uluslararası göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti

advertisement
T.C.
SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI
ULUSLARARASI GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI
VE İNSAN TİCARETİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
DEVRİM GÜL VURAL
Tez Danışmanı:
Doç Dr. Songül SALLAN GÜL
Isparta, 2007
ÖNSÖZ
Akademik çalışmalarımda olduğu kadar, yaşama dair deneyimlerimin
zenginleşmesinde çabasını ve bilgisini sakınmadan paylaşan danışmanım Doç. Dr.
Songül SALLAN GÜL’e minnettarım. Emeklerinize sağlık, sevgili hocam.
Akademisyenlik yolculuğunda desteğini ve ilgisini her zaman hissettiğim
Prof. Dr. Metin Lütfi BAYDAR’a teşekkürü borç biliyorum.
Çalışmalarımız boyunca bize her türlü desteğini sunan Doç. Dr. Hüseyin
GÜL’e, sıkılmadan beni dinleyen ve tezimde büyük emeği olan Dr. Cevdet
YILMAZ’a, kaynaklara ulaşmamda önemli yardım sağlayan Umur ÇETİN’e,
deneyimini benimle paylaşan Arş. Gör. Ayşe ALİCAN’a, annesinin değerli
zamanlarını aldığım sevgili Berfin Ece’ye çok teşekkür ederim. Ayrıca, tezimin
tamamlanmasında yapıcı eleştirileriyle yol gösteren Prof. Dr. Bilal Murat
ÖZGÜVEN ve Yrd. Doç. Dr. Muharrem GÜRKAYNAK’a teşekkürlerimi sunarım.
Ulaşabildiğim ve ulaşacağım tüm başarılarımı, karşılıksız emekleri ve
destekleriyle bana istediğim her adımı cesaretle atma gücü veren aileme borçluyum.
Annem Rahile VURAL, babam U. Güven VURAL ve biricik kardeşim Demet’e
sonsuz teşekkürler.
i
ÖZET
ULUSLARARASI GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI VE İNSAN TİCARETİ
Devrim Gül VURAL
Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Tezi,
105 sayfa, Haziran 2007
Danışman: Doç. Dr. Songül SALLAN GÜL
Bu tezin amacı, özellikle Soğuk Savaş sonrası güvenlik gündeminde yer
almaya başlayan ve insan hakları bağlamında da önemli boyutları bulunan göçmen
kaçakçılığı ve insan ticareti olgularının dünyada ve Türkiye’de gelişimini
incelemektir. Çalışmanın temel çıkış noktası, uluslararası göçün değişen niteliklerini,
yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti kavramları çerçevesinde,
küreselleşme bağlamında araştırmaktır.
Günümüz uluslararası göç hareketlerinin oluşumunda küreselleşme, neoliberal ekonomik yapılanma, gelir dağılımı eşitsizlikleri, istihdam krizleri ve
yoksulluk gibi olgular belirleyici rol oynamaktadır. Göç süreci gelişmiş ve özellikle
hedef ülkelerde çelişkili istihdam ilişkilerini belirler hale gelmektedir. Uluslararası
rekabet için ucuz işgücüne duyulan gereksinim artmakta, ancak siyasal ve ekonomik
açıdan devletler uluslararası göçü “istenmeyen göç” olarak ilan etmektedir.
Uluslararası göçe yönelik kısıtlayıcı politikalar, düzensiz ve yasadışı göç süreçlerini
ön plana çıkarmakta, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçlarının boyutlarını
büyütmektedir. Bu ise, sadece devletlerin güvenliğini değil, aynı zamanda insan
güvenliğini de tehdit eder hale gelmekte ve insan hakları ihlalleri de farklı boyutları
ile tartışmaya dahil olmaktadır.
Bu çalışmada uluslararası göç hareketlerinin yeni süreç ve dinamikleri
dünyada ve Türkiye özgülünde ele alınmaktadır. Bu doğrultuda, çalışma dört
bölümden oluşmuştur. İlk bölümde, uluslararası göçün tarihsel gelişimi ve göç
teorileri uluslararası siyasi-ekonomik çerçevede değerlendirilmektedir. İkinci
bölümde, uluslararası göçün değişen nitelikleri ele alınmakta, düzensiz göç, yasadışı
göç ve göçmen kaçakçılığı konuları insan güvenliği kavramına da değinilerek
incelenmektedir. Üçüncü bölümde, özellikle 2000’li yıllardan itibaren uluslararası
göç gündeminde önemli bir yer işgal eden insan ticareti konusu insan hakları
boyutunu da içerecek biçimde ele alınmaktadır. Son bölümde, Türkiye’de göçmen
kaçakçılığı ve insan ticaretinin boyutları ile bu alanlarda yapılan mücadele
incelenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Uluslararası Göç, Düzensiz Göç, Yasadışı Göç,
Göçmen Kaçakçılığı, İnsan Ticareti, Kadın Ticareti, Yumuşak Güvenlik, İnsan
Güvenliği, Küreselleşme.
ii
ABSTRACT
INTERNATIONAL MIGRANT SMUGGLING AND HUMAN
TRAFFICKING
Devrim Gül VURAL
Süleyman Demirel University, Department of International Relations
Master Thesis, 105 pages, June 2007.
Supervisor: Assoc. Prof. Dr. Songül SALLAN GÜL
The aim of this thesis is to analyze migrant smuggling and human trafficking
phenomena in the world and in Turkey with human rights dimension. The starting
point of the study is to explore the changing characteristics of international migration
regarding illegal immigration, migrant smuggling and human trafficking within a
broader context of globalization.
Globalization, income inequalities, unemployment and poverty are the main
determinants of the current international migration movements. Migration has begun
to determine the contradictory employment relations in developed countries and
particularly in target countries. Due to the global rivalry, the need for cheap labor has
been increasing; however migration has been announced as “unwanted” by the states
due to economic and political pressures. Restrictive policies result in irregular/illegal
migration which exaggerate migrant smuggling and human trafficking. This in
return, produces threats not only to the security of states but also to human security
as a whole and brings the issue of human rights into the scene.
In this context, the thesis is comprised of four parts. In the first part, the
historical background of international migration and migration theories are taken up
within international framework. Second part of the study examines the changing
characteristics of international migration and explores irregular migration with
specific reference to human security. In the third part, human trafficking
phenomenon is examined in detail including the human rights dimension. In the last
part, migrant smuggling and human trafficking in Turkey are explained and the
struggle against these crimes is examined in detail.
Keywords: International Migration, Irregular Migration, Illegal Migration,
Migrant Smuggling, Human Trafficking, Women Trafficking, Soft Security, Human
Security, Globalization.
iii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ................................................................................................................... i
ÖZET ...................................................................................................................... ii
ABSTRACT........................................................................................................... iii
İÇİNDEKİLER ....................................................................................................... iv
KISALTMALAR..................................................................................................... vi
ŞEKİLLER DİZİNİ................................................................................................ vii
ÇİZELGELER DİZİNİ ......................................................................................... viii
GİRİŞ.......................................................................................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM ....................................................................................................7
ULUSLARARASI GÖÇÜN TARİHÇESİ VE FARKLI TEORİK
YAKLAŞIMLARDA ULUSLARARASI GÖÇE BAKIŞ ..........................................7
1.1 Uluslararası Göçün Tarihçesi .....................................................................8
1.1.1 Avrupa Kaynaklı Göç Akımları ve I. Dünya Savaşı Sonrası...............9
1.1.2 İkinci Dünya Savaşı Sonrası İşgücü Göçü .........................................10
1.2 Göç Teorileri ...............................................................................................11
1.2.1 Ravenstein’ın Göç Kanunları...............................................................12
1.2.2 İkili Ekonomide Kalkınma Teorisi ........................................................12
1.2.3 İtme-Çekme Faktörleri Teorisi .............................................................13
1.2.4 Neo-klasik Teori ....................................................................................13
1.2.5 İkili İşgücü Piyasası Teorisi..................................................................14
1.2.6 Bağımlılık Teorisi ..................................................................................14
1.2.7 Profesyonel Göçün Yeni Ekonomisi Teorisi.......................................15
1.2.8 Göç Ağları Teorisi .................................................................................15
1.2.9 Göç Teorileri Üzerine Bir Değerlendirme ...........................................16
İKİNCİ BÖLÜM .....................................................................................................18
YASADIŞI GÖÇ VE GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI..................................................18
2.1. Küreselleşme ve Liberal Paradoks .....................................................19
2.2. Ulusal Ekonomilerin ve Sosyal Devletin Dönüşümü .........................21
2.3.
Küresel Yoksulluk, İstihdam Krizi ve İşgücü Dolaşımı .....................23
2.4.
Uluslararası Göçün Değişen Nitelikleri ve Yeni Eğilimler ................27
2.5. Düzensiz Göç Hareketleri ve Yasadışı Göç.......................................29
2.6. Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Ekonomik Boyutu............31
2.7. Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Güvenlik Boyutu..............33
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM................................................................................................38
KÜRESEL BİR SORUN OLARAK İNSAN TİCARETİ.......................................38
3.1. İnsan Ticareti’nin Tanımı ve Göçmen Kaçakçılığı ile Karşılaştırması
39
3.2. İnsan Ticaretinin Türleri........................................................................41
3.2.1. Kadın Ticareti ....................................................................................42
3.2.2. Çocuk Ticareti ...................................................................................48
3.2.3. Zorla Çalıştırma/Kölelik ....................................................................49
3.2.4. Organ-Doku Ticareti .........................................................................51
3.3.
İnsan Ticaretinin Nedenleri .................................................................51
3.3.1. Ekonomik Nedenler: .........................................................................52
3.3.2. Sosyo-kültürel Nedenler ...................................................................53
3.3.3. Yasal ve Politik Nedenler .................................................................53
iv
3.4. İnsan Ticaretiyle İlgili Uluslararası Hukuk Düzenlemeleri .................54
3.4.1. BM Palermo Protokolü .....................................................................55
3.4.2. Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri .......................................................56
3.4.2.1. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi ............................56
3.4.2.2. Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi ...........57
3.4.2.3. Birleşmiş Milletler “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın
Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) ...............................................................57
3.4.2.4. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ............................58
3.4.3. Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri ....................................58
3.5. Uluslararası Örgütlerin Verilerinde Dünyada İnsan Ticaretinin
Boyutları ..........................................................................................................59
3.6. İnsan Ticaretinin Bölgesel Dağılımı ve Eğilimler ...............................62
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ..........................................................................................65
TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇ HAREKETLERİ, GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI VE
İNSAN TİCARETİ.................................................................................................65
4.1. Türkiye’ de Düzensiz Göç Hareketleri ....................................................66
4.2. Türkiye’de Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığı .............................67
4.2.1. Türkiye’de Yasadışı Göçün Boyutları..............................................68
4.2.2. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı.......................................................69
4.2.3. Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Yasadışı Göç ve Göçmen
Kaçakçılığı.......................................................................................................71
4.2.4. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı ile Mücadele ................................73
4.3. Türkiye’de İnsan Ticareti ve Mücadele ...............................................75
4.3.1. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele Alanında Örgütsel Yapı ve
Diğer Kuruluşlarla İşbirliği..............................................................................75
4.3.2. Türkiye’de İnsan Ticareti Suçunun Boyutları ................................78
4.3.3. Türkiye’de İnsan Ticareti Mağdurları...............................................82
4.3.4. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele ...........................................85
4.3.4.1. Yasal Düzenlemeler......................................................................86
4.3.4.1.1. Türk Ceza Kanunu ....................................................................86
4.3.4.1.2. Diğer İlgili Kanunlar ...................................................................88
4.3.4.1.3. Mağdurların Yasal Hakları........................................................89
4.3.4.2. İdari Düzenlemeler........................................................................90
SONUÇ VE ÖNERİLER ......................................................................................93
KAYNAKÇA ........................................................................................................101
v
KISALTMALAR
AB
Avrupa Birliği
BM
Birleşmiş Milletler
CEDAW
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi
EC
Avrupa Komisyonu
EGM
Emniyet Genel Müdürlüğü
ESCAP
Asya-Pasifik Ekonomik ve Sosyal Komisyonu
GAATW
Kadın Ticaretine Karşı Küresel İttifak
GICIM
Uluslararası Göç Küresel Komisyonu
ILO
Uluslararası Çalışma Örgütü
IOM
Uluslararası Göç Örgütü
OECD
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
UNDP
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
UNFPA
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu
UNHCR
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği
UNODC
Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi
vi
ŞEKİLLER DİZİNİ
Şekil 4.1. Mağdurların Türkiye’ye Giriş Noktaları ..................................................81
Şekil 4.2. Mağdurların Bulundukları Şehirler ..........................................................81
Şekil 4.3. İnsan Ticareti Mağdurlarının Türkiye’ye Göç Etme Nedenleri.................83
Şekil 4.4. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Gelir Düzeyleri .......83
Şekil 4.5. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Eğitim Düzeyleri.....84
Şekil 4.6. Türkiye’de Görülen İnsan Ticareti Vakalarının Türlerine Göre Dağılımı .85
Şekil 4.7. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Yaş Gruplarına Göre
Dağılımı .................................................................................................................85
vii
ÇİZELGELER DİZİNİ
Çizelge 2.1. İkili İşgücü Piyasası Özellikleri ...........................................................25
Çizelge 2.2. 1990–2000 Yılları Arasında Göçmen Sayıları ve Dağılımı ..................26
Çizelge 3.1. İnsan Ticareti Mağdurlarının Dağılımı.................................................61
Çizelge 3.2. Zorla Çalıştırma Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç............................61
Çizelge 3.3. Cinsel Sömürü Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç ..............................62
Çizelge 4.1. 1995–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı Göçmenler
...............................................................................................................................68
Çizelge 4.2. 2000–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı
Göçmenlerin Uyruklarına Göre Dağılımı ................................................................70
Çizelge 4.3. BM Suç ve Uyuşturucu Ofisi Raporunda Yer Alan Bazı Kaynak, Transit
ve Hedef Ülkeler.....................................................................................................79
Çizelge 4.4.Türkiye’de 2004–2006 Yılları Arasında Belirlenen İnsan Ticareti
Mağdurlarının Uyrukları .........................................................................................82
viii
1
GİRİŞ
Göç tarihsel bir olgu olmasına rağmen, günümüzdeki uluslararası göç ve
yasadışı göç tartışmaları farklı etkenler etrafında biçimlenmektedir. Özellikle
dünyanın az gelişmiş bölgelerinde, ulus-devletler ekonomilerini ve vatandaşlarının
ekonomik ve sosyal haklarını koruma konusunda çelişkiler yaşamaktadır.
1980’lerden
itibaren
egemen
olan
neo-liberal
ekonomik
düzen,
ülkeleri
yoksullaştırmakta; pek çok ülkede giderek vasıfsızlaşan işgücü ulus devletlerin ülke
yapılanmaları içinde korunamamaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise, istihdam arayışında
halen vasıfsız ve ucuz emek arzının bir kısmına gereksinim duyulması, formel
sektörün yanı sıra uluslararası rekabet için informel sektörde çalışmak üzere ucuz
emeğin yasadışı göçle giderilmesi ya da bu sürece göz yumulması göç sürecinin ve
dolayısıyla istihdamın temel belirleyicileri arasında yer almaktadır. Benzer olarak,
gelişmiş ülkelerdeki nüfus yapısı ve nüfusun giderek yaşlanması dinamik işgücüne
duyduğu gereksinimi arttırmaktadır. Diğer yandan az gelişmiş ülkelerdeki genç nüfus
yoğunluğu da, yüksek işsizlik oranlarına yol açmakta, karşılaşılan ekonomik krizler
istihdamı daha da güçleştirmekte, uluslararası göçü neredeyse alternatifsiz
kılmaktadır. Uluslararası Göç Örgütü’nün 2005 yılı verilerine göre, göçmenlerin
%60’ı gelişmiş ülkelerde barınmakta olup, bu bölgelerde yaşayan her on kişiden biri
göçmen statüsündedir. Bu veriler küresel işgücünün %20’sinden azına sahip olan
gelişmiş ülkelerin göçmenlerin %60’ını barındırmasının nedenlerini oldukça açık
ortaya koymaktadır. Ancak, aynı zamanda yasal göç olanaklarının gün geçtikçe daha
kısıtlı hale gelmesi nedeniyle, yoksullar, eğitim düzeyi düşük ve vasıfsız kişiler gibi
dezavantajlı grupların göç sürecine katılma talepleri yasadışı göç ve göçmen
kaçakçılığı olgularını ön plana çıkartmaktadır.
Uluslararası ilişkiler alanında göç süreci gelişmiş ve özellikle hedef ülkelerde
çelişkili istihdam ilişkilerini belirler hale gelmiştir. Küreselleşme ile ulus-devlet
ilişkisine bakıldığında karşımıza Hollifield’in “liberal paradoks” olarak adlandırdığı
durum çıkmaktadır (Hollifield, 1998: 595).. Buna göre, günümüzde, bir yandan ulus
ötesi ekonomik faktörler ve yapılanmalar güçlerini arttırırken, öte yandan da temel
aktörleri egemen ulus-devletler olan bir uluslararası siyasi sistem varlığını
2
sürdürmektedir. Uluslararası rekabet için ucuz işgücüne gereksinim duyulmakta,
ancak bu arzın ihtiyacı aşması halinde, siyasal ve ekonomik açıdan devletler göçü
kendi vatandaşlarını korumak amacıyla “istenmeyen göç” olarak ilan etmektedir. Bu
ise yanıltıcı bir görünüm arz etmektedir. Uluslararası istihdam açısından işgücünün
öne çıkan değerleri kaçak göçün istenmeyen bir olgu olarak kabul görmesi
yönündedir. Özellikle hedef ülke konumundaki merkez ülkeler bu durumu sadece bir
güvenlik
sorunu
olarak
algılamakta,
uygulanan
yasaklayıcı
politikalar
düzensiz/yasadışı göç olgusunu arttıracak çelişkileri de barındırmaktadır. Bu
politikalar, temelde göçe neden olan faktörleri azaltmak bir yana, daha da
arttırmakta, yasadışı göçü körüklemektedir. Aynı zamanda, düzensiz/yasadışı göç
abartılan bir güvenlik sorunu olarak da sunulmaktadır. Bu durum, göçmenlerin bir
bütün olarak suçlu gibi algılanmasına, etiketlenmesine ve yabancı düşmanlığı ile
ırkçılığın körüklenmesine neden olmakta ve göçmenleri gittikleri ülkelerde aidiyet
sorunu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Göçmenlerin marjinalleşmesi, Fransa
örneğinde olduğu gibi, göçmenlerin ve göçün bütünsel ve küresel bir sorun olmaktan
çok sadece bir güvenlik sorunu gibi gündeme getirilmesine yol açmaktadır.
Ekonomik liberalizm, 18. yüzyıldan itibaren devletlerin refahını ve
güvenliğini sağlamanın en iyi yolu olarak sunulmakta ve farklı aşamalarda
kesintilere
uğramasına
rağmen
uluslararası
ekonomik
ilişkilerin
temelini
oluşturmaktadır. Ancak, aynı zamanda 17. yüzyıldan bu yana süregelen devletler
sistemi, ulus-devleti gücü ve otoriteyi elinde bulunduran ve bunu kullanabilen tek
egemen aktör olarak kabul etmektedir. Bugünkü uluslararası sistemde egemenlik,
yasal kişilik kazanarak diğer devletlerle ilişki kurabilmenin, yani devlet olabilmenin
ön koşuludur. Dolayısıyla, egemenliğini korumak durumunda olan devletleri bir
yandan uluslararası siyasi yapı ve ulusal dinamikler içe kapanmaya iterken, diğer
yandan ise, uluslararası ekonomik faktörler dışa açılmaya itmektedir. Özellikle
insanların dolaşımı söz konusu olduğunda ise, bu çelişki daha belirginleşmekte,
egemenlik, vatandaşlık, güvenlik algılamaları sorunları ön plana çıkmaktadır. Aynı
zamanda, soğuk savaş sonrasında güvenliğe yönelik geleneksel olarak tanımlanmış
tehditlerin yerini yeni koşullar almaktadır. Küreselleşmenin yarattığı dinamik ortam
içinde ulusal güvenliğe yönelik tehditler günümüzde farklılaşmış, terörizm, ayrılıkçı
hareketler, etnik ve dini çatışmalar, kitle imha silahlarının yayılması, uluslararası
3
organize suçlar gibi “asimetrik tehditler” yeni tehdit alanlarını oluşturmuştur. Salt
askeri gücün insanların güvenliğini tehdit eden bu sorunlara karşı yeterli çözümler
getirememiş olması da soğuk savaşa ilişkin geleneksel güvenlik teorilerinde yeni
arayışları ortaya çıkarmıştır. Günümüzde güvenlik kavramının anlamı değişirken,
ekonomik güvenlik, insan güvenliği, çevre güvenliği, küresel güvenlik gibi yeni
tanımlamalar ve ulusal sınırları aşan boyutlar da gündeme gelmiştir (Gürkaynak,
2004: 3-4; İzci, 1998: 404-405)..
Uluslararası göç, mülteciler sorunu, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve
insan ticareti olguları da bu yeni güvenlik tanımında giderek artan önemle yer
almaya başlamaktadır. Ülkelerin ve ulusların varlığını ve gelişimini tehlikeye
sokacak tehditlerden korunma amacı taşıyan ulusal güvenlik kavramı ekonomik
egemenlik, kültürel kimlik, toplumsal istikrar gibi öğeleri de içine alacak şekilde
genişlemektedir. Bu bağlamda, uluslararası güvenliğin askeri boyutunun yanı sıra
yeni, geleneksel olmayan tehditler de güvenlik kavramı içine girmektedir. Özellikle
son yıllarda uluslararası göç bu yeni tehditlerden biri olarak algılanmaya
başlanmıştır. 1990’lı yıllardan itibaren miktarı oldukça artan yasadışı göç olgusunun
bir güvenlik tehdidi olup olmadığı üzerinde tartışmalar sürmektedir (Kicinger, 2004:
1-3)..
1990’ların ikinci yarısından itibaren uluslararası ilişkilerde gelişmekte olan
insan güvenliği kavramı, güvenliğin değişen boyutuna dikkat çekmektedir. Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı tarafından hazırlanan İnsani Gelişme raporlarından
1994 yılında yayınlanmış olanı insan güvenliği kavramı üzerinde odaklanmıştır (UN,
1994).. Raporun ele aldığı biçimde insan güvenliği, günlük yaşamlarında güvenlik
arayışında olan sıradan insanlar için hastalıklardan, açlıktan, işsizlikten, suçtan,
sosyal çatışmalardan, politik baskılardan ve çevre felaketlerinden korunma anlamına
gelmektedir. Bu anlamda, özellikle ekonomik ve sosyal bağlamda ele alındığında
gelişmekte olan insan güvenliği çerçevesi içerisinde göçmen kaçakçılığı ve insan
ticareti de bir gündem maddesi oluşturmaktadır (Ramesh, 2006: 88).. 1950’lerden
itibaren Avrupa ve Amerika’ya yönelik göçlerde, özellikle uluslararası işgücü göç
hareketlerinde göçmenler hem yaşadıkları yerlerdeki siyasi-ekonomik güvensiz
ortamlarda çalışmak zorunda kalmışlar, hem de yasadışı göç sürecinde önemli
risklerle karşılaşmışlardır. Bu bağlamda, özellikle göç sürecine giren çoğunluğu
4
eğitimsiz, vasıfsız, yoksul, erkek, kadın ve çocuklar göçmen kaçakçıları tarafından
istismara açık bırakılmışlardır. Daha da önemlisi bu kişiler, insan tacirlerinin eline
düşerek sömürüye uğrama riskiyle karşı karşıyadır. Bu da, göçmenlerin insan
güvenliğini büyük ölçüde tehdit etmekte ve önemli insan hakları ihlallerine neden
olmaktadır.
Uluslararası göç süreci, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti,
kaynak, transit veya hedef ülke ayrımı olmaksızın ülkelerin güvenliğini, ekonomisini
ve toplumsal yapısını önemli ölçüde tehdit edebilmektedir. Uyuşturucu ve silah
kaçakçılığı, kara para gibi organize uluslararası suçlarla el ele gitmekte, ayrıca
yolsuzluk ve devlet otoritesinin sarsılmasına kadar pek çok güvenlik sorunuyla
gündeme gelebilmektedir. Ayrıca, turizmin ekonomik kalkınmanın öncü sektörü
olarak desteklendiği kimi ülkelerde bu sektörün özellikle kadın ticareti ve kadın
bedeni üzerinden oluşan pazarlara dönüştüğü hallerde aile kurumu üzerinde ahlaki
çöküntü ve değer sarsılması uzun vadede dolayımlı toplumsal yapı sorunlarına yol
açma potansiyeline sahiptir. Bu ise, bir yandan güvenlik sorununu farklı boyutlarıyla
büyütürken, diğer yandan önemli insan hakları ihlallerine yol açmaktadır. Devletlerin
bu anlamda, kendi vatandaşlarının insan haklarını korumak için taşıdığı sorumluluk
ve önem başka ülke vatandaşları için kolaylıkla ihlal edilebilir ya da göz yumulabilir
bir niteliğe bürünebilmektedir. Bu anlamda, göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretine
sadece sınır kontrollerini arttırarak, kapalı kapı politikası uygulayarak, Avrupa kalesi
gibi kaleler kurarak yaklaşmak, göçmenleri dışlamak ve özellikle de bu göçmenler
içindeki yoksullar, kadınlar ve çocuklar gibi risk gruplarını marjinalleştirmek
demektir. Ülke vatandaşlarının istemediği kötü işlerde çalıştırılmak üzere işgücü
göçü zaten kabul edilmektedir. Buna bir de piyasanın ihtiyaç duyduğu kadar kaçak
göçmenin eklenmesi, tehlikeli işlerde sosyal güvenliksiz çalıştırılmaları, yine, insan
tacirlerinin eline geçen kadınların da cinsel sömürü amaçlı kullanılması, emeğin ve
insanın haklarının ihlali kadar vatandaşlığın kazanımlarının piyasa uğruna feda
edilmesidir.
20. yüzyılda farklı nedenlerle gündeme gelen uluslararası göçler, özellikle
işgücü talepleri, çoğu kez sadece ekonomik bir ihtiyaç, uluslararası rekabette yer
edinmenin ve küreselleşmenin gereği olarak gündeme gelmiştir. Ancak, göçmen
kaçakçılığı ve insan ticaretinin taşıdığı insan güvenliği ve insan hakları boyutu çoğu
5
kez devletlerin (göç veren ve göç alan ülkeler). temel insan haklarını koruma
konusunda vatandaşlık ölçütünü temel almasından dolayı ihmal edilebilmiştir. 21. yy
da ise, güvenliğin yeni boyutları ön plana çıkarken, diğer yandan uluslararası hukuk
ve insan hakları tartışmaları sürmekte, uluslararası kuruluşların etkinliği de
sorgulanmaktadır (Axworthy, 2004: 246-258). 11 Eylül saldırıları ve uluslararası
terörizmin yeni boyutları uluslararası göçle bağlantılı güvenlik algılamalarını
yoğunlaştırmaktadır. Bugün dünyanın hemen her yerinde görülen coğrafi
hareketliliğin ve özellikle geçici dolaşımların devletlerin ve toplumların güvenliğini
ne derecede ve hangi şekillerde etkileyeceği hem ulusal hem de uluslararası siyasal
gündemde önemli yer kazanmaktadır. Aynı zamanda, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığının artması ile gündeme gelen iç güvenlik tehditleri, göçmenlere karşı
ayrımcılık ve insan hakları bağlamı ile birleşerek sorunu çok boyutlu hale
getirmektedir. Siyasa yapıcılar ve uygulayıcılar açısından ekonomik ve demografik
gerekliliklerin kaçınılmaz kıldığı göç hareketlerini bir yandan toplumlarının
güvenliğini koruyarak diğer yandan ise göçmenlerin dışlanmasını ve etiketlenmesini
önleyerek nasıl yönetecekleri önemli bir sorun alanı olmaya devam etmektedir.
Bu tartışma ekseni, insan ticareti için de geçerliliğini korumaktadır. İnsan
ticareti dünyada her yıl 600 bin ile 2 milyon arasında tahmin edilen kadın, erkek ve
çocuğun maruz kaldığı, en tehlikeli yasa dışı ticaret olgusu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Temel insan hakları ihlallerine yol açan modern kölelik denilebilecek
insan ticareti olgusu uluslararası sözleşmelerde yerini bulmuş ve uluslararası
kuruluşların da giderek daha fazla önem verdiği bir alan haline gelmiştir. Ancak, bir
yandan uluslararası hukukun gücü, diğer yandan uluslararası kuruluşların
politikalarının ve önerilerinin uygulanabilirliği tartışma konusudur. Çünkü her ikisi
de normatif ve bağlayıcı olmayan özelliktedir ve dolayısıyla uygulamada yer bulma
olanakları devletlerin kararlılığı ve olanakları ölçüsünde belirlenecektir. Bu anlamda
son yıllarda Türkiye, hem uluslararası sözleşmelerin iç hukukta yerini bulması, hem
de uluslararası kuruluşlarla işbirliği içerisinde yapılan uygulamalar açısından insan
ticareti ile mücadelede olumlu bir örnek olarak görünmektedir.
Bu çalışma, dört bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde,
uluslararası göçün tarihsel gelişimi ve göç teorileri ortaya çıktıkları döneme ait
6
uluslararası siyasi-ekonomik gelişmeler ile birlikte değerlendirilerek uluslararası
göçe yönelik genel bir çerçeve oluşturulmaktadır.
İkinci
bölümde,
günümüzde
yaşanan
uluslararası
işgücü
göçünün
şekillenmesinde önemli rol oynayan küreselleşme, buna bağlı olarak gelişen yeni
ekonomik yapılanma ve istihdam krizi ile uluslararası göçün niteliğinde meydana
gelen değişimler ele alınmaktadır. Bu bölümde son olarak, dünyada düzensiz göç
akımları, yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığı konuları uluslararası ilişkilerde soğuk
savaş sonrasında gittikçe önemini arttıran yumuşak güvenlik tartışmaları ve insan
güvenliği kavramlarına da değinilerek incelenmektedir.
Çalışmanın
üçüncü
bölümünde,
özellikle
2000’li
yıllardan
itibaren
uluslararası göç gündeminde önemli bir yer işgal eden insan ticareti konusu ele
alınmaktadır. Günümüzde modern kölelik olarak da adlandırılan ve çoğu zaman
organize suç örgütleri tarafından yönlendirilen bu olgu, toplumların yapısına ve
sosyal ilişkilere tehdit oluşturmaktadır. Ancak, insan ticareti her şeyden önce
çağımızın en önemli insan hakları ihlallerinden birisidir. Bu bağlamda, insan
ticaretinin nedenleri, türleri, boyutları ve bu alanda yapılan uluslararası düzenlemeler
insan ve vatandaşlık hakları boyutunu da içerecek biçimde ele alınmaktadır.
Son bölümde ise, Türkiye’de göç hareketlerinin gelişimi kısaca ele alındıktan
sonra,
Türkiye’nin
göçmen
kaçakçılığı
ve
insan
ticareti
ile
mücadelesi
incelenmektedir. Özellikle, insan ticareti konusunda uluslararası standartlarda
mücadele yürütmeye çalışan Türkiye, bu alanda hem yasal düzenlemeler hem de
uluslararası
kuruluşlarla
işbirliği
anlamında
olumlu
bir
örnek
olarak
değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’de insan ticaretinin boyutları, mağdur
profilleri, yasal ve idari önlemler ile yapılan diğer çalışmalar ayrıntılı olarak ele
alınmaktadır.
7
BİRİNCİ BÖLÜM
ULUSLARARASI GÖÇÜN TARİHÇESİ VE FARKLI TEORİK
YAKLAŞIMLARDA ULUSLARARASI GÖÇE BAKIŞ
İnsan hareketliliği neredeyse insanlık tarihinin başlangıcından bu yana sosyal
hayatın en önemli yönlerinden biri olagelmiştir. Ulus devletlerin oluşumu ve
uluslararası siyasi sistemin temel aktörü olmasını takiben ise, bu hareketlilik sınır
ötesi dolaşım şeklini alarak farklı siyasi, ekonomik ve sosyal anlamlar da
kazanmıştır. Devletler, egemenlik, vatandaşlık, güvenlik, siyasi ve ekonomik ulusal
çıkarlar gibi parametreleri göz önünde bulundurarak göç hareketlerine yön vermeye
çalışmışlardır. Günümüzde ise, ekonominin küreselleşmesi ve ulusal ekonomilerin
üzerindeki etkisi nedeniyle göç artık devletlerin sınır kontrollerinin ötesinde
uluslararası bir olgu haline gelmektedir. Bu bağlamda, yirminci yüzyılın ikinci
yarısından itibaren nüfus ve işgücü hareketleri, kaçak göç akımları, dış göçler ve
göçmen hakları sorunları akademik ve siyasi tartışmaların merkezine taşınmaktadır
(Sallan Gül, 2002: 80).
Günümüzde uluslararası göç tartışmalarının odak noktasını göçü arttıran
nedenler ve artan göç baskısını kontrol etme çabaları oluşturmaktadır. Bu iki etken
göç sürecinin nasıl gerçekleşeceğini belirlemektedir. Ancak, temel göç denklemini
oluşturan faktörler çok fazla değişmemektedir. Ulusal ve uluslararası gelir
dağılımındaki uçurumlar, istihdam olanaklarının dengesiz dağılımı, siyasi, etnik,
dinsel ve benzeri kültürel haklar alanında yaşanan gerilimler göçün itme ve çekme
etkenlerini oluşturmaktadır. Bunun yanında hane halkı özellik ve kararları ile
bireysel kararların da göç davranışının temel denklemine dâhil olduğu söylenebilir.
Bu bağlamda, göç hareketlerini açıklamaya çalışan çeşitli modeller geliştirilmektedir.
Bunların bir kısmı ekonomik faktörlere vurgu yaparken bir başka grup ise bireysel,
psikolojik etmenleri birincil önemde görmektedir. Ancak bu geleneksel denilebilecek
makro ve mikro yaklaşımların yerini göçü küreselleşme içerisinde bir süreç olarak
8
algılayan yaklaşımlar almaktadır. Çünkü göç akımları, en yoksulları içerdiği kadar
görece sosyal ve insan sermayesi daha güçlü olan kimseleri de içermeye başlamıştır.
Ayrıca bu akımlar günümüzde gönderen ve alan ülke boyutunu aşarak daha uzun
vadeli olmakta ve sirkülasyonlar şeklinde kendini göstermektedir. Bu da yeni
uluslararası göç akımlarının ulus ötesi boyutunu ön plana çıkarmaktadır, göç süreci
artık birden fazla coğrafyayı ilgilendirmektedir. Örneğin Afganistan’ın bir köyünden
yola çıkan göçmenin, Pakistan’dan edindiği sahte belgelerle önce Moskova’ya
oradan da İngiltere’ye ulaşması günümüzde daha sık rastlanan bir olgu olarak göçün
değişen niteliğini ortaya koymaktadır (Sirkeci, 2006: 34). Göç sürecini belirleyen
faktörler ve süreçte yer alan aktörler de hem nicelik hem de niteliksel olarak değişim
geçirmektedir. Göç politikaları ekonomi, ticaret, işgücü piyasaları, sağlık, kültür,
güvenlik ve risk alanlarının ulusal ve uluslararası düzeyde kesişmesiyle
oluşmaktadır. Göç sürecinin aktörleri ise ailelerden başlayıp işverenleri, devletleri,
uluslararası organizasyonları ve hatta insan kaçakçılarını içerecek biçimde geniş bir
yelpazededir. Bu bağlamda, çalışmanın bu bölümünde günümüzdeki göç olgusunun
değişen anlamlarını ortaya koymak amacıyla öncelikle uluslararası göçün tarihsel
gelişimi ve bu gelişime paralel olarak oluşturulan farklı teoriler kapsamında
uluslararası göçün kavramsal çerçevesi ele alınmaktadır.
1.1 Uluslararası Göçün Tarihçesi
Göçler insanlık tarihinde yeni bir olgu olmayıp, insanların binlerce yıldır
kıtlık, savaş, sürgün gibi nedenlerle yurtlarını terk ettikleri bilinmektedir. Ancak
kapitalizmin gelişimi ve sanayi devrimi ile birlikte, hem kırdan kente hem de çevre
ülkelerden kapitalizmin merkezlerine doğru kitlesel işçi göçlerinin başladığı
görülmektedir. Aynı zamanda, emperyalist ülkelerin kurdukları sömürgelere doğru
kitlesel bir ters akım da başlamış, Avrupalı nüfuslar bu yeni yerleşim yerlerinde
yerlileri azınlık haline getirmişlerdir. (Aydoğanoğlu, 2006). 19. yüzyıldan itibaren
başlayan bu yeni uluslararası göç olgusu, uluslararası siyasi-ekonomik gelişmelerle
etkileşim içinde günümüze değin gelmiştir. Günümüzdeki göç olgusunun niteliklerini
daha iyi yorumlayabilmek için uluslararası politik ve ekonomik yapının göçü nasıl
yönlendirdiğini de anlamak gerekmektedir. Bu bağlamda, uluslararası göçün tarihsel
gelişimi İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası olmak üzere, dönemlerinin başlıca
uluslararası belirleyicileri ile birlikte yorumlanarak ele alınacaktır.
9
1.1.1 Avrupa Kaynaklı Göç Akımları ve I. Dünya Savaşı Sonrası
Büyük çaptaki göç hareketlerinin birinci dalgasının Avrupa devletlerinin
emperyalist atılımları ile başlayarak, Birinci Dünya Savaşı'nın bitimi ile sona erdiği
söylenebilir. Avrupa üç yüzyıl boyunca dünyanın göç hareketlerine yön vermiştir.
İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda ve Fransa gelişen nüfuslarına yeni yerleşme
yerleri sağlamak üzere sömürgeler kurmuş, 1820–1930 yılları arasında 55–60 milyon
Avrupalı denizaşırı ülkelere göç etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri bu göç dalgası
için ana hedef ülke olmuş, uluslararası göçün doruk noktasına ulaştığı 1900–1909
yılları arasında 8,2 milyon göçmenin ülkeye girdiği kaydedilmiştir (Boyle vd., 1998:
25).. Üç yüzyıl süren bu uluslararası göç dalgası neredeyse dünyanın şeklini
değiştirmiştir. Avrupa kökenli göçmenler Kanada, Amerika Birleşik Devletleri,
Avustralya ve Yeni Zelanda'da yeni devletlerin oluşumuna yol açmışlardır. Bu yeni
devletlerde yerliler ise azınlık durumuna düşürülmüştür. İkinci göç dalgası aynı
dönemde, ancak farklı bir yönde olmuştur. 17. ve 18. yüzyılda Avrupalı tüccarlar
Kuzey Afrika'dan topladıkları köleleri Güney Amerika'ya, Karayib adalarına,
özellikle Brezilya'ya götürmüşlerdir (Weiner, 1995: 17)..
Üçüncü uluslararası göç dalgası Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra çözülen
imparatorlukların
tasfiye
dönemine
rastlamaktadır.
