Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
28 Ekim 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
“El-veledü sırru ebîhi” (Çocuk babasının sırrıdır) hadis midir, kaynağı nedir, ne anlama
gelmektedir? ............................................................................................................................... 3
Her kim vesile makamına çıkmayı benim için dilerse onun için şefaatim helal olur hadisini
açıklar mısınız? Şefaati inkar eden kafir olur mu? .................................................................... 4
Bazı kimseler, kendi irademizle verdiğimiz kararları daha önceden hiçbir güç bilemez,
diyorlar, bunlara nasıl cevap vermeliyiz? ................................................................................. 6
Hatalarımın farkındayım ama bir türlü düzeltemiyorum. İnandığım gibi yaşamak,
ibadetimi sürekli yapmak, namazımı düzeltmek istiyorum, nerden başlamalıyım? ........... 10
Peygamberler hakkında bilgiye neden sadece kutsal kitaplardan erişiyoruz? Tarih
kitaplarında bu peygamberlerden neden bahsedilmiyor? Belgeseller hakkında fikriniz
nedir? ......................................................................................................................................... 11
Esma-i Erbeîn-i İdrisiyye hakkında bilgi verir misiziniz? ........................................................ 12
Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere, bizzat Tevrat'tan delil var mıdır? Eğer
değiştiyse, Kur'an'da neden Yahudilere ve Hıristiyanlara, Tevrat ve İncil ile hükmetmeleri
emri vardır? ............................................................................................................................... 13
Haram vesilelerin yaptığımız işlere olan etkisi nasıldır? Çalıntı kalem, haram para, çalıntı
araba, kaçak elektrik, kopya çekilerek yapılan işler geçerli olur mu? .................................. 20
Kasidetü'l Bürde hakkında bilgi verir misiniz? ....................................................................... 21
Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Besmele-i Şerife Duası hakkında bilgi verebilir misiniz?
.................................................................................................................................................... 23
"Ve eğer O´nu (peygamberi) bir melek kılsaydık, elbette O´nu yine bir erkek (suretinde)
kılardık..” ayetine göre, meleklerin hep erkek olarak görünmesi nedendir? Hz. Meryem’e
de erkek şeklinde gelmesinin hikmeti nedir? ......................................................................... 25
“Her şeyi çift (erkek ve dişi) yarattık” (Zariyat, 49) ayetine göre, melekler de mi çift
yaratılmıştır? Halbuki meleklerin ve bazı tek hücreli canlıların cinsiyeti bulunmuyor? ..... 27
Hz. Muhammed fen dalında (fizik, kimya, biyoloji, matematik ) icat ettiği, teori ürettiği
veya Allah tarafından öğretilen ve çevresindekilere anlattığı bir olgu var mı? Miraç
mucizesinden sonra yıldızlar hakkında bilgi vermiş midir? .................................................. 29
Duaların veya tövbenin kabul olduğu nasıl anlaşılır? ............................................................ 31
İnsanlardan tamamen uzaklaşmak ve aile ile tamamen ilişkileri kesmenin hükmü nedir? 32
Bir erkek ve bayan nikahlandıktan sonra hiç cinsel ilişkide bulunmadan üç talakla
boşansalar, tekrar evlenmeleri için bayanın başka bir erkekle evlenip cinsel ilişkide
bulunması lazım mıdır? ............................................................................................................ 34
2
“El-veledü sırru ebîhi” (Çocuk babasının sırrıdır) hadis
midir, kaynağı nedir, ne anlama gelmektedir?
"El veledü sırrı ebihi = Çocuk, babasının sırrıdır.”(Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
1/397; Ukberî, Divânü’l-Mütenebbî, 1/156; Suyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesira, 1/20; Sehâvî,
el-Mekâsıdü’l-Hasene, 1/706, 723 (1268, 1300); Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 2/452 (2911).)
Çocuğa kendi fizikî mayası ile biyolojik hammaddesini veren anne-baba, gönlündeki
sevgisi ile de mânevî hammaddesini ona maya olarak çalar. “Hanımlarınız sizin nesil
yetiştiren tarlanızdır.” (Bakara, 2/223) fehvâsınca bir rivayette tohum sahibi babalara
nispetle “çocuk, babasının sırrıdır.” denilmiştir. O bakımdan çocuk, anne-babasının
genetik şifrelerinin bir karışımı, bedenî bir uzantısı olduğu kadar, aynı zamanda kalbî-ruhî
birer ışığıdırlar ve insan, çocuğunu kendisinin maddî-mânevî meyvesi olarak algılar. (bk.
Musa Hop (Hub), Yeni Ümit Dergisi, Sayı : 87 Ocak-Şubat-Mart 2010)
Çocuk, babasının sırrı ve hususiyetlerinin sahibidir. Hayatı boyunca onun gözbebeği,
ölümünden sonra da mevcudiyetini devam ettiren ve ebediliğe doğru götüren bir
parçasıdır. Bütün hususiyetleri (iyi ve çirkinini) ondan âdeta miras yolu ile aktarır.
Zira o, kalbinin bir parçasıdır. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, neseplerin korunmasını,
neslin tevhid üzre yetişmesini emretmiştir. Bunun için aile halkına, özellikle yeni yetişen
çocuklara her şeyden önce öğretilmesi gereken şey, iman esasları ve bilhassa "tevhid"
inancıdır. Yani Allah'ın varlığı ve sıfatlarıyla tanıtılması, hiç bir şekilde O'nun ortağı
yardımcısı, O'na giden yolda aracının olmadığı, insanların O'nun hükümleri, emir ve
yasaklarıyla yönetilmesi gerektiği inancıdır. Yaş ve idrak yönüyle bir şeyler öğrenme
durumuna gelen bir çocuğa, öncelikle bu inanç kazandırılmalıdır.
Nitekim bir kısım rivayetler, Rasûlullah (s.a.s.)'ın kendi yakınlarından bir çocuk
konuşmaya başlar başlamaz çocuğa tevhîd'i öğrettiğini ve bu maksatla: "Çocuk
edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı da bulunmayan Allah'a
hamd olsun..." (el-İsra, 17/111) âyetini okuduğu kaydedilmektedir. Ebeveynin evlâda
bırakacağı en güzel mirâs, hiç şüphesiz ki, onu güzel terbiye etmesidir (Tirmizî, Birr, 33).
Güzel terbiye edilen Gocuk, ebeveyni için âhiret mutluluğunun sebebidir. Ölen insanın
amel defteri kapandığı halde salih evlât bırakanın defteri kapanmaz; onun yaptığı hayırlı
işlerden ebeveyn de mutlak fayda görür (Müslim, V, 73; Ahmed b. Hanbel, IV, 105).
Evlâdın ruh terbiyesine önem verildiği gibi, zamanın meşhur olan bilgilerinin de ona
kazandırılması geçimini temin edebileceği helâl kazanç yollarının öğretilmesi gerekir. (bk.
Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi, Çocuk mad.)
3
Her kim vesile makamına çıkmayı benim için dilerse
onun için şefaatim helal olur hadisini açıklar mısınız?
Şefaati inkar eden kafir olur mu?
Abdullah b. Amr b. Âs'dan rivayetle Resûlüllah (s.a.v) şöyle buyururmuştur:
«Müezzini işittiğiniz vakit siz de onun dediğini deyin. Sonra bana salavât getirin.
Çünkü her kim bana bir defa salavat getirirse, Allah ona o salâvat sebebiyle on defa
salât eyler. Sonra Allah'dan benim için vesileyi isteyin. Zira vesile cennette bir
makamdır ki Allah'ın kullarından yalnız bir tanesine lâyıktır. Umarım ki; o bir kişi
de ben olayım. İmdi her kim benim için vesileyi isterse ona şefaatim vâcib olur.»
(Müslim, Salat, 7)
Allahtan benim için vesileyi isteyin» buyurulmuş, fakat onu ne şekilde ve hangi
kelimelerle isteyeceğimiz bildirilmemiştir. Ancak İmam Buhari (r.a) hadisi ele almış
ve hadîsin bu cihetini de îzah etmiştir.
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: "Ezanı işittiği zaman kim:
"Allâhümme Rabbe hâzihi'dda'veti'ttâmme ve'ssalâti'lkâime âti Muhammedeni'lVesîlete ve'lfadîlete veb'ashu makâmen mahmûdeni'llezî va'adtehu. (Ey bu eksiksiz
davetin ve kılınan namazın sahibi! Muhammed'e Vesîle'yi ve fazîleti ver. O'nu,
va'adettiğin -bir rivayette va'adettiğin üzere- makam-ı Mahmûd üzere ba's et
(dirilt)" derse, ona Kıyâmet günü mutlaka şefaatim helal olur."(Buhârî, Ezân: 8;
ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Salât: 28; Tirmizî, Salât: 157; Nesâî, Ezân: 38; İbnu Mâce, Ezân:
4)
el-VESÎLE lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı sağlayan vasıta, aracı mânasına gelir.
Hadiste bununla cennetteki yüce bir makam kastedilmiş olmaktadır. Nitekim Vesîle'yi dile
getiren rivayetlerde Resûlullah (s.a.v)'ın yaptığı tarif "Zîra o (elvesîle), cennette bir
makamdır..." buyurmakta, bu makamı Allah'ın bir kişiye vereceğini belirtmekte ve
tevâzu olarak bu kimsenin kendisi olması hususundaki temennisini ifade buyurmaktadır.
Öyle ise, daha net ifade ile el-Vesîle, cennetteki en yüce makamdır, bu makam tek bir
insana verilecektir, o da Allah indinde insanların en yüce olduğunu Mi'rac ve Kur'an gibi
mucizelere mazhariyetle isbat eden Eşref-i Mahlukât ve Fahr-i Kâinat Efendimiz
(aleyhissalâtu vesselâm)'dir.
Bu yüce makama vâsıl olan, Allah'a yakındır; böylece Efendimiz, günahların affı dahil her
çeşit ebedî lütuflara mazhariyet için şart olan ilâhî yakınlığı elde etmeye vesîle olmuş olur.
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/324).
"Fazilet" de üstün bir makamın adı olup, diğer mahlûkattan yüce bir mertebedir.
"Makâm-ı mahmûd", her lisanın övgü ve yüceltmesine lâyık makam demektir. O
makamda olanı ilk yaratılan insandan son yaratılacak olana kadar herkes över ve yüceltir.
Makâm-ı mahmûd, şefaat makamıdır ki, Resûlullah Efendimiz'e ihsân olunmuştur.
Ehl-i sünnete göre şefaat haktır ve mahşerde Peygamberimize şefaat yetkisi verilecektir.
Hz. Peygamber (s.a.v), "Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise, inşaallah duamı
4
kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için saklamak istiyorum" buyurmuştur
(Buhârî, Daavât, 1)
Peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz.
