Untitled

advertisement
İçindekiler
Sunu
Tarihte "Kırılma Noktası" ve "Yanlış Uygarlık"
"Egemen Sınıf" genişliyor
Yasalar, reformlar, dönüşümler
Eski Dünya sallanıyor
Yeni "randevu"ya doğru
ABD: Yeni Dünya Düzeni'nin Roma'sı
Roma: 500 yıllık tutku
"Yeniden Doğuş"un antik modeli
İlluminati: Aydınlanma'nın "radikal" entelektüelleri
"A Merica" - Batı Yıldızı'na Doğru
Herkesin Roma'sı kendine
"Elit"lerin Yeni Dünya Düzeni
Kaos stratejisi, Güneydoğu Asya'ya yöneliyor
"Stratejik Müttefik" mi, "suç ortağı" mı?
Amerika: Kolonizasyondan, İmparatorluğa
"Aydınlanma" ve "Yeni Roma" düşleri
Bloklaşma ve Soğuk Savaş
"Yeni bir Pearl Harbor gerekiyor"
"Suç ortaklığı"nın utancı ve "maliyeti"ni göze alabiliyor muyuz?
Yayın Listemiz
Sunu_______________________
2012:Marduk’la Randevuadlı romanın yazarı Burak ELDEM’in Web
Sitesindeyazdığı makalelerinden seçtiklerimizi sizin için hazırladık..
Burak ELDEM bu makalelerinde, son yıllarda tüm dünyada konuşulan
MARDUK FENOMENİ’ne, bir başka açıdan bakmaktadır
Değerlendirme ve hüküm sizlere aittir.
Değerli “OKU”R,
Dileğimiz size yararlı olabilmek...
Evreni (algılayamadıklarımız dahil) yöneten ve farklı adlarla işaret edilen
Yüce Gücün bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini
diliyoruz;
“Eğer bu duanın gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi
olacaksa...”
1
MARDUK ya da KAOS
_______________________
Yorumsuz Bildiri
İnsanlığa gerçekleri anlattığına inandığımız
düşünürlerin, yazarların, aydınlanmışların ilimsel üretimlerini sizlerle
paylaşmaktan başka bir arzumuz yoktur.
Biz bir başka insanı değişim-dönüşüme uğratamayız.
Bizim yapabileceğimiz tek şey değişim-dönüşümün meydana gelebileceği,
hoşgörü ve sevginin girebileceği
bir alan, bir boşluk yaratmaktır.
_______________________
Tarihte "Kırılma Noktası" ve "Yanlış Uygarlık"
Eski Dünya'nın (bizim tanıdığımız ve izini bulduğumuz) ilk uygarlıkları, aşağı
yukarı İ.Ö dördüncü binyılın sonlarından itibaren biçimlenmeye başladı:
Gelişmiş bir kent yapısı; yerleşik ve sistemli bir tarım etkinliği; derinleşmiş ve
çeşitliliği artmış bir toplumsal işbölümü (ki mimari, madenciliğin ilk örnekleri
ve genel anlamıyla zanaatların gelişimi sağlamıştır bunu); yazının
gelişimiyle büyük bir sıçrama yaşamış "kültürel kimlikler" ve otoritenin
merkezinde yer alan, kurumsallaşmaya başlamış bir inanç sistemi, bu
uygarlıkların "varoluş harcı"ndaki önemli unsurlardı. Ekonomik yapılanma
esas olarak tarımsal üretim üzerinde yükseliyordu ve ticaret
hareketlenmeye başlamış olsa bile henüz "yerel" bir etkinlik olmanın pek de
ötesine geçebilmiş değildi. Toprak üzerindeki haklar, uygulamada
bölgelere göre farklılıklar göstermekle birlikte, tapınak rahiplerinin ve
kendisi de Başrahip olan "Kral"ın denetimindeydi ama mülkiyet, kuşkuya
yer bırakmayacak biçimde toprağı işleyene aitti. Tapınaklar ve Krallık,
tarım üretiminden büyükçe bir payı kendine ayırmakla birlikte toplumsal
yapı içinde sınırları netleşmiş "sosyal sınıflar" oluşumuna sıcak bakmıyordu
hiç. Ordu harcamaları ve yerel yönetim giderleri (imar etkinlikleri ve
festivaller gibi) toprağı işleyenlerden alınan "katkı" ile karşılanırken, az
sayıdaki yönetim görevlisi ve subay dışında, Kral'ın ve rahiplerin iktidarına
ortak olacak sınıfsal tabakalaşmalar söz konusu olmuyordu. Bir başka
deyişle, bugün ortodoks tarih anlayışının vurguladığı "Köleci Toplum"
dinamikleri ufukta bile görülmemişti. Bir "kurum" olarak kölelik, sarayda,
2
tapınaklarda ya da evlerde çalıştırılan hizmetkârların ya da bazen taş
ocaklarında çalıştırılan esir alınmış "yaban kabile" üyelerinin ötesine
uzanmıyordu; dolayısıyla, ülke halkının bir sınıfsal farklılaşma içinde "köleler
ve köle sahipleri" gibi bir ayrışma yaşaması, hele tarımsal üretimin
merkezine köle emeğinin yerleşmesi gibi bir durum söz konusu değildi. İşte
İ.Ö 3100 dolayında ortaya çıkan Mısır, Sümer, Harappa ve Minos gibi, Eski
Dünya'nın başlıca öncü uygarlıkları, böyle bir tablo çiziyorlardı tarihin söz
konusu evresinde.
Uygarlık tarihinin bu ilk evresinde, "devletin hegemonya araçları" sanıldığı
gibi despotik bir askeri/polisiye örgütlenmeye değil, tapınak rahiplerinin
sahip olduğu "gizemli evrensel bilgi"ye ve bu bilginin kitlelere sunuluş biçimi
olan "din"lere yaslanıyordu. Rahip, "bilinmeyeni bilen"di; göklerdeki
yıldızların hareketini, zamanın akışının ölçülmesini, mevsimlerin dönüşümünü
yalnızca o anlar ve o izlerdi. Bunu, "Tanrısal" bir bilgelikle yürüttüğü
düşünüldüğü için, tarihin ilk dönemlerinden itibaren rahiplere hem saygı
duyulmuş, hem de onlardan korkulmuştu. Tarımı bilen; ekim ve hasat
zamanını doğru planlayan; hava durumu ve yağmurlar, nehir taşkınları
hakkında "önceden haber veren" bu insanların, toplumsal örgütlenmenin
merkezine yerleşmelerine kim itiraz edebilirdi ki? Söyledikleri her şey gerçek
çıkıyor; yaptıkları her uyarı doğrulanıyordu. O halde "otorite", rahibe ait
olacaktı. Başlangıçtan itibaren "Kral" dediğimiz yöneticiler, sanılanın aksine
"kahraman askerler"den değil, "bilge rahipler"den çıktı. Yönetim
kademelerini, daha alt düzeydeki diğer rahipler oluştururken "Kraliyet
Sarayı" da, aslında "gözlemevi" işlevi gören ama halka "ritüel merkezi"
olarak sunulan tapınaklar olacaktı.
"Egemen Sınıf" genişliyor
Aşağı yukarı bin yıl kadar sonra, İ.Ö ikinci binyılın başlarına gelindiğinde,
hemen bütün büyük uygarlıklarda kaçınılmaz yönetsel dönüşümler
yaşanmaya başladı: Güvenli kentler ve teknolojik gelişim ölümleri azaltıp
ömürleri uzatıyor, dolayısıyla da ciddi bir nüfus artışı ortaya çıkıyordu. Büyük
krallıklar, artık eskisi gibi bir "merkez kent" ve onun çevresinde dağınık
biçimde bulunup himayesi altında yaşayan birkaç küçük kasabadan
oluşmuyordu: Çok sayıda yerleşim yeri ortaya çıkmıştı ve buralarda da
hem tarımsal üretim gelişiyor, hem zanaat etkinlikleri çeşitleniyordu. Bu
durum, doğal olarak ticareti de hatırı sayılır biçimde hızlandırmış ve
ekonomiye göreceli bir canlanma getirmişti. Diğer yandan, ilk büyük
uygarlıklar "kendi topraklarını tanıma ve koruma" sürecini çoktan geride
bırakmış; etkinlik alanını coğrafi olarak geliştirme düşleri peşinde koşmaya
başlamıştı. Artık askeri seferler yakın çevreyle sınırlı kalmıyor, komşu kentdevletleri ya da küçük bağımsız yerleşim birimleri zaptedilerek "fetihler
çağı" başlatılıyordu. Savaşı sık yaşanır bir olgu haline getiren bu dönüşüm
hem savaş esirlerini köleleştirerek "ekstra bedava emek" sağlıyordu
yöneticilere, hem de çevre kent-devletlerin sahip olduğu kaynak ve
zenginliklere "ticaret dışı" yöntemlerle sahip olma açgözlülüğüne kapı
3
açıyordu. Bu dönüşüm, büyük imparatorluklarda "hegemonya
mekanizmasını" ve devletin temel yapısını ciddi değişimlere zorluyordu:
Devlet şemsiyesi altına dahil edilen yeni yerleşim birimlerinde, "yerel
yönetim ofisleri" kurma gereği ortaya çıkmıştı ve bu durum, iktidar sahibi
Tapınak Rahipleri'ne ek olarak, yeni bir katmanı, "bürokrasi"yi ortaya
çıkarıyordu. Diğer yandan askeri seferler nedeniyle komutanların önemi ve
ağırlığı artmaya başlıyor; yeni ele geçirilen bölgelerde onlara toprak
hediye ediliyor; savaş esirleri de bu toprağı işleyecek kölelere
dönüştürülüyordu.
Mısır, Mezopotamya ve Yakındoğu'nun tamamında eşzamanlı olarak
başlayan bu dönüşüm, "Köleci Devlet" şablonunun ilk prototiplerini ortaya
çıkarmıştı çıkarmasına ama hegemonyanın paylaşılması, yeni yönetsel
sorunları da beraberinde getirmişti: Merkezi yönetim hatırı sayılır biçimde
zayıflıyor; başkentlere uzak yerlerdeki yerleşimlerin yerel yöneticileri ve
bürokrasileri palazlanıp güç kazanıyordu. Çok sayıda farklı "tapınak erbabı"
ortaya çıkıyordu imparatorlukların sınırları içinde ve bunlar arasında bir
egemenlik yarışı yaşanıyordu.
Mezopotamya'da bu dönüşümün liderlerinden biri, Akat Kralı "Büyük
Sargon" olmuştu. Sargon (ya da Akatçadaki söylenişiyle "Şarru-Kin", yani
"adil kral") kalabalık göç hareketleri sonrasında çözülmeye başlayan
Sümer uygarlığının kültürel mirasını almış ve Sami topluluğuna maletmişti;
dahası, "yayılmacı" hükümdarların da ilk örneğiydi bölgede ve Akat
İmparatorluğu'nu Yakındoğu'nun en etkili gücü haline getirdi. Ne var ki
bürokratik genişleme ve bunun sonucunda merkezi yönetimin hem iktidar
gücü hem de ekonomik olarak zayıflaması, torunuNaram-Sin 'den itibaren
(İ.Ö 2200) bu güçlü devleti de sarsmaya başlayacaktı. Tıpkı bir
köpekbalığının yüzmeye devam etmesi için enerji kazanmaya ve bu
amaçla yoluna çıkan her canlıyı yutmaya zorunlu olması gibi, Naram-Sin
de yeni ortaya çıkan "emperyal devlet"in varlığını korumak ve artan
masraflarını karşılayacak ekonomik güce ulaşmak için "savaş ve fetih
hareketlerini süreklileştirmek" durumunda olduğunu ilk fark eden
hükümdarlardandı. Suriye'ye dek çıktı, Ebla kentini ele geçirip yağmaladı
ve kendine bağladı; ardından Kenan dolaylarına yürüdü, önüne çıkan her
yerleşim birimini yuttu. Ama bütün bunlar, büyüdükçe hantallaşan
imparatorluğun çürümesini engellemeye yetmedi. Artık Başrahip-Kral ve
tapınak ileri gelenlerinden oluşan basit bir iktidar çekirdeği değil, yerel
yöneticileri, bürokrasisi ve askeri/polisiye gücüyle çok daha genişlemiş bir
"egemen sınıf" söz konusuydu ve "iktidar nimetleri" bu sınıfın her kademesini
doyuracak biçimde yeniden düzenlenmeliydi. Ama nasıl?
