itibarını zedeleyecek, her türlü spekülasyona son vermek gerektiği, Türkiye
Cumhuriyeti'nin laik, demokratik, insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti
olduğu yönündeki temel ilkelerinin anayasamızın ve devletimizin teminatı altında
olduğu, rejimin; kendisine ve geleceğine yönelik tartışmaların, içinde
bulunduğumuz ortamda Türkiye'ye yarardan çok zarar verdiği,
g) Açıklanan bu esaslar aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni
bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden olacağı değerlendirilmiş,
h)Bu konularda alınacak ve alınması gereken tedbirler uygun bulunarak bu
tedbirlerin Bakanlar Kuruluna bildirilmesine karar verilmiştir.
Erbakan'ın MGK'de kabul ettiği irtica ile mücadele programını hükümetten
geçirmesi geciktikçe ülkedeki siyasi atmosfer gerginleşmiştir. Erbakan’ın Meclis desteği
arayışı istediği gibi sonuçlanmamış, ANAP'tan beklediği desteği görememiştir. “DSP
lideri Bülent Ecevit ve CHP lideri Deniz Baykal ise ortak bir açıklamayla, “ya imza ya
istifa” demişlerdir. Çiller, 5 Mart'ta Erbakan'a giderek konunun hassasiyetine dikkat
çekmiş, netice itibariyle Erbakan, kararları imzalamıştır. İrtica ile mücadele için
Başbakanlık Takip Kurulu Erbakan ve bakanlarının imzasıyla kurulmuştur” (Öztürk,
2006: 49).
MGK toplantısından çıkan karar ve sonrasında yapılan açıklama yeterli
görülmemiş, “bu durum toplantıyı hemen izleyen günlerde ordunun ve askerlerin görüş
ve düşüncelerinin, altında Başbakan’ın imzasının yer alacağı bir MGK Genel Sekreterliği
yazısı ile yürütmeye ve yönetime yansıtılması girişimine neden olmuştur” (Öztürk, 2006:
53). 28 Şubat'taki MGK zirvesinde alınan, 5 gün gecikmeli imzalanması sebebiyle
sıkıntıya yol açan ve sonunda Başbakan Necmettin Erbakan'ın imzalamasıyla sonuçlanan
406 sayılı MGK Kararı'nın tam metni şu şekildedir316:
1) Milli Güvenlik Kurulu, 28 Şubat 1997 günü Sayın Cumhurbaşkanı
Başkanlığında Başbakan, Genelkurmay Başkanı. Dışişleri Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları,
Jandarma Genel Komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri'nin iştirakleri
ile aylık olağan toplantısını yapmıştır.
2) Kurul'un bu toplantısında, esasları ve nitelikleri Anayasa'da belirlenmiş Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletimizi ve Cumhuriyet
rejimimizi yıkmak, onun yerine bir siyasal dini düzen kurmak amacıyla yürütülen
yıkıcı faaliyetler ve yapılan beyanlar ile bunların oluşturduğu tehdit ve tehlikeler
gözden geçirilerek değerlendirilmiştir.
3) Yapılan bu değerlendirmeler sonucunda:
316
Bkz. http://www.milliyet.com.tr/1997/03/27/siyaset/iste.html (21.10.2014).
288
a) Ülkemizde şeriat hukukuna dayalı bir İslam Cumhuriyeti kurmayı hedefleyen
grupların, Anayasa'nın tanımladığı demokratik, laik ve sosyal hukuk devletimize
karşı çok yönlü tehdit oluşturduğu,
b) Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı aşırı dinci grupların laik ve sosyal hukuk devletini
güçsüzleştirmeye yeltendikleri,
c) Türkiye'de laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum
huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu,
d) Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri
anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalar göz ardı edilerek yapılan çağdışı
uygulamaların takipsiz kalmasının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı
hususlarında görüş birliğine varılmıştır.
4) Bu görüş ve değerlendirmeler sonucunda:
a) Türkiye'de şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı amaçlayan
aşırı dinci grupların, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan
Cumhuriyetimize karşı oluşturdukları çok yönlü tehdidin önlenmesi amacıyla
aşağıda 18 madde ile belirtilen tedbirlerin kısa, orta ve uzun vade içerisinde
alınmasının Bakanlar Kurulu'na bildirilmesine,
b) 2945 Sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu'nun 9'uncu maddesine
uygun olarak, MGK Genel Sekreterliği tarafından; aşağıda belirtilen tedbirlere
ilişkin Bakanlar Kurulu Kararları ile Bakanlar Kurulu Kararı haline getirilmeyen
uygulamaların, sonuçları hakkında belli süreler içerisinde Başbakan,
Cumhurbaşkanı ve MGK'ye bilgi verilmesi kararlaştırılmıştır.
Alınmış olan bu kararlarla muhtemel bir darbe ihtimali, meşru zeminde bir kontrol
mekanizması kurulmasıyla azalmıştır. MGK’nin 28 Şubat 1997 tarihli ve 406 sayılı
kararına ek olarak sunulan ve 18 maddelik “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı
alınması gereken tedbirler” ise şunlardır317:
1- Anayasamızda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine
anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik
ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiç bir ayrım
gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni
düzenlemeler yapılmalıdır.
2- Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca
denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığı'na
devri sağlanmalıdır.
3- Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle cumhuriyet, Atatürk, vatan ve
millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı
doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması
bakımından:
a- 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı.
b-Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam
edebileceği
317
Bkz. (Çiçek, 1997: 29-31).
289
Kuran kurslarının Millî Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
4- Cumhuriyet rejimine ve Atatürk İlke ve İnkılaplarına sadık, aydın din adamları
yetiştirmekle yükümlü, milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
5- Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek
amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere
ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler
ve ilgili makamlar arasında koordine edilere gerçekleştirilmelidir.
6- Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda
belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi
ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
7- İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı
Kuvvetleri'nden ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'yi dine
karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve
mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır.
8- İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle
TSK’dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında
istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir.
9- TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat
çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite
ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında
da uygulanmalıdır.
10- Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel
çatışmalardan korumak için İran İslam Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim
aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mâni olunmalı, bu maksatla İran’a karşı
komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı
ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe
konmalıdır.
11- Aşırı dinci kesimin Türkiye'de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle
toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca
kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla
mutlaka önlenmelidir.
12- T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa
Belediyeler Yasası'na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında
gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların
tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır.
13- Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağdışı bir
görünüme yöneltecek uygulamalara mâni olunmalı, bu konudaki kanun ve
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum
ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.
14- Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri
polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda
290
kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle
değerlendirilmelidir.
15- Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak
rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mâni olunmalı, kanunla
verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır.
16- Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında
yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasadışı uygulamaların
ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel
korumalar kaldırılmalıdır.
17- Ülke sorunlarının çözümünü "Millet kavramı yerine ümmet kavramı" bazında
ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda
yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.
18- Büyük Kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine
işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat
verilmemelidir.
Söz konusu 28 Şubat kararları ve 18 maddeden oluşan eki, siyasi iradeye uyarı
niteliğinde bir muhtıra olup, sistemin Cumhuriyetin temel değerlerini koruma adına almış
olduğu ve anayasada belirtilen çıkış güvencelerinden gücünü alan bir dizi tedbiri
içermektedir. Ordunun daha önceden darbeler ve hemen sonrasında uygulamaya koymuş
olduğu anayasa değişiklikleriyle elde edilen çıkış güvencelerinin şekillendirdiği kurumlar
ve yapılar devreye sokulmuş, bunlar anayasal bir kurum olan MGK üyelerinin tümünün
imzası ile hayata geçirilmiştir. Ancak bildirinin ve açıklanan 18 maddelik tedbirlerin esas
itibariyle askerler tarafından önceden hazırlanmış olduğu ve bu tedbirlere toplantı
esnasında bir kaç küçük revizyondan sonra son şeklinin verildiği bilinmektedir. Keza
“yaptırım” gibi ağır bir ifade tavsiye niteliği taşıması gereken MGK kararında
kullanılmıştır. Zaten 28 Şubat tarihli toplantının gündeminin, anayasanın emrettiği gibi
Cumhurbaşkanı tarafından değil, günler öncesinde askerlerce hazırlanmış olduğunu
medyaya yansıyan bilgiler göstermiştir. Dikkat çeken bir diğer husus da anayasal açıdan
kurulun üyesi olmayan MGK Genel Sekreteri’nin toplantıya katılmış olduğunun resmi
bildiride özellikle belirtilmiş olmasıdır.
Toplantıyı takiben MGK tarafından hükümete verilecek talimatların yani
tedbirlerin hükümetçe yürütülmesini gözetmek üzere MGK Genel Sekreteri’nin
yetkilendirilmiş olması, onun daha önce kriz yönetimini Başbakan adına koordine
etmekle görevlendirilmiş olmasıyla birlikte düşündüğümüzde, ilerleyen dönemde MGK
Genel Sekreteri’nin adeta “de facto Başbakan” olma ihtimalini akla getirir. “Bildirinin
tüm metni 28 Şubat toplantısında yansıyan iradenin sistemin gerçek hâkimi olduğunu ve
291
bu iradenin bir bakıma anayasal-kurucu iradeyi yansıttığını alenen ilan etmektedir. Bu
bildiri bize normal anayasal dönemin dışında olunduğunu hatırlatmak ister gibidir. Bunun
çok belirgin bir kanıtı, bildirinin birçok yerinde, çeşitli konularda gerekli görülen
tedbirlerin Kurulca “uygun bulunduğu” belirtilmek suretiyle, hükümete herhangi bir
takdir yetkisi bırakılmadığının ima edilmiş olmasıdır”. Bunun gibi, yurttaşların ve
muhtemelen hükümetin, bildiride istendiği şekilde davranmamaları halinde bir takım
“yeni yaptırımların” gündeme geleceğinin vurgulanmış olması da bildirinin arkasındaki
iradenin kendini neredeyse anayasanın üstünde saydığını gösterir niteliktedir (Erdoğan,
2012: 57-59).
3.8.1- 28 Şubat Koalisyonları: Ordu, Cumhurbaşkanı, Medya, Yargı, Sivil
Toplum
28 Şubat müdahalesinde birçok kesim, ordunun da teşvikiyle aktif görev almıştır.
Ancak süreç içinde 12 Eylül darbesiyle yeri iyice sağlamlaştıran ve bir “çıkış güvencesi”
kurumu olarak şekillendirilen MGK en etkili yapıdır. Erbakan MGK’de alınmış olan
kararlara imza atmada direterek ordu vesayetini kabullenmek istememiştir. Öncesinde
MGK’ye karşı siyasi bir platform oluşturma çabasına girerek, “hükümet MGK’de değil
TBMM’de kurulur (...) MGK ne Meclis’e ne de hükümete kanun dayatamaz (...) Söz ve
yetki, Türkiye’nin güvenliğinin korunmasından mesul olan hükümettedir318” dese de bu
düşüncelerine Meclis’ten gerekli desteği alamamış ve Çiller’in ikna çabaları sonucunda
kararların imzalanmasını sağlamıştır. 28 Şubat 1997 müdahalesinin, önceki askeri
müdahalelere nazaran daha hafif olmasının en temel nedeni ise iki askeri müdahaleye
maruz kalmış olan dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “arabulucu” bir role
bürünerek, yeni bir müdahalenin gelmiş olduğunu önceden sezmesi ve devreye girerek,
askerlere, olayın Mecliste çözüleceği güvencesini vermiş olmasıdır.
Çiller, Erbakan’ın kararları imzaladığını MGK Genel Sekreteri’ne bildirdikten
sonra, alınan kararların Meclis’te tartışılmasını istemiş; ancak muhalefet partileri
kararların TBMM’ye getirilmesine karşı çıkarak sorumluluğu iktidara bırakmayı uygun
görmüşlerdir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı da TSK ile
Meclis’i karşı karşıya getirecek bu fikre karşı olduğunu, Tansu Çiller’e iletmiştir. Tüm
318
Milliyet, 4 Mart 1997, bkz.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_
(29.10.2014).
292
bunlara sivil toplum örgütlerinin ve medyanın baskısı da eklenince hükümet, kararları da,
bildiriyi de TBMM’ye getirememiştir.
MGK’nin aktif olarak rol aldığı 28 Şubat müdahalesi, RP’ye karşı başlatılmış olan
bir mücadelenin açık dille ortaya konulmasıdır. Bu mücadele her ne kadar irticaya karşı
bir girişim olsa da karar aşamasının RP’nin yükselişiyle belirlendiği ve iktidardan
gitmesini hedefleyen bir müdahale niteliği taşıdığı vakadır. Ancak bu ifadenin salt MGK
kararlarıyla başarıya ulaşması zor görünmekteydi. O yüzden MGK kararlarının
açıklanmasından sonra REFAHYOL hükümeti iktidarda kalma mücadelesi verirken ordu
da “silahsız kuvvetleri” devreye sokarak, hükümeti uzaklaştırma çabası içine girmiştir.
Bunlardan ilki cumhurbaşkanlığıdır. Murat Yetkin, “Cumhurbaşkanı Demirel,
Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın kendisine gelip rahatsızlığını bildirmesiyle askeri
darbe ihtimalini ciddiye alıp, bunu önleyerek gerilime son vermek için yöneticilik
yapmamış olsaydı, 28 Şubat olmayacaktır. Bambaşka bir tarih konuşuluyor olacaktır. O
başka tarihin aktörleri de başta olacaktır” demektedir319. Erdoğan’a göre 28 Şubat
sürecinin ahlaki sorumluğu Demirel’in üzerine düşmüştür. Ona göre eğer Demirel,
içinden geldiği geleneğe sahip çıksaydı 28 Şubat yaşanmayacaktı320. Demirel, 17 Ocak'ta
Genelkurmay'da aldığı brifingin ardından 27 Ocak MGK'si öncesinde Erbakan'a yazılı bir
uyarı yapmış, ülkede yaşanan rahatsızlığı dikkate almasını istemiştir. Anayasa'nın 120,
121, 122. maddeleri, devletin korunması ile ilgili tedbirler öngörmüştür ibaresini de
mektubuna
eklemiştir.
Cumhurbaşkanı,
Başbakan'a
açıkça
olağanüstü
dönem
koşullarının kapıda olduğunu söylemiştir321. Nitekim Erbakan istifa ederek başbakanlığı
Çiller’e devretmeyi düşünmüş; ancak Demirel hükümeti kurma görevini Yılmaz'a
vermiştir.
Bu kuvvetlerden bir diğeri süreç içinde aktif rol alan medyadır. Medya, ordunun
da yönlendirmesiyle darbe söylentilerini gündeme getirmiş ve ülkeyi askeri müdahale
ortamına daha doğrusu askeri müdahalenin şartlarının doğduğu kanısına sokmuştur.
“Andıç olayı” da bir medya manipülasyonu olarak burada zikredilebilir. Ordu siyasal
319
Murat Yetkin, 26.02.2007, Radikal, bkz. http://www.radikal.com.tr/politika/10_yilinda_28_subat_2807044 (29.10.2014).
320
Mustafa Erdoğan “'28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html
(28.08.2015).
321
Murat Yetkin, 18.08.2007, Radikal, bkz.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165 (29.10.2014).
293
İslamcılara ve Kürt meselesinde devletin tezlerine uzak duran yazarlardan rahatsız olup
onları bir andıç kapsamında kamuoyunun önünde teşhir etmiştir322.
Nitekim ordu bazı yazarlara karşı açık tavır göstermiştir. Bu süreçte Mehmet
Barlas, Nazlı Ilıcak, Yalçın Özer, Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Mehmet
Ali Birand gibi birçok gazeteci işlerinden olmuşlardır. Andıç kelimesi, 28 Şubat 1997’den
sonra Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ın köşelerini kaybettiği, İnsan Hakları
Derneği eski Başkanı Akın Birdal’ın ise suikasta uğradığı olaylar zinciriyle
özdeşleşmektedir. Cumhuriyet gazetesi yazarı Oral Çalışlar bu dönemi, “gazetecilerin ve
çeşitli kurumların (...) tetikçiler olarak da kullanılabildiği (...) Kimsenin birbirinin derdini
anlamak konusunda gayret göstermediği bir dönemdi” diyerek açıklamaktadır (Çalışlar,
2006: 158)323.
Ordu’nun hükümeti “silahsız kuvvetlerle” iş başından uzaklaştırma girişimine ilk
ses verenler, işçi sendikaları temsilcileri olmuştur. Türk-İŞ, DİSK ve TESK hükümete
karşı mücadele vermişlerdir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez sendikalar, çıkar birliği yerine
“siyasal bir amaç için” aynı platformda buluşmuş, tüm milletvekillerine birer mektup
göndererek, laiklik ve Cumhuriyet adına ettikleri yemine sadık kalmalarını isteyerek
parlamento üzerinde baskı kurmuşlardır. Bir yandan ordu, MGK üzerinden hükümeti
sıkıştırırken diğer taraftan sendikacılar milletvekillerine REFAHYOL hükümetinin
yıkılması için baskı yapmaya başlamışlardır.
En örgütlü ve sol kanatta yer alan
sendikalardan biri olan Eğitim-Sen, 28 Şubat Muhtırasının temel talebi olan 8 yıllık
1993 yılında 33 erin şehit edilmesi olayından sorumlu olan Şemdin Sakık’ın 10 Nisan 1998 tarihinde
ele geçirildikten kısa bir süre sonra vermiş olduğu itiraflar, 25-26 Nisan 1998 tarihli Hürriyet ve Sabah
gazetelerinin manşetinde yer almış, Sakık’ın “PKK İşbirlikçilerinin” adını verdiği öne sürülmüştür.
Hürriyet Gazetesi yazarlarından Oktay Ekşi, söz konusu “PKK işbirlikçileri” konusunda “Alçakları
tanıyalım” başlığıyla bir makale kaleme almıştır, bkz. Oktay Ekşi’nin Komisyon Tutanağı, bkz. (TBMM,
Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 975-976).
323
O dönem Sabah Gazetesinde çalışan gazeteci Can Ataklı, bu haberlerin Org. Çevik Bir’in talimatıyla
yayımlandığını belirtmiş; bu olaydan dolayı yaşadığı pişmanlığı birçok defa ifade etmiştir (Ilıcak, 2001:
14). Sabah Gazetesi Genel Yayın Müdürü Zafer Mutlu Cengiz Çandar’a, söz konusu haberleri
Genelkurmay 2’nci Başkanı Org. Çevik Bir’in talimatıyla yayımladıklarını, Bir’in kendilerini “sizi
batırırım” şeklinde tehdit ettiğini, onların da “ne yapalım bankamız var” diyerek bu baskıya boyun
eğdiklerini ifade etmiştir. 3 Ekim 2012 tarihinde Komisyona açıklamalar yapan Hürriyet Gazetesi yazarı
Ertuğrul Özkök, Andıç olayı ile ilgili olarak “Dolduruşa geldik. Kendi arkadaşları olduğu için bunları
vermiyor diyorlardı. Ama verdik. Onun benim vicdanımda bıraktığı yarayı, acıyı hiçbir şey vermedi. Ama
bu uygulamalar halen yürüyor” demiştir. Özkök, Andıç belgesi gibi manşet haberlere konu olan bilgilerin
kendilerine nasıl geldiğine ilişkin sorulara da, “Bugün bunlar nasıl geliyorsa bazı gazetecilere, öyle
geliyordu. Nereden geldiği belli. Nazlı Ilıcak çıkardı yazdı, 'bu Andıç'tır' dedi ve ben de 30 kez özür
diledim” demiştir. Komisyonda görüşüne başvurduğumuz Oktay Ekşi de, “Alçakları tanıyalım” adlı
makalesi ile alakalı olarak, “yanlış yaptığını anladığını; ancak o günün psikolojik ortamında haber niteliği
taşıdığını düşündüğünü” ifade etmiş ve çeşitli kereler özür dilediğini” belirtmiştir, bkz. (TBMM, Meclis
Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 975-977).
322
294
eğitim için mitingler düzenlemiştir. Sonrasında Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk
Tabipler Birliği ve Türkiye’nin en büyük kitle ve merkez sağın ekonomik ve siyasi zemini
sayılan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği de bu mücadeleye katılma kararı almışlardır
(Akpınar, 2006: 198-200).
Medyada özellikle RP’ye mensup bazı yöneticilerin, MGK kararlarının
uygulanmayacağına dair haber ve yorumlar yapması ve TSK’yi hedef alan bazı
açıklamalarda bulunulması üzerine Genelkurmay Genel Sekreterliği 8 Mart günü bir
bildiri324 yayımlamaya karar vermiştir. Komutanlar yayımladıkları bildirinin ardından,
kendilerine yakın hissettikleri bakanlar aracılığıyla hükümete mesaj göndermeye karar
vererek, MGK kararlarının kesinlikle uygulanması gerektiği belirtilmiştir. 28 Şubat
kararlarında öngörülen tedbirler alınmazsa, askerin bir dizi tedbir alacağı, bu konuda
brifingler vereceği ve basın toplantıları düzenleyerek basına ciddi bilgiler sunulacağı
vurgulanmıştır. Görüldüğü gibi asker planlı bir politika izleyerek çıkış güvencelerinin en
önemli mekanizması olan MGK kararlarını uygulatmak için bizzat siyasetin içine eylemli
olarak girmekte ve sivil siyasi arenanın etkin bir unsuru gibi davranmaktadır.
Ordunun bu baskısına sessiz kalmayan koalisyon ortağı Çiller, alınan kararların
üç aşamada hayata geçmesi konusundaki önerisini Erbakan’a iletmiş ve daha çok DYP’li
bakanlardan oluşacak bir izleme komitesiyle kararların uygulanmasının takipçisi
olunacağı ortaya konmuştur. İlk teşebbüsler325, İçişleri, Adalet, Kadın ve Aileden
Sorumlu bakanlıklar eliyle yapılmıştır. MGK sürecinde aktif rol alan Cumhurbaşkanı
Demirel de “MGK karar almış, hükümet uygulanacak demiş, bundan sonrası için
diyeceğim bir şey olamaz” açıklamasında bulunurken Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Karadayı MGK’nin anayasal bir kurum olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar,
herkesin riayet etmesi gereken kararlardır” (Yüksel, 2004: 83) diye konuşmuştur.
Görüldüğü gibi Demirel ve Karadayı’nın bu açıklamaları etkin bir çıkış güvencesi unsuru
“28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından beri TSK’yı hedef alan bazı beyan, yorum
ve açıklamalar yapılmaktadır. TSK anayasal bir kuruluştur, görev ve sorumlulukları yasalarla tespit
edilmiştir. TSK geleneksel bir görev bilinci ve vazife anlayışı gereği, emrinde olduğu yüce milletimizin
güvenliği ile anayasamızın temel niteliklerinin korunmasında ve yasaların kendisine verdiği yetki ve
sorumluluğun hudutlarının tayin ve tespitinde fevkalade hassastır. Bu hassasiyet TSK’nın özünde var olan
demokrasiye bağlılığından doğmaktadır. Yüce Türk Milleti, Atatürk’ün kendisine emanet ettiği, laik ve
demokratik Cumhuriyet’in tüm imkânlarından istifade ederek, çağdaş medeniyet yolunda azimle
ilerleyecektir. Buna hiç kimse mâni olamaz ve olamayacaktır. Hal böyle iken, zaman zaman TSK’yı siyasi
polemiklere konu etmek veya şu veya bu şekilde Silahlı Kuvvetleri siyasetin içindeymiş gibi göstermek
üzüntü vericidir. MGK yasal bir platformdur. Komutanlar görüş ve düşüncelerini MGK’nin bir üyesi
olarak, burada özgür bir şekilde dile getirmektedir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur”, bkz. (Akpınar, 2006:
203).
325
Bkz. (Yüksel, 2004: 83-84).
324
295
olan MGK’ye ciddi vurgu yaparken Silahlı Kuvvetler’in daha da siyasallaştığını
göstermektedir.
