1 demokratikleşme perspektifinden din ve vicdan

advertisement
DEMOKRATİKLEŞME PERSPEKTİFİNDEN
DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ ALANINDA YAPILAN DÜZENLEMELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
(Prof. Dr. Abdurrahman EREN, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi)
I. DEMOKRASİLERDE DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN GEREKLERİ
Günümüzde, demokrasi kavramının hem bireye, hem topluma hem de devlete bakan yönü
bulunmaktadır. Bu kapsamda demokratik bir yönetim birey için bir hak görülürken, demokratik bir
toplum düzeni özgürlüklerin güvencesi kabul edilmektedir. Demokratik bir devlet ise, bireyin
özgürlüğünü ve demokratik bir toplumu gerçekleştirecek kurum ve kuralları ifade etmektedir.
Dolayısıyla demokratikleşme perspektifinden bireysel bir özgürlük olan din ve vicdan özgürlüğüne
ilişkin standartları değerlendirirken, öncelikle demokratik toplum ve demokratik devlet olmanın
gerekleri üzerinde durmak gerekir. Daha sonra ise, bu standartlar ışığında demokratik bir devlette din
ve vicdan özgürlüğünün gerekleri ele alınmalıdır.
A. Demokratik Devletin Gerekleri
Günümüzde demokratik bir devlet olmak, ulusal planda ideal bir yönetim olarak görüldüğü gibi,
küreselleşen dünyada uluslararası işbirliğinin temel gereklerinden biri kabul edilmektedir. Avrupa
Konseyine, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatına, Avrupa Birliğine ve bunlara bağlı diğer uzmanlık
örgütlerine ya da insan hakları organlarına üyelik için demokrasiyi benimsemiş ve özümsemiş olmak
gerekmektedir. Demokratik yönetimin standart bir uygulaması olmamakla birlikte, “asgari gerekleri”
uluslararası toplumun ortak çabası ile belirlenmektir.
Parlamentolar Arası Birlik (Inter-Parliamentary Union/IPU) 1997 Eylül ayında yayınladığı “Evrensel
Demokrasi Bildirisi” (Universal Declaration on Democracy) ile “demokratik devletin” temel unsurlarına
yer vermiştir1. Bu Bildiriye göre, Demokrasi bir yönetim biçimi olma yanında bireyler bakımından bir
haktır. Her vatandaşın özgürlük, eşitlik, açıklık, hesapverebilirlik, çoğulculuk ve siyasi tercihleri
doğrultusunda demokratik yönetilme hakkı vardır.
Demokratik yönetim, evrensel ilke, norm ve standartlardan sapmaksızın kültürel çeşitliliğe ve
toplumsal farklılıklara dayalı bir uygulamayı gerektirir. Bir ideal olarak demokrasi, bireylerin onuru ve
temel haklarını koruma ve geliştirmeyi, sosyal adaleti gerçekleştirmeyi, toplumun ekonomik ve sosyal
kalkınmasını artırmayı, toplumsal huzuru güçlendirmeyi, ulusal uyumu gerçekleştirmeyi ve uluslararası
barışa uygun bir iklim yaratmayı amaçlar.
Demokratik yönetim, halkın talepleri doğrultusunda, iyi yapılandırılmış ve iyi işleyen kurumlara,
kurallara, standartlara ve açıkça bilinebilen hak ve sorumluluklara dayanmaktadır. Demokratik bir
yönetimde, bir yandan farklılıklar korunurken biryandan uyum sağlama ve denge kurma
gerekmektedir. Bu noktada demokratik temsil kadar istikrarlı bir yönetimde önem taşımaktadır.
Demokratik bir devletin esas işlevi, herkese medeni, kültürel, ekonomik, siyasi ve sosyal hakları
sağlamaktır. Demokratik bir devlette, demokratik süreçlere ve kamusal hayata tüm seviyede bireysel
katılım adil ve tarafsız bir şekilde düzenlenmeli, ayrımcılıktan kaçınılmalı, devlet veya devlet dışı
aktörlerin tehditlerinden bireyler korunmalıdır.
1
UNIVERSAL DECLARATION ON DEMOCRACY, Declaration adopted without a vote by the Inter-Parliamentary
Council at its 161st session, (Cairo, 16 September 1997),
1
Demokratik bir yönetimde çoğulculuk ve farklılıklara dayalı siyasi hayat ve serbest seçimler olmazsa
olmaz görülür. Muhalefetin korunması, seçimlerin düzenli yapılması, genel, eşit, gizli, doğrudan seçim
ilkelerine uyulması demokratik yönetimin önemli unsurlarıdır.
Sürdürülebilir bir demokrasi için, eğitimle desteklenen ve beslenen bir demokratik iklim ve kültür
gerekmektedir. Demokratik kurumlar ve süreçler, çeşitliliğin, çoğulculuğun ve hoşgörü ikliminde farklı
olabilme hakkının korunması için hem homojen hem de heterojen bir toplumda tüm halkın katılımını
sağlamalıdır.
Özetle, demokratik bir devlette halkın iradesinin doğrudan ve temsilcileri aracılığı ile özgürce yönetime
yansıması, bunun için hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, farklılıklara dayalı ideolojik
çoğulculuğun korunması, çok partili bir hayatın sağlanması, serbest ve düzenli seçimlerin yapılması ve
buna uygun bir kültürel ve kurumsal yapılanmanın gerçekleştirilmiş olması aranmaktadır.
B. Demokratik Toplumun Gerekleri
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, birçok kararında “demokratik toplumun” gerekleri üzerinde
durmaktadır. Mahkeme demokratik toplumun temel unsurları olarak, “ifade özgürlüğü, çoğulculuk,
açık fikirlilik ve hoşgörü” ilkelerine işaret etmektedir. Castells-İspanya kararında, şöyle demektedir:
“İfade özgürlüğü, 10. Maddenin ikinci fıkrasına bağlı olarak, sadece lehte olduğu kabul edilen veya
zararsız görülen veya ilgilenmeye değmez bulunan haber ve düşünceler için değil, fakat aynı zamanda
aleyhte olan, çarpıcı gelen ve rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar, çoğulculuğun,
hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir; bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz”2.
Mahkeme, “ulusal hukuk düzeni” ile “demokratik toplum düzeni” ayrımı yapmaktadır. Mahkemeye
göre, “Demokrasinin kendisine aykırı olmadıkça, bir Devletin mevcut organizasyonunu sorgulayacak
nitelikte bile olsa farklı siyasi programların önerilmesine ve tartışılmasına imkan verilmesi,
demokrasinin özünü oluşturur”.3 Dolayısıyla Mahkeme, demokratik toplum düzeninin gereklerini
ulusal demokratik standartlara göre değil, demokrasinin evrensel ilkeleri, uluslararası standartlar ve
çağdaş demokratik ülkelerdeki uygulamalar ışığında değerlendirmektedir.
Uluslararası hukukun tanıdığı standartlar “minimum standartlar” olarak kabul edilir. Devletler bu
standartların altına inemezken üzerinde bir korumayı her zaman sağlayabilir. Bu uluslararası hukukun
“ikincillik” (subsidiarity) özelliğinin bir gereğidir. Nitekim Mahkeme Handyside-Birleşik Krallık
kararında, “Sözleşme tarafından oluşturulan koruma mekanizmasının, insan haklarının ulusal
sistemlerle korunmasına getirilen yedek (subsidairy) bir mekanizmadır. Sözleşme, kapsadığı hak ve
özgürlükleri koruma görevini ilkin her bir Sözleşmeci Devlete bırakmaktadır” demektedir.4
Demokratik toplum düzeninin gerekleri belirlenirken kullanılan önemli bir ölçüde demokratik
ülkelerdeki “ortak payda”lardır. AİHM’ne göre, “Üye Devletlerin hukuklarında ortak bir paydanın
bulunması ya da yokluğu, bu alanda çok önemli ve belirleyici bir unsurdur”5. Demokratik toplum
düzeninin gerekleri belirlenirken iç hukukları “tekbiçime” vardırmadan, minimum ortak koruma
arayışına gidilmektedir.
Özetle, demokratik bir toplumda çoğulculuk, açık fikirlilik ve hoşgörü esastır. Demokratik toplumun
gerekleri belirlenirken öncelikle ulusal gerçeklikler dikkate alınacak olmakla birlikte, demokrasinin
evrensel ilkeleri, uluslararası standartlar ve çağdaş demokratik ülkelerdeki uygulamalar göz önünde
2
Castells-İspanya, p.42.
Sosyalist Parti – Türkiye Kararı, p. 47.
4
Handyside-Birleşik Krallık Kararı, p.26.
5
Klass-Almanya, p.59.
3
2
bulundurulmalıdır. Uluslararası standartlara minimum kabul edip, demokratik toplumun gereklerini
bunun altına inmeden üzerinde bir anlayışla geliştirmek gerekmektedir. Demokratik toplumun değişen
yapısına göre, toplumsal gerekleri belirlerken dinamik bir anlayış esas alınmalıdır.