Yasalar, reformlar, dönüşümler
Benzeri sorunları Mısır da çok ciddi biçimde yaşıyordu. Eski Krallık
döneminin sonlarına doğru (aşağı yukarı İ.Ö 2200 sonrası) Aşağı ve Yukarı
Mısır bölgeleriyle sınırlı kalmayıp doğuda Sina'yı, batıda Libya çöllerini ve
güneyde Nubya'yı da içine alacak biçimde büyüyen ülkede hem etnik
4
yapı çeşitlenmiş, hem de farklı rahip gelenekleri arasında sürtüşmeler
yaşanmaya başlamıştı. Dahası, yaygınlaştırılmış iktidar mekanizmalarının
palazlandırdığı yönetim bürokrasisi, "Büyük Ev"in ("Pero" - Firavun) ekonomik
anlamda giderek daha fazla sıkıntı yaşamasına neden oluyordu.
Zenginleşen ve nüfuzlarını artıran bürokratların keyfi uygulamaları, Orta
Krallık'tan itibaren tıpkı Mezopotamya'da olduğu gibi Mısır'da da yeni ve
heterojen bir "egemen sınıf"ın tanımlanması gereğini ortaya koyuyordu.
Savaş ve fetih politikalarının süreklileştirilmesiyle oluşturulmaya başlayan
"köleler ordusu" tarım alanlarında kullanılarak zenginlik artırılmak istendi.
Ancak yerel halklar, olan bitenden tedirgin olmaya başlamış;
imparatorlukların etki alanları içindeki kentlerde kaos ve huzursuzluklar
yaşanmaya başlamıştı.
Aşağı yukarı İ.Ö 18. yüzyıl başlarında, Akat İmparatoruHammurabi ,
"tanımlanmış sosyal roller"i de içeren ünlü yasalar sistemiyle yeni dönemin
yaşama ve yönetme koşullarını belirleme çabasını başlattı. Aslında
Hammurabi'nin yasaları bir hukuk sisteminden çok, eski dönem gelenekleri
ve alışkanlıkları uzantısında, uyulması gereken bir "ilahi ve ahlaki" kurallar
bütününü tanımlıyordu ve yaptırım gücü de çok tartışılacak durumdaydı.
Ama yine de, bu öncülük Mısır'da da izlendi ve "yerleşik yerel halkı rahatsız
etmeyecek", savaş tutsakları ve fethedilen bölgelerin esir alınmış köylüleri
üzerine kurulu bir "köleci devlet" anlayışını biçimlendirmeye başladı.
Hükümdarın "kendi halkı" asla köle olmayacaktı; ama yönetici sınıfın artan
ekonomik gereksinimlerini karşılamak üzere kölelik, tutsaklar aracılığıyla
kurumsallaştırılacaktı.
Bu politika, yüz yıl kadar hem Babil'de, hem de Mısır'da şiddetle uygulandı.
Ne var ki, merkezi krallıkların zayıflayışı engellenemedi. Diğer yandan,
katmanları çeşitlenen yalnızca egemen sınıf da değildi: Ekonomik
dengesizlik ve eşitsizlikler, "sade vatandaş"ı da ciddi biçimde
yoksullaştırmaya başlamış, endişe ve homurdanmalar artmıştı. Yavaş yavaş
isyanlar, iç karışıklıklar ufukta belirmeye başlıyordu ama imparatorluklar
hâlâ güçlüydü ve büyüyen askeri/polisiye mekanizmalarıyla, despotça
yöntemler kullanarak denetimi elde tutmayı sürdürüyordu hükümdarlar. Ta
ki, o "meş'um" güne kadar...
Eski Dünya sallanıyor
İ.Ö 1649'da, Doğu Akdeniz'de başlayan bir deprem dalgası, bütün dünyayı
hatırı sayılır biçimde sarstı. Ege'de, güçlü Minos Krallığı'nın görkemli kenti
Akrotiri yerle bir oldu; Girit ve Kıbrıs defalarca sallandı; tsunamiler Lübnan
dolaylarındaki Byblos'tan, Mısır'ın delta çıkışındaki yerleşimlerine dek bütün
Akdeniz kıyılarını vurdu. Art arda gelen depremlerin şoku tam atlatılır gibi
olmuştu ki, bu kez Ege'de Thera Yanardağı, dehşet verici biçimde faaliyete
geçti. İnsanlık tarihinin bu en büyük volkanik patlamasında, İtalya'dan
Karadeniz kıyılarına, Mısır'dan İran'a dek çok büyük bir bölge, karanlığa
gömüldü: Binlerce metre yukarı püsküren kül ve duman, gökyüzünü
tümüyle kaplamıştı çünkü. Gündüzleri güneş, geceleriyse ay ve yıldızlar
5
görünmedi uzun süre. Nehirlere yağan kül ve sülfür atıkları, suları tıpkı
efsanelerde anlatıldığı gibi "kan gibi kırmızı" yaptı, zehirledi. Hayvanlar
öldüler, tarım alanları ve tarlalar ışıksızlıktan çürüdü, daha da kötüsü,
iklimde "volkanik kış" denen değişim yaşandı ve "yaz sabahlarında don
olayı" görüldü.
Bu büyük felaketler zinciri, yalnızca can kaybı ve ekonomik çöküntüye yol
açmakla kalmamış, halkların üzerinde de "psikolojik çöküntü" yaratmıştı.
Merkezi krallıklar tümüyle çöktü, ordular dağılmaya, yöneticiler daha
güvenli buldukları yerlere kaçmaya başladılar. Tam bir "kaos" görüntüsü
egemen olmuştu eski dünyanın görkemli uygarlıklarına. Ve bu kaos, tarihin
en büyük "kırılma noktası"nı oluşturdu. Güçsüz düşen imparatorluklar, o
güne dek sınırlardan içeri sokulmayan göçebe çapulcu kabilelerin yağma
ve talanlarına uğradı; hanedanlar ve eski dönemin egemen sınıfı tam bir
hezimeti yaşadı. Sözgelimi Mısır'da, otorite boşluğunu fırsat bilen ve zaten
yönetimden hoşnut olmayan yoksul kitleler, yağmacılar işlerini bitirip
gittikten sonra krallığa "el koydular". Tarihçilerin "Hiksos Devri" olarak
andıkları bu dönemin, Mısır'ın işgalcilerce ele geçirilmesine değil, bir ihtilal
sonucu "varoş insanları"nın tahta el koymasına sahne olduğunu, "2012:
Marduk'la Randevu"da uzun uzun anlatmıştım. Babil, aynı günlerde
kuzeyden gelen göçebe Hint-Avrupalı kavimlerin saldırılarına direnemeden
çökmüş; doğal afetler zinciri Minos Krallığı'nın sonunu getirmiş ve İndüs
kıyısındaki Harappa kentleri yerle bir olunca, kuzeybatılı barbar kavimler
Hindistan'ın batı ve kuzey bölgelerine egemen olmuştu.
Yaşanan, gerçek bir "kırılma noktası"ydı ve eski düzenin başarısız
hanedanları, olan bitenden ders çıkarmayı iyi bildiler: Zayıf düşmemek
gerekiyordu, bu bir. Savaş, haraç ve fetih politikası sonuna dek götürülmeli
ve süreklileştirilmeliydi, bu iki. Ve hepsinden önemlisi, egemen sınıflar "kendi
halkları"na uygulamadıkları baskı ve şiddete dayalı köleleştirmeyi, bundan
böyle sistematik biçimde yaygınlaştırmalıydı, bu üç. Çünkü, nüfus artmıştı
ve "cahil kitleler" kontrol edilemez hale gelmişti. Buldukları ilk fırsatta
hükümdarlarına "ihanet" etmeye hazır, yönetimi eline geçirmeye istekli bu
kitle, bundan böyle "zapturapt" altında tutulacaktı. "Köleci Devlet" şimdi
tam anlamıyla örgütleniyor ve uygarlık tarihinin seyrini sürekli bir "sınıf
savaşımları" rotasına sokuyordu. İ.Ö 1550'den sonra kendine gelen eskinin
büyükleri, despotizmin en kanlı görüntülerini uyguladılar. Halklar köleleştirildi,
egemen sınıfın hegemonya mekanizmaları arasında "din" en ağırlıklı unsur
olarak kullanılmaya başladı ve yasa sistemlerinin elden geçirilmesiyle
devletin reorganizasyonu tamamlandı. İşte o kritik dönemde, o büyük
facialar zincirinden sonra olanlar ve alınan kararlar, uygarlık tarihinin
bugün vardığı noktanın da belirleyicisi olacaktı.
Yeni "randevu"ya doğru
Şimdi, aradan 3650 yıl geçti ve yeni bir "küresel afetler zinciri" ufukta. Çünkü,
"Onuncu Gezegen Marduk", bir kez daha yapacak yakın geçişini.
Bugünün egemenleriyse, yeni bir "kırılma noktası"nın iktidarlarını sarsıp,
6
uygarlık tarihinin gidişatını bir kez daha değiştirmesini hiç mi hiç istemiyorlar.
Bunun için telaşlılar, bunun için "aceleleri var".
Marduk yaklaşıyor; dünyanın "Elit" egemenleriyse, süreklileştirilmiş savaş
stratejileriyle dünyada "kaos merkezi" olma potansiyeline sahip (aynı
zamanda kritik enerji kaynaklarını da elinde tutan) bölgelere yönelik
kapsamlı askeri operasyonlar düzenliyorlar. Tüm bunlar ne için, bir kez
daha hatırlayalım: Sayıları yüz bini bulmayan "elit azınlık" üyeleri yüzme
havuzlu villalarında viskilerini yudumlayabilsinler; karıları limuzin ya da
cipleriyle lüks mağazalardan alışveriş edebilsin; çocukları pahalı okullarda
okuyup kayak merkezlerinde tatil yapabilsin diye. Peki ne pahasına?
Dünya nüfusunun beşte dördünün ciddi yoksulluğu, dörtte birinin açlık
sınırında yaşaması, her yıl milyonlarca çocuğun bakımsızlık ve salgın
hastalıklardan ölmesi pahasına. Sefil, zavallı bir açgözlülük; aşağılık bir
egoizm ve hırs adına, kökleri 3650 yıl önceye dayanan bu "yanlış uygarlık"
inatla ve ısrarla korunmaya çalışılıyor. 2012 yılının son aylarındaysa, bütün
bu kokuşmuş sistemleri, "borsa" denen tapınakları, "marka" denen totemleri,
"marketing" denen amentüleri zangır zangır sallanacak halbuki. Bunu
biliyor ve korkuyorlar; korktuça da daha çok saldırganlaşıyorlar,
soysuzlaşıyorlar. Bakalım bu korkularının "ecele" bir faydası olacak mı?
ABD: Yeni Dünya Düzeni'nin Roma'sı
Romalı ozan Virgilius, iki bin yıl önce şöyle sesleniyordu halkına:
"Unutma, Romalı, ulusları yönetmek sana düşer. Senin görevlerin şunlar
olacak: Barışçı yoldan töreleri kabul ettirmek, boyuneğenleri esirgemek ve
gururluları savaşla uslandırmak." (1)
Gerçekten de, yüzyıllar boyunca bunu yapmaya çalıştı Büyük Roma:
İradesini ve egemenliğini mümkünse barışçı yoldan, değilse savaşın en
şiddetlisi ve baskının en amansızıyla kabul ettirmek.
Roma tarihi uzmanları Tim Cornell ve John Matthews, büyüme ve
egemenlik alanını yaygınlaştırma yolunda yürüyen Roma'da egemen "dış
politika"nın, göz diktiği toprakları ve bu toprakların sahip olduğu kaynakları
elde etmek için "bölgedeki küçük krallıkları akılcı ve pratik yöntemlerle
yerel müttefik haline getirmek" olduğunu vurguluyorlar: "Durum, gerçekten,
bağlaşıkların yeni fetihler için Roma'ya yardım ettikleri ve kazançtan pay
aldıkları bir çeşit ortaklıktı. Bu kazançlar, taşınabilir ganimetleri (köleler dahil)
ve toprağı içine alıyordu." (2)
Bütün bunlar belleğinizde bir şeyler çağrıştırıyor mu? Virgilius'un cümlelerini
George W. Bush'un Amerikan halkına yaptığı duygusal konuşmalarla
kıyasladığınızda ya da yukarıdaki ifadede "taşınabilir ganimetler" yerine
"petrol" ve "düşük faizli kredi" sözcüklerini kullandığınızda, fazlasıyla tanıdık
metinlerle karşılaştığınızı hissediyor musunuz?