Ordu kararlılığını gösterme adına, 2 Nisan günü bir açıklama yaparak hükümetin
oyalama taktiği içine girdiğini ve sabrının taştığını ifade etmiştir. Geniş yankı bulan bu
ifade, değişik partilere mensup 51 milletvekilinin Milli Mutabakat Hükümeti kurulması
noktasındaki çağrısıyla karşılık bulmuştur (Yüksel, 2004: 85). Ordu toplumda ağırlığı
olan çeşitli kanaat önderlerine verilecek brifinglerle kendi görüşlerini empoze etme
gayreti içine girerek hükümet üzerindeki baskısını arttırmak istemiştir. Genelkurmay
Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’ın aktif görev aldığı brifinglerin gerekçesi;
“TSK, yapısı gereği kamuoyu ile sürekli iç içe olan bir kurum değildir. Ancak yapılan
kimi çalışmalar hakkında da kamuoyunun bilgisi olması gereklidir. TSK demokrasiye
saygılıdır. Demokrasinin ilkelerinin ödünsüz korunmasından yanadır. Toplumun çok
önemli bir kesiminin de bu konuda herhangi bir şüphesi yoktur. Ancak TSK’nın bu
konudaki kararlılığının tüm kesimlerce bilinmesi gereklidir”326 diyerek ifade edilmeye
çalışılmış, medya, yargı, üniversite üyeleri, işçi ve işveren kuruluşlarına bilgilendirmeler
yapılarak, Türkiye’de yükselen ve rejimi tehdit eden irticai hareketlerin önlenmesi için
duyarlı tüm kesimler göreve çağırılıp bu ortamda ordunun yanında olmaları istenmiştir.
İrticanın Türkiye'nin bir numaralı tehdidi haline geldiği saptamasının basına duyurulduğu
brifing, 29 Nisan tarihinde düzenlenmiştir.
İkinci önemli adım, aynı brifingin Başbakan Erbakan'a da verildiği 26 Mayıs
tarihli YAŞ toplantısı olmuştur. Görüldüğü üzere askerin terfi işlemleriyle ilgili kararların
alındığı YAŞ toplantısı bir anlamda MGK’nin bir alt organı gibi hizmet görmüş, alınması
gereken tedbirler burada da görüşülmüştür. Bunu 10 Haziran'da önce Yüksek Yargı'ya,
basın327 ve ardından iş çevrelerine verilen ve talep üzerine tekrarlanan brifingler serisi
326
Bkz.http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/09/24/28-subat-brifingleri-bilgilendirme-icin-yapilmis
(22.10.2014).
327
28 Şubat sürecinde Genelkurmay tarafından düzenlenen ‘irtica brifingleri ’ne gazeteciler de katılmıştır.
11 Haziran’da düzenlenen brifingde, “Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışan irticaya karşı mücadelede
gerekirse silah kullanılacağı” açıklandı. Brifingde darbelere zemin teşkil eden İç Hizmet Kanunu’nun 35.
maddesine de atıfta bulunulmuş, komutanların irticaya karşı ‘BÇG’yi kurduğu da kamuoyuna resmen
yansımış ve bu isim BÇG şeklinde kısaltılarak irtica kelimesinin geçtiği her cümlenin içine girmiştir.
Genelkurmay’ın brifingi gazetelerde ve köşe yazarlarında şöyle değerlendirilmiştir: Milliyet: Ordudan son
uyarı. Hürriyet: Gerekirse silah bile kullanırız. Sabah: Muhtıra gibi brifing. Yalçın Doğan: İhtilal bildirisi.
Fikret Bila: Durumdan vazife. Fatih Çekirge: Yolun sonu. Ertuğrul Özkök: Nereye kadar? İsmet Berkan:
Siviller kına yaksın. Fehmi Koru: Önümüzdeki günlerden itibaren bambaşka bir kavram kendini
hissettirecek: ‘Aydın Bunalımı’ Böylesine yumuşak bir yazı bile büyük bir korkuyla yazıldı; anlasanıza!
Hasan Cemal: İrtica ve siyasal İslam’la mücadele konusunda tarafsız kalacak kadar da avanak değilim, bkz.
http://www.idealhukuk.com/hukuk/hukuk.asp?mct=duyurudetay&x=haber&y=Hukuk%20D%FCnyas%F
Dndan%20Haberler&id=75&tit=Yargi--28-Subat%92ta-bagimsizligini-koruyamadi--- (25.03.2015).
296
izlemiştir.328 Bayramoğlu’nun da belirttiği üzere, bu brifinglerle Silahlı Kuvvetler’in İç
Hizmet Yasası’nın 35. maddesi uyarınca, Cumhuriyet’i içte ve dışta koruma ve kollama
görevi çerçevesinde silaha başvurabileceğini açıklaması, süreç içerisindeki aktörlerin
birisinin imkânlarını ve kararlılığını ortaya koymaktadır (Bayramoğlu, 2007:172-174).
Bu dönemde toplumun tüm kurum ve kuruluşları mercek altına alınmış, üniversiteler,
siyasi partiler, ilk ve orta öğretim kurumları, radyo-televizyon ve gazetelerin üzerinde
ciddi baskılar olmuştur. Söz konusu brifingleri, “hükümetin demokratik yolla sona ermesi
için kullandıkları yöntemlerden biri” olarak niteleyen dönemin Deniz Kuvvetleri
Komutanı Oramiral Güven Erkaya: “(...) Bu brifinglerle kamuoyunu bilinçlendiriyoruz.
Tabii çalışmalarımızın çoğu milletvekillerini ikna etmeye yöneliktir. Rejimin içine
düştüğü tehlikeyi öncelikle onların görmesi gerekir (...) Biz bu yola çıkarken
Genelkurmayda toplandık. Muhtemel olumsuzluklara karşı köklü, alternatif planlar
hazırlamaya koyulduk. Her olumsuzluğun bir karşı koyma tedbirini aldık. Planlar
cebimizde. Ama meselenin demokratik yollardan çözülmesini istiyoruz ve bekliyoruz.
Parlamento üyelerinin meseleyi siyaseten halletmeleri için bekledik. Verdiğimiz
mesajları almadılar veya almak istemediler. Şimdi ikinci maddeyi uyguluyoruz. Sivil
kesimde kamuoyu oluşturuyoruz” demiştir329. Nitekim baskılar Meclis’te de yankı
bulmuş ve DYP sandalye sayısı 117’ye düşmüştür.
Salt brifingler değil aynı zamanda ordunun çeşitli kademelerinde görev alan
komutanlar da zaman zaman basına verdikleri demeçlerde konunun takipçisi olduklarını
ortaya koymuşlardır. Örneğin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir,
Washington Post gazetesinin muhabirine 5 Nisan 1997 tarihinde vermiş olduğu demeçte;
“Biz Silahlı Kuvvetler olarak anti-laik akımları yok etmeye birinci öncelik
veriyoruz. Bu akımlar, Ordu’ya bile sızmaya çalışıyor. Laiklik karşıtı tehdit, 12
yıldır süren PKK tehdidinden daha ciddi duruma gelmiştir. MGK kararları
üzerinde, MGK’nin bütün üyeleri görüş birliğine varmıştır. Bunlar mutlaka
uygulanmalıdır. Aksi halde ülkenin geleceği çok olumsuz etkilenecektir. Askeri
darbelerin olumsuz sonuçlar yarattığını biliyoruz. Demokratik kurumların baskısı
ile MGK kararlarının uygulanacağına inanıyoruz” (Akpınar, 2006: 211)
diyerek ordunun kararlı olduğunu ortaya koymuş ve MGK kararlarının bağlayıcı
olduğunu işaret etmiştir. Erzurum Bölge Jandarma Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek
de;
Sedat Ergin, 02.11.1997, Hürriyet, bkz. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1997/11/02/14568.asp
(29.10.2014).
329
Bkz. TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 1086-1087.
328
297
“Ama sen kalkıp da, ‘Hayır efendim, ben devleti yıkacağım, ben demokrasi
tanımam, ben laiklik tanımam’ dersen o zaman olmuyor. Ve ‘Ben dediğimi
yapacağım.’ Yap da görelim o zaman. Hazır Cumhuriyet’e gel kon. Kalk de ki,
‘Ben bu düzeni değiştireceğim.’ Değiştiremezsin. Atatürk ve arkadaşlarına,
dedelerimize kalkıp sor. Sana tükürürler. Belki de şimdi kemikleri sızlıyordur.
Demokrasiden istifade ederek baskıcı, dayatmacı, yerine göre, Cezayir’deki gibi
keserek iktidar olmaya çalışıyor (...) Ben bunu kabul etmiyorum. Başbakan değil
bilmem ne bakanı olursa olsun. 13 sene PKK ile mücadele etmişsem, bunlarla da
mücadele edeceğim” (Akpınar, 2006: 219-220)
demiş ve bu konuşma ülke gündemine oturmuştur. Genelkurmay Başkanlığı’da ses
çıkarmayarak komutanının yanında olduğunu göstermiştir.
Ordu, bir taraftan medya, yargı, üniversite üyeleri ile işçi ve işveren kuruluşlarına
baskı yaparken diğer taraftan da kendisi MGK kararları çerçevesinde bir takım adımlar
atmıştır. Bunlardan ilki daha önce de bahsedilmiş olan ve irticai tehdidin Türkiye resmini
ortaya koymak adına kurulmuş olan BÇG’dir. Daha sonra bu grubun çalışması
Başbakanlık Takip Kuruluna devredilmiştir.
Ordu tarafından inisiyatif kullanılarak atılan bir diğer önemli adım “Toplantı ve
gösteri yürüyüşü gibi toplumsal olayların şekil değiştirerek birçok bölgede, geniş halk
kitlelerine yaygınlaşması, şiddete, katliama veya anayasal düzeni bozmaya yönelmesi
durumunda; il/ilçe güvenlik koordinasyon komisyonu, olağanüstü ve ivedilikle toplantı
kararı alındığı”330, Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri (EMASYA)331 hakkındaki
düzenlemedir. Bland tarafından ifade edilen ve “uyum teorisini” çağrıştıran bu
düzenlemeye göre; Valiler asayişinden sorumlu oldukları illerdeki asayiş olaylarını,
emirlerindeki polis ve jandarma kuvvetiyle önleyemezler veya önleyemeyeceklerini
anlarlarsa en yakın askeri birlikten yardım isterler ve askeri birlik komutanı, polis ve
jandarmayı da emrine alarak duruma el koyar. Bu görev askeri birliklere kanunlarla
emredilmiştir. Olayın polis ve jandarmanın baş edemeyeceği bir boyuta ulaştığı anda
görev alan komutanın, bu görevi, olay daha da büyümeden başarabilmesi için önceden
plan hazırlamasının ve bu planı hazırlayabilmesi için il veya ilçede doğabilecek çok çeşitli
olaylar hakkında bilgi toplamasının, bu bilgilere göre teşkilat, teçhizat, muhabere
irtibatları ve eğitim çalışmaları yapmasının zorunluluğu vardır332. Bu protokolle ordu
330
Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/ek1.pdf (26.12.2015).
EMASYA Protokolü 28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında 7
Temmuz 1997’de imzalanmıştır. Protokolün altında İçişleri Bakanlığı adına dönemin Müsteşarı Teoman
Ünüsan ile yine dönemin Genelkurmay Harekât Daire Başkanı Çetin Doğan’ın imzası vardır. Şehirlerde
meydana gelen toplumsal olaylara askerin müdahale etmesine imkân tanıyan bir düzenlemedir.
332
Bkz. http://tesev.org.tr/wpcontent/uploads/2015/11/Almanak_Turkiye_2005_Guvenlik_Sektoru_Ve_Demokratik_Gozetim.pdf
(12.05.2016).
331
298
toplum içinde istihbarat faaliyetlerinde bulunabilecek, önlenemez olaylar baş
gösterdiğinde yönetimi devralabilecektir, yani bir nevi sıkıyönetim uygulaması mantığı
çerçevesinde oluşturulmuş olan bir tasarruftur.
Atılan bir diğer önemli adım, MGK toplantısında kabul edilen ve irtica tehlikesini
Türkiye'ye dönük bir numaralı tehdit olarak tanımlayan Bakanlar Kurulunun MGK'nin
görüşleri dâhilinde tespit ettiği esasları ihtiva eden, çerçevesi MGK Genel Sekreterliği
tarafından oluşturulan yeni Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’dir333. Bir çıkış güvencesi
yapısı olan MGK’nin siyasal iktidarı sınırlayarak karar almaya zorlayan bu belge,
ordunun siyaset kurumu üzerindeki tahakkümünü gösteren ciddi ve etkin bir belgedir.
Bundan önceki Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, 1992 tarihini taşımaktadır. DYP-SHP
koalisyonunun başlangıç döneminde kabul edilen metin, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin
ardından ortaya çıkan yeni ve karmaşık güvenlik ortamını değerlendirmiştir. MGK'den
çıkan bu yeni metin, 1992 belgesinden farklılık gösteren bir güvenlik ortamına yanıt
vermektedir. Metnin özelliği, bu nitelikteki bir belgede, ilk kez irticanın Türkiye'nin
öncelikli tehdidi haline geldiğinin vurgulanmış olmasıdır. Söz konusu belge,
REFAHYOL döneminde başlayan bir sürecin uzantısı niteliğindedir.
Yapılan tüm bu müdahalelerle silahsız kuvvetlerin, Erbakan hükümetini
düşürmesi amaçlanmıştır. Meclis operasyonları belirgin bir seviyeye çıkmış, siyasi hayata
meclisin parçalı yapısı ve onun üzerindeki askeri vesayet hâkim olmuştur.
3.8.2- 28 Şubat’ın Sonuçları
27 Mart 1994 seçimleriyle başlayan RP’nin yükselişine cevap, 28 Şubat’ta çıkış
güvenceleri bağlamında anayasal bir mekanizma olarak görülen MGK bildirisiyle
verilmiştir. Bildiri demokrasi, laiklik ve çağdaşlık vurgusu yaparak iktidarın bu
hususlarda hassas bir tavır içinde olmadığını ortaya sermektedir. Ancak bildirinin kendi
içinde bir çelişkiyi de barındırdığı açıktır. Bildiri bir taraftan demokrasimiz hakkında
kuşkulara yol açacak, Türkiye’nin yurt dışı imajını ve itibarını zedeleyecek her türlü
spekülasyona son vermesini istemekte, diğer taraftan devletin demokrasi imajını ve
Bu belgenin hazırlığını Bakanlar Kurulu değil, MGK Genel Sekreterliği yapmaktadır. Oysa ne
anayasanın 118 inci maddesi, ne de MGK Kanunu'nun herhangi bir maddesi MGK Genel Sekreterliğine
açıkça böyle bir yetki vermektedir (Arslan,2005: 24-25), bkz. http://tesev.org.tr/wpcontent/uploads/2015/11/Almanak_Turkiye_2005_Guvenlik_Sektoru_Ve_Demokratik_Gozetim.pdf
(12.05.2016).
333
299
itibarını askeri bir vesayet rejimine geçildiğini ifade eden bir ifadeyle zedelenebileceği
düşünmemektedir.
28 Şubat’ta alınmış olan kararlar hakkında ordu, yoğun bir takip sürecine
girmiştir. Bir yandan alının kararları takip etmekte, diğer taraftan da silahsız kuvvetlere
yapılan baskılarla REFAHYOL iktidarının sona ermesini sağlamaktadır. Bu manada ilk
hareket 21 Mayıs 1997 günü Meclis’ten gelmiş ve ANAP, DSP ve CHP grup başkan
vekilleri Meclis’e “halkın inananlar ve inanmayanlar diye bölündüğü, kardeş kavgası
ortamı yaratıldığı ve Cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikede olduğunu” ifade eden
bir gensoru vermişler; ancak gensoru iktidar oylarıyla reddedilmiştir. Aynı tarihte
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Türkiye’de ilk kez iktidardaki bir partinin
kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açmıştır. Diğer taraftan RP’ye kapatma
davasının açıldığı gün sivil toplum örgütleri cephesinde de hükümetin hemen iş başından
uzaklaştırılması için ortak bir bildiri yayımlanmış, TİSK, TOBB, TESK, TÜRK-İŞ ve
DİSK başkanlarının imzasını taşıyan bildiride laik, çağdaş ve Atatürkçü çizgideki bir
hükümet isteği dile getirilmiştir.
Ordu da bir taraftan hükümetin demokratik yöntemlerle sona ermesi için özellikle
yargı ve basın mensuplarına yönelik brifinglere devam etmiş, diğer taraftan da kamuoyu
oluşturarak ve Meclis’i baskı altına alarak adil bir seçim kanununun yasalaşmasını talep
etmiştir (Yüksel, 2004: 104-105).
Nitekim yapılan baskılar sonuç vermiş, brifinglerin etkisi ve darbe söylentilerinin
baskısı altında hükümet ortakları Erbakan, Çiller ve BBP lideri Yazıcıoğlu bir araya
gelmişlerdir. Bu birliktelik öncesinde Çiller, Karadayı ile görüşmüş ve kurmak istediği
azınlık hükümetini desteklemesini istemiştir. Karadayı’dan bunun Meclis’in işi olduğu
karşılığını alan Çiller, Erbakan’a giderek “ordu baskısının dayanılmaz hale geldiğini, bu
yüzden Erbakan ile kendisinin görevleri değiş tokuş etmeleri gerektiğini söylemiştir”
(Heper, 2011: 294). Görüşmede Erbakan, Başbakanlığı Çiller’e devretmeyi kabul ederek
liderler arasında “ittifak zaptı” imzalamış, çözüm sivil siyasette aranmıştır. Bu sivil
kontrol için önemli bir örnek teşkil etmiştir. Buna göre Çiller’in başbakanlığında
kurulacak hükümete BBP de güvenoyu desteği verecek ve üç partinin katılımı ile ulaşılan
282 milletvekili sayısı ile 276 olan güvenoyu sınırı aşılacaktır. Görüşmenin ardından
DYP lideri Çiller; “Milletin dışında hiçbir organa teslim edemeyiz ülkeyi. Çözüm halktır,
halkın iradesidir. Demokraside bütün kurumların kendi işlevlerini yapma gereği vardır.
Her kurum kendi işini bilecek” diye konuşmuştur. BBP lideri Yazıcıoğlu ise Demirel’e
300
liderler zirvesi yapması çağrısında bulunarak Silahlı Kuvvetleri siyasi parti gibi
davranmakla suçlamıştır (Yüksel, 2004: 112).
Hükümet ortaklarının “havada ikmal” şeklinde izah ettikleri bu girişimin aksine,
20 Haziran günü sürpriz bir kararla Cumhurbaşkanı Demirel, hükümeti kurma görevini
Çiller’e değil, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a vererek REFAHYOL Hükümeti’ni
sona erdirmiştir. 1982 Anayasası’nda çıkış güvenceleri özelinde, güçlü ve etkili yetkilerle
donatılan cumhurbaşkanlığı makamı askerin beklentisi doğrultusunda karar alarak süreci
yönetmiş, sivil siyaset çözümü sekteye uğramıştır. “Ben görevimi yaptım” diyerek
kendisini savunan Demirel’in yanında, Yılmaz, “Bir devlet krizi yaşanıyor, hükümet ile
ülkenin kurumları savaş halinde. Türkiye bu sınavı demokrasi içinde ve Meclis çatısı
altında aşmalı” diyerek düşüncelerini ifade etmiştir. Kendisine görev verilmeyen Çiller
ise bunun bir “Çankaya darbesi” olduğunu savunmuştur. Medyanın bir kısmında
Erbakan’ın istifası üzerine sevinç gösterisi olan “Hoca Devri Bitti”, “Refahsız Arayış”
gibi başlıklar atılarak REFAHYOL’un TSK’nin çabalarıyla yıkıldığı, Ordu’nun yeni bir
RP’li hükümeti istemediğinden bahsedilmiştir. İlerleyen günlerde de özellikle medyada,
DYP milletvekillerinden Tansu Çiller’in Başbakanlığında kurulacak yeni bir RP’li
hükümete güvenoyu vermemeleri, istifa ederek Mesut Yılmaz Başbakanlığında
kurulması planlanan Anasol-D hükümetini desteklemeleri açıkça istenmiştir (Yüksel,
2004: 115-116).
Nitekim ilerleyen günlerde ANAP ve DSP milletvekilleri ile DYP’den ayrılan
milletvekillerinin kurdukları DTP ortaklığında, CHP’nin de dışarıdan desteği ile Mesut
Yılmaz Başbakanlığında kurulan ANASOL-D Hükümeti334, 256 ret oyuna karşın, 281
oyla güvenoyu alarak görevine başlamış ve ordu, çıkış güvenceleri özelinde MGK ve
onun yönlendirdiği “silahsız kuvvetlerin” görev aldığı bu dönem orduya göre başarıyla
sona erdirilmiştir. Dönemle ilgili Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın
Yavuz Donat’a vermiş olduğu demecindeki “son aylarda biz grup olarak, yani komuta
kademesi olarak bir misyon üstlendik (…) Bizim üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı:
Birincisi, irticanın bir tehlike olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı. İkincisi, bu işi
Yeni Başbakan Yılmaz, iktidar olduktan sonra çözümü demokraside aramış, “siyasi İslam sorununu
çözmenin ordunun değil hükümetin sorumluluğunda olduğunu” vurgulamış; ancak ordu “bu önemli
meselenin bekçiliğini yapmanın ordunun anayasal görevi olduğu” karşılığı vermiştir (Heper, 2011: 295).
334
301
asker değil, siviller çözmeliydi. Sivil toplum (…) örgütler (…) siyaset (…) Yani silahsız
kuvvetler”335 ifadesi de bu iddiayı doğrulamaktadır.
Son bir hamle ise Anayasa Mahkemesi vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Anayasa
Mahkemesi, sekiz aylık yargılama sonunda RP hakkında merakla beklenen kararını, 16
Ocak 1998 günü açıklamıştır. Ahmet Necdet Sezer’in başkanlığında kapatma davasını
görüşen mahkeme, ikiye karşı dokuz oyla, “RP, laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri
saptandığından kapatılmıştır” kararını almıştır. Toplam yedi ay 25 gün süren yargılama
sonunda alınan karara göre RP, “laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemleri nedeniyle
anayasanın 68 ve 69. maddeleriyle, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesinin
(b) bendi ve 103’üncü maddenin birinci fıkrası gereğince” kapatılmış, bununla birlikte
beyan ve eylemleri nedeniyle partinin kapatılmasına neden olan Necmettin Erbakan,
Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil
Çelik’in milletvekillikleri, anayasanın 84’üncü maddesinin son fıkrası hükmü gereğince
sona erdirilmiştir. Kapatma kararının gerekçesi daha sonra RG’nin 21 Şubat 1998 tarihli
sayısında yayımlanmıştır (Yüksel, 2004: 139).
Gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’na göre; 28 Şubat ve özellikle MGK bildirisi,
hükümet ile askeri bürokrasinin ortak iradesini ifade etmemektedir. Bu bildiri askeri
kanadın bir yaptırım tehdidi altında hükümete dikte ettirdiği görüşlerdir. “Hepsinden
önemlisi, MGK bildirisi, sadece askeri bürokrasinin bağımlı olması gereken Bakanlar
Kurulu’na değil; aynı zamanda parlamentoya verilmiş bir uyarıdır, bir tehdittir. Ve böyle
bir tehdidi, böyle bir uyarıyı hiçbir gerekçeyle, hiçbir şekilde savunmak mümkün değildir.
Sorun RP, laiklik meselesi değildir; demokrasi meselesidir” (Bayramoğlu, 2007: 131132).
Heper’e göre 28 Şubat’ta ordu, yasal sınırlar içinde kalıp demokratik güçleri
harekete geçirerek müdahale seçeneğini kullamış, müdahale Cumhuriyet’in iç ve dış
tehlikelerden koruma sorumluluğu yüklenen Anayasa hükümlerine ve İç Hizmet
Yasası’na dayanarak gerçekleştirilmiştir, MGK süreçte baş rol oynamıştır (Heper, 2011:
296).
Erdoğan’a göre de “28 Şubat, demokrasisiz, özgürlüksüzlük rejimiydi. Yani hem
özgürlükler budanıyordu hem de demokrasi budanıyordu. Vesayet sistemi vardı,
Milliyet, 11 Ağustos 1997,
bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_
(29.10.2014).