Muhammed (s.a.s.)'dir. (Müslim, Fadâil, 2). Âhirette Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bu ilk
şefâatı, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki umûmî ve büyük şefâattır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir çok hadis kitaplarında zikredilen bu büyük şefâatının (eşŞefâ'atü'l'uzmâ) ana hatları şöyledir: Allah, insanların hepsini düz ve geniş bir sahâda
hüküm ve hesab için toplayacaktır. Orada insanların meşakkat ve gamı dayanılmayacak
bir dereceye varacaktır. Bu sırada insanların bir kısmı, diğer bir kısmına, "Size erişen şu
fâciayı görmüyor musunuz? Rabbinize size şefâat edecek birisine gidiniz" derler. Sırasıyla
Âdem (a.s.), Nûh (a.s.), İbrahim (a.s.), Mûsâ (a.s.) ve İsâ (a.s.) peygamberlere gelirler. Bu
peygamberlerden her biri onları diğerine gönderir. Nihayet Hz. İsâ, onları Hz. Muhammed
(s.a.s.)'e gönderir. O vakit Hz. Peygamber (s.a.s.) Arş'ın altında secdeye kapanır. Allah
ona secdesinde yapılacak hamdlerin en güzelini ilham eder. O Allah'a hamdettiği sırada
"Başını kaldır, işte, verilir. Şefâat eyle şefâatın kabul olunur" cevabını alır. Muhakemeye
başlanır. Bundan sonra Hz. Peygamber'in şefâatıyla imanlılardan bir miktar cehennemden
çıkarılır. Rasûlüllah, bir kaç defa daha secdeye kapanarak Allah'a hamd ve dua eder. En
nihayet onun şefâatıyla, Allah'ın izin ve takdiri dahilinde mü'minlerden büyük bir
çoğunluk cehennemden çıkarılacaktır. İşte Hz. Peygamber (s.a.s.)'in haiz olduğu bu şefâat
makamı "Makâm-ı Mahmûd"dur (el-İsrâ', 17/79; Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84).
Hz. Peygamber'in şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden Cennet'e girecekler de
olacaktır (Buhârî, Tefsir, Sûre 18; Müslim, İman, 84).
Şefaat haktır. Ancak şefaati inkar edenler için takip edilmesi gereken en ihtiyatlı yol, tekfir /
kâfirliğine hükmetme mekanizmasını işletmemektir. Bize düşen, yanlış yapanların durumunu
tespit etmek değil, inandığımız davayı ilmî delillerle ispat etmektir. Şefaat inancını her an
gönlümüzde hissedebileceğimiz bir ümit olarak taşıyabiliriz. Bunun ötesi tefrit veya ifrata
çıkar. Netice olarak ifade etmeliyiz ki, şefaati kabul edenlerin kaybedecekleri, inkâr edenlerin
de âhirette kazanacakları bir şey olmayacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız.
O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk, yalnız
Allah'ındır (İnfitar 82/19) ayetini delil göstererek şefaatin olmayacağını iddia
edenler vardır. Şefaat olmayacak mıdır?
5
Bazı kimseler, kendi irademizle verdiğimiz kararları daha
önceden hiçbir güç bilemez, diyorlar, bunlara nasıl cevap
vermeliyiz?
Allah içimizdekinin gizlisini de açığını da bilir. O sinelerin özünü bilendir. İnsana şah
damarından daha yakın olan da O'dur.
Zaten insandan farklı olan ve onu yaratan İlah'ın kusursuz olması ve her şeyin hakimi
olması gerekir. Aksi takdirde bizden farkı kalmaz ve ilah olamaz.
Zaman mutlak değildir, görelidir. Evrenin değişik yerlerinde hız ve çekimin etkisiyle
mekan dediğimiz 3 boyutla birlikte dördüncü boyut olan zaman da eğilip bükülmekte,
hatta durma noktasına gelebilmektedir. Bu da zamanın mekan gibi mutlak olmadığını;
sonradan var edildiğini gösteren bilimsel bir gerçektir.
Zamanı yaratan Zat, tabi ki o zamanın başını ve sonunu bilerek yaratır. Çünkü zaman
bize göre zamandır. Allah'a göre ise mekan gibi kayıtlı bir mahluktur. Bu sebeple
Allah’ın zamanın her yerini bilmesi mekanın her yerini bilmesi gibidir.
Biz mekanın kısıtlı bir yerini görebildiğimiz gibi, zamanın da çok kısıtlı bir yerini
görebiliyoruz. Fakat Allah, yarattığı zamanın ve mekanın her yerini görmekte ve
bilmektedir.
Bizim gelecek dediğimiz alan zamanın bir tarafı, geçmiş de diğer bir tarafıdır. Allah
insanlara zamanın geçmiş dediğimiz bir tarafını nispeten göstermiş fakat diğer tarafı olan
geleceği göstermemiştir. Ancak gelecek tarafının da geçmiş tarafı gibi kayıtlı olduğunu
hissettirmek için bazı işaretler vermektedir.
Örneğin;
- Birçok insanın rüyalarında geleceğe ait bir şey görmesi ve sonunda rüyanın aynen
çıkması,
- Peygamberlerin ve bazı velilerin gelecekle ilgili bildirdikleri haberlerin aynen meydana
gelmesi..
gibi işaretler geleceğin her anının bilindiğinin göstergesidir.
Allah, ezeli ilmiyle her şeyi bilir:
“De ki: Sînelerinizde olanı gizleseniz de onu açıklasanız da, Allah onu bilir.
Göklerde olanı da yerde bulunanı da bilir. Ve Allah, her şeye hakkıyla gücü
yetendir." (Ali İmran, 3/29)
“Allah her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik neyi ziyade edeceğini bilir.
O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d, 13/8)
“(O,) görünmeyeni de görüneni de hakkıyla bilendir; Kebîr (pek büyük)tür, Müteâl
(her şeyden yüce)dir. Sizden sözü gizleyenle, onu açığa vuran kimse ve geceleyin
gizlenenle, gündüz vakti yürüyen kimse (O’nun ilminde) birdir.” (Rad, 13/9-10)
6
“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. O’nun ilmi
dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru
her şey levh-i mahfuzdadır.” (En’am, 6/59)
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki,
onu daha yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a çok
kolaydır.” (Hadid, 57/22)
“Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır.” (Yasin, 36/12)
“Bilmez misin ki Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir. Bu, bir kitapta mevcuttur. Ve
bu biliş Allah için çok kolaydır.” (Hac, 22/76)
Bu ayetler ve bunlar gibi birçok ayetler, eşyanın daha yaratılmadan önce, Allah’ın
ilminde var olduğunu bildirmektedir. Allah, olmuş ve olacak, gizli ve açık her şeyi hatta
kalplerimizin en derinindeki manaları dahi bilir. Çünkü Allah'ın ilmi, yüksekten bakan
bir ayna gibidir. Geçmiş gelecek, olmuş ya da olacak O’nun için an hükmündedir ki, bu
ezeli olmasının bir gereğidir. Bir ayna ne kadar yüksekten tutulursa o kadar çok şeyi içine
aldığı gibi, Allah'ın, ilmi de, bir mahlûk olan zamanın dışından kâinata bakıp her şeyi bir
anda kuşatır ve bilir. Yani yaratılan varlıklar için var olan zaman kavramı, yaratıcı için
geçerli değildir.
Küçük büyük her şeyi yaratıp programlayan zatın, elbette her şeyi kuşatan geniş bir ilmi
olmalıdır. Nasıl güneşin varlığı gibi ışığının da olmaması düşünülemezse, Allah'ın da, her
şeyi kuşatan bir ilminin olmaması mümkün değildir.
Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yani bütün mevcudat; geçmiş, hâl ve gelecek, evvel,
ahir, zahir, batın, gizli ve açık her şey, her an O’nun şuhûd dairesindedir. O’ndan
gizlenemez ve ilminden saklanamaz.
İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hadiseyi ve hakikati zaman ölçüsüne
göre değerlendirmekte ve Allah’ın ezeli olmasını, zamanın başlangıcı zannetmekle hataya
düşmektedir.
Zaman, kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir
kavramdır. Geçmiş, hâl ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim mahlukata göredir.
Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için
söz konusudur.
Ezel ise, zamanın başlangıcının evveli demek değildir. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek
yoktur. Ezel bütün bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Bunu
bazı örneklerle anlamaya çalışalım:
1. Örnek:
Düz bir çizgi düşünün, bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çizginin ortası ise şimdiki
zaman, yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. Bu çizginin solundaki nokta ise
geçmiş zaman olsun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem
(a.s.). Ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey, hâl ile geçmiş zamanın ifade
edildiği bu iki nokta arasında var oldu.
7
Zaman çizgimizin sağındaki nokta ise gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametinde ötesinde
cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda içinde
bulunduğumuz hâl noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise torunlarımız, onların
torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey hatta bunun da ötesinde öldükten sonra
dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var.
Ezel ise bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sol tarafı değildir. İşte Allah’ın olmuş,
şu anda olan ve bundan sonra olacak her şeyi bildiğini anlayamamamızın sebebi, ezelin
burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır.
Zira ezeli, burası zannettiğimizde Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi
gerekecektir
İşte ezel bu çizginin üst kısmındaki noktadır. Geçmiş zamanın sol tarafı değil, bir
zamansızlıktır. Hâl, geçmiş ve geleceği aynı anda tutan ve gören bir makamdır.
Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da öbür günü de ve cennet ile
cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugün ile birlikte
görmektedir.
Allah için hâl, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı
olan bizler içindir.
2. Örnek:
Bir tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hâl yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş
zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk.
Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hâl” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine
hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hâl ile
birlikte geçmiş ve geleceğin de bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir
önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda
aksetti. Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi
aynayı en tepeye kaldıralım.
İşte bu noktada ayna hâl, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı. İşte bu noktaya
ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir. İşte “Allah
ezelidir.” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve
zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.
3. Örnek:
Erzurum’dan İstanbul’a doğru 3 vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. Bu vasıtalardan bir
tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride
Eskişehir’de ve 3. vasıtamızda ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.
Şimdi bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız,
Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani gelecektedir. Zira onların
geçeceği yollardan çoktan geçmiştir.
Eskişehir’de olan vasıtamız ise, İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç
Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Çünkü bu
8
araç daha onun mevkiine ulaşmamıştır.
Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç da
Ankara’yı çoktan geçmiştir.
Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken yukarıda olan ve üç vasıtayı
aynı anda aydınlatan Güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani Güneş
şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez. Çünkü Güneş bu üç vasıtayı
aynı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü aynı anda kuşatmaktadır. İşte Güneş’in bu hâli,
yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı
aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir.
Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir
noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır.
Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak olanlar ise bize
kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir
zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi
dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp teneffüs ederek
maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye
döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız, hâle yani şimdiki zamana
çıkacaklar.
Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki
her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hâl ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O,
misalimizdeki Güneş gibi bütün bu zamanları ayna anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır.
4. Örnek:
Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan
münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde Güneş’in üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi,
sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat şiirin mısraları için, kendi
aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela, altıncı mısra; dördüncü
mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı
yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise
hâlde yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda
gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde
mevcuttur. O hâlde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.
Aynen bunun gibi, 19. asır ve o asırda yaşayanlar; 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre
istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün
bu asırlar; geçmiş, hal ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir.
Demek “Allah’ın ezelî ilmi”, geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp zaman dışı
bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir
ilimdir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? Allah cennet veya
cehenneme gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi?
9
Hatalarımın farkındayım ama bir türlü düzeltemiyorum.
İnandığım gibi yaşamak, ibadetimi sürekli yapmak,
namazımı düzeltmek istiyorum, nerden başlamalıyım?
Önce kılmakta olduğunuz namazınıza devamda ısrar etmeniz çok önemlidir. Çünkü namaz
Allah’ı hatırlatan, büyüklüğünü gönüllere kazıyan, müminin miracı olan bir ibadettir. Namazı
-huşu ile- kılmak her zaman mümkün olmayabilir. Fakat her an testten geçen insanın ilahî
lütufları görmesi için samimiyetini ortaya koyması gerekir. Kul bir adım atarsa, Allah’ın
tevfik ve inayeti ona dört adım yaklaşır..