Eğer bugün olan bitenleri ve yanımızdan yöremizden hiç eksik olmayan
"savaşı" anlamak, "Batı'yı anlamayı" gerektiriyorsa ve Batı'ya doğru
çıkacağımız her yolculuk bir biçimde ABD'den geçmek durumundaysa;
eğer Huntington ve onun izinden yürüyen ideologlar soğuk savaşın
7
bitiminden itibaren oluşmaya başlayan dünya konjonktüründe bir
"Medeniyetler Savaşı"nın izlerini yakalamaya çalışırken, kutuplardan birinin
merkez noktasına ister istemez ABD'yi yerleştiriyorlarsa ve eğer dünyanın
herhangi bir yerinde "bağımsız ve alternatif" bir politik çizgi izlemenin
vazgeçilmez ekseni "Anti-Amerikan" değerler üzerine yerleşmek
durumunda kalıyorsa, durup bir düşünmenin ve "salim kafayla" bu
gezegen üzerinde 5000 yılda biçimlendirdiğimiz uygarlığın bugün vardığı,
pek de gurur verici sayılamayacak noktayı ve buraya gelirken izlediği
yolları analiz etmenin zamanı geldi de geçiyor demektir.
Roma: 500 yıllık tutku
Georg Ostrogorsky, Bizans tarihini enine boyuna masaya yatırdığı ünlü
yapıtının başlangıcında, yaklaşık bin yıl boyunca Doğu'ya hükmeden bu
devletin organik bileşimini "Hıristiyan inancı, Yunan kültürü ve Roma siyasi
gelenekleri" biçiminde özetlemişti. (3) Benzeri bir şablonu bugün "Batı
uygarlığı" olarak adlandırdığımız (kimilerince "kaçınılmaz" olarak görülen ve
lineer bir tarih anlayışı içinde "olası tek uygarlık çizgisi" olarak
değerlendirilen) kristalize yapıya uyarladığımızda, çok da farklı olmayan bir
resimle yüz yüze geliriz. En genel hatlarıyla Batı, harcında (Luther-Calvin
rüzgârlarıyla "uslandırılmış" da olsa) Judeo-Hıristiyan inancı, Yunan
düşüncesi ve Roma devlet yapısını barındıran bir çatıyla birlikte çıkar
karşımıza. Bu üç bileşenin her biri üzerine ayrı ayrı tartışmak ve daha derin,
çok aşamalı açılımlara gitmek mümkündür belki ama ne olursa olsun, bir
tek nokta çok kesindir: Batı uygarlığının temelinde Roma'nın vazgeçilmez
ağırlığı hissedilir hep.
Yaygın deyişle "komplo teorileri" ana başlığı altında değerlendirilebilecek
sansasyonel kitabı "Kötülük İmparatorları"nda, dünün müzisyeni, bugünün
alternatif yazarı Tupper Saussy, ABD'nin varlığının her zerresinde Roma'nın,
özellikle de Roma Katolik Kilisesi'nin yapıtaşları bulunduğunu vurguluyor. (4)
Bugün ABD'nin "merkezi" olan Washington DC, yani "District Of Columbia"
denen bölgenin adının, 1663 gayrımenkul kayıtlarında "Roma" olduğuna
dikkat çekiyor Saussy. Dahası, bu bölgeyi güneyden sınırlayan Potomac
nehrine ait bir kolun da 1902 yılında bile "Tiber" adıyla bilindiğini vurguluyor.
Bugün Amerikan demokrasisinin "kalesi" olarak düşünülen Capitol binasının
da 1770'lerde bu bölgede, yani "Tiber kıyısında" en büyük arazi olan,
Katolik senatör Daniel Carroll'ın toprakları üzerinde inşa edildiğine
dikkatimizi çekiyor. Belki biraz bunaltıcı ayrıntılara da girerek, binanın
bütünüyle Roma özentisi içinde olduğundan ve Roma sembolizminden
izler taşıdığından söz ediyor Saussy: Ancak ve ancak "Jupiter Tapınağı"
niteliği taşıyan bir mekanın Roma'da Capitolium olarak
adlandırılabileceğini anımsatıp, DC'deki Capitol'ün girişindeki Roma
panteonuna ait tanrıları ve bu arada Jupiter'i resmeden kabartmaları ele
alıyor. Saussy'ye göre, kürsünün ardındaki devasa "Fasces" simgesi (ki
faşizmin simgesel kökeni olarak bilinir) başta olmak üzere düzenleme,
objeler ve genel atmosferiyle Capitol, tam bir Roma tapınağı.
8
Peki bütün bunlar ne demek? "Komplo teorisi analisti" bir yazarın
düşgücüne prim verip bugünün "modern ABD"sini bir başka gözlükle
değerlendirmek ve üzerine bir çırpıda "modern Roma" etiketini yapıştırmak
anlamlı olabilir mi? Hollywood'un fantastik senaryolarıyla aşık atmaya
çalışmadığımız ve ayağımızı yerden kesmediğimiz sürece, evet. Hele
Saussy'nin kitabında, özellikle Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde sayıları ve
etkinlikleri artan Katolik senatörlerin adlarının birer birer sıralandığı; bunların
ABD siyasi ve ekonomik sisteminde denetimleri altında bulundurdukları
resmi ve sivil kilit kuruluşların listelendiği bölümleri okuduğumuzda,
"ABD=Modern Roma" formülünün en azından çok da hafife alınmayacak
bir iddia olduğunu düşünebilirsiniz. Ama gerçek durum, Saussy'nin Vatikan
benzetmelerinin ve "Katolik komplosu" fantezilerinin çok çok ötelerine
uzanıyor.
"Yeniden Doğuş"un antik modeli
Çoğu kişi için Rönesans, dini taassubun egemen olduğu Batı kültür
yaşamına Avrupalı sanatçıların 14. yüzyılın nispeten özgür kentlerinde
verdikleri aşağı yukarı eşzamanlı tepki anlamına gelir. Kimilerine göreyse
kentli "yükselen sınıf" burjuvaların desteğini alan, Kilise baskısından yılmış
aydınların "eski pagan Avrupa" günlerine duydukları özlem olmuştur
Rönesans'ın itici gücü. Bütün bunlar, yüzeysel genel doğrular olarak ayrı
ayrı kabul görmeyi hak etseler de, dönemin artan ivmesinin ardındaki
psikolojik gücü en açık dile getiren kavram, bizzat bu hareketin adında
saklıdır: "Yeniden Doğuş". Neyin yeniden doğuşu? Elbette ve tartışma
götürmez biçimde, Roma'nın.
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda bütün Avrupa'da kasırga gibi esen
Luther-Calvin reformlarının ardında Kilise istibdadına duyulan tepki kadar,
yeni üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yeni sınıfsal
dengelerin köhnemiş teokratik siyasi mekanizmaları yerle bir etme isteği ve
coşkusu da vardır. Ama "yıkılanın yerine neyin konulacağı" sorusudur asıl
belirleyici olan ki, bu model de yadsınamayacak simgesel gücüyle açıkça
Roma'dır; bir başka deyişle, "eski güzel günlere dönüş" özlemidir Avrupa'nın
devingen kesimini heyecanlandıran. Garip ve kendine özgü bir seküler
yönetim modelinin yerel inançlara eşit uzaklıkta durduğu ve kentlerde
merkezlenen özgür ticaret, özgür sanat ve özgür bilimin üzerine merkezi
otoritenin gölgesinin düşmesine izin vermediği; bilinen dünyanın (asıl olarak
Akdeniz -mare nostrum- ve çevresi) tek bir gücün etki alanında olduğu; bu
coğrafya üzerinde malların, paranın ve fikirlerin serbestçe dolaştığı,
Papa'sız, Kilise'siz ve Senyör'süz, "eski güzel günler".
Ama hemen belirtmek gerek ki, "Roma'yı yeniden canlandırma" düşü,
patenti ondördüncü, onbeşinci ve onaltıncı yüzyılların gelişen gücü
burjuvaziye ait olan bir ideal değildir yalnızca. Aslına bakılırsa, Katolik
Kilisesi'nin ve hıristiyan istibdadının dayattığı zincirleri kırma özlemleri, çok
daha eskiye, Papalığın "sapkın" (heretic) ilan ettiği Bogomil, Albigens,
Cathar, Novatian mezheplerine; hatta bir görüşe göre altıncı yüzyıldaki
9
orijinal Kelt Kilisesi'ne dek dayanır. Son isyan dalgaları da Güney Fransa'nın
Toulouse bölgesinde Papa Innocent'in düzenlediği Haçlı Seferi ve
Engizisyon tarafından vahşice bastırılan "sapkın mezhepler"in mensupları,
elbette kolay yok olmayacak bir düşünsel itkiye ve özgür inanç - özgür
düşünce ideallerine sahiptirler ki, bu ideal, Catharların yok edildiği
bölgenin hemen güneyinde, İspanya topraklarında Katoliklerle inatlaşır
gibi, küllerinden yeniden doğacaktır. Kristof Kolomb, daha henüz
Ferdinand ve İsabel'in yönetimindeki İspanya'nın desteğini almış, Yeni
Dünya seferine başlamıştır. Batı Hint Adaları'yla birlikte "uzaklardaki ülke"nin
ilk haberleri Avrupa topraklarına ulaştığında, İspanya'da bir grup idealist
insan, yeni bir "gizli örgüt"ün çekirdeğini oluşturmaktadır. Aralarında yeni
gelişmeye başlayan burjuvazinin mensupları, zengin tüccarlar ve
mülksüzleştirilmiş eski senyörlerin bulunduğu bu insanlar, "Alumbrados"
(Aydınlanmışlar) adını vermektedirler kendilerine. Köklerini büyük olasılıkla
Cathar-Albigens hareketinden alan bu örgüt, Kilise diktasına karşı pagan
Roma dönemindeki düşünce, inanç ve ticaret serbestisini savunmakla
kalmamakta, idealleri bir adım daha ileri taşımaktadır: Kaynakların eşit
paylaşımı, özgür aşk ve dünya kardeşliği. Kolayca tahmin edileceği gibi,
İspanyol Engizisyonu olanca sertliğiyle ezer Alumbradosları. Kaçabilenler,
Fransa'ya ve Güney Almanya'ya sığınırlar.
İlluminati: Aydınlanma'nın "radikal" entelektüelleri
Onaltıncı yüzyıl sonlarında, Avrupa'nın değişik yerlerinde "Aydınlanma"
çekirdekleri filizlenmiş ve "Eski Roma özlemleri"ne bağlı idealler üzerinde
Katolik iktidarını sarsmaya başlamıştır ama hareketlerin bütününde
homojen bir yapının izlerine rastlamak güçtür. Uzun yıllar, hatta yüzyıllar
boyunca, teokratik iktidarların gazabından kurtulmak için örgütlenmesini
meslek ocağı olan loncaların ardında ("Duvarcı Ustaları Loncası") kamufle
eden Masonlar, genel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekte ve
"Aydınlanma"nın bayrağı olan "Deizm" (yaradancılık) düşüncesi çevresinde
toplanmaktadırlar. Onyedinci yüzyılın ünlü düşünür ve sanatçılarının çoğu
da bu grubun içinde yer alırlar. Tepkilerini Katolik Kilisesi'ne odaklayan ve
hıristiyanlığın yerine okültist değerleri ve serbest inancı koymaya çalışan bir
başka gizli örgüt, Rosicrucian Kardeşliği'dir (Gül-Haç) ve bir "şaka" gibi
ortaya çıkıp, özellikle Orta Avrupa'da şaşırtıcı biçimde yandaş bulmuştur
kendine. Bir üçüncü güçse, Bogomil-Cathar-Alumbrados çizgisinin en
yetkinleşmiş biçimi olarak, onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru (kaderin bir
cilvesiyle, ABD'nin "doğum yılı" kabul edilen 1776'nın 1 Mayıs'ında)
Bavyera'da doğar: Bir hukuk profesörü olan Adam Weishaupt tarafından
kurulan ve ilkin "Mükemmelciler", ardından da "İlluminati" adını alan, dar
kadrolu bir aydın hareketidir bu.