C. Demokratik Devlette Din ve Vicdan Özgürlüğünün Gerekleri
Günümüzde, “din ve devlet ilişkilerinin” belirlenmesinde ortak bir yaklaşım görülmemektedir. Ancak,
genel olarak üç farklı modelden söz edilebilir. Bunlar, teokratik devlet, Marksist devlet ve seküler/laik
devlet modelleridir. Teokratik devlette, hukukun kaynağını din kabul edilir ve tüm hukuk düzeninin dine
uygunluğu aranır. İran, Pakistan, Mısır, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, Komor Adaları
ve Maldivler bu modele örnek olarak gösterilebilir. Marksist devlet anlayışında dini dışlayıcılık esastır.
Hukuk düzeninde din dışlandığı gibi kişilerin bireysel alanı ile sınırlı tutulur. Eski Sovyetler Birliği,
Arnavutluk, günümüzde Çin bu modele örnek gösterilebilir.
Günümüz liberal demokratik devletlerde din ve devlet ilişkilerinde “ayrılık” ilkesi benimsenmiş olmakla
birlikte, seküler model ile laik modelden söz edilebilir. Daha yaygın olan seküler modelde, din ve devlet
ayrılığı, “dini ve devlet kurumlarının ayrışması” ve “karşılıklı bağımsızlığın” tanınması şeklinde kendini
göstermektedir. Din hem bireysel hem toplumsal hem özel hem de kamusal alanda görünür
kılınmaktadır. Hatta bir dinin resmen tanınması demokratik devlet düzenine aykırı görülmemektedir.
Örneğin dünyanın en demokratik ülkesi kabul edilen Norveç’te Evangelical-Lutheran mezhebi
Anayasanın 2. Maddesinde resmi din olarak tanınmaktadır. Ancak teokratik devletten farklı olarak
hukuk düzeni tümüyle bir dine uygunluğu aranmamaktadır.
Fransa ve Türkiye örneklerine görülen laik model ise, her ne kadar din ve devlet ayrılığı kurumsal bazda
gerçekleşmiş olsa bile devletin dini kurumları kontrol altında tutması şeklinde kendini göstermektedir.
Bu nedenle dini kurumların bağımsızlığı ya da özerkliği değil devlete bağlılığı esas alınmaktadır. Nitekim
Türkiye’de 1924 yılından beri Diyanet İşleri Başkanlığı genel idareye bağlı faaliyet göstermektedir.
Günümüzde demokratik bir devlette din ve devlet ilişkilerinde ister seküler ister laik bir model
benimsenmiş olsun, uluslararası insan hakları hukuku, din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin güvenceleri
ortak bir şekilde belirmektedir. Bir başka ifade ile demokratik bir devlette, din ve devlet arasındaki
ilişkilerin belirlenmesinde esas ölçü, din ve vicdan özgürlüğünün tüm yönleriyle tanınıp tanınmadığıdır.
Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi kapsamına kurulan İnsan Hakları Komitesinin
Sözleşmenin 18. Maddesinde yer alan din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin 22 sayılı Genel Yorumu ile
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Sözleşmenin 9. Maddesindeki din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin
içtihatları, demokratik bir toplumda din ve vicdan özgürlüğünün gereklerini ortaya koymaktadır.
1. Demokratik bir devlette resmi dinin olması din ve vicdan özgürlüğüne aykırı değildir
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 18. Maddesinde yer
alan din ve vicdan özgürlüğünün uygulanmasına ilişkin 30.07.1993 tarih ve 22 Sayılı “Genel
Yorumunda”, bir ülkede resmi dinin olmasının din ve vicdan özgürlüğüne aykırı olmayacağını
belirtmektedir6. Komiteye göre,
“Sözleşmede güvence altına alınan haklardan yararlanılmasına her hangi bir şekilde zarar vermeden ve
başka din mensupları ya da inançsızlar aleyhine ayrımcılığa yol açmadan, bir dinin ‘devlet dini ya da
resmi din’ olarak kabul edilmesini 18. maddeye aykırı değildir” 7.
6
General Comment No. 22: The right to freedom of thought, conscience and religion ( Art. 18) : 30.07.1993.
CCPR/C/21/Rev.1/Add.4, General Comment No. 22.
7
CCPR, General Comment No. 22, parag.9.
3
Nitekim dünyanın en demokratik kabul edilen birçok Avrupa ülkesinde belli bir din ve mezhep resmen
tanınmıştır. Malta Anayasası’nın 2. Maddesinde “Malta’nın dini, Roman Katolik Papalık (Apostolik)
Dinidir” denilmektedir. Maddenin devamında, “Roman Katolik Papalık İnancının Dini eğitimi, zorunlu
eğitimin parçası olarak tüm devlet okullarında okutulmak zorundadır.” denilmektedir. Norveç
Anayasasının 2. Maddesine göre, “Evangelical-Lutheran dini, devletin resmi dinidir. Bu dine aidiyetini
bildiren vatandaşlar, kendi çocuklarını da aynı şekilde yetiştirebilirler”. Yunanistan Anayasası’nın “Kilise
ve Devlet İlişkileri”ni düzenleyen 3. Maddesine göre: “Yunanistan’daki yaygın din İsa’nın Doğu
Ortodoksluk mezhebidir”. Danimarka Anayasası’nın 6. Maddesine göre, “Evangalikal Lutheryan
Kilisesi, Danimara’nın Yerleşik Kilisesidir ve bunun gibi, devlet tarafından desteklenir.” Bulgaristan
Anayasası’nın 13. Maddesine göre “Doğu Ortodoks Hıristiyanlığı Bulgaristan Cumhuriyeti’nin
geleneksel ve hakim dinidir”. Benzer örnekleri İspanya, İtalya, İngiltere, Ermenistan, Gürcistan,
Macaristan içinde söyleyebiliriz.
Günümüz demokratik ülkelerinde yaygın dinin resmen tanınması ile birlikte diğer dini inanç ve
topluluklara yasal statü verilmektedir. Önreğin İspanya’da özel Konkordatların yardımıyla en fazla hak
ve imtiyaz Katolik Kilisesi’ne tanınırken, Müslüman, Yahudi ve Protestan dini gruplarına 1992 yılında
yasal statü kazandırılmıştır. Danimarka’da Evanjelik Luteryen Kilisesi resmi din olarak kabul edilirken,
diğer dini gruplara da resmi bir statü tanımaktadır. 1970 öncesinde, toplam 11 dini cemaat (Roman
Katolikliği, Metodistlik, Baptistlik, Rus Ortodoksluğu, Yahudilik gibi), resmi bir statü kazanmıştır8.
Finlandiya’da 2003 tarihli Dini Özgürlükler Kanunu, dini cemaatlere ilişkin düzenlemeler içermektedir.
Dini cemaat olarak tanınabilmek için, en az 20 üyeye sahip olma, dinin herkese açık olması ve
faaliyetlerini yürütürken bir takım kurallara uyma gereklidir. Bu şekilde tanınan 54 dini grup/cemaat
bulunmaktadır9. Bulgaristan’da Ortodoks Kilisesine ek olarak 107 kayıtlı dini grup bulunmaktadır.
Almanya’da Katolik, Protestan ve Yahudi cemaatlerinden yaklaşık 180 dini gruba kamu hukukuna tabi
kurum statüsü verilmiştir. Avusturya’da, 1998 tarihli Dini İnanç Topluluklarının Statüsü Kanunu
bulunmaktadır. Bu Kanuna göre, Avusturya’da dini organizasyonlar Resmi olarak tanınan dini
cemaatler, dini inanç toplulukları ve dernekler olarak üç kategoriye ayrılır. Çek Cumhuriyeti’nde, 2002
yılında çıkarılan Dini Özgürlükler ve Kiliseler İle Dini Birliklerin Statüsü Kanunu bulunmaktadır.
Fransa’da bile dernekler dini dernek ve kültürel dernek olarak ikiye ayrılmaktadır10.
2. Demokratik toplumda “yaygın olan inanca” öncelik verilmesi ayrımcılık değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye aleyhine açılan Hasan-Eylem Zengin Kararında, din kültüre
ve ahlak dersi kitaplarında İslam dinine daha fazla yer verilmiş olması konusuna ilişkin şöyle bir
açıklamada bulunmaktadır:
“ ilk ve ortaokullardaki ders programı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın 19 Eylül 2000 tarih ve 373 sayılı
kararına uygun olarak hazırlanan tüm ders kitapları İslam bilgisine, diğer din ve felsefelere göre daha
büyük bir öncelik vermektedir. Mahkeme, Devlet’in laik niteliğine karşın İslamiyetin Türkiye’deki
çoğunluk dini olması dikkate alındığında bunun tek başına çoğulculuk ve nesnellik ilkelerinden, tek yönlü
koşullandırmaya (indoctrination) yol açan bir sapma olarak görülemeyeceği kanaatindedir” 11.
Görüldüğü gibi mahkeme, bir ülkede çoğunluk dinine diğer dinler karşısında öncelik verilmesini tek
başına “çoğulculuk ve nesnellik” ilkelerine aykırı görmemekte ve bunun diğer dinler bakımından “tek
yönlü bir koşullandırma” sayılamayacağını ifade etmektedir.
