Page 1 Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê

advertisement
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MAYIS/HAZİRAN 2012/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X157
☛ Kapitalizmde Gelecek Yok! Gelecek Ellerimizde!
☛ 24 Nisan ve Kimi Tavırlar...
☛ İbrahim Kaypakkaya ve Milli Mesele..
☛ Kadınların Kurtuluşu Kendi Ellerinde!
Tam Kurtuluş Komünizmde!
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yeni bir sayı ile daha birlikteyiz. Bu sayımızda Halkların
Kardeşliği sayfalarımızda önemli yazılara yer verdik. 24
Nisan’ın yıldönümü dolayısıyla yapılan açıklamaları ve
takınılan kimi şovenist tavırları “24 Nisan ve kimi tavırlar”
yazısında bulabilirsiniz.
Ermeni Sorunu bağlamında Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin
1926 baskısında yayınlanan bir yazıyı bu sayımızda
yayınlıyoruz. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin sorunu nasıl
gördüğünü gösteren bu tarihi belgenin Türkiye’ deki
tartışmalara da katkı olacağını düşünüyoruz.
Katledilişinin 39. yılında komünist önder İbrahim
Kaypakkaya’nın ulusal sorun konusunda görüşlerinin
Bolşevikler tarafından yapılmış olan değerlendirmesini
yayınlıyoruz. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Bu yıl 1 Mayıs yine Taksim’de yoğun katılımlı ve görkemli
bir şekilde karşılandı. Taksim 1 Mayıs izlenimlerini güncel
sayfalarımızda okuyabilirsiniz.
Yeni Kadın Dünyası sayfalarımızda kadın sorunu ve kadının
kurtuluş mücadelesi ile ilgili genel ve kapsamlı bir makale
var. Nisan ayının sonlarında DİSK Kadın Komisyonu’nun
düzenlediği “2012 - 1 Mayıs’a Giderken Kadın Emeği ve
Mücadele” konulu panele katılan arkadaşların izlenimlerini
yine aynı sayfalarımızda bulabilirsiniz.
Panorama sayfalarımız bu sayıda dolu dolu. Sudan ile
Güney Sudan arasında yaşanan sorunlar ve tekrar gündeme
getirilen savaş, Somali’de yaşanan açlık ve emperyalistlerin
yardım adı altında işgal ve savaşı ve Durban’da yapılan
“BM İklim Konferansı” üzerine kapsamlı değerlendirmeleri
Panorama sayfalarımızdan okuyabilirsiniz.
Kavganın Doğrusu/Doğrunun Kavgası sayfalarında
Troçkizm değerlendirmesine devam ediyoruz. Geçen
sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri tanıtmaya başlamış
ve savundukları kimi görüşleri hakkında bilgi vermiştik. Bu
sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri tanıtmaya devam
ediyoruz.
Bir dahaki sayıda buluşmak dileğiyle...
YDİ Çağrı
Mayıs 2012 
Gazetemize verilen cezalar Yargıtay tarafından onanmaya devam ediyor. En son Terör Örgütü Propagandası gerekçesiyle 2007 yılında sorumlu yazıişleri müdürümüze açılan bir
davada verilen 1 yıl üç ay hapis cezası Yargıtay tarafından da onanarak kesinleşti. Gazetemize açılan birçok benzeri dava da Yargıtay’da beklemektedir. Bu konuya ilişkin basın
açıklamamızı ve daha detaylı bilgiyi internet sitemizden takip edebilirsiniz. Okurlarımızı bu konuda da duyarlı olmaya ve gazetemizi sahiplenmeye çağırıyoruz.
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Kapitalizmde Gelecek Yok! Gelecek Ellerimizde!. . . . . . . . . . . . . . . . 3
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
24 Nisan ve kimi tavırlar.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
İbrahim Kaypakkaya Yoldaş ve Milli Mesele . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Ermeni Sorunu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Baskılara rağmen Amed’de Newroz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
Bursa’da Newroz coşkuyla kutlandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
GÜNCEL
1 Mayıs 2012’de yüzbinler Taksimi doldurdu . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
YENİ KADIN DÜNYASI
Kadınların kurtuluşu kendi ellerinde!
Tam kurtuluş komünizmde!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
DİSK Kadın Komisyonu etkinliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
İstanbul’da 8 Mart. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30
2
Adana’da 8 Mart Meşaleli Yürüyüşü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
PANORAMA
Gündemde yine savaş var!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
“Açlık yardımı” değil, işgal ve savaş!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
“BM İklim Konferansı”ndan arta kalanlar!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
TROÇKİZM ÜZERİNE V . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41
OKUR MEKTUBU
“Soykırım”a itirazım var! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57
“Bu kadar da olurmu ya!” demeyin!
Bir de şu bizim şoven uzmanımızı dinleyin!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60
Rosa Lüksemburg Konferansı’ndan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Fukushıma Uyarısı Üzerinden 1 Yıl Geçti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 157 · Mayıs / Haziran 2012 •
ISSN 1301-692X157• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul
Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net • [email protected]
GELECEK ELLERİMİZDE!
gündem
KAPİTALİZMDE GELECEK YOK!
Patronların zenginliğinin temelinde bizim emeğimiz, bizim alın terimiz
var. Biziz sermayeyi daha da çoğaltan! Biziz yaratan ve üreten!
