Din le rin iki top lum sal te me le gö re ay rış ma sı

advertisement
Sayfa 29
nemlerinin Roma’dan farksız olduğunu
belirtmektedir. Kuzeydoğudan Turani
saldırılar, içte inanç ve mezhep kaynaşmaları sonunu getirmek üzereydi.
Güçlü bir ideolojik kültür çıkışı olan
Mani hareketi (M.S. 250’ler) tasfiye edilince, gerekli gençlik aşısından da mahrum kaldı. Eğer İslam’ın birkaç cengi
olmasaydı, Nasturi rahipleri de tıpkı
Batıdaki Katolik rahipleri gibi (Bir dönemin maddi kültür imparatorları gibi,
artık manevi kültür adına imparatorları
olmuşlardı) İran ve başkentinin ideolojik kültürel fethini tamamlamak üzereydiler. İslami fetih bu gelişmeyi önledi.
Dinlerin iki toplumsal temele
göre ayrışması Sümerlerle başlar
İki büyük köleci uygarlığın çöküş
anlamını böyle tanımladıktan sonra,
gelelim ideolojik alternatif diye kendisini tanımlayan iki ünlü hareketin, İslamiyet ve Hıristiyanlığın çıkış koşulları
ve tanımlanmalarına.
Roma kendi resmi toplumunu inşa
ederken, çok geniş marjinal kesimleri
de beraberinde ortaya çıkardı. Bunlar
geleneksel kavimsel göç grupları değildi. Herhangi bir etnik özellikleri de ihti-
Mart 2010
lamaktayız. Son hareketi ve bunun çarmıhla sonuçlanmasının da bu tür bir
amaçtan kaynaklandığı biçiminde yorumlanabilir. Başlangıçta ne herhangi
derli toplu bir örgütsel hareket, ne de
ideolojik manifesto söz konusudur. Son
derece gevşek bağlarla kendine bağlı
benzer konumda bir küçük grubu vardır. Bunlar Havariler denilen ilk öncüler
oluyor. Hiyerarşik, etnik ve resmiyette
bir yerleri tuttukları söylenemez. Çarmıh, bölgede sıkça uygulanmış bir
cezalandırma sistemidir. Roma’nın korkunç bir icadıdır: Aslanlara parçalatma
gibi. Bundan korkan grubun Suriye içlerine ve kıyılarına ilk elden kaçtıkları
biliniyor. İbrahim’in de Nemrut korkusundan ötürü tersine, Kudüs’ün de sonradan inşa edileceği alana hareketi vardır. Bu dönemlerde benzer birçok iniş
ve çıkışların olması doğaldır. Ancak bir
yüzyıl sonra ilk İncil taslakları oluşturuluyor. Mesela bugün ortada olmayan
Marcion İncil’i bunlardan ilk taslaktır.
Roma’nın imparatorluk izine bağlı
olarak, 2. ve 3. yüzyıllarda ilk ‘aziz’ler
ortaya çıkıyor. 4. yüzyıl tam bir Hıristiyanlık yüzyılıdır. İmparator Konstantin’in Hıristiyanlığı resmi din olarak ilan
etmesiyle hem ‘aziz’lerin varlığında ve
kabul edenlerdendir. Bilindiği üzere devlet tanrısallığı resmileşen tanrısallıktır.
Temellerini de Sümer rahipleri atmıştır.
Dinlerin ilk defa iki toplumsal temele
göre ayrışması Sümerlerle başlar. İnsan tanrısallığı ise neolitik toplum
kültüründen kalmadır ya da o kültürden önemli kalıntılar barındırır. Paganizmin de böyle yanları vardır. Diğer
taraf, yani İsa’nın insan karakterli olduğunu iddia edenler ise, onun dışındaki
devletleşmemiş grupların yorumudur
ya da dinsel eğilimidir. Tıpkı Müslümanlıkta resmi Sünni mezheple (devlet dini) Alevi mezhep (devlet dışı
toplumun dini) arasındaki ayrım gibi.