Bu dünya imtihanında en önemli husus, sağlam bir iman elde etmek ve bu sağlam imanı
sindirecek ve uygulamaya koyacak sağlam bir kulluk yapmaktır. Bu iman ve kulluk
faktörlerinin aktif bir enerjiye ve de sinerjiye dönüşmesi için şu dört unsurla hep arkadaşlık
kurmak ve onlarla hayatı devam ettirmek gerekir.
Bu değerli, fikri arkadaşlar şunlardır:
a. Fakr-ı mutlak: Allah’a karşı bütün zerreleriyle fakirliğini, yoksulluğunu idrak etmek,
maddî-manevî her alanda Rahman ve rahim olan Allah’ın dergâhına iltica etmek zorunda
olduğunu iliklerine kadar sindirmek..
b. Acz-i mutlak; Allah’a karşı yapması gereken kulluk görevlerini yerine getirmekte çok âciz
olduğuna, bu görevi hakkıyla yerine getirecek kapasitede olmadığına, dünya ve ahiret
hayatıyla ilgili gerçekleştirmesini istediği binlerce arzu ve isteklerinin hiç birini elde edecek
bir güce sahip olmadığına, bu sebeple gece-gündüz demeden Rahman ve Rahim olan Allah’ın
rahmet kapısını çalmasının gereğine inanmalı ve bu gereği yerine getirmeye gayret
göstermelidir.
c. Şükr-ü mutlak; -dinî musibet olan dalalet, küfür, günah, masiyet dışında- her halükârda
Allah’a hamd etmek.. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyebilmek.. Yoktan var etmesinden, bin
bir çeşit dünya nimetlerinden tutun ta ebedî saadet yurdu olan cennete kadar dizilmiş hesapsız
nimetlerin, lütuf ve ikramların sahibi olan Allah’a karşı hep medyun-u şükran olduğunu
düşünüp minnettar olmak ve memnun olmak.. Bu şükrü hakkıyla eda etmemenin de
muhasebesini yapmak.. Hayatı boyunca, hem dille, hem gönülle, hem akılla, hem vicdanla,
hem fiili kullukla bu şükür vecibesini yerine getirmeye çalışmak.
d. Şevk-i mutlak; yani Allah’ın yaptığı hadd-u hesaba gelmeyen iyiliklerini düşünüp onu
sevmek, ona saygı göstermek, ona karşı iştiyak duymak, her halükârda sonsuz rahmetini ümit
ederek ona karşı iştiyak içinde olmak ve kulluk görevini de -angarya gibi değil- şevk ile
yerine getirmeye gayret etmek.. Hastalıktan sevap bekleyerek şevke gelmek.. Gördüğü bazı
musibet ve sıkıntıları şefkat tokadı olarak değerlendirip himaye altında olduğunu düşünerek
şevkini arttırmak.. “Bu gün bana namaz kılmayı lütfeden rabbim yarın kim bilir belki onu
mükemmel kılmayı da nasip eder” deyip ümitvar olmakla şevki yakalamak.
Tabii ki bütün bunları yapmak için günün belli bir zamanını bunları ciddi tefekkür etmeye
ayırmak.. Merhum Akif’in ifadesiyle:
Allah’a dayan saye sarıl hikmete ram ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.
10
Peygamberler hakkında bilgiye neden sadece kutsal
kitaplardan erişiyoruz? Tarih kitaplarında bu
peygamberlerden neden bahsedilmiyor? Belgeseller
hakkında fikriniz nedir?
Konunun detaylarına girmenin bize bir faydası olacağını düşünmüyoruz. Bu sebeple, meseleyi
kendi açımızdan değerlendirmek gerekir.
Öncelikle, şunu belirtelim ki, Tarih kaynakları, tarihçilerin kültür, inanç, görgü ve ilgi
alanlarıyla yakından ilgilidir. Her tarih kaynağında aynı olayların yer almaması, yer alsa bile
aynı düzeyde ilgi gösterilmemesi bunun göstergesidir.
Tarih kaynakları milatta önce 3. bin yıldan daha öncesine sağlam ve düzgün gidemiyor. Bu
husus yazının tespiti meselesiyle de yakından ilişkilidir. Tarihçilerin birer insan olarak
cehaletleri de işin diğer önemli bir boyutudur.
Tarihte yaptığı işlerle önemli bir yer alan peygamberler ile onların kavimlerinin hayat
hikâyelerinin en güzel tarih kaynakları Tevrat, İncil ve Kur’an-ı kerim'dir. Özellikle A’dan
Z’ye Allah’ın kelamı olduğunu -15 asırdan beri bir benzerinin ortaya konulamayacağına dairyaptığı meydan okumasıyla ispat eden Kur’an-ı hekim, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e
kadar en önemli tarihi vakaların, en büyük peygamberlerin ve kavimlerinin hayat hikâyelerini
ortaya koymuş en sağlam bir ilahî kaynaktır. Bu gün milyarlarca mensubu bulunan ve
öğretileriyle hayatlarını tanzim eden üç semavî dinin varlığı bile tek başına söz konusu
peygamberlerin doğruluklarını ispat etmeye yeterli birer delildir.
Belgeselleri tamamen doğru kabul etmek de yanlıştır. Çünkü belgeseli hazırlayanların
düşünceleri, meşreplerine olan taassupları doğruların olduğu gibi yansıtılmasına çok kuvvetli
bir engeldir. Hz. Musa’yı Firavun’un prensi olarak lanse eden, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu
olarak gösteren belgesellerin bu ve benzeri yanlışları bu dediklerimizin açık kanıtıdır.
11
Esma-i Erbeîn-i İdrisiyye hakkında bilgi verir misiziniz?
Esma-i Erbeîn-i İdrisiyye adlı dua, Şeyh Suhreverdî hazretlerinin bir münacatıdır. Allah’ın
değişik isim ve sıfatları zikredilerek yapılan bir duadır.
Örneğin bu dua “Ey herşeyin rabbi, varisi, razıkı ve rahimi olan Allah seni tesbih
ediyorum, senden başka ilah yoktur” manasına gelen bir cümleyle başlamıştır(bk.
Mecmuatu’l-ahzab, ŞAZELÎ cildi, s. 362-364).
Bir not: Yıllardan beri Mecmuatu’l-ahzab kitabını bilen ve elinde tutan kimseler olarak
diyebiliriz ki, bu dua mecmuasındaki en faziletli duaları Bedüzzaman hazretleri “Cevşenu’lkebir” adlı eserde toplamıştır. Orada, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin, Şah-ı Nakşibendi’in,
Abdulkadir Geylani’nin ve diğer bazı evliyaların dua ve münacatları yer almaktadır.
Daha önceleri pek çok duayı vird haline getiren Bediüzzaman’ın en son seçtiği duaların
büyük bir kıymete haiz olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple, çok sevaplı duaları okumak
isteyenin onu okumasını tavsiye edebiliriz.
12
Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere, bizzat Tevrat'tan
delil var mıdır? Eğer değiştiyse, Kur'an'da neden
Yahudilere ve Hıristiyanlara, Tevrat ve İncil ile
hükmetmeleri emri vardır?
Bu gün elimizde bulunan Tevrat’ın tahrif edildiğine dair deliller pek çoktur. Hz. Mûsâ’nın
levhalar şeklinde aldığı ve yahûdilere dikte ettirdiği Tevrat, bugün elimizde bulunan Tevrat’ın
aynısı değildir.
Tevrat, Hz. Mûsâ’ya indiği halde, bugün elimizde bulunan Tevrat, Hz. Mûsâ’nın
mezarından bahsetmekte, hatta Hz. Mûsa’nın mezarının kaybolduğundan söz etmektedir.
Tevrat’ın bu konudaki ifadeleri aynen şöyledir: “Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Mûsâ
orada, Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü.
Fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilmez. Ve Mûsâ öldüğü zaman yüz yirmi yaşında
idi; gözü zayıflamadı ve kuvveti eksilmedi. Ve İsrâiloğulları Moab ovasında otuz gün
Mûsâ’ya ağladılar. Ve Mûsâ için yas ağlama günleri tamam oldu.” (Kitab-ı Mukaddes,
Tesniye 34/5-8)
Bu ifadelerin sonradan Tevrat’a ilâve edildiği açıktır. Halbuki Tevrat’tanmış gibi
nakledilmektedir.
İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen Tevrat'ı, Kur'an tasdik eder.
Tevrat'ı bir nur ve öğüt (Enbiyâ, 21/48), hidâyet kaynağı (İsrâ 17/2), bir hidâyet ve rahmet
(Kasas, 28/43) olarak vasıflandırır. Buna karşılık Kur'an, Tevrat'ın tahrif edildiğini de haber
verir. Onlar Kitabı elleriyle yazıp “bu Allah katındandır” diye yalan söylemektedirler.
(Bakara, 2/79) Allah'ın kelâmını değiştirmektedirler. (Bakara, 2/59, 75) Kelimeleri
konuldukları anlamlardan çıkarmaktadırlar. (Nisâ, 4/46; Mâide, 5/13, 41; A'râf, 7/162)
Vahyi gizlemektedirler. (Bakara, 2/159, 174; Mâide, 5/15; En'am, 6/91) Vahyi ciddi
muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler. (Mâide, 5/13-14)
İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat'ın kendisi itiraf ederek, Yeremya
peygamberin dilinden şöyle söyler: "Allah'ımızın sözlerini değiştirdiniz." (Yeremya, 23/36)
Tevrat'ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç yoktur. Tevrat
satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler
önüne serecektir. Tevrat'ta Allah'a oğul isnâd edilir. (Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7) Allah'ın,
yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir. (Tesniye, 4/24) Allah'a yorgunluk isnâd edilir.
(Tekvin, 2/2) Allah'ın, Hz. Yakub'la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır.
(Tekvin, 32/28)
İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat'ta,
Hz. Âdem, Allah'ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah'a hem Âdem'e iftira
edilir: "İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu." (Tekvin, 3/22-23) Hz.
Nuh'a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu peygamberden hamile
kaldığı söylenir. (Tekvin, 19/30-36) Yine aynı peygambere yapılan bir başka çirkin isnat da
torunu Ken'an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır. (Tekvin, 9/20-25) Hz. İbrahim de
Tevrat'taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra'yı kendi elleriyle
13
Firavun'a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. (Tekvin, 12/14-19)
Hz. Yakub, Allah'a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir. (Sayılar, 11/10-15)
Hz. Harun, Tevrat'a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir.
(Çıkış, 32/1-5; 24, 35) Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan
gayrı meşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya'ya komplo kurarak
öldürten bir zorba olarak takdim edilir. (II. Samuel, 11/2-27) Hz. Süleyman, hanımlarından
putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir. (Krallar, 11/4) Yine
aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirler verilir. (Neşideler Neşidesi, 1/1-4)
İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu kutsal kitaplarına geçirmelerini
Kur'an şiddetle yerer. Tevrat'ta yer alan peygamberlerden birçoğu Kur'an'da da yer alır. Ancak
Kur'an, kendisinde adı geçen hiç bir peygamber hakkında onların peygamberlik şeref ve
haysiyetiyle bağdaşmayacak hiçbir rivayete yer vermez. Üstelik, tevrat'ta iftiraya uğrayan
kimi isimleri de aklar. Bunlardan biri Tevrat'ta puta tapmakla ithamedilen Hz. Hârun'dur.