Weishaupt ve yandaşları, Batı'da yüzyıllardır için için yanan "Eski Roma'ya
dönüş" özlemlerinin en rasyonel ideolojisini biçimlendirmektedirler
Bavyera'daki gizli toplantılarda. İdeallerindeki dünyada insanların inançları
10
ve yaşam biçimleri üzerine ipotek koyan bir dine ve onun yaygın
örgütlenmesi olan Kilise'ye hiçbir biçimde yer olmadığı gibi, ülkeler ve
sınırların varlığı da dışlanmakta, tek bir "uluslararası insan kardeşliği"nin altı
çizilmektedir. (5) Üstelik, "etik bir kaygı"nın da ötesine gitmektedir İlluminati:
Weishaupt, insanların üretime yetenekleri oranında eşit katılıp,
kaynaklardan ihtiyaçları oranında pay alacakları, hegemonyasız ve
devletsiz, liberter bir dünya profili çizmektedir. Bir anlamda, "protokomünist" ideallerdir Weishaupt'un ve İlluminati'nin savundukları. Ne var ki,
onsekizinci yüzyıl sonlarında, hele Katolik ve Cizvitlerin ezici egemenliği
altındaki Bavyera eyaletinde, böylesi bir hareket, kapalı bir "entelektüeller
kulübü" olmanın ötesine geçememektedir. Oysa Weishaupt'un düşleri çok
daha büyüktür ve edilgin kalmaya da hiç niyetli değildir.
1780'lerde, üye sayısını ve etkinliğini artırıp yaygınlaşmak amacıyla, çaresiz
bir ittifaka gider Weishaupt: Avrupa'da "etkin çevrelerle" sıkı fıkı ilişkileri olan
bir aristokratla, Baron Adolf Von Knigge'yle işbirliği yaparak İlluminati
saflarına mason localarından üye kabul etmeye başlar. Başta İngiltere
olmak üzere Avrupa'nın çoğu ülkesinde Sanayi Devrimi rüzgârını ardına
almış burjuvaları saflarında toplayan masonik örgütlenme, "özgür ticaret"
ve "özgür inanç" gibi genel ilkeler dışında ("renk" katmak için monte edilen
sözümona "arkaik" nitelikteki "inisiyasyon" törenlerini katmazsak) ayırt edici
bir ideolojiyi biçimlendirememiş ve Aydınlanma'nın pragmatik yönleriyle
ilgilenmiştir yalnızca. Diğer yandan "Katolik kalesi" Bavyera'da etkin ve
saygın bir konuma erişmek için, entelektüellerin (aralarında Johann
Wolfgang Goethe'nin de yer aldığı) "krema tabakası"nca kurulan gizemli
İlluminati, iyi bir "av"dır. Weishaupt'un bu atağı kısa sürede İlluminati
hareketinin çapını hatırı sayılır oranda büyütürse de, aradan kısa bir süre
geçtikten sonra "balayı günleri" biter. İdeallerinin ve örgütündeki "minerva"
kod adıyla andığı öğrencilerinin, "saf kapitalizm" düşlerinden başka hiçbir
modeli umursamayan masonik yapının ve Rosicrucian ezoterisinin etki
alanına girmeye başladığını fark eder Weishaupt.
Aslına bakılırsa, Adam Weishaupt ezoterik öğretilere bütünüyle karşı olan
biri değildir; hatta üzerlerindeki okültist örtü kaldırıldığında antik düşünce ve
inançlara ait değerlerin kendi düşünceleriyle de paralellik taşıdığına
inanmıştır çoğu zaman. Dahası, İlluminati'nin kuruluşunu 1 Mayıs'a denk
getirmesi bile bir rastlantı değildir: Avrupa Pagan kültüründe "Beltane"
bayramıdır 1 Mayıs; doğanın "yeniden dirilişi"nin ve "dünyanın kışın
ardından yeniden aydınlanması"nın bayramıdır. Ne var ki, simgesel
anlama sahip bu "hoşluk"ların ötesinde ezoteriyle ilgilenmeyen Weishaupt
için asıl önemli ideal, "devletsiz-kilisesiz-ordusuz eşitliğe dayalı dünya
kardeşliği"dir elbette. Onun çok önem verdiği ilke ve değerler bütünüyle
geriye itilmiş, "günlük siyaset" ve yükselen yeni sınıfın çıkarlarını gözeten bir
örgüt yapısının içinde Kardeşlik yozlaşmaya başlamıştır. Sonunda, sert
tartışmaların ardından Von Knigge'yle yollarını ayırır ve İlluminati'yi,
ideallerin saflığını koruyarak "sıfırdan" yeniden örgütlemeye karar verir. Ne
11
var ki, bu umutsuz çabalarının sonuçlarını alamadan, şiddetli bir polis takibi
ve yargılanma süreçleriyle yüz yüze gelir bir anda: İlluminati üyeleri birer
birer tutuklanır (bu arada nedense polis masonlara hiç ilişmez) ve
Weishaupt üniversiteden atılır, her şeyini kaybeder. Yaşamının bundan
sonrasını, anılarını yazmakla ve İlluminati'nin savunusunu yapmakla
geçirecektir yalnızca.
"A Merica" - Batı Yıldızı'na Doğru
Diğer yandan, onsekizinci yüzyılın sonunda gücünü ve etkinliğini iyice
artıran masonik örgütlenmenin, artık İlluminati gibi "fazla radikal" desteklere
ihtiyacı yoktur. Sınırlar, okyanuslar aşılmış; Yeni Dünya'da yüzyıllardır hevesle
beklenen "Yeni İmparatorluk" kurulmuştur. Dünyanın potansiyel egemeni
olarak "serada büyütülecek" bu yeni devletin harcına da, bizzat
kurucularının, yani George Washington, Benjamin Franklin ve daha
birçoklarının elleriyle, masonik ideal yerleştirilmiştir: Ticaret ve sanayinin sınır
tanımadan "küresel" bir yapı içinde gerçekleştirileceği; dinin insanlar
üzerindeki baskısının ve Kilise'nin ekonomik/siyasi gücünün kırıldığı ama
"inanç" unsurunun yaşamasına izin verildiği, dahası, bunun desteklendiği;
aslında "insani" görülen ilkelerden yola çıktığı halde süreç içinde kaçınılmaz
olarak "hegemonya" tutkusuna kilitlenecek bir "Yeni Dünya İdeali"dir bu. O
kadar ki, serada pamuklar içinde yetiştirilecek bu "Yeni Roma" için
Okyanus'un batısındaki toprakların seçilmesi, hatta ülkeye verilen ad bile
yüzyıllar öncesinin bu idealiyle bağlantılıdır: Masonik düşünce, Batı Yıldızı
(Venüs'ün akşam yıldızı hali) izlenerek ulaşılacak, uzak ve verimli topraklara
sahip bir "simge ülke"nin düşlerini kurmuştur yüzyıllar boyu: Bu ülkenin ve
onun yönünü gösteren yıldızın adı, "Merica"dır. Dolayısıyla, sera görevi
yapacak yeni verimli toprakların adı, "Merica'ya doğru" sözcüğünden
türeyen "A Merica"dır; bir başka deyişle, onaltıncı yüzyılda kilise arşivcisi bir
rahibin düştüğü kayıtlarda yapılan bir hatadan kaynaklanan, Amerika'nın
adının Amerigo Vespucci'den geldiği düşüncesi, bir yanılgıdan ibarettir. (6)
Bu anlamda, etkinliğini ABD'nin merkezine dek eriştiren masonik
örgütlenmenin artık Weishaupt gibi "radikal"lerin getireceği prestije ihtiyacı
yoktur. Belki de bu nedenle, İlluminati ile masonik yapı arasındaki bağların
kopmasından çok kısa bir süre sonra örgüt takibata uğramış ve bütünüyle
yok edilmiştir. Yine bu nedenle, bütün Avrupa'da "İlluminati adında dinsiz
bir örgüt, dünya hükümetlerine karşı bir komplo içinde" yaygaralarıyla,
Katolik çevrelerin kışkırtmalarıyla hızlanan büyük polisiye kampanyalar
körüklenmiş ve Weishaupt ideallerine paralel düşünceler içindeki örgüt ve
dernekler, Avrupa'nın ütopik sosyalistleri, sert koğuşturmalara uğrarken,
"saygın ve nüfuzlu burjuvalar"dan oluşan mason localarına ilişilmemiştir hiç.
Bu noktada, biraz soyut ve bulanık görünen bir durumu açıklığa
kavuşturmakta yarar olabilir: Dokuzuncu yüzyıldaki Bogomillerden,
onüçüncü yüzyıldaki Catharlardan, ondördüncü yüzyıldaki Rönesans'tan
ve onbeşinci yüzyıl sonundaki Alumbrados'tan beri Batı dünyası, çok net bir
biçimde "Roma'ya Dönüş" özlemlerini yeşertmiştir içinde. Peki ama, hangi
12
Roma'dır bu, özlem duyulan? Bir "kabileler ittifakı" olarak, basit bir kent
devleti içinde kurulduğu ilk dönemlerden itibaren din ile devlet işlerini
ayıran ve inanç hizmetlerini kralın otoritesinin altında yer alan Rex
Sacrorum'a bırakan, arkaik Roma mı? Siyasi örgütlenmesini pleblere de söz
hakkı vererek "sınırları kesinleşmiş sınıflar"dan uzak tutan Cumhuriyet
Roma'sı mı? Yoksa, mare nostrum çevresindeki tüm topraklarında yerel
kültlerin ve çok renkliliğin yaşamasına izin veren ama buna karşın
prokonsül-konsül-sezar (kayzer) hiyerarşisindeki örgütlenmesi içinde sert ve
kayıtsız şartsız diktatörlüklere de kapı açabilen, fetih/haraç/kaynak
sömürüsü ekonomisine yaslanan İmparatorluk Roma'sı mı?
Herkesin Roma'sı kendine
Öncesi ve sonrasını da içerecek biçimde Aydınlanma Avrupası'nın
harcında yer alan farklı kesimlerin, bu seçeneklerin her birine değişik
anlamlarda ve değişik beklentilerle yaslandığını söyleyebiliriz. Ama
ondokuzuncu yüzyıl bitiminden itibaren ABD'deki düşler ve idealler, biraz
Bizans'ın Maviler-Yeşiller düalizmine benzeyen fraksiyon ayrılıkları gösterse
de, açıkça "İmparatorluk Roma'sı"ndan ve dünya üzerinde yeniden
egemen kılınacak bir "Pax Romana"dan yanadır. Dahası, Luther ve Calvin
darbelerini yedikten sonra çok da dikkate alınmayan bir başka kesimin,
yine ondokuzuncu yüzyıl sonu itibarıyla, bu tabloya azımsanmayacak bir
etkinliğe yaslanarak dahil olma çabaları vardır: Vatikan'daki Roma Katolik
Kilisesi'dir bu ve elbette onun düşlerindeki de, hıristiyanlığın devlet dini
olarak örgütlendiği ve Kilise'nin imparatorla yetkileri paylaştığı "Hıristiyan
Roma"ya dönme özlemleridir. Batı'da iki yüz yıla yakın bir süredir türetilen
komplo teorilerine malzeme oluşturacak inatçı bir "Anti-Masonik" ideolojinin
kaynağı da Katolik Kilisesi olmuştur çoğu kez. ABD'de Cumhuriyetçi
iktidarlar döneminde bu partinin bile sağında kalan muhafazakâr kanat
güçlendikçe, Vatikan'ın da etki alanı hissedilir biçimde büyür. Her ne kadar
Papa barış yanlısı mesajlar verse de, George W. Bush'un politikalarına
(partneri İngiltere dışında) en candan desteği verenlerin İtalya ve İspanya
gibi Katolik ülkeler olması da bunun sonuçlarından biridir aslında.
"Elit"lerin Yeni Dünya Düzeni
Yeni Dünya Düzeni ideali, iki büyük savaş, bir uzun ve yıpratıcı "Soğuk
Savaş" ve sayısız ekonomik kriz atlattıktan sonra, bugün İmparatorluk
Roma'sı düşlerini sürdürerek, yaygın ve etkin bir uluslararası örgütlenme
içinde egemen olmaya çalışıyor dünyaya. ABD, bu ülkünün ve bu sistemin
"doğal lideri" konumunda. Kral III. George döneminden itibaren (yani
bağımsızlık savaşından beri) ona el altından destek veren "büyük ağabey"
İngiltere'nin finans-kapital devleri, en güçlü partner grubunu oluşturuyorlar.
