Kur`an`ın dört ana konusunun tevhid nübüvvet haşir ve

advertisement
1
İçindekiler
Kıyamet günü yalan söyleyenler olmayacaksa, Enam 24’e göre yalancıların durumu nasıl
açıklanabilir? ................................................................................................................................3
Kağıt para ile zekat verilebilir mi? Konfeksiyoncu altın gümüş ve konfeksiyon dışında hiç bir
mal ile zekat veremez mi? .............................................................................................................4
Kendi bahçemde baktığım arıların başka tarlalardan ve bahçelerden getirdiği polenle yapılan
balın yenmesi ve satılması helal midir? .......................................................................................4
Kur’an’ın dört ana konusunun tevhid nübüvvet haşir ve adalet-ibadet arasındaki ilişki
nedir? ............................................................................................................................................5
Psikoloji gibi bir ruh ilmini neden batı felsefesi yönlendiriyor? ................................................8
Peygamerimizin, ümmetimin en kötüleri diye açıkladığı hadis rivayeti sahih midir? ............10
Mevlana’nın, kadının örtünmesine karşı olduğu doğru mudur? ............................................11
Peygamber efendimiz namaz kılma şeklini nasıl belirledi? ......................................................12
İnkarcıların azaplarının hafiflemeyeceği ayetleri ile hafifleyeceği hadisleri çelişki olmaz mı?
.....................................................................................................................................................13
Ahzab suresi 36. ayetinden peygamberimizin de hüküm verebileceğini anlıyorsak, aynı
mantıkla Tevbe suresi 1. ayeti nasıl açıklayabiliriz?.................................................................15
2
Kıyamet günü yalan söyleyenler olmayacaksa, Enam 24’e
göre yalancıların durumu nasıl açıklanabilir?
- Önce tertip sırasına göre ilgili ayetlerin mealini görelim:
“Gün gelecek, hepsini bir yere toplayıp sonra o müşriklere: ‘Nerede Allah’ın ortağı
olduğunu iddia ettiğiniz tanrılarınız?’ diye soracağız. Sonra onların son manevraları
(şiddetle bağlandıkları şirk hakkındaki son sözleri), ‘Rabbimiz Allah’a yemin ederiz ki,
biz müşrik değildik!’ demekten ibaret olacaktır.” (Enam, 6/22-24)
“İşte bak, nasıl da kendi vicdanlarına karşı yalan söylediler! Uydurdukları o tanrılar da
kendilerinden uzaklaşıp ortada görünmez oldular. Bugün, kâfirlerin konuşamayacakları
bir gündür. Kendilerine konuşma izni verilmez ki özür dilesinler.” (Mürselat, 77/35-36)
“O gün Rûh ve melekler saf saf sıralanır. Rahman’ın izin verdiklerinin dışında, asla
konuşmazlar. Konuşan da yerli yerinde söz söyler.” (Nebe’, 78/38)
- “Bugün, kâfirlerin konuşamayacakları bir gündür” mealindeki ayet ve benzerlerinde yer
alan “kıyamet günü kâfirlerin konuşmayacakları ve kendilerine konuşma izni verilmez ki
özür dilesinler” konusunda alimlerin farklı yorumları vardır:
a) Ayetin bu ifadesinden maksat; kâfirlerin, kendilerini haklı çıkaracak bir delil ve burhana
dayanarak, tutarlı, tatmin edici bir şekilde konuşma imkânına sahip olmamalarıdır. Delilsiz,
tutarsız, yersiz konuşmak ise “ke en lem yekün” hükmündedir/hiç olmamış gibidir. Ayette bu
değersiz konuşmalara işaret edilmek üzere “konuşmazlar” diye ifade edilmiştir.
b) Bundan maksat, belli bir zaman dilimidir. Kâfirler o zaman diliminde konuşamazlar ve
onlara bu izin verilmez. Yani burada “gün” kelimesi, günün tamamı için değil, belli bir vakit
için kullanılmıştır. Nitekim “Filan adam evinize geldiği gün ben de gelirim” dediğimizde,
bununla günün tamamını değil, belli bir vakti kastetmiş oluruz. Çünkü kişinin geliş vakti bir
günü değil, kısa bir vakti kapsar. Demek ki kıyamet gününde öyle bir zaman dilimi var ki,
orada hiç bir kâfir konuşamaz..
c) Ayette meal olarak yer alan “konuşmazlar” ifadesi, mutlaktır. Mutlak bir ifadenin
kapsamına, bütün zamanlar yanında bazı zamanlar, bütün sözler yanında bazı sözler de girer.
Demek ki, kâfirlerin kıyamet gününde bazı vakitlerde bazı sözleri söylemeleri, diğer bazı
zaman diliminde diğer bazı sözleri konuşamamalarına aykırı değildir.
Buna göre, ayetten maksat, “belli vakitlerde kâfirlere tehdit soruları sorulduğunda, onlar
buna cevap veremezler, ağızlarını açamazlar” demektir.
d) Mürselat suresinin 29-34. ayetlerinde Zebanilarin kâfirleri cehenneme sürükleyeceklerinden
söz edilmiştir. Konumuz olan 35-36. ayetlerde de onların konuşamayacaklarına yer verilmiştir.
Ayetlerin bu bağlamına göre, “kâfirlerin konuşmamaları”, onların zebaniler tarafından
cehenneme sürüklendikleri vakte mahsustur. O anda artık dilleri lal kesilir, konuşamazlar.
(krş. Taberi, Razî, Kurtubi, Mürselat, 35-36. ayetin tefsiri)
- Rivayete göre, Abdullah b. Abbas bu konudaki bir soruya cevap verirken: “Rabbinin
yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac, 22/47) mealindeki ayeti
okumuş ve “böyle upuzun bir günde, kâfirler bazı vakitlerde konuşur bazı vakitlerde
konuşamazlar. Ayetleri buna göre yorumlamak gerekir.” Demiştir. (bk. Kurtubî, a.y.)