Osmanlı
ve
Habsburg
devletlerinin çözülmesi, Orta, Doğu ve Güney Avrupa'da yeni devletlerin ortaya
çıkmasına yol açmıştır. Bu devletler milliyetçilik akımının etkisi ile benimsedikleri
zorunlu göç politikası yolu ile homojen nüfuslar yaratma kararı verince, büyük çapta
sığınmacı hareketleri oluşmuştur. 1920'li yıllar büyük çapta nüfus mübadeleleri
sürecine sahne olmuştur. Buna ayrıca Rus Devrimi ve ona bağlı olarak çıkan iç
savaştan kaçan Beyaz Ruslar ve 1930'lu yıllarda Nazi imha planlarından kaçmayı
başaran Yahudiler de eklenmiştir (Weiner, 1995: 18). İki dünya savaşı arası dönemde
Güney ve Doğu Avrupa vatandaşları ile Avrupalı olmayanların da uluslararası göç
sürecini belirlemeye başlamaları geleneksel olarak göç alan ülkelerin politikalarında
değişikliğe neden olmuştur. Böylece, kısıtlayıcı göç politikaları ilk kez ortaya
çıkmaya başlamıştır. Örneğin, ABD’de 1924 tarihinde çıkarılan kota yasası ile her
ülkeye o ülke vatandaşı göçmen nüfusunun ABD’deki yoğunluğuyla orantılı olarak
kota konulmuştur. Bu yolla, göçmen nüfus yapay olarak düzenlenmeye başlanmış,
İngiltere gibi ülkelere sağlanan ayrıcalıklarla da göçmen nüfusun kompozisyonu
10
belirlenmeye çalışılmıştır. Bu anlamda, I. Dünya Savaşından önce ve iki dünya
savaşı arası dönemde uluslararası göçün Avrupalı güçlerin ve politikalarının
etkisinde geliştiği söylenebilir (Boyle vd., 1998: 26).
1.1.2 İkinci Dünya Savaşı Sonrası İşgücü Göçü
Dördüncü göç dalgası İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Asya, Ortadoğu ve
Afrika'da kurulan yeni bağımsız devletlerin doğuş yıllarına rastlamaktadır. Bu yeni
devletlerin çoğunlukla etnik açıdan bölünmüş, otoriter siyasal rejimlere sahip olması
kaçınılmaz biçimde şiddet hareketlerine yol açıp milyonlarca insanı sığınmacı
statüsüne düşürmüştür. Uluslararası göçün beşinci dalgası ise dördüncü dalga ile
kesişerek, daha sınırlı ölçüde ekonomik nedenlerden dolayı ortaya çıkmıştır. II.
Dünya Savaşı sonrası izlenen kalkınma politikaları ve Bretton Woods sisteminin
etkisi ile göç, çoğu zaman işgücü ve beyin göçü olarak az gelişmiş ülkelerden
merkez ülkelere doğru olmuştur. Bu dönemde, Avrupa ve Akdeniz kıyıları ile Kuzey
ve Orta Amerika başlıca göç alan bölgeler olmuştur. 1950 ve 1960'lı yıllarda Batı
Avrupa, Birleşik Amerika ve petrol üreten Ortadoğu ülkeleri ekonomilerini daha
verimli kılmak amacı ile yabancı işgücü ithal etmeye başlamışlardır. Her ne kadar bu
işçiler başlangıçta süreli olarak getirilmişlerse de özellikle Avrupa ve Amerika'ya
gelen konuk işçiler bu ülkelerde yerleşme eğilimi göstermişlerdir (Weiner, 1995: 1920).
1970’lerde baş gösteren ekonomik kriz dünya ekonomisinin yeniden
yapılanması ve gelişmiş ülkelerin işgücü talebinin azalması gibi sonuçları
beraberinde getirirken, uluslararası göç anlamında da yeni bir dönüm noktası
yaratmış ve günümüzde yaşanan uluslararası göç olgusunun temellerini de
oluşturmuştur. İşgücü göçünün yapısal özellikleri ve boyutu dünyadaki siyasi
gelişmelerle yakından ilişkilidir. 1970’lerdeki petrol krizinden sonra yaşanan
ekonomik kriz, devletlerin görece olarak göç üzerine daha çok eğilmesini
sağlamıştır. 1980’ler boyunca yaşanan ekonomik ve siyasi krizler de birçok ülkede
göçmenlere olan muhalefeti arttırmıştır. Bu nedenle birçok Avrupa ülkesinde ırkçılık
ve fanatizm güç kazanmış, yabancı düşmanlığı yükselmiştir. Bu süreçte iktidara
gelen yeni sağ partiler izledikleri yeni sağ ekonomik politikalarla Keynesyan
yoksullukla mücadele anlayışından kopuş sürecini başlatmıştır. Bu nedenle
11
yoksulluğun yapısal ve sınıfsal nedenleri göz ardı edilmeye başlanmıştır. Birçok
ülkede göçmenlere yönelik programlara ayrılan bütçeler kısıtlanmış ya da tamamen
kaldırılmıştır. Özellikle 1980 sonrası gelişen neo-liberal uygulamalar dezavantajlı
grupların ve göçmenlerin aleyhine politik sonuçlar doğurmuştur. Bunun sonucu
olarak sosyal yardımlarda devletin rolü azalmış, yoksul vatandaşlar akrabalık,
cemaatler gibi ağlarla sosyal dayanışmayı sağlarken, göçmenlerin izolasyonu giderek
artmıştır (Sapancalı, 2005: 202–206). 1990’lı yıllar istihdam arayışında olan
potansiyel göçmenlerin merkez ülkelerdeki kapalı kapı politikaları karşısında
yasadışı yollara daha fazla başvurmaya başladığı yıllar olmuştur. 2000’li yıllarda ise
bu sorun artarak devam etmekte, özelikle 11 Eylül saldırıları sonrasında güvenlik
boyutunun da ön planda yer aldığı tartışmalar devam etmektedir.
Uluslararası göçün tarihsel dönüşümü, göç hareketlerinin yaşandığı dönemin
uluslararası siyasi ekonomik ortamı tarafından şekillendiğini göstermektedir. Bu
hareketler aynı zamanda uluslararası ve ulusal politikaların oluşumunda, ekonomik
ve toplumsal yapılarda önemli etkiler bırakabilecek nitelikte olabilmektedir. Bu
nedenle, tarihsel gelişimine paralel olarak uluslararası göç hareketlerinin nedenlerini
açıklamaya çalışan birçok göç teorisi bulunmaktadır. Günümüzde yaşanan göç
olgusunun niteliklerine ve dönüşümüne yaklaşımda kuramsal arka plan sağlaması
amacıyla bu teorilerden başlıcaları aşağıdaki bölümde ele alınmaktadır.
1.2 Göç Teorileri
Göç teorileri, kişilerin veya hanelerin davranış biçimleri, ekonomik, sosyal ve
siyasi etkenler gibi değişkenlere dayanmaktadır. Göç teorilerinin bir kısmı itici
faktörlerin önemine öncelik verirken, bir kısmı çekici faktörleri ön plana almaktadır.
Diğer yandan, göç olgusunun açıklanmasında bazı teoriler bireyin, bazı teoriler ise
yapının belirleyiciliğine vurgu yapmaktadır (Stalker, 2000: 131–135). Uluslararası
göçe nasıl yaklaşıldığı, daha geniş bir uluslararası ekonomi-politik algısı ile de
ilişkilidir. Göç teorileri, dönemin uluslararası siyasi ve ekonomik yapılanması ile
şekillenerek uluslararası göç olgusunun tarihsel gelişimini ortaya koymaktadır. Aynı
şekilde, günümüz göç hareketlerinin özelliklerini açıklamakta da göç teorileri,
konuya bakış açısına bağlı olarak, bir yaklaşım sunmaktadır. Bu nedenle, bu
12
çalışmada göç teorileri kronolojik gelişim içerisinde ve dayandıkları siyasi-ekonomik
bağlamla ilişkilendirilerek ele alınmaktadır.
1.2.1 Ravenstein’ın Göç Kanunları
Ernest Georg Ravenstein, uluslararası bağlamda göç olgusuna kuramsal
açıklamalar getiren ilk çalışmaları yapmıştır. Ravenstein, 1881 yılında İngiltere’deki
nüfus verileri üzerine çalışmış ve yedi tane göç kanunu tanımlamıştır. Ravenstein,
1885 ve 1889 da “The Laws of Migration” başlıklı iki makalede görüşlerini
açıklamıştır. Bu çalışmalarda göç ve uzaklık, göç ve aşamaları, yayılma ve oturma
süreçleri, göç zincir ve halkaları, dolaysız yani doğrudan göç, kent ve köy göç farkı,
kadın ve erkek gibi farklı değişkenler bağlamında konuyu ele almıştır. Ancak
Ravenstein’ı göç kuramı açısından önemli kılan uluslararası göçle ilgili ilk
çalışmaları yapmış olmasıdır. Ravenstein uluslararası göç olgusunda ekonomik
temelli bir yaklaşım ortaya koymuş, uluslararası göçü kentsel ve endüstriyel gelişim
ile bağlantılı olarak açıklamıştır. Ravenstein, göçü ortaya çıkaran etmenler olarak
kötü veya baskıcı kanunlara, olumsuz iklim koşullarına ve ağır vergilere de işaret
etmiştir. Fakat Ravenstein için göçün temel etmeni, ekonomik anlamda daha iyi olma
isteğidir ve bunun dışındaki diğer koşullar o kadar güçlü değildir. Dolayısıyla,
ekonomik göç dalgaları diğer koşulların yarattığı göç dalgalarından daha güçlüdür.
Ravenstein göçün sürekli artarak devam eden bir süreç olduğunu vurgulamakta, bu
sürecin sebebi olarak da sanayinin gelişmesini ve buna bağlı olarak sanayi ve ticaret
merkezlerinin çoğalmasını göstermektedir (Yalçın, 2004: 26).
1.2.2 İkili Ekonomide Kalkınma Teorisi
1954 yılında W.A. Lewis tarafından geliştirilen “sınırsız işgücü arzıyla
büyüme modeli” başlı başına bir göç teorisi olmamakla birlikte, göç teorilerine
model oluşturmuştur. Bu teoriye göre, işgücü arzı ekonomik kalkınmanın anahtarıdır.
Gelişmekte olan ülke ekonomilerinde modern sektörlerin gelişmesi tarım gibi
geleneksel sektörlerden gelecek olan işgücüne bağlıdır. Verimliliği az olan
geleneksel sektörlerden modern sektörlerde çalışmak üzere göç eden işgücü arzı
sınırsız olduğundan ücretlerin düşük seviyede kalmasına olanak tanımaktadır.
Böylece, modern sektörler düşük maliyetler nedeniyle genişlemektedir. Göç olgusu
da bu teori tarafından hem işgücüne talebi olan modern sektörler hem de bu işgücü
13
arzını üreten geleneksel sektörler açısından bir kaldıraç olarak görülmektedir (IOM,
2003: 14).
1.2.3 İtme-Çekme Faktörleri Teorisi
Göç teorilerinden en çok bilinenlerinden biri de itme ve çekme faktörleri
kavramına dayanan kuramdır. Bu kuramı, Everett Lee 1966 yılında “Bir Göç
Teorisi” (A Theory of Migration). adıyla yayınladığı makalesinde ele almıştır.
Lee’ye göre Ravenstein’in kuramı göçün üzerinde odaklanmakta, ancak göçmeni göz
ardı etmektedir. Yapılan göç çalışmalarının çoğu göçmenlerin demografik yapısına
ait genel bir eğilim ortaya koymaktan öteye gitmemektedir (Todaro, 1976: 16). Bu
nedenle Lee öncelikle göçlerin karakteristik özelliklerini arayarak bunların içinde
göçmenleri yönlendiren itici ve çekici faktörleri belirlemeye çalışmıştır. Bu teoriye
göre hedef bölgedeki sosyo-ekonomik koşullar, merkez bölgedeki koşullardan daha
üstünse, kişiler bu bölgelere yönelirler (Yalçın, 2004: 30).
1.2.4 Neo-klasik Teori
1960’lı yıllarda Ranis, Fei ve Todaro tarafından geliştirilen teori, neo-klasik
iktisat teorisinden de esinlenerek, göçün yapısal belirleyicileri ile bireysel
davranışları kombine ederek bir göç teorisi oluşturmuştur. Yapısal anlamda göçün
nedeni,
sermaye
ve
işgücünün
bölgesel
olarak
eşit
dağılmamasından
kaynaklanmaktadır. Ücret ve yaşam standardı işgücünü mobilize etmekte, göç veren
ülke ile göç alan ülke arasındaki işgücü arz-talep farklılıkları göçün yapısal
nedenlerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu teoriye göre ücret farklılıkları yok
oldukça ve küreselleşme ile ulusal ekonomiler birbirine bağımlı hale geldikçe
işgücünün dolaşımı da azalacaktır. Teorinin mikro düzeydeki yaklaşımı ise,
bireylerin göç kararını rasyonel olarak, kendi beşeri sermayelerine maksimum
katkıyı sağlayacak şekilde aldıkları yönündedir. Teoriye göre, bireyler tam bir
farkındalık ile göçün fayda ve maliyet hesaplarını yapabilmekte ve göç sürecine
isteyerek katılmaktadır (Todaro, 1969: 138-148).
14
1.2.5 İkili İşgücü Piyasası Teorisi
1970’li yılların sonlarında Michael J. Piore tarafından geliştirilen teori göçün
sanayi toplumlarının sürekli bir gereksinimi olduğunu ileri sürmektedir. Göçmen
işgücüne
duyulan
ihtiyaç
sanayi
toplumlarının
yapısal
özelliklerinden
kaynaklanmaktadır, çünkü kapitalizm varlığını sürdürebilmek için olumsuz
koşullarda düşük ücretlerle çalışabilecek kişilere ihtiyaç duymaktadır. Gelişmiş
ülkelerdeki ekonomik yapılanma sermaye-yoğun birincil bir sektör ve onu
destekleyen emek-yoğun ikincil bir sektörden oluşmaktadır. İşgücü piyasasındaki
yukarı doğru hareketlilik oldukça zor olduğundan işgücü ikincil sektörde kalmakta,
diğer yandan enflasyon baskısı nedeniyle ücretlerin ve çalışma koşullarının
düzeltilmesi yoluna gidilmemektedir. Bu yapılanma içinde göçmenler, ikincil işleri
kabul etmektedirler, çünkü bu ücretler halen kendi ülkelerindekinden yüksek
olmaktadır. Böylece, bu esnek üretim yapısı içinde vasıfsız göçmen işçiler de kötü
çalışma koşullarında istihdam edilme imkânı bulabilmektedirler. Dolayısıyla,
gelişmiş ülkeler kendi vatandaşları tarafından yapılmayan ikincil işlerde göçmen
işgücü istihdam ederek, birincil sektörlerini geliştirecek desteği sağlamaktadırlar
(Piore, 1986: 23-33).
1.2.6 Bağımlılık Teorisi
1980’li yıllarda Saskia Sassen ve Portes tarafından geliştirilen bağımlılık
teorisi, Samir Amin, Immanuel Wallerstein, Andre Gunder Frank gibi birçok düşünür
tarafından ortaya atılan dünya-sistem teorisinden temellenmekte ve merkez-çevre
ilişkisini odak almaktadır. Dünya sistem teorisi, dünyayı merkez ve çevre olmak
üzere ikiye ayırmaktadır. Wallerstein’ın yaklaşımı çerçevesinde, merkez ülkeler,
ekonomik ve sosyal olarak gelişmiş ve genel olarak da kapitalist ilişkiler sistemini
uygulayan ülkelerdir. Çevre ülkeler ise kapitalist ağlar ve değerler ile kuşatılmış ve
merkez ülkelere bağımlı olan ülkelerdir. Merkez ve çevre ülkeler kapitalist değerler
ve ekonomik zorunluluklar sistemi çerçevesinde karşılıklı olarak birbirlerine
bağımlılık ilişkisi içerisindedirler. Çevre ülkeler merkez ülkelerin sürekli kapitalist
gelişimi için ihtiyaç duyulan bir konumdadır. Bağımlılık sistemi içerisinde merkez
ülkeler, ucuz işgücü, hammadde ve üretilen malın pazarlanması için çevre ülkelere
ihtiyaç duymaktadırlar. Çevre ülkelerden gelen hammadde, çevre ülkelerden gelen
15
ucuz işgücüyle işlenerek maliyet düşürülmekte ve düşük maliyetli bu ürünler ülke
içinde tüketilmekte ya da diğer ülke pazarlarına ihraç edilmektedir (Balibar, 1995:
134). Bu yapıyla ilintili olarak bağımlılık teorisi de uluslararası göçü küreselleşmenin
ve güçlü kapitalist ekonomilerin zayıf ekonomilere nüfuz ederek bir dünya sistemi
oluşturmasının bir sonucu olarak görmektedir. Bu durum, yoksul ülkelerdeki gelir
kaynaklarını zayıflatarak daha iyi koşullar arayan hareketli bir işgücünün oluşmasına
neden olmaktadır. Bu süreç, çok uluslu şirketler ve doğrudan yabancı yatırımları ile
hızlanmakta, tarım reformları ve tarımsal üretimin azalması ile kent-kır ayrımı
artmaktadır. Bu koşullarda, gelişmiş ülkelerde ihtiyaç duyulan vasıfsız işgücü açığı
bu ülkelerden gelen göçmen işçiler tarafından karşılanmakta, böylece göç akımlarına
dayanan dünya çapında bir işgücü arz-talep düzenlemesi oluşmaktadır. Sanayileşmiş
merkez ülkeler, çevre ülkelerin işgücünü ve özellikle beyin göçü ile nitelikli
işgücünü sömürmekte, asimetrik bir bağımlılık ilişkisi oluşmaktadır.
1.2.7 Profesyonel Göçün Yeni Ekonomisi Teorisi
1990’lı yıllarda Oded Stark tarafından geliştirilen teori göç kararının sadece
bireyler tarafından değil, gruplar tarafından verildiğini, özellikle aile ve hane
halkının etkili olduğunu, göçün bir aile stratejisi olduğunu öne sürmektedir. Aile
içinden bir ya da birkaç kişinin göç sürecine katılması ile aile geliri artmakla
kalmayıp, aynı zamanda çeşitlenmekte, dolayısıyla bir tür güvence olmaktadır. Bu
teori, görece olarak daha iyi gelire sahip kişilerin neden göç ettiklerini de
açıklamakta yardımcı olabilmektedir. Gelirini göç süreci için riske edemeyen yoksul
aile üyeleri ülkelerinde kalırken, daha fazla harcama yapabilecek üyeler ise göç
sürecine katılmaktadır (Stark ve Bloom, 1985: 173-178).
1.2.8 Göç Ağları Teorisi
1990’lı yıllarda sosyolojide kullanılmakta olan “ağ” kavramı göç olgusunu
açıklamakta da kullanılmaya başlanmıştır. Douglas Massey, göç ağını göçmenlerin
aileleri, arkadaşları ve ülkelerinde kalan yakınları ile karşılıklı ilişkilerinin bir bütünü
olarak tanımlamaktadır. Bu ağlar, göç sürecinin maliyetini ve risklerini azaltarak göç
kanalları oluşmasına yol açmaktadır. Göç kanalları çoğaldıkça, göçmenler için daha
fazla hedef ülke ve faaliyet alanı sunmaktadır. Bu ağların enformel olması halinde,
göçmenlerin seyahat ve konaklamalarını karşılayabilmektedir. Daha sofistike
16
durumlarda ise suç ağları, göçmen kaçakçılığı yoluyla kişileri yüksek ücretler
karşılığı sınırlardan geçirmektedir. Bu ağları kullanan göçmenler borç yükü altına
girmekte, kimi zaman baskı ve şiddete maruz kalabilmektedir (IOM, 2003: 14;
Massey vd., 1999: 24-32).
1.2.9 Göç Teorileri Üzerine Bir Değerlendirme
Görüldüğü gibi göç teorileri ortaya atıldıkları dönemin siyasi-ekonomik
belirleyicilerini temel alarak göç akımlarını açıklamaya çalışmıştır. Göç akımlarının
özelliklerine bakıldığında da tarihsel olarak teorilerin göç akımlarının gelişimi ile
çakıştığı
görülmektedir.
Endüstri
Devrimi’nin
etkisini
sürdürdüğü
yıllarda
sanayileşmenin yarattığı işgücü talebinin diğer sektörlerden kaydırılan istihdam ile
sağlaması, göç teorilerinin de bu sektörler arasındaki ilişki üzerine oturtulmasına
neden olmuştur. 1950’li yıllar da benzer şekilde Fordist üretim biçiminin yaygın
olarak kullanıldığı, tarımdan sanayiye geçişin kalkınmanın temeli olduğu bir modern
toplum projesine sahne olmuştur. Bu nedenle, ikili ekonomide kalkınma teorisi gibi
göç teorileri işgücü göçünü bir kaldıraç olarak nitelemiştir. 1960’lı yıllarda ortaya
atılan neo-klasik göç teorileri ise dayandıkları iktisat modeline ve günün koşullarına
uygun olarak bireysel faktörleri göç analizinin içine katmıştır. Teori, göç sürecini
bireysel girişimin bir parçası olarak yorumlarken, bölgeler arası eşitsizliklerin işgücü
arz-talebi
yoluyla
giderilebilecek
geçici
dengesizlik
durumları
olarak
değerlendirmiştir. Ancak, özellikle 1970’li yılların ekonomik krizleri ve işgücünün
hareketliliğine karşı oluşan negatif ortam yapısal eşitsizliklerin sorgulanmasını
gündeme getirmiş, merkez-çevre ilişkileri kapsamında asimetrik bir bağımlılığın
uluslararası
göçün
merkez
ülkeler
tarafından
çıkarlarına
uygun
olarak
yönlendirildiğini savunan bağımlılık teorileri ön plana çıkmıştır. Aynı dönemlerde,
ikili işgücü piyasası teorisi merkez-çevre kavramını işgücü piyasalarının yapısına
uyarlayarak esnek üretim biçiminin yarattığı vasıflı-vasıfsız işgücü ayrımı üzerinde
durmuştur. 1990’lı yıllarda ise, uluslararası göç sürecinin karmaşıklaşması ile birlikte
yapısal faktörlerin yanında aileler, gruplar ve ağların da göç analizine katılması söz
konusu olmuştur.
Göç teorilerinin herhangi birinin göç akımlarını tek başına açıklamakta yeterli
olduğunu söylemek zordur. Teorilerin değerlendirilmesi konuya nereden bakıldığı ile
17
de yakından ilgilidir. Bu çalışmanın konusu olan uluslararası işgücü göçü, yasadışı
göç ve insan ticaretine yaklaşım açısından ön plana çıkan teoriler ise bağımlılık
teorisi ve ikili işgücü piyasaları teorisidir. Bağımlılık teorisi, Immanuel
Wallerstein’ın dünya siyasi-ekonomik sistemi üzerindeki daha geniş çerçeveli
teorisinden esinlenerek oluşturulmuştur.
Bu kuramsal çerçeve içerisinde günümüzde küreselleşmenin yönlendirdiği
işgücü hareketliliği ile bu hareketliliğin önündeki engeller incelenmektedir.
18
İKİNCİ BÖLÜM
YASADIŞI GÖÇ VE GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI
Günümüzde, özellikle merkez ülkelerin kendi işgücü piyasalarını korumak ve
artan işsizliği önlemek için kısıtlayıcı göç politikaları ile göçmen işçilerin ya da
işgücü göçünün engelleme çabalarına rağmen, yabancı işçilerin sayısında artış
gözlenmektedir. Bu çelişkili durum, kısmen göçmenlerin evlilik gibi ailesel bağları
kullanarak göç etmelerinden kaynaklanmışsa da küresel ekonomik yapılanmanın
hem göç alan hem de göç veren ülkeler açısından bu olguyu zorunlu kıldığı
faktörlerden de etkilenmektedir (UNFPA, 2002: 20). Günümüz uluslararası göç
hareketlerinin oluşumunda küreselleşme, neo-liberal ekonomik yapılanma, dünya
üzerinde gelir dağılımı eşitsizliği, istihdam krizi ve yoksulluk gibi olgular belirleyici
rol oynamaktadır. Küresel ekonominin özellikle az gelişmiş ülkeler üzerinde yarattığı
baskı, işgücü piyasaları üzerinde olumsuz etkilere yol açmakta, istihdam
olanaklarının kısıtlılığı ve gelir dağılımı eşitsizliği bugün dünyanın birçok yerinde
yoksulluğu ve işsizliği en önemli sorunlar olarak karşımıza çıkarmaktadır. Diğer
yandan, neo-liberal ekonomi politikaları sosyal devletten uzaklaşmayı ve bireysel
girişim kavramını ön plana çıkarırken, geleneksel olarak devletin koruması altında
olması gereken yoksullar, işsizler, kadınlar ve çocuklar gibi gruplar yalnızlaşmakta,
yaşadıkları yerlere aidiyet duyguları aşınmakta, farklı yaşam biçimlerinin arayışına
girmektedir. Aynı zamanda, küresel ekonominin yapısal özellikleri bir yandan
yüksek düzeyde profesyonelleşmiş birincil bir sektöre dayanırken, diğer yandan da
vasıfsız ve ucuz işgücünü de gerekli kılmaktadır. Bu noktadan bakıldığında
uluslararası işgücü göçü artmakta, fakat kısıtlayıcı politikalar nedeniyle bu göç
giderek daha fazla yasadışı nitelik kazanmaktadır. Bu gruplar aynı zamanda,
günümüzde giderek artmakta olan uluslararası suç organizasyonlarının hem kaynağı
hem de hedefi haline gelebilmektedir. Bu bağlamda, uluslararası göçün artışında ve
niteliksel dönüşümünde önemli rolü olan küreselleşmenin ve onun şekillendirdiği
uluslararası ekonomi-politiğin irdelenmesi gerekmektedir.
19
2.1.
Küreselleşme ve Liberal Paradoks
Günümüzde teknolojik ilerleme ve teknolojinin paylaşımı süreci olarak kabul
gören küreselleşme, yeni bir tarihsel evre olmayıp, kapitalizmin farklı aşamalarında
bu tür genişleme evrelerinin yaşandığı görülmektedir. Son yüzyıllarda kapitalizmin
gösterdiği gelişme kendini iki ayrı küreselleşme dalgası olarak ortaya koymuştur. Bu
evrelerden ilki, dokuma tezgâhlarındaki teknolojik gelişmeler ile üretimin,
demiryollarının ve buhar gücüne dayalı okyanus ötesi taşımacılığın geliştiği 19.
yüzyıl olmuştur. 19. yüzyılın küreselleşme evresinin temel özelliği, üretim ve
pazarlama maliyetlerindeki düşüş ile birlikte bu maliyetler içinde ulaşım giderlerinin
payının da hızla düşmesidir. Ulaşım maliyetlerinin düşüşü, üretilen malların dünya
pazarlarında yer almasının en önemli nedeni olmuştur. Bu dönem boyunca artan
sanayileşme oranları ile ileri sanayi ülkeleri imalat mallarını çevre ülkelere
hammadde karşılığında satmaya başlamıştır. Bu hızlı sanayileşme döneminde,
büyüme oranları ivme kazanmış, dünya kapitalizminin liderleri konumunda olan
ülkeler her geçen yıl daha fazla iktisadi büyüme göstermiştir. Ancak, diğer yandan
aynı dönem üçüncü dünya için sanayisizleşme ve geri kalma anlamına gelmiştir.
Örneğin, dünya tekstil imalatının önemli bir bölümünü yapan Hindistan 19. yüzyılda
ham pamuk karşılığında tekstil ithalatı yapan bir çevre ülke konumuna gelmiştir. 19.
yüzyılda yaşanan bu küreselleşme dalgası eşitsiz ekonomik yapılanmanın temellerini
oluşturarak bir anlamda 20. yüzyılda yaşanan ikinci küreselleşme dalgasının da
zeminini oluşturmuştur (Yeldan, 2003: 431).
20. yüzyılın küreselleşme dalgası, II. Dünya savaşının ardından uluslararası
ticareti serbestleştirmeye yönelik adımlarla başlamıştır. II. Dünya savaşı sonrası
gündeme gelen liberal ekonomiye ve küresel insan haklarına dayalı “yeni uluslararası
düzen” söylemine benzer olarak günümüzde de “küreselleşme” neredeyse her
tartışmada anahtar sözcük olarak kullanılmaktadır. Küreselleşme olgusunu toplumsal
hayatın tüm yönlerine dair yeni düzenlemeler içeren bir siyasi ve iktisadi önlemler
reçetesi olarak öne süren neoliberal söylem bu süreci kendi nesnel yasalarına sahip,
karşı konulamaz bir dönüşüm olarak göstermektedir. Bu bağlamda, ulus devlet
kavramının da yeniden uluslararası sermaye akışının gereklerine göre yapılanması
gerektiği vurgusu sürekli yapılmaktadır (Yeldan, 2003: 429). Ancak bu noktada,
küreselleşme ile ulus-devlet ilişkisine bakıldığında karşımıza Hollifield’in “liberal
20
paradoks” olarak adlandırdığı durum çıkmaktadır. Günümüzde, bir yandan ulus ötesi
ekonomik faktörler ve yapılanmalar güçlerini arttırırken, öte yandan da temel
aktörleri egemen ulus-devletler olan bir uluslararası siyasi sistem de varlığını
sürdürmektedir. Hollifield bu olguyu liberal paradoks olarak değerlendirmektedir,
çünkü bu durum bugün küreselleşmenin belirleyici unsuru olan liberal felsefenin
doğasında barınan bir ikilemi yansıtmaktadır. Ekonomik liberalizm, 18. yüzyıldan bu
yana hegemonik güçler tarafından tüm devletlerin refahını ve güvenliğini sağlamanın
en iyi yolu olarak sunulmakta ve farklı aşamalarda kesintilere uğramasına rağmen
uluslararası ekonomik ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, aynı zamanda 17.
yüzyıldan bu yana süregelen devletler sistemi, ulus-devleti gücü ve otoriteyi elinde
bulunduran ve bunu kullanabilen tek egemen aktör olarak kabul etmektedir. Bugünkü
uluslararası sistemde egemenlik, yasal kişilik kazanarak diğer devletlerle ilişki
kurabilmenin, yani devlet olabilmenin ön koşuludur. Dolayısıyla, egemenliğini
korumak durumunda olan devletleri bir yandan uluslararası siyasi yapı ve ulusal
dinamikler içe kapanmaya iterken diğer yandan ise, uluslararası ekonomik faktörler
dışa açılmaya itmektedir (Hollifield, 1998: 595-636).
Küreselleşmenin ekonomik boyutuna bu anlamda bakıldığında, uluslararası
ticaretin ve sermaye yatırımlarının arttığı, uluslararası örgütlenmelerin ve işbirliğinin
olduğu bir uluslararası ekonomi politiğin geçtiğimiz yüzyılın önemli bir olgusu
olduğu söylenebilir. Bu sürece paralel olarak ülke sınırları daha geçirgen hale gelmiş
ve uluslararası ticaretteki serbestlik düzeyi artmıştır. 1950 yılında 380 milyar dolar
olan dünya ticaret hacmi 1997 yılında 5,86 trilyon dolara çıkmıştır. Dünya
ticaretindeki bu hızlı artışın sebeplerinden biri gümrük tarifelerindeki düşüştür.
Ancak, bu noktada uluslararası ticarette sağlanan serbestliğin pek çoğunun gelişmiş
ülkelere ait işletmelerin ticaret kapasitelerini artırmaya dönük olduğunu ve gelişmiş
ülkelerin kendi sınırlarını ticari faaliyetler için yeteri kadar geçirgen hale
getirmediklerini de belirtmek gerekir (Tağraf, 2002: 34). Özellikle az gelişmiş
ülkelerin görece avantajlı olduğu tekstil ve tarım gibi emek yoğun sektörlere yönelik
kota uygulamaları devam etmektedir.
Uluslararası ticarette her ne kadar seçici de olsa yaşanan serbestlik geçtiğimiz
yüzyıllarda da yaşanan bir olgudur, ancak 20. yüzyılda yaşanan küreselleşme
dalgasını farklılaştıran ve yaygınlaştıran ise bilgi teknolojilerinin gelişimi olmuştur.
21
Özellikle
1980’li
yıllardan
itibaren
enformasyon
teknolojilerinin yaygınlık
kazanması, dünyada zaman ve mekân kavramlarının eski anlamını ortadan
kaldırmıştır. Bu durum küreselleşme bağlamında belki de ilk etkisini finans
piyasalarında hissettirmekle birlikte, bu etki günümüzde çok daha geniş bir alana
yayılmıştır. Küreselleşmenin yeni yüzü, ulusal sınırların ve devletlerin iradesinin
dışında oluşan küresel finans hareketleridir. Küresel finans, ulusal devletler
tarafından düzenleme dışı bırakılmış, kendi kuralı ile 24 saat ve elektronik bir şekilde
yürütülen para hareketi olarak açıklanabilir (Atatüre, 2003: 72). Bu sayede küresel
ekonomi karşılıklı bağımlılıkların geliştiği bir yapı oluşturmuştur. Para piyasaları
tüm dünyada aynı anda belirlenerek, ulus ötesi sermaye akışı sınır tanımaz bir nitelik
almıştır.
Diğer
yandan,
doğu
bloğunun
yıkılması sonrasında
liberal piyasa
ekonomisine yönelik güven duygusu artmış, tüm maliyetine rağmen, eski
planlı/devletçi ekonomiler, piyasa mekanizması süreci içinde, serbest ticaretin ve
yabancı sermayenin imkânlarından yararlanma çabası içine girmişlerdir. Bir diğer
ifade ile duvarların yıkılmasının ardından, küreselleşmenin önündeki en büyük
engellerden birisi aşılmıştır. Her ne kadar küreselleşme karşıtı hareketler artmaya
başlamış olsa bile, son dönemde neo-liberal politikaların ağırlığı her ülkede kendini
göstermiştir. Ekonomik yönden bugün yeryüzündeki ülkelerin önemli bir kısmı
birbiriyle bütünleşmeye başlamıştır. Örneğin Tayland’da başlayan bir kriz, bütün
Asya’yı etkilediği gibi, Avrupa ekonomileri de etkileyebilmektedir. Bu da doğal
olarak ülkeleri kendi politikaları kadar, başka ülkelerin izlediği ekonomik ve siyasal
politikalar konusunda da duyarlı olmaya zorlamaktadır. Yani artık ülkelerin iç
işlerinde yaşadığı sorunlar ile dış ilişkilerindeki sorunlar arasındaki sınır giderek
ortadan kalkmaya başlamaktadır (Bozkurt, 2000).
2.2.
Ulusal Ekonomilerin ve Sosyal Devletin Dönüşümü
Küreselleşme olgusunu toplumsal hayatın tüm yönlerine dair yeni
düzenlemeler içeren bir siyasi ve iktisadi önlemler reçetesi olarak öne süren neoliberal söylem bu süreci kendi nesnel yasalarına sahip, karşı konulamaz bir dönüşüm
olarak göstermektedir. Bütün ülkelerin bu yeni sürece uygun şekilde yapısal
dönüşümlerini gerçekleştirmesi küresel ekonominin nimetlerinden yararlanmanın bir
22
önkoşulu olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla, merkez dışı ya da az gelişmiş ülkelerin
yapması gereken ulusal pazarlarını uluslararası sermayeye açmak ve bunun için
gerekli reformları gerçekleştirmektir. Bu bağlamda, ulus devlet kavramı da yeniden
uluslararası sermaye akışının gereklerine göre yapılandırılmalıdır. Nitekim
küreselleşme felsefesinin azgelişmişlik ve kalkınma gibi terimleri içeren iktisat
kuramlarını yavaş yavaş “yükselen piyasalar” söylemiyle değiştirmeye başladığı
görülmektedir. Neoliberal bakış açısıyla, kalkınma bir hedef olmaktan çıkarılmakta,
az gelişmiş ülkelerin de birer yükselen piyasa olması özendirilmektedir (Yeldan,
2003: 429). Böylece, ulus-devlet ve ulusal ekonomi kavramları da yeni anlamlar
kazanmakta ve uygulamada yer bulmaktadır.
Uluslararası sermaye akışından görece avantajlı konumlar elde edebilmek ve
portföyleri kendilerine çekebilmek için gerekli olan koşulları yaratmaya çalışan
ülkeler, yapısal düzenlemeler yapmakta, makro ekonomik hedeflere yönelmekte,
para politikalarında istikrar sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu zorunluluk dolayısıyla
devletler görece otonomilerini kaybetmeye başlamakta, kendi iç işlerini ilgilendiren
konularda ulus ötesi yapıları göz önüne alarak, istihdam, iş güvencesi ve sosyal
politika gibi alanlarda müdahalelere açık hale gelmektedirler. Küresel bir eğilim
olarak, belirli bir canlanma yarattığı gözlenen ve daha çok ekonomik bir proje
biçiminde algılanan ve destek bulan, devletin küçültülmesi söyleminin, toplumsal
yaşamın diğer alanlarını nasıl etkilediği de önem kazanmaktadır. Devletin
küçültülmesi eğiliminin sonuçları, kamusal yaşamı örgütlü olan ve demokratik
mekanizmaları işleyen ileri sanayi toplumları ile az gelişmiş ya da gelişmekte olan
toplumlarda farklı olmaktadır. Devletin küçültülmesi ile boş bıraktığı alanlar, sadece
mevcut kamu kaynaklarına ve olanaklarına bağımlı olan orta ve alt gelir grubu için
daha zor ulaşılabilir olmaktadır. Bu durum da, bu kişilerin alternatif sosyal güvenlik
ağlarına yönelerek yurttaşlık algılarının değişmesine yol açabilmektedir. Yoksulları
kapsamayacak eğilimler, ticarileşmiş hizmetlere ulaşabilmeleri çok daha zor olan bu
grupların gittikçe daha fazla içe kapanmalarını ve enformel dayanışma ilişkilerine
bağımlı hale gelmelerini beraberinde getirmektedir (Erder, 1998: 111).
Bu bağlamda küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı sorunları çözmenin
anahtarı olarak girişim kavramı öne çıkarılmaktadır. Bireyin girişimciliğini öne
çıkaran söylem, devletin küresel süreçte ortaya koyacağı rolleri de tanımlamaktadır.
23
Devlet girişim kavramı çerçevesinde grupların ve kurumların yönetimi için yeni
pazar modelleri ve pratik sistemler icat etmelidir. Bu anlamda, bireysel insan
hayatının kendisinin bir girişim olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Bireyler
teknik olarak işsiz olsa bile, her an sermayesini korumakla ve geliştirmekle sorumlu
hale gelmektedirler. Sürekli olarak yeni girişimlerde bulunma zorunluluğu, bütün
sorumluluğu bireyin davranışsal yeterliliği ve yeteneğine dayandırmaya başlamıştır.
Sonuç olarak insanların karşı karşıya kaldığı sorunların nedeni sadece onların kendi
girişimlerini yeterince ortaya koyamamalarıyla açıklanmaya başlamaktadır (Guy,
2000: 41). Bu söylem tehlikeli bir şekilde ‘marjinal’
olanları –evsiz, işsiz,
yoksulları, kadın ve çocukları– ötekileştirmekte ve toplumsal hayatın dışına
itmektedir. Bir yandan bu grupların yurttaşlık bağları sarsılırken diğer yandan ise
enformel kanallarda yer alma ya da bu tür örgütlenmeler için hedef haline gelme
potansiyeli taşıyan risk grupları oluşmaktadır.