8
Freedom of Religion and Belief, A World Report, Edited, Kevin Boyla and Juliet Sheen, London, 1997, s. 259.
Freedom of Religion and Belief, A World Report, Edited, Kevin Boyla and Juliet Sheen, London, 1997, s. 259.
10
Freedom of Religion and Belief, A World Report, Edited, Kevin Boyla and Juliet Sheen, London, 1997, s. 259.
11
Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye Kararı, p. 63.
9
4
Nitekim bir çok demokratik ülkede toplumda yaygın olan inanca karşı “eşitler arasında birinci” (primus
inter pares) muamelesi yapıldığı görülmektedir. Toplumda yaygın olan din resmen tanınmakta, o dinin
kurumlarına bazı mali ayrıcalıklar, başta eğitim olmak üzere özel yetkiler verilmektedir. Bunun en
görünür örneği resmi tatillerin belirlenmesine ortaya çıkmaktadır. Hemen hemen bütün Avrupa
ülkelerinde Hristiyanlığın kutsal günleri resmi tatil kabul edilirken, Müslüman ülkelerde ise İslam dinin
kutsal günleri resmi tatil kabul edilmektedir12.
Dini kurumlarla devlet kurumları arasındaki ilişkide yaygın din esas alınmaktadır. Yukarıda örnekleri
verildiği gibi Avrupa’da Hristiyanlığın yaygın mezhebi Anayasa ile resmen tanınmakta, Kilise ile özel
antlaşmalar yapılmakta, devlet başkanı atamalarında özellikle bu mezhepten olma zorunluluğu
getirilmektedir. Örneğin Norveç Anayasasının 4. Maddesine göre, “Kral her zaman EvangelicalLutheryan dininden olmak, aynı zamanda onu yükseltmek ve korumak zorundadır”. Danimarka
Anayasasının 6. Maddesine göre, “Kral, Evangelical-Lutheryan Kilisesinin bir üyesi olmak zorundadır.”
Yunanistan’da, Eğitim ve Din İşleri Bakanlığı ve Din İşleri Genel Müdürlüğü daha çok Ortodoks Kilisesi
ile Yunan Devleti arasındaki bağı kurmakla ve Kilise’nin idari işlerini yürütmektedir. Kilise çalışanlarının
maaşlarını bu kurum ödemektedir.
Görüldüğü gibi demokratik bir toplumda, yaygın olan inanca diğer dinler karşısında bazı ayrıcalıkların
tanınması ayrımcılık olarak görülmemektedir. Kanun önünde eşitlik, her durumda herkese aynı
davranılması demek değildir. Haklı ve objektif nedenlerin olması durumunda farklı muamele ayrımcılık
kabul edilemez. Demokratik bir ülkede yaygın olan dinin resmen tanınması, resmi tatillerin buna göre
belirlenmesi, eğitim konusunda öncelik verilmesi, vergi muafiyetleri getirilmesi, ayrımcılık olarak
görülmemektedir.
3. Demokratik bir toplumda kişilerin din seçme ve değiştirme özgürlüğü mutlaktır
BM Medeni ve Siyasal Hakları Sözleşmesi’nin 18. Maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9.
Maddesinde, din ve vicdan özgürlüğünün “içsel görünümü” olarak mutlak bir hak kabul edilmektedir.
Medeni ve Siyasa Haklar Sözleşmesinin 18/1. maddesinde, “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü
hakkına sahiptir. Bu hak, kendi tercihiyle bir dini kabul etme veya bir inanca sahip olma özgürlüğünü”
içerir denilmektedir. Aynı şekilde maddenin 2. fıkrasında, “Hiç kimse, kendi tercihi olan bir dini kabul
etme veya inanca sahip olma özgürlüğünü zayıflatacak bir zorlamaya tabi tutulamaz” denilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. Maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, düşünce, vicdan ve din
özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din ve inancı değiştirme özgürlüğünü…içerir” denilmektedir.
İnsan Hakları Komitesinin maddeye ilişkin Genel Yorumu’na göre, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü eşit
düzeyde korunmakta ve din özgürlüğünün kapsamına “inanç/kanaat özgürlüğü” de girmektedir. Hakkın
birinci boyutunu oluşturan düşünce, vicdan ya da din seçme ya da katılma özgürlüğü, “olağanüstü
hallerde” bile sınırlanamayacak mutlak nitelikte bir haktır. 13 Dolayısıyla, hiç kimse olağanüstü hallerde
bile, inancından dolayı suçlanamaz veya kınanamaz. Belli bir din veya inanca sahip olduğundan dolayı
kamu hizmetine girme ya da ondan yararlanmadan mahrum bırakılamaz.
Sözleşmede yer alan din ve vicdan özgürlüğü, bir din ya da inanca sahip olmak kadar, hiçbir dine
inanmamayı da güvence altına almaktadır. Komiteye göre, inanç ve din terimleri geniş yorumlanmalı
ve din kelimesi geleneksel dinlerle sınırlı olarak anlaşılmamalıdır. Bu kapsamda, dinler yanında,
12
Bir çok Avrupa ülkesinde; Tezahür Günü, Arınma Günü, Kutsal Cuma, Paskalya Pazarı ve Pazartesisi, Kutsal
Ruh Günü, Meryem’in Kabul Günü ve Noel resmi tatil kabul edilirken, Müslüman ülkelerde Kurban bayramı,
ramazan bayramı resmi tatil kabul edilmektedir.
13
CCPR, General Comment No. 22, parag.1.
5
mezhepler, dini cemaatler, tarikatlar ya da diğer felsefi inançlar da din ve vicdan özgürlüğünün
koruması altındadır14.
Komite’ye göre, bir dine ya da inanca “sahip olma ya da benimseme” özgürlüğü zorunlu olarak, bir din
ya da inancı “seçme özgülüğünü” de içerir. Bu kapsamda bir kişi, sahip olduğu din veya inançta kalmak
kadar, din ya da inancı bir diğeri ile değiştirmek ya da dinsizliği benimsemek hakkına da sahiptir.
Komiteye göre, 18. maddenin 2. fıkrası, bir dine ya da inanca sahip olma ya da benimseme hakkına
zarar verecek şekilde, inananları ya da inanmayanları belli bir din ya da inancı benimsemeye, din ya da
inançlarını inkar etmeye ya da din değiştirmeye zorlayan cezai yaptırımlara ya da fiziksel güce başvuru
ya da başvuru tehdidini içeren baskıları yasaklamaktadır. Aynı amaca yönelik ya da aynı sonucu
doğuran politika veya uygulamalar, örneğin eğitimden, sağlık hizmetlerinden ya da sözleşmenin 25. ve
diğer maddelerince güvence altına alınan haklardan yararlanmaya getirilen sınırlandırmalar 18.
maddenin 2. fıkrasına aykırı görülmüştür15.
Görüldüğü gibi, din ve vicdan özgürlüğünün iki boyutuna işaret edilmektedir. Birincisi, bir din ve inanca
“sahip olmak” veya “değiştirmek”; ikincisi ise “açığa vurmak”tır. Vicdan özgürlüğü diyebileceğimiz içsel
yönü, mutlak bir hak olup hiçbir nedenle sınırlandırılamaz. Bu kapsamda herkes istediği dini seçme
hakkına sahip olduğu gibi, bunu değiştirme hakkına da sahiptir. Seçtiği din ve inançtan dolayı,
suçlanamaz veya kınanamaz, din ve inancını açıklamaya zorlanamaz.
4. Tek başına veya topluca, kamusal veya özel alanda inançlarını açığa vurmak demokratik bir
toplumda din ve inanç özgürlüğünün esasıdır.
İnsan hakları sözleşmelerinde din ve vicdan özgürlüğünün ikinci yönü olan inançlarını açığa vurma
boyutu sınırsız kabul edilmemektedir. Açığa vurma, tek başına veya topluca; hem kamusal hem özel
alanda olabilir. Açığa vurma, öğretim, ibadet, ayin ve törenler şeklinde yapılabilir.
Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 18. Maddesine göre, “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü
hakkına sahiptir. Bu hak,… tek başına veya başkalarıyla birlikte toplu bir biçimde, aleni veya özel olarak,
dinini veya inancını ibadet, uygulama, öğretim şeklinde açığa vurma özgürlüğünü de içerir”. Maddenin
3. Fıkrasına göre, “Bir kimsenin dinini veya inancını açığa vurma özgürlüğü ancak kamu güvenliği, kamu
düzeni, sağlık veya ahlak veya başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla, hukuken öngörülen
ve demokratik bir toplumda gerekli olan sınırlamalara tabi tutulabilir”.
İnsan Hakları Komitesine göre, din ya da inancını açıklama özgürlüğü, “tek başına ya da topluca”,
“kamusal ve özel alanda” kullanılabilir. Din ya da inancı açıklama, öğretim, ibadet, ayin ve törenler gibi
çok çeşitli yollarla yapılabilir. İbadet kavramı, hem doğrudan bir inancın açıklanması ile ilgili ayin ve
törenleri kapsar, hem de bunların ayrılmaz parçası olan uygulamaları içerir. İbadet kavramı içerisine,
ibadet yerlerinin inşası, eşya ve sembollerinin kullanımı, bayram ve tatil günlerine saygı da
girmektedir16.