Tıpkı Soğuk Savaş günlerinde Japon mafyasını çağrıştırırcasına "UK-USA"
(Yakuza) adıyla oluşturdukları, Avustralya ve Kanada'yı da içeren paktın
seksenlerde bütün dünyanın iletişim mahremiyetini hayasızca ihlal eden
"Echelon" denetim sistemini kurması gibi, ABD merkezli "Küresel Elit"ler,
Roma düşlerini bütün dünyayı denetim altına alan ekonomik ve siyasi
13
örgütleri aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışıyorlar: Avrupa'da, "Bilderberg
Grubu"; okyanus ötesi düzeyde Japonya'yı da içeren "Trilateral Komisyon";
ulusal ekonomilerin küresel entegrasyonu için "Dünya Ticaret Örgütü" (WTO)
ve "Dünya Bankası" (WBG); siyasi pasifizasyon içinse, "Birleşmiş Milletler".
Bu yapıda, şaşılası hiçbir şey yok aslında: Her şey, İmparatorluk
Roması'ndaki gibi işliyor. Farklı etkinlik alanları için, farklı baskı gruplarını
kullanan, farklı tüzel oluşumlar. Sistemin örgütlenme yapısı bile, Roma
modeline bire bir uygun. Aslında temelleri iki yüz yıl önce atılan, finanskapital merkezli, malların ve paranın küresel serbest dolaşımı üzerine kurulu
Yeni Dünya Düzeni, farklı kesimlerin idealist, iyi niyetli "Aydınlanma düşleri"ni,
süreç içinde kapitalizm adına hadım ederek geldiği bugünkü nokta içinde
tek ciddi sıkıntısını, ondokuzuncu yüzyıl sonlarıyla, yirminci yüzyıl sonları
arasında yaşadı: Gerçek Aydınlanma ideallerini felsefi ve politik bir
sistematik içinde yeniden ayağa kaldıran Marksizm olmuştu bu sıkıntının
kaynağı. Yüzyıllar boyu baskı altında verilen onca uğraşın, harcanan onca
çabanın, dile getirilen talep ve kurulan düşlerin tümü, yeni egemen sınıfın
"elit kesimi"nce ihanete uğradığında, Marksizm bu tarihi sürecin ayakları
yere basan, kararlı bir mirasçısı olarak "tekelci Yeni Dünya Düzeni"nin
karşısına dikilmişti. Ne var ki, Sovyetler Birliği ve periferisindeki ülkelerde de
yönetici bürokrasiler hegemonya oyununun cazibesine kapılınca,
uygulamada sosyalizmin alternatif olma iddiası süreklilik ve kalıcılık
kazanamadı; meydan da bütünüyle Pax Romana'nın ferasetine kaldı.
ABD merkezli Küresel Elit'in önümüzdeki on yıl için öngördüğü stratejinin
sürekli ve yaygınlaştırılmış savaş olduğu, artık neredeyse kesin. Ne yazık ki,
dünya üzerinde giderek büyüyen toplumsal muhalefete karşın, bu
stratejinin önünü kesecek bir güç de görünmüyor ufukta. Bir yandan
"Borsa"ların tapınak, "Marka"ların fetiş ve "Marketing"in "amentü" haline
getirildiği verimsiz, huzursuz, plastik bir "Yeni Dünya Düzeni"nde yaşarken,
bir yandan da soruyoruz kendi kendimize ister istemez: Bütün yollar
Roma'ya mı çıkacak, yoksa bu gezegenin yazgısını olumlu yönde
değiştirebilecek gelişmeler "sürpriz" biçimde gündeme gelebilir mi?
Ortaçağ karanlığıyla yitirilen zamanı dünyaya yeniden kazandırmak
uğruna yaşamlarını veren Aydınlanmacıların idealleri, günümüz
dünyasında yeniden diriltilebilir mi? Nazım'ın dediği gibi, "Ama umudu var
Büyük İnsanlığın"; ve evet, "umutsuz yaşanmıyor." Ak ve kara, birkaç yıl
içinde iyiden iyiye netleşecek, hep birlikte göreceğiz.
NOTLAR
(1) Virgilius, "Aenias"
(2) Tim Cornell - John Matthews, "Roma Dünyası"
(3) Georg Ostrogorsky, "Bizans Devleti Tarihi"
(4) F. Tupper Saussy, "Rulers Of Evil"
(5) Conrad Goeringer, "The Enlightenment, Freemasonry and Illuminati"
(6) Christopher Knight - Robert Lomas, "The Hiram Key"
Kaos stratejisi, Güneydoğu Asya'ya yöneliyor
14
Bush yönetimi Kongre'den geçen yıl 87 milyar dolarlık ek savunma bütçesi
onayını aldıktan sonra mutlu olmuş ve 2005 başlarına dek Irak'taki
operasyonla ilgili ek kaynağa ihtiyaç duyulmayacağını bildirmişti. Ne var ki,
evdeki hesap çarşıya bir türlü uymuyor; hele söz konusu operasyon
"Preemptive War" gibi amaçları ve seyri belirsiz bir serüvenin parçası olarak
tasarlanmışsa.
Washington Post'un popüler yazarlarındanJonathan Weisman
'ınsöylediklerine göre , Irak'ta son iki aydır yaşanan "direniş yoğunluğu" işin
mali boyutunu da ciddi biçimde değiştirmiş. "Irak'taki yoğun çatışmalar
askeri donanımı yiyip bitirirken, parayı da beklenmedik bir hızla tüketiyor"
diyor Weisman; ve ekliyor: "Yeni bütçe desteğine ihtiyaç var." Ordu
kaynaklarından yükselen seslere bakılırsa, yalnızca şu beş aylık dönem için
gereksinim duyulan ek kaynak 10 milyar doları aşıyor.
Irak'taki savaşın bir yıllık serüvenine göz attığımızda, Müttefikler'in büyük bir
kararlılık ve ısrarla dünyaya sundukları "operasyon amaçları"ndan ikisine bir
şekilde ulaşıldığını görüyoruz. Ne diyorduBush veBlair ? "Irak'ta kitle imha
silahları var, bunları yok edecek ve bölge barışını güvence altına alacağız.
Bu hedefin yerine getirilmesi için de kaçınılmaz hale gelen bir yönetim
değişikliğini gerçekleştirip,Saddam Hüseyin 'i iktidardan indireceğiz."
Irak'ta kitle imha silahları falan olmadığı daha savaştan altı ay önce net
biçimde anlaşılmıştı ya, yine de bu bahane en azından Müttefikler için
geçerliliğini korudu. Mayıs 2003'te ABD ve Birleşik Krallık sözcüleri Irak'ta
duruma bütünüyle hakim olduklarını ve savaşın bittiğini açıkladıklarında,
ülkenin hiçbir yerinde ciddiye alınacak bir kitle imha silahı "kırıntısı" bile
olmadığı iyice açığa çıktı. Müttefikler bunu, "Preemptive War" mantığı
dahilinde, "testi kırılmadan müdahale etmeyi başarmak" biçiminde
sunmayı yeğlediler. Yani söz konusu silahlara hiçbir yerde rastlanmamıştı
ama bu operasyonla, yakın gelecekte Saddam'ın böyle bir girişimde
bulunması da engellenmişti onların mantığına göre. Dolayısıyla, "ilk
amaca" ulaşılmıştı.
İkinci amaç, dünya barışı için bir tehdit oluşturduğuna inanılan Irak liderinin
iktidardan indirilmesiydi (ki bu amacın net biçimde dünyaya duyurulması
ancak savaşın hemen arifesinde gerçekleşti.) Müttefikler'in bütün o yıldırıcı
askeri gücü, "çok tehlikeli" olduğu düşünülen Saddam Hüseyin'in
başkentine ve önemli kentlerine yığıldı; binlerce sivil öldürüldü ve yaralandı;
kentler harabeye döndü; tarihi kaynaklar yağmalandı; Irak'ın hayat
damarları kesildi. Sonuçta, dünya için büyük tehlike olduğu ve ciddi bir
askeri gücü yönettiği öne sürülen Saddam Hüseyin direnmeden
başkentinden kaçtı, nihayet saklandığı yerde yakalandı ve ele geçirildi.
Yani Müttefikler'in ikinci kritik hedefine de ulaşılmış oldu: Saddam
iktidardan indirilmiş, rejim değiştirilmişti.
Şimdi geliyoruz en hassas noktaya: Müttefikler'in gözlüğüyle meseleye
baktığımızda, dünya, kitle imha silahlarının tehdidinden kurtulmuş oldu ve
Irak'ın "potansiyel tehlike" olarak değerlendirilen devlet başkanı,
15
kurmaylarıyla birlikte iktidardan indirildi, partisi darmadağın edildi. Böylece,
"üçüncü amaç" için her şey hazır hale getirilmiş oldu: "Irak'a demokrasi
ihraç etmek." Yani Müttefikler için savaş tehditlerini ortadan kaldırmak,
terörist girişimlere destek verdiği ileri sürülen bir lideri koltuğundan indirmek
yeterli değildi; kendi standartlarına uygun bir "Ortadoğu Modeli" için Irak
"pilot bölge" seçilmişti bir anlamda.
Peki neydi bu model? İşte orasını "mainstream" uluslararası politika
yaklaşımıyla ve uluslararası medyanın sunuş biçimiyle anlamak mümkün
değildi. Bir "düzen ve yeniden yapılanma"dan çok, sömürgecilik
döneminden kalma, "askeri denetim altındaki düzensizlik" gibi son derece
kaotik bir modeli uygulamaya geçirmişti Müttefikler. Bu modelin bileşenleri
de kabaca şunlardı:
1. Kuzey Irak'ta yeni ve farklı bir siyasi yapı devreye sokularak etnik kimlikler
kaşınacak; bu bölgede ABD, İngiltere ve İsrail tarafından güdülen
politikalara "müttefik" bir siyasi oluşum biçimlendirilecekti. Üstelik Kuzey
Irak'ın bu yapısı, Batı'daki Suriye'yi aba altından sopa göstererek hizaya
getirmeye yararken, "Koalisyon" içinde görülmek istenen Türkiye'yi de diken
üzerinde tutacaktı.
2. Bölgenin güneyinde ezelden beri var olan mezhep ayrılıkları üzerine
oynanarak, Şii - Sünni kutuplaşması sağlanacak; kronikleşmesi beklenen iç
huzursuzluklar, Müttefik askeri güçlerinin orada yerleşikliğini "meşru" hale
getirirken, oluşturulmaya çalışılan "İslam = Potansiyel terörizm" imajının
güçlendirilmesine yardımcı olacaktı.
3. ABD'nin "aleni" olarak, ciddi bir askeri varlık biçiminde Ortadoğu'ya
yerleşmesi, İsrail'in daha da pervasızlaşmasına, saldırganlaşmasına yol
açacaktı. İsrail'in uygulamalarına Filistin, Lübnan ve Mısır kaynaklı
reaksiyonlar, Müttefikler tarafından "Ortadoğu Projesi"ni dinamitlemeye
çalışan "terörist girişimler" olarak sunulacak ve kısa vadede "yeni,
genişletilmiş operasyonlar" için bahane oluşturacaktı.
4. Irak ve Afganistan'da Müttefikler tarafından yaratılıp desteklenen kaotik
yapı, İran'daki rejimi de sıkıntılı günlere sürükleyecek; iç karışıklar orta
vadede İran'a da ihraç edilerek şu an "kontrol dışı" görülen rejim
"ehlileştirilecekti".
Bütün bunlar, ABD'de PNAC tarafından doksanlı yılların sonunda planlanıp
desteklenen operasyonun "simgesel ideolojik kodları" için de uygun bir
zemin hazırlıyordu aslında: Bütün o seküler zırhın altında, ABD ve
İngiltere'nin (hatta kıta Avrupası'nın) "orta sınıf"larına, Evangelist bir mistik
yaklaşımın örtülü ipuçları sunuluyordu. Dünyadaki huzur ve güvenliği
sağlamak adına, "Mesih'vari" bir büyük operasyon, bir "nihai savaş"
başlatılmıştı. "Karşı cephe" ise, söz konusu mesajın yönlendirileceği kişilerin
gözünde alabildiğine net bir kimlikle beliriyordu: Terörü destekleyen ve
"cihad çağrıları"yla sürekli kargaşaya davet çıkaran Müslümanlar. Bir başka
deyişle, Afganistan ve Irak'la başlayan Müttefik operasyonlarında karşı
kutup olarak hedef seçilen olgu, bütün o örtülü mesajlarda ve uluslararası
16
medyanın haber sunuş dilinde satır aralarına yerleştiği biçimiyle, İslam
ülkeleriydi! "Potansiyel Hiksoslar", bugün Yeni Dünya Düzeni'nin küresel
hegemonya ağı için ciddi bir tehdit oluşturmaktan uzak olmakla birlikte,
YAKIN DÖNEMDEKİ MUHTEMEL BİR KAOS SIRASINDA "baş ağrısı"
yaratabilecek; henüz sisteme entegrasyonu sağlanamamış
Müslümanlardan başkası değildi!