Diğer yandan, kapitalist üretimin özellikle son 30 yıldır ürettiği krizler
merkez ülkelerde bile başlasa, kapitalizmin bir dünya sistemi olması nedeniyle çevre
ülkeleri de etkilemektedir. Ekonomileri kırılgan olan bu ülkelerdeki krizler kendini
siyasi ve sosyal istikrarsızlıklar olarak yeniden üretmektedir. Artan işsizlik ve
yoksullaşmanın yanı sıra, özendirilen tüketim kültürü ve bireyselciliğin de etkisiyle
toplumsal kesimler arasında giderek artan bir eşitsizlik söz konusu olmaktadır.
Tüketim ideolojisinin dayanışmacı ilişkileri tasfiye etmesiyle birlikte ağır ekonomik
koşullara kültürel ve moral çöküntü ile gelecek kaygısı da eklenmektedir (Öngen,
2003: 161-162). Bu şekilde, dünyanın birçok bölgesinde yaygın yoksulluk ve işsizlik
yaşanırken, gelişmiş ülkelerin dünya gelirinin çok büyük bölümüne sahip olduğu
eşitsiz yapılanma, özendirilen tüketim kültürü ve yaşam algısıyla birleşmekte, kişileri
yaşadıkları yerlerden uzaklaşmaya itmektedir. Günümüzde yaşanan göç hareketleri,
küreselleşmenin getirdiği faktörlerin ve dünya üzerindeki eşitsiz yapılanmanın
sonucu olarak çoğunlukla ekonomik sebeplerden kaynaklanmaktadır.
2.3. Küresel Yoksulluk, İstihdam Krizi ve İşgücü Dolaşımı
Günümüzde, uluslararası göçlerin artışındaki belirleyici neden, ekonomik
birikimin gelişmiş ülkelerde yoğunlaşması sürecine karşın, az gelişmiş ya da
gelişmekte olan ülkelerde yaygın bir yoksullaşma yaşanması, dolayısıyla küresel
24
gelir dağılımı uçurumunun gittikçe büyümesidir (Gökbayrak, 2007). Küreselleşmeyle
birlikte gelen değişim, uluslararası göç olgusunun hem giderek artmasına hem de
ulus-devlet yapılanmasıyla bir arada var olan bu sınırlar ötesi hareketliliğin çok
boyutluluğuna neden olmaktadır.
Küreselleşmenin beraberinde getirdiği yapı her ne kadar dünya ekonomisinde
sanal bir genişleme yarattıysa da bu ekonomik gelişme özellikle gelişmekte olan
ülkelerde kendisini gelir artışı ve yeni iş olanakları olarak göstermemektedir.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın istatistiklerine göre dünya üzerinde
yoksulluk sınırında yaşayan kişilerin oranı son elli yılda son beş yüz yıla oranla daha
hızlı bir düşüş göstermektedir. Ancak, bu gelişmenin karşısında dünyadaki gelir
dağılımı dengesizliğinin giderek arttığı gerçeği de durmaktadır. 1975 yılında kişi
başına milli gelir gelişmiş ülkelerde az gelişmiş ülkelerin 41 katı ve orta gelirli
ülkelerin 8 katı iken, bu oranlar bugün sırasıyla 66 ve 14 olarak gerçekleşmektedir
(GCIM, 2005: 12). 2005 yılında dünya üzerindeki en yoksul %40’lık kesim küresel
gelirin %2’sine sahipken, en zengin %10’luk kesim ise gelirin %54’üne sahiptir
(UNDP, 2006: 11). Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki yaygın yoksulluk,
Post-Fordizm olarak adlandırılan yeni küresel üretim ilişkilerinin istihdam yapısında
oluşturduğu değişim tarafından da pekiştirilmektedir.
Ekonomik gelişmenin tartışılmaz önceliği Sennett’e göre Yeni Kapitalizmin
temel özelliğidir. Buna göre, iktisat küreselleşmiştir ve yeni teknolojilerden
yararlanmaktadır. Devasa hükümet ve şirket bürokrasileri giderek hem daha esnek
hem de daha güvensiz kurumlar haline gelmektedir. Önceki dönemin refah
devletlerinin sosyal güvenceleri çökmektedir. Kapitalizmin kendisi de, iktisadi
bakımdan esnek, son derece hareketli bir hale gelmiştir (Sennet, 2002: 30-31). Bu
şekilde, üretim biçimlerinin değişmesi ve dünya çapındaki rekabetle karşılaşan
firmalar verimliliği yükseltmek için esnekliğe dayalı farklı istihdam politikaları
izlemektedirler. Yeni üretim sistemi ile stratejik ortaklıklar ve konsorsiyumlar gibi
yollarla küresel firmaların yerel firmalarla işbirliği yapmaları sağlanmaktadır. Sınırı
aşan üretim ilişkileri, çok uluslu şirketleri ve güçlü yerel sermayeyi esnek ve bilgi
teknolojilerini yoğun kullanan yapılar olarak ortaya çıkarmaktadır (Castells, 1996:
96). Böylece, bildiğimiz geleneksel işçi kavramının anlamı değişmekte ve işçilerin
bir arada ve örgütlü olduğu yapılardan uzaklaşılmaktadır. Esnek üretim sistemi emek
25
gücünde ikili bir farklılaşma yaratmıştır. Bunlar çekirdek ve çevre işgücü
kavramlarıyla tanımlanmaktadır (Çizelge 2.1).. Çekirdek işgücü sistemin merkezinde
yer alan ve ileri teknoloji kullanımına sahip olan grup iken çevre işgücü piyasa
koşullarına göre geçici olarak istihdam edilen gruptur.
Çizelge 2.1. İkili İşgücü Piyasası Özellikleri
Çekirdek İşgücü
İyi eğitim almış işçiler
Kurumsal olarak nitelikli işçiler
Düzenli istihdam kayıtları
Düşük işgücü devri
İşe ilişkin önemli sorumluluklar
İyi çalışma koşulları
İyi ücret
İşletme destekli emeklik ve diğer yardımlar
Kariyer beklentisi
Sendikalı işgücü
Önemli derecede mesleki eğitimin sağlanması
Çevre İşgücü
Kötü eğitim almış işçiler
Nitelik düzeyleri düşük işçiler
Düzensiz istihdam kayıtları
Yüksek işgücü devri
İşe ilişkin daha az sorumluluk
Kötü çalışma koşulları
Düşük ücret
İşletme emekliliğe ilişkin destek sağlamaz
Kariyer beklentisi yoktur
Düşük sendikalılaşma
Daha düşük düzeyde mesleki eğitimin
sağlanması
Kaynak: Shackleton, 1995: 35.
İkili işgücü piyasası ve esnek üretim, kısmi zamanlı çalışma, mevsimlik
çalışma ve evde çalışma gibi farklı çalışma koşullarını gün geçtikçe çalışma
yaşamının temel nitelikleri haline getirmektedir. Dolayısıyla yeni küresel üretim
ilişkileri, “yeni profesyoneller” olarak adlandırılan bir azınlığa hizmet ederken, öte
yandan vasıfsız emek sayılan büyük kitleler için yoksullaşma anlamına gelmektedir.
Kapitalist gelişme her aşamasında toplumsal işbölümünü yeniden kurarken bazı
sektörleri ve katmanları tasfiye etmektedir ki bu günümüzde küçük esnaf, çalışanlar,
çiftçiler ve işsizlerdir. (Şimşek, 2006).
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO). istatistiklerine göre 2006 yılında dünya
üzerinde 195,2 milyon insan işsizdir, bu da %6,3 gibi bir orana denk gelmektedir
(ILO, 2007: 1). Geçen on yıllık dönemde yalnızca gelişmiş ülkelerde işsizlik oranları
düşmekte iken diğer bölgelerde ya sabit kalmış ya da artmıştır (GCIM, 2005: 12-13).
Diğer yandan işsizlik, günümüzdeki istihdam krizinin yalnızca bir boyutudur.
İşsizliğin yanı sıra çalışan yoksulluğunda da artış görülmektedir. ILO verileri 2006
yılında 1,37 milyar çalışanın günde 2 doların altında gelir elde ettiğini
göstermektedir (ILO, 2007: 1). Bu da özelikle gelişmekte olan ülkelerde ücretlerin ve
çalışma
koşullarının
düzenlenemediği
yüksekliğine işaret etmektedir.
enformel
sektörde
çalışma
oranının
26
Küresel istihdam krizinin ve yoksulluğun uluslararası göçte meydana gelen
eğilimler anlamında da önemli etkileri vardır. Özellikle Asya, Afrika ve Güney
Amerika’da ulusal ekonomilerin gittikçe artan sayıda insana yaşayabilecek kadar
ücretli bir iş verememesi, bazı ülkelerde yaşanan işgücü açığına denk gelmektedir.
Yaşadıkları yerde iş imkânı bulamayan birçok insan gelişmekte olan ülkeler arasında
dolaşıma katılırken giderek artan sayıda kişi de gelişmiş ülkelerde istihdam fırsatı
bulmanın yollarını aramaktadır. Son yıllarda göçmen işçilerin sayısında önemli bir
artış yaşanmaktadır. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre 1985 ile 2000 yılları arasında
uluslararası göçmenlerin sayısı 105 milyondan 175 milyona ulaşmıştır. Toplam
dünya nüfusunun yüzde 26 artış gösterdiği bu dönemde uluslararası göçmen
sayısında meydana gelen artışın yüzde 67’yi bulması dikkat çekicidir (IOM, 2000).
Birleşmiş Milletler’in 2000 yılı verilerine göre ise uluslararası göçmen sayısı
yaklaşık 175 milyondur. 1980 ve 2000 yılları arasında gelişmiş ülkelerdeki göçmen
sayısı iki kattan fazla artarak 110 milyona ulaşmış, gelişmekte olan ülkelerde ise bu
artış %25 olmuş ve 65 milyona ulaşmıştır. 1970–1980 yılları arasında, uluslararası
göçmen sayısındaki artış 18 milyon olurken, 1990–2000 yılları arasındaki artış 21
milyonu bulmuştur (Çizelge 2.2).. Söz konusu dönem içerisinde, güney- kuzey
eşitsizliğinden kaynaklanan göç sürecinin yanında en büyük artış ise, 1990–2000
yılları arasında, Doğu Bloğu’nun çökmesi ile birlikte yaşanan piyasa ekonomisine
geçiş
sürecinin
yarattığı doğu-batı yönlü
göç
hareketlerinden
oluşmuştur
(Gökbayrak, 2007).
Çizelge 2.2. 1990–2000 Yılları Arasında Göçmen Sayıları ve Dağılımı
Bölge
Dünya toplamı
Gelişmiş Ülkeler
Gelişmekte olan Ülkeler
Az Gelişmiş Ülkeler
Afrika
Asya
Avrupa
Latin
Amerika
ve
Karayibler
Kuzey Amerika
Okyanusya
1990 yılı
verileriyle göçmen
sayısı (000).
153.956
81.424
72.531
10.992
16.221
49.956
48.437
2000 yılı
verileriyle göçmen
sayısı (000).
174.781
104.119
70.662
10.458
16.277
49.781
56.100
1990–2000 yılları arasında
göçmen sayılarındaki
değişim (%).
13.5
27.9
-2.6
-4.9
0.3
-0.4
15.8
6.994
5.944
-15.0
27.597
4.751
40.844
5.835
48.0
22.8
Kaynak: UN Population Council, 2003: 337.
27
Uluslararası Göç Örgütü’nün 2005 yılı verilerine göre ise, uluslararası
göçmen sayısı 191 milyona, yani toplam dünya nüfusunun % 3’üne ulaşmıştır. Bu
oran ilk bakışta çok yüksek görünmemesine rağmen, göçmenlerin bir araya
getirildiği varsayıldığında dünyanın 5. büyük nüfuslu devletini oluşturacakları göz
ardı edilmemelidir (www.iom.int, 2007). Göçmenlerin %60’ı gelişmiş ülkelerde
barınmakta olup, bu bölgelerde yaşayan her on kişiden biri göçmen statüsündedir. Bu
veriler küresel işgücünün %20’sinden azına sahip olan gelişmiş ülkelerin
göçmenlerin %60’ını barındırmasının nedenlerini oldukça açık ortaya koymaktadır.
Gelişmiş ülkelerde istihdam edilen göçmenler kendi ülkelerindekinden 20–30 kat
fazla gelir elde etme olanağı bulabilmekte, yaşam standartlarının yüksekliğine
rağmen ailelerine ve ülkelerine döviz gönderebilmektedir. Bu durum giderek artan
sayıda kişinin yasal ya da yasadışı yollardan dış göç sürecine girmesinin de nedeni
olmaktadır. (IOM, 2003: 2).
2.4.
Göç
Uluslararası Göçün Değişen Nitelikleri ve Yeni Eğilimler
olgusu
insanlık
tarihi
boyunca
karşımıza
çıkmasına
rağmen,
günümüzdeki göç dalgaları hız ve dolaşım açısından daha farklı ve karmaşık bir yapı
kazanmıştır. Geleneksel göç alan ülkeler olan ABD, Kanada, Avustralya, Yeni
Zelanda gibi ülkeler Avrupalı göçmenler ve onların torunlarından oluşurken, bu
ülkeler son yıllarda özellikle Asya ve Latin Amerika’daki yeni kaynak ülkelerden
gelen büyük göç akımları ile karşılaşmaktadır. Avrupa’da hemen tüm Kuzey ve Batı
Avrupa ülkeleri 1945’den itibaren göçmen işçi akımlarına sahne olmuşken
günümüzde yeni göç çekim merkezleri de ortaya çıkmaktadır. Geçmişte göç veren
ülkeler olan İtalya, İspanya, Yunanistan gibi ülkeler ile Doğu Bloğu’nun
yıkılmasının ardından Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi bazı Doğu
Avrupa ülkeleri de göç alan ülkeler olmaktadır. Orta Doğu Bölgesi ise kompleks
nüfus hareketleri yaşamaktadır. Türkiye geçmişte genellikle göç veren bir ülke olarak
değerlendirilirken, son yıllarda kaynak, hedef ve transit ülke olarak ortaya
çıkmaktadır. Ürdün, Suriye ve Lübnan Filistinli mülteciler için önemli hedef ülkeler
konumundadır. Körfez ülkeleri ise, 1970’lerde artan petrol fiyatları ile Arap ülkeleri
ve Asya ülkelerinden önemli ölçüde işgücü göçü almaya başlamıştır. Afrika’da ise
koloniyel güçler tarafından kurulan büyük göçmen işgücü sistemleri devam etmekte,
özellikle Güney Afrika’da bulunan en geniş uluslararası istihdam sistemi bazı
28
değişikliklerle süregelmekte, ülke diğer Afrika ülkelerinden kaynaklanan yasadışı
göç ile mücadele etmektedir. Geleneksel olarak Fransa’ya büyük miktarlarda göç
veren Cezayir, son yıllarda büyük mülteci grupları almaktadır. Özetle, Afrika, hem
mülteciler hem de yasadışı göçmenler anlamında büyük sorunlar yaşamaktadır.
Benzer şekilde, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Asya’da da
yasadışı göç ve büyük göç akımları görülmektedir. Pakistan, çok sayıda Afgan
mültecinin akınına uğramakta, Hindistan kalabalık nüfusuna rağmen Bangladeş, Sri
Lanka ve Nepal’dan göç almaktadır. Malezya gibi ülkeler ise özellikle yasadışı kadın
göçmenler için önemli hedef ülkelerdir. Latin Amerika ülkeleri ise hem göç alan hem
de göç veren ülkeler konumundadır. Bu bölgedeki göç hareketleri de gün geçtikçe
yasadışı nitelik kazanmakta, özellikle ABD-Meksika arasındaki uzun sınırda yasadışı
göç kanalları bulunmaktadır (Castles ve Miller, 1993: 5-8; IOM, 2003: 2-5).
Yukarıda anlatılan göç hareketleri göz önüne alındığında, uluslararası göçün
hem küreselleşmekte hem de ivme kazanmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Gün
geçtikçe daha fazla sayıda ülke göç hareketlerinden etkilenmeye başlamaktadır. Göç
alan ülkelerin sayısı arttığı gibi, kaynak ülkeler de çoğalmakta dolayısıyla hedef
ülkeler çok farklı ekonomik, sosyal ve kültürel zeminlerden gelen göçmenlerle karşı
karşıya kalmaktadır. Uluslararası göç çeşitlenmekte, ülkeler, işgücü göçü, iltica,
yasadışı göç gibi birçok göç türü ile karşılaşmakta, bu kategorileri de birbirinden
ayırmak kolay olmamaktadır. Göç zinciri bu kategorilerden herhangi biri olarak
başlayıp, diğer bir kategoriye dönüşebilmektedir. Dolayısıyla hem ulusal hem de
uluslararası bazda göç politikalarını oluşturmak, göçü kontrol etmek zorlaşmaktadır.
Gelişmiş ülkeler bu duruma karşı yalnızca profesyonel işgücünü ve aile
birleşmelerini içerecek şekilde sınırlı göçe izin vermekte, göçmen nüfusun
çeşitliliğinin azaltılması yönünde adımlar atmaktadır (Castles ve Miller, 1993: 8).
Örneğin Schengen Grubu ülkelerinin ortak listesinde yer alan 129 ülkenin
vatandaşları için ortak vize politikası uygulanmakta, böylece gelişmekte olan
ülkelerden gelen vasıfsız işgücünün Avrupa Birliği içinde herhangi bir ülkeye girişi
engellenmektedir. Ancak, bu tür politikalar göçe neden olan faktörleri ortadan
kaldırmadığı sürece göç akımlarını engelleyememekte, sadece niteliğinin değişerek
yasadışı kanallara kaymasına neden olmaktadır.
29
2.5.
Düzensiz Göç Hareketleri ve Yasadışı Göç
Uluslararası göçte görülen yeni eğilimler, göçe yönelik kısıtlayıcı
politikalarla birleşince 21. yüzyıldaki göç hareketlerinin öncekilerden farklı olarak
daha çok düzensiz ve yasadışı göç bağlamında ortaya çıkacağı gerçeğini
göstermektedir. Kısa ve orta vadede gelişmiş ülkelere olan yasal göçün artacağını
söylemek zordur, öte yandan gelir dağılımındaki eşitsizliklerin devam etmesi
nedeniyle,
vasıfsız
işgücüne
karşı
uygulanan
sıkı
politikalar
bu
göçü
engellememekte, yasadışı göç olgusunu ve göçmen kaçakçılığı arttırmaktadır.
Yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığı Avrupa kıtası başta olmak üzere gelişmiş
ülkelerde en önemli yumuşak güvenlik sorunlarından biri olarak oraya çıkmaktadır.
Bu nedenle sorun siyasetçiler, akademisyenler ve kamuoyları tarafından yoğun
biçimde tartışılmaktadır. Ancak bu tartışmalar gün geçtikçe daha fazla siyasi nitelik
kazanmakta, sorunun nedenlerinden çok sonuçları üzerinde durulmaktadır. Bir diğer
sorun alanı ise, göçle ilgili kavramların yeterince açık olmaması ve birbirinin yerine
kullanılmasından doğmaktadır. Bu anlamda, öncelikle düzensiz göç kavramı ile
yasadışı göç kavramının birbirinden ayrılması ve yasalarla düzenlenmemiş olan her
göç sürecinin yasadışı olarak değerlendirilmemesi gerekliliği vurgulanmalıdır.
Yasalarla düzenlenmiş göç sürecinin dışında kalan göç akımlarını en geniş
anlamda “düzensiz göç” kavramı tanımlamaktadır. Düzensiz göç; mültecileri,
sığınmacıları (zorunlu göçü)., yasadışı göçü ve göçmen kaçakçılığını da içine alacak
şekilde kapsayıcı bir kavramdır. Kişilerin kendileri ve aileleri için daha iyi yaşam
arayışından kaynaklanabileceği gibi silahlı çatışmalar, insan hakları ihlalleri, çevresel
sorunlar ya da ağır ekonomik koşullar nedeniyle zorunluluktan da kaynaklanabilir
(Koser, 2005: 9). Bundan daha dar kapsamlı olan yasadışı göç terimi ise doğrudan
suç ile bağlantılıdır. Ancak düzensiz göçmenlerin birçoğu suçlu değil, temel insan
haklarını kullanma konusunda sorunlar yaşayan kişilerdir. Bu yüzden düzensiz göçün
kapsamına giren her olay yasadışı göç olarak değerlendirilmemelidir. Uluslararası
göçmenlerin içerisinde düzensiz göç anlamında vasıfsız işçilerin yanı sıra,
ülkelerinden savaş, politik istikrarsızlık, yoksulluk gibi nedenlerden dolayı ayrılmak
zorunda kalan sığınmacı ve mülteciler de bir risk grubu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yayınladığı
raporda 2005 yılında mülteci sayısının 136.000 olduğu, bu rakamın 2004 yılına göre
30
%46 azalma gösterdiği belirtilmektedir. 2005 yılında en fazla mülteci Togo
(39.100)., Sudan (34.500)., Demokratik Kongo Cumhuriyeti (15.600). ve Somali
(13.600). tarafından verilmiştir (UNHCR, 2006: 1-5). Ancak mültecilerin sayısı
halen yüksektir. 2005 yılında toplam mülteci sayısı 8,4 milyon olarak
hesaplanmaktadır (www.iom.int, 2007). Bunun yanı sıra kendi ülkeleri içinde
yerlerinden edilerek zorunlu göçmen durumuna düşen insanların sayısında artış
görülmektedir. Bu rakam 2004 yılında 5,4 milyon iken 2005 yılında 6,6 milyon
kişiye yükselmiştir. Birleşmiş Miletler rakamlarına göre bu göçmenlerin toplam
sayısı 20–25 milyon kişi arasındadır (UNFPA, 2006: 6). Dünya genelinde, zorla
yerlerinden edilen 25 milyon kişinin %70’nin kadınlardan oluştuğu görülmektedir.
Genelde, eğitim ve vasıf düzeyi düşük olan bu gruplara gelişmiş ülkeler kapalı kapı
politikası uygulamakta, ancak göçe neden olan itici faktörler ortadan kalkmadıkça
sayısı tam olarak bilinemeyen yasadışı/kaçak göç ve insan ticaretinin boyutlarını
büyütmektedir (Gökbayrak, 2007).
Yasadışı göç, doğrudan veya dolaylı olarak parasal veya maddi başka çıkar
elde etmek için bir kişinin uyrukluğunu taşımadığı veya daimi ikametgâh sahibi
olmadığı bir taraf devlete yasadışı girişi olarak tanımlanmaktadır (EGM, 2001: 14).
Göçmen kaçakçılığı ise, insanların daha iyi şartlarda yaşama, iş bulma veya
yaşadıkları ülkedeki siyasi, ekonomik ve sosyal istikrarsızlıklar gibi nedenlerden
dolayı göç etme istek ve zorunlulukları sonucu bulundukları ülkeden yasa dışı
yollarla başka ülkelere kazanç elde etmek amacıyla götürülmeleridir (Fırat, 2006).
Uluslararası Göç Örgütü’nün 2005 yılı verileri, 30–40 milyon arasındaki insanın
yasadışı göçmen konumunda bulunduğunu ve bu sayının toplam göçmen nüfusunun
%15-20’sini oluşturduğunu göstermektedir. Yasadışı göçmenler, en büyük oranda
ABD’de bulunmakta olup (10,3 milyon)., ülkeye her yıl 500.000 yasadışı göçmenin
giriş yaptığı hesaplanmaktadır. ABD’de yasadışı göçmenler ülkedeki yabancı
nüfusun ise %30’una ulaşmaktadır. Avrupa’da da 7–8 milyon yasadışı göçmen
olduğu tahmin edilmektedir (www.iom.int, 2007). Bu rakamlar, yasadışı göçün
sadece polisiye önlemler ile azaltılamadığının da bir göstergesidir. Yasadışı göç ve
göçmen kaçakçılığına neden olan faktörlerin varlığını sürdürmesi bu konudaki
mücadeleyi zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, bu alanda oluşturulacak politikalarda
31
öncelikle kişilerin yasadışı göçe başvurmasında temel belirleyici olan ekonomik
nedenlerin göz önüne alınması gerekmektedir.
2.6.
Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Ekonomik Boyutu
Yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığının temelinde küresel ekonomik
dinamikler yatmaktadır. Göç politikaları değişmekte olan devlet tanımı ve
devletlerarası ilişkilerden doğrudan etkilenmektedir. Bu anlamda, en önemli
belirleyicilerden biri devletlerin yeni küresel ekonomik düzenin ihtiyaçlarına uygun
politikalar geliştirme gerekliliğidir. Küresel ekonominin gelişimine uygun yasal
sistemler oluşturma ve bunlara katılım konusunda işbirliğine giden devletler, göç
politikaları konusunda bu gelişimi gösterememektedir. Ulusal ve bölgesel düzeylerde
planlanan korumacı ve sınırlayıcı göç rejimleri sermaye, mal ve yatırımların artan
serbest dolaşımı ile çelişmektedir. Bu asimetri de kendisini yasa dışı göç ile
düzeltmeye çalışmaktadır (Sirkeci, 2006: 34). Sermaye ve ticaretin giderek artan
serbestliği dünyanın birçok yerinde istihdam olanaklarını azaltırken, istihdam dışı
kalan vasıfsız işgücü “istenmeyen” olarak görülmekte ve dolaşımı engellenmektedir.
İşgücü piyasalarının küreselleşme eğilimini diğer piyasaların küreselleşme
eğiliminden ayıran en önemli fark, işgücünün uluslararası mobilitesinin sınırlı
olmasıdır. Mal, sermaye ve finans piyasalarında artan ve serbestleşen mobiliteye
karşılık işgücü mobilitesi ulusal devletlerin sınırları içinde kalmaktadır. İşgücünün
uluslararası mobilitesini sınırlayan çok sayıda belirleyici vardır. Bu etmenlerden en
önemlileri işgücünün uluslararası mobilitesinin maliyetinin yüksek olması,
devletlerin vatandaşlığa ve çalışmaya ilişkin yasal düzenlemeleri ve kültürel
farklılıkların ve artan yabancı düşmanlığı eğilimlerinin etkisidir (Şimşek, 2006).
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kalkınma için ihtiyaç duyulan işgücü
talebini göçmen işçiler ile karşılayan merkez ülkeler bu durumun geçici olduğu
kabulünden yola çıkarak, göçmenleri “konuk işçi”, “sığınmacı” gibi kavramlarla
adlandırırken, bu işçiler, siyasa üreticiler ve toplum tarafından belirli iş kollarına
belirli ücretler karşılığı yerleştirilmiş geçici ve ayrı bir grup olarak algılanmıştır.
1973 petrol krizi ile başlayan istihdam krizi ise bu algıyı daha da güçlendirerek
göçmenleri istenmeyen, yasadışı yollarla büyük kitleler halinde ülkelerine sızan
kişiler olarak kategorize etmelerine yol açmıştır. Bu dönemde Avrupa’nın birçok
32
ülkesinde “sıfır göç” politikası uygulanmaya başlanmış, yabancı işçi istihdamı
dondurulmuş, göçmenlere karşı sıkı kontrol politikalarına ve kısıtlamalara gidilmiştir
(EC, 2000: 3). Göç kontrolüne yönelik devlet politikaları neo-klasik yaklaşımlara
indirgenmiş, sınır kontrolleri, işverenlerin cezalandırılması, göçmenlere tanınan
sosyal hakların kısıtlanarak göçün daha az özendirici olması gibi çözümlere
yönelmiştir. Göç alan ülkeler, ülkeye giriş koşullarını vasıflı kişilerin lehine olacak
şekilde yeniden düzenlemekte, ülkeye göçmen olarak kabul edilmek için aranan
şartlar, vasıflı kişileri de elemeye tabi tutacak ve sayılarını sınırlayacak şekilde
konulmaktadır. Ayrıca göçmenlere ülkeye girişlerinden hemen sonra oturma izni ve
vatandaşlık hakları verilmemekte, belirli kısıtlamalara tabi tutulmaktadır. Çok uluslu
şirketler,
dünyanın
diğer
bölgelerindeki
kollarında
çalışmak
üzere
kendi
vatandaşlarından vasıflı kişileri göndermekte, böylece dünya üzerinde dolaşıma
katılan bir profesyonel çalışanlar kitlesi oluşmaktadır. Diğer yandan, potansiyel
göçmenlerin gelişmiş ülkelere giriş imkânı bulması kısıtlayıcı göç politikaları
nedeniyle gün geçtikçe zorlaşmaktadır (Castels ve Miller, 1993: 8-9).
Ancak, tüm bu seçici ve kısıtlayıcı göç politikaları aynı zamanda bir ikilemi
de yansıtmaktadır. Çünkü sanıldığının aksine gelişmiş ülkeler de göçmen işgücüne
hem nüfus özellikleri hem de esnek üretim biçiminin getirdiği çalışma koşulları
nedeniyle ihtiyaç duymaktadır. Düşük doğum oranları ve beklenen yaşam süresinin
uzaması birçok gelişmiş ülkenin giderek artan sayıda yaşlı nüfusa sahip olması
sonucunu doğurmaktadır. Aynı zamanda, esnek üretim biçimi yarı zamanlı ve
vasıfsız emeğe dayanmaktadır. Bu da işgücü piyasası açısından hem niteliksel hem
de niceliksel bir açık anlamına gelmektedir. Aksi takdirde “emek gücünün
feminizasyonu ve etnizasyonu” ile oluşturulan katlanmış esnek zamanlı çalışmayı
açıklamak mümkün olmaz (Şimşek, 2006). Küresel sermayenin ucuz işgücü
ihtiyacını karşılamak üzere izlediği yollardan biri üretimini vasıfsız işçi arzının
yoğun olduğu bölgelere kaydırmaktadır. Diğer bir yol ise ucuz işgücünü yasal ya da
yasadışı kanallarla üretimin yapıldığı gelişmiş ülkelerde geçici olarak istihdam
etmektir (Jordan ve Düvel, 2002: 16). Bazı gelişmiş ülkelerde yasadışı işgücü
göçünün bölgesel ekonomilerin gelişmesinde temel rol oynadığı söylenebilir, çünkü
bu şekilde çalışma koşulları enformel ve esnek olmaktadır.
33
OECD üyesi ülkelerin çoğunda göçmenlerin ve yabancıların entegrasyonu
büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. İllegal yollardan göç eden göçmenlerin
çalışma şartlarının acımasız olduğu, yasal düzenlemelerin uygulanamadığı resmi
olmayan (kayıt dışı). sektörde istihdam edildiği söylenebilir. Genel olarak
bakıldığında, illegal göçmenlerin, devletler tarafından resmi olarak tanınmadığından,
yasalar çerçevesinde çalışmasının son derece güç olduğu ortadadır. Bu durum
bilinmesine karşın, illegal göçmenlerin bazı sektörlerde istihdamı pek çok gelişmiş
ülke için yeni bir yasa dışılık yaratmaktadır. Bu ülkelerde illegal göçmenler, bir
anlamda kayıt dışı ekonominin önemli bir parçasını oluşturmaktadır (OECD, 2003:
17). Dolayısıyla mevcut işgücü yapılanması içinde göçmen işçilerin önemi büyüktür.
Ancak, gelişmiş ülke yönetimleri genellikle vasıflı veya vasıfsız göçmen işgücüne
olan bu ihtiyaçlarını kamuoyuna açıkça belirtmekten kaçınmakta, yabancı
düşmanlığının ortaya çıkardığı tepkilerle baş etmek yerine kısıtlayıcı göç siyasalarını
bir iç politika aracı olarak kullanmaktadır (GCIM, 2005: 12-14).
Ancak, kamuoyu nedeniyle bu tür bastırıcı politikalar uygulayan hükümetler
uluslararası göçün temel nedenleri üzerinde bir kontrol güçleri olmadığından, göçle
ilgili önlemler genellikle sembolik hareketler olarak kalmaktadır. Kısıtlayıcı
politikaların göçü azaltacağı yönündeki inanış ise, ABD gibi gelişmiş ülkelerde elde
edilen veriler ile uyuşmamaktadır. Bastırıcı kontrol mekanizmaları göçmenleri bu
ülkelere girmekten alıkoymamış, göçmen sayılarını düşürmemiş, sadece göçmenlerin
kompozisyonunu değiştirmeye başlamıştır. Yasadışı yollara başvuran, ekonomik ve
sosyal olarak sömürüye açık olan bir risk grubu oluşmaktadır. Devletlerin,
uluslararası göçün çok kaynaklı ve karmaşık yapısını anlamaktaki yetersizlikleri daha
düşük ücretler, kötü çalışma koşulları ve toplumsal çatışmalar ile birlikte devam eden
bir uluslararası göç sürecine yol açmaktadır (Massey vd., 1998: 286-290). Bu durum
da, yasadışı göçün güvenlik boyutunun ön plana çıkmasına neden olmaktadır.
2.7.
Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığının Güvenlik Boyutu
Yasadışı göç olgusunun nedeni çoğunlukla ekonomik iken, siyasi faktörler
hem neden hem de sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Taşıdığı siyasal boyutun da
etkisiyle, düzensiz/yasadışı göç öncelikle bir güvenlik sorunu olarak görülmektedir.
Ancak, bu noktada konuyu dar anlamda ele almak, yasadışı göçün nedenlerini ve bu
34
bağlamda güvenliğin diğer boyutlarını göz ardı etme eğilimini de beraberinde
getirmektedir. Devletlerin sınırlarından kimlerin geçeceğini denetleme hakkı
egemenliklerinin önemli bir parçasıdır. Bu da, yasalarla düzenlenmemiş olan göçün
durdurulmasının egemenliğin tam kullanımı için zorunlu olduğu gerçeğini
beraberinde getirir. Yasadışı göç, aynı zamanda devletin güvenliğine karşı da bir
tehdit olarak algılanmakta, potansiyel teröristler için ülkeye giriş kanalı oluşturduğu
söylenmektedir (Koser, 2005: 10-12). Gelişmiş ülkelerin birçoğunun göç
politikalarında ekonomik ve sosyal boyutta devletlerin aldığı sorumluluk aşınmakta,
işbirliği çabaları ise genelde güvenlik endişeleri ile oluşturulmakta ve neredeyse
sadece suç önleme mekanizmalarına indirgenmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği’nde
potansiyel göçmenlere yönelik politikalar oldukça kısıtlayıcı bir yöne doğru
ilerlemekte, bu durum “Avrupa Kalesi”, “Kolektif Sınırlamacılık”, “Göçün
Güvenlileştirilmesi” gibi kavramlarla adlandırılmaktadır. Yabancıların hak ve
özgürlüklerinden daha çok, polisiye tedbirler, gözaltı ve yargılama konularındaki
işbirliği üzerinde durulmaktadır. 2000’li yıllarda göçmen politikası suçla mücadele
ile neredeyse aynı anlama gelmektedir (Tholen, 2004: 323-325).
Ancak, yasadışı göçü sadece bu boyutuyla ele almak bu olgunun beslendiği
kaynakları ve diğer önemli tehditleri, devletler, toplumlar ve özellikle göçmenler
açısından görmezden gelme kolaylığını da sağlamaktadır. Konunun hassasiyeti göz
önüne alındığında indirgemeci sonuçlara ulaşmadan önce dikkatli bir analiz
yapılması gereği ortaya çıkmaktadır. Öncelikle devletlerin büyük sayılarda yasadışı
göçmen tarafından bir anlamda işgal edileceği düşüncesi doğru değildir. Yasadışı göç
önemli sayılarda ortaya çıkabilir, ancak birçok ülkede bu, toplam göçmenlerin içinde
küçük bir oranı oluşturmaktadır. İkinci olarak, düzensiz göç ile gelen göçmenlerin
büyük ölçüde yasadışı faaliyetler içerisinde bulunduğu ve AIDS gibi hastalıkları
yaydıkları gibi sık karşılaşılan yargılar sadece genellemedir. Düzensiz göçmenlerin
devletin egemenliğini ve güvenliğini tehdit ettiği algısı kadar önemli bir başka sorun
da bu tartışmalarda yaşanan kutuplaşmadır. Düzensiz göçmenler üzerinden yaratılan
aşırı bir tehdit algısının karşılığında bazı sivil toplum örgütlerinin ortaya çıkan
sorunları küçümseme eğilimi yer almaktadır. Ancak, tehdit kavramına gerçekçi
olmayan bir şekilde yaklaşmak, düzensiz göçün özellikle büyük ölçekte olduğunda
gerçekten sorun yaratabileceğini görmezden gelmektir. Yapılması gereken, siyasi
35
görüşlerin şekillendirdiği aşırı uçlardan uzak durarak gerçek boyutları analiz etmeye
çalışmaktır (GCIM, 2005: 32-41).
Siyasi görüşler tarafından yönlendirilen göç ve göçmen algısı sosyal
dışlanma, yabancı düşmanlığı gibi olumsuz faktörlerin devreye girerek birbirini
beslemesine yol açmaktadır. Düzensiz göç sürecinde ortaya çıkan göçmen
kaçakçılığı gibi istismara yönelik hareketler de kamuoylarında olumsuz tutumların
oluşumunu hızlandırmaktadır (IOM, 2004: 46). Gelişmiş ülkelerde sosyal dışlanma,
kaçak işçiler, göçmenler, sığınmacı ve etnik azınlık gibi kümeleri de doğrudan
etkilemektedir. Bir ulus devlete üyelik anlamına gelen resmi yurttaşlık, özellikle göç
olgusuyla birlikte önemli ölçüde tartışılır hale gelmiştir. Resmi yurttaşlık her ne
kadar hakların elde edilmesi ve uygulanması açısından yeterli bir unsur olmasa da,
hakların kime verildiğinin göstergesidir. Özellikle yoksul ülkelerden gelişmiş
ülkelere göç edenlerin bir kısmı, yurttaşlık haklarından da yararlanamamaktadırlar.
Öte yandan göçmen kabul eden çeşitli devletlerde, göçmenlere ve azınlıklara temel
yurttaşlık hakları bağlamında farklı politikaların uygulandığı görülmektedir. Birçok
ülke göçmenlere yönelik politikalarını daha çok ekonomik haklar temelinde
kurmaktadır. Aslında göçmenler ve azınlıklar, sosyal dışlanmayı sadece politik
katılım
ve
işgücü
yaşamaktadırlar
piyasasına
(Sapancalı,
katılımın
2005:
ötesinde
202-206).
Bu
diğer
durum
bütün
da,
yönleriyle
göçmenlerin
reaksiyonuna neden olmakta, karşıt tepkilerin ortaya çıkmasıyla birlikte gerçek bir
güvenlik sorunu ortaya çıkabilmektedir.
Düzensiz göç tartışmalarında genellikle göz ardı edilen bir başka nokta da
göçmenlerin kendilerinin karşılaştıkları tehditlerdir. Düzensiz göç olgusu, insan
güvenliği kavramıyla yakından ilintilidir. 1994 yılında Birleşmiş Miletler Kalkınma
Programı’nda, soğuk savaşın ardından yaşanan gelişmelerin güvenlik kavramının
üzerinde yeniden düşünülmesini gerekli kıldığı düşüncesiyle “insan güvenliği”
kavramı tartışmaya açılmıştır. Tartışmanın çıkış noktası Soğuk Savaş dönemi
boyunca güvenliğin dar anlamda yorumlandığı, ülkeler arası dengelere ve nükleer
silahlanmaya
indirgendiği,
ancak
yeni
koşullarda
güvenliğin
genişletilmesi ve bireyin de bu çerçeve için de yerini alması gerektiğidir.