Komiteye göre, Din ya da inanca riayet, yalnızca törensel uygulamaları değil; beslenme kurallarına
riayet, ayırt edici elbise ve başlıkların giyilmesi, belli dönemlerine özgü ayinlere katılma ve dini bir grup
tarafından konuşulan geleneksel bir dilin kullanılması gibi uygulamaları da içerir. Ayrıca din ya da
inancın uygulanması ya da öğretilmesi, dini grupların temel faaliyetlerini sürdürmeleri için zorunlu olan,
14
CCPR, General Comment No. 22, parag.2.
CCPR, General Comment No. 22, parag.5
16
CCPR, General Comment No. 22, parag.4.
15
6
kendi dini liderlerini, rahiplerini ve öğretmenlerini seçmek, dini okullar kurma ya da seminerler
düzenlemek, dini nitelikte metinler ve yayınlar hazırlamak ve dağıtmak özgürlüklerini de kapsar17.
Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından 1981 yılında kabul edilen, “Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü
Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge”nin 6. maddesinde din ve vicdan
özgürlüğünün diğerleri yanında şu hakları da içerdiği ifade edilmektedir:
“a) Bir din veya inançla bağlantılı olarak ibadet etmek ve toplanmak ve bu amaçlarla mekanlar
oluşturmak ve bunları muhafaza etmek; b) Hayır işleri ya da insancıl amaçlara uygun kurumlar
oluşturmak ve bunları muhafaza etmek; c) Bir din ya da inancın ayin ya da geleneklerine ilişkin gerekli
eşya ve malzemeyi, uygun ölçüde imal ve iktisap etmek ve kullanmak; d) Bu alanlarla ilişkili yayınlar
yapmak, basmak ve dağıtmak; e) Bir din ya da inancı bu amaca uygun yerlerde öğretmek; f) Birey ya
da kurumlardan, gönüllü olarak, mali ve diğer nitelikte katkı talep ve kabul etmek; g) Herhangi bir din
ya da inancın ihtiyaç ve standartlarının gerektirdiği uygun önderleri eğitmek, atamak, seçmek ya da
veraset yoluyla tayin etmek; h) Birinin din ya da inancının ilkeleri uyarınca dinlenme günlerine riayet
etmesi ve dini günleri kutlayarak törenleri yerine getirmesi; i) Ulusal ve uluslararası düzeyde, din ve
inanç konularında birey ve cemaatlerle iletişim kurmak ve sürdürmek”.
Bu düzenleme de açıkça göstermektedir ki, inançları açığa vurma özgürlüğü; ibadethane açabilmek,
bağlantılı diğer kurumları oluşturabilmek, dini kıyafetleri ve diğer malzemeleri üretmek, elde etmek ve
kullanabilmek, yayın yapmak ve dağıtmak, mali yardım toplayabilmek, dini önderleri eğitmek, seçmek
ve atamak, haklarını da içermektedir.
5. Din eğitimi ve öğretimi demokratik bir toplumun gereğidir
Din ve vicdan özgürlüğünün kapsamında din eğitimi konusu da girmektedir. Medeni ve Siyasal Haklar
Sözleşmesinin 18. Maddesinin 1. Fıkrasında inançları açığa vurmanın bir şekli olarak “eğitim” de
sayılmaktadır. Ayrıca maddenin 4. Fıkrasına göre, “Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, anne-babalar ile
mümkünse vasilerin kendi inançlarına uygun biçimde çocuklarına din ve ahlak eğitimi verilmesini
isteme özgürlüğüne saygı göstermeyi taahhüt ederler.”
İnsan Hakları Komitesi’ne göre, 18. maddenin 4. paragrafı, tarafsız ve objektif bir şekilde verilmesi
koşuluyla, “dinler ve ahlaklar hakkında genel konuların” devlet okullarında eğitimine izin vermektedir.
18. maddenin 4. paragrafında öngörülen ebeveyn ya da vasilerin çocuklarının dini ya da ahlaki
eğitimlerini kendi inançlarına göre verilmesini isteme hakkı, aynı maddenin 1. paragrafında öngörülen,
bir dini ya da inancı öğretme özgürlüğü ile yakından bağlantılıdır. Komite’ye göre, “belli bir din ya da
inanç öğretimini” içeren kamusal eğitim sisteminin, ebeveynin ya da vasilerin isteklerini dikkate alan
ve ayrımcılık gözetmeyen tercih imkanları ya da muafiyetler öngörmedikçe, 18. maddenin 4.
paragrafına aykırı olur18.
İnsan Hakları Komitesi, 18. maddenin 4 fıkrasına ilişkin genel yorumunda, dini eğitim ve öğretimin iki
boyutuna işaret etmektedir. Bunlardan biri, belli bir din ve inanca dayalı (confessional) eğitim; bir diğeri
ise belli bir din ve inanca dayalı olmayan (non-confessional) öğretimdir. İnsan Hakları Komitesine göre,
devletlerin, tarafsız ve objektif nitelikte, belli bir din ve inanca dayalı olmayan “genel din ve ahlak
bilgisini” devlet okullarında zorunlu ders olarak öğretmesi, din ve vicdan özgürlüğünü ihlal etmez. Buna
karşın, ebeveynlere seçme ya da muafiyet hakkı tanımadan, “belli bir din veya inanç” eğitiminin
okullarda zorunlu kılınması, din ve vicdan özgürlüğünü ihlali eder.
17
18
CCPR, General Comment No. 22, parag.4.
CCPR, General Comment No. 22, parag.6.
7
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 1. Protokolün, “Eğitim hakkı”nı düzenleyen 2. maddesinde,
“Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu
eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir”
denilmektedir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, Türkiye’de okutulan zorunlu din kültürü
ve ahlak dersi hakkında, 1448/04 başvuru no ve 2007 tarihli, Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye Kararında,
benzer yorumu yapmıştır. Başvurucular Türkiye’de okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” konulu
zorunlu derslerin, okutulma şeklinin, 1 No’lu Protokol’ün 2. maddesinin ikinci cümlesi ve AİHS’nin 9.
maddesi uyarınca güvence altına alınan haklarını ihlal ettiğini ileri sürmüştür.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararında, öncelikle Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 1396
(1999) ve 1720 (2005) sayılı iki tavsiye kararına değinmiştir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, 27
Ocak 1999 tarihinde kabul ettiği din ve demokrasi konulu 1396 (1999) sayılı kararında, üye devletlere
şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“… (ii) dinlerle ilgili eğitimi teşvik etmek ve özellikle: Ahlak ve demokratik vatandaşlık eğitimi
çerçevesinde, gençlerin muhakeme gücü olan bir yaklaşım geliştirmesini gerektiren bir değer bütünü
olarak dinlerin öğretimini hızlandırmak; karşılaştırmalı tarih okullarında, kökenlerini, değerlerinin
bazılarındaki benzerlikleri ve adetlerinde, geleneklerinde, bayramlarındaki vb. farklılıkları vurgulayarak
farklı dinlerin öğretilmesini teşvik etmek;… çocuklar sözkonusu olduğunda, dinle ilgili devlet destekli
eğitim ile ailelerin dini inancı arasındaki herhangi bir çatışmayı, bu çok hassas konuda ailelerin özgür
kararına saygı duymak amacıyla, önlemek…”.
Kararda dikkat çeken hususlardan biri, devlet destekli din eğitiminin teşvik edilmesi; ikincisi ise, devlet
destekli dini eğitim ile ailelerin dini inancı arasında herhangi bir çatışmaya meydan verilmemesi
gerektiğidir. Kararda, bu konuda önceliğin ailelerde olduğu ifade edilmektedir. Kararda yer verilen
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin, 4 Ekim 2005 tarih ve 1720 (2005) sayılı kararında, ilk ve
ortaöğretimde devlet tarafından verilen din eğitiminde şu hususlara dikkat edilmesi tavsiye
edilmektedir:
“14.1. bu eğitimin amacı, çocukların kendi ülkelerinin ve komşu ülkelerin dinini öğrenmesini, herkesin
kendi dininin “doğru din” olduğuna inanma hakkı olduğunun ve farklı dinlere inanan veya herhangi bir
dine bağlı olmayan diğer kişilerin farklı insanlar olmadıklarının farkına varmalarını sağlamak olmalıdır;
14.2. hiçbir dine bağlı olmama seçeneği ile birlikte, tam bir tarafsızlıkla temel dinlerin tarihini
içermelidir; 14.3. bağnaz din adamlarına yaklaşırken gençlerin kendilerinden emin olmalarını sağlamak
için onların bilgilendirilmesini sağlamalıdır; 14.4. devlet dini olan bir yerde bile, kültür ve ibadet alanları
arasındaki sınırı aşmamalıdır. Eğitimde sözkonusu olan bir inancı aşılamak değil, gençlerin dinlerin
neden milyonlar için inanç kaynakları olduğunu anlamalarını sağlamaktır; 14.5. din dersi veren
öğretmenler özel bir eğitim almalıdırlar. Kültürel veya edebi bir bilim dalının öğretmenleri olmalıdırlar.