Resme böyle baktığınızda, Müttefikler'in Irak topraklarından çıkmak ya da
düzeni sağlamak bir yana, var olan durumu koruyarak salt kendi askeri
varlığını kalıcı kılmaya çalışmak gibi bir amaç gütmesini daha rahat
anlayabiliyorsunuz.
Irak, PNAC güdümlü saldırgan stratejiler için birçok anlamda "mükemmel
bir karakol" niteliği taşıyor Ortaoğu'da. Birinci Dünya Savaşı sonrasında
yapılan "hatalar"ı bir daha yinelemeye ve Ortadoğu'yu ellerinin altından
kaçırmaya hiç niyetleri yok birilerinin. Ama hedefler elbette bu kadarla
sınırlı değil.
Afganistan ve Pakistan'la devam eden "hat", Hindistan'ın kuzeyinden
geçerek, Bangladeş, Myanmar, Tayland ve Kamboçya üzerinden,
Malezya, Singapur, Endonezya ve Filipinler'e dek dayanıyor. Bu "kuşak"
üzerinde en kritik alanlardan biri, Güneydoğu Asya'nın yeraltı kaynakları
(petrol, doğalgaz, çeşitli madenler) açısından en zengin ve tarım ürünleri
çeşitliliği en geniş olan ülkelerinin yer aldığı, Myanmar, Tayland, Malezya,
Brunei, Endonezya'yı içeren bölge.
Endonezya'da nüfusun % 87'si; Malezya'da % 53'ü; Singapur'da % 16'sı
Müslüman. Tayland ve Filipinler'de bu oran % 4'lere inse de, söz konusu iki
ülkede de Müslümanlar önemli bir grubu oluşturuyorlar. Benzeri biçimde,
Myanmar'da da Müslümanlar, Budistlerden sonra ikinci büyük grup
durumunda.
Bu bölgede saydığımız ülkelerin hemen hepsinin ortak özelliği, zengin
yeraltı ve yerüstü kaynaklarına; tarım çeşitliliği ve verimli topraklara sahip
olmaları. Ama bunun yanı sıra, bir ortak özellikleri daha var: Etnik ve dini
çeşitlilik nedeniyle iç savaşlara, kargaşalara, katliamlara aşina halklar
yaşıyor burada. Gerilimi yükseltip bu coğrafyaya "kaos"u egemen kılmak
için, küçük bir "çaba" bile yeterli olabiliyor; yakın tarih, bunun örnekleriyle
dolu.
Aşağı yukarı geçen yıldan bu yana, PNAC güdümlü operasyonların
Ortadoğu'yla sınırlı kalmayacağını; kısa ve orta vadeli hedeflerin Uzak
Asya'yı içerdiğini ve girişimlerin çoktan başladığını yazıyorum. Endonezya
ve Malezya, "Preemptive War" saldırganlığının Uzak Asya'daki en büyük
hedefleri durumunda. Her iki ülkede de Müslümanların ağırlıklı gruplar
oluşturmaları, yukarıda sözünü ettiğimiz "simgesel kodlar"ı devreye sokmayı
da kolaylaştırıyor.
2003 yılında CNN televizyonunda yayımlanan bir haber programda, El
Kaide başta olmak üzere, İslami terör örgütlerinin çoğunun, Endonezya,
Malezya ve Singapur'dan büyük destek aldıkları, altı kalın çizgilerle çizilerek
17
sunulmuştu. Kısa bir süre önce, AP ajansının da bu yönde bir haber
geçtiğine dikkatleri çekmiştim. Bunlar, yeni hedefe yönelik adımların
hemen öncesindeki "ayak ısındırma" hareketlerinden başka bir şey değil.
Güneydoğu Asya'nın en zengin doğalgaz, petrol ve kalay yataklarına;
tarıma elverişli verimli topraklara; çeşitli değerli kereste ürünlerine ve su
kaynaklarına sahip bu ülkeleri, "global denetim"in sağlanması yolunda kritik
"istasyon"ları oluşturuyorlar.
Bir neden daha var tabii, Endonezya, Malezya ve Filipinler'i "dikkate değer"
kılan: Etkin volkanların ve fay hatlarının üzerinde yer alan bu ülkeler,
zincirleme doğal afetler başladığı anda etkilerin en güçlü hissedileceği;
dolayısıyla "kontrolün en kolay kaybedileceği" ülkeler. Bunun içindir ki,
birileri, emperyalizmin yirminci yüzyıldaki klasik denetim yöntemleriyle, yani
"kukla hükümetler ve gölge askeri güç"le yetinmeyip, şimdiden işlerini
sağlam kazığa bağlamak istiyorlar.
Çok kısa bir süre önce Tayland'da yaratılan huzursuzluk, azınlık
durumundaki Müslümanları yönetimle karşı karşıya getirirken, hemen sınır
komşusu olan Malezya'yı da rahatsız etmeyi, çatışmaları ve gerilimi bu hat
üzerinde taşımayı amaçlıyordu. Yine bir hafta kadar önce Endonezya'da
Müslümanlar ile hıristiyan azınlık arasında çıkarılan gerginlikte 10 kişinin ölüp
88 kişinin yaralandığıolaylar , Güneydoğu Asya'yı "Preemptive War"
kapsamına alma çabasının hazırlıklarından başka bir şey değildi.
Nisan ayında Cumhuriyetçi Parti'nin seçmenleri arasında yapılan bir anket,
Tayland ve Filipinler'in de terörizme destek olan ülkeler arasında
görüldüğünü ortaya koyuyordu. Gerçi Bush ve kurmayları bunu "maksadını
aşan" bir ifade olarak değerlendiripgeri adım attılar ama Amerikan
kamuoyunun "yeni hedeflere" koşullandırılmaya başladığı da dikkatlerden
kaçmadı. Şimdilerde, bir dönem "Watergate Skandalı"nı ortaya çıkararak
Cumhuriyetçilerin başına dert olanWashington Post yazarıBob Woodward
'u da arkasına alan Bush, "Sonuna dek gideceğim"mesajını yinelemeye
devam ediyor.
Elbette, satranç gibi oynanan "Büyük Kaos Hazırlığı" sırasında daha başka
hamleler de yapıyor Müttefikler. Ezeli düşman Kuzey Kore, her fırsatta
sıkıştırılmaa çalışılıyor örneğin. Ya da bir başka ezeli düşman, Küba, makasa
alınmaya çalışılıyor. Venezuela, zengin yeraltı kaynaklarıyla kesinlikle
"denetim" altında tutulması planlanan bölgelerden biri; son bir yıldır ülkede
iç karışıklıkların kaşınmasının ve körüklenmesinin nedeni de bu.
Neyse ki PNAC ekibi, iyi bir satranç oyuncusu gibi davranmıyor ve son üç
yıldır hata üzerine hata yapıyor. Bu gidişle, daha da çok hata yapacağa
benziyor; çünkü aceleleri var, paraları bitti ve insan topluluklarına
laboratuar denekleri gibi bakma eğilimleri nedeniyle ummadıkları yerlerde
duvarlara toslayıp duruyorlar. Yine de, bir şey çok belli: Asla
vazgeçmeyecekler. Çünkü zamanları giderek azalıyor ve "Büyük Kaos"
öncesinde, önceden belirledikleri her yerde "savaşı kaşımaktan" başka
çareleri yok.
18
"Stratejik Müttefik" mi, "suç ortağı" mı?
Türkiye'de medya, belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sığ ve
"yönlendirilmiş" bir kamuoyu yaratma işlevine soyunmuş durumda. Tıpkı
ABD'de yönetimin bütün etkili organlarını 2001 başında gasp etmiş olan
"Yeni Amerikan Yüzyılı" çetecilerinin dünya siyasi literatürüne "pre-emptive
war" ("önleyici savaş") incisini sokuşturmaları gibi, medyamız da inanılmaz
bir gayretkeşlikle "pre-emptive journalism" ("önleyici gazetecilik") stratejisine
sarıldı. Şimdilerde yine ana konumuz, "Irak'a asker gönderip yeni oluşum
sürecinde stratejik müttefikimizin yanında yer almak."
İnsanın gülesi geliyor bazen düşününce. Uluslararası politika, dünya
konjonktürü ve Orta Doğu dengeleri konusunda kendilerini TV ekranlarında
ya da gazetelerindeki köşelerinde "bilirkişi" etiketiyle sunanlar, gündemdeki
konulara basit ve sıradan bir tarih perspektifiyle bile bakamadıkları için,
"daraltılmış" bir zaman diliminden, yani "bugün"den seçip aldıkları bir kesite
bakarak geçmişi açıklamayla yetinmiyor, gelecekle ilgili de iddialı
öngörülerde bulunmaya soyunuyorlar. "Reel politika" denen kirlenmişlik,
böyle bir şey işte: Ahlâki anlamda en basit ilkeleri çiğnemeyi "modernizm"
sınırları içinde "açıklanabilir" gören; ama kendi bilgi eksikliğinin ve
vizyonsuzluğunun da asla farkına varmayan, bir tür "post-modern çapsızlık".
Her yanı delik deşik olmuş bir gömleği onarmaya nasıl başlayacağınızı
bilememeniz gibi, neresinden tutsanız elinizde kalan bu siyasi oportünizmi
de hangi gediğinden eleştirmeye başlayacağınızı şaşırıyorsunuz.
Dünyanın bugün yüz yüze kaldığı "unilateral uygarlık dayatması"nı anlamak
ve değerlendirebilmek için, zamanı kendi kesintisizliği içinde gözlemeyi
bilmek gerekiyor. Yalnızca "Soğuk Savaş" bitiminden bugüne dek
yaşananları gözden geçirerek "fikir sahibi" olmaya kalkmak, hatta bununla
yetinmeyip yakın geleceğe ilişkin "alternatifsiz" reçeteler sunmak, en hafif
deyişle "toyluk" olarak nitelendirilebilir. Bugünü tam olarak doğru analiz
edebilmek için, seçeceğiniz zaman diliminin başlangıcını çok daha erken
tarihlere, ondokuzuncu yüzyıl sonlarıyla, yirminci yüzyılın hemen başlarına
dek geri çekmeniz gerekir. Yalnızca "global" bir bakış için değil, Orta
Doğu'da yaşananları anlayabilmek için de gerekli bir ön koşuldur bu.
Meseleyi gazete başlıklarına sıkışan "popüler gündem"in sığlığından
çıkarmadıkça, bugün ABD stratejilerinin vardığı noktayı, genel olarak Batı
uygarlığının gelişim sürecinde yaşanan kaçınılmaz tıkanmayı ve son birkaç
yıldır bütün dünyaya dayatılan "unilateral çözüm"ün gerçek niteliğini doğru
analiz edemezsiniz.
Amerika: Kolonizasyondan, İmparatorluğa
Kuzey Amerika'nın kolonizasyonu, onaltıncı yüzyıl sonlarında organize edildi
ve onyedinci yüzyılda hızlandı. Çoğu yazar ve araştırmacının dikkatinden
kaçan kritik nokta, bu okyanus ötesi operasyonun salt Britanya Kralllığı'nın
irade ve inisiyatifiyle gerçekleşmeyip, İngiltere ve Batı Avrupa'da LutherCalvin reformları sonrasında ayaklarını yere daha sağlam basmaya çalışan
burjuvazinin, "elit" kesimlerince tasarlandığıydı. Köhnemiş ve ekonomik
19
olanakları çok da gelecek vaat etmez bir hale gelmiş "modern dünya" için
Kuzey Amerika, "kozada yetiştirilecek" yeni bir "dünya egemeni"ne ev
sahipliği yapmak üzere seçilmiş bakir ve verimli bir tarlaydı. İngilizlerin
dediği gibi, "Next big thing" olacaktı kolonilerde filizlenen ve hayata
sıfırdan başlayan imparatorluk. 1640'da monarşiyi devirip geçici de olsa bir
zafer kazananOliver Cromwell yönetimi, kolonilere ayrı ve özel bir önem
verdi. Cromwell, aslına bakılırsa dinsel reformcu ve "küreselleşmeci"
uluslararası Batı burjuvazinin yetiştirdiği ilk muzaffer politikacılardan biriydi.