Kur'an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun'un putçu yahudilere engel olmaya kalktığını,
lâkin buna güç yetiremediğini aktarır. (A'râf, 7/150; Tâhâ, 20/90-94) Tevrat'ta iftira edilip de
Kur'an'ın akladığı İsrâiloğulları peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif
edilmiş Tevrat'ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen ve putperest olan biri
olarak lanse edilir. (I. Krallar, 11/5, 9) Kur'an ise, yahudilerin bu iftirasını "Onlar,
şeytanların uydurdukları sözlere uydular" diye reddederek. Hz. Süleyman'ı "Süleyman
kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir eden) şeytanlar kâfir oldu" ifadesiyle aklar. (Bakara,
2/102)
Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût kavmi ve kıssası, Kur'an'da,
Tevrat'ta geçtiği gibi yalan yanlış değil; doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve
iftiralardan uzak bir biçimde anlatılır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Kur’an’ın kendinden önceki kitapları doğrulaması, bugün
elimizde mevcut olan Tevrat ve İncil’i doğrulaması anlamına gelemez. Kaldı ki, bu
halleriyle onları doğrulaması bile, onların bugün de geçerli oldukları ve onlarla amel
edenlerin kurtuluşa erecekleri demek değildir. Çünkü geçmiş kitaplar, dönemlerini doldurmuş
ve Kur’an’la yürürlükten kaldırılmışlardır.
Bugünkü Tevrat ve İncil’e Uymanın Hükmü
Tevrat ve İncil tahrif edildiklerine göre Kur’ân-ı Kerim’in, yahûdilerin kendi
aralarında Tevrat’la hükmetmelerini istemesini nasıl izah edebiliriz? Çünkü Kur’ân-ı
Kerim’de şöyle buyruluyor: “İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında
dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra (senin verdiğin hüküm,işlerine
gelmeyince) dönüyorlar?” (Mâide, 5/43) Hıristiyanlar hakkında da şöyle buyruluyor: “İncil
sahipleriAllah’ın onda indirdiğiyle hükmetsinler. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler
fâsıkların ta kendisidir (onlar yoldan çıkmışlardır).” (Mâide, 5/47)
Bu ifâdeler, ne Tevrat ve İncil’in tahrif edilmediklerini ve ne de onlarla amel edenlerin ebedî
kurtuluşa ereceklerini gösterir.
Âyetleri siyâkı içerisinde değerlendirmemiz gerekir. Bu âyetlerden önceki âyetlerde
yahûdilerden samimiyetsiz bazı kimselerin muhâkeme olmak üzere Peygamberimiz’e
mürâcaat etme isteğinde olduklarından bahsedilir. Bunlara yine yahûdilerden, “Muhammed
14
size şöyle derse hükmünü kabuledin, değilse hükmünü kabul etmeyin” diye birtakım
telkinlerde bulunanlar vardır. Yüce Allah onların samimi olmadıklarını vurguladıktan sonra
Peygamberimizi, onları muhâkeme etme konusunda serbest bırakmaktadır: “İstersen
aralarında hükmeder, istersen hükmetmezsin. Ama hükmedecek olursan adâletle
hükmet” demektedir.
Yukarıya alıntıladığımız âyetlerden yahûdilerle ilgili olanında hüküm konusunda tereddütleri
var; istedikleri şekilde hükmedersen kabul edecekler, değilse kabul etmeyecekler. Yahûdi
olduklarına göre kendi kitaplarına uysunlar, onunla hükmetsinler. Ama, aslında onlar ona da
samimi inanmıyorlar ya!
Görüldüğü gibi âyet özel bir durumu anlatmaktadır. Muhâkeme olmak üzere geldikleri
meseleyle ilgili Tevrat’taki hüküm, tahrif edilmemiş hükümlerdendir. Âyet bu özel durumu
anlatmakla birlikte, her zaman geçerli olan hukukî bir kaideyi de söz konusu etmektedir.
Şöyle ki: İslâm’ın hâkim olduğu bölgelerde yaşayan yahûdi ve hıristiyanlar, kendi
aralarında cereyan eden meselelerde, dilerlerse müslüman mahkemelere mürâcaateder
ve İslâmî hükümlerle muhâkeme olurlar; dilerlerse kendi kitaplarıyla, yani Tevrat ve
İncil’le muhâkeme olurlar. Bu, onların tabiî bir hakkıdır. Yalnız bu konuda değil; diğer
hususlarda da Kur’an, “insan haklarını” gözetir. Değişik inanç sahiplerine baskı yapmaz.
Kendi aralarında inançları uyarınca muhâkeme olmalarına müsâade eder.
Hıristiyanların İncil ile hükmetmelerini bildiren âyet de, aynı şekilde hıristiyanların kendi
aralarında İncil ile muhâkeme olmalarına müsâadenin bulunduğunu, bunun, onların tabiî bir
hakkı olduğunu bildirmektedir. İslâm, inanç konusunda kimseyi zorlamaz. Zor kullanarak “şu
dini terkedip şuna uyacaksın!” demez. Tanıdığı bu inanç hürriyetinin bir gereği olarak da, her
din mensubunu, kendi dininin emir ve yasaklarına uymakta serbest bırakır, hatta kendi dinine
göre muhâkeme olmak isterse bu konuda ona yardımcı olur. Değilse, inanç hürriyetinin bir
anlamı kalmaz.
Eğer bu âyetler, mevcut Tevrat ya da İncil’e uymanın Allah’ın bir emri olduğunu ve onlara
uymanın ebedî kurtuluşu sağlayacağını anlatmış olsaydı, Peygamberimiz (s.a.s.) onları
İslâm’a dâvet etmezdi.
Ayrıca Tevrat ve İncil tahrife uğramamış olsalardı bile, yine onlara uymak ebedî kurtuluşu
sağlamazdı. Nitekim Yüce Allah şöylebuyurmaktadır:
“Andolsun, senden önce de rasuller/elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar
verdik. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet (mûcize) getiremezdi. Her
ecelin kitabı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ummu’l-Kitab O’nun
katındadır.” (Ra’d, 13/38-39)
“Her ecelin kitabı vardır.” Yani her dönem için bir şeriat vardır. O dönemde o şeriatın
hükümleri geçerlidir ve o dönemde o şeriate uyma zorunluluğu vardır. O dönem geçtikten
sonra Allah o şeriatı yürürlükten kaldırır ve başkasını onun yerine yürürlüğe koyar.
Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.)’in gelişinden sonraki dönem, artık Kur’an’ın dönemidir.
Diğer kitaplar ecellerini doldurmuş ve yürürlükten kaldırılmışlardır. Ayrıca, Hz.Muhammed
(s.a.s.)’i peygamber olarak kabul edip onun getirdiklerine uymak, Tevrat’ın da İncil’in de
emirlerinin bir gereğidir. Çünkü her iki kitap da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini haber
vermişlerdir.
15
Tevrat’ın Tesniye bölümünde şöyle denilmektedir: “Onlar için kardeşleri arasında senin gibi
peygamber çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım, ve onlara emredeceğim her
şeyi onlara söyleyecek. Ve vâki olacak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerimi
dinlemeyecek adamdan ben intikam alacağım. O peygamber benim ona emretmediğim
hiçbir sözü kendiliğinden söylemeyecektir. Çünkü böyle bir davranışın ne kadar ağır
olduğunu o peygamber kesin olarak bilir.” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 18/18-20)
Yine aynı bölümde şöyledenilmektedir: “Beni ilâh olmayan şeylerle kıskandırmak ve aslı
astarı olmayan şeylere tapmakla öfkelendirmek istediler. Ben de kavimlerinden olmayan
câhil bir kavimden çıkarıp göndereceğimle onları öfkelendireceğim.” (Kitab-ı Mukaddes,
Teksniye, 32/21) Bu câhil kavim Araplardır. Çünkü o zaman Araplar en bilgisiz, en iptidâî bir
kavimdi. Şeriat ve medeniyet hakkında bilgileri yoktu. Yahûdiler onlara ümmî, yani okuma
yazma bilmez câhil kavim ismini vermişlerdi.
Hz. İsa (a.s.) da, Tevrat’ta kendisinin zikredildiğinden bahsederek Tevrat’a inananların
kendisine uymaları gerektiğini söylemiştir. Yuhanna İncil’inde şöyle denilmektedir:
“Sanmayın ki Pederin önünde sizi suçlayacak benim; sizi suçlayacak olan, kendisine
umudunuzu bağlamış olduğunuz Mûsâ’dır. Eğer siz Mûsâ’ya iman etmiş olsaydınız, bana
da iman ederdiniz; çünkü o benim hakkımda yazmıştır. Fakat onun yazdıklarına iman
etmezseniz, benim sözlerime nasıl iman edeceksiniz?” (Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili,
5/45-47)
Aynı şekilde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de Hz. İsa (a.s.) tarafından
müjdelenmiştir. Yuhanna İncilinde Hz. İsa’nın şöyle dediği nakledilmektedir: “Fakat şimdi
beni gönderene gidiyorum ve aranızda hiçbiriniz bana: Nereye gidiyorsun? diye sormuyor.
Bunları size söylediğim için kalbinizi keder kapladı. Bununla beraber size gerçeği
söylüyorum: Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem size yardımcı
gelmeyecektir, ama gidersem onu size göndereceğim. O gelince günah, doğruluk ve yargı
konusunda dünyayı ikna edecektir.” (Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 14/415-16). Başka
bir yerde de şöyle demektedir: “Beni seviyorsanız emirlerimi yerine getirirsiniz. Ben de
Pedere yalvaracağım; o size, ebediyete kadar sizinle kalacak bir yardımcı verecektir.”
(Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 16/5-8)
Görüldüğü gibi gerek Tevrat, gerekse İncil Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini
haber vermiştir. O halde Hz. Muhammed’i peygamber olarak bilmek ve tebliğ ettiklerine
uymak, Tevrat ve İncil’in de âmir hükümleridir.
Burada şöyle bir itiraz akla gelebilir: “Siz hem Tevrat ve İncil’in tahrif edildiklerini
söylüyorsunuz, hem de mevcut Tevrat ve İncillerden nakiller yaparak bir takım
sonuçlara varmak istiyorsunuz. Bu bir çelişki değil midir?”
Biz, bu kitapların tahrif edildiklerini söylerken baştan sona tahrif edildiklerini, tamamen
uydurma mahsûlü olduklarını söylemiyoruz. Hele bu kitaplarda anlatılanları Kur’an da
doğruluyorsa mesele tamamen değişir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de Hz. Muhammed’in
geçmiş kitaplarda müjdelendiğini, Ehl-i Kitab’ın, gerçekte Hz. Muhammed’in bir
peygamber olduğunu bildiklerini haber vermektedir: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu
öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği
gizlerler.” (Bakara, 2/146)
16
O halde Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğine inanmak, Tevrat ve İncil’in de bir
emridir. Ancak Ehl-iKitab’ın, “Muhammed’in bir peygamber olduğunu kabul ediyoruz”
deyip Tevrat ve İncillere uymaya devam etmeleri onlar için ebedî kurtuluşu sağlamaz.
Bazı kimseler, Bakara Sûresindeki: “İman edenlerle yahûdiler, hıristiyanlar ve sabiîler
(bunlardan) her kim, Allah’a ve âhiret gününe inanır, sâlih amel işlerse elbette onlara,
Rableri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
(Bakara, 2/62) âyetini delil göstererek yahûdiler Tevrat’la, hıristiyanlar da İncil’le amel
ederlerse ebedî kurtuluşu yani cenneti hakedeceklerini söylerler. Derler ki: Âyette üç unsur
zikredilmiştir: Allah’a iman, âhirete iman ve bir de sâlih amel. Kim zikredilen bu üç hususu
kendinde bir araya getirirse ebedî kurtuluşu hak etmiştir.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Kur’an’dan bir âyet alıp Kur’an’ın o konuyla ilgili diğer
âyetlerini hesaba katmadan sonuca varmak doğru değildir. Sağlıklı bir sonuca varabilmek için
konuyla ilgili diğer âyetler de hesaba katılmalıdır. Olur ki bir âyette meselenin bazı unsurları
zikredilmiş, diğer bir âyet veya âyetlerde ise meselenin diğer unsurları zikredilmiştir. Meselâ,
“Ey iman edenler; Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve
kıyâmet gününü inkâr ederse tam mânâsıyla sapıtmıştır.” (Nisâ, 4/136) âyeti, yukarıdaki
âyette söz konusu edilen iman unsurlarına yenilerini ilâve etmektedir.