3
- İbn Kesir de “Arasat meydanın bulunduğu zaman uzuncadır ve değişik halleri
barındırmaktadır. Allah, Kur’an’da bazen bir halden, bazen diğer hallerden söz eder.”
diyerek konuyu açıklamıştır. (bk. İbn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri).
- Bununla beraber, aslında ayette kâfirlerin konuşmamalarından ziyade, “kendilerine gerçek
bir özür getirecek bir konuşma yapamayacaklarına” vurgu yapılmıştır. “Bu,
konuşamayacakları gündür” mealindeki ayetin ardından “Kendilerine izin de verilmez ki özür
dilesinler” mealindeki ayetin gelmesi, işin aslının özür beyanı etrafında şekillendiğini
göstermektedir. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetlerin tefsiri)
Kağıt para ile zekat verilebilir mi? Konfeksiyoncu altın
gümüş ve konfeksiyon dışında hiç bir mal ile zekat veremez
mi?
Kağıt para, eşyanın bedeli olarak kullanılmaktadır. Alışveriş onunla yapılmakta, işçi ücretleri,
memur maaşları vs. onunla verilmekte, zenginlik ölçüsü kabul edilmektedir. İhtiyaçların
giderilmesi, kar etme gibi ekonomik faaliyetlerde altın kuvvetinde ve onun gibi görev
yapmaktadır.
Dolayısıyla kağıt para, altın ve gümüşün mübadele vasıtası olarak yapmış oldukları görevi
yüklenmiştir.
Bu itibarla, altın ve gümüşün zekatının verilmesi gerektiği gibi kağıt paranın da zekatı
verilmelidir. Zekat ve fitre verirken, gıda maddesi verilebileceği gibi bunları temsil eden kağıt
para da verilebilir. (Ceziri, Kitabü’l-Fıkh ala’l- Mezahibi’l-Erba’a, 341, Zuhayli, el-Fıkhu’lİslami ve Edilletühu, II, 772)
Ayrıca kişiler zekatlarını para, altın, döviz vb. ile verebilecekleri gibi gıda maddesi, ev eşyası,
kumaş, elbise vb. maddi değere sahip ticaret malları ile de verebilirler.
Kendi bahçemde baktığım arıların başka tarlalardan ve
bahçelerden getirdiği polenle yapılan balın yenmesi ve
satılması helal midir?
Arılar doğaları gereği farklı bölgelerdeki farklı insanlara ait bahçelerden ihtiyaçları olan besini
alır ve bununla bal yaparlar. Bu durum bütün arılar için geçerlidir ve son derece normaldir. Bu
şekilde elde edilen bal da dinen helaldir. Bununla birlikte bir hile, aldatma ya da konunun
uzmanlarının hak ihlali olarak nitelediği özel bir durum söz konusu ise o takdirde bir hak
ihlalinden söz edilir.
4
Kur’an’ın dört ana konusunun tevhid nübüvvet haşir ve
adalet-ibadet arasındaki ilişki nedir?
1) Kur’an’ın birinci maksadı, Allah’ın varlığını ve birliğini tanıtmaktır.
İnsanın fıtratında var olan inanma ihtiyacı, Allah’ın zatında ve sıfatlarında hiçbir ortağı
olmadığına, tek olduğuna inanmakla tatmin olur. Bunun için Kur’ân insanı tevhid inancına
çağır.
“Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.”
(Zariyat, 51/56) mealindeki ayette Allah’a iman ve ona ibadet etmeyi ders vermektedir.
2) Kur’an’ın ikinci maksadı, nübüvvet ve özellikle Hz. Muhammed’in nübüvvetidir. Çünkü,
Allah’ı bize tanıtan en büyük muarrif ve ona nasıl kulluk yapılacağını ders veren en büyük
muallim Hz. Peygamberdir ve peygamberlerdir.
“Bütün insanlar bir tek ümmet teşkil ediyorlardı. Aralarında ihtilâflar başlayınca, Allah
onlara içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Onların
beraberinde, insanlar arasında hükmetmek için, kitap ve hikmeti gönderdi ki, ihtilâf
ettikleri konularda aralarında hükmetsin.” (Bakara, 2/213) mealindeki ayette ifade edildiği
üzere, insanlar, ilk insan Adem peygamberin rehberliğinde Allah’ın vahdaniyeti başta olmak
üzere hak dinin hakiketlerinde birleşmişlerdi. Ancak zamanla, farklı yollara sapmış, bir kısmı
tevhid inancından ayrılmış olduğundan aralarında ihtilaflar çıkmıştı.
İşte bütün peygamberler başta tevhid ve haşir inancı olmak üzere, imanın temel esaslarını ders
vermek üzere uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderildiler. “Senden önce de, gönderdiğimiz
elçiler, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başka bir varlık değildiler. Eğer
bu konuları bilmiyorsanız ilim adamlarına sorunuz. Evet, belgeler, mûcizeler ve
kitaplarla gönderdik onları. Sana da ey Resulüm bu zikri indirdik ki kendilerine
indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl, 16/43-44)mealindeki
ayetlerde peygamberler ve özellikle Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Allah’ın vahyini
insanlara anlatmak üzere gönderildiğine dikkat çekilmiştir.