çerçevesinin
36
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından yayınlanan 1994 İnsani
Kalkınma Raporu’nda insan güvenliği kavramı ele alınmaktadır. Raporda, Soğuk
Savaş döneminde toprak bütünlüğünün ya da ulusal çıkarların dış tehditlere karşı
korunması, küresel bir nükleer savaş tehdidinden kaçınılması gibi önceliklerin yer
aldığı ideolojik kutuplaşma içerisinde düşünülmeyen bir güvenlik öznesine dikkati
çekilmektedir. Günlük yaşamlarında güvenlik arayışında olan sıradan insanlar
unutulmuştur ve bu insanlar için güvenlik, hastalıklardan, açlıktan, işsizlikten,
suçtan, sosyal çatışmalardan, politik baskılardan ve çevre felaketlerinden korunma
anlamına gelmektedir. İnsan güvenliği, ölmeyen bir çocuk, yayılmayan bir hastalık,
sağlanan bir iş imkânı gibi ölçütlerle belirlenmektedir ve silahlarla değil, insanın
yaşamı ve saygınlığıyla ilgilidir (UNDP, 1994: 22).
Rapor, insan güvenliğinin temel dört özelliği üzerinde durmaktadır: İlk
olarak, insan güvenliği, zengin ya da yoksul her ülkeyi ilgilendiren bir sorundur.
Çünkü işsizlik, suç, kirlilik, uyuşturucu ve insan hakları ihlalleri gibi bütün insanlara
yönelik ortak tehditler gün geçtikçe artmaktadır. İkinci olarak, insan güvenliğinin
bileşenleri uluslararası anlamda karşılıklı bağımlılık üzerine kurulmaktadır. Yani,
herhangi bir ülkenin insanlarının güvenliği tehlikeye girdiğinde, diğer bütün
ülkelerin de bundan etkilenmesi olasıdır. Açlık, hastalık, çevre kirliliği, uyuşturucu
ticareti, terörizm, etnik çatışmalar gibi tehditler izole edilebilecek ve ulusal sınırlar
içinde kalabilecek konular değildir. İnsan güvenliğinin üçüncü özelliği, sonradan
müdahaleler ile değil erken önlem alma yoluyla sağlanabilmesidir. Son olarak ise,
insan güvenliği bireyi merkez almaktadır, kişilerin yaşam koşulları, kişisel
tercihlerini gerçekleştirebilme yetileri, fırsatlara erişim olanakları gibi yaşamsal
nitelikleri ile ilgilidir. Raporda insan güvenliği kavramına yönelik altı ana tehdidin
mevcut olduğunu belirtilmektedir. Bunlar; kontrol edilemeyen nüfus artışı, ekonomik
fırsatlarda eşitsizlik, göç, çevre felaketleri, uyuşturucu kaçakçılığı ve uluslararası
terörizm olarak sıralanmaktadır (UNDP, 1994: 23-26).
Bu bağlamda göç, insan güvenliğinin sağlanmasındaki yetersizliklerin bir
sonucu olarak yine insan güvenliğine yönelik bir tehdit haline gelmektedir. Genelde
göçün, özelde ise düzensiz göçün insan güvenliği kavramı ile bağlantısı hem göçün
nedenleri hem de sonuçları üzerinden okunabilir. Öncelikle, kontrol edilemeyen
nüfus artışı ve ekonomik fırsat eşitsizliği göçün en önemli nedenlerini
37
oluşturmaktadır. Birçok göçmen, yaşadıkları ülkelerdeki silahlı çatışmalar, siyasi
istikrarsızlıklar ve ekonomik krizlerin yarattığı güvensiz ortamdan uzaklaşmayı
amaçlamaktadırlar. Ancak, yasal göç olanağının kısıtlı olması nedeniyle yasadışı
göçe yönelmektedirler. Gitmek istedikleri ülkeye yaptıkları yolculuk sırasında da
uzun süre zor ve tehlikeli koşullarda yaşamak durumunda kalmaktadırlar. Diğer
taraftan, düzensiz göçmenlerin koşullarını kötüleştiren tek şey onların düzensiz
şekilde sınırlardan geçmesi değil, aynı zamanda hedef ülkelerde bulundukları
statüdür. Düzensiz göçmenler çoğunlukla tehlikeli işlerde çalıştırılmakta, sağlık,
eğitim gibi sosyal hizmetlerden yararlanamamakta ve sömürüye maruz kalmakta,
ancak statüleri gereği genellikle devlet otoriteleriyle işbirliğinden kaçınmaktadırlar
(Koser, 2005: 9-13). Dolayısıyla, hem hedef ülkeye yolculuk aşaması hem de
taşıdıkları statü düzensiz göçmenlerin birçoğunun tehdit unsuru değil, zorunluluk
karşısında olumsuz yaşam koşullarıyla baş etmek durumunda kalan kişiler olduğunu
göstermektedir.
Özellikle,
göçmen
kaçakçılığı
organizasyonları
tarafından
kullanılan
göçmenler bu sorunları daha da yoğun yaşamaktadır. Göç sürecinin herhangi bir
aşamasında ortaya çıkabilen insan ticareti ise hem mağdurların güvenliğine karşı
büyük tehdit oluşturmakta hem de çağımızın en önemli insan hakları ihlallerinden
birini yaratmaktadır. İnsan güvenliği perspektifinden bakıldığında, insan ticareti
mağdurlar için ciddi bir tehdit unsuru olmanın yanı sıra, toplumlar açısından da
önemli güvenlik sorunları yaratabilmektedir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde
insan ticareti olgusu bu çerçevede ele alınmaktadır.
38
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KÜRESEL BİR SORUN OLARAK İNSAN TİCARETİ
Uluslararası boyutta insan ticareti, son dönemde meydana gelen hızlı sosyal
ve ekonomik değişiklikler sonucunda ortaya çıkmış olan yeni bir olgudur ve yasadışı
göçle birlikte dünya gündeminde giderek ağırlık kazanan önemli bir yer işgal
etmektedir (www.mfa.gov.tr, 2006). Küreselleşme ile birlikte, silah ticareti,
uyuşturucu kaçakçılığı, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları da küresel
organize suç örgütleri tarafından yürütülmekte, neredeyse tüm dünyayı faaliyet alanı
haline getirmektedir. Dolayısıyla, ulusal bazda alınan önlemler yetersiz kalmakta,
birçok ülkenin sorumluluk alanına girmektedir (IOM, 2006a: 1).
İnsan ticareti dünyada her yıl 600.000 ile 2.000.000 arasında tahmin edilen
kadın, erkek ve çocuğun maruz kaldığı, en tehlikeli yasa dışı ticaret olgusu olarak
karşımıza çıkmaktadır. Genellikle, fuhuş sektöründe zorla çalıştırılan kadınların bu
ticaretin mağduru oldukları bilinmektedir. Ancak, aynı zamanda dünyanın çeşitli
ülkelerinde çocuk işçilerin farklı sektörlerde sömürüsü, kaçak göçmenlerin enformel
sektörlerde zorla çalıştırılması, evde yardımcı olarak tutulan kadınların her hangi bir
iş güvencesi olmadan ve pasaportlarına el konarak çalıştırılması gibi birçok alanda
farklı yaş ve cinsiyette kişiyi etkilemektedir (Güral, 2006: 196).
İnsan ticaretini ölçme konusundaki zorluklar, bu olgunun dünya üzerinde çok
yaygın
olmadığı
kanısını
uyandırmaktadır.
Belirlenebilen
insan
ticareti
mağdurlarının tüm mağdurların çok az bir bölümünü yansıtması, konunun acil önlem
alınması gereken bir insan hakları ihlali olduğu gerçeğini göz ardı etme tehlikesini de
beraberinde getirmektedir (UNODC, 2006: 45). Ancak, konuyla ilgili veriler bugün
dünya üzerinde 127 kaynak ülkeden insan ticareti mağdurunun 137 ülkede
sömürülmeye devam ettiğini göstermektedir. Her bir insan ticareti vakası kendine ait
özellikler göstermekle beraber, sömürünün oluşum biçimi genellikle aynıdır ve insan
ticareti anlık bir suç olmaktan öteye bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır
(UNODC, 2006: 17). Enformel sektörün ve uluslararası suç örgütlerinin en büyük
gelir kaynaklarından birisi insan ticaretidir ve bunların da büyük bir oranını kadınlar
39
oluşturmaktadır. İnsan ticareti, insan haklarının yoğunlukla ihlal edildiği bir alan
olarak yaygın ve büyük oranda kontrol dışıdır. İnsan ticareti yasalara aykırı bir fiil
olmakla kalmayıp uluslararası sözleşme ve insan hakları protokollerinin de ihlali
anlamına gelir. İnsan ticareti, yaşama ve hürriyet hakkı, çocukların güvenli bir
çevrede yetişme ve sömürüye maruz kalmama gibi en temel insan haklarının
ihlalidir. Genellikle çok iyi örgütlenmiş suç ağlarına mensup suçlular tarafından
yürütülür. İnsan tacirleri, mağdurları kendi ülkeleri içinde bir yerden diğerine
aktarırlar, çoğu zaman da uluslararası sınırlardan geçirirler. Daha sonra mağdurların
en temel özgürlükleri ellerinden alınır, eşya gibi satılırlar ve hem seks köleleri olarak
hem
de
diğer
işlerde
zorla
çalışmaya
maruz
bırakılırlar
(www.countertrafficking.org.tr, 2006).
İnsan ticareti mağdurlarının ailelerinden ve sosyal yardımlaşma ağlarından
uzakta bırakılmaları onların baskı ve tehditlere boyun eğmelerine neden olmakta,
bunun yanı sıra geride bıraktıkları kişiler için de bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.
İnsan ticareti örgütleri, bu bağların yardımı ile belirli bölgelerde faaliyetlerini
tekrarlayabilmektedir. Dolayısıyla, insan ticareti bazı bölgelerde yoğunlaşmakta ve
buralardaki toplumsal yapıyı alt üst edebilmektedir. İnsan ticaretinin ve zorla
çalıştırmanın yaygın olduğu ülkelerde, özellikle çocuk sömürüsü beraberinde
eğitimsizliği getirmekte, var olan yoksulluğu körüklemektedir. Cinsel sömürü
amacıyla yapılan kadın ticareti ise, AIDS ve benzeri hastalıkların yayılmasında
önemli rol oynamaktadır. Diğer yandan, insan ticareti, kara para, uyuşturucu
kaçakçılığı, rüşvet gibi suçları da beslemekte, suç örgütleri kendilerini yeniden
üretirken, devlet otoritesinin ve hukukun da erozyona uğraması olası hale
gelmektedir (The United States Department of State, 2006: 14). Bu bağlamda, bu
bölümde, insan ticareti olgusu hem önemli bir güvenlik sorunu hem de günümüzün
en önemli insan hakları ihlallerinden biri olarak incelenmektedir.
3.1.
İnsan
Ticareti’nin
Tanımı
ve
Göçmen
Kaçakçılığı
ile
Karşılaştırması
İnsan ticaretinin tanımlanması konusunda yaşanan zorluklar ve farklılıklar
günümüzde de devam etmektedir. Ancak, Birleşmiş Milletler tarafından 2000 yılında
geliştirilen tanım uluslararası anlamda ilk ortak kabul gören metni sunmaktadır. Bu
40
nedenle, çalışmada Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine
Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine,
Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol1 ile verilen ve Türkiye
tarafından da kabul edilerek Türk Ceza Kanunu’nda benzer şekilde yer bulan
tanımlar geçerli kabul edilmektedir.
Palermo Protokolü’nün (www.undp.ro, 2007). 3. maddesinde, insan ticareti
şu şekilde tanımlanmaktadır: “İnsan ticareti”, kuvvet kullanarak veya kuvvet
kullanma tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu
kötüye kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim
yetkisi olan kişilerin rızasını kazanmak için o kişiye veya başkalarına kazanç veya
çıkar sağlama yoluyla kişilerin istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması,
devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması anlamına gelir. İstismar terimi,
asgari olarak, başkalarının fuhşunun istismar edilmesini veya cinsel istismarın başka
biçimlerini, zorla çalıştırmayı veya hizmet ettirmeyi, esareti veya esaret benzeri
uygulamaları, kulluğu veya organların alınmasını içermektedir.
İnsan ticaretinin uluslararası alanda net ve ortak tanımlamasına gidilmesine
yönelik çabalara rağmen bu suçun tanımı ve unsurları konusunda farklı yorumlar ve
uygulamalar devam etmektedir. İnsan ticareti olgusu, bireyler, kuruluşlar,
hükümetler tarafından farklı bağlamlarda ele alınmakta, konunun çok boyutlu
doğasının bir sonucu olarak algılamalar tanımlamaları da etkilemektedir. İnsan
ticareti, konuya yaklaşım çerçevesinde organize suç, yasadışı göç, zorla çalıştırma,
kadına karşı şiddet, eşitsiz ekonomik yapılanma ve yoksulluk gibi birçok olguyla
ilintilendirilebilir (Pickup, 1998: 45).
İnsan ticareti konusundaki belirsizliklerin önemli bir nedeni de, insan ticareti
mağdurlarının genellikle yasal belgeleri ellerinden alındığı için yasadışı göçmen
statüsünde tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Göçmen kaçakçılığı ile insan
ticareti kimi zaman çakışsa da ayrı olgulardır ve insan ticaretinin çoğunlukla göçmen
kaçakçılığı kapsamında ele alınması sorunu büyütmektedir. İki olgunun örtüşen
1
Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle
Kadın Ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol
İtalya’nın Palermo şehrinde imzaya açılmış olup, 2003 yılında yürürlüğe girmiştir. Protokol, Palermo
Protokolü olarak da adlandırılmaktadır ve çalışmanın bundan sonraki bölümünde bu şekliyle
kullanılacaktır.
41
yönleri olmasına ve kimi zaman iç içe geçebilmesine rağmen, aralarındaki temel
farkların özellikle yasa uygulayıcılar tarafından iyi bilinmesinin mağdurlar açısından
önemi büyüktür. Diğer yandan, bu konudaki akademik tartışmalar da devam
etmektedir.
Görüş ayrılıklarına rağmen son yıllarda göçmen kaçakçılığının göç sürecine
ait bir kavram, insan ticaretinin ise insan hakları ile ilgili bir olgu olarak ele alınması
görüşü öne çıkmaktadır. Bu yaklaşımla, göçmen kaçakçılığında ana sorunsal devlet
üzerinde oluşurken, insan ticaretinde ise birey ön plana çıkmaktadır (Erder ve Kaska,
2003: 10). Göçmen kaçakçılığı devlet aleyhine, insan ticareti ise insana karşı işlenen
bir suçtur. İnsan ticareti suçu ile mağdurların insan hakları yoğun olarak ihlal
edilmektedir. Göçmen kaçakçılığında esas olan kişilerin rızasıdır, göçmen kendi
isteğiyle bir başka ülkeye yasadışı yollardan girmek üzere kaçakçılarla işbirliği yapar
ve onlara maddi menfaat sağlar. İnsan ticaretinde ise kişinin rızası söz konusu
olmayıp, kandırma, zorlama, baskı, tehdit gibi unsurlar bulunmaktadır. Farklı
şekillerde hedef ülkeye getirilen kişiler zorla çalıştırmaya ve istismara maruz
bırakılır. Göçmen kaçakçılığında, kişiler hedef ülkeye girişinin ardından kaçakçı ile
ilişkisine son verir. İnsan ticaretinde ise, şahıslar başta gönüllü olarak insan
tacirleriyle irtibat kurarak veya vaatlerle kandırılarak veya zorla kaçırılarak hedef
ülkeye sokulmakta, ardından insan taciriyle ilişkisi devam etmekte, çoğu zaman zorla
alıkonulmaktadır. Göçmen kaçakçılığında sömürü ilişkisi hedef ülkeye girişle sınırlı
iken, insan ticaretinde süreklilik gösterir (Bolat, 2005: 26-27).
3.2.
İnsan Ticaretinin Türleri
İnsan ticareti, sömürüye maruz kalan kişilerin cinsiyetleri, yaşları gibi
özellikleri ile sömürünün amacına bağlı olarak farklılaşmakta ve kategorilere
ayrılmaktadır. İnsan ticareti, organ ve dokuların yasadışı nakledilmesi amacıyla,
zorla
çalıştırma
ve
işgücü
sömürüsü
amacıyla,
cinsel
sömürü
amacıyla
yapılabilmektedir. Hedeflenen sömürünün amacına uygun olarak da ticarete konu
olan mağdurların cinsiyetleri ve yaşları değişmektedir. İnsan ticareti, kadın ticareti,
çocuk ticareti, zorla çalıştırma, organ-doku ticareti olarak sınıflandırılmakta olup, bu
bölümde kısaca ele alınmaktadır. Ancak, bu kategorilerden biri olan kadın ve kız
çocuklarının cinsel sömürüsü ise, hem insan ticaretinin en yaygın türü olması, hem
42
de kadınların neden öncelikli risk grubu olarak ortaya çıktığının sorgulanarak, özel
koşulların incelenmesi gerekliliği nedeniyle daha kapsamlı olarak ele alınacaktır.
3.2.1. Kadın Ticareti
İnsan ticareti mağdurlarının %80 gibi büyük bir oranını kadın ve kız
çocukları oluşturmaktadır. Genellikle gelişmiş ülkelerde bulunan mağdurların
birçoğunun sahte işverenler tarafından iş vaadiyle kandırıldıkları, garsonluk,
temizlikçilik, bakıcılık, ev içi hizmet gibi işlerde istihdam edilmek üzere göç kararı
aldıkları görülmektedir. Bu kadınlardan bir kısmı ise, fuhuş sektöründe
çalışacaklarını
bilmekte,
ancak
çalışma
koşulları
konusunda
bilgi
sahibi
olmamaktadır. Bu kadınlar, hedef ülkeye ulaştıklarında ağır borç yükü altında
istekleri dışında çalıştırılmakta, kazançlarına el konulmaktadır. Seyahat acenteleri,
göçmen kaçakçıları ve işverenle sözleşmelerin de duruma dâhil olması halinde borç
yükü katlanarak artmaktadır. İnsan tacirleri, mağdurlara 3.000 ile 60.000 dolar
arasında değişebilen borçlarının ödenmesi halinde serbest kalabileceklerini vaat
etmekte, ancak bu miktarların ödenmesi mümkün olmamaktadır. Mağdurların bir
kısmı ev hapsinde tutulurken, tehdit, baskı ve şiddet kullanılarak fuhuş sektöründe
zorla çalıştırılmaktadır. Mağdurların yasal belgelerine ve kimliklerine de tacirler
tarafından el konulmakta, bu da ayrıca tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır. Kadın
tacirlerinin
genellikle
uluslararası
organize
suç
örgütü
olarak
çalıştıkları
bilinmektedir. Ancak, aynı zamanda mağdurların vatandaşları ve hatta ailelerinden
kişiler ile bağlantılı oldukları da görülmektedir. Olumsuz koşullar altında şiddete
maruz kalarak çalışan bu kadınların hem fizyolojik hem de psikolojik sorunlar
yaşaması kaçınılmazdır. Mağdurların birçoğu AIDS ve cinsel yolla bulaşan hastalık
taşımakta, istenmeyen hamilelikler ve psikolojik travmalar sıklıkla görülmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerde de benzer şekilde zorla fuhuş sektöründe çalışan kadın
ticareti mağdurları bulunmaktadır. Bu bölgelerde kadın ticareti birkaç farklı özellik
de göstermektedir. Kadın ticareti vakalarının çoğunluğunu bölgeler arası değil, bölge
içindeki dolaşımlar oluşturmaktadır. Latin Amerika, Asya ve Orta Afrika’daki hedef
ülkelerde genellikle yine aynı bölgelerden gelen mağdurlar bulunmaktadır. Ayrıca,
ülke içi kadın ticareti de yoğunlaşmaktadır. Çocuk fahişeliği de gelişmekte olan
ülkelerde daha sık görülmekte olup, bu durum özellikle Güneydoğu Asya
ülkelerindeki seks turizmi olgusuna bağlanabilir (Besler, 2005: 12-15).
43
Kadın ve kız çocuklarının insan tacirlerinin öncelikli hedefi olmasının altında
yatan temel etken ise, küreselleşmenin arttırdığı yoksulluk ve eşitsizliğin cinsiyete
dayalı ayrımcılık nedeniyle bu gruplar üzerinde çok daha olumsuz etkiler
yaratmasıdır. Yükselen piyasa değerlerinin bir sonucu olarak, sosyal devletin de
giderek devreden çıkması ve dezavantajlı grupları koruma işlevini yitirmesi ile
kadınlar ve çocuklar hem günlük yaşamlarında hem de göç gibi kritik süreçlerde
daha fazla risk altında kalmaktadır.
3.2.1.1.
Yoksulluğun ve Göçün Kadınsılaşması
Küresel ekonominin ve krizlerin ulus-devletin üstlendiği işlevlerde yarattığı
değişim genelde az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yapısal uyum
programlarının dayattığı kamu harcamalarındaki kısıntı şeklinde olup, alt gelir
gruplarının daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Sosyal güvenceden de giderek
yoksun kalan bu gruplar yerlerinden ayrılma isteğiyle yaşamak zorunda bırakılmakta,
mekân algıları değişmekte ve kendilerine cazip gözüken fakat aynı zamanda
dünyanın en yoksullarına ve evsizlere de sahip olan dünya kentlerine doğru “umuda
yolculuklar” gün geçtikçe artmaktadır. Göçmen işgücü içersinde de, cinsiyet
üzerinden işleyen bir alt-esneklik olgusuyla karşılaşılmakta, kadın göçmenler
dezavantajları daha yoğun yaşamaktadırlar. Farklı bir toplumsal yapının içinde
“öteki” olmanın getirdiği zorluklara “kadın” olmaktan kaynaklanan zorluklar da
eklenmektedir. Göç literatüründe bu anlamda kadınların göç olgusunu inceleyen
çalışmalar sınırlı kalmakta, daha çok aile birleşmesi kapsamında ele alınmaktadır.
Toplumsal cinsiyet temelinde yapılan az sayıdaki göç araştırmasında ise, göçmen işçi
kadınların göçmen olarak yerli kadın işçi karşısında, kadın olarak göçmen erkek işçi
karşısında, göçmen işçi olarak vasıflı göçmen işçi karşısında dezavantajlı konumda
bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda, göçmen kadınlar hem sosyal politika
açısından hem de oluşturulması beklenen olumlu göç politikaları açısından öncelikli
risk grubu olarak karşımıza çıkmaktadır (Gökbayrak, 2007).
2000’li yıllarda göçün kadınsılaşması olarak adlandırılan olgu gün geçtikçe
daha görünür olmaktadır. Geçmişte göçmenlerin ve mültecilerin çoğunluğu erkek
iken, özellikle iç çatışmalar nedeniyle kadın mültecilerin sayısı artmaktadır. Bunun
yanı sıra, daha fazla sayıda kadın işgücü göçü sürecine katılmaktadır. 2000 yılı
44
verilerine göre kadınlar, göçmenlerin neredeyse yarısını oluşturmakta ve gelişmiş
ülkelerde yaşayan göçmen nüfusun ise yarısından fazlasına ulaşmaktadır. Asya ve
Latin Amerikalı kadınlar göçmenlerin yarısından fazlasını oluşturmakta, bu rakam
ülkeler özelinde daha da artabilmektedir. Örneğin, Filipinler’de yurtdışına göç
edenlerin %70’i kadınlardan oluşmaktadır.
Ayrıca,
önceki dönemlerden farklı
olarak kadınlar daha çok yalnız göç etmekte ve geride kalan aile üyelerinin geçim
kaynağı olmaktadır. Kadın göçüne dair bu artışın ve eğilimlerin önümüzdeki yıllarda
da devam edeceği öngörülmektedir. Bunun en önemli sebebi gelişmiş ülkelerde
kadınlara has görülen sektörlerdeki işgücü talebinin yoğun olmasıdır (GCIM, 2005:
11-13). Bu da getirilerinin yanı sıra, kadınlar için öngörülen işlerin niteliğinin düşük
olması nedeniyle kadın ve çocukların bazı işverenler ve kaçakçılar tarafından
istismarını yükseltmektedir. Göç sürecine dezavantajlı konumda katılan yoksul,
eğitimsiz kadın ve çocuklar zorla çalıştırma amacıyla insan ticaretine konu
olabilmektedir (Boyle vd., 1998: 28-33). Çünkü göçe yol açan itme ve çekme
faktörleri kadın ve erkekler için benzer de olsa, işçilerin göç deneyimleri yaptıkları
işin türüne göre ortaya çıkmaktadır ve bu anlamda kadınların göç deneyimleri
farklılaşmaktadır.
Erkekler tipik olarak çeşitli işler için göç edebilirler. Ancak
kadınlar en alttaki görece kötü işlerde istihdam olanağı bulmaktadırlar. Bunlar,
“kadınsı işler” olarak görülen ev içi bakım, eğlence sektörü, hizmet sektörü ve küçük
imalat sektöründeki işlerdir. Küresel işbölümünün yarattığı yapılanma bir yandan
illegal göçmenler sorununu ortaya çıkarırken, diğer yandan, bu kitle içerisinde de
dezavantajlı konumda yer alan illegal kadın göçmenler olgusunu ortaya
çıkarmaktadır. Bu durum ise sadece kadın işgücünün “daha uysal” ve “daha az
sendikalaşmasından” değil, hizmetlerin cinsiyete dayalı işbölümüyle yakından
ilgilidir. Özellikle hizmet sektöründe kadınlara ait ya da geleneksel kadın çalışma
alanlarından olan temizlikçilik, ev hizmetleri, çocuk bakıcılığı gibi işlerin göçmen
kadın işçiler tarafından yapılmasına yönelik yüksek talep bu artışı etkilemektedir
(Şimşek, 2006).
Göçmen kadınların çoğunlukla ev içi hizmetlerde çalışmasına dayalı bu
yapılanma derinlemesine incelendiğinde kadın işgücünün ulus ötesi işbölümünün
nasıl gerçekleştiğini de göstermektedir. Ev hizmetlerinde çalışan çok sayıda göçmen
kadın aynı zamanda eşit sayıdaki orta sınıf kadının çalışma yaşamında kalmasına ve
45
kariyerlerine devam etmesine olanak tanımaktadır. Dolayısıyla, bu tür göçmen
işgücü alan ülkeler, yalnızca göçmen kadın işgücünden değil, kendi kadın
vatandaşlarının ekonomiye kattığı değerden de faydalanmaktadır. Özellikle, finans
ve hizmetler sektöründe, sağlık sektöründe ve eğitim sektöründe çalışan profesyonel
kadınların yoğunlukta olduğu birçok ülkede, kadın işgücünün bu sektörlerden
çekildiği varsayıldığında durum daha iyi anlaşılabilmektedir. Ekonomik değer
üretmenin yanı sıra, bir diğer önemli nokta ise, bu şekilde günlük hayatın yeniden
üretilmesinde devletin sorumluluğunu yavaş yavaş bırakarak, çalışan kadınlar ile
göçmen kadınlar arasındaki bir ulus-ötesi işbölümüne bırakıyor olmasıdır. Bu durum,
aynı zamanda göç alan devlet için gizli bir tasarruf kalemini de oluşturabilmekte,
neo-liberal politikaların da öngördüğü şekilde sosyal devletten uzaklaşmada
araçlardan biri haline gelebilmektedir. Çünkü çocukların, yaşlıların, engellilerin
bakımı ile diğer sosyal hizmetlerin bir kısmı artık bir anlamda çalışan kadınların gelir
sübvansiyonu ve düşük ücretlerle çalışan göçmen kadınların işgücü sübvansiyonu ile
sağlanmaya başlamaktadır. Kadınların iş hayatına atılmasıyla birlikte ücretsiz ev içi
çalışma yerini düşük ücretli göçmen kadın işgücüne bırakmakta, fakat bu sorumluluk
da yine aileye ve özellikle çalışan kadına düşmektedir. Bu bağlamda, göç alan ülkede
ekonomik gelişme, kadın işgücüne ve gelirine dayalı ulus ötesi bir işbölümü ile
desteklenmektedir (Heyzer ve Wee, 1994: 44-45).
Gelişmiş ülkelerdeki işgücü talebinin yanı sıra, kadınların yaşadıkları
yerlerde karşılaştığı eşitsizlikler de göç kararı almalarında önemli bir etken
olmaktadır. Küresel sermayenin ve piyasa yapılanmasının ekonomik, siyasi ve sosyal
alandaki müdahalesi en yoğun olarak kadın üzerinde kendini göstermektedir. Neoliberal politikaların bir parçası olarak kamusal ve sosyal hizmetlerin devletin
sorumluluk alanı dışına itilmesi ve piyasanın eline bırakılması hali hazırda
dezavantajlı durumda olan kadınların eğitim, sağlık gibi temel haklardan
yararlanmasını daha da zorlaştırmaktadır. Sosyal devletin küçülmesi ve gelir
dağılımındaki eşitsizliğin artması ile yoksulluk daha da yıkıcı bir hal alırken, yoksul
kadın kitlesi hem genişlemekte hem de ayrımcılığın ağırlaştığı koşullarda
yaşamaktadır. Birçok sosyal haktan faydalanamayan kadın, kayıt dışı ve yasadışı
işlerde ucuz emek gücü olarak kullanılmaktadır.
46
Cinsiyet ayrımcılığına dayalı küresel piyasanın ve ataerkil yapıların yarattığı
koşullar, kadınların yasal olarak kötü koşullarda çalışmasının yanı sıra, göç sürecinde
insan ticaretine maruz kalarak zorla çalıştırılmasına da uygundur. Çünkü kadının
çalışması için uygun görülen enformel sektörler illegal yapılanmalara ortam
sağlayacak niteliklere sahiptir. Kadın emeğine yönelik sömürü ve istismar, özellikle
eğlence ve fuhuş sektöründe ön plana çıkmakta ve kadınlar için en olumsuz sonuçları
doğurmaktadır. Özellikle Doğu Bloğu’nun yıkılmasının ardından ülkelerindeki
ekonomik zorluklar ve istihdam olanaklarının darlığı nedeniyle eğitimli ve meslek
sahibi kadınlar da bir yaşam stratejisi olarak bu sektörlerde çalışmak zorunda
kalmaktadır. Bunun yanı sıra, ülkelerinden çeşitli vaatler ile ve özellikle iş vaadiyle
başka ülkelere getirilerek insan ticaretine konu olan eğitimsiz ve yoksul kadınlar için
durum çok daha kötüdür. Bu kadınların pasaportlarına ve diğer belgelerine el
konularak
zorla
fuhuş
sektöründe
çalıştırılmakta,
kimi
durumlarda
ücret
ödenmemekte, sürekli bir sömürüye maruz bırakılmaktadırlar (Gökbayrak, 2007).
3.2.1.2.
Kadın Bedeninin Metalaştırılması ve Dünyada Kadın
Ticareti Örüntüsü
Erkekler, kadınlar ve çocuklar birçok nedenle insan ticaretine maruz
kalmasına rağmen, seks ticareti ve seks turizmi aracıyla yapılan ticaret temel olarak
kadın ve kız çocuklarının zorla hayat kadını olarak çalıştırılmasını ve cinsel
istismarlarını içermektedir. İnsan ticaretinin mağduru olmakla yoksulluk arasında
ciddi bir bağlantı vardır. Ancak bu, her zaman en yoksul kişilerin ticarete maruz
kaldığı anlamına da gelmez. Vatandaşlık ve mülkiyet haklarındaki ayrımcı
uygulamalar, kaynaklara ulaşımdaki eşitsizlikler, bilgi ve ekonomik güç anlamında
fırsat eşitsizliği, sömürü, aile içi şiddet kadınları yaşadıkları yerlerden uzaklaşmaya
itmektedir (ESCAP, 2005: 5). Eğitim hakkı ve diğer yasal hakları engellenen
kadınlar, kendi yaşamlarının kontrol etme hakkını da yitirmekte, vasıfsız ve
ekonomik özgürlüğü olmayan özneler olarak insan ticareti konusunda risk grubunu
oluşturmaktadırlar (GAATW, 2000: 9). Bu bağlamda insan ticareti suçu genellikle
cinsiyete ve yaşa bağlı bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yasal olarak göç etme
olanağının bulunmadığı durumlarda görece avantajlı olan erkekler göçmen
kaçakçılığı yoluna başvururken, yeterli ekonomik güce, kaynaklara ve bilgiye erişme
konusunda dezavantajlı kadınlar bu sürecin herhangi bir aşamasında insan
47
tacirlerinin eline düşmektedir. Bunun da ötesinde diğer insan ticareti mağdurları göz
önüne alındığında kadınlar, daha fazla şiddete uğramaktadırlar. Bu şiddet istenmeyen
hamilelikler, cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve AIDS gibi olgularla kendisini daha
da görünür kılmaktadır.
Kadın bedeninin metalaştırılması üzerinden işleyen uluslararası piyasa yeni
bir olgu değildir. Günümüzde yasadışı yollardan elde edilen gelirin üçüncü büyük
kaynağını oluşturan kadın ticareti dört büyük dolaşım dalgasıyla gelişmiştir. Ticaret
amacıyla yönlendirilmiş ilk kitlesel dalga 1970’lerde Güneydoğu Asyalı kadınlardan,
büyük oranda da Tayland ve Filipinlilerden oluşmuştur. İkinci dalga 1980’lerde
Afrikalı kadınları hedef alarak, özellikle Ganalı ve Nijeryalı kadınların ticaretini
içermiştir. Latin Amerika’dan gelen üçüncü dalga ise yoğunlukla Kolombiya,
Brezilya ve Dominik Cumhuriyeti vatandaşı kadınlardan oluşmuştur. Günümüzde ise
dördüncü dalga olarak adlandırabileceğimiz kadın ticareti dolaşımına Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra siyasi, ekonomik ve sosyal istikrarsızlığın en yoğun
yaşandığı ülkeler konu olmaktadır. Bu anlamda, eski Sovyet Cumhuriyetleri, Baltık
Bölgesi ve Doğu Avrupa dördüncü dalga kadın ticaretinin kaynak ülkeleri haline
gelmiştir (Malarek, 2004: 18-19).
Kadın ticareti, günümüzde özellikle internet üzerinden gelişen seks endüstrisi
ve çocuk pornografisi gibi yeni “kazanç” alanlarına eklemlenerek kendini yeniden
üretmektedir. Bilgi teknolojilerin gelişimi, siber uzayda her türlü malın elektronik
ortamda zaman ve uzamdan bağımsız olarak alınıp satılmasını sağlamıştır. İnternet
üzerinden her türlü malın satılması gibi çocuk ve kadınlar da satılmaktadır. Teknoloji
seks endüstrisine kadınları sömürerek erkek müşterilere sunmanın yollarını da
bulmuştur. Burada unutulmaması gereken şey, sömürü sistemine yeni bir teknoloji
katıldığında bu güce sahip olanlara sömürüyü ve zararı yoğunlaştırma şansı
vermektedir. Seks endüstrisi,
gelişmeye başladığı ilk yıllarda yeni teknolojik
gelişmeleri kullanırken, günümüzde teknolojik araçların yaygın şekilde kullanımını
neredeyse seks endüstrisi sağlar hale gelmiştir. Bir başka deyişle, artık ticari
teknolojinin
başarısı
seks
endüstrisine
dayanmaktadır.
Çünkü
yeni
bilgi
teknolojilerinin gelişim motoru ilkel tüketim biçimi olan cinsellikle koşut
gitmektedir. Küreselleşme sonucu ortaya çıkan ekonomik ve ticari bağımlılık, seks
endüstrisinin ve internet endüstrisinin cinsel sömürünün küreselleşmesinde ortak
48
hareket etmesini doğurmaktadır (Hughes, 2006). Bu anlamda çocukların da önemli
ölçüde sömürüye uğradığı bilinmektedir.
3.2.2. Çocuk Ticareti
Çocuk ticareti, Birleşmiş Milletler’in tanımladığı şekilde 18 yaşından
küçüklerin alınıp satılması, vücutlarından ve hizmetlerinden yararlanılmasını
içermektedir. Çocuklar, çeşitli amaçlarla insan tacirleri tarafından kaçırılmakta ya da
aileleri tarafından satılmaktadırlar. Çocuk ticareti, çocukların cinsel amaçlı
kullanımı, pornografi, zorla çalıştırma, işgücü sömürüsü ve organ nakli gibi farklı
amaçlara yönelmektedir. Çocuklar bazı durumlarda bu sömürü türlerinden birkaçına
aynı zamanda maruz kalabilmektedir. Hırsızlık yapmak amacıyla kaçırılan çocuklar
cinsel sömürüye de maruz kalabilirken, işgücü sömürüsü amacıyla çalıştırılan
çocuklar kapkaççılık ve dilencilik için de kullanılabilmektedir. Sosyo-ekonomik
özellikler insan ticaretinde etkili olduğu gibi çocuk ticaretinin de temel nedenini
oluşturmaktadır. Ancak, çocukluktan kaynaklanan özellikler riskleri daha da
arttırmaktadır. Çocukların tecrübesizliği, eğitim eksikliği, yetişkinlere olan
bağımlılıkları, tacirlerin elinden kurtulma fırsatlarının az oluşu gibi nedenler çocuk
ticaretini kolaylaştırmaktadır. Özellikle yoksul aileler ile aile reisinin anne olduğu
aileler insan tacirleri tarafından çocuklarının iyi durumdaki kişilere evlatlık
verileceği vaadiyle kandırılmaya daha uygun olup, bu aileler çocuklarını 1.000 dolar
gibi bir ücret karşılığında suç örgütlerine teslim edebilmektedir. Yoksulluğun yanı
sıra çocuk çalıştırmanın, erken evliliklerin kabulü gibi kültürel faktörler ile düşük
okullaşma oranları ve eğitimde cinsiyet eşitsizliği de çocuk ticaretinin artışında
önemli etkenler olmaktadır. Çocuk koruma sistemlerinin olmadığı ya da yetersiz
olduğu ülkelerdeki çok sayıda sokakta yaşayan çocuk da bu anlamda risk altında
kalmaktadır (IOM, 2006a: 26-29). Bunların yanı sıra, fuhuş sektöründe zorla
çalıştırılan kadınların çocukları da evlatlık olarak verilme, çocuk pornografisi ya da
organlarından faydalanma amacıyla satılmakta, insan tacirleri bu şekilde çifte kazanç
sağlayabilmektedir.
Çocuk
pornografisi
teknolojinin
gelişimi
ve
internet
kullanımının
yaygınlaşması ile birlikte günümüzde en fazla yasadışı kazanç elde edilen alanlardan
49
biri haline gelmektedir. Çocuklar, ayrıca yasadışı işlerde kullanılmak, ucuz işgücü
olarak çalıştırılmak, çatışmalarda asker olarak savaştırılmak, dilendirilmek suretiyle
de sömürüye maruz bırakılmaktadır.