Ancak, bir başka bilim dalındaki uzmanlar da bu eğitimden sorumlu tutulabilirler. 14.6. devlet
makamları, öğretmen eğitiminden sorumlu olmalı ve her ülkenin özelliklerine ve öğrencilerin yaşlarına
uyarlanabilecek müfredat programlarını belirlemelidirler. Avrupa Konseyi, bu programları hazırlarken
dini inanç temsilcileri dahil olmak üzere bütün ortaklara danışacaktır. 19”
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin bu iki tavsiye kararı da, çok açık bir şekilde, belli bir din ve
inanca dayalı “eğitim” ile genel din kültürü ve ahlak “öğretiminin” bir birinden farkını ortaya
koymaktadır. Meclis, karında öncelikle “dinlerle ilgili eğitimi teşvik” etmekte ve günümüzde dini
eğitimin gerekliliği üzerinde durmaktadır. Tavsiye kararlarında açıkça görüldüğü gibi, belli bir dine ve
19
Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye Kararı, p.28-29.
8
inanca dayalı olmayan, bütün din ve inançlar hakkında genel bilgiler veren din kültürü ve ahlak bilgisi
öğretiminin devlet okullarında okutulmasının zorunlu olması, hiçbir şekilde din ve vicdan özgürlüğüne
aykırı görülmemektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyine üye 46 devletteki uygulamalara kararında yer
vermiştir. Avrupa Konseyine üye 46 devletin 43 tanesinde devlet okullarında din eğitimi dersleri
verilmektedir. Yalnızca, Arnavutluk, Fransa (Alsace ve Moselle bölgeleri hariç) ve Makedonya bunun
dışındadır. Konseye üye 46 devletin 25 tanesinde din dersleri zorunludur. Beş ülkede (Finlandiya,
Yunanistan, Norveç, İsveç ve Türkiye) belli bir din ve mezhebe dayalı olmayan din dersleri zorunlu
kılınmaktadır. Buna karşın belli bir din veya mezhebe dayalı eğitim veren, Avusturya, Kıbrıs, Danimarka,
İrlanda, İzlanda, Lihtenştayn, Malta, Monako, San Marino ve İngiltere’de, din derslerinden muafiyet
tanınmaktadır. Yine belli bir dine ve mezhebe dayalı din eğitimi veren; Almanya, Belçika, Bosna Hersek,
Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Sırbistan, Slovakya ve İsviçre’de, din dersi yerine başka bir ders seçme
hakkı zorunlu kılınmaktadır. Bu ülkelerde, ilgili bakanlıklar tarafından hazırlanan müfredatta,
mezhepsel eğitim yer almaktadır. Eğer öğrenciler din dersi yerine başka bir ders seçmemişlerse bu
derslere katılmak zorundadırlar. Diğer 21 devlette ise, okullarda din dersi bulunmakta, ancak bu ders
çocuklar ya da veliler tarafından seçilmesi durumunda verilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre, “1 No.’lu Protokol’ün 2. maddesi, dini eğitim ve diğer dersler
arasında ayrım yapılmasına müsaade etmez. Bu madde, Devlet’in, devlet eğitim programının tamamı
boyunca, ebeveynlerin, ister dini ister felsefi olsun, inançlarına saygı göstermesini gerektirir”.
Mahkeme’ye göre, “müfredatın düzenlenmesi ve planlanması ilk olarak Taraf Devletlerin yetkileri
dahilinde bulunmaktadır.” Mahkeme devamında şu önemli tespiti yapmaktadır:
“Özellikle 1 No.’lu Protokol’ün 2. maddesinde yer alan ikinci cümle, Devletlerin, devlet okullarında,
verilen öğretim aracılığıyla doğrudan veya dolaylı olarak dini veya felsefi türde objektif bilgi vermesini
engellemez. Ebeveynlerin dahi bu öğretim veya eğitimin okul müfredatında yer almasına itiraz
etmelerine izin vermez. Zira aksi halde tüm kurumsallaşmış öğretim uygulanamaz hale gelme riski ile
karşılaşır ”.
Kararda da çok açık bir şekilde ifade edildiği gibi, “dini veya felsefi türde objektif bilgi” veren bir din
kültürü ya da ahlak dersinin devlet okullarında zorunlu kılınması, din ve vicdan özgürlüğüne ve bu
kapsamda anne ve babanın dini ve felsefi inançlarına uygun eğitim taleplerine aykırı görülemez.
Kararda, ailelerin böyle bir derse müfredatta yer vermesine itiraz hakkı olmadığı ifade edilmektedir.
Mahkeme, Devlet’in eğitim ve öğretimle ilgili olarak üzerine düşen görevleri yerine getirirken, “bir dini
benimsetme uğraşından uzak”, “dinle ilgili olarak eleştirel bir bakış oluşturmalarını sağlayacak şekilde
müfredatta yer alan bilgilerin nesnel, eleştirel ve çoğulcu bir şekilde aktarılmasına dikkat edilmesi
gerektiğine işaret etmektedir”. Mahkeme’ye göre Sözleşmede yasaklananının, din dersinin olması
değil, “devletin tek yönlü koşullandırma” (indoctrination) hedefi gütmesidir20.
Mahkeme muafiyet yöntemi konusunda da bir saptama yapmaktadır. Mahkemeye göre, “bu
muafiyetin kapsamı ne olursa olsun, ebeveynlerin okul yetkililerine dini ve felsefi inançlarını
bildirmelerinin zorunlu olması, inanç özgürlüklerine saygı gösterilmesi için uygun bir araç değildir 21”.
Din dersinden muafiyet işlemi, farklı dini veya felsefi inanışlara sahip aileleri ağır bir yük altına
sokabilmekte ve onları, çocuklarının din dersinden muaf tutulmaları için dini ya da felsefi inançlarını
ifşa etmeye mecbur kılmaktadır” 22 .
20
Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye Kararı, p. 52.
Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye Kararı, p. 75.
22
Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye Kararı, p. 76.
21
9
II. DEMOKRATİKLEŞME PAKATİNDE DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ ALANINDAKİ DÜZENLEMELERİN
DEMOKRASİNİN GEREKLERİ IŞIĞINDA DEĞERLENDİRİLMESİ
Türkiye’de 3 Eylül 2013 tarihinde açıklanan ve 02.03.2014 tarihinde TBMM’nin 24.Dönem 4.Yasama
Yılı 71.Birleşimin kabul edilen 6529 sayılı, Temel Hak ve Hürriyetlerin Geliştirilmesi Amacıyla Çeşitli
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 06.03.2014 tarihinde Cumhurbaşkanı onayına
sunulmuştur. 4. Demokratikleşme Paketi olarak da nitelendirilen bu Kanun ile Türkiye’de
demokratikleşme önünde engel görülen birçok kanun düzenlemesinde değişiklik yapılmaktadır. Bu
kapsamda din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda değişiklik öngörülmektedir.
Din ve vicdan özgürlüğü bağlamında bir diğer değişiklikte kılık ve kıyafet yönetmeliğinde yapılmıştır.
Bu kapsamda kamuda kılık kıyafet özgürlüğü sağlanmıştır. Bir diğer değişiklik de, kurban derisi, fitre ve
zekat toplama konusundaki kanun ve yönetmelik hükümlerinin değiştirilerek yardım toplamadaki
kısıtlamaların kaldırılması hakkındadır.
1. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda Yapılan Değişiklik
Dördüncü Demokratikleşme Paketi olarak nitelenen 6529 sayılı Kanunun 14. Maddesi ile 26/9/2004
tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını
engelleme” kenar başlıklı 115. Maddesinin ikinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve maddeye
üçüncü fıkra eklenmiştir.
“(2) Dini inancın gereğinin yerine getirilmesinin veya dini ibadet veya ayinlerin bireysel ya da toplu
olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla
engellenmesi hâlinde, fail hakkında birinci fıkraya göre cezaya hükmolunur.”
“(3) Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla bir kimsenin inanç, düşünce
veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale eden veya bunları
değiştirmeye zorlayan kişiye birinci fıkra hükmüne göre ceza verilir.”
Önceki düzenleme şu şekildeydi:
“Madde 115- (1) Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve
kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan meneden
kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Dini ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı
başka bir davranışla engellenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre ceza verilir.”
Düzenlemenin 2. Fıkrasında yapılan değişiklikle, kişilerin toplu ibadetleri yanında bireysel ibadetlerinin
engellenmesi de suç olarak düzenlenmekte ayrıca kişinin dini inancının gereğini yerine getirmesinin
engellenmesi de yaptırım altına alınmaktadır. Üçüncü fıkra ile, cebir veya tehdit kullanarak ya da
hukuka aykırı başka bir davranışla bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam
tarzına ilişkin tercihlerine müdahale etmek veya bunları değiştirmeye zorlamak da suç olarak
düzenlenmektedir.