335
302
parlamento kapatılmamıştı; ama demokratik olmayan bir bürokratik örgütün vesayeti
altında faaliyet göstermek durumundaydı. Kimlerin hükümet olacağı, kimlerin başka bir
politik pozisyona gelecekleri bu irade tarafından belirleniyordu. Yani, halk tarafından
belirlenmiyordu.”336 28 Şubat’la Erdoğan’ın tabiriyle gündeme sokulan militan
demokrasi ve irtica gibi konular yakın zamana kadar siyasi gündemi belirledi. Militan
demokrasi kavramı ile istenmeyen partiler tasfiye edildi, medya ve üniversiteler aktif rol
alarak sürece dâhil oldu. ''Üniversitelerde fetva veren hocalar çıktı”. 28 Şubat
"kamuoyunda ''5'li çete'' diye adlandırılan kooperatif örgütler ile medya, üniversite ve
yargının desteği olmadan başarılamazdı''337. Ona göre 28 Şubat Türkiye'nin darbeler ve
muhtıralar tarihinde farklı görünse de arkasındaki saik aynıdır. Türkiye'de anayasal,
hukuki düzen ile yazılı olmayan bir arka plan düzeni vardır. Erdoğan’a göre, ''anayasa,
yapılan düzenlemelerle arka plana uydurulmaya çalışıldı. Epeyce uydurdular. Toplum,
temel arka plandan uzaklaşınca o gücün buraya müdahale edip yeniden rayına sokma
isteği var. Türkiye'deki darbeler aslında rejimin orijinal halinin restorasyonuna
yöneliktir''338.
Cengiz Çandar ise 28 Şubat tarihli MGK bildirisiyle, Silahlı Kuvvetlerin bundan
böyle Türkiye’deki karar alma sürecinin doğrudan doğruya içinde olduğunu belirtmiştir.
MGK ile artık askeri bir darbe yoluyla çıplak askeri yönetim ihtimali devre dışı kalmıştır.
Türkiye’deki sistem şeklen bütün kurumlarıyla işler kalacaktır; ama tümünün üzerinde
anayasal statüsü ile MGK’nin yer aldığı da ortadadır. Ayrıca bu bildiriyle Erbakan
hükümetinin bağımsız hareket edemediği ve MGK ile sınırlı olduğu, Erbakan’ın alınan
kararlara verdiği tepkiyle kesinlik kazanmıştır. Bildiri Refah’a atıldığı söylenmeden
atılmış bir dayaktır ve bu dayağı atan da yiyen de bunun böyle olduğunu biliyor. RP’nin
iktidardaki mevcudiyeti hoş karşılanmamış, iktidar meşruiyetini yitirmiş ve sona erme
sürecine girmiştir (Çandar, 2001: 67-68). Bedri Baykam ise süreci;
Mustafa Erdoğan, “"28 Şubat’tan kurtulduğumuza sevinecek halimiz yok" bkz.
http://www.yeniasya.com.tr/gundem/28-subat-tan-kurtuldugumuza-sevinecek-halimiz-yok_323623
(28.08.2015).
337
Mustafa Erdoğan “'28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html
(28.08.2015).
338
Mustafa Erdoğan “28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html
(28.08.2015).
336
303
“RP’nin midesinin gazını alan, rejime ‘rot balans ayarı’ yapan ordu, istese filen de
duruma el koyardı ve kamuoyu desteğini de çoktan arkasına almıştı. Ancak bu sefer
bulunan formül en dâhi stratejistlerin bile aklına getiremeyeceği mükemmellikte
bir sanal devrimdi. Kimseye ve demokrasiye müdahale etmeden MGK’ye
ağırlığını koyan Genelkurmay, şeriatçıların durumdan en umutlu oldukları anda,
kimilerine göre 1946, kimilerine göre 1980’den beri süregelen yükselişlerini birden
durdurmayı bildi.” Baykam’ın deyişiyle, “bu dâhiyane satranç hamlesinde
ordu’nun kalesi, karşı tarafın vezirini, hem de kendi onayı ve imzasıyla almayı
başarıp, yoluna devam etmiştir” (Baykam, 2001: 76)
diyerek ifade etmiştir Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya ise süreci,
“Türkiye’de artık darbeler dönemi kapanmıştır. İleride de kimse bunu düşünmeyecektir”
(...) Türkiye demokrasi sınavından geçmiş ve bu sınavı kazanmıştır. “Bu medyasıyla,
askeriyle, üniversitesiyle, sendikasıyla, işveren kuruluşlarıyla, esnafıyla, akşam saat
21.00’de ışıkları söndüren halkıyla, Atatürkçü dernekleriyle, irticaya karşı yürüyüş yapan
kadınlarıyla kazanılmış bir sınavdır” ve “sivil toplumun zaferidir” (Donat, 1999: 614)
diyerek özetlemiştir.
İnsel de “28 Şubat şakşakçıları var. Örneğin Genelkurmay kapılarında brifing
almak için sıra kavgası veren kurumlar, sendikalar, STK’lar. 5 Mart 1997’de TÜSİAD,
KESK, DİSK, TİSK ve TÜRK-İŞ, MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıklamışlar,
Üç emekçi sendikasının başkanı “Laik ve çağdaş demokrasi tehlikede” demeci
vermişlerdir. Silah zoruyla konuşmuyorlardı. Hepsi yaptığından heyecan ve onur
duyuyordu. Genelkurmay’da 29 Nisan 1997’de verilen brifinge koştura koştura giden
yüksek mahkemelerin üyeleri, rektörler ve gazeteciler gibi”339 diyerek “silahsız
kuvvetlerin” söz konusu süreçte öne çıkmalarına atıf yapmış, ileride bir yargılanma
olacaksa bunun sadece orduyla sınırlı kalmamasını, onlara destek veren bu kurumların da
siyasal anlamda teşhir edilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
28 Şubat sürecinde en kritik rolü alan dönemin Cumhurbaşkanı Demirel ise, “28
Şubat’ın kesinlikle bir darbe olmadığını (...) 28 Şubat’ta kimseye ve hiçbir kuruma
dokunulmadığını, hiç bir hükümetin görevden alınmadığını” ifade ederek “Erbakan
Hükümeti, görevi 28 Şubat’tan 3,5 ay sonra, 18 Haziran’da bırakmıştır. 28 Şubat, o
yüzden bir darbe değildir. MGK’nin anayasa gereği aldığı bir tavsiye kararıdır. MGK’de,
hükümette yer almış ve bu karara imza atmıştır. Hiç bir hükümet darbe kararına imza atar
mı? Onlar darbenin ne olduğunu görmemişler, gelsinler bana sorsunlar. Bu ülkeye iyi
Ahmet İnsel “28 Şubat sorgulamaları vesilesiyle sol” bkz.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet_insel/28_subat_sorgulamalari_vesilesiyle_sol-1085149
(28.08.2015).
339
304
sahip olmamız lazım. İniş-çıkışlar, dalgalanmalar hep olagelmiştir. Yine de biz bu ülkeye
sevgiyle sarılmalıyız”340 diyerek konuya son noktayı koymuştur.
Bize göre de 28 Şubat daha önceki darbelerle kıyaslandığı zaman farklılıkları göze
çarpmaktadır. Daha önceki müdahalelerde yönetime el konulmasına karşın, bu kez siyasi
yaşam kısırlaştırılmış, daraltılmıştır. Ordu, ülkenin bozulan siyasi hayatını rayına
oturtmak için bir süre iktidarda kalıp uzaklaşacağını söylememiştir. Nitekim önceki
müdahalelerde ordu, demokrasiye dönüleceği taahhüdünde bulunarak duruma müdahale
etmiştir. 28 Şubat’ta ise sokağa çıkma yasağı ilan edilmemiş, mevcut anayasa yürürlükten
kaldırılmamıştır.
Genel manada bakıldığında halkın tercihleriyle iş başına gelen bir parti, ilk başta
iktidar yapılmak istenmemiş, iktidarda kaldığı süre boyunca da rahat bırakılmamış, önce
iktidardan
uzaklaştırılmış,
ardından
kapatılmıştır.
REFAHYOL’un
iktidardan
gitmesinden sonra başa gelen hükümetlerden de, RP’nin iktidardan gidişini hızlandıran
28 Şubat 1997 tarihinde MGK’de alınan kararların uygulanması istenmiş, bir nevi siyasi
hayat denetim altına alınmıştır.
Özetle 28 Şubat’ın kökleri, 27 Mart 1994 seçimlerine gider, süreç irtica tehlikesi
ve laiklik ile demokrasi hassasiyeti üzerine bina edilmiştir. Ordu direkt müdahalede
bulunmamış; ancak bir çıkış güvencesi kurumu olan MGK, anayasal meşruiyeti
çerçevesinde ön safta yer almış; 12 Eylül Anayasası’na konulan hükümlerle siyasal alana
girmiş, ona yargı, üniversiteler, medya, iş ve işçi çevreleri ile sivil toplum kuruluşları gibi
silahsız kuvvetler de katkıda bulunmuştur. Son aşaması itibariyle 28 Şubat süreci
doğrudan doğruya demokratik kurumları örseleyen, demokratik kuralları aşındıran, sivilasker ortaklığıyla gerçekleşmiş bir post modern ordu müdahalesidir. Bir anlamda 12
Eylül’de kurulan “pretoryan rejimin” sağlamasıdır. Sistem “sübjektif kontrol” temelinde
kendisine aykırı gelen şeyi hemen tespit etmiş, ona karşı teyakkuza geçmiş, tepki
göstererek bünye dışına atmıştır. Ordu bu sefer daha önceki kazanımlarını ve anayasal
süreçlerle elde ettiği MGK, Cumhurbaşkanlığı, İç Hizmet Kanunu gibi koruyucu
vesayetçi çıkış güvenceleri unsurlarını kullanarak ve etkin bir kamuoyu çalışması yaparak
planlı bir şekilde sisteme müdahalede bulunmuş, sonrasında da bu plan dâhilinde silahsız
kuvvetler devreye sokulmuştur. Süreçle çıkış güvencesi anlayışında söylem ve eylem
“Demirel: 28 Şubat bir darbe değildir”, bkz.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=146266 (29.10.2014).
340
305
farklılığı yaşanmış, rejimi koruma görevinde ordunun desteğini alan bu silahsız kuvvetler
de inisiyatif almıştır.
3.9- Yeni Teşebbüslere Karşılık Sivil Refleks
Uzun bir tek parti hayatından sonra 1946 yılında gerçekleştirilen seçimlerle
demokrasi tecrübesiyle tanışan Türkiye, İkinci Cumhuriyet dönemine girmiş; fakat
karşılaşmış olduğu üç askeri müdahale ile demokratik pekişmesini gerçekleştirememiş,
askeri vesayet, çıkış güvenceleri temelinde elde edilen yasal kazanımlar, rejimin
biçimlenmesinde etkili olmuştur. Çağdaş ve demokratik değerlerle bağdaşmayan, halkın
kendi kendisini yönetebilmesinin söz konusu olmadığı; yönetimi asker ve sivil
bürokratlardan oluşan devletçi seçkinlerin elinde olduğu bu yönetim biçimi, 27 Mayıs
darbesinden sonra etkisini daha da hissettirmeye başladı. “Seçimsel demokrasi modeli”
olarak da anlamlandırılabilen bu düzen, kendini Cumhuriyet'in kurucusu, ideallerinin
taşıyıcısı ve koruyucusu olarak gören ordunun, sistem içerisinde özerk ve imtiyazlı bir
konuma sahip olmasını sağlamıştır. Böylece ordu, hem gerekli gördüğü zamanlarda
toplumsal ve siyasal yaşama müdahale etme hem de kendi düşüncesi doğrultusunda
sistemi düzenleme kudretine kavuşmuştur.
Ülkedeki demokratik geleneklerin ve kurumların yerleşip güçlenmesinin
önündeki engellerden biri olarak duran askeri vesayetin, Türkiye’nin tam anlamıyla
ideal bir demokrasiye ulaşamamasında hissesi az değildir. Tıpkı 1961 Anayasası’nda
olduğu gibi, 1971 Anayasa değişiklikleri ve 1980 askeri darbesinden sonra yürürlüğe
giren 1982 Anayasası da rejimin otoriter, devletçi ve vesayetçi özünü muhafaza
etmesine destek vermiştir. Öngörülen demokrasi anlayışının sorunlu olması, seçimle
göreve gelmiş iktidarların manevra alanını önemli ölçüde daraltmıştır. Bu nedenle Türk
siyasi hayatında siyasi iktidarlar için sıklıkla dillendirilen “iktidar olmalarına rağmen
muktedir olamama” biçiminde yakıştırmalar yapılmıştır. Çünkü anayasanın demokrasi,
hukuk devleti ve insan hakları gibi değerlerini sınırlandıran vesayetçi yapısı kolay kolay
tasfiye edilememiştir. 1961 Anayasası’yla başlayıp 1982 Anayasası’yla doruk noktasına
ulaşıp kurumsallaşan, 28 Şubat 1997 post modern darbesiyle yöntem değiştirip silahsız
kuvvetleri sahneye süren ve son hamlesini 27 Nisan 2007 e-muhtıra girişimiyle gösteren
ordunun bu yasal imtiyazlı konumunda çıkış güvencelerinin payı, oldukça etkili
olmuştur.
306
Türkiye’de rejimin uzun yıllar boyunca bu vesayetçi anlayışla yönetilmesi, gerek
ülke içerisinde gerekse uluslararası düzeyde ciddi eleştirileri de beraberinde getirmiştir.
Demokrasi standartının yükseltilmesi bağlamında bugüne kadar ki süreçte özellikle tek
parti iktidarları tarafından önemli reformlar hayata geçirilmeye çalışılmışsa da hedeflenen
amaca ulaşılamamıştır. Bunda yasal çerçeveye oturan çıkış güvencelerinin neden olduğu
vesayetçi seçkinci bürokratik yapının varlığı kadar, ekonomik sorunlar ve siyasi
istikrarsızlıkların yaşandığı koalisyon hükümetlerinin de payı olduğu ortadadır. Nitekim
Türkiye, 1980 sonrasında güçlü demokratikleşme hamlelerini, Bülent Ecevit’in kurmuş
olduğu 57. koalisyon hükümeti hariç, genellikle tek parti iktidarlarında elde etmeyi
başarmıştır. Bu bağlamda iki dönemden bahsedilebilir. Birincisi 1983 – 1991 arası ANAP
iktidarları, ikincisi ise 2002 – 2012 arası Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)
iktidarlarıdır. Birinci dönemde daha çok ekonomik alandaki değişim ve dönüşüm
üzerinde durulmuş, demokratikleşmeye ikinci sırada önem atfedilmiştir. Ancak ikinci
dönemde hayata geçirilen demokratikleşme adımlarının ki aşağıda göreceğiz, en az
ekonomik alanda gerçekleştirilenler kadar etkili olduğu vakadır. Demokratikleşme
konusunda atılan bu adımlar önemli olmakla birlikte uluslararası demokratik standartlara
ulaşma anlamında yeterli değildir.
3.9.1-
Demokrasi
Alanında
Atılan
Adımlar
(Çıkış
Güvencelerinin
Bertarafına Dönük Adımlar)
Türkiye’nin AB’ye 14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik başvurusu yapması ve
sonrasında gerçekleştirmek zorunda olduğu Kopenhag Kriterleri, Türkiye’nin
demokratikleşmesine katkı sağlamıştır. İnsan hakları standartlarının yükseltilmesi,
vesayetten kurtulmuş sivil demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi gibi üç başlığı içinde
barındıran
bu
kriterlerin,
esasında
Türkiye’deki
demokratikleşme
sürecinin
vazgeçilmezleri olarak görülmektedir. Konu hakkında yapılacak tek eleştiri, Türkiye’nin
bu hamleleri kendi iç dinamikleri yoluyla değil daha ziyade uluslararası dinamiklerin
baskısıyla yerine getirmeye çalışmasıdır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise kurulan güçlü
istikrarlı tek parti hükümeti sayesinde demokratikleşme sürecinde yalnız dış unsurların
değil aynı zamanda e-muhtıra ve parti kapatma davası örneklerinde yaşandığı gibi iç
dinamiklerin de etkili olduğu tespit edilmektedir. Bunda 1961 Anayasası’ndan bu yana
siyaset üzerindeki temel sorun olarak görünen koruyucu askeri vesayet olgusunun
koalisyon hükümetlerinden farklı olarak tek parti iktidarları döneminde de kendisini
hissettirmesinin payı büyüktür. Daha çok MGK’yle hatırlanan vesayet kavramı, 2000’li
307
yıllardan sonra farklı bir boyuta taşınmış, yargı kurum olarak vesayet bağlamında sürece
dâhil edilerek, askeri müdahale son seçenek olarak saklı tutulmuştur.
Nitekim bu vesayet, 1961 Anayasası’ndan bu yana kendisini en yoğun biçimde 28
Şubat sürecinde ve 2000’li yıllarda göstermiştir. 1982 Anayasası’na göre anayasa
değişikliklerini sadece şekil bakımından denetleme yetkisi olan Anayasa Mahkemesi 341,
TBMM’nin yasamanın takdir alanı içerisinde olan konularda çıkardığı kanunları,
yerindelik denetimi yaparak aktivist bir tavırla iptal etmiş, siyasi iktidarın sosyal
güvenlik, demokratikleşme ve hukuk devleti gibi değişik konulardaki tasarruflarına karşı
durmuş, gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri esas açısından denetleyerek iptal etmeye
kadar taşımıştır (Hakyemez, 2012: 63-171). Öte yandan Danıştay, hükümetlerin yine
anayasaya uygun tasarruflarını hukuka uygunluk denetiminin ötesine geçerek iptal
etmiş342, hükümetin manevra alanını daraltmaya çalışmıştır. Hukuk devleti açısından
düşünüldüğünde yargı denetimi gerekli olmakla birlikte sahip olduğu yetkilerin ötesine
geçerek verdiği, bu biçimdeki tartışmalı kararlarla Anayasa Mahkemesi ve Danıştay
yoğun biçimde eleştirilere tabi tutulmuştur343.
Süreç içerisinde karşılaşılan yargı temelli bu vesayetçi bürokratik elit direnci
üzerine çok önemli anayasa değişikliği gerçekleştirilerek gerek yargı gerekse askeri
vesayetin direnci kırılmaya çalışılmıştır. Fakat AK Parti, bu süreç içerisinde ciddi iki
önemli tehditle karşı karşıya kalmıştır. Bunlar cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ordu
tarafından ve bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt
tarafından kaleme alınan 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra ile AK Parti hakkında Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın Anayasa Mahkemesi'ne 14 Mart
2008 tarihinde açmış olduğu kapatma davasıdır.
Aslında AK Parti’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den 2006 yılı sonlarına kadar
ordunun laiklik ve üniter devletin korunması gibi temel konularda baskı yaptığı, buna
Anayasa Mahkemeleri 2. Dünya Savaşına neden olan nasyonal sosyalist ve faşist iktidarların
kurulmasının, parlamento çoğunluğunun da katkısıyla gerçekleştiği görülünce, artık savaş sonrası
hazırlanan anayasalarda bireyin anayasal özgürlüklerini çoğunluk oyuna karşı güvence altına almak
amacıyla kurulmuşlardır, bkz. Yusuf Şevki Hakyemez, “Anayasa Mahkemelerinin Geleneksel İşlevi
Bağlamında Günümüzde Ortaya Çıkan İki Sorun: Yerindelik Denetimi Tartışmaları ve Ulusal üstü Örgüte
Üye Devletlerdeki Anayasa Yargısının Konu Bakımından Sınırlandırılması”, s.527, bkz.
http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/hakyemez.pdf (08.04.2015).
342
Danıştay kararları için bkz. http://www.danistay.gov.tr/upload/yayinlar/17_12_2014_031645.pdf
(07.04.2016).
343
Bu yönde bir makale için bkz. Ergun Özbudun, “Türk Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve
Siyasal Elitlerin Tepkisi”, AÜSBFD, Cilt: 62, Sayı: 3, Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya Armağan, TemmuzEylül 2007.
341
308
karşılık politika belirleme konusunda hükümetin kısmen etkili olduğu kontrollü bir
anlaşmazlık dönemi yaşanmıştır. Heper (2011: 318-325) bu dönemi, ordu ve AK Parti
arasındaki hasmane ilişkilerin, dostça olmasa da iş birliği ilişkilerine dönüştüğü bir
dönem olarak tanımlamakta ve Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin bu dönemde liberal
demokratik modele her zamankinden daha çok yaklaştığını, bazı generallerin
muhalefetine rağmen yüksek komuta kademesinin kararlarının geçerli olduğu şeklinde
izah etmektedir. 2007 yılı ise ordu yönetiminin AK Parti’nin İslamcı ya da benzeri bir
sistem kurma yolunda gizli bir gündemi olduğu gerekçesiyle hükümet otoritesine açıkça
meydan okuduğu ikinci ve çok tehlikeli bir dönem olmuştur (Özbudun ve Hale, 2010:
141-160). Belge’ye (2011: 657) göre bu dönemde “takiye” kavramı Türkiye siyaset
terminolojisine girdi. Bu Kemalistlerin AK Parti nasıl davranırsa davransın onun şeriatçı
parti olduğunu iddia etmesini mümkün kılan bir araçtı.
Bunun ilk belirtisi Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı devir
teslim töreninde görülmüştür. 28 Ağustos 2006 tarihinde yapılan ve ulusal televizyon
kanallarından canlı olarak yayınlanan devir teslim töreninde Büyükanıt, Cumhuriyet’in
temel ilkelerini dolaylı olarak da laikliği korumanın ordunun görevi olduğunu açıkça
beyan etmiştir. Bu tavır Genelkurmay Başkanının hükümeti tehdit edip uyarması kadar
emri altındaki askerlere güvence verme amacını da taşıyordu (Özbudun ve Hale, 2010:
152).
Türkiye 2007 yılına sıcak bir tartışmayla girmiş, AK Parti iktidarı ilk engelle karşı
karşıya kalmıştır. Çıkış güvencelerinin bir diğer önemli ayağı olan “seçim sürecinin
manipülasyonu”, bu sefer bir diğer güvence olan Cumhurbaşkanlığı makamı için yapılan
seçim sürecinde yaşanmış, siyasi iktidarla ordu arasındaki önemli bir kırılma yaşanmıştır.
Ordu ve katı laik çevreler Cumhurbaşkanı Sezer’in yerine bir AK Parti’linin seçilme
ihtimaline, başörtülü bir cumhurbaşkanı eşinin köşke çıkabileceği gerekçesiyle şiddetle
karşı çıktılar. Bu görüşe Atatürkçü Düşünce Derneği ve diğer birçok sivil toplum örgütü
destek vererek Ankara, İstanbul ve İzmir gibi metropollerde kitlesel mitingler
düzenleyerek, laikliğin savunulması çağrısında bulunarak katkı sağladılar. Silahsız
kuvvetler bir kez daha sahne almıştır. Orgeneral Büyükanıt da 12 Nisan 2007 tarihinde
düzenlemiş olduğu basın toplantısında “Cumhuriyet’in temel değerlerine sözde değil
özde sahip bir kişinin seçilecek olmasını ümit ediyoruz” diyerek cumhurbaşkanlığı
konusundaki tavrını ortaya koymuş ve kitle mitinglerini dolaylı yoldan desteklediğini
göstererek, TSK’nin Erdoğan ya da Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine karşı olduğunu
309
belirtmiştir. Söz konusu karşı tutum sadece ordudan değil bir başka vesayet unsuru olan
yüksek yargıdan da gelmiş, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun
"367 kuralını" ortaya atması ve seçimin Anayasa Mahkemesine taşınması seçim sürecini
kilitlemiştir344.
Bu tavır kendisini 27 Nisan 2007 günü Mecliste cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
ilk tur oylamasından hemen sonra tarihe e-muhtıra olarak geçen Genelkurmay
Başkanlığı’nın internet sitesinden bir duyuruyla göstermiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini
aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu
gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda
ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel
değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin
bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli
bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir
yelpazeyi kapsamaktadır.