Çatışma ve doğal afet bölgeleri, sosyo-
ekonomik düzeyin düşük olduğu ve çocukların nüfus kayıtlarının yapılmadığı
bölgeler, yoksulluğun yoğun olarak yaşandığı bölgeler çocuk ticareti anlamında
insan tacirleri için kaynak oluşturmaktadır. Çocuk fahişelerin yoğun olarak
görüldüğü ülkeler ise Tayland, Endonezya, Hindistan, Filipinler, Brezilya gibi seks
turizminin desteklendiği ve bu sektörden elde edilen gelirin oldukça yüksek olduğu
ülkelerdir (Bolat, 2005: 24-27). Özellikle Tayland gibi bazı “markalaşmış” Asya
ülkelerinde kadın bedeninin metalaştırılması üzerinden geliştirilen turizm sektörü,
ekonomik bir mucize olarak sunulmaktadır (Bishop ve Robinson, 1998: 60-80).
Ekonomik kalkınmanın bir parçası olarak sorgulanmadan bilinçli olarak desteklenen
bu durumun, gelir kaynağı olmanın ötesinde getirdiği insani ve toplumsal bedelin
tekrar değerlendirilmesi gerekmektedir.
3.2.3. Zorla Çalıştırma/Kölelik
Zorla çalıştırma insanların yasal belgelerinin elinden alınması yoluyla
ve/veya bu kişilerin borç senetleri nedeniyle ağır borç yüküne maruz bırakılarak
istemedikleri işlerin içine sokulmaları ve kendilerinden istenen her şeyi yapmak
zorunda bırakılmalarıdır. Bu anlamda, zorla çalıştırma modern kölelik olarak da
adlandırılmaktadır. Zorla çalıştırmayla ilgili henüz sistematik bir bilgi akışı
sağlanamamakta olup, Avrupa, İsrail ve diğer Ortadoğu ülkeleri, Rusya, Türkiye,
Asya ülkeleri ve ABD’den sınırlı veriler elde edilebilmektedir. Ancak, elde
edilebilen bilgiler Batı Avrupa ve diğer gelişmiş ülkelerde işgücü istismarına dayalı
enformel bir piyasanın varlığını ortaya koymaktadır. Bu tür işgücü istismarı özellikle
yerel işgücü arzının yetersiz kaldığı mevsimlik işlerde daha yoğun görülmektedir.
Örneğin İngiltere’de tarımsal işlerde ihtiyaç duyulan işgücü açığının yıllık 50.000
kişi civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bu işgücü açığının ne kadarının insan
ticareti mağdurları tarafından karşılandığı ise bilinmemektedir. Bunun sebepleri
arasında düzensiz göçmenlerin istihdam koşulları ile ilgili siyasi iradenin yetersizliği,
sivil toplum örgütlerinin daha çok kadın ticareti ile ilgili olarak çalışması ve
sendikaların konuya öncelikli görmemesi sayılabilir. Göçmen kaçakçılığı ile insan
ticaretinin kesişen yönleri de bu analizin yapılmasında zorluklar yaratmaktadır.
50
Ancak, genel olarak göçmen kaçakçılığı yoluyla hedef ülkeye giren göçmenlerin
seyahat ve diğer giderler öne sürülerek tehdit edilerek çalıştırıldığı, kendilerine
ödeme yapılmadan işten çıkarıldıkları, diğer işverenlere satıldıkları belirlenmiştir
(Plant, 2007: 61-62).
Zorla çalıştırmaya maruz kalan kişilerin çoğunluğunu beden gücü ve
dayanıklılığı fazla olan erkekler oluşturmaktadır. Erkekler çoğunlukla inşaat, tarım,
madencilik, emek yoğun sanayi gibi sektörlerde çalıştırılarak ücret ödemesi
yapılmamakta, sadece günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Bununla birlikte, bu
tür sömürüye maruz kalanlar sadece erkekler olmamakta, kadınlar ve erkek çocukları
da benzer sektörlerde ucuz işgücü olarak kullanılabilmektedir. Bu sömürü, kişiden
kazanılan faydanın son bulmasına kadar süreklilik gösterebileceği gibi, kişinin bir
başka sektöre kaydırılması ile de kendini yeniden üretmektedir (Bolat, 2005: 30).
Zorla çalıştırma yoluyla olumsuz koşullarda sömürüye maruz kalan göçmen
işçilerin birçoğunun gelişmiş ülkelerde istihdam olanağı için kendi ülkelerindeki,
gittikleri ülkelerdeki ya da her iki ülkede ortak çalışan iş bulma acentelerine önemli
miktarda ücret ödedikleri görülmektedir. İşe yerleştirme ücreti olarak adlandırılan bu
ödemeler 4.000 dolar ile 11.000 dolar arasında değişmektedir. Vasıfsız işçilerin bu
talebi karşılayamaması ise, ağır bir borç yükü altına girmelerine neden olmaktadır.
Borç yükü, göçmen işçilerin genellikle illegal sektörlerde ağır çalışma koşulları
altında çalıştırılmaları için araç olarak kullanılmaktadır. İstihdam için ileri sürülen
yüksek maliyetler, harçlar gibi bu tür ücretler uluslararası sözleşmeler tarafından
yasaklandığı gibi genellikle kaynak ülkelerin yasaları tarafından da yasaklanmıştır
(The United States Department of State, 2006: 8).
Ancak, özel istihdam
acentelerinin bu tür uygulamaları devam etmektedir. Bu acenteler vasıfsız işgücü
talep eden işverenlerden aldıkları komisyonun yanı sıra işçilere de ağır ödemeler
yükleyerek çifte kazanç sağlamaktadır. Bu anlamda, yurtdışına önemli miktarda
vasıfsız işgücü sağlayan ülkelerin iş bulma acentelerini denetlemesi, bu konuda
cezalandırıcı hükümler içeren yasal düzenlemelere gitmesi gerekmektedir. Aynı
zamanda, vasıfsız işgücüne ihtiyaç duyan emek yoğun sektörlerin yoğun olduğu
ülkeler de göçmen işçilerin ülkeye hangi koşullar altında girerek istihdama
katıldığını incelemelidir.
51
3.2.4. Organ-Doku Ticareti
Organ ticareti, Birleşmiş Milletler tarafından kişinin organlarını almak
amacıyla tehdit ederek, zor kullanarak, kaçırarak, kandırarak otoritenin kötüye
kullanılması ya da kişinin zayıflığından istifade ederek elde edilmesi, kişinin
taşınması, barındırılması, organının alınması olarak tanımlanabilir. Organ ticareti,
tıptaki gelişmeler sonucunda birçok organın naklinin olanaklı olması ile orantılı
olarak günümüzde gittikçe yaygınlaşmaktadır. Dünya üzerinde organ nakli bekleyen
hastaların yarattığı talebin organ bağışlarından çok daha fazla olması bu ticareti
arttırmaktadır. Bunun yanı sıra, canlı kimselerden alınan organların kadavralardan
alınanlara oranla daha iyi tolere edilmesi de bir başka neden olarak görülebilir. Organ
ticaretinin yüksek kazanç getirmesi ve bu kazancın büyük bölümünün suç
şebekelerine kalması da bu ticareti hızlandırmaktadır. Organ veren kişiye 3.0005.000 dolar gibi bir para ödenirken alıcılardan ise 200.000 dolar gibi bir kazanç elde
edilmektedir. Organ ve doku ticaretini teşvik eden bir başka unsur ise bu suçun
yasalarda yeterli yer bulmayışı, suçu işleyen tıp görevlileri göz önünde iken, suç
örgütlerinin yeterince ceza almamasıdır. Organ ve doku ticareti, suç örgütlerinin bu
amaçla kişileri zorla kaçırmasının yanı sıra yoksulluktan doğan arz tarafından da
beslenmektedir. Caydırıcı yasal düzenlemelerin olduğu ülkelerde dahi, yoksulluğun
yarattığı koşullar nedeniyle organ vermeye istekli kişilerin varlığı nedeniyle organ
arzı devam etmektedir. Nitekim organ ticaretine kaynak olan ülkelerin genellikle
milli gelirin oldukça düşük olduğu Asya, Afrika, Güney Amerika ile Doğu Avrupa
ülkeleri olduğu görülmektedir (Bolat, 2005: 27).
3.3.
İnsan Ticaretinin Nedenleri
İnsan ticareti karmaşık, çok boyutlu bir sorun alanıdır. İnsan ticaretinin neden
var olduğunu anlamak için güncel gelişmelerin ve nedenlerin yanı sıra bu olguyu
doğuran yapısal belirleyicileri de tanımlamak ve analiz etmek gerekmektedir. Siyasi,
ekonomik, sosyal, kültürel faktörler ve bunların birbiriyle etkileşiminin her biri bu
anlamda önemli rol oynamaktadır. İnsan ticareti aynı zamanda arz ve talep
perspektifinden de değerlendirilebilir, kişileri insan tacirlerine iten nedenler ve onlara
talebi üreten faktörler de göz önünde bulundurulmalıdır. Küresel insan ticareti,
52
yoksulluğun, insan hakları ihlallerinin ve cinsiyet ayrımcılığının bir ürünü olarak
sömürünün çeşitli türlerine maruz kalan insanlara olan talebe cevap vermektedir.
Sosyal yapıların tahrip olduğu ve sosyal desteğin azaldığı olağanüstü durumlarda
özellikle kadınlar, çocuklar ve marjinalize olmuş gruplar daha kırılgan ve riske açık
olmaktadır. Aşağıda insan ticaretinin nedenleri üzerinde genel olarak durulacaktır,
ancak bu anlamda tam olarak kapsayıcı bir liste yapılamayacağı ve her vakanın
kendine has özellikler taşıyabileceği de göz ardı edilmemelidir (Department for
Global Development, 2003: 15–19).
3.3.1. Ekonomik Nedenler
İnsan ticaretinin en önemli yapısal nedenlerinden biri gelir kaynaklarının
yetersizliği ve kaynakların eşitsiz dağılımıdır. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerde tarım sektörünün gelir getirici özelliğini yitirmesi ekonomik zorlukları
beraberinde getirmektedir. Hane gelirinin düşmesi ile birlikte kadın ve çocukların
katkısına geçmişte olduğundan çok daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal
güvenlik sistemleri de en yoksul ve dezavantajlı kesimlere yeterince ulaşmamaktadır.
Kronik istihdam açığı da genç nüfusu ve vasıfsız işgücünü etkilemektedir. Özellikle
genç kadınlar için işgücü piyasası oldukça kısıtlayıcı olup, kadın işgücüne atfedilen
düşük değer nedeniyle kadınlar ev içi çalışmaya ve genellikle enformel olan
pazarlama ve hizmet sektörlerine uygun görülmektedir. Birçok kadın bulabildikleri
işlerde kölelik benzeri uygulamalara daha iyi koşullara ulaşabilme umuduyla
katlanmak zorunda kalmaktadır. Okullaşma oranlarının düşüklüğü de özellikle kız
çocuklar için vasıflı işgücü olarak piyasaya girme şansını azaltmaktadır. Orta ve
Doğu Avrupa ülkeleri gibi bazı ülkelerdeki ani ve hızlı değişimler ekonomik
zorluklara ve sosyal güvenlik sistemlerinin çökmesine neden olmakta, bu da en fazla
dezavantajlı toplumsal kesimleri etkilemektedir. Talep açısından bakıldığında ise,
temel ekonomik etkenler ucuz işgücüne olan talep ile seks ticaretinin getirdiği büyük
karlardır. Birçok ülkede eğlence ve seks endüstrileri önemli gelir kaynakları
olmaktadır. Aynı zamanda enformel sektör ve suç örgütleri tarafından düşük ücretle
çalışacak kişilere talep yaratılmaktadır. Bazı bölgelerde ve sektörlerde ise çocuk
işgücü tercih edilmektedir. Çocuklar hırsızlık, kapkaç ve diğer suçlarda da
kullanılmaktadır. Küreselleşme, teknolojik gelişmeler ve ulaşımın kolaylığı örgütlü
suçların artmasına, yerel organize suç gruplarının küresel suç örgütleri ağlarına
53
katılmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda, günümüzde küresel ekonomiden olduğu
kadar bir küresel yeraltı ekonomisinden de söz etmek mümkündür.
3.3.2. Sosyo-kültürel Nedenler
Ataerkil aile ilişkileri ve sosyal yapı içinde ikincilleşen ve donanımsız
bırakılan kadın ve çocukların bu konumu insan tacirlerine olan ilgilerinin en önemli
nedenidir. Bu
yapı, aynı zamanda
insan ticaretinin
talep
boyutunu
da
oluşturmaktadır, seks ticaretine olan talep insan ticaretinin birinci varlık nedenidir.
Kadınlara karşı bu tutumun bir diğer yansıması da son dönemde ortaya çıkan internet
aracılığı ile “eş”, “gelin” pazarlamasıdır. Kadınlara yönelik şiddet, tehdit ve hatta
cinayetler hemen her toplumda görülmektedir. Aile içi şiddetin yanı sıra evlerinden
ayrılmak zorunda bırakılan kadınlar ile boşanma sonrası sosyal dışlanma yaşayan
kadınlar da yaşadıkları yeri terk etme yoluna gitmektedir. Bu kadınların eğitimsiz ve
sosyal destekten yoksun olmaları onları sömürüye açık hale getirmektedir. Sosyal ve
ekonomik güvenlik ağlarının yokluğu bu anlamda kadın ve çocukların önemli bir risk
grubu olmasına yol açmaktadır. Batılı yaşam biçiminin, tüketim kalıplarının, rol
modellerinin medya ve piyasa güçleri tarafından özendirilmesi de insanların bunlara
ulaşmayı amaç edinmesine yol açmaktadır. Özellikle, az gelişmiş ülkelerde ve
istikrarsız ekonomik koşullarda geleceklerinden umutsuz olan gençler daha fazla risk
almaktadır.
3.3.3. Yasal ve Politik Nedenler
Yeterli yasal düzenlemelerin, doğru işleyen bir idari mekanizmanın ve etkili
yargı sisteminin olmadığı durumlar insan ticaretinin önemli nedenlerinden birini
oluşturmaktadır. Birçok ülke, uluslararası sözleşmelere imza atmış olmasına rağmen
iç hukuktaki uygulamalar yetersiz kalabilmektedir. Yoksul ve güçsüz toplum
kesimlerinin yasalar tarafından yeterince koruma altına alınmamış olması da insan
ticaretini uygun ortam hazırlayabilmektedir. Kadın ve çocukların şiddete karşı devlet
tarafından korunması çoğu durumda mümkün olmamaktadır. Zorla çalıştırma
bağlamında iş yasalarının da yeterli önlemleri öngörmesi gerekmektedir. Ayrıca,
insan ticareti suçunun tespiti ve kanıtlanması anlamında yaşanan zorluklar da yeterli
cezai yaptırımın uygulanmasını engellemektedir.
54
İnsan ticareti öncelikli olarak bir güvenlik sorunudur, ancak insan hakları
bağlamında da önemli nedenleri ve sonuçları vardır. Özellikle, Soğuk Savaş
sonrasında belirsizlik üzerine kurulu günümüz dünyasında güvenlik sorunlarına
sadece ulusal bazda alınan emniyet tedbirleri ile yanıt vermek olanaksız hale
gelmektedir. Bu nedenle, uluslararası işbirliğinin ve düzenlemelerin bu alandaki
mücadelede önemli bir rolü bulunmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası hukuksal
çerçevenin gelişimi aşağıdaki bölümde ele alınmaktadır.
3.4.
İnsan Ticaretiyle İlgili Uluslararası Hukuk Düzenlemeleri
İnsan ticareti ile ilgili olarak hukuksal anlamda 20. yüzyılın başlarından
itibaren uluslararası bir yaklaşım geliştirildiği söylenebilir, ancak bu çabalar ortak bir
zemin oluşturamamıştır. İnsan ticareti ile ilgili ilk doğrudan düzenleme, 1904 tarihli
Beyaz Kadın Ticaretinin Yasaklanmasına Dair Uluslararası Sözleşme’dir. Ancak,
düzenlemede bu suçlara yönelik özel olarak düzenlemiş ceza hükümlerine yer
verilmemiştir. Bu anlamda, 1910 tarihli Beyaz Kadın Ticaretinin Yasaklanmasına
Dair Uluslararası Sözleşme’nin ilk uluslararası düzenleme olduğu söylenebilir. Bu
sözleşmelerin ardından Milletler Cemiyeti tarafından 1921 yılında Kadın ve Çocuk
Ticaretinin Yasaklanmasına Dair Sözleşme ve 1933 yılında Tüm Yaşlarda Kadın
Ticaretinin Yasaklanmasına Dair Uluslararası Sözleşme imzalanmıştır.
İnsan
ticaretiyle ilgili bu sözleşmeler 1949 yılında İnsan Ticaretinin ve İnsanların Fuhuş
Yoluyla Sömürülmesinin Yasaklanmasına Dair Sözleşme adı altında birleştirilerek
Birleşmiş Milletler (BM). tarafından imzaya açılmıştır. Ancak, bu sözleşmelerin
yaptığı farklı tanımlamalar ve genellikle insan ticareti konusunda referans noktasının
fuhuş amaçlı sömürü olarak alınması daha kapsamlı, açık ve ortak bir tanımlama
yapılması gereğini ortaya çıkarmıştır. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren bu
ihtiyaç insan ticareti tartışmalarında geniş yer tutmaya başlamıştır (Apap ve Medved,
2003: 11). İnsan ticareti suçuna yönelik kapsamlı yaklaşım ise 2000 yılında
Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek İnsan
Ticaretinin, Özellikle Kadın Ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına Ve
Cezalandırılmasına İlişkin Protokol’ün imzaya açılması ile sağlanmıştır. Protokol ile
insan ticaretinin tanımlanması ve mağdurları koruma amacıyla alınacak önlemler
konularında ortak bir terminoloji geliştirilmiştir. İnsan ticareti olgusuna yönelik bu
doğrudan düzenlemenin yanı sıra Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlar
55
tarafından geliştirilen farklı sözleşmeler de mevcuttur. Bu uluslararası sözleşmeler
ise insan ticaretinin ihlal ettiği temel insan haklarının korunması ve insan ticaretinin
çeşitli türlerinin yasaklanması üzerinde durmaktadır. Aşağıda insan ticareti
konusunda doğrudan ya da dolaylı hükümler taşıyan uluslararası sözleşmelerden
önemli görülenleri ele alınmaktadır.
3.4.1. BM Palermo Protokolü
BM Palermo Protokolü (www.un.org, 2007) ile ilk kez insan ticareti kavramı
uluslararası hukukta kapsamlı olarak doğrudan tanımlanmıştır. Protokolün amacı;
kadın ve çocuklara özel önem verilerek, insan ticaretini önlemek ve mücadele etmek,
bu tür ticaretin mağdurlarını, onların insan haklarına bütünüyle saygı göstererek
korumak ve onlara yardım etmek, taraf devletler arasındaki işbirliğini geliştirmek
olarak belirtilmiştir.
Protokolün 3. maddesinde insan ticareti ile ilgili tanımlamalara yer
verilmektedir. Maddeye göre, insan ticareti, kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma
tehdidi ile veya diğer bir biçimde zorlama, kaçırma, hile, aldatma, nüfuzu kötüye
kullanma, kişinin çaresizliğinden yararlanma veya başkası üzerinde denetim yetkisi
olan kişilerin rızasını kazanmak için o kişiye veya başkalarına kazanç veya çıkar
sağlama yoluyla kişilerin istismar amaçlı temini, bir yerden bir yere taşınması,
devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması anlamına gelir. Buradaki istismar
terimi, asgari olarak, başkalarının fuhuşunun istismar edilmesini veya cinsel
istismarın başka biçimlerini, zorla çalıştırmayı veya hizmet ettirmeyi, esareti veya
esaret benzeri uygulamaları, kulluğu veya organların alınmasını içermektedir. İnsan
ticaretinin yukarıda belirtilen yöntemlerden herhangi biriyle yapılmış olması halinde,
mağdurun bu istismara razı olup olmaması durumu değiştirmeyecektir. Ayrıca, bu
yöntemlerden herhangi birini içermese bile, çocuğun istismar amaçlı temini, bir
yerden bir yere taşınması, devredilmesi, barındırılması veya teslim alınması “insan
ticareti” olarak kabul edilmektedir.
Protokolün 6. maddesi ise mağdurların korunması açısından önemli hükümler
içermektedir. Maddeye göre, taraf devletler insan ticaretine ilişkin yargılama
işlemlerini gizli yürütmek, mağdurların fiziksel güvenliğini ve kimliklerini korumak,
ilgili yasal bilgileri ve danışmanlık hizmetini vermek, zararları için tazminat
56
almalarını sağlayacak iç hukuk düzenlemeleri yapmak uygun barınma olanağı
sağlamak, tıbbi ve psikolojik destek vermek, çalışma, eğitim olanakları sağlamak
gibi yükümlülükler altına girmektedir.
Protokolün diğer maddeleri ise, devletlere insan ticaretini önleme konusunda
yasal ve diğer önlemleri alma, iç hukuklarında gerekli cezaları öngörme, mağdurları
koruma, geçici ya da daimi ikamet hakkı verme, ülkelerine güvenli dönüşlerini
sağlama, diğer ülkelerle işbirliği yapma gibi yükümlülükler getirmektedir.
Protokolün
yansıra
çeşitli uluslararası ve bölgesel sözleşmeler ile
düzenlemeler de insan ticaretinin önlenmesi konusunda normatif ilkeler geliştirmekte
ve devletlere bu konuda yükümlülükler getirmektedir. Ancak bu düzenleyici
normların devletlerin iç hukukunda yeterince yer bulduğunu söylemek zordur.
Normların iç hukukla harmonizasyonu ve uygulanması anlamında yetersizlikler
yaşanmaktadır. İnsan Ticareti ile ilgili hükümler taşıyan diğer uluslararası belgeler
için
de
durum
değişmemektedir,
bu
belgeleri
imzalayarak
üstlendikleri
yükümlülükleri yerine getirmek devletlerin sorumluluğundadır (Department for
Global Development, 2003: 20-23).
3.4.2. Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri
Birleşmiş
Milletler
Sözleşmeleri’nin
(www.hrweb.org,
2007).
insan
ticaretinin önlenmesi konusunda sağladığı katkı bir bütün olarak insan hakları
bağlamında geliştirdiği uluslararası belgelerin yanı sıra kadın ve çocuk hakları
üzerinde duran özel sözleşmelerin de yaratılması ile gerçekleşmektedir. Aşağıda
Birleşmiş Milletler tarafından imzaya açılan insan hakları belgeleri ile bu belgelerin
göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretiyle ilgili hükümlerinden genel olarak
bahsedilmektedir.
3.4.2.1. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi
Beyanname, 1948 yılında ilan edilmiş olup, temel insan haklarının tüm
dünyada etkin biçimde uygulanması için ortak ölçütler belirlemeyi amaçlamaktadır.
Beyannamede söz edilen en temel insan hakları insan tacirleri tarafından ihlal
edildiği gibi devletler de kimi zaman bu hakları vatandaşlarına kullandırma
konusunda yetersiz kalabilmektedir. Bu temel haklardan bazıları şunlardır: Bütün
insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar, yaşamak, özgürlük ve kişi
57
güvenliği herkesin hakkıdır; hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz,
kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır; hiç kimseye işkence yapılamaz,
zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez;
herkesin bu gibi karışma ve saldırılara karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır;
evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle yapılır; herkesin,
toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır, ulusal çabalarla ve
uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre,
herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve
kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir; herkesin çalışma, işini
serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma
hakkı vardır; herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği
bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.
3.4.2.2.
Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi
Sözleşme, 1976 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin 8. maddesi her türlü
kölelik ve köle ticaretini yasaklamakta, hiç kimsenin zorla çalıştırılamayacağını
hükme bağlamaktadır. Çocuk hakları bağlamında ise sözleşme, her çocuğun ırk,
renk, cinsiyet, dil, din, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum gibi bir
ayrımcılığa tabi tutulmaksızın ailesi, toplum ve devlet tarafından korunma hakkını
içermektedir.
3.4.2.3.
Birleşmiş
Milletler
“Kadınlara
Karşı
Her
Türlü
Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW)
Birleşmiş Milletler tarafından 1979 yılında kabul edilen sözleşme, 2006 yılı
itibarıyla 185 ülkenin imzasını taşımaktadır. Genel anlamda kadın haklarıyla ilgili
hükümler içeren sözleşme kadınların siyasi ve toplumsal yaşamda eşit fırsatlara sahip
olmasını amaçlamaktadır. Sözleşmeye taraf devletler kadınların insan haklarını ve
temel özgürlüklerini korumak için yasal düzlemde ve uygulamada her türlü önlemi
almakla yükümlüdür. Bu anlamda, cinsiyet ayrımcılığına dayalı ve kadınların temel
haklarının tanınması, tam olarak kullanılması önünde engel oluşturan kısıtlayıcı
durumların tanımlanarak ortadan kaldırılması gerekmektedir. Sözleşme, aynı
zamanda her türlü insan ticaretinin ve fuhuş yoluyla kadınların sömürülmesinin
önlenmesini de devletlere görev olarak yüklemektedir.
58
3.4.2.4.
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi
1989 yılında kabul edilen sözleşme, ABD ve Somali dışında tüm ülkeler
tarafından onaylanmıştır. Sözleşme, 18 yaşın altındakileri çocuk olarak tanımlamakta
ve çocukların siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını güvence altına
almaktadır. Sözleşmede, çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanması, ayrımcılığa ve
sömürüye karşı korunması, fikirlerini açıklaması ve saygı görmesi gibi temel hakları
korunmaktadır. Ayrıca, 2000 yılında BM Çocuk Hakları Sözleşmesine Ek Çocuk
Satışı, Çocuk Fahişeliği ve Çocuk Pornografisi Ek Protokolü de imzaya açılmış ve
2002 yılında yürürlüğe girmiştir. Tüm taraf devletler çocukların satılması ve her türlü
cinsel sömürüye maruz bırakılmasını engelleyecek önlemleri almakla yükümlüdür.
Protokol ile çocuklara yönelik cinsel sömürüyü önleme çabaları çocuk ticareti, çocuk
fahişeliği ve pornografiyi de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Taraf devletler,
protokol
dâhilindeki
suçları
önlemek
ve
cezalandırmak
ile
yükümlüdür
(www.unhchr.ch, 2006). Bağımsız uzmanlardan oluşan bir komite taraf devletlerin
sözleşme kapsamındaki uygulamalarını içeren raporları incelemektedir.
3.4.3. Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün insan ticareti ile mücadelede katkısı
işgücünün
istismarının
önlenmesine
yönelik
sözleşmeler
ile
olmaktadır
(www.ilo.org, 2007). Uluslararası Çalışma Örgütü zorla çalıştırmayı, çocuk işçiliği
ve cinsiyete dayalı ayrımcılığı konu alan birçok sözleşme düzenlemiştir. 1930 yılında
kabul edilen Zorla Çalıştırma Sözleşmesi ile zorla ya da zorunlu çalıştırmanın her tür
biçimine son verilmesi öngörülmektedir. Ancak, askerlik hizmeti, mahkûmların
belirli bir denetime göre çalıştırılmaları, bu arada savaş, yangın ve deprem gibi
olağanüstü durumlarda gerek duyulan çalıştırma biçimleri için istisna tanınmaktadır.
1957 yılında kabul edilen Zorla Çalıştırmanın Yasaklanması Sözleşmesi, zorla ya da
zorunlu çalıştırmanın herhangi bir biçiminin siyasal zorlama ve eğitme, siyasal ya da
ideolojik görüşlerin açıklanması nedeniyle cezalandırma, işgücünü harekete geçirme,
çalışma disiplinini sağlama, ayrımcılık ve grevi katılanları cezalandırma aracı olarak
kullanılmasını yasaklamaktadır. 1999 yılında kabul edilen Çocuk İşçiliğinin En kötü
Biçimleri Sözleşmesi çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin acilen ve etkili biçimde
ortadan kaldırılmasını sağlayacak önlemlerin alınmasını öngörmektedir. Sözleşme,
59
çocukların alım-satımı ve ticareti, borç karşılığı veya bağımlı olarak çalıştırılması ve
askeri çatışmalarda çocukların zorla ya da zorunlu tutularak kullanılmasını da
içerecek şekilde zorla ya da mecburî çalıştırılmaları gibi kölelik ve kölelik benzeri
uygulamaların tüm biçimlerini; çocuğun fahişelikte, pornografik yayınların
üretiminde veya pornografik gösterilerde kullanılmasını, bunlar için tedarikini ya da
sunumunu; çocuğun özellikle ilgili uluslararası anlaşmalarda belirtilen uyuşturucu
maddelerin üretimi ve ticareti gibi yasal olmayan faaliyetlerde kullanılmasını, bunlar
için tedarikini ya da sunumunu; doğası veya gerçekleştirildiği koşullar itibariyle
çocukların sağlık, güvenlik veya ahlaki gelişimleri açısından zararlı olan işi
kapsamaktadır.
Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü gibi kuruluşların öncülük
ettiği uluslararası sözleşmeler birçok ülke tarafından imzalanmıştır. Ancak, bu
düzenlemelerin herhangi bir yaptırım gücü yoktur ve uygulamada insan ticareti ile
mücadele devletlerin kararlılığına ve işbirliğine gereksinim duymaktadır. Bunun yanı
sıra uluslararası sistemdeki eşitsizliklerden kaynaklanan yapısal sorunlar da insan
ticaretinin nedenlerini besleyerek bu alanda mücadeleyi güçleştirmektedir.
Günümüzde insan ticaretinin boyutları önemli şekilde artmaya devam etmektedir.
3.5.
Uluslararası Örgütlerin Verilerinde Dünyada İnsan Ticaretinin
Boyutları
İnsan ticareti konusundaki tanım farklılıklarının yanı sıra, güvenilir
istatistikler oluşturma anlamındaki çabalar da bazı nedenlerden dolayı yeterli sonuç
verememektedir. Bunlardan ilki, birçok ülkenin henüz insan ticareti konusunda
hukuki bir düzenleme yapmamış olmasıdır. İnsan ticaretine yasalarında yer veren
ülkelerde ise, yasalar insan ticaretinin farklı boyutlarını ele almakta, örneğin cinsel
sömürüyü içeren bir yasa diğer sömürü türlerini göz ardı edebilmektedir. Yine bazı
ülkelerde, kadın ve çocuk sömürüsü üzerinde durulurken, insan ticaretine konu olan
yetişkin erkekler ihmal edilebilmektedir. Diğer yandan, yasal düzenlemelerin olduğu
ülkelerde dahi yasanın uygulanması ve mağdurların belirlenmesinde suçun doğası
gereği zorluklar yaşanmakta, tehdit altında olan mağdurlara ulaşmak kolay
olmamaktadır. Sorunun suçla bağlantılı olması neyin nasıl ölçüleceği ile ilgili
belirsizliklere yol açmaktadır. İnsan ticareti ülkeler, bölgeler ve kıtalar arasında
60
olduğu gibi ülke sınırlar içinde de yapılmaktadır. Kaynak, transit ve hedef ülkeler
çoğu zaman kesişmekte, aynı ülke bu üç özelliği de taşıyabilmektedir (Wennerholm,
2002: 11). Birçok ülkede, konu hakkında istatistikî veri toplayan merkezi
mekanizmalar bulunmamakta, bu anlamda çalışan sivil toplum örgütlerinin
ulaşabildiği kişiler de tüm mağdurların çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Hollanda
İnsan Ticareti Raportörü ulaşılabilen mağdurların tüm rakamın %5’ini oluşturduğunu
tahmin ederken, Almanya’da 2000 yılında 926 olarak kayıtlara geçen mağdur
sayısının aslında 2.000–20.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir (UNODC, 2006:
44-45). İnsan ticareti ile ilgili verilerin elde edilmesinde yaşanan bu gibi zorluklar
nedeniyle bu konuda çeşitli uluslararası örgütler tarafından farklı rakamlar
verilmektedir. 2
Uluslararası Göç Örgütü’ne göre her yıl 700.000 ile 2.000.000 arasında
tahmin edilen sayıda kişi insan ticareti amacıyla uluslararası sınırlardan
geçirilmektedir. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl yayınladığı insan ticareti
raporlarında ise bu sayı 600.000 ile 800.000 arasında verilmektedir. Bu rakamın
%80’ini kadın ve kız çocukları, 50’sini ise çocuklar oluşturmaktadır. Uluslararası
insan ticaretinin büyük bölümü cinsel sömürü amaçlı yapılmaktadır. Amerikan
Dışişleri Bakanlığı 2006 İnsan Ticareti Raporu’nda verilen rakamların çoğunlukla bu
tür ticareti içerdiği, bu anlamda da ülke içi insan ticaretini kapsamadığı
belirtilmektedir. Tanımlanması ve hesaplanması oldukça zor olan bu ticaret zorla
çalıştırma ve çocuk işgücünün sömürüsü olarak, uluslararası suç örgütlerinin dışında
yerel mekanizmalar tarafından da yürütülmekte ve boyutları artmaktadır (The United
States Department of State, 2006: 6).
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün tahminlerine göre ise bugün dünyada zorla
çalıştırmaya maruz kalan 12,3 milyon kişinin yaklaşık 2,5 milyonunu insan ticareti
mağdurları oluşturmakta ve bu kişilerin % 43’ü cinsel sömürü amaçlı
çalıştırılmaktadır. İnsan ticareti, en yaygın olarak Asya-Pasifik’te görülmekte olup,
bunu gelişmiş ülkeler izlemektedir (Çizelge 3.1). Ancak, bu rakamlar sadece hedef
ülkelerdeki belirlenebilen insan ticareti mağdurlarının sayısını vermekte olup, Afrika
2
Konuyla ilgili raporların çoğunda, genelde insan ticareti, özelde de kadın ticareti ile ilgili olarak veri
toplamanın güçlüğüne vurgu yapılmakta, tespit edilebilen rakamların gerçeğin çok azını yansıttığı
belirtilmektedir.
61
ve geçiş ekonomisi ülkelerindeki rakamların bu ülkelerin daha çok kaynak ülke
olmasından dolayı düşük gözüktüğü belirtilmektedir (Besler vd., 2005: 4-5).
Çizelge 3.1. İnsan Ticareti Mağdurlarının Dağılımı
Bölgeler
Mağdurlar
Gelişmiş ülkeler
270,000
Geçiş Ekonomileri
200,000
Asya-Pasifik
1.360.000
Latin Amerika ve Karayibler
250,000
Afrika
130,000
Orta Doğu ve Kuzey Afrika
230,000
Toplam
2.450.000
Kaynak: Besler, 2005: 6.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verdiği rakamlara göre, insan ticaretinden
elde edilen yıllık gelir yaklaşık 32 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır. Bu rakam
insan tacirlerinin ticaretini yaptıkları tek bir kişi üzerinden aylık ortalama 1.100 dolar
kazandığını göstermektedir. Bu paranın yarısının gelişmiş ülkelerde kazanılıyor
olması dikkat çekici bir konudur (ILO, 2005: 14). Yine Uluslararası Çalışma
Örgütü’nün verilerine göre, bu rakamın yaklaşık 4 milyar doları ekonomik sömürü
amacıyla yapılan insan ticaretinden elde edilirken (Çizelge 3.2)., 28 milyar dolar gibi
büyük bir bölümü de cinsel sömürüden elde edilmektedir (Çizelge 3.3).
Çizelge 3.2. Zorla Çalıştırma Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç
Bölgeler
Zorla Çalıştırılan İnsan Yıllık Kazanç
Ticareti Mağdurları
(US$000).
Gelişmiş ülkeler
2.235.000
73,133
Geçiş Ekonomileri
59,096
139,000
Asya-Pasifik
408,969
168,000
Latin Amerika ve Karayibler
217,470
776,000
Afrika
112,444
40,000
Orta Doğu ve Kuzey Afrika
203,029
475,000
1.075.140
3.834.000
Toplam
Kaynak: Besler, 2005: 12.
62
Çizelge 3.3. Cinsel Sömürü Yoluyla Elde Edilen Yıllık Kazanç
Bölgeler
Cinsel Sömürü Amacıyla Yıllık Kazanç
Çalıştırılan İnsan
(US$000).
Ticareti Mağdurları
Gelişmiş ülkeler
197,585
12.277.712
Geçiş Ekonomileri
139,697
3.282.867
Asya-Pasifik
953,598
9.535.980
Latin Amerika ve Karayibler
31,420
571,844
Afrika
11,835
118,345
Orta Doğu ve Kuzey Afrika
22,948
1.032.660
1.357.082
27.819.408
Toplam
Kaynak: Besler, 2005: 12.
3.6.
İnsan Ticaretinin Bölgesel Dağılımı ve Eğilimler
İnsan ticareti konusunda veri elde etmenin zorluklarına rağmen konunun
önemi ve insan hakları boyutu rakamlar üzerinde gereğinden fazla durmak yerine
suçun niteliğini anlamaya çalışmayı gerekli kılmaktadır. Bu anlamda, dünyada birçok
sivil toplum örgütü ve uluslararası kuruluş mağdurlarla ve güvenlik görevlileri ile
işbirliği içinde bilgi elde etmeye çalışmaktadır.
Elde edilebilen bilgilerden ve raporlardan yola çıkılarak bugün insan
ticaretinin vardığı nokta hakkında kıtalar ve ülkeler bazında birkaç genel eğilim
ortaya çıkmaktadır. İsveç Hükümeti’nin yayınladığı bir rapora göre bu eğilimler
şöyledir: Avrupa kıtasında insan ticareti genellikle Orta ve Doğu Avrupa
ülkelerinden Batı Avrupa’ya yönelmektedir. Bu bağlamda Balkan ülkeleri bu doğubatı hareketinde transit ülkeler olmakta, ancak aynı zamanda hem kaynak hem de
hedef ülke konumunda da olabilmektedir. Diğer yandan Avrupa ülkeleri Güneydoğu
Asya, Batı Afrika ve Güney Amerika’dan gelen insan ticareti mağdurları anlamında
hedef ülkelerdir. Mağdurlar genellikle cinsel sömürü amaçlı kullanılmaktadır. Aynı
zamanda tarım sektöründe, ev içi hizmetlerde sömürüye maruz kalan mağdurlar da
bulunmaktadır. Çocuklar ise daha çok hırsızlık ve kapkaç amaçlı kullanılmaktadır.