Kur’ân peygamberleri ve en son da Hz. Muhammed’in (asm), üsve-i hasene olarak
gönderildiğini beyan etmektedir. (bk. Ahzab, 33/21) Bu güzel örneklik, peygamberlerin ve en
son Hz. Muhammed’in iman, ibadet ve ahlâklarında gözükür. Bu yüzden Peygamberimizin
ahlâkı Kur’ân’da “yüce ahlâk” olarak övülmüştür. (Kalem, 68/4)
Bu yüzden biz insanların en çok muhtaç olduğumuz şey, başta Hz. Muhammed olmak üzere
bütün peygamberlerin hayatları boyunca sergiledikleri güzel ahlâktır. Sabırlı olmayı, sevgi ve
şefkatle dolu olmayı ve insanların imanlarını kurtarmaya hizmet etmeyi ve bunun karşılığında
hiçbir ücret almamayı, sebat etmeyi hep peygamberlerden öğreniriz. Bunun için Kur’ân
peygamber kıssalarını bize anlatır; anlatmakla kalmaz bir de bir çok sûrede tekrar eder. Çünkü
bizim onların güzel örnekliklerine her zaman ihtiyacımız vardır.
3) Haşir akidesi ancak peygamberler vasıtasıyla tam anlaşılabilen bir hakikattir. Allah’a ve
peygambere iman etmeyen bir kimsenin yeniden dirilişe iman etmesi düşünülemez. “Biz o
elçileri rahmetimizin (cennetin) müjdecileri, cezamızın (cehennemin) habercileri olarak
gönderdik. Ta ki resullerden sonra, artık insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir
bahaneleri kalmasın. Allah aziz ve hakîmdir/mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir.” (Nisa, 4/165) mealindeki ayette, hem Allah’a, hem peygambere hem de ahiret
alemine işaret edilmiştir. Çünkü, cennet ve cehennem Allah’ın varlığını gerektirir. İnsanları bu
konuda uyaran ve müjdeleyenler de ancak peygamberlerdir.
5
İnsanın güzel ahlâklı olması için iman ve peygamberleri örnek alması yetmez. Eğer yapılacak
kötülüklere karşılık ceza, iyiliklere karşılık da mükâfat alma inancı olmazsa, insanın toplum
halinde huzurlu ve mutlu bir hayat geçirmesi imkânsızdır. Bu yüzden ahiret inancı, iyilikleri
yapmaya, kötülüklerden uzaklaştırmaya sevk eder. İyi insanlar hesaplarını kolayca verip
cennete gidecekleri ve orada sayısız nimetlere kavuşacaklarıyla ilgili âyetler, insanları o ebedî
mutluluk diyarına gitmek için dikkatli olmaya sevk eder.
Bunun yolu Allah’ı razı etmekten geçer. Bu da imandan sonra yapılacak amelleri ihlâslı bir
şekilde yapmayı gerektirir. Aynı zamanda inançsız, münafık ve müşrik insanların, bir de
günahları sevaplarından çok olanların cehenneme gideceğinin anlatılması, onların orada
çekecekleri elemlerin etkili bir şekilde tasvir edilmesi, insanın yapmayı düşündüğü
kötülüklerden uzaklaştırır. Eğer bu inanç olmasa, insanlar bencil, zalim, ahlâksız, mütecaviz,
kibirli, gururlu hasılı kötü ahlâkta sınır tanımaz olur çıkarlar.
4-a) İbadetin olması her şeyden önce bir tek Allah’a imanla mümkündür. Çünkü hakiki mabud
olmadan ibadet olamaz. Peygamber olmadan ibadetin nasıl yapılacağını bilmemiz mümkün
değildir. İbadetin bir katma değer ifade etmesi için bir karşılığının olması gerekir. İtaat edenlere
mükâfat, isyan edenlere cezanın olmadığı bir yerde ibadetin bir özgül ağırlığından söz
edilemez.
“Celalim hakkı için, Biz Nûh’u resul olarak halkına gönderdik. “Ey halkım!” dedi,
“Yalnız Allah’a ibadet edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Bunu yapmazsanız, korkarım
ki müthiş bir günün azabı tepenize inecektir.” (Araf, 7/59) mealindeki ayette ve Araf
suresinde daha bir çok ayette her peygamberin kavmine çağrıda bulunduğu ilk iş, Allah’a iman
ve ona kulluk edip ibadet etmeleridir.
4-b) Adalet kavramı da dinlerin en büyük gayelerinden biridir. İnsanların gerçek anlamda
birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmelerini sağlama işi, insanların vicdanlarına havale
edilemeyecek kadar önemlidir.
Bu sebepledir ki, Allah bir yandan peygamberlerini göndererek, bir yandan da zalimler için
büyük bir cezanın olduğu ilan ederek adalet işini dinin temel esaslarından biri yapmıştır.
“Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti
gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun. Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz
kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket
budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”
(Maide, 5 /8) mealindeki ayet ve benzerlerinde müminlerin hatta düşmanlarına karşı bile
adaletli olmaları tavsiye edilmektedir.
Zira Allah’ın bir ism-i celili ADL’dir. Bu simin kulları üzerinde de tecelli etmesini dileyen
rabbimiz Kur’an’da defalarca adaleti emrettiği gibi, adaletten ayrılan zalimleri de sevmediğini
ilan etmiştir.
İnsan kâinatın küçük bir misali olduğu gibi, Fatiha suresi de Kur’an'ın nurlu bir timsalidir.
Bu nedenle, bu dört maksat Fatiha suresinde de mevcuttur.
Bu sure, bütün hamdin Allah’a has olduğunu beyan ile başlar. Bu ise tevhidi ifade eder.
Daha sonra, Allah’ın bütün âlemlerin yegane Rabbi olduğuna, “Rabbül âlemin” ismiyle vurgu
yapılır. Bu da yine tevhidin, tevhid-i rububiyetin ilanıdır.
6
"Maliki yevmiddin", haşir ayetlerinin; "iyya ke na’büdü" ise ibadet ayetlerinin birer
temsilcisi gibidirler.
Sırat-ı müstakim üzere bulunan ve kendisine İlâhî in’amların, ihsanların edildiği (enamte
aleyhim) zümre ise, başta peygamberler olmak üzere “sıdıklar, şehitler ve salihler"dir.