İşçiler! Emekçiler!
Kapitalist sistemde geleceğimizin olmadığını her
gün görüyor ve yaşıyoruz. Taşeronlaşma, esnek ve güvencesiz çalışma, iş ve işçi güvenliğine önem verilmemesinin sonucu, her sekiz saatte bir işçi kardeşimiz
ölüyor. Patronların daha fazla kar hırsı, sermayenin
çıkarlarını korumakla görevli devletin ilgisizliği ve
denetimsizliği nedeniyle yaşanılan iş cinayetlerinde
ölüyoruz. Tersanelerde, madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda her gün ölen biziz.
Patronların zenginliğinin temelinde bizim emeğimiz, bizim alın terimiz var. Biziz sermayeyi daha da
çoğaltan! Biziz yaratan ve üreten! Fakat aynı zamanda; yoksul olan, açlık çeken, işsiz olan, bir iş bulunca
şükür eden, günübirlik yaşayan da biziz!
Kapitalizm bize bir gelecek sunmuyor. Kapitalizm:
kriz demektir. Gerici savaşlar demektir. İşsizlik demektir. Açlık, yoksulluk, yıkım demektir. Faşizm, erkek egemenliği demektir. Kâr uğruna doğanın talanı
demektir. Ulusal baskı, şovenizm demektir. Güvencesizlik, geleceksizlik demektir. Kapitalizm tek kelime
ile barbarlıktır.
Sermayenin çıkarlarını koruyan, onun hükümeti
olan AKP; biz işçilere, emekçilere saldırılarını yoğunlaştırarak sürdürüyor. Bize kırıntıları reva görerek,
sıtmaya razı etmek istiyor. 12 Eylül faşist cuntasının
çıkardığı Sendikalar, Grev, Lokavt, Toplu Sözleşme
Kanunlarını, “Toplu İş İlişkileri Kanunu” adı altında değiştirmek istiyor. Yeni yasa tasarısında, eski yasalara göre; bir iki noktada olumlu farklılık olsa da,
öz olarak bizler yararına çok fazla değişiklik yoktur.
Noter şartının kaldırılması, işkolu, işyeri barajının
düşürülmesi, tek başına iyi olmasına rağmen, hiç de
yeterli değildir. Sendikal örgütlenmenin önündeki
bütün engeller kaldırılmalıdır.
Hükümet, sermayenin kendi yararına talep ettiği
değişiklikleri gerçekleştirmek istiyor. “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altında; kıdem tazminatı hakkı-
mız kuşa çevrilerek fona devredilmek, bölgesel asgari
ücret getirilmek, esnek çalışma yaygınlaştırılmak isteniyor. Amaç patronların daha fazla kar yapmasını
sağlamaktır.
İşçiler! Emekçiler!
Bugün çok azımızın yararlandığı kıdem tazminatının fona devredilmesi düşüncesi yanlış değildir. Kazanılmış haklarımızı koruyarak, daha fazla hak almak için mücadele etmeliyiz. Kıdem Tazminatı Fonu
oluşturulmadan önce kazanmış olduğumuz kıdem
tazminatımız bizlere ödenmelidir. Fon yönetmeliği
çıktıktan sonraki dönem için bir yıllık çalışma karşılığı bir aylık brüt ücret, değişik dilimlerle ödenen
sosyal haklar da aylık brüt ücrete eklenerek fona devredilmelidir.
Bizler fonda biriken kıdem hakkımızı denetleyebilmeli, istediğimiz zaman tazminatımızı alabilmeliyiz.
Fonda biriken paralar hiçbir şekilde başka bir amaç
için kullanılmamalıdır. Kıdem Tazminatı Fonu işçiler tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
Biz işçilerin büyük bir bölümünün yararlanamadığı, yararlandırılmadığı andaki kıdem tazminatını
savunmak yerine; işçilerin denetiminde, kazanılmış
haklarımızın korunduğu, her işçinin yararlandığı,
Kıdem Tazminatı Fonu işçi sınıfının çıkarına daha
uygundur.
Kapitalist sistemde yaratan ve üreten olarak, ücretli
köle kalmak istemiyorsak; sermaye ve onun hükümetinin saldırılarına dur demek istiyorsak, mücadele ve
örgütlenme dışında başka bir seçeneğimiz yok. İnsanca yaşamak, ezilmeden, sömürülmeden yaşamanın yolu işçilerin, emekçilerin halk iktidarıdır. Unutmayalım: bizi bizden başka kurtaracak güç yok!
Bu bilinçle birlik, dayanışma, mücadele günümüz
olan 1 Mayıs’ta alanları dolduralım.
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
Nisan 2012 
3
✌
halkların kardeşliği için
24 Nisan ve kimi tavırlar...
Daha yakın zamana kadar, 1980’li –1990’lı yıllarda, -Türkiye’de
yaşayan Ermeni kökenli insanlar ve diyaspora dışında- bir avuç
devrimcinin, komünistin dışında soykırım gerçekliğini ortaya koyan,
bilince çıkarmaya çalışan yoktu. Bu konuda her tür yayın yasaklarla,
yayıncılar ya da yazarlar cezalarla karşı karşıya kalıyordu. Bu durum
ama yavaş yavaş da olsa, kimi bedeller ödense de değişmeye başladı.