O halde yukarıdaki âyet, konuyla ilgili unsurlardan sadece bazılarını ihtivâ etmektedirl. Eğer
bu konuda bir sonuca varmak istiyorsak, konuyla ilgili bütün âyetleri, Kur’an’ın bütünlüğü ve
sistematiği içerisinde elealmalıyız. Yüce Allah, Ehl-i Kitab’tan bahisle şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet
yüz çevirirlerse, mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O,
işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/137)
Bu âyetten de anlaşıldığı gibi Ehl-i Kitab olsun, başkaları olsun, ebedî kurtuluşa ermeleri için,
Kur’an’da anlatılanların tamamına iman etmeleri gerekir. Muhammed (s.a.s.), insanlığın
tamamına gönderilmiş bir peygamberdir. İnanılacak şeyler konusunda getirdiklerine iman
etmek zorunlu olduğu gibi, diğer hususlarda getirdiği tâlimâtlara da uymak gerekir. Yüce
Allah, Ehl-i Kitab’a hitâben şöyle buyurmaktadır:
“De ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın
rasûlüyüm/elçisiyim.Ondan başka ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve
O’nun ümmî Rasûlüne, Allah’a ve O’nun kelimelerine gönülden iman eden Rasûlüne
iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (A’râf, 7/158)
O halde yahûdi ve hıristiyanların nazarî olarak Hz. Muhammed’in peygamberliğine
inanmaları onları kurtarmaz; doğru yolda olabilmeleri için ona tâbi olmaları gerekir. Başka bir
âyette de şöyle buyrulmaktadır:
“Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler. Onlara (Kur’an)
okunduğu zaman, ‘ona iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz
daha önce de müslüman idik’ derler. İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa
verilecektir.” (Kasas, 28/52-54)
Mevcut Ehl-i Kitab’tan kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır; Kur’an’a iman eden ve onun
17
tebliğâtıyla amel edenlerdir.
Görüşlerine delil olarak ileri sürdükleri âyet, yahûdi ve hıristiyanların kendi kitaplarıyla amel
ettikleri takdirde kurtuluşa ereceklerini söylemiyor. Tövbe kapısının onlara için de açık
olduğunu; Allah’a ve âhiret gününe samimi olarak iman etmeye, sâlih amel işlemeye dâvet
ediyor. Böyle davrandıkları takdirde cennete gireceklerini söylüyor. Ancak Allah’a iman,
O’nun indirdiği Kur’an’a, gönderdiği peygambere iman etmeyi ve getirdiği tâlimâta göre
amel etmeyi de gerektirir.
Muhammed (s.a.s.)’in gelişiyle önceki dinlerin hükmü artık kalkmıştır ve kurtuluş yolu, onun
tebliğ ettiği İslâm dinidir: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden
kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85)
Âyet, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gelişinden sonra kabul edilecek dinin, sadece onun getirdiği
tebliğattan oluşan din olduğunu anlatmaktadır. Çünkü âyet, Ehl-i Kitab’ın sapmalarını ve
onları Muhammed (s.a.s.)’e inanmaya ve onun peşinden gitmeye dâveti konu alan Âl-i İmrân
sûresinde geçmektedir. Sûrenin başından itibaren bu âyete gelinceye dek sûre tamamen Ehl-i
Kitab’ı ilgilendirmektedir. Onların hak yoldan sapmaları anlatılmakta ve Muhammed
(s.a.s.)’in getirdiği dinin hak olduğu; ona tâbi olmaları gerektiği anlatılmaktadır. Sûrede, bu
âyette önce zikredilen ve konumuz açısından dikkat çeken iki âyet vardır. Bu âyetlerden
birincisi:
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.” (Âl- I İmrân, 3/31)
Âyet, Ehl-i Kitab’a hitap etmekte ve Allah’ın sevgisini kazanabilmelerinin, ancak Muhammed
(s.a.s.)’e tâbi olmalarıyla mümkün olacağını anlatmaktadır. Hz. Muhammed’e tâbi olmak, ona
inanmanın yanı sıra tebliğatının tamamına uymayı da gerektirir.
İkinci âyet ise: “Allah, peygamberlerden söz almıştı: ‘Bakın, size kitap ve hikmeti
verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona
mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu
hususta ağır ahdini üzerinize aldınız mı?’ demişti. ‘Kabul ettik’dediler. ‘O halde şâhit
olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım’ dedi.” (Âl-i İmrân, 3/81)
Âyet, peygamberlerin dili üzere Ehl-i Kitab’tan söz alındığını; Muhammed (s.a.s.) geldiğinde
ona tâbiolacaklarına ve ona destek olacaklarına dair söz vermiş sayıldıklarını anlatmaktadır.
İşte kendilerinden alınan busöz gereğince onlar, Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak
gönderildiğinde ona tâbi olmak ve onu desteklemekmecbûriyetindeler. Allah’a teslim olmanın
gereği budur. Bu nedenle yukarıdaki âyette sözkonusu edilen ve kabuledilmesi gereken dinin
İslâm olduğu söylenirken bununla Muhammed (s.a.s.)’in tebliğatından oluşan “İslâm dini”dir.
Günümüzde mevcut dinler arasında İslâm dini olmakla isimlendirilebilecek tek din vardır ve o
da Muhammed (s.a.s.)’in tebliğatının toplamıdır. “Bugün size dininizi ikmâl ettim ve
üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’ı seçip râzı oldum.”
(5/Mâide, 3) âyeti bu hususu açıkça ifâde etmektedir.
Demek ki Kur’an’ın tebliğatı, daha önceki kitapların tebliğatını tamamlamakta ve daha önceki
tebliğatlar İslâm olarakisimlendiriliyorsa da, bundan böyle tamamlanmış şekline İslâm
denilecektir. Başka bir ifâdeyle önceki kitaplarakendi dönemlerinde onlara teslim olmak
18
İslâm ise, Kur’an’ın inişinden sonra Kur’an’a teslim olmak İslâm’dır.A’râf sûresinde de,
kurtuluşa erecek Ehl-i Kitab’ın, Muhammed (s.a.s.)’e inanan, emrettiklerini emir,
yasakettiklerini de yasak bilen ve tüm hususlarda ona tâbi olanların olduğu açıkça
anlatılmaktadır:
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o rasûle/elçiye, o ümmî
peygambere (Muhammed’e)tâbi olurlar. O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder,
kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar ve
üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan,
destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nûra tâbi
olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (A’râf, 7/157)
Hz. Muhamed (s.a.s.) sadece müşrikleri değil; Ehl-i Kitab’ı da kendisine iman etmeye ve
tebliğ ettikleriyle ameletmeye çağırmıştır. Hatta İslâm’a girmez, Muhammed (s.a.s.)’in
tebliğatına uymazlarsa kendileriyle yapılacaksavaş sonucunda cizye vermek mecbûriyetinde
kalırlar:
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve
Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini kendine din edinmeyen
kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 9/29)
İşte, Kur’an’ın kendinden önceki kitapları doğrulaması, bu kitapların asıllarının
İlâhîliğini ve dönemlerinde geçerli olduklarını doğrulamak anlamına gelir. Günümüzde
ebedî saâdete ermenin yolu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e peygamber olarak inanmak ve
tebliğatıyla amel etmekten geçer.
Ayrıca bu tebliğata uymak, Tevrat ve İncil’e inanmanın da bir gereğidir. Çünkü her
peygamber, kendinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiş ve etbâına kendinden sonra
gelecek peygambere tâbi olmalarını emretmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Tevrat ve İncil değişmiş midir?
Enam Suresi 34. ayette "... Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur..." ifadesi
ne anlama gelmektedir? İncil ve Tevrat da Allah'ın sözü değil mi?
Kur'an-ı Kerim´in Kelamullah olduğunu, değiştirilmediğini biliyor ve kabul ediyoruz.
Orijinal Tevrat ve İncil hükümlerini değiştirenler, bu uygulamalarına nasıl ve ne
amaçla cesaret etmişlerdir?
Kaynak:
Ahmet Kalkan, Kuran Kavram Tefsiri, Tevrat md.
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Tevrat md.
Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet
M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele
Şaban Kuzgun, Dört İncil Farklılıkları ve Çelişkileri
Not: Sayfa numaraları, Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil) adıyla Kitabı
Mukaddes Şirketi tarafından 1976 yılında yayınlanan baskı esas alınmıştır.
19
Haram vesilelerin yaptığımız işlere olan etkisi nasıldır?
Çalıntı kalem, haram para, çalıntı araba, kaçak elektrik,
kopya çekilerek yapılan işler geçerli olur mu?
Peygamber Efendimiz haram işlerin kalbi kararttığını belirtmiştir. (İbn Mâce, Zühd 29) Bu
açıdan haram kazanç ve gayri meşru işler günah kazanılmasına neden olduğu gibi, insanı
manevi olarak etkilediği de muhakkaktır.
Hırsızlık, faiz vb. haram eylemler, kişinin günah kazanmasına neden olduğu gibi manevi
olarak da olumsuz etkilenmesine neden olur.
Sorularınıza gelince:
Soru: Çalıntı kalemle yazılan metni kullanmak caiz olur mu?
Bu metin kullanılabilir. Kalem çalmak haram ve günah olmakla birlikte, bu kalemle yazılan
metin okunabilir.
Soru: Haram para ile dolmuşa binip bir yere gittiğimizde orada yaptığımız işlere de
haram karışır mı?
Orada yaptığınız meşru işler haram olmaz. Haram parayı almak harcamak günah olmakla
birlikte bu parayla yapılan yolculuk ve diğer işler yapılan işin helal olup olmadığına göre
değerlendirilir.
Soru: Çalıntı araba ile iş yapıp para kazanmak ve bu kazanç helal olur mu?
Bu araba ile elde ettiğiniz gelir haramdır, başkasının hakkıdır. Haram yolla elde edilen kazanç
da haramdır.
Soru: Kaçak elektrik kullanarak alınan gusül geçerli midir?
Gusül geçerlidir. Kaçak elektrik ve su kullanımı toplum hukukunu ihlal ve kul hakkına
tecavüz olduğundan dinen caiz olmayan bir davranıştır. Ayrıca esas olan ibadetlerin
helal/meşru ölçüler dairesinde yapılmasıdır. Bununla birlikte helal olmayan bir yolla elde
edilen su ile alınmış gusül veya abdestle kılınan namaz sahih olup, kişinin üzerinden (o
namazı tekrar kılma) yükümlülüğü kalkmış olur.
Örneğin çalınan bir elbise ile kılınan namaz geçerlidir. Ancak böyle bir elbise ile namaz
kılmak mekruh olduğu için namazın sevabını eksiltir. Sorudaki konuyu da buna göre
değerlendirmek mümkündür.
Soru: Haram para ile kitap alıp sınav kazanmak, sınav ücretini haram para ile ödemek
neticesinde kazanılan meslek helal olur mu?