Öte yandan, Kur’an-ı Kerim'de ne kadar İlahi isim geçmişse bunları temsil etmek üzere Allah,
Rahmân ve Rahîm isimleri zikredilmiştir. Maliki yevmiddin de bir İlahi isim olmakla birlikte,
yukarıda geçtiği üzere bu isim haşir ayetlerinin tümünü temsil eder.
Bütün dua ayetleri “iyya ke nestein”de özetlenmiştir.
Allah’ın gazabına uğramış ve O’nun nurlu yolundan sapmış bulunun bütün insanlar ise
“mağdup” ve"dâllîn” kelimelerinde özet olarak mevcutturlar.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
Kur’ân; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadetten oluşan dört ana unsuru, insanı gerçek bir
insan haline getirmek için çok önemli bir rol oynamaktadır.
Bu yüzden, bu dört unsurun öncelikli kendimizde, sonra çocuklarımızda, sonra diğer insanlarda
yerleşmesi için özel bir çaba göstermek gerekir.
Bunu yapmakla bir taraftan kendimizin ve başkalarının ahiretlerini kurtarırken, diğer taraftan
dünyada da mutlu ve umutlu insanların yetişmesine katkı sağlamış oluruz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kur'an-ı Kerim'in dört temel esasları nelerdir?
Kur'ân nelerden bahsediyor, hangi konuları ele alıyor?
7
Psikoloji gibi bir ruh ilmini neden batı felsefesi
yönlendiriyor?
Psikoloji hastalığının olmadığını söyleyen bir ilahiyatçıya şahsen hiç rastlamadık.
Modern tıbbın gelişmesine paralel olarak gelişme gösteren ruhi hastalıklarla ilgili kavram ve
tedavi metotlarının batıdan bize geldiğini söyleyebiliriz. Ancak, modern çağda yakalanan
rönesanstan önce Avrupa’nın cehaleti diz boyuydu. İslam alemi sosyal hayatın her alanında
olduğu gibi, tıp alanında da ve ruhi hastalıklar alanında da Avrupa’dan çok önce bu
konuya eğilmiş ve makul tedavi yöntemler kullanmıştır.
Nitekim, 1488’de yapılan Edirne Sultan Bâyezid Dârüşşifâsı’nda akıl hastaları tedavi edilirdi.
Dârüşşifâ, günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.
Buna mukabil, 19. asra kadar Avrupa’da akıl hastası, şeytan tarafından rûhu kabz edilmiş,
ancak cismen insan olan bir varlıktı. Osmanlı’ya göre ise sadece meczûb idi. Yani Allah katına
“cezb edilmiş” hasta... Meczûb’un yanında mecnûn, şeydâ, dîvâne denebilir, deli demekten
kaçınılırdı. Hikmetinden suâl olunmaz bir sebeple bu illete düçar olmuş insana hakaret
etmemeye özen gösterilirdi.
Modern psikiyatrinin büyük kurucularından psikiatr (İngilizce: psikiatrist) Dr. Kraft-Ebing
şöyle yazıyor: “Hristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından
ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa,
Türklerden öğrendi. Türkler, bizden çok önce, akıl hastalarına mahsus hastaneler
kurdular." (Traité Clinique de Psychiatrie, Paris 1897, s.53)
İslam’da mecnunluk kavramı hem Kur’an hem sünnette yer almaktadır. Dinin sorumluluğu için
kişinin akıllı olma gereği vardır. Dolayısıyla akıl hastalarını masum, günahsız ve suçsuz
sayıyor. Bu bakış açısı tarih boyunca İslam aleminde hâkim olmuş ve insanın aklının
çalışmasına engel olan bir hastalığın olduğu hususu kabul görmüştür.
Evliyâ Çelebî’nin bildirdiğine göre, (Seyahatname 3/468-70), kendisi bizzat Edirne Sultan
Bâyezid Dârüşşifâsı’nı gezip hekim ve hastalarla konuşmuştur. Orada akıl hastalarının değişik
besinlerin, çiçeklerin ve musiki makamlarla tedavi edildiklerine şahit olmuştur.
Amerika’da ancak 1956’da akıl hastaları için müzik ile tedavi başlamıştır.
İslam medeniyetinde ilme verilen ehemmiyete paralel olarak tıp ilmine de büyük önem
verilmiştir. Hz. Peygamberin “Allah yarattığı hastalıkların tümü için şifasını da
yaratmıştır.” (Buhari, Tıb,1) manasına gelen hadis ve benzerlerinin teşvikiyle, mevcut bütün
hastalıklar için şifa aranmış ve bu daha 1-2. asırdan itibaren “et-Tbbu’n-Nebevî” adıyla
sünnette yer alan hastalıklar ve onların ilaçlarıyla ilgili çalışmalar yapılmıştır.
İslâm tarihinde tıpla ilgilenmeyi Peygamber Efendimiz (asm) devrine kadar götürmek
mümkünse de tam teşkilatlı ilk hastahanenin hicrî 88 (M.707) tarihinde Şam'da Emevî halifesi
Velid b. Abdülmelik tarafından tesis edildiği bilinmektedir.
Bununla beraber İslâm hastahanelerinin en parlak devri daha sonra, Abbasiler döneminde
gerçekleşmiştir. Nitekim Harun er-Reşid'in, yapılan her caminin yanında bir hastahanenin
açılması için emir verdiği rivâyetler arasındadır. (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan
Vakıflar. İst. 1985. s. 135)
8
İslâm tarihinde, ruh hastalıklarının tedavisine de ilk devirlerden itibaren ihtimam gösterildiği
görülmektedir. "İslâm dünyasında hastahaneler sadece bedenî rahatsızlıklarla ilgilenmiyor, aynı
zamanda ruhî ve psikolojik hastalıklarla da ilgileniyorlardı. Yâkubî ile Mes'ûdî, eserlerinde
Bağdat yakınlarında bulunan bir tekkenin psikiyatrik bir müessese olarak akıl hastalıklarının
tedavisine tahsis edildiklerini belirtirler.