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten
çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi
arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle
kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin
birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir
benzerlik taşımaktadır.
Bu bağlamda;
Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı
günde Kur’an okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu
baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir. 22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da;
Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o
saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler
giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada
Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi
tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan
tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi
partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları
kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde
dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik
vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir.
Okullarda kutlanacak etkinlikler, Millî Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde
belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği
tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine
rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir.
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci için bkz. http://www.haberturk.com/gundem/haber/977543-abdullahgul-367-sarti-ve-27-nisan-engelini-asa-asa-cankaya-koskune-cikti (07.04.2015).
344
310
Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel
olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dâhilinde yapılmış
olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür.
Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka
amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden
de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir.
Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve
amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri
ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya
ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke
dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği
olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi
olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin anayasamızda
belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir.
Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007
tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil
özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve
anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir.
Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin
tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri
tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri
bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı
Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin
olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde
ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm
diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve
öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla
verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz
kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur”345.
Bu metin açıkça laiklik konusuna vurgu yaparak ordunun tavır ve davranışını
ortaya koymuş, o tarihte adaylığını ilan etmiş olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı
seçildiği takdirde bir tür askeri müdahale tehdidi yaşanabileceğini göstermiştir. Bu tavır
içerdiği bütün unsurlarla birlikte bakıldığında, siyasal merkezin ve “koruyucu
entelijansiyanın” çevreye dönük açık bir tepkisi şeklinde algılanmış, ordu elde ettiği
güvencelerden vazgeçmek istemeyerek siyaseti bir kez daha tanzim etmek istemiştir.
Bkz. Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden (www.tsk.mil.tr) alınan metin, 27 Nisan 2007, akt.
(Özbudun ve Hale, 2010: 154).
345
311
Müdahale çok ciddi ses getirmiştir. Ertuğrul Özkök “demokrasi kaygısıyla sadece
askeri eleştirmek, ne adilane, yararlı ne de sonuç verici bir girişim olacaktır. Çünkü o
bildiri de savunulan görüşler, toplumun önemli bir bölümü tarafından paylaşılmaktadır.
Şurası bir gerçektir: Siviller bu süreci iyi yönetemediler. Emin olunuz ki, bunda herkesin
yanlışlığı rol oynamıştır. Tabii her şeyden önce iktidarın” diyerek ordunun müdahalesini
desteklemiştir. Oktay Ekşi ise “asıl sorun, ülkeyi yöneten siyasi partinin Atatürk
ilkelerine, dolayısıyla Cumhuriyet’in anayasada yer alan temel değerlerine, aykırı
faaliyetlerini korumasında, hatta teşvik etmesinde” diyerek AK Parti’yi sürecin baş
sorumlusu olarak işaret etmiştir. Fikret Bila ise “Genelkurmay’dan sert açıklama”
manşetiyle müdahaleyi “TSK’nin sarsılmaz kararlılığı” olarak sunmuş ve bildirinin
ucunun açık olduğunu savunarak bunun devamının geleceğinin altını çizmiştir. Konu
hakkında orduya en önemli destek CHP’den Onur Öymen’den gelmiştir. Öymen
“Genelkurmay’ın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir (...) Laikliğe hakaret
edeceksiniz ve sonra diyeceksiniz ‘ben değiştim’ ve bu ülkenin cumhurbaşkanı
olacaksınız (...). Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz” diyerek iktidarın
hatalı davrandığını ortaya koymuştur. ODTÜ eski rektörü Ural Akbulut ta “(...)
Bekleniyordu. Bu ikinci 28 Şubat’tır (...) Bütün uyarılara rağmen bugüne gelindi.
Hükümet ipleri gerip son noktasını bulmaya çalıştı (...) TSK her şeye rağmen soğukkanlı
davranmıştır. Yaşanan bu olay öncesinde Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı
açıklamalarıyla gerekli uyarıları yaptılar; ama kimse dikkate almadı” diyerek müdahaleyi
beklediğini belirtmiştir346.
Fakat bu sefer siyasi iktidar ordunun tutumu karşısında pasif kalmamış, o güne
kadar pek görülmeyen türde sert bir karşılık vermiştir. Hükümet adına Adalet Bakanı
Cemil Çiçek, anayasaya göre genelkurmay başkanının başbakana karşı sorumlu olduğuna
işaret ederek “hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik bir devlette, genelkurmay
başkanlığının hükümet aleyhine konuşması anlaşılır gibi değildir”347 diyerek tepkisini
ortaya koymuştur.
Her ne kadar 27 Nisan e-muhtırası cumhurbaşkanının seçim yöntemi konusunda
referanduma sebebiyet vermiş ve seçim yöntemini değiştirmiş olsa da ardından başlatılan
27 Nisan sürecinde kim ne yazmış? Bkz. http://www.aktifhaber.com/27-nisan-surecinde-kim-neyazmisti-593804h.htm (12.05.2016).
347
Bkz.(Özbudun ve Hale, 2010: 154).
346
312
darbe soruşturmalarında bu sürecin çok az zikredilmesi348 bir çelişki olarak
değerlendirilmektedir. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Darbe Araştırma
Komisyonu’nda sarf ettiği: “2007 yılında 16 Nisan’da adaylık başvurularının
başlamasıyla start alan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan olaylar, Türk
demokrasi tarihine hem utanç hem de ibret vesikası olarak kazınmıştır (...) 27 Nisan
bildirisi sonrasında yaşananlar [da], Türkiye’de samimi ve kararlı bir sivil irade
bulunması hâlinde, demokrasiye yönelik tehlikelerin demokratik sistemin kendi
dinamikleri ile bertaraf edilebileceğini göstermiştir349 sözlerinin aksine eski Genelkurmay
Başkanı Emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma
Komisyonu’na, Başbakan'la Dolmabahçe'de yaptığı ve detayları gizli kalan görüşmenin
ayrıntılarını aktarırken "Muhtıra değildi. Bu, laiklik hassasiyetini ortaya koyan bir
metindir (...) Başbakan Erdoğan da bu bildiriyi bir e-muhtıra olarak görmedi''350 diye
bahsetmesi de bu çelişkiyi haklı çıkaran bir açıklama olarak yorumlanmıştır.
Askerin bu müdahalesinin etkisiz kalması sonucunda bir başka girişim daha
yaşanmıştır. Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından
Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçmek amacıyla TBMM’nin toplanabilmesi için TBMM
Genel Kurulunda en az 367 milletvekilinin bulunması gerektiğini iddia edilmiştir351.
Nitekim bu düşünce dönemin ana muhalefet partisi lideri Deniz Baykal tarafından iktidar
partisinin uzlaşma olmadan kendi adayını çıkarması durumunda, oylamalara
katılmayacaklarını ve 367 tartışmalarının ciddiye alınması gerektiğini söylemesiyle
destek bulmuştur352. İlk tur oylama 27 Nisan'da yapılmış toplam 361 oy kullanılırken,
Abdullah Gül 357 oy almıştır. Oylamanın hemen sonrasında CHP, toplantı yeter sayısının
367 olması gerektiği iddiasıyla seçimi Anayasa Mahkemesine taşımıştır. Anayasa
Mahkemesi 1 Mayıs'ta verdiği kararla, 367 iddiasını kabul ederek yapılan birinci tur
oylamayı iptal etmiştir353. Yaşanan bu süreç 28 Şubat’ta aktif olarak etkisini gösteren
“silahsız kuvvetlerin” yeni bir müdahale girişimi olarak görülmelidir. Ancak Özbudun’a
göre Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu bu karar, 1982 Anayasası’nın 96 ve 102’nci
maddeleriyle uyuşmamaktadır. Zira 1982 Anayasası’nın 102’nci maddesinde öngörülen
Anakara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan 27 Nisan E-muhtıra soruşturması için bkz.
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/448051/iste_Yasar_Buyukanit_in_evinde_verdigi_ifade.htm
l# (07.04.2016).
349
Bkz. http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/27-nisan-demokrasinin-direkten-dondugu-gun_535303
(17.09.2015).
350
Bkz. http://t24.com.tr/haber/yasar-buyukanit-ifade-veriyor,216916 (17.09.2015).
351
Bkz. Sabih Kanadoğlu, “AKP Tek Başına Seçemez”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2006.
352
Bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=208685 (07.04.2016).
353
Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/06/20070627-17.htm (07.04.2016).
348
313
yetersayılar, “toplantı yetersayısı” değil, “karar yetersayısı”dır. 102’nci maddede
TBMM’nin kaç milletvekili ile toplanacağına ilişkin bir özel hüküm olmadığına göre,
toplantı yetersayısı, anayasanın 96’ncı maddesinin “anayasada başkaca bir hüküm yoksa
TBMM üye tam sayısının en az üçte biri ile toplanır” diyen birinci fıkrası hükmüne göre
belirlenir. Yani Cumhurbaşkanının seçimi amacıyla TBMM’nin toplanabilmesi için en az
184 milletvekilinin Genel Kurulda bulunması yeterlidir354.
Gözler’e göre de (2007: 19) TBMM Genel Kurulunun Cumhurbaşkanı seçme
kararı, bir “kanun” değil, “parlâmento kararı”dır ve anayasanın 148’inci maddesi
Anayasa Mahkemesine parlâmento kararlarını üç istisna (TBMM İçtüzüğü, yasama
dokunulmazlığının kaldırılması kararı, TBMM üyeliğinin düşmesi kararı) dışında
denetleme yetkisi vermektedir.
Bu havayla girilen 22 Temmuz 2007 genel seçimlerini AK Parti ezici bir
çoğunlukla kazanmış ve 28 Ağustos 2007 tarihinde de Abdullah Gül cumhurbaşkanı
seçilmiştir355. Bir daha aynı sıkıntılı süreçlerle Türk demokrasisini karşı karşıya bırakmak
istemeyen AK Parti iktidarı, ordunun çıkış güvenceleri bağlamında üzerinde hassasça
durduğu cumhurbaşkanlığı makamının seçilme şekliyle ilgili radikal bir karara imza
atmıştır.
2007 yılında TBMM’nin on birinci Cumhurbaşkanının seçimi sürecinde Anayasa
Mahkemesi’nin “anayasayı ihlal etmesi pahasına verdiği” 367 kararı sonrasında
gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının halkın oyu ile seçilmesi esası
getirilmiştir. 1982 Anayasası’nın öngördüğü ve koruyucu bir tavırla çıkış güvencesi
bağlamında geniş yetkilerle donattığı vesayetçi modelin önemli bir aktörü konumundaki
Cumhurbaşkanının
halk
tarafından
seçilmesi
esasının
getirilmesi
ile
artık
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, 1961 yılından beri değişik zamanlarda yaşanan baskı,
tehdit, hukuk dışına çıkma, kriz ve benzeri olumsuzluklar bertaraf edilmiş, ordunun bir
vesayet unsuru olarak gördüğü cumhurbaşkanlığı makamı bu özelliğini kaybetmiştir. Bu
sayede halka yönelik vesayet kuşatması kırılmış ve egemenliğin asıl sahibi konumundaki
millet unsuru dikkate alınmaksızın oluşturulan hükmedici devlet anlayışına son verilerek,
Türkiye’nin 1950’lerde başlayan; ancak yarım kalan demokratikleşme sürecine önemli
katkı sağlanmıştır. Yalnız bu katkının demokrasiye ne derece olumlu etki edeceği
Bkz. Ergun Özbudun, “Cumhurbaşkanı Seçimi ve Anayasa”, Zaman, 17 Ocak 2007.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçimi için bkz.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=231368 (07.04.2015).
354
355
314
belirsizliğini korumaktadır356.
AK Parti iktidarının bu süreçte karşılaşmış olduğu ikinci tehdit, kapatma
davasıdır. Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya, “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği”
iddiasıyla AK Parti’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açmıştır.
AK Parti kapatma davası, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın,
AK Parti'nin "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle, partinin
kapatılması ve ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül dâhil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle
hazırladığı iddianame, Anayasa Mahkemesi'ne 14 Mart 2008'de sunulmuş, Anayasa
Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul etmiştir. 16 Haziran günü AK Parti
esas hakkındaki savunmasını vermiştir. 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan
açıklamada, partinin temelli kapatılmaması; fakat hazine yardımının belirli bir oranda
kesilmesi kararına 6’ya karşı 5 oyla varılmış, kapatma istemi reddedilmiştir357. Dava
sürecinde içerisinde Taraf gazetesi, ABD Ankara siyasi memuru Janice G. Weiner
tarafından kaleme alınan kriptoyu yayımlayarak Anayasa Mahkemesi Başkanvekili
Osman Paksüt’ün 4 Mart’ta kapatma davası başlamadan önce Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’nda Orgeneral İlker Başbuğ’a yapmış olduğu gizli ziyareti gündeme taşımış,
buluşma ciddi söylentilerin ortaya çıkmasına ve ordu ile yargının birlikte hareket ederek
vesayetçi bir eylemin içinde olduğu şüphelerini uyandırmıştır. Görüşme liberal medyada
“Başbuğ-Paksüt patırtısı, ordunun gizli tertipler içinde olduğuna dair son dört yıldır
ortaya çıkan bilgilerin devamı niteliğinde [olup] 27 Nisan muhtırasından sonra bir süre
susan ordunun adı, ciddi entrikalar döndüğünü düşündüren bir dizi siyasi skandala karıştı
diye”358 geçmiştir. Ancak bu iddia kanıtlanmamış, sadece ordunun kapatma davası ile 5
Haziran’da Anayasa Mahkemesinin başörtüsü hakkındaki anayasa değişikliğini iptal
ettiği davada Anayasa Mahkemesine baskı yaptığı hissiyatını uyandırmıştır. Murat Yetkin
konu hakkında “eğer ordu gerçekten AK Parti’nin kapatılmasını destekleseydi her şey
Bu değişikliğin hükümet sistemi açısından yaratacağı problemlere Gözler, “Cumhurbaşkanının halka
seçtirilmesi Türkiye’de Cumhurbaşkanı-Hükümet çatışması sorunun çözmeye yetmez; tersine
Cumhurbaşkanı ve Hükümet ayrı partilerden olduğu takdirde bu çatışmanın şiddetini dahi arttırabilir. Zira
yeni sistemde Cumhurbaşkanı, kendisini de halkın seçtiği ve demokratik meşruluktan yararlandığını ve
anayasanın 104’üncü maddesi tarafından kendisine verilen yetkileri tek başına kullanabileceğini iddia
edebilir. O nedenle Cumhurbaşkanının Başbakan ve bakanların karşı-imzası olmadan tek başına
kullanabileceği yetkilerin neler olduğunun anayasada ayrıca ve açıkça belirtilmesi, anayasal sistemimizin
krizsiz bir şekilde işlemesi açısından uygun olur” diyerek işaret etmiştir (Gözler, 2007: 22).
357
Bkz. http://www.milliyet.com.tr/karar--font-color-red-bugun-mu---font--aciklanacak/siyaset/siyasetdetay/30.07.2008/972729/default.htm (07.04.2016).
358
Bkz.http://t24.com.tr/haber/basbug-paksut-gorusmesi-derin-devletin-resmidir-turk-ordusu-siyasientrika-pesinde,134849 (08.04.2015).
356
315
daha farklı olacaktı” diyerek ordunun bu süreçte yargıya müdahalede bulunmadığını öne
sürmüştür359.
Gerek 27 Nisan e-muhtırası gerekse AK Parti aleyhine Anayasa Mahkemesinde
açılan parti kapatma davası, hükümeti yüksek yargı ve askeri bürokrasinin vesayetine
karşı tedbir almaya itmiştir360. Bu doğrultuda hayata geçirilen 2010 anayasa
değişiklikleri361 yasalarla hayat bulan çıkış güvencelerinin bertaraf edilmesine ve
vesayetçi anlayışın kırılmasına ciddi katkılar sağlamıştır”362. On yıllık dönemde
demokratikleşme, insan hakları ve hukuk devleti ile ilgili gerçekleştirilen ve burada ele
alınacak olan reformların bir kısmı anayasa değişikliği şeklinde, diğer kısmı ise yasal
düzeyde ele alınmıştır.
Sivilleşme ve askeri vesayetin sindirilmesi bağlamında atılan en önemli
adımlardan biri de belli sebeplerle ilan olunan, geçici olarak temel hak ve hürriyetlerin
kısmen veya tamamen durdurulmasına veya vatandaşlar için para, mal ve çalışma
yükümlülüklerinin getirilmesine imkân veren, yönetimde ordunun söz sahibi olduğu, bu
nedenle de sivil otoriteyi devre dışı bırakan olağanüstü halin kaldırılmasıdır. Türkiye’nin
Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki illerinde seksenli yıllarda ortaya çıkan terör eylemleri
nedeniyle 1987 yılında geçici olarak başlatılan ve 46 kez uzatılan bu olağanüstü hal
uygulaması tedricen il bazında aşamalı olarak kaldırılmış, son olarak 30 Kasım 2002’de
uygulamanın tamamına son verilmiştir.
Bir diğer önemli adım güvenlik-özgürlük dengesinde güvenliğin öne
çıkartılmasının bir göstergesi olarak 1973 anayasa değişiklikleriyle yargı sistemimize
dâhil olan DGM’yle ilgilidir. İlk olarak DSP-MHP-ANAP Hükümeti döneminde (1999)
yapılan anayasa değişikliği ile mahkemede askeri hâkim bulunmasına son verilmiş363,
Murat Yetkin, “Asker kapatılsın deseydi”, Radikal, 1 Ağustos 2008, bkz.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/asker_kapatilsin_deseydi-891221 (07.04.2015).
360
“İktidarının altıncı yılında AK Parti’ye karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açtığı kapatma davası
ve Anayasa Mahkemesinin bunun üzerine davalı partiyi laikliğe aykırı eylemlerin odağı olarak görmesi
nedeniyle devlet yardımından kısmen yoksun bırakma yaptırımı ile cezalandırması, Anayasa
Mahkemesinin 2008 yılında anayasanın 10. ve 42. maddelerinde gerçekleştirilen değişiklikleri esas
açısından denetleyerek iptal etmesi, hükümetin icraatlarının ve kimi idari tasarrufların idari yargı mercileri
tarafından hukukilik denetiminin ötesine geçilerek iptal edilmesi, özellikle Ergenekon Davası başta olmak
üzere ağırlıklı olarak adli yargıdaki kimi ceza davaları ve soruşturmalarına yönelik olarak HSYK’nin
yüksek yargıdan gelen üyelerle birlikte verdiği kararlar ve takındıkları tutumun siyasal iktidarın 1982
Anayasası’ndaki yargı ile ilgili değişiklikleri yapmasının temel gerekçesini oluşturduğu söylenebilir” bkz.
(Hakyemez, 2010: 387).
361
Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/5982.htm (24.12.2014).
362
Bkz. (Sessiz Devrim…2013: 57).
363
Bkz. (Sessiz Devrim…2013: 45-46).
359
316
ardından 2004 yılında bu mahkemeler tümden kaldırılmıştır. DGM’lerin kaldırılması ile
bunların yerine “özel yetkili ağır ceza mahkemeleri” kurulmuş, bu mahkemeler de milli
güvenlikle ilgili davalar başta olmak üzere örgüt şeklinde işlenen davalara bakmışlardır.
On yıllık süre boyunca ortaya çıkan aksaklıklar nedeniyle 02.07.2012 tarih ve 6352 sayılı
Kanun ve kabul edilen üçüncü yargı paketinde yapılan yenilikle “özel yetkili mahkeme”
uygulamasına da son verilmiştir364.
Yapılan bir diğer değişiklik MGK’nin genel yapısıyla ilgilidir. Türkiye’de
vesayetçi modelin en önemli kurumlarından birisi olarak görülen MGK, 1961 Anayasası
ile anayasaya girmiş ve o tarihten bu yana sürekli olarak konumu sivil iktidarlar karşısında
güçlendirilmiştir. 30 Temmuz 2003 tarihinde ele alınan yedinci uyum paketinde, MGK
Genel Sekreterliği ile ilgili hususları da kapsayan değişikliğe gidilmiş 118. madde elden
geçirilmiş, askerlerin ağırlığı kırılmaya başlanmıştır365. Maddenin ilk fıkrasında yapılan
değişiklikle kurul üyeleri arasına Adalet Bakanı ve Başbakan Yardımcıları da eklenmiş,
askeri cenahın sayısal üstünlüğü siviller lehine bozulmuştur. Bunun yanında maddenin
ikinci fıkrasındaki, MGK’de alınacak kararların “Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate
alınacağı” şeklindeki ifade yerini “Bakanlar Kurulu’nca değerlendirilir” ibaresine
bırakmıştır. Bu değişiklikler ile MGK kararlarının Bakanlar Kurulu üzerindeki
bağlayıcılığı azaltılmaya çalışılmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki, 1982 Anayasası’nın
118. maddesinde yapılan değişiklikler, asker-sivil dengelerinde fiili durumunda ciddi bir
değişikliğe yol açmamıştır. MGK’nin üst kurulunda sivil sayısının arttırılması,
oylamadan çok tarafların ve dengelerin esas olduğu kurulda kararların niteliğini
etkilememiş, kurulun askeri cenahı siyasi kararlara dâhil eden ana yapısı değişmemiştir
(Bayramoğlu, 2007: 107).
Yine yapılan düzenlemeyle MGK Genel Sekreteri’nin siviller arasından da
seçilebileceği ortaya konmuştur. Bu yolla Genel Sekreterliğin yönetim olarak orduya fiili
bağımlılığının ortadan kaldırılması öngörülerek MGK Genel Sekreteri’nin atama
koşulları değiştirilmiştir. Eski düzenlemede Genel Sekretere ilişkin olarak Genelkurmay
Başkanı’nın seçimi ve onayıyla yapılan atama şekline son verilmiş, yeni düzenlemede
yetki Başbakan’ın önerisi ile Cumhurbaşkanı’nın onayına bırakılmıştır (Kardaş, 2006:
Özel yetkili Mahkemelerin yerine Sulh Ceza Hâkimlikleri kurulmuştur.
Uyum paketi ile ilgili 4963 sayılı Kanun için bkz: 07. 08. 2003 tarih ve 25192 sayılı Resmi Gazete, bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/04/20070403-16.htm (24.12.2014).
364
365
317
302-303)366. 2003 yılında yapılan değişiklikle Kurulda sivil siyasetin gücünün artırılması
ikinci önemli adım olarak görülmektedir. Aynı çerçevede kurulun ayda bir yapılan
toplantıları iki aylık periyodlara çevrilmiş ve MGK’nin gündem belirlemedeki ağırlığı
hafifletilmiştir. MGK yasasının kurulun yetkilerini düzenleyen 4. maddesi ile MGK
Genel Sekreteri’nin yetkilerini düzenleyen 13. maddesi değiştirilmiş, MGK Kanunu’nun
9, 14 ve 19. maddeleri iptal edilmiş ve böylece kurulun ve Genel Sekreterin yetkileri ciddi
olarak sınırlandırılmıştır.
MGK’nin, milli plan ve programlar hazırlamak, ülkenin siyasi, sosyal, iktisadi,
kültürel ve teknolojik durum ve gelişmelerini sürekli takip ederek değerlendirmek, bu
konuda politikalara referans olacak temel esasları tespit etmek, toplumu Atatürkçü
düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve milli ülkü ve değerler etrafında
birleştirerek milli hedeflere yönlendirici gerekli tedbirleri belirlemek gibi icracı
yetkilerinin kaldırılması sivilleşme istikametinde önemli bir adımdır (Bayramoğlu, 2007:
110). Bu değişiklikler sonrası MGK’nin yetkileri, devletin milli güvenlik siyasetinin
tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili konularda sınırlı tutularak, kurul istişari bir organ
görünümüne getirilmiştir.