24
4
Nisan’ın Ermenilere yönelik soykırımın yıldönümü olarak kabul edildiği hemen herkes
tarafından biliniyor. Bu hem soykırımın tarihi bir
gerçeklik olduğunu savunanlar, hem de “sözde soykırım” ya da “emperyalist yalan” diyerek soykırımı
inkar edenler için de geçerlidir. Buna bağlı olarak
herkes kendi düşüncesine uygun olarak 24 Nisan’da
tavır takınmakta, etkinlik gerçekleştirmektedir.
Resmi ideolojinin inkarcılığı ve devlet siyaseti aynen sürüyor. Fakat son yıllardaki gelişmeler bu konuda “buzun kırıldığı”nı da gösteriyor ve gelişmeler yavaş da olsa, soykırım gerçekliği, TC sınırları içindeki
değişik millet ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin
bilincine yerleşmeye başlamıştır.
Daha yakın zamana kadar, 1980’li –1990’lı yıllarda, -Türkiye’de yaşayan Ermeni kökenli insanlar ve
diyaspora dışında- bir avuç devrimcinin, komünistin
dışında soykırım gerçekliğini ortaya koyan, bilince
çıkarmaya çalışan yoktu. Bu konuda her tür yayın
yasaklarla, yayıncılar ya da yazarlar cezalarla karşı karşıya kalıyordu. Bu durum ama yavaş yavaş da
olsa, kimi bedeller ödense de değişmeye başladı. Bu
değişime yol açan toplumsal gelişmeler ya da kimlerin hangi rolü oynadığı ayrıca tartışılabilir. Ama
tartışılmayacak gerçeklik bu konuda buz’un kırıldığıdır. Daha birkaç sene öncesine kadar, salonlarda
bile soykırım kurbanları anılamazken, artık sokaklarda, meydanlarda bu konuda etkinlikler yapılıyor.
Örneğin bu sene etkinlik yapılan kimi yerler basına
yansıdığı kadarıyla.şunlardı: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Bodrum.
Bu etkinliklerde halkların kardeşliğinin sağlana-
bilmesi için umut veren yan ise, etkinliklere katılanların sadece Ermeni kökenli olmaması, diğer millet
ve milliyetlerden insanların soruna sahip çıkmasıdır. Değişik sivil toplum örgütleri, partiler, dergiler,
demokrasi mücadelesi çerçevesinde bu soruna sahip
çıkıyor, medyada, TC tarihinde hiç bir dönem olmadığı kadar yazı, haber yayınlanıyor. BDP milletvekili
Önder Meclis’te basın toplantısı yapıp, 24 Nisan’ın
“Ermeni halkının ulusal yas, anma ve acılarını paylaşma günü” olarak kabul edilmesi için kanun teklifinde
bulunacaklarını açıklıyor. Evet buz kırılmıştır, artık
sadece soykırım acısı gizli gizli paylaşılmıyor, tarihi
gerçekliğin devlet tarafından kabul edilmesi talebi de
yüksek sesle haykırılmaya, savunulmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler, konu üzerine tartışmalar genel olarak Türkiye toplumunu etkilemektedir.
AKP MİLLETVEKİLİNDEN
“SOY SÜRGÜN” ÖZÜRÜ
AKP’nin kurucu kadrolarından ve İstanbul Milletvekili İsmet Uçma’nın soykırımı “soy sürgün” olarak
değerlendirip bu konuda Ermenilerden “şahsen özür”
dilemesi tavrı bu seneki 24 Nisan’la ilgili haber ve tartışmalarda gündeme gelen bir tavırdı.
İsmet Uçma’nın bu tavrı ilk kez ne zaman takındığını takip etme durumunda değiliz. Ama en gecinde
6 Ocak 2012 tarihinde Uçma, Agos gazetesinden Lilit
Gasparyan’a yaptığı açıklamada bu tavrını takınmıştı. Yine 12 Ocak 2012 tarihinde Hazal Özvarış’ın T24
için yaptığı söyleşide de Uçma aynı tavrı takındı. 25
Nisan 2012 tarihli medyada bu tavrın öne çıkarılması
ise 24 Nisan’ın güncelliğine denk düşüyordu.
kırım’ değil, ‘soy sürgün’ olarak tarif etmeyi uygun
buluyorum.” (T24, 18.01.2012) biçiminde tavır takınması, soykırım kavramının da kullanılmadığı bir
“tanıma”, “özür dileme” istemine işaret etmektedir.
Aynı zamanda kavramlar değiştiğinde gerçeklerin de
değişeceği yaklaşımının sürdüğünü göstermektedir
bu tavır.
Uçma’nın tavrı hakkında tabii ki çok şey söylenebilir. Ama önemli olan yan, dikkat çektiğimiz eğilimin
önümüzdeki süreçte daha hızlı biçimde gelişmesi ihtimalidir. Sorumluluğu Osmanlıya atarak kendilerini “temize” çıkarma ve her sene 24 Nisan’da kıbleye
dönmüş gibi “acaba ABD Başkanı soykırım tanımını
kullanacak mı?” korkularıyla nöbetlere kapılmaktan, ya da Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 25 Nisan’ı
“kutlaması”ndan kurtulmak mümkün olacak mı?