Mes'ûdî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hızkıl Akıl hastahanesi, Abbasi halifesi el-Mütevekkil
(847-861) döneminde, el-Müberred tarafından ziyaret edilmiştir.
Demek oluyor ki, adı geçen akıl hastahanesi şimdilik belgelerle ispat edilebilen ve sadece
delilerin tedavisine tahsis edilmiş en eski psikiyatrik hastahane olmak şerefine daha layıktır.
Çünkü bu müessese, batıda ancak XV. asırda ve çok zor şartlarda ortaya çıkan hastahanelerle
mukayese edilmeyecek kadar bir önceliğe sahiptir." (Arslan Terzioğlu, Orta Çağ İslâm-Türk
hastahaneleri ve Avrupa'ya Tesirleri, Belleten, XXX10/133)
İslam aleminde diğer hastalıklar yanında ruh-akıl hastalarına dair kurulan bu pratikte görülen
hastanelerin varlığı şüphesiz bilimsel çalışmaların mahsulüdür.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kur`an ve Psikiyatri
Ruh hastalığı ne demektir? İnançlı insanlarda da görülür mü?
Depresyon, stres gibi hastalıklara dinen nasıl bakmak gerekir ...
9
Peygamerimizin, ümmetimin en kötüleri diye açıkladığı
hadis rivayeti sahih midir?
- “Ümmetimin en kötüleri; pahalı gıdalarla beslenen, çeşit çeşit yemekler yiyen,
rengârenk elbiseler giyen ve süslü konuşmalar yapanlardır..” şeklinde soruda yer alan
hadis rivayetinin tam tercümesi şöyledir:
“Ümmetimden öyle bazı kimseler olacak ki, türlü türlü yemekler yer, çeşit çeşit meşrubat
içerler, çeşit çeşit elbise giyerler ve süslü konuşurlar (edebiyat yapmak için dudaklarını
eğip bükerler), işte bunlar ümmetimin en kötüleridir.” (bk. Taberanî, el-Kebir, h.no:
7512,7513)
Taberani’nin Ebu Ümame’den naklen rivayet ettiği bu her iki rivayeti de zayıftır. (bk.
Heysemi, Mecmau’z-Zevaid,17836)
- Zayıf olmakla beraber, bu hadisin manasını “Ey Âdem’in evlatları! Her namaz vaktinde
mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü
Allah israf edenleri asla sevmez.” (Araf, 7/31) mealindeki ayetin ifadesi çerçevesinde
değerlendirmek mümkündür. Yani burada nefsinin bütün isteklerine uyan, bu konularda hiç bir
frene basmayan; yerken, içerken, giyinirken, konuşurken hep aşırılığa kaçan kimselerin
durumuna dikkat çekilmiştir. Yoksa normal dairede hiç bir güzelliğe meyletmemek gibi bir
yasak olamaz.
“De ki: “Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram
kılmak kimin haddine?” De ki: “Onlar, dünya hayatında (iman etmeyenlerle birlikte,)
iman edenlerindir. Kıyamet günü ise yalnız müminlere mahsustur. İşte Biz, bilip anlayan
kimseler için, âyetleri bu şekilde açıklıyoruz.” (Araf, 7/32) mealindeki ayette, insanlara
meşru dairede, israfa kaçmadan keyifle tasarrufta bulunabileceklerine işaret edilmiştir.
Demek ki, “Şeriat dairesi keyfe kâfidir, harice çıkmaya lüzum yoktur.”
10
Mevlana’nın, kadının örtünmesine karşı olduğu doğru
mudur?
- Bizim kanaatimize göre, Mevlana gibi bir alim ve velinin, Kur’an ve sahih hadislerde açıkça
emredilen ve ümmetin icmaıyla farz olduğu bilinen örtüye karşı çıkması veya onu hafife
alması düşünülemez.
Bu sebeple, Mevlana’nın bu konudaki sözlerini -şayet ona ait olduğu gerçekten sabit ise- doğru
anlamak ve gerekirse tevil etmek gerekir.
İnsan psikolojisini iyi bilen Mevlânâ, bu ifadeleriyle kadın ruhunun inceliklerine dikkati çeker.
Aşırı baskıların ters tepeceğini hatırlatır. Kadının zorla ve baskıyla örtünmesini değil; istekle,
arzuyla ve gönülden yapmasını ister.
Bu açıdan Mevlana, insanların yasaklardan ziyade, gönüllü olarak imanlarının gereğini yerine
getirmelerine işaret etmiş olabilir. İnsanlar genellikle yasaklara karşı daha hevesli olurlar. Bu
sebeple, yasaklara bakmadan işin gerçeğine, hikmetine bakarak hareket etmenin güzelliğine
dikkat çekmiş olabilir. “Kendini sakla, örtün diye emretsen, kendini gösterme arzusu onda o
nispette fazlalaşır” ifadesi bunu göstermektedir.
Özetle belki de demek istiyor ki, kadınlara örtmelerini söylerken, bunun haram yönüne vurgu
yapmak yerine, aklını, gönlünü ikna etme cihetine gitmenin daha hikmetli olduğuna işaret etmiş
olabilir. Eğer kadının gönlüne hitap etmeden sırf yasaklar tarafından konuya yaklaşılırsa,
ıslahtan ziyade ifsat edilmiş, fayda yerine zarar verilmiş olur. “Onda eğer kötü bir işi
yapmamak cevheri varsa, sen mâni olsan da olmasan da, o güzel yaradılışına, temiz ve iyi
huyuna uyacaktır. Sen merak etme!” ifadesi bu söylediklerimize uygundur.
Hz. Mevlana hayatın içinde, ayakları yere basan, gerçekçi bir insandır. Beşerî yönüyle kadını
ele alırken, onu meziyetleri ve zaaflarıyla olduğu gibi değerlendirir.