Doğu ve Güneydoğu Asya’da Tayland ve Çin gibi ülkeler hem kaynak hem hedef
ülke konumundadır. Bunların yanında ana kaynak ülkeler Filipinler, Burma,
Vietnam, Kamboçya olarak belirlenmiş olup, Malezya ve Japonya başlıca hedef
ülkelerdir. Bu bölgedeki insan ticareti genellikle kadınlar ve genç kızların cinsel
63
sömürüsü amacıyla yapılmaktadır. Bunun yanında ev içi hizmet ve internet üzerinden
evlilik amaçlı sömürüye de maruz kalmaktadırlar. Ayrıca, kız ve erkek çocukların
ucuz işgücü olarak kullanıldığı da rapor edilmektedir. Güney Asya’da ise başlıca
kaynak ülkeler Bangladeş ve Nepal olarak görülmektedir. İnsan ticaretinin
yönlendiği hedef ülkeler ise Hindistan ve Pakistan’dır. Ancak, Hindistan’da son
yıllarda tüm dünyada artış gösteren ülke içi insan ticaretinin de yaygın olduğu
gözlenmektedir. Ülkenin yoksul kırsal alanlarından gelen genç kızlar şehirlerde
fuhuş veya evlilik için satılmaktadır. Erkek çocuklar ise hem ucuz işgücü olarak
kullanılmakta, hem de Orta Doğu’ya deve jokeyi olarak satılmaktadır. Ermenistan,
Gürcistan, Kazakistan, Tacikistan ve diğer Güneydoğu Kafkasya ülkeleri ise Rusya,
Türkiye, Batı Avrupa, ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere yönelik insan
ticareti açısından kaynak ülkeleri oluşturmaktadır. Bu bölgelerdeki insan ticareti de
çoğunlukla cinsel sömürü için yapılmaktadır. Orta Doğu bölgesindeki insan ticareti
ise genellikle çocuk evlilikleri, ev içi hizmet ve deve biniciliği için kız ve erkek
çocukların satılmasını içermektedir. Afrika kıtasındaki insan ticareti vakaları
hakkında bilgi sınırlı olup, genellikle ev içi hizmet, zorla çalıştırma ve zorla
evlendirmeyi içermektedir. Başlıca kaynak ülkeler Mali, Togo, Benin ve Nijerya’dır.
Verilerin sınırlılığına rağmen, Afrika ülkelerinden kadınların Arap yarımadasına ve
Avrupa’ya geçirildiği görülmektedir. Mağdurlar genellikle cinsel sömürü, ev içi
hizmet ve ucuz işgücü olarak sömürüye maruz kalmaktadır. Güney Afrika’nın ülkede
son yıllarda gelişen seks ticaretinin de etkisiyle önemli bir hedef ülke haline geldiği
belirtilmektedir. Bu bölgedeki insan ticareti örgütlerinin Doğu Avrupa, Güney Asya
ve Batı Afrika’daki örgütlerle bağlantılı olduğu rapor edilmektedir. Latin Amerika da
insan ticaretinin yoğunlukla görüldüğü bir bölgedir ve buradaki vakalar çoğunlukla
seks ticareti ile ilişkilidir. Kaynak ülkeler Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Meksika
iken hedef ülkeler Arjantin, Venezüella, Kosta Rika olarak belirtilmektedir. Ancak,
ABD, Kanada, Japonya ve Batı Avrupa gibi gelişmiş ülkelerin hedef ülke olduğu
kadın ticareti de yaygındır. Bunun yanı sıra, madencilik, ormancılık, tarım gibi
sektörlerde, ev içi hizmetlerde ve uyuşturucu kaçakçılığında sömürü de
görülmektedir. Evlat edinme amaçlı çocuk ticaretine dair veriler de elde edilmiş olup,
bu anlamda temel kaynak ülkeler Guatemala ve Bolivya olarak rapor edilmektedir
(Department for Global Development, 2003: 11-13).
64
Yukarıdaki verilerden de anlaşılacağı gibi, insan ticareti kaynak, hedef ya da
transit ülke ayrımı olmaksızın bugün dünyanın hemen her yerinde görülmektedir.
Türkiye de, bulunduğu coğrafi konum, komşu ülkelerde meydana gelen
istikrarsızlıklar, görece yüksek hayat standartlarına sahip olması, esnek vize
politikası gibi nedenlerle hem göçmen kaçakçılarının hem de insan tacirlerinin hedefi
haline gelmektedir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde ülkemizde meydana
gelen yasadışı göç ve insan ticareti olayları ele alınmakta, özellikle 2000’li yıllardan
itibaren Türkiye’de bu suçlarla mücadele anlamında kaydedilen önemli gelişmeler
irdelenmektedir.
65
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇ HAREKETLERİ, GÖÇMEN
KAÇAKÇILIĞI VE İNSAN TİCARETİ
Türkiye 1980’lere kadar göç tartışmalarında genellikle göç veren ülke olarak
yer alırken bu yıllardan sonra yaşanan gelişmeler ile transit ve hedef ülke olma
özelliği
taşımaktadır.
Cumhuriyetin
kuruluşunun
ardından
yaşanan
nüfus
mübadelesinin dışında Türkiye’den göçler daha çok ekonomik nedenlerden
kaynaklanmıştır. Özellikle, II. Dünya Savaşının ardından yeniden yapılanma
çabalarına giren Avrupa ülkelerine yönelik yoğun göçler, Avrupa ile olan ilişkilere
halen damgasını vurmaktadır. Ancak, geleneksel olarak göç veren ülke kategorisinde
değerlendirilen Türkiye, son yıllarda yaşanan büyük göç akımları nedeniyle aynı
zamanda hedef ülke konumuna gelmektedir. Aslında, Türkiye’nin bu deneyimi
kuruluşundan itibaren yaşadığı söylenebilir. Ancak Türkiye’de göç hareketleri, göç
edenlerin nitelikleri kapsamında farklılaşmıştır ve 1980’lerden önce ve sonra olmak
üzere iki tarihsel döneme ayrılabilir. 1923–1980 yılları arasındaki ilk dönem daha
çok Türk kökenli göçmenler tarafından tarihi bağlar ve siyasal nedenlerle
gerçekleşen göç hareketlerine sahne olmuştur. Birinci dalga 1923–1927 yılları
arasında Lozan Antlaşması gereğince yapılan mübadeledir. İkinci göç dalgası, 1935
yılında Bulgaristan’dan gelen yaklaşık 95.000 kişi ile 1954’de Yugoslavya,
Bulgaristan, Romanya’dan gelenlerden oluşmuştur. 1980’lerde ise, Bulgaristan’ın
Türk kökenlilere uyguladığı politikalar nedeniyle 400.000 kişi Türkiye’ye
yerleşmiştir. Bosna-Hersek savaşı sonrası Türkiye’ye sığınan göçmenler de bu
kategoride ele alınabilir. Bu göçmenlerin çoğu vatandaş statüsü kazanmıştır (Sallan
Gül, 2002: 80).
1980’lerden itibaren ise, çoğunlukla çevre ülkelerde gelişen siyasi
istikrarsızlıklardan kaynaklanan yoğun uluslararası göç hareketleri Türkiye’yi transit
ya da hedef ülke konumuna getirmiştir. Bu dönemde özellikle sınır komşularımızda
yaşanan siyasi gelişmeler ve silahlı çatışmalar ile Türkiye’ye yönelik uluslararası göç
hareketleri, sığınmacılar, mülteciler gibi farklı göçmen gruplarını içerecek şekilde
farklılaşmıştır. Bunun yanı sıra Türkiye, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan
66
ticareti bağlamında da önem kazanmaktadır. Özellikle, 2000’li yıllardan itibaren bu
olgular Türkiye’nin gündeminde giderek artan yoğunlukta yer almakta, bunlara
yönelik politikalar geliştirilmektedir. Bu bağlamda, çalışmanın bu bölümünde
Türkiye’nin göç gündemini önemli ölçüde işgal eden düzensiz ve yasadışı göç,
göçmen kaçakçılığı, insan ticareti konuları ve bu alanlarda yapılan çalışmalar
incelenmektedir.
4.1.
Türkiye’ de Düzensiz Göç Hareketleri
Türkiye’deki güncel göç rejimini önceki yıllardan ayıran en önemli özellik
göç akımlarının içeriğinde yaşanan değişikliktir. Küresel hareketliliğin boyutunda,
yönlerinde, kompozisyonunda ve türlerinde ortaya çıkan değişiklikler Türkiye
üzerinde de etkisini göstermiştir. Bu anlamda Türkiye üzerinden gelişen göç olgusu
büyümekle kalmamış çok farklı statülerdeki göçmenleri de içermeye başlamıştır.
1980’li yıllardan bu yana Türkiye bir geçiş ülkesi olarak uluslararası göç rejimleri
anlamında önem kazanmaktadır. 1970’lerin son yıllarında Rusya’nın Afganistan’ı
işgali, İran’daki rejim değişikliği, Orta Doğu ve Irak’taki siyasal çalkantılar
Türkiye’de mülteci, sığınmacı, kaçak göçmen, transit göçmen konumunda bulunan
kişiler ile düzenli göç kapsamında gelen göçmenleri de kapsayacak şekilde karmaşık
bir göç rejiminin oluşumuna neden olmuştur. Türkiye bu bağlamda, düzensiz göç
hareketleri için önemli bir hedef ülke haline gelmeye başlamıştır (TÜSİAD, 2006:
71). 1980’lerin başlarından itibaren 2,5 milyon yabancının mülteci, sığınmacı,
yasadışı göçmen olarak düzensiz göç kategorisi altında Türkiye’ye girdiği
hesaplanmaktadır.
Bu
rakam
karşılaştırıldığında 5 kat daha
Ortadoğu’daki
siyasi
nedenlerden
1945–1980
yılları
arasındaki
dönemle
fazladır. 1980 sonrası gelenlerin birçoğu
dolayı
uzaklaşmak
durumundaki
aileler
oluştururken, yine aynı bölgeden ekonomik nedenlerle gelerek Batı Avrupa’ya
geçmek isteyen göçmenlerin sayısı da artmıştır (İçduygu, 2005: 6).
Tarihsel olarak Türkiye’de görülen düzensiz göçün gelişimini dört ayrı
periyoda ayırmak mümkündür: 1979–1987, 1988–1993, 1994–2001 ve 2001’den
günümüze. Birinci dönem çoğunlukla İran’daki rejim değişikliğinden kaynaklanan
göç akımını kapsayıp bu kişiler Türkiye’de geçici olarak kalmış ve çoğunlukla
Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika’ya geçmişlerdir. Diğer bir deyişle bu kişiler
67
transit göçmenlerdir. 1970’lerin sonundan itibaren 1 milyona yakın İranlı üçüncü bir
ülkeye geçmek amacıyla ülkeye girmiştir (İçduygu ve Keyman, 2000: 284-390). İran
vatandaşlarının birçoğu üçüncü ülkelere geçmiş, bunlardan 100 bin kadarı
Türkiye’de yerleşmiştir. 1988–1993 arası ikinci dönem temelde iki farklı göç akımını
içermiştir. Bunlardan birincisi Irak ve Bulgaristan’dan gelen sığınmacılar iken,
ikincisi eski Sovyet cumhuriyetlerinden ekonomik nedenlerle gelen göçmenlerdir.
1988–1990 yılları arasında neredeyse 1 milyona yakın Iraklı mülteci ülkeye giriş
yapmıştır. 1994–2001 yılları arasındaki üçüncü dönem Türkiye’ye giren transit
göçmenlerin genellikle ülkede yasa dışı olarak kaldığı farklı bir dönemdir (İçduygu,
2005: 6-7). Afrika ve Asya’dan gelen ve Avrupa’ya geçmeye çalışan göçmenler için
Türkiye ye giriş kolay olmakta ancak bir başka ülkeye geçmekte zorluk
yaşadıklarından bunların birçoğu Türkiye’de kalmaktadır. 5–10 bin arasında Asya ve
Afrikalı transit göçmenin Türkiye’de yasadışı şekilde yaşadığı hesaplanmaktadır
(İçduygu ve Keyman, 2000: 390-391). Bu dönemde, Türkiye düzensiz göçle
mücadele edecek politikalar geliştirmeye başlamıştır. Ancak, 1995 yılında
Uluslararası Göç Örgütü tarafından yayınlanan ve Türkiye’de transit göç olgusunu
konu alan ilk çalışma sayılabilecek raporda, Türkiye’nin o tarihte transit ülke olarak
gereken yasal düzenlemeleri oluşturma ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği
sağlamada henüz yeterli olmadığı görülmektedir. Göçmenlerle yapılan çalışmalardan
çıkan sonuç bu kişilerin uluslararası organizasyonlardan destek almadığı, genellikle
enformel yöntemlerle göç sürecini yürütmeye çalıştığı olmuştur (IOM, 1995: 1-3).
2001 yılından bu yana ise yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti hem ulusal
hem de uluslararası alanda daha yoğun olarak ele alınmaya başlanmış, Türkiye hem
yasal önlemler hem de uygulamalar anlamında daha da aktif politikalar geliştirmeye
başlamıştır (İçduygu, 2005: 6-7).
4.2.
Türkiye’de Yasadışı Göç ve Göçmen Kaçakçılığı
Türkiye’deki güncel yasadışı göç hareketlerini temel olarak 2 kategoriye
ayırmak mümkündür. Birinci kategori, Türkiye üzerinden çoğunlukla göçmen
kaçakçılığı organizasyonları yoluyla Avrupa’ya geçmeyi amaçlayan göçmenlerden
oluşmaktadır. İkinci kategoride ise, ekonomik nedenlerle Türkiye’de kayıt dışı
sektörlerde çalışarak daha sonra ülkelerine dönmeyi amaçlayan kişiler yer almaktadır
(Şen, 2006: 56). Bu kişiler, Türkiye’ye yasal ya da yasadışı yollardan girerek daha
68
sonra ülkede yasadışı olarak kalmaktadır. Göç sürecinin yasalar tarafından
düzenlenmediği bu durumlarda her iki grup da göçmen kaçakçıları ve insan tacirleri
tarafından sömürüye uğrama riskiyle karşı karşıyadır.
4.2.1. Türkiye’de Yasadışı Göçün Boyutları
Sorunun doğası gereği, yasadışı göç hareketlerine yönelik yeterli ve güvenilir
veri elde etme zorluğu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye için de geçerlidir. Ancak,
güvenlik güçlerimizin yasadışı göçmen olarak tespit edip işlem yaptığı kişilere ait
rakamlar gösterge niteliği taşıyabilmektedir. Gerçek rakamların ise yakalanan
göçmen sayısının en az iki ya da üç katı olabileceği belirtilmektedir. Türkiye’ye
yönelik yasadışı göç akımlarına yakalanan kişi sayısı üzerinden bakıldığında, 1990’lı
yılların ortalarından 2000’li yılların başlarına kadar hızlı bir artış olduğu
gözlenmektedir. Çizelge 4.1’de görüldüğü gibi 2000 yılında yakalanan yasadışı
göçmen sayısı bir önceki yılın iki katı kadar olmuştur. Bu da bölgemizdeki siyasi
istikrarsızlıkların Türkiye’nin göç rejimi üzerindeki etkisini ve yasadışı göçün
uluslararası işbirliğini gerektiren bir olgu olduğunu ortaya koymaktadır. 2001
yılından itibaren ise yakalanan göçmen sayısının düşüşe geçtiği görülmektedir. 2001
yılında 92.000 olan rakam 2005 yılı itibariyle 57.000’e düşmüştür. Ancak, bu
rakamların yalnızca belirlenebilen kişileri kapsadığı düşünülürse Türkiye’nin karşı
karşıya olduğu yasadışı göç akımlarının büyüklüğü halen göz ardı edilemeyecek
boyuttadır (TÜSİAD, 2006: 72-73).
Çizelge 4.1. 1995–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı
Göçmenler
Yıllar
Yasadışı göçmen sayısı
1995
11.362
1996
18.804
1997
28.439
1998
29.426
1999
47.529
2000
94.514
2001
92.365
2002
82.825
2003
56.219
2004
61.228
2005
57.428
Toplam
580.139
Kaynak: Şen, 2006: 58.
69
4.2.2. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı
Kişilerin ekonomik, siyasi, sosyal veya herhangi bir nedenle yaşadıkları
ülkeden yasa dışı yollarla çıkmalarını, başka bir ülkeye girmelerini ya da bir ülkede
ikamet izni olmaksızın barındırılmalarını sağlamak üzere organize edilen göçmen
kaçakçılığı suçu, özellikle, 1990’lardan itibaren Türkiye’de de yoğun olarak
görülmektedir (EGM, 2007: 105). Türkiye göçmen kaçakçılığı organizasyonları
açısından kaynak, transit ve hedef ülkedir. Batı ülkelerine geçiş yapmak için
Türkiye’nin tercih edilmesinin sebepleri; Türkiye’nin coğrafi konumu itibariyle bir
köprü durumunda bulunması, kuzeyden yapılacak geçişlerde (Türkmenistan, Rusya,
Ukrayna, Beyaz Rusya ve Romanya) yolun daha uzun, geçilecek ülkelerin daha fazla
sayıda ve coğrafi - iklim şartlarının daha sert olması, Orta Doğudaki istikrarsızlık
sebebiyle İran-Irak-Suriye-Akdeniz yolunun kullanılamaması, Türkiye’nin doğuda
dağlık, kontrolü güç olan kara sınırlarına, batıda ise çok uzun ve girintili çıkıntılı
deniz sınırlarına sahip olması, ayrıca Ege Adalarının kıyılarımıza çok kısa mesafede
bulunması olarak sayılabilir (Fırat, 2006).
Yasadışı göçmenlerin geldikleri ülkelere bakıldığında, (Çizelge 4.2).;
öncelikle Irak, İran, Afganistan, Pakistan gibi siyasi istikrarsızlığın ve silahlı
çatışmaların yoğun olduğu bölgeler ile ekonomik istikrarsızlığın hüküm sürdüğü
Asya ve Afrika ülkelerinden geldikleri görülmektedir. Bu kişiler, Türkiye’ye sürekli
kalma amacıyla gelmemekte, gitmek istedikleri ülkeler için transit geçişler
yapmaktadır.
Bu
transit göçmenlerin
büyük
bölümü,
göçmen kaçakçılığı
organizasyonları yoluyla Batı Avrupa ülkelerine geçmek istemekte ve bu amaçla
büyük miktarlarda ödemeler yapmaktadır.
70
Çizelge 4.2. 2000–2005 Yılları Arasında Türkiye’de Yakalanan Yasadışı
Göçmenlerin Uyruklarına Göre Dağılımı
Uyruk
2000
2001
2002
2003 2004
2005
Toplam
Irak
17280 18846 20926 3757 6393
3591
70793
Moldova
8312 11454
9611 7728 5728
3462
46295
Pakistan
5027
4839
4813 6258 9396 11001
41324
Afganistan
8746
9701
4246 2178 3442
2363
30676
İran
6525
3514
2508 1620 1265
1141
16873
Rusya
3893
2139 2130 1266
1152
4564
15134
federasyonu
Romanya
4500
4883
2674 2785 1785
1274
17901
Bangladeş
3228
1497
1810 1722 3271
1524
13052
Gürcistan
3300
2693
3115 1826 2294
2348
15576
Azerbaycan
2262
2426
2349 1608 1591
1410
11646
Bulgaristan
1699
1923
3132
989
550
363
8656
Somali
58
136
591 1806 2756
3118
8465
Çin
545
264
674
787
788
339
3397
Suriye
1399
782
462
623 1097
983
5346
Moritanya
6
11
27
277 1462
4805
6588
Fas
1401
849
603
361
402
171
3787
Hindistan
779
599
475
846
803
206
3708
Özbekistan
587
535
533
584
714
662
3605
Filistin
13
934
648
264
1295
3154
Kazakistan
294
489
396
414
367
296
2256
Kırgızistan
200
161
274
285
410
333
1663
Mısır
382
184
182
222
257
137
1364
Türkiye
3289
5304
6951 5660 3341
2164
26709
Uyruğu
2998
2499
1934
826
716
4074
13047
bilinmeyen
Kaynak: Şen, 2006: 61.
Genellikle Türkiye’ye doğu sınırlarından giriş yapan göçmenler İstanbul,
Ankara, İzmir, Mersin, Muğla ve doğu illerinde örgütlenen göçmen kaçakçılığı
organizatörleri tarafından İzmir, Aydın, Muğla, Antalya, Mersin, Hatay, Edirne gibi
sınır kentlerinden yasadışı çıkış yapmaktadır (Şen, 2006: 32). Liman kentlerinden
yapılan
çıkışlar,
Ege
denizi
üzerinden
öncelikle
Yunanistan’a
geçmeyi
amaçlamaktadır. Bu anlamda, Yunanistan da önemli bir transit ülke olarak ortaya
çıkmaktadır. Bunun yanı sıra, doğrudan İtalya ve Fransa’ya girmeyi hedefleyen
göçmen kaçakçılığı organizasyonları da yapılmakta, bunların bir kısmı trajedi ile
sonuçlanabilmektedir (Kirişçi, 2004: 6–8). İnsani boyutunun yanı sıra, bu girişimler
kamuoyları tarafından göç karşıtı tepkilerin artarak dile getirilmesine neden olmakta,
AB ülkelerinde önemli bir güvenlik sorunu olarak algılanmaktadır. AB-Türkiye
71
ilişkilerinde Avrupa sınırları bağlamında ve kimi zaman da iç politika aracı olarak bu
konular sıklıkla gündeme gelmektedir.
4.2.3. Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Yasadışı Göç ve Göçmen
Kaçakçılığı
1990’lı yıllardan itibaren genelde göç, özelde düzensiz göç Avrupa
ülkelerinde siyasi gündemde önemli yer almaya başlamıştır. Özellikle 1990’ların
sonundan itibaren Fransa ve İtalya kıyılarında kaçak göçmen taşıyan deniz
araçlarının yakalanması ile artan sayıdaki mülteciler ve sığınma talepleri birçok
Avrupa ülkesinde göç karşıtı kamuoyunun oluşmasına yol açmıştır. 11 Eylül ve
Madrid saldırıları da göç ve düzensiz göçün tehdit unsuru olarak algılanmasını
arttırmıştır. Bu gelişmeler, AB ülkelerinde bir yandan iç politika sorunu olarak seçim
kampanyalarının önemli tartışma konusu olmuş, diğer yandan göç üzerinde kontrolü
arttırıcı ve kısıtlayıcı bir ortak AB politikası geliştirme çabalarının zeminini
hazırlamıştır. AB Konseyinin 2002 Seville zirvesinde İngiliz ve İspanyol
başbakanları düzensiz göç ve iltica konusunda katı önlemler alınmasını talep etmiş
ve yasadışı göçle mücadelede yeterli işbirliği yapmayan ülkelere karşı yaptırımlarda
bulunulmasını istemişlerdir. Hem AB ülkelerine yönelik düzensiz göç akımları
açısından önemli bir transit ülke özelliği göstermesi, hem de AB üyelik süreci
nedeniyle Türkiye, bu tartışmaların odağında yer almaktadır (Kirişçi, 2004:10-14).
Türkiye AB ilişkileri Türkiye’nin 1999 yılında aday ülke ilan edilmesi ve
katılım ortaklığı belgesinin 2000 yılında kabul edilmesi ile yeni bir döneme girmiştir.
Genellikle kamuoyunda Kopenhag kriterleri, reformlar ve Kıbrıs sorunu gibi konular
bilinmekle beraber Avrupa bütünleşmesinin önemli bir ayağı olan Adalet ve İçişleri
konuları yeterince yer almamıştır. Ancak bu alanlarda önemli düzeyde bir AB
müktesebatı (EU acquis) gelişmiş olup aday ülkelerin yasalarını ve uygulamalarını
uyumlaştırması beklenmektedir. Adalet ve İçişleri’nin en önemli konuları ise iltica,
düzensiz göç ve vize politikalarıdır. Türkiye birkaç önemli nedenden dolayı bu
politikalarda merkezi bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin özellikle 1990’dan itibaren
AB ülkelerine giriş yapmak isteyen göçmenler açısından en önemli transit ülke
olması AB ile ilişkilerde bu konuyu sürekli gündemde tutmaktadır. AB’nin bu
anlamdaki politikaları Türkiye’nin Schengen vize rejimiyle uyum sağlamasından,
72
geri kabul anlaşmaları imzalanmasına kadar uzanmaktadır. Özellikle geri kabul
anlaşmaları Türkiye’nin üyeliğe kabulü durumunda AB’nin doğu sınırlarını
oluşturacak olması nedeniyle önem kazanmaktadır. Çünkü Türkiye, düzensiz göç ve
mülteci akımlarının çok büyük bir oranını oluşturan bölgelere komşu konumdadır
(Kirişçi, 2002: 7-9).
Geri kabul anlaşmaları AB’nin düzensiz göçle mücadelesinde önemli bir
araçtır ve özellikle 2002 Seville Zirvesi’nde yapılan taleplere paralel olarak Avrupa
Konseyi, Avrupa Komisyonu’na Türkiye’yi de içeren birçok ülke ile geri kabul
anlaşması yapılması konusunda yetki vermiştir. AB’nin bu yöndeki taleplerine
Türkiye temkinli yaklaşmış ve üçüncü ülke vatandaşlarını geri kabul konusunda
yalnızca Türkiye’den yasal yollarla geçen, ancak bir AB ülkesine yasadışı giriş
yapan kişilerin 48 saat içerisinde iadesinin kabul edilebileceğini belirtmiştir. 2004
yılında ise, Türkiye AB ile geri kabul anlaşması konusunda görüşmelerin başlamasını
kabul etmiştir. Ancak, Türkiye’nin düzensiz göç konusunda AB ile işbirliği
konusunda çekinceleri ve açmazları devam etmektedir. Öncelikle, Türkiye’nin AB
üyeliği konusundaki belirsizliğin sürmesi ve adaylık sürecinde diğer aday ülkelerden
beklenmeyen adımların talep edilmesi nedeniyle süreçte bir güvensizlik ortamı söz
konusudur. Diğer yandan Türk yetkilileri, göç ve iltica konularında AB tarafından
yeterli kaynak ve finansal desteğin sağlanmadığını,“yük paylaşımı (burden sharing)”
yapılmadığını ifade etmektedir. Türkiye’nin geri kabul anlaşmaları konusunda ise
öncelikle diğer transit ve kaynak ülkelerle geri kabul anlaşması yapmaktır. Aksi
takdirde AB’den geri kabul edilen yasadışı transit göçmenlerin vatandaşı oldukları
ülkeler tarafından kabul edilmeyerek Türkiye’de kalması sorunuyla karşılaşılması
söz konusu olabilecektir (Kirişçi, 2002: 42-44). Bu nedenle, öncelikli olarak Suriye,
Yunanistan, Kırgızistan, Romanya ve Ukrayna ile geri kabul anlaşmaları yapılmıştır
(EGM, 2007: 105-106).
Türkiye’nin göç ve iltica konularında AB’den ayrıldığı bir diğer nokta ise
düzensiz göçün önlenmesi üzerindedir. Genellikle Türk yetkililer tarafından dile
getirilen görüş, düzensiz göç sorununun Avrupa ülkeleri ile Türkiye’nin yer aldığı
bölge ülkeleri arasındaki ekonomik uçurumlardan kaynaklandığıdır. Bu nedenle,
polisiye tedbirlerin yeterli olmadığı iddia belirtilmektedir. Türk yetkililer bir yandan
düzensiz göçle mücadele konusunda Türkiye’ye baskı yapan AB yetkililerinin diğer
73
yandan yasadışı göçü körükleyici açıklamalarda bulunduklarını ifade etmektedir.
Bunun da ötesinde, AB ülkelerinde geçerliliğini koruyan sıkı vize rejimi ve etkisini
arttıran kısıtlayıcı politikalar Avrupa’ya yasadışı giriş yapma taleplerini arttırarak
düzensiz göç konusunda durumun zorlaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle,
Avrupa’ya yönelik düzensiz göç hareketlerinin ve bu anlamda önemli bir transit ülke
olan Türkiye’nin karşılaşacağı sorunların devam etmesi beklenmektedir (Kirişçi,
2002: 45-46). Bu bağlamda, Türkiye’nin bu gelişmeler karşısındaki temel kaygısının,
uyum politikalarının uygulanması sürecinin üyelikle sonuçlanmaması ve bunun
Türkiye’nin göç ve düzensiz göç sorununda yaratabileceği yeni olumsuzluklar
olduğu söylenebilir. Ancak, AB ile görüş ayrılıklarına rağmen Türkiye, kendisi için
de önemli bir güvenlik sorunu olarak gördüğü yasadışı göç konusunda son yıllarda
önemli yol kat etmektedir.
4.2.4. Türkiye’de Göçmen Kaçakçılığı ile Mücadele
Göçmen kaçakçılığı bağlamında kaynak, transit ve hedef ülke olma özelliği
gösteren Türkiye hem toplumsal güvenliği hem de kaçak göçmenlerin güvenliği
açısından bu suça karşı etkin önlemler almak durumundadır. Türkiye’de göçmen
kaçakçılığı ile mücadele alanında özellikle 2000’li yıllardan itibaren önemli
gelişmeler kaydedilmektedir.
Türkiye öncelikle gerekli yasal düzenlemeleri yapmış, ayrıca idari
düzenlemeler ile de uygulamayı desteklemiştir. 12 Aralık 2000 tarihinde Palermo’da
imzalanan Birleşmiş Milletler Sınır Aşan Organize Suçlarla Mücadele Sözleşmesi ile
göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti konularını düzenleyen iki adet Protokole,
Türkiye 13 Aralık 2000 tarihinde imza atmıştır. Söz konusu sözleşme,
protokolleriyle birlikte 30.01.2003 tarih ve 4800 sayılı Sınır aşan Örgütlü Suçlara
Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair
Kanun (www.tbmm.gov.tr, 2007c) ile Sözleşme onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
Göçmen kaçakçılığı ile insan ticareti suçlarının iç hukukumuzda doğrudan
düzenlenmesi ise 2002 yılında Türk Ceza Kanunu’na eklenen 201/a ve 201/b
maddeleri ile olmuştur. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk
Ceza Kanununda (www.tbmm.gov.tr, 2007b) ise göçmen kaçakçılığı suçu
Uluslararası Suçlar başlığı altında yer alan 79. maddede şu şekilde düzenlenmektedir:
74
(1). Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yasal
olmayan yollardan;
a). Bir yabancıyı ülkeye sokan veya ülkede kalmasına imkân sağlayan,
b). Türk vatandaşı veya yabancının yurt dışına çıkmasına imkân sağlayan,
Kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır.
(2). Bu suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde, verilecek cezalar yarı
oranında artırılır.
(3). Bu suçun bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde, tüzel kişi hakkında
bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur.
Söz konusu maddeye göre, göçmen kaçakçılığı suçunun mağduru yasal
olmayan yollardan ülkeye sokulan ya da çıkarılan yabancılar ile Türk vatandaşlarıdır.
Kaçak göçmenler bu suçtan dolayı cezalandırılmamakta, ancak pasaport kanununa
aykırılıktan sorumlu tutulmaktadır. Göçmen kaçakçılığı suçunu benzer suçlardan
ayırmaya yarayan iki temel unsur ise suçu gerçekleştirenlerin maddi menfaat elde
etme maksadı ile suç mağdurunun bu fiillere rıza göstermesidir. Eğer, mağdurun
rızası aldatma ve hile ile alınmışsa bu durum dolandırıcılık suçuna girmektedir.
Diğer yandan, mağdurun rızası dışında zorla çalıştırma, hizmet ettirme, fuhuş için
kullanma gibi amaçlarla göçmenlerin ülkeye yasadışı sokulması da göçmen
kaçakçılığı değil insan ticareti suçunu oluşturmaktadır (Fırat, 2006). Dolayısıyla,
Türk Ceza Kanunu’nda yapılan düzenleme, Palermo Protokolü’nde öngörülen kaçak
göçmenlerin göçmen kaçakçılığından dolayı cezalandırılmaması gereğine uyum
göstermekte, aynı zamanda da göçmen kaçakçılığı ile insan ticareti ayrımını ortaya
koymaktadır.
Yasa dışı göçmenlerin Türkiye’de yakalanmaları halinde ülkelerine iade
edilmesi ya da Türkiye’den bir başka ülkeye yasadışı geçiş yapan vatandaşların
ülkemize kabulünün düzenlenerek yasal çerçeveye oturtulması “geri kabul
anlaşmaları” yoluyla olmaktadır. Türk vatandaşlarının ülkeye geri kabulü açısından
geri kabul anlaşmalarına bağımlı kalınmayacak şekilde esnek bir mevzuat söz
konusudur. Öncelikli olarak, Anayasamızın 23. maddesi, “Vatandaş sınır dışı
edilemez, ülkeye girişten men edilemez hükmü gereğince bu konu anayasal bir
zorunluluk olarak düzenlenmektedir. Aynı şekilde, Türkiye’de yasal ikamet izni
bulunan yabancılar da bir başka ülkede yasadışı olarak bulunmaları durumunda
75
Türkiye’ye geri kabul edilebilmekte, bu konuda bir sınırlama bulunmamaktadır.
Yasadışı göçmenlerin iadesi konusunda en büyük sorun ise Türk vatandaşı
olmayanların iadesinde yaşanmaktadır. Bu yüzden Türkiye öncelikli olarak yoğun
yasadışı göç aldığı ülkeler ile geri kabul anlaşmaları yapma yoluna gitmektedir.
Türkiye’nin hâlihazırda Suriye, Yunanistan, Kırgızistan, Romanya ve Ukrayna ile
imzalamış olduğu geri kabul anlaşmaları bulunmaktadır (EGM, 2007: 105-106; Şen,
2006: 67-68).
4.3.
Türkiye’de İnsan Ticareti ve Mücadele
Türkiye’yi hedef alan bir diğer yasadışı göçmen akımı, Moldova, Ukrayna,
Rusya, Gürcistan, Romanya gibi ülkelerden gelmekte olup, bu grup Türkiye
üzerinden transit geçişi amaçlayan kaçak göçmenlerden farklı özellik taşımaktadır.
Bu göç hareketinde göçmenler, genellikle yasal yollardan giriş yaparak vize süreleri
dolduktan sonra kayıt dışı göçmen olarak ülkede kalmaya devam etmektedir.
1990’lardan itibaren Türkiye’de gevşek vize politikalarının da etkisiyle eski Sovyet
ülkelerinden Türkiye’ye yönelik “bavul ticareti” ile geçici süreler için ülkeye giriş
yapan göçmenler ortaya çıkmıştır. Bu kişilerden bir kısmı, sürekli iş bağlantısı ya da
evlilik gibi nedenlerle ülkeye yerleşirken bir kısmı ise enformel sektörde geçici
işlerde çalışan bir yasadışı göçmen kitlesi oluşturmuştur. Bu yasadışı göçmenler,
genellikle Türkiye’de ev içi hizmet, tekstil, inşaat, turizm, fuhuş ve eğlence gibi
sektörlerde kayıt dışı olarak çalışmaktadır (TÜSİAD, 2006: 74). Bu sektörler ise
illegal yapılanmalara uygun ortam sağlayacak özellikler göstermektedir. Kaçak
göçmen işçiler sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya oldukları ve yasal
güvencelerden faydalanamadıkları için sömürüye uğrama riskini daha fazla
taşımaktadırlar. Bu durum, Türkiye’nin insan tacirleri tarafından transit ülke olarak
kullanılmasının yanı sıra hedef ülke konumuna gelmesine de yol açmaktadır.
4.3.1. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele Alanında Örgütsel Yapı
ve Diğer Kuruluşlarla İşbirliği
Türkiye’de insan ticareti suçu ile mücadele öncelikli olarak İçişleri Bakanlığı,
Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik
Komutanlığı gibi farklı güvenlik güçlerinin içerisinde örgütlenmiş mücadele
bürolarının sorumluluk alanındadır. İçişleri Bakanlığına bağlı olarak görev Sahil
76
Güvenlik Komutanlığı özellikle liman kentleri ve sahillerde göçmen kaçakçılığı ve
insan ticareti ile mücadeleyi üstlenmektedir. İçişleri Bakanlığına bağlı görev yapan
bir diğer güvenlik kurulusu olan Jandarma Genel Komutanlığı ise kırsal alanlarda
güvenliği sağlamaktadır. Jandarma Genel Komutanlığı insan ticaretiyle mücadelede
en önemli kurumlardan biridir, çünkü suçun yapısı gereği gözden uzak yerlerde
kurbanların saklanması eğilimi nedeniyle insan ticareti vakaları daha çok kırsalda
ortaya çıkarılmaktadır (Bolat, 2005: 74-78). Jandarma Genel Komutanlığı tarafından
2005 yılında 100.000 adet Türkçe, 25.000 adet İngilizce ve 25.000 adet Rusça “İnsan
Ticaretiyle Mücadele Broşürü” hazırlanmış ve Türkiye genelinde karakollara ve
insan
ticareti
vakalarına
rastlanan
illerde
kamuoyuna
dağıtılmıştır
(www.jandarma.tsk.mil.tr, 2007).
İnsan ticareti ile daha etkin mücadele etmek amacıyla bu farklı birimlerin
birlikte
çalışmasını
sağlamak
üzere
2002
yılında
Dışişleri
Bakanlığının
koordinatörlüğünde, İnsan Ticareti ile Mücadele Ulusal Görev Gücü kurulmuştur.
İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Ulaştırma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı,
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Devlet Planlama Teşkilatı, Kadının
Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, bu
görev gücü içerinde yer almaktadırlar. Görev gücü, Türkiye’nin insan ticaretindeki
durumunun tespiti ve çözüm üretilmesi, mağdurların tespit edilmesi ve korunması,
mücadelede sivil toplum örgütleri ile işbirliğinin geliştirilmesi gibi amaçlara yönelik
çalışmaktadır (www.icisleri.gov.tr , 2006).
İnsan ticaretiyle mücadelede resmi kurumların yanı sıra sivil toplumun da
desteğinin alınması önemlidir. Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığı mücadelenin etkisi
ve başarısını artırmak için yaptığı eğitim çalışmalarına ek olarak, uluslararası
kuruluşlar ve sivil toplum örgütleriyle işbirliği yapmaktadır. Türkiye’de insan
ticaretiyle mücadelede iki sivil toplum kuruluşu önemli rol üstlenmektedir. İnsan
Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV). ve Kadın Dayanışma Vakfı (KDV). insan
ticaretinin korunması, barınması, tıbbi yardım ve psikolojik destek sağlanması, kamu
görevlilerinin eğitimi gibi konularda resmi kuruluşlarla işbirliği yapmaktadır (Şen,
2006: 101).
77
İnsan ticareti ile mücadele alanında işbirliği yapılan uluslararası kuruluşların
başında Uluslararası Göç Örgütü (IOM) gelmektedir. Türkiye IOM’a 2004 yılında
üye olmuştur.
IOM Türkiye Ankara ve İstanbul’da olmak üzere iki ofisle
faaliyetlerine devam etmektedir ve Türk hükümetine göç yönetimi ve insan ticareti
ile mücadele konularında destek vermektedir. IOM, insan ticaretine yönelik olarak
transit ve hedef ülkelerde mağdur durumunda bulunan kadın ve çocukların ülkelerine
gönüllü dönüşünü sağlayacak programlar yürütme, mağdurlara yönelik tedavi ve
rehabilitasyon programları düzenleme, toplumu bilgilendirme ve bilinçlendirme,
potansiyel mağdurlara yönelik önleyici programlar yürütme, mağdurların topluma
entegrasyonunu sağlayıcı çalışmalar yapmaktadır (www.iom.int, 2007).