Göreceğiz!
✌
halkların kardeşliği için
Uçma’nın bu tavrı egemenlerin temsilcisi partiler
cephesinde alışılmamış bir tavır olarak olumlu değerlendirilebilir. Biz ama sorunun bir diğer yanına
dikkat çekmek istiyoruz. “Özal ölmeseydi bu sorunu
çözerdi” yönlü haberlerin de yayınlandığı bu günlerde
Uçma’nın tavrının devletin resmi yaklaşımının önümüzdeki süreçte yumuşatılacağına da işaret etmektedir. Radikal gazetesinin verdiği habere göre Uçma şu
tavrı takınmıştır:
“Ben Ermeni vatandaşlarımıza, Ermeni dostlarımıza reva görülen şeyin, ‘soykırım’ değil, ‘soy sürgün’
olduğunu düşünüyorum. Eğer bir ulus devlet yaratmaya çalışırsanız insanları da birbirine düşürürsünüz. Bütün bu yaşananların sorumlusu biz değiliz,
İttihat ve Terakki’dir” diyen Uçma, “Ama ‘Biz sizden
geçmişimiz(d)e yaşanan bazı olaylardan dolayı özür
diliyoruz’ sözünü söyleyebilmemiz gerekiyor. Bu özrü
ben şahsen ‘soy sürgün’ için de söylerim.” dedi.” (Radikal, 25 Nisan 2012)
Anda tek başına hükümet olan bir partinin milletvekilinin böylesi bir tavrı takınması kuşkusuz ki
alışık olmayan bir tavırdır. Bu tavır, resmi inkar tavrının, inkardan farklı bir kabule doğru yol açmaya da
yönelik bir tavırdır. Soykırımın 100. yıldönümüne 3
sene kaldı. Bu süreçte Türkiye’nin tavrı, sorunu karşılıklı görüşmelerle, daha doğrusu “komisyonların
çalışmaları” temelinde vb. “çözmeye hazır” olduğu
yönlü bir tavır olmaya doğru evrimleniyor. Katı inkar
siyasetinin tutmadığı TC egemenleri açısından da ortaya çıkmıştır. Bu evrimlenmenin en az son 10 yıldır
yaşandığını tespit etmek yanlış olmayacaktır. Bunun
püf noktası da Uçma’nın “Bütün bu yaşananların sorumlusu biz değiliz, İttihat ve Terakki’dir” tespitindedir.
2000’li yılların başından beri ortaya çıkan ve
Uçma’nın bu ifadesiyle de daha da somutlaşan eğilim
şöyle ifade edilebilir: TC devleti soykırımı Osmanlı
devletinin yaptığını; sorumluluğu ve suçluluğu da
Osmanlı devletinin üzerine atıp kendisinin soykırımla ilgisi olmadığı temeinde soykırımı kabul etmesi ve bu sorundan kurtulması biçimindeki bir eğilim.
Bu eğilim, inkarcı, ırkçı yaklaşımın resmi yaklaşıma
damgasını vurmasına bağlı olarak çok yavaş gelişen
bir eğilimdir, ama gidişat bu yöndedir.
Uçma’nın, Hazal Özvarış’ın sorularını yanıtlarken
“Yaşanan olaya ‘soykırım’ dışında bir tanım bulmak
zorundayız. Zaten bu kavram, 1950’li yıllardan sonra
gündeme gelmiş bir tabirdir. Dolayısıyla ben. Ermeni
vatandaşlarımıza yönelik 1915’te yaşanan süreci ‘soy-
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ’NİN (HKP)
TAVRI: REZALET!
Halkın Kurtuluş (siz KEMALİST diye okuyun) Partisi, kendisini 1950’li yılların başlarına kadar TKP
ve sonrasında Kıvılcımlı tarafından kurulan Vatan
Partisi’nin mirasçısı olarak kabul ediyor. Dayandığı
ideolojinin de Marksizm-Leninizm olduğunu iddia
ediyor. Bu örnek aslında Marksizm-Leninizm (ML)
bilimine, komünizm için mücadeleye en büyük darbenin, Marksizm-Leninizm adına ortaya çıkan revizyonizm, oportünizm ve de ML adına Kemalizmin,
ulusalcılığın savunuculuğunu yapanlarca indirildiğinin sadece bir örneğini oluşturuyor. HKP’nin kemalistliği, halklar arasında kardeşliğin önüne engel tavrı
bu senenin 24 Nisan’ında da kendisini gösterdi.
İstanbul’da Taksim Meydanı’nda saat 19:15’te yapılan soykırım kurbanlarını anma etkinliğine karşı,
HKP “o emperyalist canavarların inlerine gönderileceği Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın başladığı yıl olan 1919’a gönderme yaparak
saat 19:19’da sahte demokratlarla aynı yerde, Taksim
Meydanı’nda bir basın açıklaması” (www.kurtuluspartisi.org) yaparak soykırımın “emperyalistlerin bir
yalanı” olduğu tavrını takındı. Emperyalizme karşı
olma adına 24 Nisan’da HKP tarafından yapılan etkinlikler ve bu tavır tam bir ibretlik tavırdır. Kemalizmin, Türk şovenizminin anti emperyalistlik adına
savunulduğu açıklamanın başında “Batılı Emperyalistlerin ‘ŞARK MESELESİ’nin nihai çözümü olarak
hazırladıkları SEVR’in bir parçası olan ‘ERMENİ
SOYKIRIMI’ yalanının Türkiye’deki yerli misyoner-
5
✌
halkların kardeşliği için
lerine!” denerek açıklamanın kime yönelik olduğu
ifade edilmektedir. Bu temelde de resmi ideolojinin
soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu inkar cephesinde, hem de açıklamanın kimi yerlerinde aynı
cümle, kavramlarla yerini almaktadır. HKP bu konuda Perinçek/İP ve “Talat Paşa Komitesi” ile de tamamen örtüşmektedirler.