Çalmak haramdır, bunun günahı vardır, ama elde ettiğiniz bilgi ile sınav kazanmış iseniz bu
meşrudur. Çünkü haram para elde etmek bunun için çaba göstermek günah olmakla birlikte,
bu para ile alınan kitapla yapılan çalışma neticesinde kazanılan meslek bu kapsamda değildir.
Hedeflerin helal olması gerektiği gibi, bu hedeflere götüren yolların da helal olması gerekir.
Bir müslümana yakışan da budur.
20
Kasidetü'l Bürde hakkında bilgi verir misiniz?
Kasidetü'l-Bürde olarak anılan şiir iki şaire nisbet edilmektedir. Birincisi ashaptan Kâ"b b.
Züheyr'în (ö. 24/645 ) Hz. Peygaber'e sunduğu ünlü kasidesidir.
Câhiliye döneminin tanınmış şairlerinden Züheyr b. Ebû Sülmâ'nın ölmeden önce oğulları
Kâ'b ile Büceyr'e, gördüğü bir rüya üzerine gelmesinin yakın olduğunu anladığı Hz.
Peygamber'e tâbi olmalarını tavsiye ettiği, iki kardeşin Medine'ye doğru yola çıktığı, Kâ'b'ın
Medine yakınında kaldığı, Büceyr'in Medine'ye giderek Resûl-i Ekrem ile görüşüp müslüman
olduğu, bunu öğrenen Kâ'b'ın, kardeşini ve Resûlullah'ı hicveden bir şiir nazmetmesi üzerine
Hz. Peygamber'in Kâ'b'ın kanının helâl olduğunu söylediği rivayet edilir.
Büceyr kardeşine mektup göndererek bazı şairler hakkında ölüm kararı verildiğini, ancak
Resûl-i Ekrem'in pişman olup huzura gelenleri affettiğini bildirir ve Hz. Peygamber'e gelip af
dilemesini tavsiye eder. Medine'ye gidip sabah namazında Mescid-i Nebevî'ye giren Kâ'b,
Resûlullah'ın huzuruna yüzü örtülü olarak çıkar ve kendisine Kâ'b'ın tövbe edip İslâm'ı kabul
etmek amacıyla geldiğini, af talebinin kabul edilip edilmeyeceğini sorar. Resûl-i Ekrem
talebinin kabul edileceğini belirtince yüzündeki örtüyü açar ve kendisinin Kâ'b olduğunu
söyler. Kâ'b ünlü kasidesini bu sırada okumuş, kasideyi çok beğenen Hz. Peygamber, "Bürde"
adı verilen ve günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi'nde muhafaza edilen hırkasını onun
omuzlarına koymuş, bundan dolayı kasideye "Kasîdetü'l-bürde" veya başlangıç ifadesine göre
"Bânet Sü'âd" adı verilmiştir.
Hz. Peygamberle muhacirleri medih olmak üzere iki kısımdan oluşur. Kasidenin beyit sayısı
hakkında farklı rivayetler vardır. Sükkerî bu sayıyı elli beş, İbnü'l-Enbârî elli yedi, Ebû Zeyd
el-Kureşî elli sekiz, diğer bazı kaynaklar elli dokuz ve altmış olarak kaydetmiştir. Kasidenin
ihtiva ettiği lafızlar ve beyitlerin tertibinde de farklılıklar vardır.
Kasîdetü'l-bürde, telif tarihinden zamanımıza kadar İslâm edebiyatında önemli bir yer işgal
etmiştir. Makkari'nin bazı âlimlerin meclislerini Kâ'b'ın kasidesiyle açtıklarını söylemesi de
kasidenin İslâm edebiyatındaki önemine işaret etmektedir.
Kasidetü'l-Bürde namıyla bilinen ikinci kaside ise Bûsîrî'nin (ö. 695/1296) Hz.
Peygamber için yazdığı ünlü kasîdesidir.
Mısırlı sûfî ve şair Muhammed b. Saîd el-Bûsiri'nin Hz. Peygamber için yazdığı ve elKevâkibü'd-dürriye fi-medhi hayri'l-beriyye adını verdiği kaside şairin tutulduğu hastalıktan
kurtulmasına vesile olduğu için Kasîdetü'I-bürde diye meşhur olmuştur.
Rivayete göre felç geçirdiğinde bir akşam kendisine şifa vermesi için Allah'a dua eden şair
rüyasında Hz. Peygamber'i görür. Resûl-i Ekrem ondan kendisi için yazdığı kasideyi
okumasını ister. Bûsîrî, "Yâ Resûlallah! Ben senin için birçok kaside yazdım, hangisini
istersin?" deyince Hz. Peygamber kasidenin ilk beytini söyler. Bunun üzerine şair kasidesini
21
okumaya başlar, Resûlullah da onu sonuna kadar dinler. Bitince de hırkasını (bürde) çıkarıp
şairin üstüne örter ve eliyle vücudunun felçli kısmını sıvazlar. Bûsîrî uykudan uyanınca
vücudunda felçten eser kalmadığını farkeder. Bu rüya hadisesinin halk arasında
yayılmasından sonra kaside Kasîdetü'I-bürde olarak üne kavuşmuştur. Her ne kadar bu rivayet
menkıbe şeklini almış görünüyorsa da ilgili kaynaklarda kaside vesilesiyle şifaya kavuşma
motifi sürekli vurgulanmaktadır.
On bölümden oluşan Kasîdetü'l-bürde, en eski nüshalarında 160 beyit iken sonrakilerde 165
beyte kadar ulaşmaktadır. Klasik Arap kaside tarzında olduğu gibi şiir sevgiliye özlem
temasının işlendiği nesîb bölümüyle başlar, daha sonra nefisten şikâyet, Hz. Peygamber'e
övgü, onun doğumu, mucizeleri, Kur'an'ın fazileti, mi'rac mucizesi, cihadın önemi, nedamet
ve ümit, dua ve niyaz bölümüyle sona erer. Aruzun basit bahriyle yazılan, yapı ve üslûp
bakımından son derece sağlam ve lirik olan kaside, bu sebeple asırlardır İslâm coğrafyasının
her bölgesinde büyük bir ilgi görmüş, dinî toplantılarda, mübarek gün ve gecelerde, sünnet,
düğün, bayram ve cenaze merasimlerinde okunagelmiştir.
(Geniş bilgi için bkz. DİA, Kasidetü'l-Bürde Maddesi, 24/566-569)
22
Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Besmele-i Şerife Duası
hakkında bilgi verebilir misiniz?
Abdulkadir Geylani Hazretleri´nin Besmele-i Şerife Duası, “Bismillahirrahmanirrahim”i
şefaatçi yapılarak okunan bir duadır. "Besmelenin hakkı için, hürmeti için, fazileti için,
azameti için, celali için, cemali için.....” manasına gelen cümleler kullanılarak yapılan bir
münacattır.
Gümüşhanevî hazretlerinin Mecmuatu’l-ahzab adlı eserinin NAKŞEBENDİ cildinin 337.
sayfasında yer almaktadır.
Orada, her gece bu duayı okuyan kimsenin manevî kazancından bahsedilir. Önce Besmelenin
ebced değeri olan 786 defa Besmele okunur, ardından Muhammed isminin ebced değeri olan
132 defa peygamberimiz Hz. Muhammed’e salavat getirilir. Ardından şu dua okunur:
Bismillahirrahmanirrahim..,
Allahümme inni es’elüke bi hakkı bismillahirrahmanirrahim.
Ve bi hurmeti bismillahirrâhmânirrahim
Ve bi fadli bismillahirrâhmanirrahim
Ve bi azameti bismillâhirrahmânirrahim
Ve bi celâli bismillâhirrahmânirrahim
Ve bi cemâli bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi kemâli bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi heybeti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi menzileti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi melekûti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi ceberûti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi kibriyâi bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi senâi bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi behâi bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi kerâmeti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi sultâni bismillâhirrahmânirrahîm
23
Ve bi berekâti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi ızzeti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi kuvveti bismillâhirrahmânirrahîm
Ve bi kudreti bismillâhirrahmânirrahîm
İrfa’ kadrî veşrah sadrî ve yessir emrî.. Verzuknî min haysü la yahtesib..
Bi fadlike ve keramike ya men hüve kef hâ yâ ayn sâd hâ mîm ayn sîn kâf ve es’elüke bi
celâlil ızzeti ve celâlil heybeti ve ceberûtil azameti en tec’alenî min ıbadikes salihîn ellezine la
havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn
Bi rahmetike ya erhamerrahımin
Ve en tusalliye alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed.
24
"Ve eğer O´nu (peygamberi) bir melek kılsaydık, elbette
O´nu yine bir erkek (suretinde) kılardık..” ayetine göre,
meleklerin hep erkek olarak görünmesi nedendir? Hz.
Meryem’e de erkek şeklinde gelmesinin hikmeti nedir?
İlgili ayetin meali şöyledir: “Eğer Peygamber'i bir melek kılsaydık muhakkak ki onu
(yine) bir adam suretine sokar, onları yine halen içinde bulundukları kuşkuya
düşürürdük.” (Enam, 6/9)
Ayette, eğer Allah onlara gönderdiği elçiyi bir melek yapsaydı, ya da beşer yerine bir meleği
elçi gönderseydi, yine onu melek suretinde değil İnsan görünümünde "adam suretinde"
göndereceği, bunun sonucu olarak yine onları, bu gelenin gerçekten melek mi yoksa insan mı
olduğu hususunda şaşkınlığa düşüreceği bildi¬rilmektedir.
Nitekim başka bir âyette ifade edildiği üzere, onlar Kur'ân-ı Kerîm için "Bu, bildiğiniz insan
sözünden başka bir şey değildir" (Müddessir 74/25) demişlerdi. Halbuki tamamen ruhanî
varlıklar olan meleklerin insanlara görünmesi ve onlara hitap edebilmesi, ancak cismanî bir
görünüme bürünmeleriyle mümkün¬dür.
Bu durumda vahyin doğruluğunu, ihtiva ettiği yüksek hakikatlere göre değerlendirmek yerine,
onu kendilerine tebliğ edenin melek olmasında arayanlar, bu cismanî görünümlü varlığın
insan olduğunu ileri sürerek yine inkâra sapacaklar, şimdi olduğu gibi yine şüphe edeceklerdi.
Sorunuza gelince, Melekler ne dişi, ne de erkektir. Vahiy meleği Hz. Cebrail’dir.
Peygamberler de hep erkektir. Bu sebeple insan suretinde geldiğinde erkek kılığında temessül
edip gelmiştir.
Nitekim Resulullah'a da Cebrail çok defa Dihyetü'l-Kelbî adındaki bir sahabi şekline girerek
inerdi. Bazen da Hz. Peygamber'le beraber sahabeye de gayet beyaz elbiseli ve çok siyah saçlı
bir adam şeklinde görünürdü. Üzerinde hiçbir yolculuk alâmetleri görünmez ve Sahabe'den
hiçbiri de tanımazdı. Cebrâil'in bir Arab şeklinde geldiği; imanı, İslâmı, ihsanı, sorarak İslâm'ı
öğrettiği de meşhurdur. Hz. Meryem'e "doğru bir erkek" (Meryem, 19/17) şeklinde
görünmüştü. Aynı şekilde Hz. İbrahim'e ve Hz. Lût'a melekler erkek misafir şeklinde
gelmişlerdi.