Elbette, yalnızca aynı sınıfsal nitelikleri taşımakla kalmayıp, aynı ülküleri
paylaşan kimi diğer çağdaşları gibi, masonik örgütlenmenin de önemli
isimlerinden biriydi. Gerçi Britanya'da aristokrasi çabuk silkinip monarşiyi
büyük oranda restore etti II. Charles ile birlikte ama Cromwell'in "püriten"leri
hatırı sayılır bir nüfusa ulaşmışlar ve etki alanlarını çoktan New England
kolonilerine taşımışlardı.
Onsekizinci yüzyıl, Kuzey Amerika'nın bizzat İngiliz "elit" burjuvazisi
öncülüğünde (ve elbette Fransız, Alman, Hollandalı "birader"lerinin
desteğinde) sıradan bir sömürge olmaktan çıkıp serada yetiştirilen "Yeni
Roma" haline geldiği dönem oldu. Avrupa'nın entrika ve komplolarla örülü
politik yaşamına alternatif olarak Yeni Dünya'da "beyaz bir sayfa" açılacak
ve "tek dünya, tek önder" ülküsünün başkenti (zavallı Britanya Kralı'nın
haberi bile olmadan) Kuzey Amerika'da kurulacaktı. Tıpkı, 2600 yıl önce
İtalya'da, Tiber kıyısında olduğu gibi. Uzak, izole, bakir ve verimli geniş
topraklar üzerinde kurulacak "Yeni Roma"yla ilgili beklentiler de belliydi:
* İnanç alanında bütün dinlere eşit uzaklıkta duran; bağnazlığı yok etmiş;
bilime saygı duyan, "seküler" bir devlet * Siyasi anlamda bireylerin mutlak
özgürlüğüne dayanan ve sınıf ya da zümrelerin "tahakkümü"ne izin
vermeyen bir sosyal örgütlenme * Serbest girişim, serbest ticaret ilkeleri
üzerine kurulu; bireyi öne çıkaran ve destekleyen bir ekonomik altyapı *
Buna bağlı olarak malların, paranın ve elbette "emeğin" serbest dolaşımı *
Bütün bunları orta ya da uzun vadede dünyanın tamamına kabul
ettirebilmek için etkin bir askeri güç
"Aydınlanma" ve "Yeni Roma" düşleri
Görüldüğü gibi, onsekizinci yüzyıl Avrupa'sı için bir hayli "ileri" ve "heyecan
verici" bir düşü belirliyordu, Yeni Roma projesi. Avrupalı büyük burjuvazinin
kolonilerdeki yaygın ve etkili çalışmalarıyla,George Washington
veBenjamin Franklin gibi "sağlam mason"ların öncülüğünde, 1776'nın
temmuz ayından itibaren bu düş yaşama geçirilmeye başladı. Kral III.
George, neler olup bittiğinin bile farkına varamamıştı koloniler elinden
giderken. Aslına bakılırsa, o koloniler hiçbir zaman "elinde" olmamıştı ki! On
yıldan biraz fazla bir zaman sonra, Fransa'da da "Aydınlanmacı" burjuvazi,
mason önderler yönetiminde tarihin en büyük seküler devrimini
gerçekleştirdi. Kilise ve monarşi yerle bir edilmiş, Cumhuriyet ülküsü olanca
gücüyle dinsel kurumların üzerine giderek eşine az rastlanır bir "laikleşme"
hareketini devreye sokmuştu. O kadar ki, takvimler, ay adları ve günlük
20
dildeki kimi sözcükler bile yeni yapıya uyum sağlayacak biçimde değiştirildi.
Artık "yurttaş" vardı Fransa'da; aristokrasi tarihe karışmıştı. Böylece, çok kısa
bir arayla, Okyanus'un her iki yakasında da, tohumlarını "Aydınlanma"
hareketinden alan ciddi devrimler gerçekleştirilmiş oldu. Her ikisi de
liberalist, her ikisi de seküler ve (üzerinde fazla durulmasa da) her ikisi de
"masonik" devrimlerdi bunların. Yüzlerce yıl önceki Cathar, Bogomil,
Novatian mezheplerinin Kilise istibdadına karşı başlattıkları mücadele,
onbeşinci yüzyıl İspanya'sında "Alumbrados" hareketiyle, onaltıncı yüzyıl
Almanya'sında daThomas Münzer gibi radikallerin çabalarıyla "evrensel
eşitlik ve özgürlük" yoluna yönelmiş; onsekizinci yüzyılda Bavyera'da
"Illuminati" hareketini doğuran ve çağın düşünür ve sanatçılarını derinden
etkileyen bir harekete dönüşmüştü. Üstelik bu arada söz konusu ülküler,
yeni büyümekte olan Avrupa burjuvazisinin "elit" tabakasınca, yani
masonik localarca da desteklenince, maddi ve manevi anlamda büyük
güç kazanmıştı. Liberal, özgür, eşitlikçi, laik "Yeni Roma" ufukta görünmeye
başlıyordu artık.
Ne var ki, gerek 4 Temmuz 1776'dan sonra Amerika'da esmeye başlayan
rüzgârlar, gerek Fransız devriminin öncülerince sınır tanımadan "ileriye, en
ileriye" götürülmeye çalışılan yeni "devlet" prototipi, harekete baştan beri
omuz veren "elit" burjuvaziyi ürkütmeye başladı. Masonik localar, büyük
oranda "pragmatik" beklenti ve eğilimlerle destek vermişlerdi Aydınlanma
hareketine. Ama işler denetimden çıkıyor; sınıf farklılıklarını bütünüyle yok
etme ve "mutlak eşitlik" istekleri haykırılıyor; hareketin yöneticileri (özellikle
Fransa'da) işin denetimini elden kaçırınca "Terör Dönemi" başlıyordu. İşte
bu noktadan itibaren, "elit" burjuvazi, Aydınlanma'dan maddi ve manevi
bütün desteğini çekerek, deyiş yerindeyse "trenden indi". Devrim ve
dönüşüm, "buraya kadar"dı. Belki Avrupa'nın çoğu monarşisi hâlâ
ayaktaydı ama ekonominin lokomotifi olan büyük burjuvazi, ipleri
bütünüyle elinde tutuyordu nasıl olsa. Komplolar, entrikalar birbirini
izlemeye başladı: Bavyera'dan başlayarak Almanya, Fransa ve
Hollanda'da yaygınlaşmaya başlayan "Illuminati" hareketi, hızla ezildi ve
yok edildi. Fransa'da devrim, sonunda Robespierre'in de başını giyotin
sepetine yolladı. Aydınlanmacıların dini kurumları tasfiye etme
operasyonlarına bir sınır getirildi; "seküler" ilkeler "inançla ilgili kurumları
hükümet organlarından ayrı ve bağımsız tutmak" mertebesine indirgendi.
Amerika ve İngiltere'deyse, Aydınlanma ile gelen heyecan dalgası,
"komplo teorileri"yle gözden düşürülüp yatıştırıldı: "Illuminati adında bir
uluslararası çete" vardı, el altından yayılan haberlere göre ve bu çete,
"dünyadaki bütün hükümetleri devirip tek merkezli bir diktatörlük kurmak"
istiyordu. Yaratılan bu gerekçelerle özgürlükçü, eşitlikçi, daha net bir
deyişle Aydınlanma'nın "hardcore" ilkelerine bağlı insanlar, ABD ve
Avrupa'nın her yerinde tutuklanmaya, sindirilmeye, yok edilmeye çalışıldı.
Elit Burjuvazi ve masonik localar, Aydınlanma'yı sırtından hançerlediler
böylece.
21
Ondokuzuncu yüzyıl, büyük oranda bu değişim ve dönüşümlerin
sancılarıyla geçecek; Avrupa'da ve Amerika'da "ihanete uğradığını"
hisseden, Aydınlanma düşlerine hâlâ gönülden bağlı insan toplulukları, yer
yer Elitler'in başını epey ağrıtacak isyan ve ayaklanma girişimleri
yaratacaklardı. 1848'i izleyen yıllarda Avrupa'yı çalkalayan devrimci dalga,
ihaneti affetmeyen radikal Aydınlanmacıların kendi içlerinde yepyeni bir
"İkinci Uyanış"ı yaratmaları sonucunu doğuracaktı:Marksizm. Avrupa'da bir
türlü denetim altına alınamayan bu devrimci dalga giderek yeni düzenin
"mağdur" sınıfı proletaryanın bir sınıf olarak örgütlenmesine ve olayların
akışına alabildiğine etkin biçimde müdahale etmeye başlamasına yol
açarken, marksist hareket ABD'de de ciddi bir taban ve destek bulmaya
başladı. İç savaşı kendi burjuvazisinin gerici ve muhafazakâr kanadını
tasfiye etmek isterken yaşayan Yeni Dünya imparatorluğu, şimdi de devlet
eliyle "ilerici" hareketlenmeyi acımasızca ezmeye yöneliyordu. 1871
yılındaki "Paris Komünü", dünyanın dört yanındaki Elitler'i fena halde
korkutmuştu. Kendi aralarındaki çekişme ve anlaşmazlıkları bir süre için bir
yana bıraktılar ve "aynı şeyin bir daha yaşanmaması" için, sert önlemler
almaya başladılar.
Bloklaşma ve Soğuk Savaş
Yirminci yüzyıla girildiğinde hem ABD'de hem de Avrupa'da işçi sınıfı
hareketleri "şiddet" yoluyla kısmen geriletilmiş; ama sosyal hareketliliğin
ekonomik anlamda görece daha "sıkıntılı" olan ülkelerde sosyalizm
ülkülerini canlı tutması engellenememişti. Daha da önemli bir sorunları
vardı Elitlerin: Sihirli sözcük "Finans-kapital", tıpkı istendiği ve özlendiği gibi
sınırları tanımaksızın uluslararası bir oligarşiyi gittikçe güçlendiriyordu ama
ulusal burjuvazilerin hırs ve hedeflerinin büyümesi, yeni gerilimleri
tırmandırıyordu. Artık "toprak elde etmek" değil, "enerji kaynaklarını ve
uluslararası finans ve ticaret akışını denetim altında tutmak" önemliydi.
Dolayısıyla, "Yeni Düzen" ülkülerine boyun eğmeyip kendi hırslarını devreye
sokan ulusal burjuvazilerin ve monarşi artıklarının bir şekilde kozlarını
paylaşmaları gerekiyordu. Bu nedenle, yirminci yüzyılla birlikte, "dünya
savaşları" gündeme geldi. Yaklaşık yirmi yıl arayla yaşanan iki büyük
savaşın sonrasındaysa, Uluslarası Elitleri fazlasıyla ürkütecek yeni bir tehlike
çıkacaktı ortaya: Bloklaşma. İlk savaş, zor günler yaşayan Çarlık Rusya'sını
yerle bir ederek ilk sosyalizm denemesini muzaffer kılmış; ikinci savaşsa
"Doğu Bloku" adıyla bilinen "Sovyet Periferisi"ni yaratmıştı.
Uluslarası Elitler, 1950'lerden sonra "Soğuk Savaş"la baş etme ve eski
imparatorluk düşlerini gerçekleştirme yolunda, kendi aralarında derin fikir
ayrılıkları yaşadılar. Ne var ki, bir nokta çok kesindi artık: ABD, ta
1600'lerden beri özlendiği ve istendiği gibi, dünyanın bir numaralı gücü
olmuştu. Masonik Elit kurmaylarının ve uluslararası finans-kapitalin merkezi,
Washington olacaktı bundan böyle. "Küresel hegemonya" ile ilgili bütün
düğüm de, Washington'u elde tutmaktan geçiyordu.