HKP kendince kimi alıntılarla soykırımın “emperyalist bir yalan” olduğunu belgelemeye çalışıyor.
Morgenthau’dan sözederken şu tavrı takınıyor:
“Bu emperyalist savaş propagandasını bir de dönemin ABD İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau,
yine o yıllarda ABD’de yayınlanan ‘Anıları’nda öne
ortadan kalkmış mı oluyor? Hayır!
HKP bu ibretlik, antisemitik ve de kemalist yaklaşımda Kürtlere de oynuyor! HKP’nin tavrını biraz
daha yakından görebilmek için en azından şu uzun
alıntıyı aktarmak gerekiyor:
“Fakat kandırılarak, bilgisizlikten, saflıktan ve özgüven yokluğundan dolayı bu emperyalist yalana
inananlar, büyük hata ediyorlar. Ve fena halde yanılıyorlar. İşte biz, onları uyandırmak istiyoruz. Diyoruz
ki, aklınızı kullanın. İnsana yakışan budur... Olayları,
hiçbir önyargı altında kalmadan görmeye, kavramaya
çalışın...
Ermeni İsyanı haklıydı demek, bugün Kürtlerin ya-
Bizim için milletler, insanlar arasındaki sınırların ortadan kaldırılması,
araziler arasındaki sınırlardan çok daha önemlidir. Eğer araziler
arasındaki sınırlar halkların kardeşliği önünde engel teşkil ediyorsa
o sınırları ortadan kaldırmak için mücadele vermek görevimizdir.
Sınıfsız, sömürüsüz ve de sınırsız bir dünya yaratmak için mücadele,
halklar arasındaki sınırların ortadan kaldırılması için de mücadeledir!
6
sürer, savunur. Onun da bu yalanı savunmadaki amacı şudur: Morgenthau Amerikan Yahudisidir. Yalanlardan ibaret bu anılarıyla Amerikan Halkını, Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı’na itmeye çalışmaktadır.
Yani ABD’nin savaşa girmesini Amerikan Halkının
desteklemesini istemektedir. ABD, müttefiklerin safında savaşa girecek, böylece de Osmanlı daha kısa sürede
ve kesin biçimde çökertilecek, toprakları paylaşılacak;
bu paylardan biri üzerinde de (Filistin’de) bağımsız
bir Yahudi devleti kurulabilecektir. Onun da hesabı
budur.” (24.04.2012 tarihli açıklamadan)
HKP’nin Morgenthau’ya karşı takındığı bu tavır
Yahudi düşmanlığının bilinen şemalarından biridir
ve bu tavır Ermenilere yönelik soykırım gerçekliğini
reddetme temelinde yükselen antisemitik bir tavırdır
da aynı zamanda.
Varsayalım ki Morgenthau’nun böylesi bir hesabı
vardı. Peki ama soykırım gerçeği ortadan kalkıyor
mu? Emperyalistler kendi hesaplarına göre sorunu
kullandılar diye, Osmanlının egemen olduğu coğrafyadaki Ermenilerin büyük bölümünün katledildiği,
sürüldüğü ve o dönem “Türk Ermenistanı” olarak da
adlandırılan bölgenin Ermenisiz bırakıldığı gerçeği
şadığı topraklar tarihi Ermeni vatanıdır demektir.
Ve biz, 24 Nisan’da emperyalizmin ‘umut kaynağı’
ve ‘demokrasi güçleri’ olarak adlandırdığı Soytarı Solcuları protesto ettiğimiz zaman, bu harekete mensup
Kürt arkadaşlar bize karşı çıkıyorlar, yahu nasıl böyle
bir şey yaparsınız, diye. Bilmiyorlar ki tarihlerini...