Bu değişikliklere paralel olarak Genel Sekreter’in kendisine gizli Başbakan rolü
veren, “MGK kararlarının uygulamasını takip ve kontrol etmek, yönlendirmek; milli
güvenlik siyasetini tayin, tespit, uygulama ve gerektiğinde düzeltme ve değiştirmek için
planlar hazırlamak ve bu konudaki uygulamaları takip ve yönlendirmek, denetlemek, bu
çerçevede Cumhurbaşkanı ve Başbakan adına yetkili olmak, bakanlıklar, kamu kurum ve
kuruluşları ile özel hukuk tüzel kişilerinden açık ve her derecede gizli bilgi ve belgeleri
talep etmek” gibi yetkileri tarihe karışmıştır.
Askeri yargının yetki alanının daraltılması, bir başka önemli demokratik adımdır.
İlk olarak, 4963 sayılı kanunla Askerî Ceza Kanunu’nun sivil şahıslara uygulanma alanı
daraltılmış, ikinci olarak da asker kişilerin işlemiş olduğu suçlardan özellikle darbe
girişimi ya da darbe suçlarının doğrudan adliye mahkemelerinde yargılanması esası
getirilmiştir. Söz konusu düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından anayasanın 145.
Nitekim değişiklik sonrasında atanan tüm MGK Genel Sekreterleri sivil kişiler olmuştur. (Mehmet Yiğit
Alpogan, Büyükelçi 01.10.2004-16.07.2007, Tahsin Burcuoğlu, Büyükelçi 01.11.2007-25.01.2010, Serdar
Kılıç, Büyükelçi 01.04.2010-26.04.2012, Muammer Türker, Vali 27.04.2012- 25.09.2014), bkz.
http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/makam/eski-genel-sekreterlerimiz (07.04.2016).
366
318
maddesi gerekçe gösterilmek suretiyle iptal edilmesi üzerine367 2010 anayasa değişikliği
ile konu anayasal düzeyde ele alınmıştır.
Bir başka adım da 28 Şubat sürecinde askerin sistem içindeki yetkisinin artmasına
paralel olarak ele alınmış olan ve 7 Temmuz 1997’de İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay
Başkanlığı arasında imza altına alınarak kurulan “Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma” diye
geçen EMASYA protokolüdür. Askerin valilerin daveti olmaksızın, şehirlerde meydana
gelen toplumsal olaylara müdahale edilebilmesinin önünü açan bu protokol, orduya
gerekli gördüğü durumlarda müdahale yetkisi vermekteydi. Sivil hayattaki olayları
önleme adına askere doğrudan yetkiler sunan ve yoğun tartışmalara sebebiyet veren bu
düzenleme de 04.02.2010 tarihinde İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı
arasında imzalanan mutabakat ile yürürlükten kaldırılmış368 ve 28 Şubat’ın bu olumsuz
mirası sivil siyasetin lehine sonuçlandırılmış, sivil kontrol bağlamında ciddi bir kazanım
elde edilmiştir.
Yine bu bağlamda devlet kurumlarının bazılarında asker üyelerin yer almaması
hususunda önemli adımlar atılmıştır. İlk olarak anayasanın 131. maddesinde 07.05.2004
yılında yapılan değişiklikle Yükseköğretim Kuruluna Genelkurmay Başkanlığı’nca üye
seçilmesine son verilmiş ve aynı doğrultuda 5218 sayılı Kanunla, Yüksek Öğretim
Kanunu’nda değişiklik yapılarak Yükseköğretim Kuruluna Genelkurmay Başkanlığı
tarafından bir üye seçilmesine ilişkin hüküm yürürlükten kaldırılmıştır (Özbudun ve Hale,
2010: 149). İkinci olarak 5218 sayılı Kanunla Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanunda yapılan değişiklikle Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna
MGK Genel Sekreterliği’nce aday gösterilmesine dair hüküm yürürlükten kaldırılmış,
aynı kanunla MGK Genel Sekreterinin Haberleşme Yüksek Kurulu üyeliğine de son
verilmiştir369.
Önemli bir diğer yenilik de 2010 anayasa değişikliği ile Yüksek Askerî Şura
kararlarının yargısal denetimi hususunda yapılmıştır. Önceki halde Yüksek Askeri
Şuranın tüm kararları yargı denetimi dışında iken 2010 anayasa değişikliği ile Yüksek
Askeri Şuranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü
İptal edilen kanuni düzenlemeye ilişkin karar için bkz. Esas Sayısı: 2009/52, Karar Sayısı: 2010/5
(Yürürlüğü
Durdurma),
Karar
Günü:
21.1.2010,
bkz.http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/01/20100127-8.htm (25.12.2014).
368
“EMASYA Protokolü Kaldırıldı”, 04.02.2012, Hürriyet, bkz.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13684829.asp (29.12.2014).
369
Bkz. (Sessiz Devrim…2013: 60).
367
319
ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açılmıştır (1982 Anayasası, madde: 125).370
Yasalaşan bu düzenleme ile ordudan ihraç edilen subay/astsubayların başvuru hakkı
teminat altına alınmış; özlük haklarının emsalleri ile aynı seviyeye çıkarılması ve talep
edenlerin kamuda araştırmacı kadrosu ile istihdamları sağlanarak hukuk devleti önündeki
önemli bir engel daha ortadan kaldırılmıştır. Fakat YAŞ mağdurlarına göre hâlâ özlük
haklarıyla ilgili bir takım eksiklikler devam etmektedir.371
Ele alınabilecek önemli bir adım da 2010 anayasa değişiklikleriyle 1982
Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasıdır. Kaldırılan hüküm 12 Eylül 1980
askeri darbesini gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin yargılanmasına engel
getirmekteydi. Bu maddenin benzeri bir hükmü 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesinde
27 Mayıs 1960 askeri darbesi’ni gerçekleştiren MBK üyeleri için de mevcuttu. 1980
askeri darbesinden 30 yıl sonra geçici 15. maddenin kaldırılması sembolik açıdan önemli
bir adım olarak görülmekle beraber, askerin darbe gerekçesini ortadan kaldırması ve
pretoryan yapının izlerinin silinmesi anlamında da ciddi bir kazanımdır. Zira 1960
yılından bu yana bu biçimdeki denetim yasaklarının olduğu düşünüldüğünde,
gerçekleştirilen reformların hiç birinde böyle bir adım atılmamış olmasına rağmen, 2010
yılında bunun yapılması demokrasi bağlamındaki duyarlılığın ortaya konması açısından
önemlidir. Nitekim bu adımın bir sonucu olarak Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden sağ
kalanların, 12 Eylül soruşturması kapsamında mahkeme önüne çıkması da Türk
siyasetinin kendisiyle yüzleşmesi anlamında oldukça önemlidir.
Bu süreçte Millî Savunma Bakanlığının konumunda bir ilerleme yaşanmamıştır.
AB, Genelkurmay Başkanlığının anayasanın 117. maddesinde belirtildiği üzere
başbakana değil Milli Savunma Bakanına karşı sorumlu olması gerektiğini ısrarla öne
sürmekteydi. Bu, Millî Savunma Bakanlığını yalnızca silahlı kuvvetlere lojistik destek
sağlayan bir organ olmaktan çok, savunma planlarını da yapan ve silahlı kuvvetler
üzerindeki sivil denetimi güçlendirme yolundaki genel girişimin bir parçası olarak
görülmekteydi. Fakat ordu, mevcut sistemin savunma yönetiminin siyasallaşmasına engel
teşkil ettiği gerekçesiyle bu öneriye ısrarla karşı çıkmış, hükümet de bu değişiklikte
ısrarcı olmamıştır (Özbudun ve Hale, 2010: 149).
370
371
Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.12.2014).
Söz konusu eksikler için bkz. http://www.yaszedeler.org/ (17.09.2015).
320
Çıkış güvencelerinin neden olduğu vesayetçi anlayışın kırılmasını sağlayan 2010
anayasa değişiklikleri372” ülkenin demokratikleşmesine ciddi katkı sağlamışsa da, son
yıllarda ele alınan; ancak başarıya ulaşamayan Güneydoğu bölgemizi özellikle
ilgilendiren “çözüm süreci” ve sonrası yaşanan sıcak gelişmeler, AK Parti hükümetini
aldığı kararlardan geri adım atmaya zorlamıştır. Nitekim Genelkurmay Başkanlığı’nın
uzun süredir talep ettiği, operasyon bölgelerinde görev yapan askerlere güvence getiren
ve askerin yargılanma iznini Başbakan’a bağlayan 6722 sayılı ‘Türk Silâhlı Kuvvetleri
Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’ Meclis’ten
geçerek yasalaşmıştır. Tasarının 12. maddesine göre çözüm süreci sırasında Valilerde
olan operasyon yapma yetkisi TSK’ye verilmiş, Güneydoğu’da operasyona katılan asker,
memur ve köy korucularına, bu yasa çıkmadan önceki faaliyetleri de dâhil, yasal koruma
getirilmiş, operasyonlarda görev alan askerlerin muhtemel yargılanma görevi ise askeri
mahkemelere bırakılmıştır373. Yine bu bağlamda, İl İdaresi Kanunu'nda yapılan
değişiklikle de genel kolluk kuvvetlerinin imkân ve kabiliyetlerini aşan durumlarda
terörle mücadele için gerekli olması veya terör eylemlerinin kamu düzenini ciddi şekilde
bozması halinde, İçişleri Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla TSK
görevlendirilebilecek, görevlendirmenin kapsamı ise Genelkurmay Başkanlığı tarafından
belirlenecektir. Askeri birliklerin belirli görevleri genel kolluk kuvvetleriyle birlikte
yapması halinde komuta, sevk ve idare askeri birliklerin en kıdemli komutanı tarafından
üstlenilecektir. Askere “sübjektif kontrol” temelinde yasal zırh veren söz konusu
düzenleme, sivil siyasetin başarısızlığını da ortaya koymuştur. Bu düzenlemeler hakkında
açıklama yapan AK Parti Karabük Milletvekili Mehmet Ali Şahin, değişikliklerin
demokratik olmadığını, bir zaruretten doğduğunu, operasyonların son bulmasıyla askere
verilen bu yetkilerin tekrar askerden alınacağını belirtmiş ve söz konusu değişkliklerin
meşruiyetini Fransa’da yaşanan terör olayları sonrasında ele alınan kararlarla
açıklamıştır374.
372
Bkz.http://www.anayasa.gen.tr/5982.htm (24.12.2014).
Bkz.http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/2
0160714.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160714.htm (14.07.2016).
374
Paris’ten meydana gelen terör olayları sonrasında Fransa yönetimi, Avrupa Konseyi’ne bir yazı yazarak
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni geçici olarak askıya aldıklarını duyurmuştur, bkz.
http://www.milliyet.com.tr/ak-partili-sahin-askerden-bu-yetki-siyaset-2268848/ (04.07.2016).
373
321
SONUÇ
Türkiye, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla tam manasıyla pekiştiği bir
sisteme geçememiş olsa da bu yönde mücadelesine ağır aksak devam etmektedir.
Demokrasi girişimlerine, Osmanlı’nın son döneminde devleti kurtarma adına dönemin
aydın, bürokrat ve kendilerini reformun ve aydınlanmanın klavuzu gören asker
zümrelerin öncülüğünde hayata geçen modernleşme hamleleriyle başlayan Türkiye,
kontrollü bir demokrasi modeli ile günümüze kadar gelmiştir. Osmanlı’da yukarıdan
aşağıya usullerle gerçekleştirilen modernleşme hareketlerinin kaynağını teşkil eden ve
toplum çıkarlarını savunma konusunda kendilerini sorumlu gören seçkinci ve koruyucu
anlayış, Cumhuriyet’e miras kalmış, rejim ve toplum, burjuvazinin yokluğunda söz
konusu seçkinler tarafından dönüştürülmek istenmiştir.
Küresel anlamda ikinci dalga olarak adlandırılan ve 20.yüzyılın ikinci yarısından
sonra Orta ve Güney Avrupa’da ortaya çıkan demokrasi hareketleri, ülkemizi de etkisi
altına almış; ancak Türkiye’deki gelişimini sürdüremeyerek Batı standartlarının gerisinde
kalmış, Türk demokrasisi pekişmemiştir. İktidar mücadelesi, siyasi yapının ordu, aydın
ve bürokrasiden mürekkep bir genel ittifakın temsil ettiği merkez ile onun karşısında yer
alan geniş halk kitleleri ve taşra burjuvazisinin oluşturduğu çevre arasında cereyan
etmiştir. Merkezin seçkinci anlayışının tezahürü olarak vesayet sistemi kurulmuştur.
Bütün bunların neticesinde askeri müdahaleler ortaya çıkmıştır.
Merkezde seçkinci bir aktör konumunda olan ordunun, ulus devlet hassasiyeti,
devletin bölünmez bütünlüğüne olan bağlılığı ve laikliğe yaptığı vurgu nedeniyle,
“kurucu ve koruyucu bir aktör” olarak kurumsallaşmış demokrasilerde olduğundan çok
daha fazla siyasal yetkiye ve prestije sahip olması, bu vesayet sisteminin esasını
oluşturmaktadır. Bu kapsamda ordu, ulusal çıkarların savunucusu ve modernleştirici
kurucu iktidar özelliğiyle, sistem üzerinde korumacı bir tavır ortaya koymuş, gerekli
gördüğü zamanlarda siyasete müdahalede bulunmaktan geri durmamıştır.
Halaskâr Zabitan’dan Babıâli Baskını’a, 27 Mayıs’a, 12 Mart’tan, 12 Eylül, 28
Şubat ve 27 Nisan’a kadar giden müdahaleler hep bu “koruyucu tavrın” bir tezahürü
olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal hayatta demokrasinin işleyebilir hale getirilmesi için
yapılan bu müdahaleleri ordu, geri planda “muhafız” rolünü uygulayarak yerine
getirmiştir. Yasal dayanağını ise reform yolunun en sık rastlanan biçimi olan askeri
yönetimlerden demokrasiye geçerken elde ettikleri “çıkış güvenceleriyle” sağlamış,
322
sistem üzerindeki gücünü ve etkisini pekiştirmiştir. Bu ise Türkiye’de demokrasinin
güçlenip pekişmesinin önünü almıştır. Tıpkı Şili, Brezilya ve Portekiz örnekleri gibi
Türkiye’de de askeri yönetimler, iktidarı sivillere devretmeden önce yürürlüğe koymuş
oldukları anayasal hükümlerle, bu güvenceleri elde ederek sistem üzerinde koruyucu
vesayetçi düzenleri devam ettirmeyi hedeflemişlerdir. Daha çok geri planda sivilleri
yönlendirerek, dilediği işlemleri yaptırmayı hedef alan bu anlayışta gerçek güç,
askerlerdedir. Burada asıl olan demokrasi görüntüsünün altında, askerlerin çeşitli
kurumsal mekanizmalar yoluyla hukuki veya fiili denetimi altında işleyen bir rejimin var
olmasıdır.
Ordunun sistem üzerindeki bu tutumunda Osmanlı modernleşme döneminden beri
kendisini her şeyin üstünde gören anlayış yatmaktadır. Osmanlı tarihi içindeki en
kapsamlı demokrasi tecrübesi II. Meşrutiyet yıllarıdır. Bu dönemde seçkinci bir anlayışla,
temelde laik bir toplum projesini yukarıdan aşağıya tesis etmeyi amaçlayan ordu içinde
zümreler vardır. Pozitivist düşünce temelinde gelişen bu anlayışta rol alan yeni nesil asker
ve sivil bürokrasi, modern eğitimin kazandırdığı formasyon neticesinde, içinde yer
aldıkları kurumların asıl görev alanının çok ötesine geçerek kendilerini kapsayıcı
reformların öncüleri, Aydınlanmanın taşıyıcı unsurları, devletin muhafızı, kamu
menfaatlerinin koruyucusu ve hamisi olarak görmüşlerdir.
Devlet nasıl kurtulur anlayışı çerçevesinde ortaya çıkan ve parlamento hedefiyle
somutlaşan bu hareketin aktörü olan İttihat ve Terakki, kendisini orduyla özdeşleştirmiş,
geleneksel Babıâli bürokrasisi ve padişahın etkin olmadığı bir ortamda siyasi iktidarın
yeni sahibi olmuştur. I. Dünya Savaşı’na girerken Osmanlı siyasi hayatında bütün meşruti
kurumların Cemiyet’in de ötesinde askeri bir dikta yönetiminin kontrolüne girmesi,
büyük ümitlerle şekillendirilen ilk kapsamlı demokrasi tecrübesini, uzun yıllar kendini
toparlayamayacak ölçüde zaafa uğratmıştır. 31 Mart Vakası, Halaskâr Zabitan ve Bab-ı
Âli Baskını gibi, askerin aktif yer aldığı siyasi olaylar da bu zaafa ciddi etki etmiştir.
Osmanlı modernleşmesi içinde başlayan koruyucu seçkinci anlayış, Cumhuriyet’e
intikal etmiştir. Cumhuriyet’i kuran ve onun koruyucusu rolünü üstlenen ordu, bürokrasi
ve aydınlardan mürekkep “koruyucu entelijansiya”, yine tepeden inmeci paternalist
modernleşme anlayışıyla ülkeyi modernleştirerek dönüştürmek istemiştir. Bu anlayış
demokrasiyi popülist izdüşümleri olan bir rejim olarak algılamıştır. Bu zümre demokratik
rejimi üretebileceği olumsuzluklarla düşünmeye meyilli durmuş, tecrübeyle kendini
olgunlaştırabileceğine dair bir beklentisi olmamıştır. Seçkinci anlayış, demokrasinin
323
liderin kişisel amaçlarına hizmet eden ve toplum kesimlerinin özel çıkarlarını ön planda
tutan popülist özellikleriyle şekillenmesine müsamaha göstermeye taraftar olmamıştır.
Atatürk, nihaî hedef olarak gördüğü demokrasiye geçmek için TpCF ve SCF gibi
somut bir takım siyasi teşebbüslere yol vermişse de ortaya çıkan tablonun rejimi tehdit
ettiği anlayışı ağır basmış, Şeyh Said isyanı ve Menemen Olayı gibi yaşanan başkaldırılar
nedeniyle bu demokrasi girişimlerinden “koruyucu gerekçelerle” vazgeçmiş, ordu bu
süreçte “muhafız” bir kimlikle olayları bastırmada kullanılmıştır. Atatürk hem karizmatik
kişiliği hem de kendisine sadık güçlü bir komutan olması hasebiyle Çakmak’ın ordu
içindeki güçlü konumundan faydalanarak, iç siyasi mücadelede ordunun rakipleri
tarafından kullanılmasına mâni olmak adına yine ordu içindeki muhalefeti önlemiştir.
Atatürk, İnönü ve Çakmak üçlüsü, Millî Mücadele’nin diğer askeri önderlerini tasfiye
etmek suretiyle rejim ve ordu üzerindeki mutlak hâkimiyetini tesis etmişlerdir. “Subjektif
kontrol anlayışının” hâkim olduğu bu sistemde Atatürk’ün asıl amacı, orduyu siyasetin
dışında tutmak değil kendisine ve Cumhuriyet’e bütünüyle sadık kalmasını güvenceye
almaktı. Ordunun rejime bağlılığı Atatürk’ün ölümünden sonra iktidarı devralan İnönü
döneminde devam etmiştir. Her ne kadar bu dönem içinde Genelkurmay Başkanlığı Millî
Savunma Bakanlığına bağlanmış olsa da rejimin kontrolünün Cumhurbaşkanı İnönü’de
olması askeri tereddüte düşürmemiştir.
Gerek İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları gerekse iç siyasette ortaya çıkan
toplumsal talepler demokrasiye geçişin yolunu açmış, ülke 1946 seçimleriyle
demokrasiye tedricen yönelmiş, tek parti dönemi sona ermiştir. 1950’de ise TpCF ve SCF
miraslarının sahibi çevreyi temsil eden DP, iktidarı devralmıştır. Süreç içerindeki DP
politikalarından rahatsız olan merkez ve Türk siyasetinde modernleşmeyi başlatan kurucu
seçkin zümre olarak ordu, 1950 sonrası siyasal muhalefetle bütünleşmiş ve tarihsel
modernleşme projesini geleneksel zihniyet kalıpları ve toplumsal davranışlarla
bütünleştirmeye çalışan çevreye karşı bir iktidar mücadelesine girişmiştir. O tarihten
sonra Türk siyasetini sadece siyasetin gündelik sorunları değil, bu iki büyük odak
arasındaki iktidar çekişmesi tayin etmiştir.
1950-60 arasında Silahlı Kuvvetler, İnönü’nün demokrasi projesine uymuş ve
iktidarın kendi tekelinden çıkmasına müsaade etmiştir. Fakat akabinde DP
uygulamalarından duyulan rahatsızlık ve rejim kaygısı, “muhafız rolüne” sahip askeri,
harekete geçirmiş ve 1950’de kaybedilen iktidar, 1960 darbesiyle geri alınmıştır.
Pretoryen bir anlayışla ordunun gözetiminde hazırlanan ve kabulü sağlanan 1961
324
Anayasası, egemenliği Meclis dışındaki diğer organlarla paylaşarak, seçilmiş
hükümetlerin elini kolunu devlet kurumlarıyla bağlayan ve denetim altına alan çeşitli fren
mekanizmaları getirmiştir. Anayasa, vesayetçi bir demokrasi tasavvuru üzerine kurulmuş,
seçkinci kaygılar nedeniyle çoğunluk idaresine duyulan kuşku ve korkudan beslenerek
devletçi seçkinlere temel siyasi değerlerini ve çıkarlarını kollamak adına milli iradenin
kullanımını sınırlayacak çeşitli ayrıcalıklar sunmuştur. “Çıkış güvenceleri” temelinde
kabul gören ve askere siyasete müdahale etme imkânı tanıyan bu mekanizmalar
sayesinde, kurucu iktidar olan ordu, koruyucu bir sıfatla sistem üzerindeki ağırlığını
arttırarak vesayetçi bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
1965 seçimlerini DP’nin mirasçısı konumunda yer alan AP’nin kazanması ve
TSK’nin bu sonuca tepki göstermemesi ve aleyhine bir girişimde bulunmaması, sivil
yönetime geçişin tamamlandığını akıllara getirmiş olsa da bu dönem uzun sürmemiştir.
1970’lerin başlarında başlayan terör olaylarının kamu düzenini tehdit edecek boyutlara
ulaşması ile sivil iktidarların söz konusu olayları sona erdirecek tedbirleri alamaması ve
9 Mart darbe girişimi, orduyu 12 Mart’ta bir kez daha müdahaleye sevk etmiştir. Sivil
siyasetin sona ermediği, Meclis’in kapatılmadığı, askerlerin doğrudan doğruya idareyi ele
almak yerine, perde arkasından idare etmeyi tercih ettiği bu süreçte ordu, öngördüğü
politikaları Meclis dışından atanan teknokrat ve bürokratların yer aldığı partiler üstü
hükümetler aracılığı ile anayasanın çok sayıda hükmünü yeniden düzenleyen anayasa
değişiklerini parlamentoya dayatmışlardır. 1971-1973 yıllarında yapılan bu değişiklerle
temel hak ve özgürlükler sınırlandırılmış, yürütme organının yetkileri güçlendirilmiş,
1961’de elde edilen askerin sistem üzerindeki otoriter yetkileri genişletilmiştir. Yapılan
değişikliklerin AP’nin siyasi felsefesine uygun olması ile muhtırada ifade edilen
parlamentoyu dağıtma tehdidi ve sıkıyönetim rejiminin üretmiş olduğu aşırı baskıcı
uygulamalar, anayasa değişikliklerine muhalif olan kesimlerin cesaretlerini kırmış, askeri
otorite 1961 Anayasası’nda elde ettiği çıkış güvencelerine ilave yeni kazanımlar elde
etmiştir. Söz konusu güvencelerle yürütme erkine tanınan yetkiler genişletilmiş, yargı
alanında yapılan düzenlemelerle yeni bir takım haklar elde edilmiştir. Askeri alanın belli
özerklikler kazandığı, askerin kısmen de olsa siyasi iktidarın denetiminden sıyrıldığı
bütün bu değişiklikler neticesinde, askerlerin siyasi alana karşı kendi alanını genişletici
yönde kazanımlar sağladığı görülmektedir.