2005 yılında IOM Türkiye misyonu kapsamlı bir insan ticareti ile mücadele
programı uygulamaya başlamıştır. Temel faaliyetleri arasında yasa uygulama
eğitimleri, insan ticareti mağdurlarının belirlenmesi ve korunması, bu konuda kamu
bilincinin arttırılması bulunmaktadır. Türkiye tarafından insan ticareti mağdurlarını
içinde bulundukları durumdan kurtarmak amacıyla açılan 157 acil yardım hattı IOM
tarafından işletilmektedir. Potansiyel insan ticareti mağdurları sınır geçişlerindeki
kilit noktalarda ve kendilerine ulaşılabilecek yerlerde insan ticaretiyle ilgili gerçekler
ve acil yardım için ülkenin her yerinden ücretsiz arayabilecekleri üç haneli 157
telefon yardım hattı hakkında bilgilendirilmektedir. Ayrıca Moldova gibi kilit kaynak
ülkelerde ve insan ticareti mağdurlarının seyredebileceği Türkçe TV müzik
kanallarında bu yardım hattının reklâmları yayınlanmaktadır. Kampanya kapsamında
televizyon ve radyo reklâmlarıyla ve internette yayınlanan bir bilgilendirme web
sitesiyle (www.countertrafficking.org.). tüm halkın insan ticareti konusunda
bilgilendirilmesi hedeflenmektedir. Web sitesinde Türkiye’de insan ticareti ile ilgili
bilgiler yer almakta ve insan ticareti mağdurları ile ilgili istatistikler her hafta
güncellenerek verilmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insan ticareti
ile ilgili rakamları net olarak bilebilmek mümkün olmamaktadır. Ancak, Uluslararası
Göç Örgütü’nün resmi makamlar ile işbirliği içinde oluşturarak kamuoyuna
açıkladığı rakamlar Türkiye’de yaşanan insan ticareti olgusunun boyutları hakkında
fikir vermektedir.
78
4.3.2. Türkiye’de İnsan Ticareti Suçunun Boyutları
İnsan ticareti bağlamında Türkiye son yıllarda özellikle Doğu Bloğunun
dağılmasının getirdiği siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar nedeniyle bulunduğu
bölgede hedef ülke konumuna gelmektedir (Şen, 2006: 96).Türkiye, kaynak ülke
özelliği gösteren eski Doğu Bloğu ülkelerinin birçoğu ile komşu olmanın yanı sıra,
görece ekonomik gelişmişliği ve hayat standardının yüksek olması nedeniyle önemli
bir hedef haline gelmekte ve sorunun önemli aktörlerinden biri olmaktadır. Özellikle
son yıllarda Türkiye konuyla ilgili çalışmalar yürütülmekte, güvenlik güçleri ve yargı
organları sivil toplum örgütleri ile işbirliği içerisinde önemli gelişmeler
kaydetmektedir. Ancak, Türkiye’de büyük şehirlerde gözlenen kayıt dışı istihdamın
önlenememesi ve özellikle güney bölgelerindeki turizm sektöründeki yasadışı
oluşumlar nedeniyle konu gündemdeki yerini korumaktadır.
Türkiye, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin 2006 yılında
yayınladığı raporda hedef ülke konumunda olan ilk on ülkeden biri olarak yer
almaktadır. Ülkelerin, insan ticaretinin yaygınlık oranına göre derecelendirildiği bu
rapora göre, Türkiye kaynak ülke olarak orta; transit ülke olarak yüksek; hedef ülke
olarak ise çok yüksek olarak değerlendirilmektedir (Çizelge 4.3).
79
Çizelge 4.3. BM Suç ve Uyuşturucu Ofisi Raporunda Yer Alan Bazı
Kaynak, Transit ve Hedef Ülkeler*
Çok
Yüksek
Arnavutluk
Belarus
Bulgaristan
Çin
Litvanya
Moldova
Nijerya
Romanya
Rusya
Tayland
Ukrayna
Yüksek
Çok
Yüksek
Arnavutluk
Bulgaristan
İtalya
Macaristan
Polonya
Tayland
Yüksek
Çok
Yüksek
ABD
Almanya
Belçika
Hollanda
İsrail
İtalya
Japonya
Tayland
Türkiye
Yunanistan
KAYNAK ÜLKELER
Orta
Düşük
Bangladeş
Benin
Brezilya
Çek Cumhuriyeti
Ermenistan
Estonya
Fas
Filipinler
Gürcistan
Hindistan
Kamboçya
Kazakistan
Kolombiya
Macaristan
Afganistan
Azerbaycan
Bosna Hersek
Endonezya
G.Kore
Kırgızistan
Kosova
Malezya
Singapur
Sırbistan
Karadağ
Slovenya
Türkiye
TRANSİT ÜLKELER
Orta
Almanya
Belçika
Bosna Hersek
Çek Cumhuriyeti
Fransa
Makedonya
Sırbistan Karadağ
Slovakya
Türkiye
Ukrayna
Yunanistan
Yüksek
Belarus
Güney Kıbrıs
Gürcistan
Hindistan
Hırvatistan
İngiltere
Kazakistan
Mısır
Rusya
HEDEF ÜLKELER
Orta
Avusturya
Birleşik Arap Emirlikleri
Bosna Hersek
Çek Cumhuriyeti
Çin
Fransa
Güney Kıbrıs
Hindistan
İngiltere
Kamboçya
Bulgaristan
Estonya
Filipinler
Hırvatistan
İran
Kazakistan
Makedonya
Malezya
Rusya
Ukrayna
Çok Düşük
ABD
Arjantin
Irak
İran
Kanada
Ürdün
Hollanda
Mısır
Şili
Suriye
Uruguay
Yemen
Düşük
Çok Düşük
Avusturya
Azerbaycan
Cezayir
İspanya
Moldova
Çin
Estonya
Finlandiya
Kırgızistan
Lübnan
Pakistan
Düşük
Çok Düşük
Bangladeş
Kırgızistan
Mısır
Özbekistan
Romanya
Slovenya
Brezilya
Moldova
Slovakya
Tacikistan
Kaynak: UNODC, 2006: 18-20. * Tabloda yer alan ülkeler alfabetik olarak sıralanmış olup, insan
ticaretinin görülme yoğunluğuna göre sıralanmamıştır.
Türkiye'de tespit edilen insan ticareti olayları, özellikle Doğu Bloğu’nun
dağılmasının ardından kurulan ülke vatandaşlarının cinsel amaçlarla zorla kullanımı
80
ve çalıştırılması şeklinde görülmektedir. Bu kişiler genellikle ülkeye yasal yollardan
sokulmakta, ancak daha sonra belgeleri ellerinden alınarak zorla çalıştırılmaktadır.
Öncelikle ev içi hizmet, bakıcılık, turizm, eğlence gibi farklı sektörlerde çalıştırılmak
üzere getirilen kadınlar; ailesine ya da kendisine senet imzalatmak, baskı şiddet
uygulamak, belgelerine el koymak, tehdit etmek gibi yöntemlerle kontrol altına
alınmakta ve daha sonra cinsel amaçlı zorla çalıştırmaya ve sömürüye maruz
kalmaktadır (www.egm.gov.tr, 2007).
Uluslararası Göç Örgütü 2006 yılında, “2005: Türkiye, İnsan Ticareti ve
Eğilimler” adlı bir rapor yayınlamıştır (IOM, 2006b). Rapora göre, 2005 yılında
Emniyet güçleri tarafından belirlenen toplam 469 mağdurdan 220’sine IOM
tarafından asiste edilmiştir. Yurtdışından gelen mağdurlar üzerinden müşteri başına
ortalama 150 dolar ücret alınmakta ve günde 15 erkekle birlikte olmaktadır. Bu
hesapla günlük 2250 dolar kazanan kadınların yıllık 340 gün üzerinden 765 bin dolar
kazandığı ve bunun da önemli bir bölümünün mafyanın eline geçtiği ifade
edilmektedir. Türkiye'de 2005'te belirlenen 469 mağdurun üzerinden sağlanan gelir
360 milyon doları bulurken, toplam mağdur sayısının bunun 10 katı olduğu
öngörüsüyle, insan ticaretinden yaklaşık 3.6 milyar dolarlık yasadışı gelir elde
edilmektedir.
Rapora göre; mağdurları, insan ticaretinin ağına yüzde 74 oranında kendi
ülkelerinin vatandaşları sokmaktadır. Ticareti yönetenlerin yüzde 9'u Türk, diğerleri
ise Rus uyrukludur (IOM, 2006b). Türkiye’de yakalanan insan taciri sayısı 2005
yılında 379, 2006 yılında ise 422’dir (www.mfa.gov.tr, 2006).
IOM’un yardım ettiği mağdurların sayısı 2006 yılında 191 olmuştur. 157
yardım hattı aracılığı ile kurtarılan insan ticareti mağdurlarının sayısı ise 2005 yılında
52, 2006 yılında 56 olarak gerçekleşmiştir. Mağdurların Türkiye’ye giriş yaptıkları
şehirlerin başında İstanbul gelmektedir (Şekil 4.1). Antalya ise giriş yapılan ikinci
şehir iken, mağdurların en fazla istismara maruz kaldığı yer olarak karşımıza
çıkmaktadır (Şekil 4.2). Bu veriler, insan ticaretinin Türkiye’de turizmin ve eğlence
sektörünün geliştiği bölgelerde daha yoğun yaşandığını göstermekte, insan ticareti
vakalarının daha çok cinsel istismara yönelik olarak kadınları hedef aldığını
doğrulamaktadır. Mağdurların belirlendiği şehirlere bakıldığında ortaya çıkan bir
81
başka durum ise rakamların büyük şehirlerde ve batı illerinde artma eğilimi
gösterdiğidir.
133
140
Mağdur Sayısı
120
100
80
60
40
22
19
20
4
4
3
2
1
1
1
1
la
M
uğ
rs
An
ka
ra
Ar
da
ha
n
M
er
si
n
Ed
ir n
e
Ka
r
Ar
tv
in
Iğ
dı
bz
on
ya
ta
l
Tr
a
An
İs
ta
nb
ul
0
Şehir
Şekil 4.1. Mağdurların Türkiye’ye Giriş Noktaları
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007a
60
57
Mağdur Sayısı
50
40
30
20
10
27
25
20
15
12
5
4 4 3 3 3
3 2 2
1 1 1 1 1 1
An
ta
İs t ly a
an
bu
İ l
Tra z mir
bz
An on
ka
r
M a
Ça uğl
na a
kk
Me al e
rsi
n
Ka
r
El a s
z
Ar
da ığ
ha
Bu n
rs
De a
Te ni zl i
ki r
d
Ar ağ
tv in
Ur
fa
Iğd
ır
H
Os ata
ma y
n iy
e
İz m
Ma
it
l at
ya
0
Şehir
Şekil 4.2. Mağdurların Bulundukları Şehirler
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007a
İnsan ticareti vakalarının sıklıkla görüldüğü bölgelerin yanı sıra mağdurların
profilleri de Türkiye’de insan ticaretinin nedenleri ve boyutları hakkında bilgi
vermektedir. Mağdurların ekonomik, sosyal ve demografik özelliklerinin bilinmesi
82
bu alandaki mücadeleyi güçlendirecektir. Bu nedenle, Uluslararası Göç Örgütü
Türkiye Misyonunun sağladığı güncel veriler önem kazanmaktadır.
4.3.3. Türkiye’de İnsan Ticareti Mağdurları3
Türkiye’yi konu alan insan ticareti olgusunun en önemli nedeni tüm dünyada
olduğu gibi yoksulluk ve fırsat eşitsizliğidir. Belirlenebilen insan ticareti
mağdurlarının profilleri de bu durumu doğrular niteliktedir. Öncelikle, mağdurların
geldikleri ülkelere bakıldığında Soğuk Savaş sonrası yaşanan siyasi-ekonomik
istikrarsızlığın en yoğun şekilde kendini gösterdiği ülkeler ön plana çıkmaktadır. İlk
sırada Moldova, ikinci sırada Ukrayna yer almaktadır ve bu iki ülke toplam
mağdurların içinde büyük payı oluşturmaktadır.(Çizelge 4.4). Ortalama günlük
ücretin 1 doların altında olduğu Moldova gibi yoksul ülkelerde işe ihtiyacı olan ve
daha iyi bir yaşam için göç sürecine katılma kararı alan kadınlar öncelikli risk
grubunu oluşturmaktadır.
Çizelge 4.4. Türkiye’de 2004–2006 Yılları Arasında Belirlenen İnsan
Ticareti Mağdurlarının Uyrukları
Kaynak Ülke
Azerbaycan
Belarus
Bulgaristan
Ermenistan
Gürcistan
Kazakistan
Kırgızistan
Kolombiya
Moldova
Özbekistan
Romanya
Rusya
Türkmenistan
Uganda
Ukrayna
Toplam
2004
Yetişkin
Reşit
olmayan
3
0
1
0
3
6
19
1
1
33
1
5
2
1
12
60
2005
Yetişkin
Reşit
olmayan
2
0
5
0
1
1
2
62
11
9
28
2
1
65
213
1
2
2
1
1
7
2006
Yetişkin
Reşit
olmayan
6
3
1
2
1
2
1
23
1
59
16
37
4
2
29
181
4
10
Toplam
14
7
2
1
5
8
44
1
157
28
17
70
7
1
111
473
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007a
İnsan ticaretine maruz kalan kadınlar öncelikle iş arayışı nedeniyle sürece
katılmaktadırlar. Türkiye’de insan ticareti mağdurlarının büyük bölümünü oluşturan
Moldovalı mağdurların göç etme nedenlerine bakıldığında istihdamın büyük yer
3
Bu bölümdeki bilgiler IOM Türkiye Misyonu tarafından yayınlanan 2006 yılı verilerinden alınmıştır.
www.countertrafficking.org
83
tuttuğu görülmektedir (Şekil 4.3). Ayrıca, bu kadınların çoğunluğu alt gelir
gruplarından gelmektedir (Şekil 4.4).
9%
1% 5%
4%
İstihdam
Turizm
Evlilik
Diğer
Bilinmeyen
81%
Şekil 4.3. İnsan Ticareti Mağdurlarının Türkiye’ye Göç Etme Nedenleri
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b
3%
23%
Yoksul
Çok yoksul
52%
22%
Standart
Bilinmeyen
Şekil 4.4. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Gelir
Düzeyleri
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b
İnsan ticareti alt gelir gruplarını daha çok etkileyen bir olgudur ancak,
mağdurların insan ticaretine konu olmasının tek nedeni yoksulluk olarak
görülmemelidir. Aile içi şiddet ve kötü muamele de bu kadınların uzaklaşma kararı
almalarına yol açmaktadır. Uluslararası Göç Örgütü’nün Moldova’da yaptığı
araştırma, insan ticareti mağdurlarının %89 oranında aile içi şiddetle karşı karşıya
olduğunu göstermektedir (www.countertrafficking.org, 2007b). Olumsuz toplumsal
yapı ve aile içi şiddet, kadınların fırsat eşitliğine sahip olmamasından kaynaklanan
eğitimsizlik sorunu ile birleştiğinde risk yükselmektedir. Şekil 4.5’de görüldüğü gibi
84
mağdur kadınların eğitim düzeyleri genel olarak ilk ve ortaokul düzeyinde
kalmaktadır.
4%
5%
16%
21%
İlkokul
Ortaokul
Lise
Teknik okul
19%
Üniversite
35%
Diğer
Şekil 4.5. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Eğitim
Düzeyleri
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b
Yoksulluk ve şiddetten uzaklaşmak isteyen mağdurlar iş vaadi ve daha iyi bir
yaşam beklentisi ile insan tacirlerinin hedefi olabilmektedir. Bu ticareti yapan
kişilerin birçoğu güven ilişkisini kullanan kadınlar (%51). veya mağdurun yakın
çevresi olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye örneğinde, mağdurlar %70 oranında
kişisel ilişkiler vasıtasıyla bu sürece katılmaktadır. Gazete ilanları ile iş başvurusu
alan acentelerin rolü sanıldığının aksine daha az olup %8 dolayında belirlenmiştir.
Genellikle yasal yollardan ülkeye sokulan kadınlar daha sonra büyük şehirlerde ve
Antalya gibi turizm merkezlerinde istismara maruz kalmaktadır. Türkiye’de insan
ticareti suçunun çok büyük oranda cinsel sömürü amaçlı yapıldığı (Şekil 4.6). ve
mağdurların yaş profilinin de bu duruma uygun olarak gerçekleştiği görülmektedir
(Şekil 4.7).
85
Cinsel İstismar
10; 5% 4; 2%
Zorla Çalıştırma
177; 93%
Zorla Çalıştırma ve
Cinsel İstismar
Şekil 4.6. Türkiye’de Görülen İnsan Ticareti Vakalarının Türlerine Göre
Dağılımı
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b
9%
5%
14-17
18-24
25-30
30 üstü
26%
60%
Şekil 4.7. Türkiye’de Belirlenen İnsan Ticareti Mağdurlarının Yaş
Gruplarına Göre Dağılımı
Kaynak: www.countertrafficking.org, 2007b
Mağdurların yüzde 36'sında cinsel yolla bulaşan hastalıklar; yüzde 8'inde
beyin hasarı gözlenmektedir. Diğer yandan, insan ticareti mağduru olan her üç
kadından biri annedir. Bu da insan ticaretinin, sadece Türkiye'de insan ticaretine
maruz kalan kadın ve kızları değil, aynı zamanda geride bırakmak zorunda kaldıkları
çocukları ve aileleri de etkilediğini, hem kaynak ülkede hem de Türkiye’de büyük
toplumsal sorunlara yol açabileceğini göstermektedir. Bu nedenle Türkiye insan
ticaretiyle etkin bir şekilde mücadele etme çabasında olmalıdır.
4.3.4. Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele
Türkiye, 2000’li yılların başından itibaren insan ticareti ile etkin bir mücadele
stratejisi geliştirmektedir. Özellikle 2002 yılında insan ticaretinin iç hukukumuzda
düzenlenmesi, Dışişleri Bakanlığının koordinatörlüğünde, İnsan Ticareti ile
Mücadele Ulusal Görev Gücü’nün kurularak gerekli idari düzenlemelerin yapılması
86
ile hem yasal alanda hem de uygulamada önemli adımlar atılmıştır. 2005 yılı Türk
resmi makamları ile Uluslararası Göç Örgütü’nün işbirliği ile gerçekleştirilen insan
ticaretiyle mücadele kampanyasının da başlatılmasıyla önemli bir dönüm noktası
olmuştur. Sivil Toplum Örgütleri ve Uluslararası Göç Örgütünün de desteğiyle insan
tacirlerinin yakalanarak cezalandırılması, mağdurların ise bulundukları durumdan
kurtarılmasına yönelik mücadelede gerekli iyileştirmeler ve düzenlemeler de
yapılarak etkinliğin arttırılması amaçlanmaktadır.
4.3.4.1.
Yasal Düzenlemeler
Türkiye’de insan ticaretine karşı mücadele öncelikle 1982 tarihli Türkiye
Cumhuriyeti
Anayasası’nın
gereklerine
dayanmaktadır.
Anayasanın
kişinin
dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığının korunması ile ilgili 17. maddesi, zorla
çalıştırma yasağı ile ilgili 18. maddesi, kişi hürriyeti ve güvenliği ile ilgili 19.
maddesi, çalışma şartları ve dinlenme hakkı ile ilgili 50. maddesi insan ticareti ile
mücadelede kullanılabilecek yasal dayanakları oluşturmaktadır (www.tbmm.gov.tr,
2007a). Anayasal dayanakların yanı sıra Türkiye’de ceza kanunundaki doğrudan
düzenleme ve diğer kanunlardaki hükümlerden faydalanılmaktadır. Ayrıca, insan
ticareti mağdurlarının insan haklarının korunması açısından büyük önem taşıyan
yasal hakları da bulunmaktadır.
4.3.4.1.1.
Türk Ceza Kanunu
Türkiye insan ticareti ile mücadeleyi daha etkin kılmak amacı ile “Sınıraşan
Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ile “Sınıraşan Örgütlü Suçlara
Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine Ek İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve
Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin
Protokol”ü imzalamış ve iç hukukunda protokole uygun düzenlemeler yapmıştır.
Protokolün ceza hukuku açısından yerine getirilmesi kapsamında, 2002 yılında
TCK’ye eklenen 201/b maddesiyle Ceza Kanunumuzda ilk defa “insan ticareti suçu”
tanımlanmış ve bu hüküm 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nda da
yer almıştır (Arslan vd., 2006: 2). Yeni TCK’de özel hükümlerin ilk kısmının başlığı
“uluslararası suçlar” adını taşımaktadır. TCK’ye yeni eklenen bu kısımda soykırım
ve insanlığa karşı suçlar, uluslararası hukuk suçları adı altında, göçmen kaçakçılığı
87
ve insan ticareti suçları da diğer uluslararası suçlar adı altında düzenlenmiştir. İnsan
ticareti suçu Türk Ceza Kanunu’nun 80. maddesinde 2006 yılı sonuna kadar şu
şekilde düzenlenmiştir:
(1). Zorla çalıştırmak veya hizmet ettirmek, esarete veya benzeri uygulamalara tabi kılmak,
vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya şiddet uygulamak,
nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kişiler üzerindeki denetim olanaklarından veya
çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kişileri tedarik eden, kaçıran, bir
yerden başka bir yere götüren veya sevk eden, barındıran kimseye sekiz yıldan oniki yıla kadar hapis
ve onbin güne kadar adlî para cezası verilir.
(2). Birinci fıkrada belirtilen amaçlarla girişilen ve suçu oluşturan fiiller var olduğu
takdirde, mağdurun rızası geçersizdir.
(3). Onsekiz yaşını doldurmamış olanların birinci fıkrada belirtilen maksatlarla tedarik
edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya
barındırılmaları hallerinde suça ait araç fiillerden hiçbirine başvurulmuş olmasa da faile birinci
fıkrada belirtilen cezalar verilir.
(4). Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur.
Türk Ceza Kanunu’nun 80. maddesi yukarıdaki şekli ile insan ticaretine karşı
cezai yaptırımlar öngörmekte, ancak cinsel istismar veya fuhuş istismarı ibareleri
açıkça yer almadığı için cinsel sömürü amaçlı insan ticareti hususunda düzenleme
getirmemekteydi. Bu durum, fuhuşa yönelik istismarın insan ticareti olarak
değerlendirilmemesi, Türk ceza Kanunu’nun 227. maddesi ile düzenlenen fuhşa
sürükleme suçu olarak cezai işlem yapılmasına yol açmıştır. Oysaki bu suçun insan
ticareti olarak kanunda açıkça yer alması hem cezai yaptırımın fazlalığı hem de
mağdur açısından yaratacağı sonuçlar nedeniyle oldukça önemlidir (Arslan vd.,
2006: 37-38). Bu nedenle, 80. maddeye dair eleştiriler yapılmış ve Türkiye’de
görülen insan ticareti vakalarının hemen hemen tümünü oluşturan cinsel istismarın
madde kapsamına alınması gerekliliği üzerinde durulmuştur. Çalışmada da
yararlandığımız "Türkiye’de İnsan Ticareti ile Mücadele Yasa Uygulama ile İlgili
Stratejik Bir Yaklaşım" raporunun yayınlanmasını takiben 06.12.2006 tarihinde Türk
Ceza Kanunu’nun 80. ve 227. maddelerinde gerekli değişiklikler yapılmıştır
(www.countertrafficking.org, 2007). Kanunun 80 inci maddesinin birinci fıkrası şu
şekilde değiştirilmiştir:
88
"(1). Zorla çalıştırmak, hizmet ettirmek, fuhuş yaptırmak veya esarete tâbi kılmak ya da vücut
organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya şiddet uygulamak, nüfuzu
kötüye kullanmak, kandırmak veya kişiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden
yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kişileri ülkeye sokan, ülke dışına çıkaran, tedarik eden,
kaçıran, bir yerden başka bir yere götüren veya sevk eden ya da barındıran kimseye sekiz yıldan oniki
yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adlî para cezası verilir."
Bu değişiklik ile insan ticaretinin en önemli ayağı olan zorla fuhuşun 80.
madde kapsamına alınmasıyla iç hukukumuzda insan ticaretinin her türüne yönelik
cezai yaptırım uygulanması sağlanmış olup, Türkiye’nin özellikle kadın ticareti
boyutunda verdiği mücadelede oldukça önemli bir adım atılmıştır.
4.3.4.1.2.
Diğer İlgili Kanunlar
Türk Ceza Kanununda yer alan doğrudan düzenlemelerin yanı sıra, çeşitli
kanunlar da insan ticaretine yönelik hükümler içermektedir. Yabancıların çalışma
izinleri hakkında kanun ile çalışma izinlerinin verilmesine ilişkin yetki, Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın tekeline alınarak çalışma koşulları ayrıntılı olarak
düzenlenmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından çıkarılan
Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanunun Uygulama Yönetmeliğin 7.
maddesinde, “Türkiye'de öğrenim amacıyla verilen ikamet izinleri hariç, herhangi bir
sebebe istinaden en az altı ay süreli ikamet izni almış olup da bu izin süresi içerisinde
çalışma izni verilmiş yabancılardan, Türkiye'nin dış temsilcilikleri kanalı ile çalışma
vizesi alması şartı” aranmayacağını, ancak “insan ticaretine konu olan veya
olabilecek alanlarda çalışacak yabancılar için altı ay süreyle ikamet etmiş olması
konusu dikkate alınmayarak, her defasında dış temsilciliklerimizden çalışma vizesi
almaları koşulu aranacağını” düzenleyerek, insan ticareti eylemlerinin önüne
geçilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca çalışma izni olmaksızın yabancı çalıştıran
işverenler, bu kişilerin ülkelerine dönmeleri için gerekli masrafları karşılamakla
yükümlü kılınmıştır. Vatandaşlık Kanunu’ nda yapılan değişiklik ile de bir Türk ile
evlenen yabancının Türk vatandaşlığı kazanabilmesi için en az 3 yıl evli kalınması
şartı getirilmiştir. Ayrıca çalışma izni alınabilmesi için eş ve çocukların en az
kesintisiz 5 yıl Türkiye’de ikamet etme koşulu konulmuştur. Karayolları Taşıma
Kanunu ile de insan ticareti yapan kişilerin yetki belgelerinin iptali sağlanmaktadır.
Pasaport Kanunu ise “Fahişeler ve kadınları fuhuşa sevk ederek geçinmeyi meslek
89
edinenlerle, beyaz kadın ticareti yapanlar ve her nevi kaçakçıların ”Türkiye’ye
girişini yasaklayarak insan ticaretinin önlenmesine yönelik düzenleme yapmaktadır
(Arslan vd., 2006: 24).
4.3.4.1.3.
Mağdurların Yasal Hakları
İnsan ticareti mağdurlarının uluslararası hukuktan ve Türk hukukundan
kaynaklanan hakları mevcuttur. Uluslararası hukuk bağlamında mağdurlar Türk ya
da
yabancı
olmalarına
bakmaksızın
Türkiye’de
Avrupa
İnsan
Hakları
Sözleşmesi’nde tanınan hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği gerekçesiyle iç hukuk
yollarının tükenmesinin ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma
hakkına sahiptir. İnsan ticareti mağdurları Ceza Muhakemesi Kanunu’nun mağdur ve
şikâyetçilere tanımış olduğu haklardan faydalanabilirler. Mağdurlara Türkçe
bilmemeleri halinde ücretsiz tercüman verilmektedir. Ayrıca, gerekli görülen
hallerde duruşmaların tamamı ya da bir kısmı kapalı olarak yapılabilmektedir.
Türkiye’de idari kurumların yürüttüğü bütün eylem ve işlemler yargı denetimine
tabidir. Mağdur kendisine Türkiye’nin onaylamış olduğu uluslararası sözleşmeler ya
da iç hukuk tarafından verilen herhangi bir hakkın ihlal edilmesi durumunda hukuk
yoluna başvurabilir. Örneğin, kendisine verilen insani vize, sığınma, ücretsiz tedavi
gibi hakların yerine getirilmememsi halinde insan ticareti mağduru hukuk yoluna
gidebilir ve uğradığı zararların telafisini talep edebilir. İnsan ticareti mağdurlarının
karşılılık esasına bağlı olmak kaydıyla adli yardımdan yararlanma hakkı vardır.
Ayrıca, insan ticareti faillerine karşı maddi/manevi tazminat davası açılabilir, ancak
bu durumda mahkemeye teminat göstermesi ve yargılama giderlerini karşılaması
gerekmektedir. Mahkeme yine karşılıklılık esasına göre mağduru teminattan muaf
tutabilmektedir (Arslan vd., 2006: 48-52).
Türkiye insan ticareti konusunda uluslararası standartlara uygun şekilde yasal
düzenlemelere gitmektedir. Ancak, yasaların kâğıt üzerinde tanımış olduğu hakların
yaşama ne kadar aktarıldığı ilgili idari birimlerin ve yürütücülerin uygulamaları ile
belirlenmektedir. Bu nedenle, insan ticareti konusunda birçok idari düzenlemeye
gidilmektedir.
90
4.3.4.2.
İdari Düzenlemeler
Dışişleri Bakanlığının koordinatörlüğünde çalışmakta olan İnsan Ticareti ile
Mücadele Ulusal Görev Gücü’nün hazırladığı “İnsan Ticareti ile Mücadele Eylem
Planı” (www.unhcr.org.tr, 2007). Türkiye’de insan ticareti konusunda yapılan idari
düzenlemelerin zemini oluşturmaktadır. İnsan ticareti ile mücadelenin etkin şekilde
yürütülmesi ve mağdurların insan haklarının korunması bağlamında en önemli
konular insan ticareti mağdurlarının korunması, rehabilite edilmesi, tıbbi ve
psikolojik destek sağlanması, barındırılmaları ve gönüllü-güvenli geri dönüşlerinin
sağlanmasıdır.
Mağdurlarla birebir yapılacak tüm işlemlerde, sivil giyimli, bayan personelin
görevlendirilmesi, soruşturma sırasında yüzleştirme, teşhis gibi işlemlere ihtiyaç
duyulması durumunda, mağdurların tacirler veya bağlantılı kişilerle aynı ortamda
bulundurulmaması
amacıyla
gerekli
tedbirler
alınmaktadır.
İnsan
ticareti
mağdurlarının Türkiye’den çıkışlarında çıkış işlemlerinin harçsız ve cezasız
yapılarak haklarında süreli yurda giriş yasağı kararı alınmamaktadır. 2003 yılında
Bakanlar Kurulu’nun aldığı karar doğrultusunda insan ticareti mağduru olduğu tespit
edilen ve tedavi olması gereken şahısların, sağlık kuruluşlarına sevklerinin yapılarak
ücretsiz tedavilerinin yaptırılması sağlanmaktadır. Mağdurların tedavi ve rehabilite
edilmelerinin gerçekleştirilmesi, suçun sanıklarına ilişkin yargılama süreci
gözetilerek insan ticareti mağduru olduğu tespit edilen yabancı uyruklu şahıslara,
talepleri halinde 6 aya kadar geçici ikamet izni verilmektedir. Sanıkların yargılanma
ve mağdurların tedavi süreçleri takip edilerek ihtiyaç duyulması halinde bu süre
uzatılabilmektedir (www.unhcr.org.tr, 2007).
İnsan
ticaretiyle
mücadelede
önemli
bir
konu
da
mağdurların
rehabilitasyonları süresince güvenli barınmalarını sağlamak ve geri dönüşlerini
koordine etmektir. Bu amaçla İstanbul’da İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı,
Ankara’da Kadın Dayanışma Vakfı tarafından işletilen iki adet sığınma evi
bulunmaktadır. Gönüllü ve güvenli geri dönüş mağdurların insan ticareti suçuna
tekrar maruz kalmaması açısından son derece önemlidir. Ülkelerine dönmek isteyen
insan ticareti mağdurlarının İKGV ile işbirliği halinde IOM yetkilileri ile temasa
geçilerek, güvenli şekilde ülkelerine dönüşleri sağlanmaktadır. Mağdurların
91
ülkelerine gönderilmesi aşamasında hareket edeceği noktaya kadar sivil görevliler
tarafından eşlik edilmesi, çıkış işlemlerinin diğer yolculardan farklı yapılması gibi
önlemler alınmaktadır. Güvenli ve gönüllü geri dönüşte en önemli aşama mağdurun
geri döneceği ülkedeki resmi makamlarla yapılacak olan işbirliğidir. Bunun için
kaynak ülke makamları ile yapılan işbirliği protokollerinde belirlenen irtibat
noktaları gerekli konularda bilgilendirilmektedir (Şen, 2006: 103-105).
Türkiye, insan ticareti ile mücadele alanında AGİT, NATO, Avrupa Birliği,
Avrupa Konseyi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve İstikrar Paktı tarafından
düzenlenen uluslararası faaliyetleri desteklemekte ve bu yönde aktif olarak
çalışmaktadır. Türkiye, Belarus, Gürcistan, Kırgızistan, Moldova ve Ukrayna ile
insan
ticaretiyle
mücadele
alanında
işbirliği
Protokolleri
imzalamıştır
(www.mfa.gov.tr, 2007).
Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti konularında bölgesinde önemli bir ülke
konumunda olan Türkiye son yıllarda bu suçlarla mücadeleyi bir devlet politikası
haline getirme ve uzman kuruluşlar tarafından öngörülen standartları uygulama
konusunda çaba göstermektedir. İnsan ticareti konusunda birçok birimin ortak
çalışmasını amaçlayan Ulusal Görev Gücü’nün kurulması ve Ulusal Eylem Planı
çerçevesinde konuya bütüncül yaklaşılması insan ticareti ile mücadelede kararlılığın
ve tutarlılığın sağlanması anlamında önemli adımlar olmuştur. Türkiye, BM Sınır
Aşan Örgütlü Suçlarla Mücadele Sözleşmesine Ek İnsan Ticareti ve Göçmen
Kaçakçılığı protokolleri’ne ilanından hemen sonra imza atmış ve birçok ülkeden
önce gerekli onay işlemini gerçekleştirerek iç hukukunda gerekli düzenlemeleri
yapmıştır. Türk Ceza Kanunu göçmen kaçakçılığını ve insan ticaretini protokollere
uygun şekilde ayrıntılı olarak ele almakta ve cezalandırmaktadır. Mağdurların
uluslararası ve iç hukuktan kaynaklanan haklarını kullanabilme olanağı da en üst
seviyede sağlanmaya çalışılmaktadır. Ancak, yasal düzenlemelerin yapılmış olması
kadar bunların uygulamada yer bulması da önemlidir.
Özellikle insan ticareti olaylarında mağdurlara insan hakları bağlamında
yaklaşılarak
korunma
sağlanması
gerekmektedir.
Türkiye’de
yapılan
idari
düzenlemeler ile sığınma evlerinin açılması, ücretsiz tedavi, insani vize gibi
uygulamalar bu yaklaşımın örnekleri olarak görülmektedir. Potansiyel mağdurların
92
ve toplumun bilinçlendirilmesi hem insan ticaretini önleme hem de mağdurların
insan haklarını koruma açısından gereklidir. Türkiye’de bu çalışmalar Uluslararası
Göç Örgütü ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içinde yürütülmektedir ve
özellikle 2005 yılında başlatılan insan ticaretine karşı kampanya bu anlamda büyük
önem taşımaktadır. Uluslararası Göç Örgütü Türkiye Misyon şefi Marielle SanderLindström insan ticaretine karşı kampanyanın tanıtım toplantısında Türkiye’nin
çabalarını şöyle değerlendirmiştir: "Türkiye bir kez daha, insan ticaretinin sadece
kişiler üzerinde değil, aynı zamanda tüm toplumlar üzerindeki etkisine de dikkat
çekerek,
bölgede
insan
ticaretiyle
mücadelede
lider
rolünü
üstlenmiştir"
(www.countertrafficking.org, 2007d).
Türkiye’de göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti ile mücadelenin daha etkin
hale getirilmesi gerekmektedir. Uzmanlaşmanın arttırılarak özel bir merkezi kuruluş
kurulması, sığınma evlerinin sayısının arttırılması, istek halinde insani vizenin daimi
vizeye dönüştürülmesinin yollarının aranması, mağdurun adli yardım talebinde
karşılıklılık esasının kaldırılması, Türkiye’de insan ticaretine olan talebin ortadan
kaldırılmasına yönelik çalışmalar yapılması bunlar arasında sayılabilir. Ancak,
göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları devletlerin sınırlarını ve hareket
kabiliyetlerini aşan küresel boyutlar taşımaktadır ve uluslararası inisiyatif
gerektirmektedir.
93
SONUÇ VE ÖNERİLER
Kitlesel insan hareketleri tarih boyunca hem sosyal, siyasal ve ekonomik
yapılanmalardan kaynağını alan hem de bunların yeniden şekillenmesinde önemli rol
oynayan bir değişim aktörü olarak yer almıştır. Ulus devletlerin oluşturduğu
uluslararası siyasal sistemin kurulmasının ardından göç sınır ötesi bir nitelik
kazanırken, vatandaşlık, toplumsal bütünleşme, haklar gibi kavramları da içerecek
biçimde yeni anlamlar kazanmıştır. Günümüzde ise, tüm bu kavramları yeniden
tartışmaya açan ve 21. yüzyılın uluslararası siyasi ekonomik sisteminin belirleyicisi
olarak sunulan küreselleşme kavramı, uluslararası göç bağlamında da önemli bir arka
plan oluşturmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte gelen değişim, uluslararası göç
olgusunun hem giderek artmasına hem de ulus-devlet yapılanmasıyla bir arada var
olan bu sınırlar ötesi hareketliliğin çok boyutluluğuna neden olmaktadır.
Uluslararası göçlerin artışındaki belirleyici neden, ekonomik birikimin
gelişmiş ülkelerde yoğunlaşması sürecine karşın, az gelişmiş ya da gelişmekte olan
ülkelerde yaygın bir yoksullaşma ve istihdam krizi yaşanması, dolayısıyla küresel
gelir dağılımı uçurumunun gittikçe büyümesidir. Küresel ekonominin ve post-Fordist
üretim tarzının dünyanın özellikle az gelişmiş bölgelerindeki işgücüne olan olumsuz
etkisi ile esnek üretim biçiminin gerektirdiği vasıfsız yarı zamanlı işgücüne
gereksinimi belirleyici rol oynamaktadır. Uluslararası göç yaygın kanının aksine
beyin
göçü
ile
sınırlı
kalmamakta,
gün
geçtikçe
daha
büyük
kitleleri
ilgilendirmektedir. Diğer yandan, uluslararası göçün niteliğinde önemli değişiklikler
olmakta, yasadışı göç, kadın göçü, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti gibi yeni
olgular ortaya çıkmaktadır. Uluslararası göçte görülen yeni eğilimler, göçe yönelik
kısıtlayıcı politikalarla birleşince 21. yüzyıldaki göç hareketlerinin öncekilerden
farklı olarak daha çok “düzensiz ve yasadışı göç” bağlamında ortaya çıkacağı
gerçeğini göstermektedir. Dolayısıyla, uluslararası ilişkiler çerçevesinde günümüzde
göç politikalarını oluşturmak ve etkinliğini sağlamada hem devletler hem de
uluslararası yapılanmalar giderek zorlanmaktadır.
Dünya kapitalist sistemi içinde uluslararası ekonomik sistemle bütünleşme
zorunluluğu nedeniyle devletler otonomilerini görece olarak kaybetmeye başlamakta,
94
kendi iç işlerini ilgilendiren konularda ulus ötesi yapıları göz önüne alarak, istihdam,
iş güvencesi ve sosyal politika gibi alanlarda müdahalelere açık hale gelmektedirler.