Türkiye’de, özellikle 28 Şubat döneminde yaygın bir şekilde ve nadir de olsa günümüzde, insanların
düşünce, inanç ve kanaatlerine dayalı olarak giydikleri kıyafetler, yaptıkları ibadetler ve seçtikleri
kanaatlerden dolayı, bireysel olarak engellendiği, kamusal alandan dışlandığı görülmektedir. Yasal bir
engel olmadığı halde hukuka aykırı bir şekilde, başörtülü avukatların adliyelerde görev yapmalarının
engellendiği, zaman zaman cebir ve şiddete maruz kaldığı görülmekteydi. Yine çeşitli meslek
odalarında, başörtülü olduğu gerekçesiyle mesleği yapması için gerekli olan ruhsat hukuka aykırı bir
şekilde verilmemekte, meslek odalarının toplantılarına bu kişilerin girmesi engellenmekteydi. Özellikle
10
üniversitelerde, görevi olmadığı halde kanuna aykırı bir şekilde ve cebir ve şiddet kullanılarak, başörtülü
öğrenciler, sınavlara alınmamakta, okul binalarına girmesi engellenmekte, hak ettiği halde mezuniyet
törenlerine katılamamaktaydı. Aynı şekilde kişilerin yaşam tarzının gereği olarak giydikleri bazı
kıyafetlerden dolayı, parklarda bazı kamu görevlilerinin hukuka aykırı müdahalelerine maruz kaldıkları
görülmekteydi. Görüldüğü gibi bu tür engellemeler “toplu engelleme” kabul edilmeyeceğinden
yaptırımsız kalmaktaydı. Yeni düzenleme ile toplu açığa vurma dışında bireysel olarak açığa vurma ya
da yaşam tarzına müdahale edilmesi durumu da yasak kapsamına alınmaktadır.
Türk Ceza Kanununun 115 inci maddesi, “İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını
engelleme” suçunu düzenlemektedir. Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir
davranışla bir özgürlüğün kullanımını engelleyen kişilere yaptırım uygulanması, insan haklar
bağlamında devletin temel yükümlülüğüdür.
İnsan hakları hukukuna göre, devletlerin insan haklarına karşı yapılan haksız müdahaleler karşısında iki
türlü sorumluluğu bulunmaktadır. Birincisi, kamu görevlilerince doğrudan gerçekleşen ihlalleri
engellemek ve yaptırıma bağlamaktır. Buna devletin “negatif” ve “dikey” yükümlülüğü denilmektedir.
İkincisi ise kamu görevlileri dışında dolaylı olarak diğer kişilerce gerçekleşecek ihlalleri engelleme ve
yaptırıma bağlamaktır. Buna da “pozitif” ve “yatay” yükümlülük denilmektedir. Dolayısıyla Türk Ceza
Kanununda bu tür davranışların suç sayılması ve yaptırıma bağlanması, devletin temel
yükümlülüklerindendir.
Yukarıda ele alındığı gibi, inanç, düşünce ve kanaat özgürlüğünün iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi
istediği düşünce ve dini inanç ve kanaate sahip olmak; ikincisi bunu açığa vurabilmektir. Vicdan
özgürlüğü olarak da nitelendirilen birinci boyut mutlak kabul edilip, bu alanı ihlal eden her türlü
davranış yasaklanmalıdır. Nitekim, TCK 115/1. Fıkrasında, düşünce ve dini inanç ve kanaati “açıklamaya
veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan meneden” kişiler
cezalandırılmaktadır. BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 18. Maddesi ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 9. Maddesi, bu tür davranışları yaptırıma bağlamayı devletlere bir yükümlülük olarak
getirmektedir.
TCK 115. Maddenin 2. ve 3. Fıkralarında ise, düşünce, dini inanç ve kanaatlerin “açığa vurulmasını”
engelleme suçu düzenlenmektedir. Açığa vurma özgürlüğünün mutlak olmadığı, kanunla bazı
sınırlamalar getirilebileceği insan hakları sözleşmelerinde kabul edilen bir husustur. Ancak kanunla
belirlenen geçerlilik alını içinde açığa vurma özgürlüğünün bir başka kişi tarafından “Cebir veya tehdit
kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla” engellenmesi halinde bunun cezalandırılması
devletin pozitif sorumluluğunun bir gereğidir. Hakkın öznesinin, hukuka aykırı kullanımı hukuk düzeni
tarafından korunmayacağından, hukuka aykırı kullanımın engellenmesi elbette bu suçu
oluşturmayacaktır.
Nitekim düzenlemede, “Dini inancın gereğinin yerine getirilmesinin veya dini ibadet veya ayinlerin
bireysel ya da toplu olarak yapılmasının” veya “yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale eden veya
bunları değiştirmeye zorlayan” kişiye yaptırım uygulanmaktadır. İnsan hakları sözleşmelerinde açıkça
yer alan “bireysel ve topluca, özel ya da kamusal alanda” bu özgürlükleri açığa vurma kişiler bakımından
temel bir hak olarak tanınmaktadır. Bu özgürlüklerin kullanımını engelleyen kişilerin cezalandırılması,
Sözleşmelerin devletlere yüklediği sorumluluklardandır.
Ancak önceki düzenleme sadece “dini ibadet veya ayinlerin topluca yapılmasının engellenmesini” suç
saymaktaydı. Bu haliyle düzenleme konu bakımından “eksik düzenleme” niteliğindeydi. Çünkü
Sözleşmelerde açığa vurma özgürlüğü “Dini inancın gereğinin yerine getirilmesini veya dini ibadet veya
ayinlerin bireysel ve toplu olarak yapılmasını” birlikte güvence altına almaktadır. Aynı şekilde “yaşam
11
tarzına müdahale” yasağı bu özgürlüğün “özel ve kamusal alanda” serbestçe açığa vurulabilmesinin
doğal sonucudur. Dolayısıyla bu unsurların eklenmesi yasadaki “eksik düzenlemeyi” tamamlamaktadır.
Aslında bu düzenlemede engelleme biçimine ilişkin getirilen ölçütler tüm haklar bakımından geçerlidir.
Bir başka ifade ile “Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla” herhangi bir
kişiye tanınan bir hakkın engellenmesi aynı şekilde yaptırıma bağlanacaktır. Bu bakımından, düşünce,
inanç ve kanaat özgürlüğü bakımından bir ayrım yapılamaz. Bu bağlamda Kanun koyucunun bu tür
davranışları yaptırıma bağlayıp bağlamama konusunda bir takdir yetkisi olduğu kabul edilemez. Burada
takdir yetkisi sadece uygulanacak yaptırımın niteliği ve miktarında olabilir.
2. 3294 Sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Kanunu’ndaki Değişiklik
Düzenlemeyle, 29.5.1986 tarihli ve 3293 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Kanunun 8 inci
maddesinin “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının gelirlerini” düzenleyen birinci fıkrasının (c)
bendinde yer alan
“Her nevi fitre, zekat, kurban derileri ve bağırsak yardımlarından, (bu bende göre elde edilecek nakdi
ve ayni gelir toplanması ve Türk Hava Kurumu, Türkiye Kızılay Derneği, Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu, Diyanet Vakfı ile Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları arasında paylaştırılması
usul ve esasları bir yönetmelik ile düzenlenir.)”
şeklindeki hüküm yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece, her nevi fitre, zekat, kurban derisi ve bağırsak
yardımlarının sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının geliri sayılmasına ilişkin düzenlemeye son
verilmiştir.
Türkiye’de yıllarca insanlar kendi inanç, düşünce ve kanaatleri çerçevesinde serbestçe fitre, zekat,
kurban derisini tasarruf etmede zorluklar yaşamaktaydı. Devlet kişilerin inançları çerçevesinde
yapacağı yardımları toplama hakkını kendi kurduğu sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına
tanımaktaydı. Oysa yukarıda incelendiği gibi, din ve inancı açığa vurma özgürlüğü kapsamına, kişilerin
dini inanları gereği yardım verme ve toplama hakkı da girmektedir.
Bu husus, Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından 1981 yılında kabul edilen, “Din ya da İnanca Dayalı Her
Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Bildirge”nin 6. Maddesinde açıkça
düzenlenmektedir. Maddenin b fıkrasında, “Hayır işleri ya da insancıl amaçlara uygun kurumlar
oluşturmak ve bunları muhafaza etmek” ve f fıkrasında, “Birey ya da kurumlardan, gönüllü olarak, mali
ve diğer nitelikte katkı talep ve kabul etmek” bu özgürlüğün kapsamında sayılmıştır. Böylece yapılan
düzenleme uluslar arası hukuka uygun olduğu gibi, iç hukukta özgürlüklerin alanını genişletici yönde
olumlu bir adım olmuştur.
3. Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelikte Yapılan
Değişiklik
8 Ekim 2013 tarihinde 28789 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu Yönetmeliği ile “Kamu
Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelikte Yapılan Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Yönetmelik” çıkarılmıştır. Yönetmelik değişikliği kapsamında şu yenilikler yapılmıştır:
“16/7/1982 tarihli ve 8/5105 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Kamu Kurum ve
Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmeliğin 5 inci maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendinin birinci paragrafında yer alan “Kadınlar;” ibaresinden sonra gelen birinci cümle
yürürlükten kaldırılmış ve aynı paragrafta yer alan “Ancak bazı hizmetler için özel iş kıyafetleri varsa
görev sırasında kurum amirinin izni ile bu kıyafet kullanılır.” şeklindeki ikinci cümle (a) bendinden
çıkarılarak maddenin sonuna (c) bendi olarak eklenmiştir.