Akabinde yaşanan siyasi gelişmeler, artan terör olayları ve siyasilerin ülke
sorunları karşısında birbirlerini suçlamaları, siyasi belirsizliğin giderek daha da artmasına
325
sebep olmuştur. Yaşanan olaylar karşısında siyaset kurumu çözüm üretememiş, geri
planda “muhafız” rolüyle bekleyen TSK, 12 Eylül 1980’de ülkenin bütünlüğünü korumak
ve ulusal birlik ve beraberliği sağlamak, devlet otoritesini yeniden oluşturmak, devletin
varlığını güvence altına almak ve demokratik sistemin düzgün işlemesinin önündeki
engelleri ortadan kaldırmak adına yönetime yeniden el koymuştur. Söz konusu müdahale
sonrasında 1961 Anayasası kaldırılarak ordunun kontrolünde hazırlanmış olan 1982
Anayasası yürürlüğe konulmuştur. Kemalist söylemin ağırlık kazandığı anayasada askere
sunulan yetkiler daha da genişletilmiş, askeri vesayetin kurumsallaşması sağlanmıştır.
Müdahale sonrasında yetkileri eline geçiren Milli Güvenlik Konseyi rejimi, önceki askeri
rejimlere kıyasla ülkenin hukuki ve siyasal yapısında çok daha köklü ve kapsamlı
değişiklikler öngörmüştür. Selefine kıyasla daha uzun süre yönetimde kalmış, iktidarını
sivillere devretmeden önce de kurulacak yeni demokratik rejimde yetkilerini
sürdürebileceği yasama, yürütme ve yargı alanında elde edilen kazanımlarla önemli “çıkış
güvencelerini” elde etmiştir. 1983 sonrası yaşanan siyasi sıkıntıların temelinde 12
Eylül’ün getirdiği kurumlarla egemen kıldığı vesayetin etkisi büyüktür.
1983 yılıyla yeniden demokrasiye geçen Türkiye, 1995’e kadar demokratikleşme
ve ekonomik kalkınma yolunda ciddi mesafeler almış olsa da 1995’te meydana gelen
iktidar değişikliği, rejimin koruyucusu konumunda yer alan orduyu bir kez daha harekete
geçirmiştir. Bu sefer ordu, bilinen biçimde yeni bir müdahalede bulunmaksızın etkin
olduğu MGK aracılığıyla, sivil toplumla yakın iş birliği içinde iktidarı yerinden etmeyi
başarmıştır. 28 Şubat 1997 tarihinde gerçekleşen MGK toplantısında alınan kararlarla
REFAHYOL hükümeti iktidarı terk etmiştir. Bu müdahalede ordu, direkt müdahalede
bulunmamış, cumhurbaşkanı, üniversiteler, yargı, medya, sivil toplum gibi silahsız
unsurlar devreye sokularak iktidarın alaşağı edilmesi sağlanmıştır. “Çıkış güvencelerine”
ait yapı ve mekanizmaları kullanan ordu darbe yapmış, sivil silahsız kurum ve
kuruluşlarla işbirliği yapmış, sütre gerisinden müdahale ederek “hakem” rolünü
oynamıştır.
1961 Anayasası’yla siyasal sistemimize girmiş olan “çıkış güvenceleri”, 1971 ve
1973 anayasa değişiklikleriyle askerin “mahfuz alanını” daha da genişletmiş, 1982
Anayasası’yla da kurumsallaşarak vesayetin ağırlığını arttırmıştır. 28 Şubat post modern
darbesiyle yöntem değiştirip silahsız kuvvetleri ön safa süren bu anlayış, 27 Nisan’da emuhtıra girişimiyle kendisini bir daha göstermiştir. “Çıkış güvenceleri” açısından önemli
bir makam olan Cumhurbaşkanlığına AK Partili Abdullah Gül’ün aday olması, 28
326
Şubat’ta etkin rol üstlenen silahsız kuvvetlerin vermiş olduğu tepkiye yargı, parti kapatma
davasıyla, ordu da yakın tarihimize e-muhtıra olarak geçen bir bildiri ile destek vererek
katılmıştır. Bu sefer sivil siyaset müdahale karşısında sessiz kalmamış, bir refleks
gösterip ordunun sivil inisiyatifin emrinde olduğunu vurgulamış ve orduya karşı
referanduma giderek siyasi krizi aşmıştır.
15 Temmuz 2016’da Fethullahçı Terör Örgütünün (FETÖ) askeri kanadı, cuntacı
bir yapılanma olarak kendisini göstermiş, ülke askeri darbenin güncelliğini koruduğu
gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmiştir. Darbe girişimi sonrasında önemli bir çıkış güvencesi
kurumu olan MGK tavsiyesi ile ilan edilen olağanüstü hâl, iktidarı Kanun Hükmünde
Kararnamelerle bir takım radikal önlemleri almaya itmiş, cuntacıların bertarafı için ciddi
düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Söz konusu kararnamelerle TSK’nın yapısında ciddi
değişiklikler yapılmıştır. Bu bağlamda Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik
Komutanlığı İçişleri Bakanlığına bağlanmış, Jandarma Genel Komutanı, Jandarma Genel
Komutan Yardımcıları ile il jandarma komutanlarının atamaları müşterek kararnameyle
yapılması kararlaştırılmış, diğer subaylar, astsubaylar ve uzman jandarmaların atama ve
terfi işlemleri İçişleri Bakanlığına bırakılmıştır375. Bu kurumların personel ihtiyacını
karşılamak üzere İçişleri Bakanlığına bağlı Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi
kurulmuştur376. Genelkurmay Başkanının atama usûlünde değişikliğe gidilmiş,
Genelkurmay Başkanının daha önce olduğu gibi, Bakanlar Kurulu'nun teklifi ile
Cumhurbaşkanı tarafından atanması uygulamasına devam edilmiş; ancak ataması
yapılacak ismin kuvvet komutanı olması şartı kaldırılmıştır377.
6756 sayılı kanunla Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli
Savunma Bakanlığına bağlanmış, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın gerekli gördüklerinde
Kuvvet Komutanlarından doğrudan bilgi alıp, emir verebilmesi yasal hale getirilmiştir.
Yine Kara, Deniz, Hava Harp okulları, kurmay subay yetiştirmek ve lisansüstü eğitim
vermek amacıyla kurulan enstitüler ile askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları Millî
Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulmuş olan Milli Savunma Üniversitesi’ne
bağlanmıştır. Gülhane Askeri Tıp Akademisi ve ona bağlı tüm hizmet birimleri Sağlık
Bakanlığına bağlanmış, Savunma Bakanlığı teşkilat yapısında değişikliğe gidilmiştir.
668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160727M2..htm (30.01.2017).
376
Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161124-3..htm (30.01.2017).
377
671 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler//2016/08/20160817-18..htm (07.04.2017).
375
327
Yapılan düzenlemeyle Yüksek Askeri Şura’nın yapısı değişmiş, Şura Başbakan,
Genelkurmay Başkanı, Başbakan Yardımcıları, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı, İçişleri
Bakanı ve Milli Savunma Bakanı ile Kuvvet Komutanlarından oluşturularak, sivillere
ağırlık verilmiş, sekretarya hizmetleri de Genelkurmay Başkanlığından alınarak Millî
Savunma Bakanlığına devredilmiştir. Şura’nın yönetimi ve çalışma usulleri ile sekretarya
hizmetlerine ilişkin iş ve işlemler ise Başbakanlık tarafından çıkarılacak yönetmeliklere
bırakılmıştır378.
12 Aralık 2016 tarihinde ise AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisinin uzlaşmaya
vardığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkındaki 6771 sayılı
Kanun Teklifi Meclis Genel Kurulunda kabul edilerek referanduma sunulmuştur379. 16
Nisan 2017’de oylanarak kabul edilen anayasa değişikliği paketinin gerekçesinde, 1961
ve 1982 anayasaların bir toplum mühendisliği projesi ve seçkinci bir anlayışına
dayandırıldığından bahsedilmiş, anayasaların millete, milli iradeye ve seçimle oluşan
iktidara güvensizlik üzerine bina edildiği zikredilmiş, milli iradeyi kontrol eden “vesayet”
sistemine vurgu yapılmıştır. Son olarak, 15 Temmuz 2016’da millet iradesiyle oluşan
iktidarı hazmedemeyen bu anlayışın, başka bir kisve ile başını kaldırdığı, o nedenle
değişiklik talebinin demokrasi ve hukukun gereği olduğu vurgulamıştır.
Daha çok bir sistem değişikliği öneren söz konusu kanun, yasama, yürütme ve
yargı erklerini yeniden düzenlemeyi amaçlamakta ve “çıkış güvencelerinin” bertarafına
dönük adımları içermektedir. Bu bağlamda Milli Güvenlik Kurulu üyelerinde değişikliğe
gidilmiş, Kurulun Cumhurbaşkanının başkanlığında, Cumhurbaşkanı yardımcıları,
Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanları ile Genelkurmay Başkanı, Kara,
Deniz ve Hava komutanlarından oluşacağı belirtilmiş, Jandarma genel komutanı kurul
üyeliğinden çıkarılarak mevcut yapıda çoğunlukta olan sivillerin ağırlığı pekiştirilmiştir.
Milli güvenlik siyasetinin tespiti ve kararı ise Cumhurbaşkanına bırakılmıştır.
Cumhurbaşkanına bağlı olarak faaliyet gösteren Devlet Denetleme Kuruluna mevcut
görevlerinin yanında idari soruşturma görevi de verilmiş, Silahlı Kuvvetlerin kurul
tarafından denetlenmesinin önü açılmış, sadece yargı organları, kurulun görev alanı
dışında tutulmuş, kurulun işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işlerinin
6756 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirlerin Alınması ve Milli Savunma Üniversitesi
Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek
Kabul
edilmesi
Hakkında
Kanun,
bkz.
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161124-3..htm (30.01.2017).
379
Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6771.html (06.04.2017).
378
328
Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği belirtilmiştir. Aynı kanunla Askeri
Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve askeri mahkemeler kaldırılmış, bu
kurumlarda çalışan yargı mensupları sivil yargıya, geri kalan kamu görevlileri ise sivil
kurumlara atanacak olup, atama işlemlerinin Millî Savunma Bakanlığınca yapılması
kabul edilmiştir. Ancak, savaş halinde asker kişilerin görevleri ile ilgili olarak işledikleri
suçlara ait davalara bakmakla görevli askeri mahkemelerin kurulabilmesi hakkı saklı
tutulmuştur. Yapılan düzenlemeyle Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare
Mahkemesinden Anayasa Mahkemesine üye seçilmesi uygulamasına son verilmiştir.
Kanun, olağanüstü hâl yönetimini ise tek maddede düzenlemiştir. Düzenlemeyle
vesayetçi anlayışın izini taşıyan sıkıyönetim uygulaması anayasadan çıkarılmış; ancak
olağanüstü hâl uygulamasına ise yer verilip, yürütülmesi Cumhurbaşkanının inisiyatifine
bırakılmıştır380.
Türk siyasî sisteminin demokratikleşmesinde AB’ye uyum süreci daha etkili
olmuştur. Demokratikleşme sürecinde Türkiye, askeri vesayetin oluşmasına neden olan
çıkış güvencelerinin bertaraf edilmesi yönünde ciddi mesafeler almış, sivil siyasetin önü
açılmıştır. Ne var ki atılan bu ciddi adımlar Türkiye’nin Batı standartlarında bir
demokrasiye sahip olması için yeterli değildir. Türkiye tüm alanda özellikle AB’ye uyum
sürecinde ele almış olduğu yapısal reformları nihayete erdirmiş değildir. Çünkü
demokrasinin pekişmesi için askeri otoriteye sağlanan yetkilerin tasfiyesi kadar,
demokratik bir düzen için gerekli olan ilke ve kurumların işletilmesi ve demokratik bir
siyasi kültürün yönetilenler ve elitler arasından geniş bir kabul görmesi önemlidir. Bu
nedenle devlet örgütlenmesinin, seçilmişlerin üstünlüğü ilkesinin gerekleri ile uyumlu
olarak yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu değişikliklerin içinde sivil-asker
ilişkileri yeniden gözden geçirilmeli, demokratik anlayışa önem verilmelidir. Bu
doğrultuda hürriyetçi bir dünya görüşü temelinde, devlet değil birey eksenli, resmî
ideolojiden ve vesayetçi ruhtan arındırılmış, tümüyle sivil, özgürlükçü ve demokratik bir
anayasa hazırlanmalıdır. Genelkurmay Başkanlığının yapısı yeniden gözden geçirilmeli
ve tıpkı Batı örneklerinde olduğu gibi kurum, Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalı,
askeri politikaları belirleme sorumluluğu tamamen sivil hükümetlere bırakılmalıdır. YAŞ
sadece bir istişare kurumu olarak yeniden ele alınmalı, 2010 anayasa değişikliğiyle YAŞ
kararları için getirilen kısmî yargı denetimi genişletilip denetim dışı hiçbir işlemin
kalmaması sağlanmalıdır. Askeri alanda siyasi özellik taşıyan tüm kararlar Millî Savunma
380
Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6771.html (06.04.2017).
329
Bakanlığı ve hükümet tarafından alınmalıdır. Bugün daha siyasi bir karar organı olarak
faaliyet gösteren MGK, anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı, iç siyaset konularındaki
etkinliğine son verilmeli, sadece dış tehditlere karşı bir istişare organı olarak yeniden
düzenlenmelidir. Kanunlara konulacak hükümlerle askerin siyasete müdahale etmesi
anlamına gelen fiil, beyan, tutum ve davranışlarına yönelik ağır yaptırımlar getirilmelidir.
Bütün bu adımlar atılsa da Türk ordusu kendisini Cumhuriyetin ve onun Kemalist
mirasının koruyucusu olarak gördüğü sürece müdahale ihtimali her zaman mevcuttur381.
Bu anlayışı ortadan kaldırmak için cumhurbaşkanı makamını kendilerine ait gören,
cumhurbaşkanı olmayı, nihaî hedef olarak belirleyen, kendilerini resmî ideolojinin
koruyucusu ve kollayıcısı olarak görmeleri sağlanan subayların temel eğitimi konusunda
esaslı değişikliklere gidilmelidir. Nitekim ordunun demokrasi içerisinde kalamamasının
ve demokratik ilkeleri zorlayarak siyasete müdâhil olmasının temel sebebi, askeri
okullarda verilen ideolojik eğitimdir. Silahlı Kuvvetler sahip olduğu özerklik ve topluma
şekil verme isteğinin bir neticesi olarak tatbik etmiş olduğu eğitimin içeriğini kendisi
belirlemektedir. Yurt savunmasına hazırlayıcı yönde teknik bilgi, beceri ve donanım
kazandırmaya yönelik eğitimin yanında rejimin kurucusu ve koruyucusu anlayışı genç
subay adaylarına işlenmektedir.
O nedenle hukukun üstünlüğü, demokrasi ve evrensel insan hakları değerlerine
önem veren bir eğitim modeline öncelik verilmeli, askeri eğitimler sadece yurt
savunmasına dönük ele alınmalı ve ordu içinde köklü bir zihniyet dönüşümü sağlanarak
yeni cuntacıların oluşmasına fırsat verilmemelidir. Bütün bu öneriler yerine getirildiği
takdirde hem silahlı kuvvetler kendi ana görevlerinde daha etkin hale gelecek, yükü
hafifleyecek, rahatlayacak, caydırıcılığı yüksek bir yapıya kavuşacak hem de siyaset
kurumunun özgüveni artacaktır.
Türk demokrasinin pekişmesi elbette sivil-asker ilişkilerindeki meselenin
çözümüyle ilişkili değildir. En az bunlar kadar atılması gereken bir diğer önemli adım da
sivil siyasetin kendine yönelik reformları hayata geçirmesidir. Bu doğrultuda Batı
standartlarında demokrasiye dayanan, tüm vesayetçi unsurları dışlayan, bireyin temel hak
ve hürriyetlerini güvence altına alan, modern ve çağdaş yeni bir anayasa hazırlanmalı,
Genelkurmay eski Bakanı Işık Koşaner’in: “Hani diyorlar ya 35. maddeyi kaldır da bilmem ne madde
koy. İster koy ister koyma. Biz Silahlı Kuvvetler olarak bunun için varız. Bu bizim doğal tarihi görevimiz.
Kimse bunun aksini bize söyleyemez sözleri de bunu doğrulamaktadır, bkz. Bugün Gazetesi, Işık Koşaner
itiraflarında 2. Perde,26.08.2011, bkz. http://www.bugun.com.tr/gundem/gundem-167308.html
(16.10.2015).
381
330
kuvvetler ayrılığı ilkesi bütün unsurlarıyla içselleştirilmelidir. Yargı bağımsızlığı
güvence altına alınıp yasama ve yürütme erklerine karşı etkinliği korunmalı, denge ve
denetleme sağlanmalıdır. Partiler yasası parti içi demokrasiyi etkin kılacak bir anlayışla
hayata geçirilmelidir. Seçim kanununda değişikliğe gidilip, toplumsal uzlaşmaya katkı
sağlayacak, seçmen iradesinin adaletli bir şekilde parlamentoya yansıtan ve temsil
kabiliyetini en üst seviyeye çıkaran bir seçim sistemi üzerinde mutabık kalınmalı,
demokratik temsile gölge düşüren seçim barajı Batı standartlarına çekilmelidir.
331
KAYNAKLAR
KİTAPLAR
Ahmad, Feroz. (2008). Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınevi, İstanbul.
Ahmad, Feroz. (2007). Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yayınevi, İstanbul.
Ahmad, Feroz. (1985). İttihatçılıktan Kemalizm’e, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Ahmad, Feroz. (1977). The Turkish Experiment in Democracy 1950-1975, London: C. Hurst and
Co. Ltd.
Ahmad, Feroz. (1976). Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamaları Kronolojisi 1945-1971,
Bilgi Yayınevi, Ankara.
Ak Devrim. (1960). Başbakanlık Devlet Basımevi, Ankara.
Akın, Rıdvan. (2010). Türk Siyasal Tarihi, On İki Levha, İstanbul.
Akpınar, Hakan. (2006). 28 Şubat Postmodern Darbenin Öyküsü, Birharf Yayınları, İstanbul.
Akşin, Sina. (1991). Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, İstanbul.
Akşin, Sina. (1987). Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Alkan, Ahmet Turan. (2006). Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul.
Altay, Fahrettin. (1970). 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, Görüp Geçirdiklerim, İnsel
Yayınları İstanbul.
Arcayürek, Cüneyt. (1985). Çankaya’ya Giden Yol, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Arıkan, Halil Volkan. (2008). Demokrat Parti Dönemi Anayasa Tartışmalarının ve Sorunlarının
1961 Anayasasının Oluşumuna Etkileri, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Kamu Hukuku Anabilim Dalı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
Arslan, Ali. (2007). Elit Sosyolojisi, Phoenix, Ankara.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. (1997). 3 Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
Atatürk, Mustafa Kemal. (1996). Nutuk, Cilt I-II, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Atatürk, Mustafa Kemal. (1984). Nutuk, Zeynep Korkmaz (Yay. Haz), Başbakanlık Basımevi,
Ankara.
Atay, Agâh Sabri. (1998). Çok Partili Dönemde Türkiye’de Ordunun Siyasal Rolü ve Devlet
Yapısı İçindeki Yeri, Anadolu Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Atay, Falih Rıfkı. (2004). Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul.
Aydemir, Şevket Süreyya. (1999). İkinci Adam I(a), II (b), III (c), Remzi Kitabevi, İstanbul.
Aydemir, Talat. (2010). Hatıratım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Balcıgil, Osman. (1982). İki Seminer ve Bir Reform Önerisinde Tartışılan Anayasa, Birikim
Yayınları, İstanbul.
Baransel, Ali. (2006). Bıçak Sırtında, Remzi Kitapevi, İstanbul.
Başgil, Ali Fuat. (2006). 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul.
Batur, Muhsin. (1985). Anılar ve Görüşler “Üç Dönemin Perde Arkası”, Milliyet Yayınları,
İstanbul.
Baykam, Bedri. (2001). Ordu Satranç Oynarken, Piramit Yayıncılık, İstanbul.
Bayramoğlu, Ali. (2007). 28 Şubat Bir Müdahalenin Güncesi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Belen, Fahri. (1983). Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Belge, Murat. (2011). Militarist Modernleşme, İletişim Yayınları, İstanbul.
Berkes, Niyazi. (2013). Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Black, C. E. (1986). Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara.
Birand, M. Ali. (1985). 12 Eylül Saat: 04: 00, Karacan Yayınları, İstanbul.
Birand, Mehmet Ali. Dündar, Can. Çaplı, Bülent. (1994). 12 Mart İhtilalin Pençesinde
Demokrasi, İmge Kitapevi, Ankara.
Birand, Mehmet Ali. Dündar, Can. Çaplı, Bülent. (1991). Demirkırat Bir Demokrasinin Doğuşu,
Doğan Kitap, İstanbul.
Bottomore, T. B. (1997). Seçkinler ve Toplum, (Çev. Erol Mutlu), Gündoğan Yayınları, Ankara.
Bozdağ, İsmet. (2002). Bir Darbenin Anatomisi-Celal Bayar Anlatıyor, Emre Yayınları, İstanbul.
Cevizoğlu, Hulki. (2001). Generalinden 28 Şubat İtirafı: Postmodern Darbe, Ceviz Kabuğu
Yayınları, Ankara.
332
Cihan, Ali Rıza. Tekin, Abdullah. (1998), Çağdaş Devlet Adamı İsmet İnönü, Tekin Yayınevi,
Ankara.
Cizre, Ümit. (2014). Muktedirlerin Siyaseti Merkez Sağ-Ordu- İslamcılık, (Çev. Cahide Ekiz),
İletişim Yayınları, İstanbul.
Cizre, Ümit. (2001). Egemen İdeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetler: Kavramsal ve ilişkisel Bir Analiz,
Kemalizm, ed. Ahmet İnsel, İletişim Yayınları, İstanbul.
Cook, Steven. (2008). Yönetmeden Hükmeden Ordular, Hayy kitap, İstanbul.
Crick, Bernard. (2012). Demokrasi, Dost Yayınevi, Ankara.
Çalışlar, Oral. (2006). 12 Eylül ve Andıçlanan Gazetecilik, Güncel Yayıncılık, İstanbul.
Çandar, Cengiz. (2001). 28 Şubat Postmodern Darbe Geçidinde (1996-2000) Çıktık Açık Alınla,
Timaş Yayınları, İstanbul.
Çaylak, Adem. (1998). Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen, Vadi Yayınları, Ankara.
Çelik, Seydi. (2008). Osmanlı’dan Günümüze Devlet ve Asker, Salyangoz Yayınları, İstanbul.
Çelik, Necati. (2004). 28 Şubat ve İrtica Tehdidi, Sinemis Yayınları, Ankara.
Çiçek, Hikmet. (1997). İrticaya Karşı Genelkurmay Belgeleri, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Çelikoğlu, Adnan. (2010). Bir Darbeci Subayın Anıları 27 Mayıs Öncesi ve Sonrası, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul.
Dahl, Robert. (2010), Demokrasi Üzerine, Phoenix, Ankara.
Dahl, Robert. (1993). Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev. Levent Köker), Türk Siyasal İlimler
Derneği TDV Yayını, Ankara.
Dağcı, Gül Tuba. (2006). Osmanlı’dan Günümüze Ordu ve Siyaset İlişkisi, İlgi Yayınları,
İstanbul.
Demirci, H. Aliyar. (2010). Türk Siyasal Hayatında Senato, Düşünce, Tecrübe ve Arayışlar(1876-2009), Orion Kitapevi, Ankara.
Demirel, Süleyman. (1972). 12 Mart ve Sonrası, Ayyıldız Matbaası, Ankara.
Demirel, Tanel. (2011). Türkiye’nin En Uzun On Yılı Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs
Darbesi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Demirel, Tanel. (1998). Political Party Elites and Breakdown of Democracy: The Turkish Case
1973-1980 (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Bilkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi Bölümü.
Donat, Yavuz. (1999). Öncesi ve Sonrasıyla 28 Şubat, Bilgi Yayınevi.
Duran, Lütfi. (1982). İdare Hukuku Ders Notları, Fakülteler Matbaası, İstanbul.