Hıristiyanlık’ta dördüncü yüzyılda iki
büyük dönüşüm yaşanıyor. Birincisi,
devlet dinine dönüşmesidir. Bu aynı
zamanda uygarlık dini haline gelmiş
biçimidir. Roma maddi kültürünün yaşamış olduğu büyük manevi kriz, yani
meşruiyet krizi böylelikle aşılmak istenmiştir. Diğeri kitleselleşmesidir. İlk
yüzyıllardaki dar aziz gruplarının inancı ol mak tan çık mış, bü yük halk
gruplarının resmi veya gayri resmi dini
olmuştur. Ermeniler, Asuriler, Helenler
ve Latinler Hıristiyanlığı benimseyen
ilk akla gelen halklardır.
Serxwebûn
lim arasındaki büyük çekişme, çatışma ve uzlaşmalar dönemi olarak yorumlamak tarihi realiteye daha yetkin
yanıt verecek niteliktedir. ‘Karanlık ortaçağ’ veya ‘feodal çağ’ yorumları realitenin kısmi yanıtları olabilir.
Bu bin yılın esas niteliğini Roma’nın
maddi kültürünün çöküşü belirler. Doğan boşluğu Hıristiyanlık veya başka
ideolojik kültürle maddi kültür unsurları
doldurmuş mudur sorusuna verilecek
yanıtlar daha yetkin bir değerlendirmeye imkân verebilir.
Maddi kültür öğeleri olarak Doğu’da
Bizans, Batı’da, daha doğrusu tüm Avrupa’da yeni inşa edilen kentçik hamleleri vardır. Gerçekten de Avrupa’nın
maddi kültür tarihlerini bu kent hareketlerine bağlayabiliriz. Paris gibi bir
kentin en eski kökenini 4. yüzyılda bir
Roma yerleşimi olarak değerlendirirsek, M.S. 1500’lere geldiğimizde bir
maddi kültür hâkimiyetinden bahsedemeyiz. Ortaya çıkan kentler Roma’yla
kıyaslanamıyacağı gibi, M.Ö. 30002000 Mezopotamya’sıyla M.Ö. 600300 Ege’sinin iki tarafındaki kent yapılarını fazla aşmış değildir. İnşa edilen
şatolar M.Ö. 2000-1500’lerde TorosZagros sistemlerindeki kale ve şatoları
fazla aşmış olmaktan uzaktır. Özcesi
Avrupa’nın 500-1500 dönemindeki kentliliği ‘karanlık çağı’ aşma yeteneğinde
olmadığı gibi, yeni manevi kültürün, Hıristiyanlığın ideolojik kültür hegemonyasının daha başat olduğunu belirleyebiliriz. Üstünlüğün Hıristiyanlıkta olması şüphesiz Avrupa tarihi için çok
önemlidir. Tarihçilerin bu dönemi Avrupa’nın maddi kültürce fethi yerine, manevi kültürle, yani Hıristiyan inanç ve
moral değerleriyle fethi olarak yorumlamaları daha isabetlidir.
Avrupa kapitalizmi Hıristiyanlığın
zaaflarını iyi kullandı
va etmiyorlardı. Deklase, ayaktakımı,
Romalıların deyişiyle ‘proleter’ denen
yeni gruplardı. İdeolojili gruplar sayılmazlardı. Tam bir boşluk içinde yüzüyorlardı. Bir nevi köleciliğin işsizleriydi.
Hangi ideoloji kendilerine el atsa taban
bulabilirdi. Roma’nın impatorluk döneminde ortam bunlarla kaynıyordu. Tarihte ilk defa yeni sosyal bir tabaka
oluşturmuşlardı. Yavaş yavaş bunların
taban teşkil ettiği tarikatlar oluşuyordu.
İsa’dan az önce Esseniler gibi.