Onlara şu soruları sormamız lazım: Peki Ermeni
İsyanı meşru muydu? Meşruydu, diyorlar. Haklı mıydı? Haklıydı, diyorlar. Peki talepleri nelerdi? Mersin’le
Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm
topraklar, tarihi Ermeni vatanıdır, biz burada bağımsız bir Ermenistan kuracağız, diyorlar. Peki Osmanlı
verse miydi Ermenilere, bu toprakları? Emperyalizmin
ürettiği soykırım tezini savunanların buna cevap vermeleri gerekir. İyi, tamam, alın mı demesi gerekirdi
Osmanlı’nın? Meşru olan, haklı olan bu muydu? Doğru olan, yapılması gereken bu muydu? Buna cevap
vermelerini istiyoruz. Eğer doğru ve haklıysa, Osmanlı
o gün yanlış yaptıysa, bugün siz savunun o doğru ve
haklı olan talepleri! Açıkça savunun. Burası tarihi Ermeni vatanı, Ermeniler gelsin, burada bağımsız devlet
kursunlar, deyin. Bunu diyemiyorsanız; ikiyüzlülük
yapmayın, sahtekarlık yapmayın, düzenbazlık yapma-
ğildir. Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakların önemli kesimi Kürdistanı, TC sınırları içinde de Kuzey
Kürdistanı oluşturuyor. Ama bugün Kürtlerin ve de
birçok milliyetten insanların üzerinde yaşadığı toprakların önemli bir bölümü de “tarihi Ermeni vatanıdır”! Bir başka ifadeyle Batı Ermenistan tarihi olarak
Ermenilerin üzerinde yaşadığı coğrafyaydı. Bu olgu
soykırımla ortadan kaldırıldı. Bu bölgeye başta Kürtler olmak üzere –ki zaten bu bölgeler “saf Ermeni” ya
da “saf Kürt”lerin yaşadığı bölgeler değildi- değişik
milliyetlerden insanlar yerleştirildi.
HKP kendi yaklaşımı temelinde tutarlı davranarak resmi ideolojinin savunuculuğunu yapmaktadır.
“Atalarımız katildi demeyin!” diyerek katilleri savunmaktadır. Biz de kendi tavrımızda tutarlı davranıyoruz ve haberi yoksa HKP’ye bildiriyoruz: Evet,
biz diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a geri
dönme, yerleşme ve ayrı devlet kurma hakkını savunuyoruz. Biz kanla, zulümle, katliamlarla, soykırımla bize devredilen bir vatan istemiyoruz! Hele bunu
“atalarımızdan armağan” olarak hiç kabul etmiyoruz! Kollektif suç veya sorumluluk diye bir tavrımız
yoktur ama soykırımda yer alan atalarımız katildir
diyor ve bu tarihi barbarlığı bilince çıkarıp buna karşı
mücadele ediyoruz!
Bizim için milletler, insanlar arasındaki sınırların
ortadan kaldırılması, araziler arasındaki sınırlardan
çok daha önemlidir. Eğer araziler arasındaki sınırlar halkların kardeşliği önünde engel teşkil ediyorsa
o sınırları ortadan kaldırmak için mücadele vermek
görevimizdir. Sınıfsız, sömürüsüz ve de sınırsız bir
dünya yaratmak için mücadele, halklar arasındaki
sınırların ortadan kaldırılması için de mücadeledir!
Dergimizin 116. sayısındaki şu alıntıyla yazımızı
bitirelim:
“Bize düşen görev, halkların kardeşliğinin sağlanabilmesi için mücadeledir... Bunu yaptığımızda hiç kuşkumuz olmasın:
Bir gün mutlaka, mutlaka ama,
Yaşayacaktır halklarımız kardeşçe,
özgürce bir arada,
halklar arası duvarları yıkıp
etnik, dini kökenlerini,
renklerini zenginlik
ve arazinin sınırlarını
hiçe sayarak...”
✌
halkların kardeşliği için
yın...
Türklerin ve Osmanlı’nın sırtından kimse demokratlık oynamasın! Atalarımıza yok yere çamur atmayın.
Atalarımız katildi demeyin!
Atalarımız çok doğru davrandılar. Türk ve Kürt ortak vatanını, emperyalizmin maşalarına karşı canlarıyla, kanlarıyla savunarak bize bu vatanı armağan
ettiler. Onlar onu yapmasaydı, belki bugün bizler hayatta olmayacaktık. Belki olacaktık da adımız Ahmet,
Mehmet, Süleyman olmayacaktı. O zaman siz, evet
verelim deyin bakalım. Bakalım Kürt Halkı sokuyor
mu Kürt illerine... Bu tezin savunucuları düzenbazlık
yapıyorlar. Devrimciye yakışmaz, insana da yakışmaz
sahtekarlık. Bir tezi savunuyorsanız sonuna kadar tutarlı olacaksınız.” (sözkonusu açıklamadan)
Burada savunulan görüş, sorulan sorular temelinde ortaya çıkmaktadır ve her tespit ayrıca ele alınıp
teşhir edilmesi gereken tespit konumundadır. “Düzenbazlık, soytarılık” vb. tanımlamaları temelindeki
seviyesizliği HKP’nin kendisine iade edip birkaç noktada tavrımızı ortaya koyalım.
HKP “Ermeni İsyanı meşru muydu?” sorusunu soruyor. Soykırım meselesi tartışıldığında öne sürülen
bu soru ya da yaklaşım, Ermeni İsyanı diye bir isyanın yaşanmadığı tarihi gerçeği çarpıtıyor. Ermeniler
içinde bağımsız bir Ermenistan isteyen kesimler olmuştur ve bu istem, bu amaç için mücadele meşrudur.
Yani gerçekten bağımsız bir Ermenistan için İsyan olmuş olsaydı, haklı olacaktı!
Yine talepler bağlamında da tüm Ermenilerin
“Büyük Ermenistan” diye bir talebi yoktu. 1878 San
Stefano (Yeşilköy) Anlaşması’nda ve 1878 Berlin
Anlaşması’nda dile getirilen talepler esasında Ermenilerin Kürt ve Çerkezlerin saldırılarına karşı korunması ve Ermenilerin yaşadığı “Doğu Vilayetleri”nde
özerklik için reformlardır. 1915’teki “Van İsyanı” ise
Ermenilerin kendilerini korumaya yönelik direnişidir.