12
Aynı Yönetmeliğin 6 ncı maddesinin birinci fıkrasında yer alan “Resmi elbise (üniforma) giymek zorunda
olanlar” ibaresi “Emniyet Hizmetleri Sınıfına mensup olanlar, hâkimler, savcılar, Türk Silâhlı
Kuvvetlerinde görev yapanlar” şeklinde değiştirilmiştir”.
“2/9/1925 tarihli ve 2413 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının Bilumum Devlet Memurlarının Kıyafetleri
Hakkında Kararnameye ilişkin bölümünün (2) numaralı bendinin birinci cümlesi yürürlükten
kaldırılmıştır”.
Bu düzenleme ile kamu görevi yerine getiren kadınların, “başı açık” olarak görev yapma zorunluluğu
ortadan kaldırılmıştır. Özgürlük esas sınırlama istisna kuralı gereğince, baş örtüsünün açıkça
yasaklanmadığı her durumda, kadınların başı kapalı olarak görev yapabileceğinin kabul edilmesi
gerekmektedir. Ancak bu düzenlemenin sorunun çözümünde yeterli kabul edilemez.
Kamu görevlilerinin kılık ve kıyafet özgürlüğü, düşünce, inanç ve kanaat özgürlüğünün kapsamında yer
alan bir konudur. “Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin
Bildirge”nin 6. Maddesinin c fıkrasında, “Bir din ya da inancın ayin ya da geleneklerine ilişkin gerekli
eşya ve malzemeyi, uygun ölçüde imal ve iktisap etmek ve kullanmak” bu özgürlüğün kapsamında
sayılmıştır. Ancak bu özgürlük, düşünce ve inanç özgürlüğünün “mutlak alanını” oluşturmaz. Kanunla
ve meşru amaçlara dayalı olarak, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun bir şekilde
sınırlanabilir.
İnsan hakları hukukuna göre herkes doğuştan temel hak ve özgürlüklere sahip olmakla birlikte, herkes
sahip olduğu hakları aynı şekilde kullanamaz. Hak ve özgürlüklerden yararlanırken, toplumsal yaşamın
zorunlu kıldığı kamusal düzen gereğince, kişiler toplumdaki görev ve sorumlulukları çerçevesinde
haklardan yararlanır. Bu kapsamda kamu görevlileri de hak ve özgürlüklerini görev ve sorumlulukları
çerçevesinde kullanabilir. Bu anlamda görevin gerekleri özgürlüklerin sınırlandırılmasında meşru bir
neden olarak kabul edilir. Ancak görevin gerekleri kapsamında yapılan sınırlamanın her durumda
“demokratik toplum düzeninin gereklerine” uyumlu olması gerekir.
Bir hakkın norm alanı belirlenirken hakkın öznesi, konusu ve yükümlüsü bakımından ayrı ayrı saptama
yapmak gerekmektedir. Doğal hukuk bağlamında insan hakları “herkese” ait haklar olarak kabul edilse
bile, hakları kullanma bakımından pozitif hukukta bir takım farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Kişiler
arasında farklılıklar oluşturmak toplumsal yaşamın ve kamusal düzenin zorunlu bir sonucudur.
Dolayısıyla pozitif hukukta herkes haklardan aynı şekilde yararlanamadığı gibi her kişi bakımından
hakkın geçerlilik alanı da değişebilmektedir.
İnsan doğasının en temel unsuru olan “düşünmek ve inanmak” her insan için doğuştan sahip olunan
bir haktır. Ancak, düşünce ve inanç özgürlüğünden herkes aynı şekilde yararlanamaz. Bu anlamda
toplumsal düzenin gereği olarak hukuk yoluyla kamu görevlileri ile siviller arasında bir takım farklılıklar
oluştuğu gibi siviller veya kamu görevlileri arasında da iş ve görev alanları bakımından farklılıklar
doğmaktadır. Bu kapsamda, kamu görevlileri arasında da görev ve sorumluluklarının gereği
gözetilmeden tek tip kılık ve kıyafet uygulaması yapılması, demokratik toplum düzeni ile bağdaşmaz.
Nitekim, AİHM Handyside kararında ifade özgürlüğü kapsamında konuya şu şekilde açıklık
getirmektedir: “Diğer yandan, ifade özgürlüğünü kullanan herkes, kendi durumu ve kullandığı teknik
araçlar tarafından alanı belirlenen ‘ödev ve sorumluluklar’ yükümlenir. Mahkeme, bu davada olduğu
gibi, ‘demokratik bir toplumda’ ‘gerekli’ olan ‘yasaklar’ ve ‘cezalar’ın ‘ahlakın korunması’na yardımcı
olup olmadıklarını araştırırken, kişilerin bu tür ‘ödevleri’nin ve ‘sorumlulukları’nın bulunduğunu
görmezlikten gelemez.”
13
Özgürlüklerin kullanım alanları, kişilerin görev ve sorumlulukları çerçevesinde bazen genişlemekte
bazen de daraltmaktadır. İfade özgürlüğünün kullanılmasında hakkın öznesine yüklenen “görev ve
sorumluluklar” , kişinin ifade özgürlüğünün genişlemesi kadar daralmasına da yol açacaktır. Bazı meslek
kategorilerinde çalışan bireylerin ifade özgürlüğü, görevin niteliği ile bağdaşır bir şekilde sınırlamalar
içerecektir. Nitekim Mahkeme Engel ve Diğerleri kararında asker kişilerin Sözleşme’deki haklardan
yararlanmada özel durumunun göz önünde bulundurulması ile ilgili şu açıklamada bulunmuştur:
“Sözleşme’nin hazırlanması sırasında Sözleşmeci Devletlerin büyük çoğunluğu silahlı kuvvetlere sahipti;
dolayısıyla her birinin bir askeri disiplin sistemi vardı. Askeri disiplin sistemi, doğası gereği, sivil
şahısların hak ve özgürlüklerine getirilemeyecek sınırlamaların, silahlı kuvvetler mensuplarınınkine
getirilebilmesine imkan verir. ”
AİHM yine Vogt kararında kamu görevlileri bakımından getirilecek sınırlamalar hakkında şu ölçüleri
koymaktadır:
“Bu ilkeler devlet memurları için de geçerlidir. Her ne kadar, konumları gereği devletin bu kişilere
mahremiyet zorunluluğu getirmesi meşru ise de sonuç olarak bu kişiler de birey olarak Sözleşmenin 10.
maddesinin sağladığı güvencelerden yararlanırlar. Bu durumda AİHM’nin, her davanın kendine özgü
koşullarını dikkate alarak, bireyin ifade özgürlüğüne ilişkin temel hakkı ile demokratik bir devletin,
kamu hizmetinin 10/2 maddesinde sayılan amaçları yerine getirmesini gözetmek şeklindeki meşru
çıkarı arasında adil dengenin gözetilip gözetilmediğini denetlemesi gerekmektedir. AİHM bu denetimi
yaparken, kamu görevlilerinin ifade özgürlüğü sözkonusu olduğunda 10/2 maddede öngörülen «görev
ve sorumlulukların» şikayet edilen müdahalenin yukarıda sayılan amaçlarla orantılı olup olmadığını
değerlendirmek için ulusal makamlara tanınan belli bir takdir yetkisini haklı kılan özel bir önemi
olduğunu dikkate almaktadır”
Görüldüğü gibi Mahkeme Sözleşme’deki haklardan herkesin yararlanacağını kabul etmekle birlikte, sivil
kişiler ile kamu görevlileri arasında bir ayrımın yapılmasını ve ikinciler için kamu görevinin gereği olarak
hakların daha fazla sınırlanmasını Sözleşme’deki yükümlülüklere aykırı düşmeyeceğini ifade
etmektedir.
Kamu görevlilerinin ifade özgürlüğü sınırlanırken, temel güvence ölçütleri onlar bakımından da geçerli
kabul edilmektedir. AİHM Rommelfanger davasında, Komisyon, “Özel görev ve sorumlulukları olan bir
devlet görevlisi kategorisinin varlığının kabul edildiği durumlarda bile, bunların ifade özgürlüğüne
yapılan müdahalelerde aynı kriterler temelinde ele alınmalıdır” demiştir.
Dolayısıyla kamu görevlilerinin demokratik toplumda yüklendiği görev ve sorumluluklar gereği, kılık ve
kıyafet özgürlüğünün sınırlarının bu özel durumlara bağlı olarak daralabilecek veya genişleyebilecektir..