İsa’nın gerçek bir insan mı, yoksa
ortamın dayattığı bir figür mü olduğu
sorusu halen tartışılıyor. Bu konumuz
açısından önemli değildir. İsa’nın teorik
veya somut olarak doğuş yıllarında, Roma ilk imparator Augustus şahsında zirve yapmıştı. Doğu Akdeniz’in fethi
kabilinden küçük Yahudi Krallığı da daha önceki büyük direnişler sonunda fethedilmişti. Genel valilikle idare ediliyordu. İşbirlikçilik üst tabakaların ustası oldukları bir eğilimdi. Yahudi işbirlikçiliği
de daha Nemrut ve Firavunlar döneminden beri tecrübe sahibi olduğuna
göre, Roma işbirlikçiliğinde de güçlük
çekmeyecekti. Buna mukabil yine İbrahim ve Musa’dan beri güçlü bir özgürlük eğilimi de her zaman vardı. İsa bu
geleneğin devamıydı. Kudüs her zaman taç giymeye hazır bir kız gibi tasvir
edilir. İsa’nın da ideolojik anlamda bu
kıza talip olduğunu anlatımlarından an-
hem de inanmış grupların sayısında
bir patlama yaşanıyor. Bu dönemde
ilk mezhep ayrışmaları ve resmi Hıristiyanlık (Devlet Hıristiyanlığı) gündeme geliyor. Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta
‘üçlü teslis inancı’ hâkimdir. Baba, ana
ve oğul tanrı figürleri olarak yorumlanabilir. Konumuz teolojik tartışma olmamakla birlikte, bu inancın temellerinin çok eskiye dayandığı bilinmektedir. Sümerler bu inancı zigguratlara
taşıyan ilk toplumdu. Ana-Tanrıça ‘İnanna’, Baba Tanrı ‘En’ ve Oğul Tanrı ‘Enki’ ilk dile gelecek panteon üçlüsüdür.
Dolayısıyla ve sıkça söylenen Hıristiyanlığın paganizmden güçlü etkilendiği söylemi yabana atılamaz. Fakat
daha da ilginç olan, İsa’nın kendisinin
İbrani gelenekten gelmesi veya öyle
sayılmasıdır. İbrahimî gelenek paganizmle şiddetle çelişir. İsa adına direnen dinsel akımda ise, sanki iki gelenek uzlaşmış gibidir. Bence doğru yorum da budur.
Kafaları karıştıran bu husus daha
sonra büyük mezhep tartışmalarına,
parçalanma ve çatışmalarına yol açmıştır. Çatışmanın özünde İsa’nın tanrısal özden mi, yoksa insani özden mi
sayılacağı vardır. Bu ayrım yorumlandığında da, tanrısal özden diyenlerin
daha çok resmi Hıristiyanlığı kabullenenler olduğudur. ‘Konstantin’in kendisi bu yorumu, yani İsa’nın tanrısallığını
Ortaçağ denen ünlü zaman ‘süre’sine böyle giriliyor: Yani bir yandan
çökmüş orjinal Roma, onun yerine Hıristiyan meşrutiyetine dayanan Konstantin Roma’sı; diğer yandan büyük
ideolojik kültür hamlesi olarak Hıristiyanlığın çığ gibi büyümesi. Karanlık
çağ denen sürenin bu iki aktörü, Hıristiyanlığın içerdiği ‘üçlü teslis’ inancının
gereğini sergilemektedir: Resmi tanrılı
dinle gayri resmi tanrıların dini. Tarihi
bölünme ortaçağda da dönüşmüş olarak sürmektedir. Aralarındaki çatışma
da çok kanlı geçmiştir. Daha önceki
paganistlerle olan çatışma Tanrısal İsa’yla insan İsa arasına kaymıştır. Son
tahlilde olan, uygarlık güçleriyle sınıfsal ve etniksel güçler arasındaki eski
mücadele geleneğinin yeni koşullarda
yeni maskeler altında sürdürülmesidir.