- Şunu burada unutmadan vurgulamalıyız ki, İslam’ın emir ve yasaklarını Kur’an ve sünnetin
açıklamasını görev sayan İslam alimlerinden öğreneceğiz. Şatahattan hali olmayan ehl-i
tasavvufun sahası ayrıdır.. Onların -görünürde şeriatın hükümlerine aykırı olan- sözlerini değil,
dört mezhep imamları ve müçtehit alimlerin sözlerini esas almamız gerekir. Mevlana gibi
zatlara karşı su-i edepte bulunmamakla beraber, aykırı gibi görünen sözlerine hayalimizde yer
vermemek gerekir.
11
Peygamber efendimiz namaz kılma şeklini nasıl belirledi?
Namaz farz kılındıktan hemen sonra Hz. Cebrail gelip Peygamber efendimize namazın nasıl ve
hangi vakitlerde kılınacağını öğretti. Bu konuda sahih hadisler vardır. Bunlardan biri şöyledir:
İbn Abbâs’dan nakledildiğine göre, Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Cibril (a.s), Ka’be’nin yanında bana iki kere imâmlık yaptı. İlk seferinde, öğleyi, güneş
batıya kayıp gölgesi ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra ikindiyi her şeyin gölgesi kendi
boyu kadar olunca kıldı. Sonra akşamı güneşin battığı ve oruçlunun orucunu açtığı
zaman kıldı. Sonra yatsıyı ufuktaki aydınlık(şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabah
namazını şafak sökünce ve oruçluya yeme içmenin haram olduğu vakitte kıldı.
İkinci sefer(ikinci gün) öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendi boyu
kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi, her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı.
Sonra akşamı, yine önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin üçte biri geçince kıldı.
Sonra sabahı, ortalık ağarınca kıldı. Sonra Cibril bana dönüp şöyle dedi:
‘Ey Muhammed! Bunlar senden önceki Peygamberlerin (kıldıkları
namaz)vaktidir. (Senin kılacağın) namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan zamandır.’
” (Tirmizi, Salat,1/149; Ebu Davud, Salat 2/393)
İlave bilgi için tıklayınız:
Namaz ilk olarak ne zaman farz kılınmıştır?
12
İnkarcıların azaplarının hafiflemeyeceği ayetleri ile
hafifleyeceği hadisleri çelişki olmaz mı?
- Ayetlerde, kâfirlerin cezalarının hafifletilmeyeceğine dair ifade edilen hükümler, umumi
prensiplerdir. Kur’an’ın bildirdiği bu kurallar elbette şüphesizidir. Fakat, “genel prensiplerin
her zaman istisnaları olur ve istisnalar kaideyi bozmaz” manasına gelen “istisnaî
durumlar” kaidesi de ilmen kabul edilmektedir. Bu sebeple bu umum kaideler aykırı olan
hususlar -sahih olmak şartıyla- sadece birer isitisnadır ve Kur’an’ın ilgili genel hükümlerine bir
çelişki teşkil etmez.
Bununla beraber, İlgili hadis rivayetlerine bakmakta fayda vardır.
- Ebu Katade’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber: “Cuma günü hariç, zeval vakti
namaz kılmayı mekruh görmüş ve şunu ilave etmiştir: ‘ Çünkü Cuma günü dışındaki
günlerde Cehennem ateşi iyice tutuşturulur.” (Ebu Davud, Salat, 223)
Hadisi zikreden Ebu Davud’un bizzat kendisi,“bu rivayetin mürsel/munkatı’ olduğunu”
belirtmek suretiyle zayıf olduğuna hükmetmiştir. (bk. a.y.)
Bu hadisi tahkik eden Elbânî de bu rivayetin zayıf olduğunu belirtmiştir. (bk. Elbanî, Sahih ve
daifu süneni Ebi Davud, 1/ 2)
Bazı alimlere göre, bu hadiste zikredilen “cehennemin Cuma gününde
tutuşturulmayacağına” dair hüküm dünyaya aittir. Yani insanlar bu dünyada iken, daha
kıyamet gelmemişken, cehennem cuma günü hafifler. Yoksa kıyamet geldikten sonra artık
cuma dahil her gün cehennem alev alev yanmaya devam eder.” (bk. Münavî, Fedu’l-Kadîr,
2/446) Bu yorum pek tatmin edici olmamakla beraber, alimlerin “kıyametten sonra cehennemin
asla hafiflemeyeceğine” dair görüşleri bakımından önemlidir.
Hafız Zeynu’l-Iraki de Ebu Davud’un “bu hadisin munkatı olduğunu söylediğin” belitmek
suretiyle rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. (bk. Tahricu ahadisi’l-İhya, -İhya ile birlikt-,
1/179)
Nesaî, “zeval vaktinde namaz kılmanın mekruh olduğunu, çünkü o vakitte cehennemin
daha fazla tutuşturulacağını” ifade eden hadis rivayetinde “cuma hariç” gibi bir istisna
kaydetmemesi de Ebu Davud’un ilgili hadis rivayetinin zayıf olduğunun ayrı bir delilidir. (bk.
Nesaî, Mevakit, 40)
- “Allahü teâlâ, Cehennem kapıcısına, cömert kâfir için, “Buna azap et, fakat dünyadaki
cömertliği derecesinde azabını hafiflet.” (Deylemi, 1/152) manasındaki hadis rivayetinin yer
aldığı DEYLEMİ zayıf kaynaklardan sayılır. Bununla beraber, bu rivayetin “azabın
hafifletilmeyeceğini” belirten ayetlerle bir çelişki teşkil etmez. Çünkü, her suçlunun cezası
suçunun büyüklüğü veya küçüklüğü nispetindedir.