Topraklar meselesinde ise “Peki Osmanlı verse miydi Ermenilere, bu toprakları?” sorusunu soruyor HKP.
“Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunu” değil ama o dönem “Türk Ermenistanı” olarak adlandırılan ama gerçekte Batı Ermenistan denen coğrafyanın Osmanlı tarafından işgalinin sözkonusu olduğu
olgusu öncelikle bilinçlere çıkarılmalı ve bu topraklarda Ermenilerin kendi devletlerini kurma isteminin
meşru olduğu söylenmek zorundadır.
“Ermeni İsyanı haklıydı demek, bugün Kürtlerin yaşadığı topraklar tarihi Ermeni vatanıdır” demek de-
29 Nisan 2012 
7
İBRAHİM KAYPAKKAYA
YOLDAŞ VE MİLLİ MESELE
✌
halkların kardeşliği için
Faşist katillerce katledilişinin 39. yılında komünist önder İbrahim
Kaypakkaya yoldaşı anıyoruz. O’nun bugün de komünistlerin
elinde silah olan milli mesele konusundaki görüşlerinin,
Bolşevikler tarafından yapılmış olan değerlendirmesini
yayınlıyoruz.
İ
8
brahim KAYPAKKAYA yoldaşın “Türkiye’de Milli
Mesele” başlıklı yazısını tezler halinde şöyle değerlendiriyoruz:
1— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, Marksizm-Leninizmin ulus tanımını, bu tanımın sınıfsal içeriğini
doğru olarak kavramış ve revizyonist çarpıtmalara
karşı savunmuştur. İbrahim KAYPAKKAYA Marksizm-Leninizmin bilimsel ulus tanımına dayanarak,
Türkiye’de Kürtlerin bir ulus oluşturduğunu kanıtlamış, ikna edici bir biçimde ortaya koymuştur. Kürtlerin varlığının bile —hem de solculuk adına da!—
tartışıldığı bir ortamda, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus
olduğunun yüksek sesle ilanı, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın önemli bir katkısıdır.
İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, yalnızca Kürt ulusal sorununda değil, Türkiye’de yaşayan diğer ezilen
milliyetler sorununda da “ezilen milliyetlere tam hak
eşitliği” ilkesini savunarak, Marksist-Leninist bir konumda durmuştur.
2— Ulusal baskının yalnızca emekçi yığınlara değil, aynı zamanda ezilen ulusun burjuva ve toprak
ağası sınıflarına da uygulandığı konusunda doğru
pozisyonu savunmuştur.
İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, ulusal mücadele ile sınıfsal mücadele arasındaki ilkesel ayrılığı ve
bunların ilişkilerini doğru bir biçimde ortaya koymuş ve sınıf mücadelesinin özgürce gelişmesi için
ulusal baskının ortadan kaldırılmasının oynayacağı
rolü doğru olarak belirlemiştir.
3— Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın,
Marksizm-Leninizm’de yalnızca ayrılma hakkı ola-
rak yorumlanıp, savunulduğunu doğru olarak ortaya
koymuştur.
4— Ulusal sorunun çözümünü Proleter Devrime
bağlı ele alarak, temel ilkeyi doğru olarak savunmuştur.
5— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, milliyetçiliğe
karşı mücadele konusunda, ezen ulus şovenizmi ile
ezilen ulus milliyetçiliği arasında yapılması gereken
ayrımı doğru olarak yapmıştır.
O, milliyetçiliğe karşı mücadelede, esas darbeyi
doğru olarak Türkiye’de ezen ulus şovenizmi olan
Türk şovenizmine yöneltmiştir. O, ezilen ulus milliyetçiliğine karşı da mücadele etmiştir.
6— Ulusal sorunun Demokratik Halk Devleti’nde
çözümü konusunda berrak Marksist-Leninist bir
program savunmuştur.
7— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, ezen ulus
komünistleri ile ezilen ulus komünistlerinin ulusal
soruna yaklaşımında ikili —ayrı— görevleri konusunda Marksist-Leninist ilkeyi çıkış noktası almış ve
savunmuştur.
8— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, bütün milliyetlerden işçilerin Komünist Partisi’nde ve bütün sınıf örgütlerinde ortak örgütlenmesini savunmuştur.
9— Genel programatik açıdan, net Marksist-Leninist bir pozisyonda durarak, bu konuda Bolşevik
programın temel taleplerini savunmuştur.
Bütün bunlar, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın
ulusal sorunda açıkça Marksist-Leninist pozisyonda
olduğunu göstermektedir.
10— İbrahim KAYPAKKAYA, milli sorunda Lenin
«Kendi Kaderini Tayin Hakkı».