Duverger, Maurice. (1998). Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yayınları, İstanbul.
Duverger, Maurice. (1993). Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, İstanbul.
Duverger, Maurice. (1965). Diktatörlük Üstüne, (Çev. Bülent Tanör), Dönüm Yayınevi, İstanbul.
Erdoğan, Mustafa. (2012). 28 Şubat Günlüğü Post Modern Darbenin Anatomisi, Orion Kitapevi,
Ankara.
Erdoğan, Mustafa. (1997). Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitapevi, Ankara.
Erim, Nihat. (2007). 12 Mart Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Erkanlı, Orhan. (1972). Anılar, Sorunlar, Sorumlular 27 Mayıs 1960-12 Mart 1971 Türkiyesi,
Baha Matbaası, İstanbul.
Eroğul, Cem. (1998). Demokrat Parti Tarih ve İdeolojisi, İmge Kitapevi, Ankara.
Eroğul, Cem. (1977). Türk Anayasa Düzeninde Cumhuriyet Senatosunun Yeri, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay, 1977, Ankara.
Ertunç, Ali Cemil. (2007). Çankaya Nöbeti, Pınar Yayınları, İstanbul.
Eryılmaz, Bilal. (2002). Bürokrasi ve Siyaset-Bürokratik Devletten Etkin Yönetime, Alfa
Yayınları, İstanbul.
Esin, Numan. (2005). Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, Doğan Kitap, İstanbul.
Evren, Kenan. (1990). Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Yayınları, İstanbul.
Feridun, Server. (1962). Anayasa ve Siyasal Bilgiler, Büyük Kervan Matbaası, İstanbul.
Fincancıoğlu, Yurdakul. (2000). Demirel Demokrasinin Duraklama Yılları, Büke Yayınları,
İstanbul.
Finer, Samuel E. (1975). The Man on Horseback: The Role of Military in Politics, Penguin Books,
Middlesex, England.
Goloğlu, Mahmut. (1982). Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak Yayınları, İstanbul.
333
Goloğlu, Mahmut. (1974), Milli Şef Dönemi, (1939-1945), Kalite Matbaası, Ankara.
Göle, Nilüfer. (1991). Modern Mahrem, Metis Yayınları, İstanbul.
Göze, Ayferi. (1987). Siyasal Düşünceler ve Yöntemler, Beta Yayınları, İstanbul.
Gözübüyük, Şeref. (2005) Yönetsel Yargı, Tuhan Kitapevi Yayınları, Ankara.
Gözübüyük, Şeref. Kili, Suna. (1985). Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul.
Gündüz, Asım. (1973). Hatıralarım, Kervan Yayıncılık, İstanbul.
Gündüz, Mustafa. Bardak, Musa. (2011). Eğitimci Bir Jön Türk Lideri Ahmet Rıza Bey ve “Vazife
ve Mesuliyet” Eserleri, Divan Kitap, İstanbul.
Gündüz, Yaşar. (1982). Anayasa Görüşler Taslak (Anayasa Komisyonunca Sunulan Görüşler ve
Komisyonunca Hazırlanan Taslak Metin), Ekin Yayınları, İstanbul.
Güneş, Turan. (1996). Türk Demokrasisinin Analizi, Ümit Yayıncılık, Ankara.
Güneş, Turan. (1983). Araba Devrilmeden Önce, Kaynak Yayınları, İstanbul.
Gürkan, Celil. (1986). 12 Mart’a Beş Kala, Tekim Yayınevi, İstanbul.
Hanioğlu, M. Şükrü. (2006). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet Siyaset Tarih, Bağlam
Yayıncılık, İstanbul.
Hanioğlu, M. Şükrü. (1989), Kendi Mektuplarında Enver Paşa, Der Yayınları, İstanbul.
Hanioğlu, M. Şükrü. (1985). Bir Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük
(1889-1902), İletişim Yayınları, İstanbul.
Hanioğlu, M. Şükrü. (1981). Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal
Neşriyat, İstanbul.
Hale, William. (1996). Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, Hil Yayınları, İstanbul.
Heper, Metin. (2011). Türkiye’nin Siyasal Hayatı, Doğan Kitap, İstanbul.
Heper, Metin. (2006). Türkiye’de Devlet Geleneği, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul.
Heper, Metin. (1999). İsmet İnönü- Yeni Bir Yorum Denemesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul.
Heper, Metin. (1994). “Atatürk’te Devlet Düşüncesi” Kalaycıoğlu ve A.Y. Sarıbay (Der),
Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim, Der Yayınları, İstanbul.
Heper, Metin. (1973). Modernleşme ve Bürokrasi, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara.
Huntington, Samuel. (2007). Üçüncü Dalga 20.yy. Sonlarında Demokratlaşma, Türk Demokrasi
Vakfı Yayınları, Ankara.
Huntington, Samuel. (1968). Political Order in Changing Societies, Cambridge Massachusetts,
England.
Ilıcak, Nazlı. (2001).12 Mart Cuntaları Demokrasi’nin Sırtındaki Hançer, Timaş Yayınları,
İstanbul.
İnan, Afet Ayşe. (1983). Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Türk Tarih Kurumu,
Ankara.
İnan, Arı. (1996). Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir – İzmit Konuşmaları, Türk
Tarih Kurumu, Ankara.
İpekçi, Abdi. (2004). İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Dünya Kitapları, İstanbul.
Kalafat, Yaşar. (1992). Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Karakteri, Dönemindeki İç ve
Dış Olaylar, Boğaziçi İlmi Araştırmalar Serisi 11, Ankara.
Kahraman, Hasan Bülent. (2012). Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-II Kavramlar, Kuramlar
Kurumlar, Agora Kitaplığı, İstanbul.
Kahraman, Hasan Bülent. (2010). Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1 Kavramlar, Kuramlar
Kurumlar, Agora Kitaplığı, İstanbul.
Kapani, Münci. (1987). İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları, Bilgi yayınevi Ankara.
Kapani, Münci. (1970). Kamu Hürriyetleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ankara.
Karabekir, Kazım. (1988). İstiklâl Harbimiz, İstanbul.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (1984). Politikada 45 Yıl, İletişim Yayınları, İstanbul.
Karlıklı, Mehmet Yücel, (1994). 1982 Anayasası Döneminde Kemalizm, T.C. İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Yayınlanmamış
Doktora Tezi.
Karpat, Kemal H. (2011). Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, İstanbul.
Karpat, Kemal H. (2010). Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul.
334
Karpat, Kemal H. (2007). Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi, İmge Kitapevi, İstanbul.
Keskin, O. Kadri. (1987). Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Yapısı, Görevleri ve Yargılama
Usulleri, Kazancı Hukuk Yayınları no: 59, İstanbul.
Kışlalı, Ahmet Taner. (2003). Siyasal Sitemler, Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge Kitapevi,
Ankara.
Kışlalı, Ahmet Taner. (1994). Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, Ankara.
Kili, Suna. ve Gözübüyük, Şeref. (2006). Türk Anayasa Metinleri Sened-i İttifaktan Günümüze,
Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.
Koçak, Cemil. (2015). Türkiye’de İki Partili Siyâsî Sistemin Kuruluş Yılları Dönüşüm Ordu, Din,
Hukuk, Ekonomi ve Politika, İletişim Yayınları, İstanbul.
Koçak, Cemil. (2003). Türkiye'de Milli Şef Dönemi (1938-1945) Cilt 2, İletişim Yayınları,
İstanbul.
Kongar, Emre. (1999). 21.Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Koliopoulus, John. S. ve Veremis, Thanos. M. (2010). Modern Grecee Since 1821, Wiley
Blackwell.http://5595mg.s3.amazonaws.com/Modern-Greece-History.pdf (04.02.2015).
Köker, Levent. (1990). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Kunter, Nurullah. (1989). Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınevi, İstanbul.
Lewis, Bernard. (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Ankara.
Linz, Juan J. (2008). Totaliter ve Otoriter Rejimler, Liberte Yayınları, Ankara.
Lijphart, Arend. (2002). Çağdaş Demokrasiler, (Çev. Ergun Özbudun-Ersin Onulduran), Yetkin
Yayınları, Ankara.
Mardin, Şerif. (2008). Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Mardin, Şerif. (1994). Jön Türklerin Siyasal Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınevi, İstanbul.
Meydan Gazetecilik. (1987). Meydan Larousse, cilt. 3, İstanbul.
Mills, Wright. (1974). İktidar Seçkinler, (Çev. Ünsal Oskay), Bilgi Yayınevi, Ankara.
Moore, Barrington. (2012). Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, İmge Kitapevi,
Ankara.
Mosca, Gaetano. (1939). The Ruling Class, New York: McGraw- Hill Book Company.
Mouffe, Chantal. (1994). Radikal Demokrasi: Modern mi, Post-Modern mi? Der. M. Küçük, Vadi
Yayınları, Ankara.
Nordlinger, Eric. (1977). Soldiers in Politics, Military Coups and Governments, (Englewood
Cliffs: New Jersey Prentice Hall).
Ortaylı, İlber. (2013). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, İstanbul.
Öke, Mim Kemal. (2002). Din Ordu Gerilimi: Küresel Toplumda Dışlanan Demokrasi, Alfa
Yayınları, İstanbul.
Örs, Birsen. (1996). Türkiye’de Askeri Müdahaleler Bir Açıklama Modeli, Der Yayıncılık,
İstanbul.
Özbudun, Ergun. (2010). Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 7. Basım,
Eskişehir.
Özbudun, Ergun. Hale, William. (2010). Türkiye’de İslamcılık, Demokrasi ve Liberalizm, AKP
Olayı, Doğan Kitap, İstanbul.
Özbudun, Ergun. (2007). Çağdaş Türk Politikası Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller,
Doğan Kitap, İstanbul.
Özbudun, Ergun. (1995). Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınlar, Ankara.
Özbudun, Ergun. (1995). Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, Türk Demokrasi Vakfı
Yayınları, Ankara.
Özbudun, Ergun. (1993). Demokrasi Sürecinde Anayasa Yapımı, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Özçelik, Ahmet. S. (1964). 1961 Anayasası Ders Notları, Nuruosmaniye Matbaası, İstanbul.
Özdağ, Ümit. (2006). Ordu Siyaset İlişkisi, Bilgioğuz Yayınları, İstanbul.
Özdağ, Ümit. (1997). Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkisi, Boyut Yayınları, İstanbul.
Özdemir, Hikmet. (2007). Cumhurbaşkanlığı Seçimleri: Atatürk’ten Günümüze, Remzi Yayınevi,
İstanbul.
Özdemir, Hikmet. (1991). Sivil Cumhuriyet, Boyut Yayınevi, İstanbul.
Öztürk, Kâzım. (1969). Cumhurbaşkanlarının T. Büyük Millet Meclisini Açış Nutukları, Ak
Yayınları, İstanbul.
335
Öztürk, Kâzım. (1966). Türkiye Cumhuriyeti Anayasası İzahlı, Gerekçeli, Ana Belgeli ve
Maddelere Göre Tasnifli Bütün Tutanakları İle, Cilt-I, II, III, Türkiye İş Bankası
Yayınları, Ankara.
Öztürk, Osman Metin. (2006). Ordu ve Politika, Fark Yayınları, Ankara.
Pareto, Vilfredo. (2005). Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü-Kuramsal Bir Sosyoloji Uygulaması,
(Çev. Merve Zeynep Doğan), Doğu Batı Yayınları, Ankara.
Parla, Taha. (1993). Türkiye’de Anayasalar, İletişim Yayınları.
Parla, Taha. (1991). Türkiye’de Siyasal Kültürü Resmi Kaynakları, Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri, İletişim Yayınları, İstanbul.
Peri, Yoram. (1982). Between Battles and Ballots: Israeli Military in Politics, Cambridge
University Pres.
Przeworski, Adam. (2012). Kapitalizm ve Sosyal Demokrasi, Phoenix, Ankara.
Runciman, W. G. (1986). Toplumsal Bilim ve Siyaset Kuramı, (Çev. Erol Mutlu), Teori Yayınları,
Ankara.
Sartori, Giovanni. (1996) Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev. T. Karamustafaoğlu, M.
Turhan), Yetkin Yayınları, Ankara.
Schmidt, Manfred. G. (2001). Demokrasi Kuramlarına Giriş, Vadi Yayınları, Ankara.
Schumpeter, Joseph. A. (2014). Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, Alter Yayıncılık, Ankara.
Selek, Sabahattin. (1992). İsmet İnönü Hatıralar I, II, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Selek, Sabahattin. (1976). Anadolu İhtilali, Cem Yayınevi, İstanbul.
Serra, Narcis. (2011). Demokratikleşme Sürecinde Ordu, Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu
Üzerine Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul.
Seyhan, Dündar. (1966). Gölgedeki Adam, Hürdağıtım, İstanbul.
Sessiz Devrim, (2013). Türkiye’nin Demokratik Değişim ve Dönüşüm Envanteri 2002-2012,
Güncelleştirilmiş 2. Baskı, T.C. Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı.
Shively, W. Phillips. (1991). Power and Choice An Introduction to Political Science, University
of Minnesota, United States of America.
Shils Edward. (2002). Center and Periphery Essays in Macrosociology, Chicago and London:
University of Chicago Press.
Soyak, Hasan Rıza. (1973), Atatürk'ten Hatıralar, C. I-II, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları,
İstanbul.
Soysal, Mümtaz. (1979). 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul.
Tanör, Bülent. (2012). Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Tanör, Bülent. (2010). Anayasal Gelişme Tezleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Tanör, Bülent. (1997). Türkiye’de Demokratikleşme Persfektifler, Tüsiad Raporu, Ajans Mediya
Reklamcılık A.Ş, İstanbul.
Tanör, Bülent. (1986). İki Anayasa 1961-1982, Beta Basım Yayın, İstanbul.
TDV Ansiklopedisi (2010).
Tekeli, İlhan. (2001). Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitabevi, Ankara.
Tilly, Charles. (2007). Demokrasi, Phoenix, Ankara.
Toker, Metin. (1992). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları Yarı Silahlı, Yarı Külahlı Bir Ara
Rejim, Bilgi Yayınevi, İstanbul.
Toprak, Zafer. (1982). Türkiye’de Milli İktisat, Yurt Yayınları-2, Ankara.
Tunaya, Tarık Zafer. (2004). Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Tunaya, Tarık Zafer. (1986). Türkiye'de Siyasi Partiler, Cilt II. Hürriyet Vakfı Yay. İstanbul.
Tunaya, Tarık Zafer. (1984). Türkiye'de Siyasal Partiler, Cilt: I İkinci Meşrutiyet Dönemi,
Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul.
Tunaya, Tarık Zafer. (1982). Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, Etkin Yayınları, İstanbul.
Touraine, Alain. (2011). Demokrasi Nedir, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Tunçay, Mete. (1981). Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931),
Yurt Yayınları, Ankara.
Turan, Şerafettin. (2000). İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara.
336
Turan, Şerafettin. (1999). Türk Devrim Tarihi (14 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960) Çağdaşlık Yolunda
Yeni Türkiye, Bilgi Yayınevi, Ankara.
Turhan, Mehmet. (2000). Siyasal Elitler, Gündoğan Yayınları, Ankara.
Türköne, Mümtazer. (2006a). Siyaset, Lotus Yayınları, Ankara.
Türköne, Mümtazer. (2006b). Türk Modernleşmesi, Lotus Yayınları, Ankara.
Uğur, Fatih. Gürlek, Mustafa. (2012). 50 Yıllık Sır, Genelkurmay Başkanı Erdalhun’un 27 Mayıs
Cuntasını Deşifre Eden Günlükleri, Zaman Kitap, İstanbul.
Ülken, Hilmi Ziya. (2001). Türkiye’de Çağdaş Düşünce, Ülken Yayınları, İstanbul.
Ünsaldı, Levent. (2008). Türkiye’de Asker ve Siyaset, Kitap Yayıncılık, İstanbul.
Üskül, Zafer. (1997). Siyaset ve Asker, İmge Kitapevi Yayınları, Ankara.
Vergin, Nur. (2006). Siyaset Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Yalman, Aytaç. (2015). Zorlu Yılların Sessiz Tanığı I-II, Kastaş Yayınevi, İstanbul.
Yazıcı, Serap. (1997). Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Yetkin Yayınları,
Ankara.
Yetkin, Çetin. (1995). Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’de
Amerika’nın Yeri, Ümit Yayıncılık, Ankara.
Yıldırım, Mutlu. (2010). Türkiye’de Sivil Asker İlişkileri Bağlamında 1966-1973
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Pamukkale Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Denizli.
Yılmaz, Aytekin. (2003). Çağdaş Siyasal Akımlar, Vadi Yayınları, İstanbul.
Yüksel, Erkan. (2004). Medya Güvenlik Kurulu; 28 Şubat Sürecinde Medya, MGK ve Siyaset
Bağlantısı, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimler Fakültesi Yayınları, Eskişehir.
Zürcher, Eric Jan. (2008). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul.
MAKALELER VE KİTAP BÖLÜMLERİ
Akşin, Sina. (1988).” D.P. Kurulması”, Tarih ve Toplum, Mayıs, Sayı.53.
Akyaz, Doğan. (2009). “Ordu ve Resmi Atatürkçülük”, Modern Türkiye’de Siyasi DüşünceKemalizm, ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İletişim Yayınları,6. Baskı, İstanbul.
Albright, David. (1980). “Comparative Conceptualization of Civil-Military Relations”, World
Politics, Volume 32, July, Isuue 4.s.553-576.
Alkan, Haluk. (2016). “15 Temmuz’u Anlamak: Parametreler ve Sonuçlar”, Bilig, Sayı: 79, s.253272.
Arnwine, Selin Esen. (2003). “İspanya’da Diktatörlükten Demokrasiye Geçiş Süreci: 19751982”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 36, Sayı-4, s.103-126.
Arslan, Ali. (2003). “Eşitsizliğin Teorik Temelleri”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
s, 2003/2, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kocaeli.
Arslan, Ali. (2003), “Elit Teorisi Işığında Günümüz Türk Toplumunun Genel Bir
Değerlendirmesi”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 2, Güz, Ankara, s. 5–30.
Bağce, Emre. H. (2004). “Türkiye’de Siyaset ve Resmi İdeoloji: Temel Yaklaşımlar”, Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt.2, Sayı.1, s.197-224.
Bayramoğlu, Ali. (2006). “Asker ve Siyaset”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali
Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul.
Birinci, Ali. (2002). “31 Mart Vakasının Bir Yorumu, Türkler”, C 13, s 193-211, Genel Türk
Tarihi, Ankara.
Bland, Douglas. (1999) “Managing the ‘Expert Problem’ in Civil-Military Relations”, European
Security, Vol. 8, No. 3.
Bora, Tanıl. (2006). “Ordu ve Milliyetçilik”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali
Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul.
Burk, James. (1993). “Morris Janowitz and the Origins of Sociological Research”, Armed Forces
and Society, Vol. 19, No.2.s.167-185.
Chittick, WO. (1988). “The Politicization of Security Policy”, The Journal of Politics, Vol. 50,
Issue 1.
337
Cizre, Ümit. (2006). “Egemen İdeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetleri Kavramsal ve İlişkisel bir
Analiz”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel,
Birikim Yayınları, İstanbul.
Çongar, Yasemin. (2010) “Ordu Nasıl Demokratikleriş-3, Askeri Vesayeti Bitirmenin Yolları”
http://www.haberform.com/yazi/ordu-nasil-demokratiklesir-3-1647.htm (21.05.2013).
Dandeker, Christopher. (2001). , “The Military in Democratic Societies”, Society, Vol. 38, Issue
6.
Demirci, H. Aliyar. (2015). “Enderun’dan Mülkiye’ye Osmanlı İmparatorluğunda Mülki
İdarecinin Eğitimi”, Geçmişten Günümüze Küresel ve Ulusal Persfektifler, (ed.M. Okçu,
B. Parlak, E. Akman).
Demirci, H. Aliyar. (2013). “Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Siyasal Liderlik”,
Başkanlık Sistemi Karşılaştırmalı Bir İnceleme ve Türkiye için Değerlendirmeler, Der.
Murat Aktaş, Bayram Coşkun, Nobel Yayın, Ankara.
Demirci, H. Aliyar. (2007). “Osmanlı Meşrutiyet Dönemi”, Yakın Dönem Türk Politika Tarihi,
Ed. Süleyman İnan, Ercan Haytoğlu, Anı Yayınları, Ankara.
Demirel, Ahmet. (2009). Cemil Koçak “Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi
Şef / Milli Şef”, (içinde), İsmet İnönü, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Kemalizm,
Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, İletişim Yayınları,6. Baskı, İstanbul.
Desch, Michael. (1998). “Soldiers, States, and Structures: The End of the Cold War and
Weakening U.S. Civilian Control” Armed Forces and Society, Vol.24, No.3.
Diamond, Larry. (1996). “Is The Third Wave Over?”, Journal of Democracy, 7(3), July 1996, Ss.
20-37.
Doğan, İlyas. (2007). “Türkiye’de Çok Partili Dönemde Sivil Toplum Gelişimi (1945-2000)”,
Gazi Üniversitesi, Eylül, s.83-97.
Dursun, Davut. ve Yurttaş, Fatma. (2006). "Türkiye'de Demokrasiye Geçişlerde Askerin Elde
Ettiği Çıkış Garantisi Olarak Milli Güvenlik Kurulu", Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı
9-10, Yaz-Güz, ss. 223-246.
Erdem, Taha. (2009). “CHP’de Parti İçi Mücadele “Kemalizm ve Devrimler” Tartışmaları
Üzerine, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Kemalizm, İletişim Yayınları, 6. Baskı,
İstanbul.
Eroğul, Cem. (2006). “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945-71”, Geçiş Sürecinde Türkiye, Der.
Irvin C. Schink, E. Ahmet Tomak, Belge Yayınları, İstanbul.
Etzioni-Halevy, Eva. (1996). “Civil-Military Relations and Democracy: The Case of the MilitaryPolitical Elites’ Connection in Israel”, Armed Forces and Society, Vol. 22, No. 3
Gözler, Kemal. (2007). “Cumhurbaşkanının Seçimi Konusunda Bir Açıklama", Türkiye Günlüğü,
Sayı 89, s.17-23.
Hakyemez, Yusuf Şevki. (2012). “Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları
Anlayışı” Stratejik Düşünce Enstitüsü, s.63-171.
Huntington, Samuel. (1996). “Reforming Civil-Military Relations”, Journal of Democracy, Vol.
6, No. 4.
Huntington, Samuel. (1965). “Political Development and Political Decay”, World Politics, Vol.
XVII, April, ss. 386-430.
Huntington, Samuel. (1956). “Civilian Control and the Constitution”, The American Political
Science Review, Vol L.
İnan, Süleyman. (2015). “Sakıt İnönü-Muhalefette İsmet İnönü”, Türkiye’nin 1950’li Yılları, Haz.
Mete Kaan Kaynar, İletişim Yayınları, İstanbul.
İnan, Süleyman. (2011). “1960 Sonrası Türkiye”, İnkılap Dersleri, Gökçe Yayınevi, Denizli.
İnsel, Ahmet. (1997). “MGK Hükümetleri ve Kesintisiz Darbe Rejimi”, Birikim, Sayı:96,
Ankara, Nisan, s.15-18.
İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları, (1993), TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu
Yayınları, No: 57, Ankara.
Gençkaya, Ömer Faruk. (1998) “Türk Siyasal Sisteminde Kurucu Meclis: 1961 ve 1982
Deneyimlerinin Karşılaştırılması” içinde Suna Kili (ed) 27 Mayıs 1960 Devrimi, Kurucu
Meclis ve 1961 Anayasası, Boyut, İstanbul, 15-31.
338
Kardaş, Ümit. (2006). “Askeri Gücün Anayasal bir Yargı Alanı Yaratması ve Yürütme Erkini
Etkin bir Şekilde Kullanması”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali
Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul.
Kelly, George A. (1963). “The Global Civil-Military Dilamma”, Cambridge University Pres, Vol.
25, No.3, July, s.291-308.