Dünyada bazı iyilik yapan kâfirlerin bu iyiliklerinin değerlendirilmesi ilahi adaletin ve
merhametin bir tezahürüdür. Zaten yedi cehennem tabakalarının münafık, müşrik, Yahudi,
Hıristiyan ve Müslüman günahkârlar gibi aşağıdan yukarıya/zordan hafife doğru bir seyir takip
edeceği Müslümanlarca kabul edilen bir hakikattir.
“Münafıklar cehennemin en aşağı derekesinde olurlar.” (Nisa, 4/145) mealindeki ayetin
ifadesi de cehennemdeki azabın adamına göre farklılık arzedeceğini ortaya koymaktadır.
Cömertliğine göre cezası 100 gram olan bu adamın cezası hep yüz gram olarak kalabilir.
Yanındakinin cezası da bin gram olur. Bununki de değişmeyebilir. Aradaki fark genel bir
hafifletme değil, suçun durumuna göre verilen bir cezadır.
13
- Mevlut gününde azabın duracağına dair sağlam bir bilgiye rastlayamadık.
- Ebu Leheb meselesine gelince;
Urve’nin bildirdiğine göre, Ebu Leheb’in Süveybe adlı bir cariyesi vardı. Ebu Leheb onu azat
etmişti. Bu kadın aynı zamanda Hz. Peygamberi emzirmişti. Ebu Leheb ölünce, onun bazı
yakınları rüyada kendisini çok kötü bir durumda görmüş ve halini sormuştu. Ebu Leheb:
“Sizden (ayrıldıktan/öldükten) sonra bir rahat yüzü görmedim. Sadece Suveybe’yi azat
ettiğimden dolayı bana su içirildi” diyerek cevap verdi.” (bk. Buhari, Nikah, 20)
Suhayli’nin Hz. Abbas’tan yaptığı rivayet daha açıktır:
Bu rivayete göre, Hz. Abbas (Ebu Leheb’in kardeşi) şunları söylemiştir:
“Ebu Leheb öldükten bir yıl sonra, rüyada kendisini çok kötü bir durumda gördüm. Dedi
ki: ‘Ben sizden(ayrıldıktan/öldükten) sonra rahat yüzü görmedim. Şu var ki, her
pazartesi günü azabım hafifletiliyor’ Hz. Abbas bunu şöyle açıklıyor: ‘Bunun sebebi de
şudur: Hz. Peygamber pazartesi günü doğmuştu. Süveybe bunu Ebu Leheb’e müjde
vermişti. Ebu Leheb de verdiği bu müjdeden dolayı Süveybe’yi azat etmişti.’ “ (bk. İbn
Hacer, Fethu’l-Bâri, 9/145)
Görüldüğü gibi bu meselenin aslı bir rüyadır. Rüyalarla amel edilemeyeceği, özellikle böyle bir
hükmün delili olarak kullanılamayacağı açıktır.
Nitekim İbn Hacer de “Urve’nin bu ifadeleri mürseldir, kimden naklettiğine dair bir beyanı
yoktur. Bununla beraber şayet bu haber sağlam da olsa, rüyalar bu konuda delil olamaz.”
demiştir. (İbn Hacer, a.y.)
- Kadı Iyaz gibi bazı alimlere göre, kâfirlerden azabın hafifletilmesinin söz konusu
olamayacağı hususu, alimlerin ittifakıyla sabittir.
Buna mukabil diğer bazı alimler, cehennemde ebedi kalmakla beraber kâfirlerin daha önce
yaptıkları iyiliklerine karşılık olarak azaplarının bir kısmının hafifletilmesinin
olabileceğini, bunun ilgili ayetlere aykırı olmadığını söylemişlerdir.
Diğer bazı alimlere göre, Ebu Leheb’le ilgili azabın hafifletilmesi yalnız Hz. Peygamberin
durumuyla ilgilidir. (İbn Hacer, a.y.)
- Görüldüğü gibi bu gibi bilgilerin İnternette boy göstermesi, gerçekliğin delili değil, bir açıdan
bilgi kirliliğine de sebep olmaktadır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Cehennemde olanlar belli bir sure sonra azaba alışacaklar deniyor ...
Rahmetim gazabımı geçti... Bu hadis-i kutsi nasıl anlaşılmalıdır?
Kafirlerin ebedi cehennemde kalması nasıl adalet olur? Cehennem azabı neden ebedi
olsun? Allah'ın şefkati anne şefkatinden daha çok olduğu halde, neden cehennemi
yarattı?
Cehennemde azap neden gittikçe şiddetlenmektedir? Kişi cürmü ...
14
Ahzab suresi 36. ayetinden peygamberimizin de hüküm
verebileceğini anlıyorsak, aynı mantıkla Tevbe suresi 1. ayeti
nasıl açıklayabiliriz?
Ahzab suresinin 36. ayetinin meali şöyledir:
“Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya
kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve
Resulüne isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.”
Bu ayetin nüzul sebebi olarak zikredilen ve en çok kabul gören hadise, Hz. Zeyneb’le ilgilidir.
Hz. Peygamber halasının kızı olan Zeyneb binti Cahş’ı Zeyd b. Harise için istemeye gitmişti.
Ancak, Zeyneb ve kardeşi buna rıza göstermediler. Zeyd gibi bir köleye tenezzül etmediler.
Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Dolayısıyla, bu konuda “Resulullah’ın herhangi bir konuda hüküm vermesi durumunda
hiç kimsenin ona aykırı hareket etmesinin caiz olmadığı” vurgulanmıştır. Ayette “Allah”ın
isminin de zikredilmesi, Hz. Peygamberin saygınlığını vurgulamaya yöneliktir. (Beydavî, ilgili
yer)
Bunun anlamı şudur: Allah’ın elçisi hangi konuda bir karar verdiyse, o karar aynı zamanda
Allah’ın da razı olduğu bir karardır. (Şayet bazı yanlış içtihat yaparsa da derhal düzeltilir).