Bu bölünmeye ilişkin daha açık bir
yorum, yeni ideolojik kültürel hamlenin
derin tarihi temelleri olan bir kesiminin
uygarlaştığı, maddi kültürle uzlaştığı,
böylelikle yozlaştığı, diğer bölümünün
ise uzlaşmaktan kaçındığı, ideolojikkültürel hegemonya peşinde koşmaya
devam ettiği biçimindedir.
Roma’nın çöküşünden sonra geçen
yaklaşık bin yıllık bir süreyi, yani M.S.
500-1500 yılları arası dönemini, maddi
kültürün üstünlüğünü devam ettirmek
isteyen eğilimle ideolojik kültürün üstünlüğünden vazgeçmek istemeyen eği-
Asıl önemli soru, neden Roma’nın
ancak iki bin yıl önceki maddi kültür
düzeyinde kaldığıdır. Daha da önemlisi, Hıristiyanlık gibi mevcut ideolojik
kültür ihtiyacını, açlığını pek giderecek
durumda olmayan bir inanç ve moral
değerler sisteminin neden Avrupa’yı
fethetme başarısı gösterdiğidir. Önemli
bir neden Avrupa’nın neolitik bakireliğidir. Ne ekersen onu biçebilirsin. Zaten
bin yıllık tarih bu gerçeği kanıtlamıştır.
İkinci neden dış kökenli olabilir: Türklerin hem İslam hem pagan olarak saldırı tehditleriyle, Arapların güneyden
Sicilya ve İspanya üzerinden saldırı
tehditleri. Bu iki etken birleşince, Avrupa ortaçağını, ‘karanlığının’ uzun süresini daha iyi anlamak mümkündür. Hıristiyanlığa ihtiyaç vardı. Çünkü paganizm Roma’yla çökmüştü. Hıristiyanlık
kendi öncesindeki Avrupa paganizminin inanç ve moral olarak anlam yetersizliğini çoktan ortaya koymuştu. Böylelikle Hıristiyanlığın ideolojik-kültürel
öğe olarak hegemonyacılığı için koşullar olumluydu. Hıristiyanlığın maddi kültürü her zaman Roma’nın yanında sönük kalmıştır. Doğudaki maddi kültürle
de boy ölçüşemezdi. Neolitikten çıkan
topluluklarla görkemli Paris’ler olamazdı. Bence bu iki yetersizlik, yani Hıristiyanlığın ideolojik kültür açlığını giderecek bir sistem olmaktan çok uzak bulunmasıyla kent yapısının birkaç bin
yıllık öncesi seviyesinde kalması, Avrupa’nın ‘16. yüzyıldaki büyük maddi
hamlesi’nin yolunu açmıştır.
Maddi kültürün büyük hamle yapmasıyla ideolojik kültür olarak Hıristiyan hegemonyacılığı arasında sıkı bir
bağlantı vardır. Kaldı ki, büyük din ve
mezhep çatışmaları bu gerçekliğin doğrulanmasıdır. Avrupa kapitalizmi, müthiş bir maddi kültür hamlesi olarak,
güçlü ideolojik öğelerden yoksun olan
Hıristiyanlığın zaaflarını iyi kullanmış;
daha önceki hiçbir uygarlığın cesaret
edemediği, kendini hep gizlemiş, toplumların çatlaklarındaki boşluklardan
yararlanarak ayakta tutmuş emtialaşmayı -değişim değeri kazanma- ve tüccar-kâr ‘tarikatı’nı resmi uygarlık gücü
haline getirerek yeni bir çağ inşa etmeyi başarmıştır. Bu anlamıyla Roma maddi kültürün orta aşamasından son aşamaya geçebilmiştir. Kapitalist modernite denen bu çağı uygarlığın krizi mi veya kanserleşmesi biçimi ya da son yaşlılık evresi olarak mı yorumlayacağımızı bundan sonraki bölümde kapsamlıca değerlendireceğiz
İslam’ın öyküsü daha çetrefilli bir
konudur. Gerek hızla uygarlaşması, gerek daha ilk günlerinden itibaren Yahudilik ve Hıristiyanlıkla çatışması ve kendi için de mez hep ça tış ma la rı na
derinliğine karışması, sorunun karmaşıklığını göstermeye yeterlidir.