22
1950'lerde saldırgan muhafazakâr bir politikayı ulusal ve uluslararası
düzeyde meşrulaştırma girişimlerine başlayan, Elitin "köktenci" kanadı,
1960'lardaJohn Kennedy' nin seçim zaferi ve değişen siyasi/sosyal iklimlerle
gerilemeye uğrar göründü. Ilımlı Elitler, Sovyetler Birliği'yle karşılıklı
yumuşama politikaları izlemenin daha doğru olduğuna; Sosyalist Blok'un,
ekonomik ve finansal anlamda kuşatılmış bulunduğu için çok fazla
direnemeyeceğine inanıyorlardı.Richard Nixon 1968'de seçimleri
kazandığında, "ılımlılar"ın bu geçici üstünlüğü sona erdi ve ABD yeniden
agresif bir uluslararası siyaset çizgisine yönlendi. Vietnam Savaşı, aslında
Elitler içinde bile azınlıkta kalan bu köktenci "çete"nin inisiyatifiyle
başlatılmıştı. Eğer Nixon yönetimi ve Cumhuriyetçi Parti bu dehşet verici
macerayı "galip" bitirseydi, çok daha korkunç şeyler yaşanacaktı dünyada.
Ama ABD, Vietnam'da tarihi bir yenilgiye uğradı ve çekilmek durumunda
kaldı. Hemen ardından Watergate skandalıyla iyiden iyiye yıpranan Nixon
istifa ederken, köktenci kanat da hevesi kursağında kalarak yerine oturdu
bir kez daha: Ilımlılar, bu seferlik, denetimi ellerine geçirmişlerdi.
Ne var ki, Soğuk Savaş tedirginlikleri 1979'da İran Devrimi ve aynı yılın
sonunda Sovyetler'in Afganistan'ı işgaliyle yeniden doruğa çıktığında,
ABD'deki rüzgârlar da değişti. Sağduyu ciddi biçimde sarsılmış; nükleer
silahlanmayı, dış politikada sertleşmeyi savunan köktenci elitler, bu
kezRonald Reagan 'ı beyaz saraya çıkarmayı başarmışlardı. Seksenlerin
başları, Nikaragua'daki komplo teorileriyle, nötron bombası tehditleriyle
geçecek; ABD'nin genç nüfusu, "Güçlü Devlet" heyecanıyla
buluşturulurken köktenci Elitler asıl liderlerini hazırlamaya
başlayacaklardı:George Bush .
Reagan'ın iki dönemlik başkanlığından sonra 1988'de bayrağı devralan
Bush, sağduyulu Amerikan aydınlarını ve liberal düşünceli sade ABD
vatandaşlarını ciddi biçimde tedirgin edecek bir "militarizasyon" sürecini
başlattı. Bu dönem içinde Doğu Bloku'nun ekonomik çöküşünü siyasi
parçalanmanın izlemesi, Bush'a belli belirsiz bir "prestij" kazandırmıştı ABD'li
sağ seçmenlerin gözünde. Dünya üzerindeki enerji kaynaklarının hızla
denetim altına alınmasına yönelik girişimler, "eski dost"Saddam Hüseyin 'in
tasfiye edilmesi operasyonuyla başladı. Kuveyt aracılığıyla provoke edilen
Irak bu ülkeyi işgal ettiğinde, Körfez Savaşı için de istenen bahane
yaratılmış oluyordu. Bush yönetimi, dünya kamuoyunun bütün karşı
çıkmalarına rağmen 1991 Ocak ayında Bağdat'ı bombalamaya başladı.
Bir buçuk ay gibi kısa bir süre sonra Irak orduları işgali sona erdirerek
Kuveyt'ten çekildiler. Ne var ki, Bush yönetimi, savaş gerekçesi olarak
gösterdiği bu işgalin sona ermesiyle yetinmeyecek; Orta Doğu'nun
haritasını yeniden çizmeye yönelik operasyonları sürdürecekti. Eğer,
muhafazakârlık ve savaş politikalarından bıkan ABD seçmeni, 1992'deBill
Clinton 'ı Beyaz Saray'a taşımasaydı tabii.
Demokratların iki dönem üst üste (hem de medyada pompalanan "seks
skandalları"na rağmen) yönetimi ellerinde tutmaları, köktenci Elitlerin bütün
23
planlarını bozdu. Ajandalar aksıyor, takvim sıkışıyordu. Hedefte yalnızca
Orta Doğu'nun değil, Güneydoğu Asya'nın da denetim altına alınması
vardı çünkü ve 2000 yılında seçimleri kazanacakları varsayımıyla
"yoğunlaştırılmış bir program" izlemeleri gerekecekti.
"Yeni bir Pearl Harbor gerekiyor"
1997 yılında, her biri ABD'nin seçkin üniversitelerinde yetişmiş (çoğu Yale
kökenli) ve "Skull & Bones" (Kurukafa ve Kemikler) adlı 150 yıllık Elit örgütüne
mensup bir grup insan, "Yeni Yüzyıl İçin Amerikan Projesi" (PNAC - Project
for the New American Century) adlı oluşumda bir araya geldiler.
AralarındaDonald Rumsfeld ,Richard Perle ,Dick Cheney vePaul Wolfowitz
gibi köktencilerin de bulunduğu "vakıf" benzeri bu kuruluş, amaçlarını
"Amerika'nın yönlendirici ve denetleyici olacağı modern Yeni Dünya
Düzeni'ni oluşturmak" biçiminde özetliyordu. Manifestolarının en çarpıcı
ifadeleriyse, bu yöndeki uzun soluklu Amerikan adımlarını hızlandırmak için,
"yeni bir Pearl Harbor faciasına ihtiyaç duyduklarını" belirten satırlarda
saklıydı.
ABD kamuoyu, Cumhuriyetçi Parti'ye artık bütünüyle egemen olan bu
çeteden büyük tedirginlik duyuyordu ama PNAC grubunun önlenemez
tırmanışı da başlamıştı.
2000 yılı sonundaki seçimlerde, Demokrat Parti'nin adayı (bir önceki
dönemin silik başkan yardımcısı)Al Gore 'un karşısına, PNAC ElitleriGeorge
W. Bush ile çıktılar. Slogan, "Yeni ve güçlü Amerika"ydı. Bütün muhafazakâr
propagandalara ve çıkarılan gürültüye karşın seçim sonuçları beklendiği
gibi bir "zafer" getirmedi Bush'a ve Florida oylarındaki ihtilaf, sandıktan "kıl
payı" galip çıkmış havasını egemen kıldı. Ama buna rağmen, tartışmalar
sürdüğü sırada Gore'un aniden yenilgiyi kabullenmesi, "Dablyu" Bush'u
Beyaz Saray'a taşımaya yetecekti.
Bundan sonrası, PNAC'ın saldırgan politikasını devreye sokacak yeni
gelişmeleri, daha açık bir deyişle "yeni bir Pearl Harbor" saldırısını
beklemeye kalıyordu ki, 11 Eylül 2001 sabahı New York'ta gerçekleşti bu
beklenti. Amerikan kamuoyu, dehşetten donakalmış, PNAC çetesinin
istediği atmosfer bir gün içinde oluşmuştu. Daha saldırıların nereden
kaynaklandığı anlaşılamadan, saldırı gününün ertesi sabahı, Donald
Rumsfeld kabine toplantısında "Irak'a derhal savaş açılmasını" talep etti.
Yeni Elit stratejilerini haklı göstermek için bir de "hayalet düşman"
yaratılmıştı medyada: "Teröre karşı savaş".
Mart ayında yaşanan o korkunç saldırı için "Irak'ın terörü beslediği" ve "Kitle
imha silahları barındırdığı" gibi dayanaksız gerekçeler oluşturulurken,
uluslararası topluluk ve BM inisiyatifi bütünüyle dışlandı. Radikal Elitler,
sözcüğün tam anlamıyla "gasp ettikleri" Beyaz Saray, Capitol ve
Pentagon'u kullanarak, dehşet verici PNAC stratejisini yaşama geçirmeye
başlıyorlardı. Yine "Modern Çağ'ın Roma'sı" süslüyordu düşleri ama PNAC
çetesinin kafasındaki Roma, imparatorluk döneminin saldırgan, demir
yumruklu, askeri gücüyle diğer ulusları ezen ve boyun eğdiren Roma'sıydı.
24
Ağustos 2003'te PNAC kurmayları, bir grup Amerikan bilimadamı ve
generaliyle birlikte, Omaha'da basına kapalı toplantılar yaptılar. Bu
toplantıların zamanı ve içeriği geçen yıldan beri biliniyor ve Batı basınında
yankılanıyordu ama ipleri iyice eline aldığına inanan PNAC Elitleri
pervasızca yollarına devam ediyorlardı. Yeni bir nükleer teknolojiyle ilgili
sunum yapılıyordu ABD'nin yönetim çekirdeğine. Bu güçlü ve etkili silahlar,
ayrıca "dünya yönetimine ağırlığını koyma" stratejisinin de destekleyici
unsurları oluyordu. Yeni hedefse, çoktan belirlenmişti: Güneydoğu Asya.
Irak ve Orta Doğu'da belirsizliği sürdüren, çünkü zaten kalıcı bir
çözümdense "kaosu" yeğleyen PNAC stratejisi, çok kısa bir süre içinde
"terörü desteklemek ve yataklık yapmakla" suçladığı Malezya, Endonezya
ve Filipinler'e saldırmayı öngörüyordu.
"Suç ortaklığı"nın utancı ve "maliyeti"ni göze alabiliyor muyuz?
Şimdi, başladığımız noktaya gelelim yine: Meseleye bu perspektiften
bakma gereği duymaksızın "Türkiye'nin çıkarları ABD ile stratejik ortaklığı
korumayı gerektirir" sakızını çiğneyen bizim medya bilirkişileri, "ABD"
dediklerinde neyi kast ettiklerini bile anlayamayacak bir (eğer "satılmışlık"
değilse) aymazlık ve cehalet içindeler. Türkiye ve ABD elbette yakın ilişkileri
dostane bir hava içinde korumaya özen göstermelidirler ama şu an
karşımızdaki "gerçek ABD" midir acaba, ilkin onu sormak gerekiyor. PNAC
çetesi, Amerikan halkını temsil etmek bir yana, ABD devletini temsil
etmekten bile uzaktır ve kendi kamuoyunun yoğun muhalefetine karşın
dünya üzerinde alenen "terör suçu" işlemektedir. Türkiye ABD'yle dostluk
adına, bu çeteyle mi işbirliği yapmalı? Böylesi bir zavallı strateji, minicik kısa
vadeli çıkarların bir adım bile ötesini görememek; dahası, yakın zamanda
"gerçek ABD'nin" dostluğunu yitirmek anlamına gelir ve uluslararası hukuk
çerçevesinde de PNAC çetesiyle işbirliği, "stratejik ortaklık" değil, "suç
ortaklığı"dır.
Tarihin çarkları dönmeye devam ediyor; gelişmelerin nereye varacağını
kestirmek de çok kolay değil. Buna rağmen, akıl ve sağduyu, kısa bir süre
içinde PNAC çetesinin bizzat Amerikan halkı tarafından etkisiz hale getirilip,
üyelerinin birer birer sanık sandalyesine oturtulacağını söylüyor. Böyle bir
durum gerçekleştiğinde; yani Amerikan kamuoyu "darbecileri" yerinden
indirip adaletin önüne çıkardığında, bu insanların kirli oyunlarına "stratejik
ortaklık" adına katılan diğer ülkelerin ne duruma düşeceğini de
hesaplamak gerekmez mi? İngiltere'de, Tony Blair'in siyasi hayatına bitmiş
gözüyle bakabilirsiniz. Berlusconi, son çırpınışlarında. İspanya, Danimarka
ve Portekiz de "ayıplı" olmanın utancını yaşayacak, PNAC çetesi
kaçınılmaz sonuyla yüz yüze geldiğinde.
Peki bunları Türkiye'ye, Türk halkına yaşatmayı hangi "bölgesel çıkar" ya da
hangi "düşük faizli kredi" açıklayıp mazur gösterebilir? Dünyanın yargılayıp
lanetlediği bir çeteyle işbirliği yapmış olmanın utancı ve pek tabii ki
"maliyeti" bu ülke insanlarının sırtına binmeyecek midir? Hepsi bir yana, "her
25
şeyi bilen", akıl küpü medya saksağanları, o günler geldiğinde şimdi
söylediklerinin ve yazdıklarının utancıyla yerin dibine girmeyi
istemeyecekler midir? Yoksa artık "ar damarı çatlaması" yolunda önemli
merhaleleri aştıkları için, "Yarabbi Şükür" mü diyeceklerdir çapsızlıklarını,
vizyonsuzluklarını yüzlerine vuranlara? Tarafımdan, ciddi merak konusudur.
Bitti
26
Download