Keyder, Çağlar. (2010). “Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği”, Geçiş Sürecinde Türkiye,
Belge Yayınları, Der. Irvin C. Schink, E. Ahmet Tonak, İstanbul.
Laçiner, Ömer. (2006). “Türk Militarizmi-I-II”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali
Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul.
Mardin, Şerif. (2004c), “Türk Devrimi’nde İdeoloji ve Din” (Çev. G. A. Tosun) Der. M. Türköne
ve T. Önder (2004), Türkiye’de Din ve Siyaset (Makaleler 3), İstanbul: İletişim (10.
Baskı)] içinde: 145-167.
Mardin, Şerif. (2003a), “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”
Der. M. Türköne ve T. Önder (2003), Türkiye’de Toplum ve Siyaset (Makaleler 1),
İstanbul: İletişim (11. Baskı) içinde: 35–77.
Martin, Maryvonne. L. (1994). “National Security and Democracy: The Dilemma from a French
Perspective”, Armed Forces and Society, Vol. 20, No. 3.
Maxwell, Major. Johnson, Orme. (1982). “The Role of the Military in Turkish Politics”, Air
University Review, January-February.
O’Donnel, Guillermo. (1992). “Transitions, Continuities, and Paradoxes.” In Mainwaring, Scott,
Guillermo O’Donnell, and J. Samuel Valenzuela., Issues in Democratic Consolidation,
Notre Dame, pp. 17-56.
Özbudun, Ergun. (2007). “Türk Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin
Tepkisi”, AÜSBFD, Cilt: 62, Sayı: 3, Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya Armağan, TemmuzEylül.
Özbudun, Ergun, Yazıcı, Serap. (1996). “Military Regimes Extraction from Politics: Exit
Guarantees”, Alexandra Jasinskakonia and Jacek Raciborski, eds. Nation, Power,
Society, Warszawa: Scholar, pp.325-340.
Perlmutter, Amos. (1969). “The Praetorian State and the Praetorian Army”, Comparative Politics,
Vol. 1, No. 3, s. 382-404.
Powell, Jonattan. M. and Thyne, Clayton. L. (2011). “Global Instances of Coups from 1950 to
2010: A New Dataset”, Journal of Peace Research, 48 (2), pp. 249-259.
Schiff, Rebecca. (1995) “Civil-Military Relations Reconsidered: A Theory Of Concordance”,
Armed Forces & Society, Vol.22, No.1.s.7-24.
Semin, Ali. (2012). “Arap Baharı Süreci, Mısır Seçimleri Türkiye –Suriye Krizi”, Doç. Dr. Atilla
Sandıklı ile Söyleşi, Bilgesam, Bilge Söyleşi-12.
Tachau, Frank. (2008). “Bülent Ecevit”, Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Ed. Metin Heper,
Sabri Sayarı, Kitap Yayınevi, İstanbul
Tanfer, Vehbi. (1990). "İrtica Olayları Karşısında Atatürk", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
C. VI, No. 17, s. 307-319.
Treacher, Adrian. (2000). “A Case of Reinvention: France and Military Intervention in the
1990s”, International Peacekeeping, Vol.7, No.2, pp: 23-40.
Tsarouhas, Dimitris. (2005) “Explaining an Activist Military: Greece until 1975”, Southeast
European Politics, Vol. VI, No. 1, pp. 1-13.
Tunçay, Mete. (2000). “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi-4 Çağdaş Türkiye 1908-1980,
Cem Yayınevi, İstanbul.
Tüysüzoğlu, Göktürk. (2012). “Mısır’da Sivil-Asker İlişkilerini Değişen Niteliği ve Anayasa
Referandumu”, http://politikaakademisi.org/?p=3678 (15.03.2013).
Varol, Ozan, O. (2012). “The Democratic Coup d’Êtat”, Harvard International Law Journal,
Vol.53, No.2, pp.292-356.
Valenzuela, Samuel. (1992). “Democratic Consolidation in Post Transitional Settings”,
University of Notre Dame Press, s.55-92.
Weiner, Myron. (1987). “Emprical Democratic Theory, Competetive Elections in Developing
Countries, Washington D.C: American Enterprice Institute”, Duke University Press, s.262.
339
Yost, David. (1991). “France in the New Europe”, Foreign Affairs, Volume 69, Number 5.
Yüceer, Saime. “Tarihsel Perspektif içinde Türkiye’nin NATO’ya Girişi ve Meclisteki Yankıları,
bkz. http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ataturk/2002-1(1)/pdf/b06.pdff (13.03.2016).
Zannoni, Paolo. (1978). “The Concept of Elite”, European Journal of Political Research, 6
March,1-30.
Zürcher, Eric Jan. (2009). “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce-Kemalizm, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, İletişim Yayınları, 6.
Baskı, İstanbul.
ELEKTRONİK KAYNAKÇA
9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM
Tutanak
Hizmetleri
Başkanlığı
[Saat:
14.45–18.55],
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süley
man%20Demirel-07.06.2012.pdf (24.06.2014).
27 Nisan sürecinde kim ne yazmış? http://www.aktifhaber.com/27-nisan-surecinde-kim-neyazmisti-593804h.htm (12.05.2016).
Almond,
Gabriel
and
Verba,
Sidney.
Civic
Culture,
http://academic.regis.edu/jriley/205civiculture (04.02.2015).
Atatürk’ün Doğumunun 100. Yıldönümü Kutlama Programı (1981), İstanbul, s.15.
Bila, Fikret. “DYP’nin Ağır Topları 28 Şubat Döneminde Erbakan’ın Tavrını Eleştirdi”
http://www.milliyet.com.tr/-ciller-karadayi-yi-emekli-edecekti-erbakan
istemedi/siyaset/siyasetyazardetay/19.04.2012/1529944/default.htm (12.05.2016).
Bunalımlı Yıllar 1971-1980, s.127, http://w2.anadolu.edu.tr/aos/kitap/IOLTP/1269/unite07.pdf
(25.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (01.03.1973), 39’uncu Birleşim, s.112,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010039.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.277-279,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.285-290,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.302,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.307,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.586,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.601-602,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.607,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.607-608,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf
(24.06.2014).
Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi,( 23.11.1979), 8’inci Birleşim, s.198,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t19/c044/cs__19044008.pdf
(24.06.2014).
340
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın 5 Mayıs 1997 tarihli ve İsth. 3429-3, 97/İKK.Ş. numaralı
yazısı, http://arsiv.sabah.com.tr/1997/07/10/p01.html (20.10.2014).
Donat,
Yavuz.
“Başbakan’a
Birifing”,
Milliyet,
23
Temmuz
1996,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/23 (28.03.2016).
“EMASYA
Protokolü
Kaldırıldı”,
04.02.2012,
Hürriyet,
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13684829.asp (29.12.2014).
“Erbakan
Dönemi”,
Milliyet,
9
Temmuz
1996,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__
x3D_ (29.10.2014).
Erdoğan,
Mustafa.
“28
Şubat'ın
ahlaki
sorumlusu
Demirel'dir”
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_De
mirel_dir_.html (28.08.2015).
Erdoğan,
Mustafa.
“28
Şubat'ın
ahlaki
sorumlusu
Demirel'dir”
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_De
mirel_dir_.html (28.08.2015).
Erdoğan,
Mustafa.
"28
Şubat’tan
kurtulduğumuza
sevinecek
halimiz
yok"
http://www.yeniasya.com.tr/gundem/28-subat-tan-kurtuldugumuza-sevinecek-halimizyok_323623 (28.08.2015).
Erdoğan,
Mustafa.
“28
Şubat'ın
ahlaki
sorumlusu
Demirel'dir”
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_De
mirel_dir_.html (28.08.2015).
Ergin, Sedat. 02.11.1997, Hürriyet, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1997/11/02/14568.asp
(29.10.2014).
Esas Sayısı: 2009/52, Karar Sayısı: 2010/5 (Yürürlüğü Durdurma), Karar Günü: 21.1.2010,
bkz.http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/01/20100127-8.htm (25.12.2014).
Göktürk, Gülay. “Orduya Kültür Devrimi Lazım”, Bugün Gazetesi 31.08.2011,
http://www.bugun.com.tr/orduya-kultur-devrimi-lazim-yazisi-167753 (16.10.2015).
Hanioğlu,
M.
Şükrü.
(2011).
“Yeni
Anayasa
ve
Kemalizm”,
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2011/07/31/yeni-anayasa-ve-kemalizm
(05.08.2014).
Hanioğlu, M. Şükrü, (2016). “Darbe ve Toplum”, Sabah Gazetesi, 24.07.2016,
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/24/darbe-ve-toplum (10.12.2016).
Hanioğlu, M. Şükrü. (2016). “Ordu-siyaset, cunta-darbe” Sabah Gazetesi,31.07.2016,
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/31/ordu-siyaset-cunta-darbe
(10.12.2016).
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-261924 (29.10.2014).
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-268177 (10.11.2014).
http://arsiv.sabah.com.tr/2006/02/12/gnd105.html (20.10.2014).
http://blog.milliyet.com.tr/cevik-bir--e--gozalti----28-subat-icin-demokrasiye-balans-ayariyaptik--demisti--/Blog/?BlogNo=358087 (20.10.2014).
http://confinder.richmond.edu/admin/docs/Chile.pdf (26.03.2014).
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/JQBLg8vLnZy3PVmoFC7X2w_x3D__x3D
_ (21.08.2014).
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/xoaGAyhkq6KAnuLAmMek4g_x3D__x3D_
(21.08.2014).
http://gundem.bugun.com.tr/darbelerin-yerini-artik-yargi-aldi-haberi/75382 (24.03.2015).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=146266 (29.10.2014).
http://secim.iha.com.tr/Bolgeler.aspx?il=0&ilce=0&belde=0&parti=0&skod=1060&stip=7&
(16.10.2014).
http://setav.org/tr/karsilastirmali-2012-ve-2014-misir-anayasalari/yorum/14350 (27.03.2014).
http://t24.com.tr/haber/basbug-paksut-gorusmesi-derin-devletin-resmidir-turk-ordusu-siyasientrika-pesinde,134849 (08.04.2015).
http://t24.com.tr/haber/yasar-buyukanit-ifade-veriyor,216916 (17.09.2015).
341
http://tesev.org.tr/wpcontent/uploads/2015/11/Almanak_Turkiye_2005_Guvenlik_Sektoru_Ve_Demokratik_
Gozetim.pdf (12.05.2016).
http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:acNsVRy9Iq8J:akademikperspektif.co
m/2014/06/21/turkiye-ve-yunanistandaki-askeri-darbelerin-sivil-asker-iliskisineetkileri-2-bolum/+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (26.01.2015).
http://www.aa.com.tr/tr/ozel-haberler/202642--darbe-anayasasini-1982-anayasasina-benzettiler
(15.02.2015).
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=179
(26.08.2014).
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=32339
(20.10.2014).
http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/27-nisan-demokrasinin-direkten-dondugu-gun_535303
(17.09.2015).
http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/misiri-yoneten-guc-yuksek-askeri-konsey
(07.05.2014).
http://www.anayasa.gen.tr/1961anayasasi.htm (26.02.2014).
http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (20.06.2014).
http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (08.01.2017).
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014).
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.07.2014).
http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.12.2014).
http://www.anayasa.gen.tr/5982.htm (24.12.2014).
http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/hakyemez.pdf (08.04.2015).
http://www.bugun.com.tr/gundem/gundem-167308.html (16.10.2015).
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/80295/Tarikatcilar_salinsin.html (28.06.2016).
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/448051/iste_Yasar_Buyukanit_in_evinde_verdigi_
ifade.html# (07.04.2016).
http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/4932/sayfa/2007/3/27/11.xhtml (28.03.2016).
http://www.danistay.gov.tr/upload/yayinlar/17_12_2014_031645.pdf (07.04.2016).
www.freedomhouse.org (29.02.2016).
http://www.haberler.com/sevki-yilmaz-28-subat-darbesini-asker-degil-yargi-7016508-haberi/
(25.03.2015).
http://www.haberturk.com/gundem/haber/977543-abdullah-gul-367-sarti-ve-27-nisan-engeliniasa-asa-cankaya-koskune-cikti (07.04.2015).
http://www.hurriyet.com.tr/rektorlerden-96-hatirlatmasi-117241 (25.12.2015).
http://www.hurriyet.com.tr/saadet-partisinde-yuksek-tansiyonlu-kongre-26350394 (25.12.2015).
http://www.idealhukuk.com/hukuk/hukuk.asp?mct=duyurudetay&x=haber&y=Hukuk%20D%F
Cnyas%FDndan%20Haberler&id=75&tit=Yargi--28-Subat%92ta-bagimsizliginikoruyamadi--- (25.03.2015).
http://www.konrad.org.tr/secim/ayrinti.php?yil_id=5 (03.10.2012)
http://www.kure.tv/izle/haber-belgesel-28-subat-derin-darbe (20.10.2014).
http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda (17.02.2014).
http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda (17.03.2016).
http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/makam/eski-genel-sekreterlerimiz (07.04.2016).
http://www.milliyet.com.tr/1997/03/27/siyaset/iste.html (21.10.2014).
http://www.milliyet.com.tr/-bin-yil-surecek
/siyaset/siyasetdetay/28.02.2012/1508576/default.htm) (24.03.2015).
http://www.milliyet.com.tr/dogu-perincek/ (20.10.2014).
http://www.milliyet.com.tr/karar--font-color-red-bugun-mu---font--aciklanacak/siyaset/siyasetdetay/30.07.2008/972729/default.htm (07.04.2016).
http://www.milliyet.com.tr/ak-partili-sahin-askerden-bu-yetki-siyaset-2268848/ (04.07.2016).
http://www.radikal.com.tr/ekonomi/o-tanklar-sincanda-nasil-yurudu-1173052/ (31.03.2016).
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=208685 (07.04.2016).
342
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214181 (10.11.2014).
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224086 (28.10.2014).
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=231368 (07.04.2015).
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/14257.pdf (24.03.2016).
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/22872.pdf (20.10.2014).
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/06/20070627-17.htm (07.04.2016).
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1.
pdf&main=http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1.pdf (21.08.2014).
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07
/20160714.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160714.htm
(14.07.2016).
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler//2016/08/20160817-18..htm (07.04.2017).
http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/09/24/28-subat-brifingleri-bilgilendirme-icin-yapilmis
(22.10.2014).
http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE-RAPOR%2027%20MAY%C4%B1s-yeni-t.pdf
(01.06.2017).
http://www.secim-sonuclari.com/1991 (16.10.2014).
http://www.secim-sonuclari.com/1995 (16.10.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm (17.03.2015).
http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/anayasa.maddeler?p3=215 (25.07.2014).
https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6771.html (06.04.2017).
http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(12.08.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf
(13.08.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf
(12.08.2014)
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf
(12.08.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c010/dm__02010155.pdf
(13.08.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MGK_/d01/c007/mgk_01007118.pdf
(20.08.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c090/tbmm19090132.pdf
(21.08.2014).
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c093/tbmm19093146.pdf
(21.08.2014).
https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=283&P5=B&page
1=46&page2=46 (28.06.2016).
http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=693079 (09.04.2014).
http://www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=158 (30.12.2013).
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014).
http://www.uhdigm.adalet.gov.tr/uhamer/Ter%C3%B6rle%20M%C3%BCcadeleye%20%C4%
B0li%C5%9Fkin%20Ulusal%20Mevzuat/1402%20Say%C4%B1l%C4%B1%20S%C4
%B1k%C4%B1y%C3%B6netim%20Kanunu.pdf (20.6.2014).
http://www.yaszedeler.org/ (17.09.2015).
https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/ek1.pdf (26.12.2015)
https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/MECLIS%20BULTENI/2469_1996_000
0_0048_0000/0002.pdf (28.03.2016).
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt2.pdf (28.03.2016).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c006/mm__03006104ss0132.pdf
(10.03.2016).
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf
(17.08.2015).
343
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160727M2..htm (30.01.2017).
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161124-3..htm (30.01.2017).
www.uhdigm.adalet.gov.tr/.../1402%20Sayılı%20Sıkıyönetim%20Kanun (25.07.2014).
https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Brezilya-EN(5.10.1988).pdf (26.03.2014).
https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/yabanciulkeler.aspx (26.03.2014).
İnsel, Ahmet. “28 Şubat sorgulamaları vesilesiyle sol”
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet_insel/28_subat_sorgulamalari_vesilesiyle_sol
-1085149 (28.08.2015).
İnsel, Ahmet. “Vesayet Rejiminin Sonu ve Sonrası”, Birikim Dergisi. (Sayı 251-252- Mart-Nisan
2010), http://www.birikimdergisi.com/sayi/251-252/vesayet-rejiminin-sonu-ve-sonrasi
(24.03.2015).
Kanadoğlu, Sabih. “AKP Tek Başına Seçemez”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2006.
Mısır’da
Askeri
Darbe
Sonrası
Süreç
ve
Yeni
Anayasa,
http://file.setav.org/Files/Pdf/20140307193613_misir%E2%80%99da-askeri-darbesonrasi-surec-ve-yeni-anayasa-pdf.pdf (23.06.2016).
Milliyet, 22 Haziran 2012,
http://www.milliyet.com.tr/karadayi-refah-la-kurmayin-dedi-siyaset-1556974/ (23.01.2017)
Milliyet,
11
Ağustos
1997,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__
x3D(29.10.2014).
Milliyet,
13
Kasım
1996,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__
x3D(29.10.2014).
Milliyet,
13.03.1971,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYc
w_x3D__x3D_ (24.06.2014) .
Milliyet, 14.12.1964, s.1,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/L1v3_x2F_3sIhgwzmzjizyaEFw_x3D__x3D
_ (24.06.2014).
Milliyet,
16.7.1980,
s.1,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/wKF66_x2F_Fkc5ZZCLFg0sU7sQ_
x3D__x3D_ (24.06.2014).
Milliyet,
19
Mart
1971
(2.
Baskı)
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYc
w_x3D__x3D_ (24.06.2014).
Milliyet,
2.5.1972,
s.1,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/82xxY2UZcThfMDlnj1DV2A_x3D_
_x3D_ (24.06.2014).
Milliyet,
22.3.1971,
s.11,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYc
w_x3D__x3D_ (24.06.2014).
Milliyet,
4
Mart
1997,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__
x3D_ (29.10.2014).
Milliyet,
5
Ekim
1996,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__
x3D_ (29.10.2014).
Milliyet,
7
Ekim
1996,
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/10/07+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr
(29.10.2014).
Milliyet, 10 Temmuz 1996, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/10 (29.06.2016).
Milliyet,
8
Eylül
1997,http://www.milliyet.com.tr/1997/09/08/siyaset/perincek.html
(29.12.2016).
Özbudun, Ergun. “Cumhurbaşkanı Seçimi ve Anayasa”, Zaman, 17 Ocak 2007.
Özkök, Ertuğrul. “Bu Defa İşi Silahsız Kuvvetler Halletsin”, Hürriyet, 20 Aralık 1996,
344
Rasim Cinisli’nin 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı
[Saat:
18.02–19.05]
http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/27_m
ayıs_alt_komisyonu/27_mayıs_alt_komisyonu/11.10.2012/Rasim%20Cinisli11.10.2012.pdf (24.06.2014).
Resmi Gazete, S: 8738, (21.06.1954 gün ve 6422 sayılı Türkiye Cumhuriyet Emekli Sandığı
Kanunu’nun
Bazı
Maddelerinin
Değiştirilmesine
Dair
Kanun),
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8738.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 8749, 08.07 1954. (05.07.1954 gün ve 6435 sayılı Bağlı Bulundukları Teşkilat
Emrine Alınmak Suretiyle Vazifeden Uzaklaştırılacaklar Hakkında Kanun),
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8749.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 10515, 30.05.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10515.pdf
(16.02.2014).
Resmi Gazete, S: 10525, 14.06.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10525.pdf
(14.03.2015).
Resmi Gazete, S: 13837, Cilt.10, Sayfa.2385, 15.05.1971, http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm
(24.07.2014)
Resmi Gazete, S: 1766, 16.12.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 17863 (Mükerrer), 9.11.1982. http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx
(21.08.2014).
Resmi Gazete, S: 17874, 20.11.1982, http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx (21.08.2014).
Resmi Gazete, S: 18204, Cilt.22, Sayfa.815. 27.10.1983, http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm
(24.07.2014).
Resmi Gazete, S: 25192, 07. 08. 2003, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/04/2007040316.htm (24.12.2014).
Resmi
Gazete,
S:
2766,
16.12.1960,
157
Sayılı
Kanun
madde
2;
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 2767, 16.12.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf
(20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 6326, 06.06.1946, (05.06.2946 gün ve 4918 sayılı Milletvekilliği Seçim
Kanunu, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6326.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 6336, 18.06.1946, (13.06.2013 gün ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu),
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 6336, 28.06.1946,(13.06.1946 gün ve 4935 sayılı Matbuat Kanununun 50.
Maddesinin
Değiştirilmesi
Hakkında
Kanun),
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 7559, 15.07.1950, (14.07.1950 gün ve 5677 sayılı Bazı Suç ve Cezaların Affı
Hakkında Kanun), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 7564, (24.07.1950, 15.07.1950 gün ve 5680 sayılı Basın Kanunu),
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 7978, 11.12.1951, (03.12.1951 gün ve 5844 sayılı Türk Ceza kanunu’nun 141
ve
142.
Maddelerinin
Değiştirilmesi
Hakkında
Kanun),
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7979.pdf (20.12.2013).
Resmi Gazete, S: 8584, 11.12.1953, (14.12.1953 gün ve 6195 sayılı Cumhuriyet Halk Partisi’nin
Haksız
İktisaplarının
İadesi
Hakkında
Kanun),
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8584.pdf (20.12.2013).
Resmi
Gazete,
S:10540,
01.07.1960,
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10540.pdf
(30.12.2013).
Resmi
Gazete,
S:10541,
02.07.1960,
http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10541.pdf
(30.12.2013).
TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.397-398,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf
(24.06.2014).
345
TBMM
Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.634-636,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf
(24.06.2014).
TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci
Birleşim, Cilt: 33, s.643,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf
(24.06.2014).
TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci
Birleşim, Cilt: 33, s.644,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf
(24.06.2014).
TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.397-398,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf
(24.06.2014).
TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.497,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf
(24.06.2014).
TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.499,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf
(24.06.2014).
TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17,s.496-497,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf
(24.06.2014).
TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17,s.502-505,
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf
(24.06.2014).
TBMM
Tutanak
Dergisi,
1.11.1945:
s.3,7.
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d07/c020/tbmm07020001.pdf
(17.02.2014).
TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 1086-1087.
Türkiye İstatistik Kurumu, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2007, TÜK Yayınları, Ankara 2010,
s.9.
Yeni Fransız Anayasası Üzerine Bir Seminer, Ajans Türk Matbaası, Ankara, 1960,
http://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Fransa-TR(4.10.1958).pdf (14.03.2015).
Yetkin, Murat. 26.02.2007, Radikal, http://www.radikal.com.tr/politika/10_yilinda_28_subat_2807044 (29.10.2014).
Yetkin,
Murat.
“Asker
kapatılsın
deseydi”,
Radikal,
1
Ağustos
2008,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/asker_kapatilsin_deseydi-891221
(07.04.2015).
Yetkin,
Murat.
18.08.2007.
Radikal,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165
(29.10.2014).
Yetkin, Murat. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165
(20.10.2014).
Yüceer, Saime. “Tarihsel Persfektif İçinde Türkiye’nin NATO’ya Girişi ve Meclisteki Yankıları,
s.
78-84,
http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ataturk/2002-1(1)/pdf/b06.pdf
(13.03.2016).
346
ÖZGEÇMİŞ
Adı Soyadı:
Mutlu Yıldırım
Anne Adı:
Azize
Baba Adı:
Mehmet
Doğum Yeri ve Tarihi:
Uşak-1977
Lisans Eğitimi:
Bilkent Üniversitesi
İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
Mezuniyet Tarihi:
2001
Yüksek Lisans Eğitimi:
Pamukkale Üniversitesi
İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
Mezuniyet Tarihi:
2010
Yabancı Dil:
İngilizce(İyi)
Download