Hz. Meryem’e de yine erkek kılığında görünmesi, ona bir evladının olacağını haber verme
arasında bir münasebet vardır. Çünkü Meryem hanımdır ve erkeği olmadığı halde bir çocuk
sahibi olacağı haber veriliyor. Böyle bir ihtimalin Hz. Meryem’in zihninde kuvvetlice nakş
olması için karşısındaki varlığın erkek olması ilahî hikmetçe uygun görülmüştür. Böylece Hz.
Cebrail Hz. İsa’nın bir nevi manevi babası gibi olmuştur. Ayrıca, bir peygamber olarak
hayatını sürdürecek olan Hz. İsa’ya vahiy getiren Hz. Cebrail’in onu müjdelerken de erkek
kılığında temessül etmesi erkeklik olgusuna da uygundur.
Ayrıca, Kur’an’da ifade edildiği üzere, insanlardan resuller olduğu gibi meleklerden de
resuller -vahiy getiren, birbirlerine haberleri götüren, evrenin kanunlarını ilgili kevnî yerleregöklere, yere ilham eden elçiler- vardır. İnsanlardan olan bütün peygamberler erkek olduğu
gibi, meleklerden olan elçiler de temessül ettiklerinde erkek kılığında olmaları bu ilahî
25
düstura uygundur.
Tarih boyunca, insanlık ailesinde erkekler hep ön planda olmuştur. Bu günkü bilinen
ifadesiyle egemen güç hep erkekler olmuştur. Bu kural binler sene sonra bu gün bile
gücünden çok az kaybederek devam etmektedir. Böyle egemen, sözü geçerli olan erkeklerin
ilk muhatap kabul edilmeleri hikmete en uygun olanıdır. Çünkü ilahî mesajı başkalarına
ulaştıran kimselerin nazar-ı itibara alınmaları gerekir. Madem ilk muhatapların -genellikleerkekler olması hikmete uygundur, erkekleri ilk muhatap alan peygamberlerin de erkek
olmaları şarttır.
Buna paralel olarak erkek olan peygamberlere ve ilk muhatap olan erkek cemaatlere görünen
meleklerin de erkek olarak temessül etmeleri aynı hikmetin bir gereğidir.
Diğer taraftan, Arap müşriklerinde olduğu gibi eskiden beri bazı insanlar melekleri dişi
olarak tasavvur etmiş ve onları Allah’ın kızları şeklinde algılamışlardır. Meleklerin erkek
olarak temessül etmeleri bu sakat düşünceyi fiilen tekzip anlamına geldiği gibi, Allah’ın İhlas
suresinde ilan edilen vasıflarının doğruluğunu tasdik eden kuvvetli bir imzadır.
Eğer meleğin kadın şeklinde gönderilmesi söz konusu olsaydı, müşriklerin yanşıl inanışlarını
desteklemek demek olacağından, hikmetin zıddı fiilî bir çelişki olurdu. Melekler gerçekte
onların hayalleri gibi dilber kızlar değildir. Hatta onlara karşı kadın şeklinde görünmeleri bile
muhtemel değildir.
Buna işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: Peygamber'i melek gönderecek olsaydık, herhalde
bir erkek şekline kor da gönderirdik. Ve şimdi onları yaptıkları hileyi o zamanda biz
kendilerine yapmış olurduk; onları aynı güçlüğe ve hileye fazlasıyla düşürmüş olurduk.
Şimdi Peygamber, beşer olduğundan dolayı kendilerine benzer göstererek "Bu da sizin gibi
bir insandan başka bir şey değildir" (Mûminûn, 23/24) diye hile ve inkâra kalkışan kâfirler,
o zaman da meleği insan şeklinde görecekler ve ona: "Biz senin melek olduğunu ne bilelim,
sen de bizim gibi bir beşersin" diyeceklerdi. Melek olduğuna inanmayacaklar, getirdiği
delilleri dinlemeyecekler, peygamberliğini kabul ve tasdik etmeyeceklerdi. Fazla olarak bu
şüphe ve güçlük yalnız onların hileleri olmakla kalmayacak, Allah kendilerini böyle bir
karışıklık karşısında bulundurmuş olacaktı.
26
“Her şeyi çift (erkek ve dişi) yarattık” (Zariyat, 49) ayetine
göre, melekler de mi çift yaratılmıştır? Halbuki meleklerin ve
bazı tek hücreli canlıların cinsiyeti bulunmuyor?
Çift olmak, yalnız cinsiyet bakımından dişi-erkek anlamında kullanılmaz. Bunun yanında
bir şeyin iki farklı parçadan meydana geldiğini de ifade eder. Örneğin insanlar bir yandan
erkek-kadın çiftinden meydana gelir, diğer taraftan her erkek ve her kadın ruh ve beden
ikilisine/çiftine sahiptir.
Çift kavramı, aynı zamanda evrenin ikili sistemini ifade etmektedir.
Kozmik Çorba: Kâinat da bu kusursuz ikili /çift sistem çer¬çevesinde yaratılmıştır.
Yaratılışın ilk anlarını tasvir eden "madde-i aciniye," "ilk cevhere", "kozmik çorba" gibi
isimlerle andığımız kâinatın o ilk döneminde varlıklar, "madde-anti madde" şeklinde ikili bir
sisteme göre ayarla¬narak yaratılmıştır. Einstein'ın meşhur “E=mc2” formülü de kâinatın,
madde-enerji ikilisinden meydana gelen bir hamurdan yaratıldığını ortaya koymaktadır(bk.
Niyazi Beki, Rahman Suresi tefsiri, s.77).
Atom Sistemi: Kozmoloji uzmanlarının bildirdiğine göre, "kozmik çorba" döneminden
sonra kâinatın temel maddeleri olan atomlar yaratılmıştır. Canlılar gibi çifttir. Meselâ: Bir
protonun yaratılması için, bu kadar enerjiyi taşıyan iki fotonun bir araya gelmesi gerekir.
Kütle enerjisine sahip iki gama ışınının çarpışması sonunda bir proton, bir de antiproton
olmak üzere bir parçacık çifti yaratılır. Proton pozitif, antiproton ise negatif elektrik yüküne
sahiptir. Kütlesi ise protonla aynıdır.
Yine atomun çekirdeği dışında iki önemli parçasından biri olan elektonlar da anti maddesi
olan pozitronla birlikte yaratılmıştır. Müspet ilim, kâinatın temel yapısının “atom” olduğunu,
atomun ise eksi ve artı yüklü unsurlardan meydana geldiğini belirtmektedir(a.g.y).
Melekler nurdan/ışıktan yaratılmıştır. Işıktaki ikili sistem meleklerde de var demektir. Işığı
oluşturan parçacıkların yani fotoların kütlesi olmasa da enerji yapısı vardır. Fizik biliminde
foton, elektromanyetik alanın kuantumu, Işığın temel "birimi" ve tümel elektromanyetik
ışınların kalıbı olan temel parçacıktır. Diğer bütün temel parçacıklar gibi foton da kuantum
mekaniği ile yönetilir ve dalga parçacık ikiliği gösterir. Bu durum fotonun hem dalga hem de
parçacık özelliğine sahip olduğunu gösterir( VİKİPEDİ).
Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, Nurdan/ışıktan yaratılmış olan melekler için de çift
kavramı, ikili sistem kavramı geçerlidir.
Diğer taraftan, nurdan yaratılmış olan meleklerin temessül kabiliyetleri olduğu için misalî
bedenlere de girebiliyorlar. Hz. Cebarail’in Dihye suretinde girmesi gibi. Bu misalî bedenleri
onları bir çift sisteme dahil edebilir.
Tek hücreli canlılar bir hücreden oluşmuş canlılardır
Genellikle tek hücrelilerde görülen AMİTOZ bölünmeyle o türe ait birey sayısı artar. Amitoz
bölünme yapan hücrelerin önce çekirdeği uzar, çekirdeğin uzamasıyla çekirdekçik de uzayıp
boğumlanarak ikiye ayrılır. Bunu sitoplazma bölünmesi takip ederek, bir hücreden iki yeni
27
yavru oluşacak şekilde bölünme gerçekleşir.
Diğer hücreler için eşeyli bölünme denildiği gibi, tek hücreli bölünmeye de eşeysiz bölünme
denir. Hz. İsa’yı babasız yaratan Allah, tek hücreyi de eşeysiz yaratıyor. Ancak bu
bölünme de bir nevi döllenmedir ve çift olma kavramına dahildir.
Özetle, canlı-cansız her şey, elektron, nötron ve protonlardan meydana gelir. Bu üç
unsurun da eşleri vardır ki bunlar anti elektron, anti nötron, anti protondur. Buna göre
her şey çifttir, ikili sisteme sahiptir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Bütün canlıların çift yaratıldığı belirtilmişken tek hücreli hermafrodit canlıların
varlığını nasıl düşünmeliyiz?
"Düşünüp ibret alırsınız diye herşeyden çiftler yarattık." ayetine göre atom, bakteri,
virüs, salyangozun da çifti var mıdır?
28
Hz. Muhammed fen dalında (fizik, kimya, biyoloji,
matematik ) icat ettiği, teori ürettiği veya Allah tarafından
öğretilen ve çevresindekilere anlattığı bir olgu var mı? Miraç
mucizesinden sonra yıldızlar hakkında bilgi vermiş midir?
Hz. Muhammed bir peygamberdir, bir fen bilimcisi değildir. Hz. Peygamber insanların dünya
ve ahiretine faydalı olan prensipleri öğreten bir muallimdir. “Allahım! Faydasız ilimden
sana sığınırım” (Müslim, Zikir 73) diyebilen gaye adamı bir insandır. "İnsanlar için
öğrenilmesi gayesiz, faydasız işlerle uğraşmaktan uzak duran ve “kişinin kendisini
ilgilendirmeyen işlerle uğraşmayı bırakması imanının mükemmelliğinin göstergesidir”
(Tirmizi, Zühd 11) diye buyuran eşsiz bir şahsiyettir.
Buna göre, gök cisimlerinin durumunu, yıldızların, uyduların konumunu ders vermenin özellikle de o günkü- insanlara ne faydası olabilirdi? Bu gün de aya çıkmak, gezegenleri
saymak, bazı gök cisimlerinin konumunu tespit etmek genel olarak insanlığa/insanların
büyük çoğunluğuna ne fayda sağlamıştır? İlgili ülkeler baş döndürücü rakamlarla ifade
edilen harcamalar yapıp bu işlerle uğraşmak yerine, yeryüzünün barış ve huzuru, fakirlerin
dertlerine derman olmak için kullanılsaydı çok daha iyi olmaz mıydı?
Miraca çıkan Hz. Muhammed(a.s.m)’in orada -evrenle ilgili- gördüğü pek çok gerçeklerin
olduğu muhakkaktır. Nitekim yedi kat gökleri geçtiğini, Sidretu’l-müntehaya vardığını,
kudretin kalemlerinin cızıltılarını duyduğunu belirtmiştir. Ancak, kâinatın sultanı ile insanlar
arasında ebedî bir miraç köprüsü olan namazdan, cennet-cehennem gibi insanı en çok
ilgilendiren ebedi mekanlardan ve oraya götürecek yollardan bahsetmek yerine,
yıldızlardan, uydulardan bahsetseydi, insanların zihinlerini boş yere bunlarla meşgul etseydi,
bir astronottan ne farkı kalırdı?