Muhammed öncesi iki yüzyıl, daha
önce belirttiğimiz gibi, köleci uygarlığın
son aşamasının krizi olarak da yorumlanabilir. Hıristiyanlık bu krizden güçlenerek çıkmıştı. İlk büyük yoksul sosyal
kesimlerin örgütü olmayı başarmıştı.
Gerçekten bu yüzyılları manastırlarla
doldurmuş, yoksul halkların bile ilgisini
sağlamıştı. Bir alternatif güç olmayı başarmıştı. Birçok sorunları da olsa, aynı
kökenden geldikleri için İslam’la birlikte bu sorunları da değerlendirerek, başka alternatif olasılıkları ve İslam’ın çıkışını yorumlayarak bu bölümü tamamlamak durumundayım.
İslamiyet’in çıkışını yorumlamak birçok unsura başvurmayı gerektirir. Birincisi, İslamiyet İbrahimî geleneğin son
dinidir. Kendisini öyle inşa eder. Böylelikle temellerini en az iki bin yıl önceki
İbrahim tarzlı bir çıkışta bulur. Bundan
çıkan sonuç, Arap-Yahudi çatışmasının bir anlamda aynı dinin iki mezhebi
arasındaki çatışma olduğudur. İkincisi,
içinden çıktığı Mekke’deki zihniyeti cahiliye çağı olarak değerlendirir. Bir nevi
Mekke paganizmi eleştirisidir. Üçüncüsü, bizzat Muhammed, Nasturi rahipleriyle diyaloglarda bulunmakla Hıristiyanlıkla da bağlantılandırılabilir. Dördüncüsü, tüccar Hatice’nin hem bir çalışanı, hem sonradan eşi olarak ticaretle bağını açıklar. Beşincisi, Araplarda hep gündemde olan, temellerini binlerce yıl öncesinden alan kabilecilik ortamından şiddetle etkilenmiştir. Altıncısı, Bizans ve Sasani İmparatorluklarının son debdebeli çağını yaşamıştır.
Birçok tali unsurla birlikte bu ana unsurların İslamiyetin çıkışı üzerindeki etkisi hakkında ciltler dolusu yazılabilir.
Bununla belirtmek istediğimiz, İslamiyet’in ‘çölde bir mucizenin’ gelişmesi olmayıp, güçlü maddi ve tarihi koşulların
ürünü olduğudur. Gücü kadar güçsüzlüğü de bu koşullarla bağlantılıdır. Ne
ilk Sümer ne son Roma gibi bir uygarlık
sentezi olmayıp, ağır basan yanı bir
inanç ve ahlaki hareket olmasıdır. Muhammed’in kendisi İbrahim, Musa ve
İsa gibi belirsiz bir şahsiyet değildir. Birçok hususiyeti bilinmektedir. Mesajı olan
‘Kur’an’ın kendisi herhangi bir kavme,
kabileye, sınıfa hitap etmeyip tüm insanlığı hedefler. Kur’an’da kendini en
çok duyuran kavram olan ‘Allah’ kelimesi, aslında teolojik çalışmaların baş
konusu olmak durumundadır. Muhammed bu kavramın derin etkisindedir.
Tüm âlemlerin ‘Rabbi’, yani efendisi olarak değerlendirmektedir. Kelime Kitabı
Mukaddes’te çok geçer. Bu kadar kavramsal büyüklüğü olan Allah kelimesi,
sosyolojik olarak doğa tanrısallığıyla toplumsal tanrısallığı birleştirme kapasitesindedir. Barındırdığı doksan dokuz sıfat, doğa ve toplumsal güçlerin birleşik
Download