Bu da, özellikle az gelişmiş ülkelerde istihdam açığı olarak kendini göstermekte,
uluslararası göç bağlamında işgücü arzının oluşmasına neden olmaktadır. Gelişmiş
ülkelerde ise sanıldığının aksine, demografik yapıdan kaynaklanan nedenlerle küresel
rekabet için işgücü göçüne olan talep devam etmektedir. Çünkü küresel ekonomi bir
yandan mal, hizmet ve sermayenin sınırsız dolaşımını gerekli kılmakta, diğer yandan
da esnek üretim biçimi nedeniyle vasıfsız, yarı zamanlı çalışan ve örgütsüz işgücüne
de ihtiyaç duymaktadır. Ancak, malların ve sermayenin dolaşımından farklı olarak
kişilerin dolaşımının çok daha etkili bir siyasi yönü bulunmaktadır. Bu yüzden,
istenen göç-istenmeyen göç kavramları göç literatürüne girmekte, siyasa üreticiler ve
uygulayıcılar tarafından sıklıkla kullanılmaktadır. Özellikle gelişmiş ülke yönetimleri
genellikle vasıflı veya vasıfsız göçmen işgücüne olan ihtiyaçlarını kamuoyuna açıkça
belirtmekten kaçınmakta, yabancı düşmanlığının ortaya çıkardığı tepkilerle baş
etmek yerine kısıtlayıcı göç siyasalarını bir politika aracı olarak kullanmaktadır. Bu
tür siyasalar ise yalnızca yasal göç olanağını kısıtlamakla kalmakta, yasadışı göçe,
göçmen kaçakçılarına ve insan tacirlerine uygun ortam yaratmaktadır. Günümüzde,
mülteciler sorunu, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti olguları Soğuk
Savaş sonrası güvenlik gündeminde yer almaya başlamakta, aynı zamanda birçok
ülke açısından toplumsal sorunlara neden olmaktadır. Diğer yandan, göçmen
kaçakçılığı organizasyonları tarafından kullanılan göçmenler ile insan ticareti
mağdurlarının yaşam hakları, insan güvenlikleri tehdit altında kalmakta ve bu suçlar
çağımızın en önemli insan hakları ihlallerinden birini yaratmaktadır.
Özellikle insan ticareti insanlık onurunun hiçe sayıldığı insan varlığının ve
emeğinin ticari bir meta olarak görüldüğü bir görüngü haline gelmiştir. Çağdaş ve
demokratik bir dünya söyleminin her zamankinden daha fazla kullanıldığı
günümüzde, insanın ticari bir değer olarak alınıp satılması bir insanlık suçudur.
Ekonominin küresel bir bakışla yeniden yapılanması, piyasa kavramını 16. yüzyıldan
beri vazgeçilmez bir gereklilik gibi ortaya koymaktadır. Bu nedenle tarihsel süreçte
pazar ulus devletin denetimi ve düzenlemesinden bağımsızlaşmıştır. Günümüz
küresel piyasası tanım yerindeyse her şeyi alınıp satılabilen bir meta haline
getirmiştir. Diğer yandan, küreselleşmenin özgürlük diye lanse ettiği kültür, kadın
95
bedeni üzerinden gelişen yozlaşma ile kendini yeniden üretmektedir. Bu durum
özellikle dezavantajlı gruplar olarak tanımlanabilecek kadın ve kız çocuklarını
alınan, satılan ve tüketilen değerler haline getirmiştir. İnsan ticaretinin bir suç olarak
en önemli temel insan hakkı ihlallerinden biri olduğu herkesin görebileceği açık bir
gerçektir. Ancak burada kritik olan insan ticaretini doğuran küresel siyasaları ve
bunların farklı coğrafyalarda oluşturduğu yoksulluk ve diğer toplumsal koşulları bir
bütün halinde insan hakkı ihlali olarak değerlendirebilmektir.
İnsan ticaretinin mağduru olmakla yoksulluk arasında ciddi bir bağlantı
vardır. Ancak bu, her zaman en yoksul kişilerin ticarete maruz kaldığı anlamına da
gelmez. Vatandaşlık ve mülkiyet haklarındaki ayrımcı uygulamalar, kaynaklara
ulaşımdaki eşitsizlikler, bilgi ve ekonomik güç anlamında fırsat eşitsizliği, sömürü,
aile içi şiddet özellikle kadınları yaşadıkları yerlerden uzaklaşmaya itmektedir.
Eğitim hakkı ve diğer yasal hakları engellenen bu kişiler, kendi yaşamlarının kontrol
etme hakkını da yitirmekte ve vasıfsız ve ekonomik özgürlüğü olmayan özneler
olarak insan ticareti konusunda en büyük risk grubunu oluşturmaktadırlar.
Ancak bu durum, insan ticaretine konu olan kadınların kandırılmış pasif
özneler olarak ‘kurban’ konumuna indirgenmesini gerektirmez. Genelde geçerli olan
böyle bir anlayış, kadınlara sadece bir suçun mağduru olarak bakmayı, dolayısıyla
onların neden ‘yaşamda kalma stratejisi’ olarak böyle bir risk aldıkları sorusunu
görmezden gelme kolaylığını getirmektedir. Devletlerin insan (özelde kadın).
ticaretinin temel sebeplerini önlemede ‘haklar’ açısından siyasa üretmedeki
yetersizliğinin yanı sıra, insan ticaretine maruz kalan kişilerin temel insan haklarını
kollama anlamında da çoğu zaman başarısız uygulamalar ortaya koyduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır.
Çoğu ülkede insan ticaretine karşı diğer alanlara kıyasla daha zayıf bir yasal
düzenleme vardır. Bunun yanı sıra, kimi zaman ‘kadınları korumak’ adına yapılan
düzenlemeler
yeni
kadın
hakkı
ihlallerinin
temelini
oluşturmaktan
öteye
gitmemektedir. Bazı ülkeler kadınların ülke dışına legal çıkışı engellerken, bazıları
da fuhuş sektörü için gelecekleri bahanesiyle ülkeye girişini engellemektedir.
Hareketliliğin önündeki bu çeşit engeller yasadışı göçü çekici kılarken, gerekli
donanımı olmayan kadınları bu süreçte insan ticareti yapan organizasyonların
96
kucağına itmekten öte bir işe yaramamaktadır. Örneğin, Hindistan, Pakistan ve
Bangladeş’te kadın göçüne yönelik kısıtlayıcı politikalar nedeniyle, yüksek sayıda
kadın göçmen, sınırları yasadışı yollarla geçmeye çalışmakta, insan ticareti
anlamında geniş risk grupları oluşturmaktadır (GCIM, 2005: 6).
Mağdurlar çoğu zaman yasalar ve uygulamadaki çarpıklıklardan kaynaklanan
nedenlerle, bulundukları durumdan kurtarıldıklarından çok otoriteler tarafından
‘yakalandıkları’ düşüncesine kapılmaktadır. Bu kişiler ülkeye yasal yollardan bile
girmiş olsalar yasal belgelerine el konulduğu ve kaçak çalıştırmaya maruz
bırakıldıkları için ‘kaçak göçmen’ olarak kabul edilmekte ve çoğu zaman hemen sınır
dışı edilmektedirler. Bu uygulamanın varlığı insan tacirleri tarafından devamlı bir
tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır. İnsan ticareti mağdurlarının hakları da yasal
düzenleme içinde yer almalıdır. Aynı zamanda, insan ticareti ile ilgili yasaların
yasadışı göçe ilişkin yasalarla çakışmaması, mağdurların göç yasalarını ihlal ya da
fuhuş gibi diğer suçlardan sorumlu bulunmamamsı gerekmektedir. Konuyla ilgili
yürütme ve yargı mercileri, geçerli belgeleri olmayan göçmenlerle yapılan
görüşmelerde insan ticaretine maruz kalıp kalmadıklarını açık şekilde ortaya
çıkaracak uygun sorulardan oluşmuş bir model üzerinde çalışmalıdır. Bu kişilerle
durumlarına uygun görüşmeler gerçekleştirebilmek amacıyla konuyla ilgili deneyimli
yasa uygulayıcılar, yargı mensupları ve kuruluşlar tarafından geliştirilecek rehberler
kullanılabilir.
Ayrıca mağdurlar açısından en önemli haklardan biri olan bilgilendirilme
hakkı da ihlal edilmemeli, bu kişilere yasal yollara başvurma ve haklarını arama
konusunda yeterince bilgi verilmelidir. Yasa uygulayıcılar, insan ticareti mağduru
olduğundan şüphelendikleri kişiler ile karşılaştıklarında bu kişileri konu hakkında
uzmanlaşmış bir merkeze ya da sivil toplum örgütüne götürmelidir. Bu uygulama,
kişilerin fiziksel ya da psikolojik ihtiyaçlarını, yaşadıkları olayları ve karşılaştıkları
insan hakkı ihlallerini daha kolay dile getirmelerine yardımcı olacaktır. Aynı
zamanda, mağdurlar yasal hakları üzerinde ayrıntılı bilgilendirilerek işbirliğine
gitmeleri kolaylaşacaktır. Burada insan ticareti mağdurlarının çoğunlukla yabancı
uyruklu olduğu, dolayısıyla dil sorununu aşmak için yeterli çeviri desteğinin de
sağlanması gerekliliği de unutulmamalıdır.
97
Yasal mekanizmaların görece yeterli olduğunu varsayabileceğimiz ülkelerde
dahi resmi görevlilerin insan ticaretine ilişkin bakışlarının yetersiz ve duyarsız
olması mağdurlara suçlu gibi davranılmasına yol açmaktadır. Yetkili kurumlar, yasa
uygulayıcılar (polis, jandarma ve göçmenlerle ilgili diğer merciler)., yargı
mensupları (hâkim, savcı ve avukatlar). ile göçmenlere yönelik hizmetleri sunan tıp
birimleri, mülteci ofisleri gibi yerlerde görev yapanlara yönelik eğitimler yapmalıdır.
Bu eğitimler, insan ticareti mağdurlarının suçun doğası gereği bulundukları karmaşık
durum ve hassasiyeti açıklayacak biçimde geliştirilmelidir.
İnsan ticaretine ilişkin zayıf yasal çerçeve toplumun olumsuz tutumlarıyla da
desteklenmektedir. Göçmen ve azınlıklara karşı yaygın ayrımcı tutum kadınlara
atfedilen düşük statüyle birleşince insan ticaretiyle mücadele etme konumundaki
kurumsal ve toplumsal duyarlılık azalmaktadır. Yetersiz ve uygun olmayan hukuksal
düzenlemeler
toplumsal
kabullenmeyle
meşrulaşmaktadır.
Bu
mağdurların
çoğunluğunu cinsel sömürü amaçlı çalıştırılan kadınlar oluşturduğu için toplum ve
resmi görevlilerin gözünde ‘hayat kadını’ imajı ile etiketlenmekte ve mağdurken
suçlu konuma gelebilmektedir. Kadın ticaretini konu eden yazılı ve görsel basında
çoğunlukla ‘fuhuş’ vurgusunun ön plana çıktığı görülebilir. Oysa hayat kadınlığı ve
seks işçiliğine dair tartışmalar bir yana, bu durumun öncelikle bir ‘insan ticareti’ ve
‘zorla çalıştırma’ olduğu hem uygulayıcılar hem de medya tarafından önemle
hatırlanmalıdır. Dolayısıyla burada yapılan işin niteliğinin değil, işlenen suçun ve
temel hak ihlallerinin ön planda tutulması gerekmektedir.
Öznel koşulların gerektirdiği bazı durumlarda mağdurun ülkeye geri dönüşü
aşamasında aile ve diğer yakınlarının bunun nedenlerinden haberdar edilmemesi de
gerekebilir. Çünkü böyle bir tanımlama sosyal dışlanma süreçlerinin işlemesine de
yol açmaktadır. Bu durumda mağdurun geri dönme ve bununla başa çıkma
süreçlerinde aile ve diğer kanallardan alınacak sosyal destekler azalmaktadır. Tekrar
mağdur olacak potansiyel bireyler yaratılmakla kalmayıp, kendi toplumsal
çerçevesinde potansiyel suçlu etiketi yapıştırılmaktadır. Ayrıca, mağdurun ülkesinde
kendisini göçe iten koşullarla yeniden ve daha da donanımsız olarak karşılaşması söz
konusu olabilmektedir.
Sonuçta yanlış yasal uygulamalar, olumsuz koşullar ve
toplumsal önyargılar insan ticaretine maruz kalmış kişilerin ‘bumerang etkisi’ne
kapılarak bu sarmalda tekrar yer almalarına yol açabilmektedir. Dolayısıyla, insan
98
ticaretinde bir ülkede elde edilen olumlu sonuçlar yeterli olmamakta, suçun kendini
yeniden üretmesini engelleyememektedir. Bu nedenle, insan ticaretinin olumsuz
sonuçlarının en aza indirgenmesinde olduğu gibi, bu suçun önlenmesinde de emniyet
tedbirlerini aşan bir uluslararası anlayış önem kazanmaktadır.
Göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretinin ulusal sınırları aşan niteliği bu
suçlarla mücadelede uluslararası işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Uluslararası
işbirliğinin en önemli ayağı devletler arasındaki işbirliği, diğer ayakları ise
uluslararası hukukun etkinliği ve uluslararası örgütlenmelerin yürüttüğü çalışmalar
olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, her üç bağlamda da etkin bir mücadelenin
sağlanması konusunda sorunlar olduğu göz ardı edilmemelidir. Öncelikle, Birçok
devlet göç sorununa yönelik olarak tek taraflı ve ulusal ihtiyaç ve çıkarların
şekillendirdiği geçici (ad hoc) politikalarla yaklaşmayı tercih etmektedir. Bunun bir
sonucu olarak da, farklı devletler tarafından birbirinden bağımsız ve kimi zaman
çelişen ulusal politikalar uygulamaya geçirilmektedir. Devletler arasındaki işbirliği,
organize suç örgütlerinin çökertilmesini amaçlayan polisiye tedbirlerin ötesine
geçmemekte, sınır güvenliği öncelikli hedef olarak ele alınmaktadır. Ancak, Soğuk
Savaş dönemi sonrası yaşanan hızlı değişimlerin vardığı nokta güvenlik kavramının
hem önemini arttırmakta, hem de geleneksel anlayışların tanımlamakta yetersiz
kaldığı, belirsizlik üzerinden gelişen bir güvenlik sorunsalını ortaya çıkarmaktadır.
Küreselleşmenin getirilerinin eşitsiz paylaşıldığı, geniş kitlelerin yoksulluk, şiddet,
etnik çatışmalarla yüz yüze olduğu gerçeği artık tehditlerin sınır ötesi ve asimetrik
boyutunu da gündeme getirmektedir. Bu anlamda özellikle az gelişmiş bölgelerde
yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasi eşitsizlikler ve ayrımcı uygulamalar da küresel
ve ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak algılanmalıdır. Güvenlik
tartışmalarının bir parçası da küreselleşmenin bu anlamda sorgulanması olmalıdır,
ancak tek taraflı güç kullanımının arttığı ve Birleşmiş Milletler’in marjinalleştiği
günümüz koşullarında bu tür bir yaklaşımı beklemek zordur.
Diğer yandan, uluslararası hukuk anlamında göçmen kaçakçılığı ve insan
ticaretine yönelik oluşturulmuş iki protokol bulunmaktadır. Ancak, bu protokollerin
uygulanması konusunda da iki önemli sorun ortaya çıkmaktadır. Birinci ve daha
geniş kapsamlı olan sorun, uluslararası hukukun bağlayıcılığı ve yaptırım gücü
hakkında uluslararası sistem bağlamında yapılabilecek genel bir tartışmadır. İkinci
99
konu ise, protokollerin bu suçlara karşı doğrudan cezai müeyyide öngörmüyor
olmasıdır. Literatürde uluslararası suçlar, uluslararası hukuk suçları ve diğer
uluslararası suçlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İlk kategoride soykırım suçu,
insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı savaşı (saldırganlık). suçu olarak dört
grup suç bulunmakta olup, bunlar uluslararası hukuk tarafından doğrudan
cezalandırılmaktadır. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçları ise diğer
uluslararası suçlar kapsamına girmekte, bu suçlara ilişkin uluslararası sözleşmeler,
taraf devletlere sadece iç hukukta bu fiillerin etkili bir şekilde cezalandırılmasını
sağlayıcı normlar koyma yükümlülüğü getirmektedir (Turhan, 2007). Dolayısıyla,
göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti suçlarının cezalandırılması devletlerin bu
protokolleri onaylamasına bağlı olduğu gibi, kendi iç hukuklarında da düzenleme
yapma serbestisi getirmektedir. Protokollerin farklı yorumları ile iç hukuktaki farklı
düzenlemeler bu suçlara ilişkin yürütülecek politikaların ve cezai işlemlerin ortak
olmaması anlamına gelmektedir.
Göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretine yönelik mücadelenin üçüncü ayağını
da uluslararası yapılanmalar oluşturmaktadır. Özellikle insan ticareti konusunda
birçok uluslararası kuruluş ve sivil toplum örgütü programlar yürütmektedir.
Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü, Uluslararası Göç Örgütü, Kadın
Ticaretine Karşı Koalisyon (CATW)., Kadın Ticaretine Karşı Küresel Koalisyon
(GAATW)., La Strada gibi örgütler insan ticareti konusunda bilinçlendirme, eğitim
ile mağdurlara yardım konularında çalışmaktadırlar. Ancak, uluslararası hukukta
olduğu gibi bu yapılanmaların işleyişi konusunda da tartışmalar sürmektedir.
Tartışmaların siyasi boyutu bir yana, insan ticareti ile mücadele konusunda bu
örgütlerin başarısı devletlerin sağlayacağı destek ve işbirliği ile sınırlıdır. Bu
çalışmaların işbirliği içinde yapıldığı Türkiye gibi örneklerde daha olumlu sonuçlar
elde edilmektedir.
Bu noktada karşımıza çıkan gerçek, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti ile
mücadelenin uluslararası işbirliğini gerektiren ancak öncelikli olarak ulus devletlerin
alanı içinde kalan bir süreç olduğudur. Bu alanda üretilecek politikalar da devletlerin
kararlılığı ölçüsünde başarı kazanabilecektir. Aynı zamanda, devletlerin konuyla
mücadelede kararlılığına bağlı olarak uluslararası sözleşme ve protokoller ortak
kapsayıcı metinler olarak kullanılır ve gerekleri yerine getirilirse mağdurların insan
100
haklarını da içeren önemli gelişmeler kaydedilebilecektir. Bu anlamda, koşulların
olumsuzluğuna ve tüm sorunlara rağmen insan ticaretinin öncelikle çok önemli bir
insan hakları ihlali olduğunu unutmamak ve buna yönelik talepleri dile getirmek
gerekmektedir. Diğer yandan, uluslararası ilişkiler açısından insan ticaretinin insan
güvenliği bağlamında ele alınması ve güvenlik çerçevesinin geniş tutulması
gerekmektedir. Uluslararası politikaların oluşturulmasında ve hukuksal çerçevenin
işlerlik kazanmasında isteksiz görünen devletler insan ticaretinin uzun vadede
toplumsal yapılarını aileden istihdama kadar etkileyecek boyutlara ulaşabileceğini
göz ardı etmemelidir. Bu yaklaşım, gerek yasadışı göçün gerekse insan ticaretinin
sadece sonuçlarına odaklanan indirgemeci bir bakışı önleyecek, nedenler üzerinde
durularak
bunların
ortadan
kaldırılmasına
yönelik
hassasiyeti
arttıracaktır.
Küreselleşmenin yeniden sorgulanmasına yönelik böyle bir hassasiyete ihtiyaç
vardır, çünkü günümüzde riskler, mekânsal ve zamansal uzaklık tanımlamalarını
anlamsız kılan bir belirsizlik üzerinden ortaya çıkmaktadır.
101
KAYNAKÇA
Kitaplar
Balibar, Etienne ve Immanuel Wallerstein (1995), Irk Ulus Sınıf Belirsiz Kimlikler,
(çev. Nazlı Ökten), Metis Yayınları, İstanbul.
Bishop, Ryan ve Lillian S. Robinson (1998), Night Market: Sexual Cultures and
the Thai Economic Miracle, Routledge, New York.
Boyle, Paul, Keith Halfacree ve Vaughan Robinson (1998), Exploring
Contemporary Migration, Addison Wesley Longman Limited, New York.
Castells, Manuel (1996), The Rise of the Network Society, Blackwell Publishers,
London.
Castels, Stephen ve Mark J. Miller (1993), The Age of Migration International
Population Movements in the Modern World, MacMillan Pres Ltd., NewYork.
Gürkaynak, Muharrem (2004), Avrupa’da Savunma ve Güvenlik, Asil Yayın
Dağıtım, Ankara.
IOM (2006a), Resource Book for Law Enforcement Officers on Good Practices
in Combating Child Trafficking, International Organization for Migration,
Vienna.
Jordan, Bill ve Franck Düvel (2002), Irregular Migration The Dilemmas of
Transnational Mobility, Edward Elgar Publishing Ltd., Cheltenham.
Kirişçi, Kemal (2002), Justice and Home Affairs Issues in Turkish-EU Relations,
Tesev Publications, İstanbul.
Kirişçi, Kemal (2004), Reconciling Refugee Protection with Efforts to Combat
Irregular Migration: The Case of Turkey and the European Union,
Global Migration Perspectives No. 11, Global Commission on International
Migration, Geneva.
Koser, Khalid (2005), Irregular Migration, State Security and Human Security,
Policy Analysis and Research Programme of the Global Commission on
International Migration.
Malarek, Victor (2004), Nataşalar: Yeni Küresel Seks Ticaretinin İçyüzü, (çev.
Cihat Taşçıoğlu), Bilgi Yayınevi, Ankara.
Massey, Douglas S., Joaquin Arango ve Hugo Graeme (1998), Worlds in Motion
Understanding International Migration at the End of The Millenium,
Oxford University Press, New York.
Sapancalı, Faruk (2005), Sosyal Dışlanma, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir.
Sennett, Richard (2002), Karakter Aşınması, (çev. Barış Yıldırım), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
Shackleton, JR, Linda Clarke ve diğ. (1995), Training for Employment in Western
and the United States, Edward Elger Pub., England.
102
Stalker, Peter (2000), Workers Without Frontiers, The Impact of Globalization
on International Migration, International Labor Office, Geneva.
Şen, Furkan Y. (2006), Dünya ve Türkiye Perspektifinden Göçmen Kaçakçılığı,
İnsan Ticareti Organ Doku Ticareti, KOM/TADOC Yayınları, Ankara.
Thakur, Ramesh (2006), The United Nations, Peace and Security From Collective
Security to the Responsibility to Protect, Cambridge University Press, New
York.
Todaro, Michael P. (1976), Internal Migration in Developing Countries,
International Labour Office, Geneva.
TÜSİAD (2006), Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Bağlamında Uluslararası Göç
Tartışmaları, Yayın No: TÜSİAD-T/2006-12/427, İstanbul.
Weiner, Myron (1995), The Global Migration Crisis: Challenge to States and
Human Rights, Harper Collins College Publishers, New York.
Yalçın, Cemal (2004), Göç Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, Ankara.
Makaleler
Atatüre, Süha (2003), “Tarihsel Gelişim Sürecini Anlamak”, Genelkurmay
Başkanlığı Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 2, s. 65-80.
Axworthy, Lloyd, (2004), “Human Security: An Opening for UN Reform” Price
Richard ve Zacher Mark (Ed), The United Nations and Global Security,
Palgrave MacMillan, New York, s. 246-258.
Erder, Sema (1998), “Kentlerdeki Enformal Örgütlenmeler, ‘Yeni’ Eğilimler ve Kent
Yoksulları Ya da Eski Hamamdaki Yeni Taslar”, Bilanço’98, 75.Yılda
Değişen Kent ve Mimarlık, s.107-114.
Du Guy, Paul (2000), “Representing ‘Globalization’: Notes on the Discursive
Orderings of Economics Life”, Without Guarantess, s. 38-52.
Heyzer, Noleen ve Vivienne Wee (1994), “Domestic Workers in Transient Overseas
Employment: Who Benefits, Who Profits”, Noleen Heyzer, Geertje Nijeholt
ve Nedra Weerakoon (Ed.), The Trade in Domestic Workers: Causes,
Mechanisms and Consequences of International Migration, Asian and
Pacific Development Centre, Kuala Lumpur, s. 44-55.
Hollifield, James, F. (1998), “Migration, Trade and the Nation-State: The Myth of
Globalization”, UCLA Journal of International Law and Foreign Affairs,
3/2, s. 595-636.
İçduygu, Ahmet (2004), “Transborder Crime between Turkey and Greece: Human
Smuggling and its Regional Consequences”, Southeast European and
Black Sea Studies, Cilt 4, Sayı 2, s.294–314.
İzci, Rana (1998), “Uluslararası Güvenlik ve Çevre”, Faruk Sönmezoğlu (Ed.),
Uluslararası Politikada Yeni Alanlar Yeni Bakışlar, DER Yayınları,
İstanbul, s. 403-421.
103
Öngen, Tülin (2003), “Yeni Liberal Dönüşüm Projesi ve Türkiye Deneyimi”, Ahmet
H. Köse, Fikret Şenses ve diğ. (Ed.), Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve
Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, s.161-190.
Pickup, Francine (1998), “More Words But No Action? Forced Migration and
Trafficking of Women”, Gender and Development, Cilt 6, Sayı 1, s. 45-68.
Sallan Gül, Songül (2002), “Dış Göçler, Yoksulluk ve Türkiye’de Göçmenlere
Yönelik Yardımlar”, İnsan Hakları Yıllığı, Cilt 23-24, s. 79-93.
Tağraf,
Hasan (2002), “Küreselleşme Süreci Ve Çokuluslu İşletmelerin
Küreselleşme Sürecine Etkisi”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt
3, Sayı 2, s. 33-47.
Wennerholm, Johansson C. (2002), “Crossing Borders and Building Bridges: The
Baltic Region Networking Project”, Gender and Development, Cilt 10, Sayı
1, s. 10-19.
Yeldan, Erinç (2003), “Neoliberalizmin İdeolojik Bir Söylemi Olarak Küreselleşme”,
Ahmet H. Köse, Fikret Şenses ve diğ. (Ed.), Küresel Düzen: Birikim,
Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 427-452.
Diğer
Raporlar
Besler, Patrick (2005), Forced Labour and Human Trafficking: Estimating the
Profits, International Labour Organization, Geneva.
Besler, Patrick, Michaelle Cock ve Farhad Mehran (2005), ILO Minimum Estimate
of Forced Labour in the World, International Labour Organization,
Geneva.
EC (2000), Communication from the Commisssion to the Council and the
European Parliament on a Concerted Strategy for Immigration and
Asylum, European Commission, Brussels.
EGM (2001), Dünyada ve Türkiye’de Yasadışı Göç, Emniyet Genel Müdürlüğü
Yabancılar Hudut İltica Dairesi Başkanlığı, Ankara.
EGM (2007), T.C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve
Organize Suçlarla Mücadele Başkanlığı 2006 Raporu, Ankara.
Erder, Sema ve Semlin Kaska (2003), Irregular Migration and Trafficking in
Women: The Case of Turkey, International Organization for Migration,
Geneva.
ESCAP (2005), Violence Against and Trafficking in Women as Symptoms of
Discrimination: The Potential of CEDAW as an Antidote, Gender and
Development Discussion Paper Series No. 17, Economic and Social
Commission for Asia and the Pasific.
104
ILO (2005), A Global Alliance Against Forced Labour, International Labour
Conference, Report I, International Labour Office, Geneva.
IOM (2006b), 2005 Türkiye, İnsan Ticareti ve Eğilimler, Uluslararası Göç Örgütü,
Ankara.
IOM (2004), International Agenda for Migration Management, International
Organization for Migration, Geneva.
IOM (1995), Transit Migration in Turkey, International Organization for
Migration, Geneva.
IOM (2003), World Migration 2003 Challenges and Responses for People on the
Move, Geneva.
IOM (2000), World Migration Report, IOM, Geneva.
İçduygu, Ahmet (2005), Transit Migration of Turkey: Trends, Patterns and
Issues, Research Reports 2005/04, European University Institute, Florance.
Kicinger, Anna (2004), International Migration as a Non-Traditional Security
Threat and the EU Responses to This Phenomenon, CEFMR Working
Paper 2/2004, Central European Forum for Migration Research, Warsaw.
The United States Department of State (2006), Trafficking in Persons Report
2006.
UNDP (1994), New Dimensions of Human Security, 1994 Human Development
Report, Oxford University Press, New York.
UNHCR (2006), 2005 Global Refugee Trends, Genova.
İnternet Kaynakları
< http://www.state.gov/g/tip/rls/tiprpt/2006/>, (03.02.2007).
<http://www.countertrafficking.org/2006.html>, (02.03.2007a).
<http://www.countertrafficking.org/sta_mol.html#2>, (02.03.2007b).
<http://www.countertrafficking.org/tr/case_studies.html>, (02.03.2007).
<http://www.countertrafficking.org/tr/hot.html>, (02.03.2007d).
<http://www.egm.gov.tr/asayis/asayis_insantic.asp>, (23.01.2007).
<http://www.hrweb.org/legal/undocs.html>, (04.03.2007).
<http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/temelsoz.htm>,
(04.03.2007).
<http://www.iom.int/jahia/page812.html>, (16.03.2007).
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/InsanTicaretiIleMucadele,
(05.04.2006)..
<http://www.sendikanet.org/tr/modules/news/article.php?storyid=133>,
(02.10.2006)..
<http://www.sweden.gov.se/sb/d/574/a/20262>, (14.02.2007).
105
<http://www.tbmm.gov.tr/Anayasa.htm>, (16.04.2007a).
<http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html>, (16.04.2007b).
<http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/kanunlar.durumu?kanun_no=4800>,
(03.07.2007c).
<http://untreaty.un.org/English/notpubl/18-12-a.E.htm>, (28.06.2007).
<http://www.undp.ro/governance/Best%20Practice%20Manuals/docs/Turkey_UN_P
rotocol_THB.doc>, (04.04.2007).
<http://www.unhchr.ch/html/menu2/6/crc/treaties/crc.htm>, (02.10.2006).
<http://www.unhcr.org.tr/docs/Belgeler_tur/Ulusal%20Eylem%20Plani
17ocak2005.doc>, (02.03.2007).
Apap, Joanna ve Felicita Medved (2003), Protection Schemes for Victims of
Trafficking in Selected EU Member Countries, Candidate and Third
Countries, IOM, Geneva,
<http://www.old.iom.int/documents/publication/en/protection_schemes.pdf>,
(14.12.2006).
Arslan, Çetin, Temel İlker ve diğ. (2006), Türkiye’de İnsan Ticareti ile
Mücadelede Yasa Uygulama ile İlgili Stratejik Bir Yaklaşım, Uluslararası
Göç Örgütü,
<http://www.countertrafficking.org/tr/default.html>, (21.12.2006).
Aydoğanoğlu, Erkan, “Uluslararası Emek Göçü, Yasadışı Göç ve Göçmen
İstihdamı”,<http://www.sendikanet.org/tr/modules/news/article.php?storyid=
133>, (02.10.2006).
Bozkurt, Veysel (2000), “Küreselleşme: Kavram, Gelişim ve Yaklaşımlar”, İş, GüçEndüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt 2, Sayı 1,
<http://www.isgucdergi.org>, (14.04.2005).
Department for Global Development (2003), Poverty and Trafficking in Human
Beings: A Strategy for Combating Trafficking in Human Beings through
Swedish International Development Cooperation,
<http://www.sweden.gov.se/sb/d/574/a/20262>, (04.11.2006).
Fırat Ahmet, Uluslararası Göçmen Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti,
<http://www.taa.gov.tr/dersnotlari/ GocmenKacakciligiveInsanTicareti.doc>
(27.04.2006).
GAATW, Human Rights and Trafficking in Persons: A Handbook, Bangkok,
2000, <http://www.gaatw.org>, (22.12.2006).
GCIM (2005), Migration in an Interconnected World: New Directions For
Action, Report of The Global Commission on International Migration,
<http://www.gcim.org/attachements/gcim-complete-report-2005.pdf>,
(22.09.2006).
106
GCIM, Report of a Workshop on Gender Dimensions of International
Migration,
Global
Commission
on
International
Migration,
<http://www.gcim.org>, (14.02.2006).
Gökbayrak, Şenay (2006), “Uluslararası Göçler ve Kadın Emeği”, Çalışma Ortamı
Dergisi, Sayı: 86, <http://sosyalpolitika.fisek.org.tr/?p=34>, (10.02.2007).
Hughes, Donna M (2001), “Globalization, Information Technology, and Sexual
Exploitation of Women and Children”, Rain and Thunder – A Radical
Feminist Journal of Discussion and Activism, Sayı 13,
<http://www.uri.edu/artsci/wms/hughes/globe.doc>, (14.08.2006).
ILO (2007), Global Employment Trends Brief,
<http://www.ilo.org/public/english/employment/strat/download/getb07en.pdf
>, (26.03.2007)..
IOM (2003), “Defining Migration Priorities in an Interdependent World”, Migration
Policy Issues, Sayı: 1,
<http://www.belgium.iom.int/paneuropeandialogue/documents/MIGRAT~3.
PDF >, ( 22.03.2006).
IOM, Global Estimates and Trends, <http://www.iom.int/jahia/page254.html>,
(15.04.2007).
İçduygu, Ahmet ve Fuat Keyman (2000), “Globalization, Security and Migration:
The Case of Turkey”, Global Governance (3), s. 384–398,
<http://home.ku.edu.tr/~aicduygu/article%2012.pdf>, (20.11.2006).
Koser, Khalid (2005), Irregular Migration, State Security and Human Security,
Policy Analysis and Research Programme of the Global Commission on
International
Migration,
<http://test.gcim.org/attachements/TP5.pdf>,
(11.12.2006).
OECD (2003), Trends in International Migration,
<www.oecd.org/dataoecd/16/34/2968105/pdf.>, (01.03.2006).
Piore, Michael J. (1986), “The Shifting Grounds for Immigration”, The Annals of
the American Academy of Political and Social Science, Cilt 485, Sayı 1,
s.23-33, http://ann.sagepub.com/cgi/content/abstract/485/1/23, (17.08.2006).
Plant, Roger (2007), Forced Labour, Migration And Trafficking, Special
Programme of Action to Combat Forced Labour, International Labour
Organization,
<http://www.ilo.org/public/english/dialogue/actrav/publ/129/10.pdf>,
(02.04.2007).
Stark, Oded ve David E. Bloom (1985), “The New Economics of Labor Migration”,
The American Economic Review, Vol. 75, No. 2, Papers and Proceedings
of
the
Ninety-Seventh
Annual
Meeting
of
the
American
EconomicAssociation.
<http://www.jstor.org/view/00028282/di950057/95p0064v/0>, (15.05.2006).
Şimşek, Birgül (2003), “İşgücü Piyasalarının Küreselleşmesi ve Küresel İşgücü
Piyasasında Ulusal İşgücü Piyasalarının Yeri”, İş, Güç- Endüstri İlişkileri
107
ve
İnsan
Kaynakları
Dergisi,
Cilt
<http://www.isguc.org/birgul1.htm>, (05.01.2006).
5,
Sayı
1,
Tholen, Berry (2004), “The Europeanisation of Migration Policy, The Normative
Issues”, European Journal of Migration and Law, Cilt 6, Sayı 4, Martinus
Nijhoff Publishers, s. 323–352.
<http://www.ingentaconnect.com/content/mnp/emil/2004/00000006/0000000
4/art00002>, (18.07.2005).
Todaro, Michael P. (1969), “A Model of Labor Migration and Urban Unemployment
in Less-Developed Countries”, The American Economic Review, Cilt 59, s.
138-48,
http://www.jstor.org/view/00028282/di950409/95p0344o/0,
(11.05.2006).
Turhan, Faruk, “Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Uluslararası
<http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/makale/101.doc>, (24.02.2007).
Suçlar”,
UNDP (2006), United Nations Development Programme Annual Report 2006,
<http://www.undp.org/publications/annualreport2006/english-report.pdf>,
(03.01.2007).
UNFPA (2002), International Migration Report, The Population Division of the
Department of Economic and Social Affairs of the United Nations
Secretariat,
<http://www.un.org/esa/population/publications/ittmig2002/2002ITTMIGTE
XT22-11.pdf>, (03.04.2007).
UNFPA (2006), State of World Population 2006, A Passage to Hope Women and
International Migration, The Population Division of the Department of
Economic and Social Affairs of the United Nations Secretariat,
<http://www.unfpa.org/swp/2006/pdf/en_sowp06.pdf>, (06.02.2007).
UNODC (2006), Trafficking in Persons: Global Patterns, United Nations Office
on Drugs and Crime,
<http://www.unodc.org/pdf/traffickinginpersons_report_2006ver2.pdf>,
(21.02.2007).
Bildiriler
Güral,
Demet (2006), “İnsan Ticareti Mağdurları”, Uluslararası Göç
Sempozyumu’nda sunulan bildiri, 8-11 Aralık 2005, Zeytinburnu Belediye
Başkanlığı, Yayın No: 6, İstanbul.
Sirkeci, İbrahim (2006), “Küresel Kontrol Çabalarına Karşı Bireysel Aşma Çabaları:
Türkiye ve Irak Örneklerinde Uluslararası Göçün Evrimi, Uluslararası Göç
Sempozyumu’nda sunulan bildiri, 8-11 Aralık 2005, Zeytinburnu Belediye
Başkanlığı, Yayın No: 6, İstanbul.
108
Tezler
Bolat, Gürbüz (2005), Dünyada ve Türkiye’de İnsan Ticareti, Yüksek Lisans Tezi,
T.C. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, Ankara.
Basın Duyuruları ve Haberleri
T.C. İçişleri Bakanlığı Jandarma Genel Komutanlığı Genel Sekreterliği 05.07.2005
tarihli basın duyurusu
<http://www.jandarma.tsk.mil.tr/redirect.htm?url=/basin/basinduyurusu.htm>
(20.01.2007).
109
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler:
Adı ve Soyadı: Devrim Gül VURAL
Doğum Yeri: İzmir
Doğum Yılı: 1976
Eğitim Durumu:
Lise: 1990-1993 İzmir Karşıyaka Lisesi
Lisans: 1993-1999 Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İ.İ.B.F, Uluslararası İlişkiler
Bölümü
Yabancı Dil ve Düzeyi:
İngilizce (Çok iyi)
İş Deneyimi:
2000–2003
Şekerbank Teftiş Kurulu, Müf. Yrd.
2004-
SDÜ Uluslararası İlişkiler Koordinatörlüğü, Uzman
Bilimsel Yayınlar ve Çalışmalar:
“The Importance of Employment Policies in Poverty Reduction and its Reflections
on Woman Employment in Turkey”, Songül Sallan Gül, Aysun Sayın, Devrim Gül
Vural, Transformation of Social Policy in Europe, 13-15 April 2006, METU,
Ankara.
“İnsan Hakları Bağlamında Kadın Ticareti”, Devrim Vural, Cevdet Yılmaz, İnsan
Hakları ve Yurttaşlık Konferansı, 14-15 Aralık 2006, TODAİE, Ankara.
“Üniversiteler ve Mesleki Eğitim: Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Songül Sallan Gül,
Hüseyin Gül, Cevdet Yılmaz, Devrim Vural, Üniversite ve Ünivesite Eğitimi
Kongresi, Eğitim Sen Ankara 5 Nolu Şube, 4-6 Mayıs 2007, Ankara.
Download