Bununla beraber, Hz. Peygamberin en büyük mucizesi olan Kur’an’da “varlık adına yaşkuru ne varsa hepsi vardır” (Enam,6/59), “Kur’an’ı göklerde ve yerdeki bütün
sırları/oralarda gizlenen bütün ilimleri, bilgileri bilen Allah indirmiştir”(Furkan, 25/6)
gibi ayetlerde de açıklandığı gibi, Kur’an’da bütün ilimler vardır. Ancak, Kur’an-ı hakim,
hakim olan Allah’ın kelamı olduğundan, hikmete aykırı ifadelere yer vermez. On beş asır
önceki insanlara, bu günkü fen bilimlerinin keşfettiği gerçekleri ders vermesi, bütün insanları
ilgilendirmediği için irşad metoduna uygun olmadığı gibi, muhatabın aklını, görgüsünü,
bilgisini göz önünde bulundurmayı esas alması gereken eğitim ve talim prensiplerine de
aykırıdır. Bu sebeple, Kur’an’da ve nebevî öğretilerde muhatapların anlama, kavrama ve
faydalanma durumları göz önünde bulundurulmuştur.
Örneğin; bazı kimseler farklı zamanlardaki Ay’ın farklı boyutta olmasının sebebini sormuş,
Kur’an’da onların asıl sormak istedikleri fennî açıklama yerine hikmete uygun bir üslupla
cevap verilmiş (Bakara, 2/189) ve onun yılların sayılmasında, değişik ibadet vakitlerinin
belirlenmesinde, sosyal, ticarî ve ekonomik konularla ilgili hesapların yapılmasında bir
takvim görevi yaptığının altı çizilmiştir.
Yine, Kur’an’ın kâinattan detaylı bir şekilde bahsetmemesinin sebebi şudur: Kainatta bir
tekâmül kanunu vardır. Eskiden çok kapalı konular, zamanla bedihî, açık, herkesin bildiği
ilimler sırasına geçebilir. Hâlbuki irşadın özelliği, mevcut ilim ve fikir seviyesini dikkate
alarak konuşmaktır.
29
Örneğin: Şayet Kur'an, 15 asır önceki insanlara "Kendi ekseninde dolaşan güneşin
duruşuna ve onun etrafında pervane gibi dönen dünyanın hareketine bakın! Bir
milyondan fazla mikroskobik canlıları barındıran bir damlacık suyu temaşa edin ki,
Allah'ın sonsuz kudretinin belgelerini görebilesiniz" deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış
olacaktı. Çünkü onlar, gözleriyle dünyanın değil, güneşin dönmekte olduğunu görüyorlardı.
Ve bir damla suda ise, hiç bir şey görmüyorlardı. Fennî keşifler ancak hicri onuncu asırdan
sonra ortaya çıkmıştır. O asra kadar gelen insanları şaşırtmak, yalnız yeni müspet fenlerin
keşiflerinden sonra ancak anlaşılabilen konuları ders vermek, irşad prensibine de belağat
kuralına da aykırıdır. Demek ki, insanların aklına göre konuşan Kur'an, tam belağat
göstermiştir. (bk. İşârâtu’l-İ’caz /Nübüvvetin tahkiki; Muhâkemat, 160-161)
Kur’an’ın ifadeleri belağatın zirvesinde olduğu için, dengeleri en güzel şekilde gözeten bir
ölçüye sahiptir. Bu sebepledir ki, Kur'an'da medeniyet harikaları denilen müspet fenlerin
keşfettiği teknolojik harikalara ayrıntılı bir şekilde yer verilmemiştir.
Demek ki, birer teknolojik harikalar olarak bilinen uçak, denizaltı, tren, elektrik gibi sanatlar
Kur'an'da daha fazla yer almak isteseler, bu taktirde yıldızlar, şimşekler, atmosfer, gök
cisimleri onlara karşı mücadele edecek ve siz kendi cisminiz kadar Kur'an'da yer alabilirsiniz
ve o kadar da almışsınız, diye onları susturacaklardır.
Buna göre her şey kendi sanat değeri kadar Kur'an'da yer almıştır, denilebilir( Sözler/20.
söz/2. makam)..
Not: Soruyla ilgili başka bilgileri ve misalleri görmek için www.resulullah.org sitemize
bakılabilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kur'an-ı Kerim' de bilimsel keşiflerden bahsediliyor mu?
Peygamberimiz döneminde bilim ve teknoloji olmadığı halde Kuranı Kerimde bilimsel
ayetlerin olmasının sebebi nedir?
Kur'an'daki bilgiler ve bilimsel ayetler daha önceden biliniyor muydu? Özellikle
Mısırlıların ölüleri mumyalayıp insanların bedenleri ile ilgili bilgilere sahip olduklarını,
hatta bebeğin anne karnında gelişimini resimlerle söylediklerini anlatıyor;..
30
Duaların veya tövbenin kabul olduğu nasıl anlaşılır?
Duamızın bu dünyada kabul olduğunu ancak neticesini gördükten sonra anlayabiliriz.
Tövbemizin kabul olduğunu ise ancak ahirette anlarız. Çünkü dua ve tevbe birer ibadettir. Bu
ibadetlerin devamlı olması için de neticeleri gizli kalmıştır. Taki kul ömrünün sonuna kadar
duaya ve tövbeye devam etsin.
İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebû Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîste: "Duanın
karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka meydana geleceği; ya kabul
ya âhirete bırakma yahut eda edilen dua oranında günahın affedileceği" beyan
buyurulmuştur.
31
İnsanlardan tamamen uzaklaşmak ve aile ile tamamen
ilişkileri kesmenin hükmü nedir?
İnsanlardan uzaklaşmak doğru bir gerekçeye dayanıyorsa caiz olabilir. Örneğin dini veya
dünyevî zararları muhakkak olan bazı kimselerle fazla haşir-neşir/içli-dışlı olmamak,
anlaşılabilen bir şeydir. Nitekim, İslam tarihi boyunca bazı kimseler dinleri için inzivaya
çekilmiştir.
Eğer çok ciddi bir gerekçesi yoksa, insanlardan uzak durmak doğru değildir. İslam’da
“ruhbaniyet” yerine İslam’a, insanlara hizmet esastır. “İnsanların hayırlısı başka
insanlara faydalı olanıdır” (Feyzu'l-Kadir, 3/480) manasındaki hadis-i şerif, insanlarla içlidışlı olmayı ön görmektedir.
Ayrıca “İnsanların arasına karışan ve onların eziyetine sabreden mümin, insanların
arasına karışmayan ve onların eziyetine sabretmeyen müminden daha hayırlıdır.”
(Buhâri, Edebu’l Müfred, 388) anlamındaki hadisten alacağımız çok dersler olmalı.. Bu
hadisi, hayatın ve toplumun bütün yönleri için değerlendirmek mümkündür.
Özellikle, kişinin sırf kendi istirahatı için, bazı duygusal yanlarını tatmin etmek için
insanlardan uzaklaşması tercih edilen bir husus değildir.
Aile ile ilişkileri koparmak ise, daha farklıdır. İslam’da sıla-yı rahim çok önemli bir görev, bir
sevap kaynağı olduğu gibi, onlarla bağları koparmak büyük bir sorumluluk getirir. Tabii ki,
aile fertlerinin de dereceleri vardır. Mesela, anne-babaya karşı uzaklaşma lüksümüz asla
yoktur. Dayı ile teyze anne yerinde, amca ile hala da baba yerinde kabul edilir. Kardeşlerin
yeri de bunun gibidir. Bu konuda şu hadis-i şeriften alınacak önemli dersler vardır: “Seninle
bağları koparanlarla güzel ilişki kur, seni (istek ve arzularından) mahrum edenlere,
vermek suretiyle (arzu ve isteklerini yerine getirerek) karşılık ver. Sana haksızlık
edenlere karşılık verme/affet !” (Mecmau’z-zevaid, 8/188).
Şunu da unutmamak gerekir ki, müminin mümine karşı üç günden fazla dargın durması
caiz değildir. (bk. Ebû Dâvûd, Edeb 47) Bu mümin akraba olsa küs durmak daha da kötü
olur.
Ancak -özellikle- dinî, ahlakî konularda zararları muhakkak olan kimselerle -küsmedenmesafeli durmakta bir sakınca olmadığı gibi tercih edilebilen bir şeydir. Çünkü din ve ahlak
konusunda iyi veya kötü faktörlerin başında yakın münasebetlerimizin olduğu çevredir.
Konuyla ilgili bazı hadis mealleri:
“İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” (Buhâri, Edeb
18, Tevhîd 2; Müslim, Fezâil 66)
“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve yardımı
terk etmez. Her Müslüman’ın, diğer Müslüman’a ırzı, malı ve kanı haramdır. Takva
buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.”
(Tirmizî, Birr, 18)
"Mümin kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona
32
yerine getirmeyeceğin bir söz verme." (Tirmizî, Birr, 58)
“Yumuşak davranamayan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.” (Müslim,
Birr, 74–76)
“Güzel söz sadakadır.” (Buhâri, Edeb 34, Cihad 128, Müslim, Zekât 56)
“Herkes iyilik yaparsa biz de yaparız herkes haksızlık yaparsa biz de haksızlık ederiz,
diyen kimseler gibi olmayın, fakat kendinizi iyilik yapanlara karşı iyilik yapmaya,
kötülük yapanlara karşı da haksızlık yapmamaya hazırlayınız.” (Tirmizî, Birr, 63)
"Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kişidir. Muhacir de
Allah’ın yasakladığı şeyleri terk edendir." (Buhari, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 6465)
"Akrabasıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez." (Buhâri, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18)
"Güçlü, güreşte gücünü gösteren değil, öfke anında nefsine (kendine) hâkim olandır."
(Buhâri, Edeb, 76.)
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah'a ve ahiret
gününe iman eden misafirine ikramda bulunsun. Allah'a ve ahiret gününe iman eden
kimse, ya hayır söylesin veya sussun." (Buhâri, Edeb, 31, 85; Müslim, İman, 74, 75)
“Dul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri (nafile)
oruç tutup gecelerini (nafile) ibadetle geçiren kimse gibidir.” (Buhârî, Nafakat, 1; Müslim,
Zühd, 41)
İlave bilgi için tıklayınız:
Müslüman'ın Müslüman'a kin duyması, küsmesi hakkında bilgi verir misiniz?
Dargınlığın, küs durmanın caiz olduğu yerler var mıdır?
33
Bir erkek ve bayan nikahlandıktan sonra hiç cinsel ilişkide
bulunmadan üç talakla boşansalar, tekrar evlenmeleri için
bayanın başka bir erkekle evlenip cinsel ilişkide bulunması
lazım mıdır?
Bir kimse eğer üç talâkla boşamışsa, artık ne iddet içinde, ne de iddet bittikten sonra
evlenmeleri caiz değildir. Nikâh bağı tamamen kopmuş ve bir ceza olarak bir daha
birleşmelerine kapı açık tutulmamıştır. Ancak kadın iddeti bittikten sonra tekrar ilk kocasıyla
evlenmek kasdı olmaksızın- başka bir erkekle evlenir, o erkek bir süre sonra ya ölür ya da onu
boşarsa, o takdirde kadın ilk kocasıyla evlenebilir.
İkinci kocayla evlenmesinin de sahih bir nikâhla gerçekleşmesi ve adamın onunla cinsel
temasta bulunması şarttır. Boşanan kadın ister daha önce yani ilk kocasıyla cinsel temasta
bulunmuş olsun olmasın fark etmez. Ama ikinci kocasıyla sahih nikâhla evlendikten sonra
birinci kocasıyla -şartlar el verdiği takdirde- tekrar evlenmek isterse, herhalde o ikinci kocayla
cinsel temasta bulunmuş olması gerektir. (Fethü'l-Kadir - Kemal İbn Hümam)
(bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 3/86.)
İlave bilgi için tıklayınız:
Üç Talak...
34
Download