Birey söz konusu özgürlüğünü kullanırken taşıdığı sıfatın (kamu görevlisi, asker, yargıç, avukat, gazeteci
vb gibi) kendisine yüklediği görev ve sorumlulukları göz önünde tutmak; bu özel durumun ortaya
çıkardığı olası kısıtlamalara katlanmak durumundadır. Ancak kamu görevlilerine, görevin niteliklerinin
gerektirmediği, yalnızca devlete “mutlak ve koşulsuz” bağlılık gereği getirilen yasal sınırlamalar hakkın
özüne dokunan bir müdahale kabul edilir. Kamu görevlilerine görev ve sorumlulukları çerçevesinde
getirilen sınırlamaların sınırının açıkça çizilmesi ve istisnai olması gerekmektedir. AİHM ulusal merciler
tarafından alınan önlemlerin «zorlayıcı sosyal bir ihtiyaca» cevap verip vermediği ve «izlenen meşru
amaçla orantılı» olup olmadığını demokratik toplumun gerekleri bakımından incelemektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi Anayasamızın 13. Maddesinde “temel hak ve özgürlüklerin ancak
kanunla sınırlanabileceği ifade edilmektedir. Hem AİHM hem de Anayasa Mahkemesi kararlarında
özgürlüğü sınırlayan kanunun “açık, anlaşılabilir, öngörülebilir ve ulaşılabilir” nitelikte olması
aranmaktadır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunun Ek 19. Maddesinde, “Kıyafet mecburiyeti” kenar
14
başlığı ile, “Devlet memurları, kanun, tüzük ve yönetmeliklerin öngördüğü kılık ve kıyafet kurallarına
uymak mecburiyetindedirler” denilmektedir. Görüldüğü gibi kılık ve kıyafet kurallarına ilişkin sınırlama
yetkisi tümden idareye bırakılmış durumdadır.
“Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik” kamu
görevlilerinin görev ve sorumluluklarının gerektirmediği bir çok sınırlama içermektedir. Yönetmeliğin
“Amaç - Kapsam ve Deyimler” kenar başlıklı 1. Maddesine göre, “Bu Yönetmelik, kamu personelinin
Atatürk devrim ve ilkelerine uygun, uygar, aşırılığa kaçmayacak şekilde sade bir kılık ve kıyafette
olmalarını, kılık ve kıyafette birlik ve bütünlük içinde bulunmalarını sağlamayı amaçlamaktadır”.
Öncelikle yukarıda geniş bir şekilde açıklandığı gibi “Atatürk devrim ve ilkelerine uygun” kılık ve kıyafet
zorunluğu getirilmesi “çoğulcu demokratik bir toplumun gerekleri” ile bağdaşmaz. Devrim
kanunlarında şapka kanunu kapsamında “şapka giyme zorunluğu” demokratik bir toplumun
gereklerine aykırı olur. Aynı zamanda Yönetmeliğin 5. Maddesinin b fıkrasında, “Bina içinde ve görev
mahallinde baş daima açık bulundurulur” hükmü Atatürk devrim ve ilkelerinden olan şapka kanunu ile
çelişmektedir. Dolayısıyla yönetmelik kendi içinde tutarlı değildir. Yasalarda olması gereken “açıklık ve
öngörülebilirlik” ilkesi bakımından “aşırılığa kaçmayacak şekilde sade bir kılık ve kıyafette olmalarını,
kılık ve kıyafette birlik ve bütünlük içinde bulunmalarını” gerekli kılan düzenleme sorunludur.
Yönetmeliğin 5. Ve 6. Maddelerinde “Kadınlar” ve “Erkekler” bakımından getirilen kılık ve kıyafet
yasaklamaları, “görev ve sorumluluklar” bakımından bir ayrım yapılmadan tüm kamu görevlileri için
getirilmiştir. Kadınlar, “Kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise ile strech, kot ve benzeri
pantolonlar giyilmez. Etek boyu dizden yukarı ve yırtmaçlı olamaz. Terlik tipi (sandalet) ayakkabı
giyilmez”. Bu yasakların kamu görevlilerinin görev ve sorumlulukları bakımından bir ilgisi
bulunmamaktadır. Yönetmeliğin 6. Maddesinde şu yasaklamalar getirilmiştir:
“Erkekler; Elbiseler temiz, düzgün, ütülü ve sade; ayakkabılar kapalı, temiz ve boyalı giyilir. Sandalet
veya atkılı ayakkabı giyilmez. Bina içinde ve görev mahallinde baş daima açık bulundurulur. Kulak
ortasından aşağıda favori bırakılmaz. Saçlar, kulağı kapatmayacak biçimde ve normal duruşta enseden
gömlek yakasını aşmayacak şekilde uzatılabilir, temiz bakımlı ve taranmış olur. Hergün sakal tıraşı
olunur ve sakal bırakılmaz. Bıyık tabii olarak bırakılır, uzunluğu üst dudak boyunu geçemez. Üstten
alınmaz, yanlar üst dudak hizasında olur, alt uçları dudak hizasından kesilir. Kravat takılır, kravatı
örtecek şekilde balıkçı yaka veya benzeri süveterler giyilmez. Hizmet gereğine uygun olarak verilmişse
tek tip elbise giyilir. (DeğiĢik: 7/8/1991 - 91/2048 K.) Bina içinde gömleksiz, kravatsız ve çorapsız
dolaşılmaz”.
Erkek olan tüm kamu görevlileri bakımından görev ve sorumlulukların gerekleri bakımından bir ayrım
yapılmadan tek tip kıyafet uygulaması anlayışı, günümüz çoğulcu demokratik bir toplum anlayışıyla
uyumlu kabul edilemez. Bu bakımından kamu görevlileri bakımından getirilecek kılık ve kıyafet
yasaklamaları ancak istisnai durumlarda, görevin gerekleri bakımından gerekli olanla sınırlı bir şekilde
ve kanunla yeniden düzenlenmelidir. Tüm kamu görevlileri bakımından ortak bir kılık ve kıyafet değil,
her kamu görevlisinin üstlendiği görevin gerekleri çerçevesinde, görevi zorunlu kıldığı kılık ve kıyafet
sınırlamaları getirilmesi, demokratik toplum düzeninin gereklerine daha uygundur.
III. SONUÇ
 4. Demokratikleşme Paketi kapsamında, din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili yapılan yasal
düzenlemeler uluslararası insan hakları sözleşmeleri ve sözleşme içi denetim organlarının
içtihatları ile uyumludur. Dolayısıyla yapılan yasal düzenlemeler, çoğulculuk, açık fikirlilik ve
hoşgörü üzerine bina edilen demokratik toplumun gerekleriyle uyumludur.
15
 TCK 115. Maddesinde, “İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” suçu,
özgürlüğünün konusu bakımından “eksik koruma” öngörmekteydi. Önceki düzenleme sadece
“dini ibadet veya ayinlerin topluca yapılmasının engellenmesini” suç saymaktaydı. Yeni
düzenleme ile “Dini inancın gereğinin yerine getirilmesini veya dini ibadet veya ayinlerin
bireysel ve toplu olarak yapılmasını” ve “yaşam tarzına müdahale” yasağı koruma alanı içine
alınmıştır. Bu düzenleme uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile uyumludur.
 3293 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Kanunun 8 inci maddesinin “Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının gelirlerini” düzenleyen birinci fıkrasının (c) bendinde
yer alan kısıtlama kaldırılarak her nevi fitre, zekat, kurban derisi ve bağırsak yardımlarının
sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının geliri sayılmasına ilişkin düzenlemeye son
verilmiştir. Böylece, “Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın
Kaldırılmasına İlişkin Bildirge”nin 6. Maddesinde açıkça düzenlenen, “Birey ya da kurumlardan,
gönüllü olarak, mali ve diğer nitelikte katkı talep ve kabul etmek” şeklindeki düzenleme ile daha
uyumlu bir hale getirilmiştir.
 Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelikte Yapılan
Değişiklikle, kadın kamu görevlilerinin kamu hizmetinde başı kapalı olarak çalışabilmesine
imkan getirilmiştir. Ancak yönetmelik kapsamında getirilen bu düzenleme yeterli güvence
sağlamadığı gibi, yönetmelikte kanunda yer almayan birçok özgürlük sınırlamasına yer
verilmektedir. Kılık ve kıyafet konusunun kamu görevlilerini görev ve sorumluluklarının
gerekleri doğrultusunda kanunla düzenlenmesi en uygun yol olacaktır.
 4. Demokratikleşme Paketinde yer almadığı halde, yukarıda uluslararası insan hakları belgeleri
ve demokratik ülkelerdeki uygulamalar ışığında yapılması gereken düzenlemeler olduğu açıktır.
Bunların başında “Diyanet İşleri Başkanlığı”nın hizmetin niteliği gereği oluşturulan bir çok
“bağımsız kurum” gibi hükümetten bağımsız hale getirilmesi, çoğulcu yapıda oluşturulması
önerilebilir.
 Türkiye’de son günlerde yaşanan olaylarında gösterdiği gibi, birçok Avrupa ülkesinde olduğu
gibi “dini cemaat ve toplulukların” yasal statüye kazandırılması gerekmektedir. Bu din ve vicdan
özgürlüğü kapsamında dini toplulukların bir hakkı olduğu gibi, demokratik bir toplumda
“şeffaflaşmanın” bir gereği olarak önem taşımaktadır. Dini cemaat ve topluluklara
kazandırılacak yasal statü kapsamında, üye sayıları göz önüne alınarak, vergi, eğitim ve temsil
gibi bazı haklardan yararlandırılması yararlı olacaktır.
16
Download