Bu sebeple peygamberin emir ve yasakları, Allah’ın da emir ve yasaklarıdır. (İbn Aşur, ilgili
yer)
Özetle bu ayette: Karşı çıkanların tehdit edildiği hükmün sahibi Hz. Peygamberdir. Allah’ın da
burada zikredilmesi, Hz. Peygamberin Allah’ın kabul etmediği bir hükmü benimsemesinin söz
konusu olmadığını vurgulamak ve Hz. Peygamberin Allah katındaki saygın yerine işaret etmek
içindir.
“Allah ve Resulünden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere son ihtar!” (Tebve, 1)
mealindeki ayette de aynı tema işlenmiştir. Bu ayetle başlayan Tevbe suresi, müşriklerle
müslümanlar arasında akdetmeyi ön gören bir anlaşmanın manifestosudur.
Bu gibi anlaşmalar, insanlar arasında cereyan eder. Anlaşmanın bir tarafı müşrikler, diğer tarafı
ise müslümanları temsilen Hz. Peygamberdir. Her zaman olduğu gibi, Hz. Peygamberin yaptığı
anlaşmalar ancak Allah’ın izniyle tahakkuk eder. Bu sebeple, ayette “Allah ve
resulünden kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere son ihtar!” şeklinde bir ifadeye yer
verilmiştir. (bk. İbn Kesir, İbn Aşur, ilgili yer)
- Evvela, ayette meal olarak yer alan “kendileriyle anlaşma yaptığınız müşrikler”
ifadesinden, Hz. Peygamberin bu surenin inişinden önce müşriklerle yaptığı bir anlaşmanın
olduğunu göstermektedir.
- İkinci olarak, Surenin 4. ayetinde meal olarak yer alan “Ancak kendileriyle antlaşma
yapmanızdan sonra, şartları hiç bir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren…” ifadesi
de Hz. Peygamberin bu surenin inişinden önce müşriklerle anlaşma yaptığı ve bu surenin de
söz konusu anlaşmayı pekiştirmek için indiğini göstermektedir. Bu açık-seçik gerçekler ortada
iken, soruda “Haşa kararları ortak mı alıyorlar..” şeklinde bir tereddüde mahal yoktur.
- Sorudan anlaşılan bir tereddüdü de ortadan kaldırmak için şu bilgiyi de yeniden hatırlamakta
15
fayda vardır.
Meallerini vereceğimiz ayetler ve sahih hadisler Hz. Peygamberin sünnetinin de bir teşri
kaynağı olduğunu göstermektedir:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine de (itaat edin). Eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, aranızda
herhangi bir konuda ihtilafa düşerseniz, onu Allah'a ve elçisine götürün. Böyle
davranmanız, daha iyidir ve sonuç itibariyle daha güzeldir." (Nisa, 4/59)
“Peygamber size her ne getirirse onu alın, sizi neden menederse ondan da sakının.”
(Haşir, 59/7)
“Kim Resûlullah’a itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.” ( Nisâ, 4/80)
“Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Kur’ân’ı ve Resûlullah’ın öğütlerini
işitip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin!” (Enfâl, 8/20)
“Haberiniz olsun! Bana Kitab (Kur’an) verildi ve onunla birlikte onun bir misli/gibisi
(sünnet) dahi verildi.” (Ebu Davud, Sünnet, 6)
“Sakın herhangi birinizi –karnı tok-, koltuğuna kurulmuş olup, kendisine emir veya
nehiylerimden biri gelip de ‘Biz, onu bilmeyiz; Allah’ın kitabında ne bulursak ona
uyarız.’ derken görmüş olmayayım,” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 6)
“Şunu iyice belleyin ki, muhakkak ki Allah’ın Resulü’nün haram kıldığı da Allah’ın
haram kıldığı gibidir.” (Tirmizî, ilim, 10)
Son olarak şu ayeti de hatırlayalım:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine de (itaat edin). Eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, aranızda
herhangi bir konuda ihtilafa düşerseniz, onu Allah'a ve elçisine götürün. Böyle
davranmanız, daha iyidir ve sonuç itibariyle daha güzeldir." (Nisa, 4/59)
İslam alimlerine göre, bu ayette söz konusu edilen "aranızda herhangi bir konuda ihtilafa
düşerseniz, onu Allah'a ve elçisine götürün" mealindeki emirden maksat, işi Allah'ın kitabı
Kur'an ile, hayatta olduğu müddetçe Hz. Peygamber(a.s)'in kendisi, vefatından sonra ise, onun
sünnetine göre çözmek demektir. (Abdulğani Abdulhalık, Hücciyetu’s-Sünne, 298)
İmam Şafiî de bu ayetin yorumunda şunları söylemiştir: Ayette geçen "İtaat" kelimesinin
Allah için olduğu gibi, Hz. Peygamber (a.s) için de ayrıca tekrarlanması, O'nun Kur'an'ın
dışında yaptığı emir ve yasaklarına karşı da itaat etmenin gereğine işaret etmek içindir.
"Sizden olan emir sahiplerine de" ifadesinde görüldüğü üzere, emir sahipleri için ayrıca bir
"itaat" kelimesinin kullanılmaması, aksine cümle içerisinde (atıf yoluyla) Allah ve Resûlüne
karşı yapılması istenen itaate tâbi kılınarak ifade edilmesi, onlara yapılacak itaatin mutlak
olmayıp, Allah'ın kitabı ve elçisinin sünnetine uyma şartına bağlı olduğunu göstermek içindir.
(İmam Şafii, er-Risale, 79-80)
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimiz (asv)'in haram kılma yetkisi var mıdır? "Peygamberin haram kıldığını,
Allah da haram kılmıştır." sözü hadis midir?
16
Peygamber Efendimiz (sav)'in Kur'an'ın açıklayıcısı olduğuna dair ayetler var mıdır?
Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusu...
17
Download