«Kendi kaderini tayin» ile «kendi kaderini tayin
hakkı» farklı şeylerdir. «Kendi kaderini tayin» veya
«kendi kaderini tayin etme» ayrılma, ayrı bir devlet
kurma anlamına gelir. Oysa, «kendi kaderini tayin
hakkı» biraz önce de işaret ettiğimiz gibi ayrılma
hakkı, «ayrı bir devlet kurma hakkı» anlamına gelir. Komünistlerin her şart altında ve kayıtsız şartsız
savundukları şey, «kendi kaderini tayin hakkı» yani
ayrı bir devlet kurma hakkıdır. «Kendi kaderini tayin
hakkı» ile «kendi kaderini tayin» veya başka bir deyişle «ayrı bir devlet kurma hakkı» ile «ayrı bir devlet
kurma» asla birbirine karıştırılmamalıdır. Komünistler birincisini her şart altında savundukları halde ikincisini şartlara bağlı olarak savunurlar. Lenin
yoldaşın ifadesiyle komünist hareket bu ikinci sorunu, «her özel meselede somut olarak, bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın
sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve
tayin eder».” (Seçme yazılar s. 243)
Onun “Milli Mesele İle İlgili Görüşlerin Özeti” başlığı altında topladığı şu görüşler, bugün de MarksistLeninistlere bu konuda ışık tutmaktadır:
“21— Marksist-Leninist Hareketin Milli Meseleyle
İlgili Görüşlerinin Özeti:
Marksist-Leninist hareket, bugün Türk hakim sınıflarının Kürt milletine ve azınlık milliyetlere uyguladığı milli baskıların en amansız ve en kararlı
düşmanıdır; milli baskılara, diğer diller üzerindeki
baskılara, milli imtiyazlara karşı en önde mücadele
eder.
Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak
ağaları tarafından ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet meydana getirme hakkını her dönemde ve kayıtsız
şartsız tanır ve savunur. Marksist-Leninist hareket,
devlet kurma hakkı konusunda da imtiyaza karşıdır.
Halk demokrasisinin en temel ilkeleri bunu zorunlu
kılmaktadır. Aynı zamanda Türk burjuva ve toprak
ağalarının Türkiye’deki azınlık milliyetlere uyguladığı şimdiye dek görülmedik milli baskılar da bunu
zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda bizzat Türk işçilerin ve emekçilerin özgürlük mücadelesi tarafından
zorunlu kılınmaktadır, çünkü onlar, Türk milliyetçiliğini yıkmazlarsa, onlar için kurtuluş imkânsız
olacaktır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, belli bir ulusun ayrılmasının gerekliliği ile asla karıştırılmamalıdır. Marksist-Leninist hareket, ayrılma sorununu her
✌
halkların kardeşliği için
ve Stalin’e dayanmış, onların teorisini çıkış noktası
almış ve bu teoriyi KK-T pratiği ile başarılı bir biçimde kaynaştırmıştır.
11— İbrahim KAYPAKKAYA, Marksizm-Leninizmin ilkelerinden yola çıkarak KK-T’de Cumhuriyet
döneminde Kürt isyanları konusunda doğru tavır
takınmış, TKP’nin —aynı zamanda Komintern’in de
tavrı olan— tavrını doğru bir temelde eleştirmiştir.
12— İbrahim KAYPAKKAYA, Kürtlerin parçalanmış bir ulus olduğu ve bu “tarihi haksızlık”ın ortadan
kaldırılmasına ancak Kürt ulusunun kendisinin karar verebileceği doğru tezlerini savunmuştur.
13— İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın hataları
ikincildir.
İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, “… milli baskıların esas hedefi ezilen, bağımlı ve uyruk milletin burjuvazisidir”, “Milli hareketler özünde her zaman burjuvazinin damgasını taşımaktadır” şeklinde tespitler
yapmaktadır. Bu tespitler, emperyalizm çağı için yanlış tespitlerdir.
İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, “Milli baskının
amacı nedir?” başlığı altında yürüttüğü tartışmada, “meselenin özünün pazara kimin hakim olacağı” sorunu olduğunu söylemektedir. Bu tez de emperyalizm çağı açısından yanlıştır. Ancak İbrahim
KAYPAKKAYA’nın çizgisinde bu tespit, teorik bir
yanlış olarak durmaktadır.
İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, “Doğu Anadolu
Bölge Komitesi” bağlamında, Şafak revizyonizmi ile
hesaplaşmamıştır. Ulusal özellikleri dikkate alan bir
örgütlenmenin gerekliliğini savunmamıştır.
İbrahim KAYPAKKAYA’nın “Kürt ulusal hareketinin… çözüme bağlanmamış tek ulusal hareket” olduğu tespiti 1972 için yapılan somut bir tespit olarak
alınsa da özellikle Ermeni ulusal hareketi bağlamında eksiktir.
İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, Türkiye’de milli mesele sorununa Marksizm-Leninizm açısından
yaklaşmış; Kürt ulusunun varlığını, kendi kaderini
tayin hakkını savunarak, Türk şovenizmine ağır bir
darbe vurmuştur. O esas darbeyi Türk şovenizmine
vururken, hiçbir şekilde ezilen ulus milliyetçiliğine
de taviz vermemiştir.
Onun kendi kaderini tayin ve tayin hakkı konusunda söyledikleri; Türk şovenizmine karşı mücadele adına ortaya çıkan; ve fakat “kendi kaderini tayin
hakkının her şart altında savunulmayacağını” iddia
ederek, bu hakkı sinsice reddedenlere iyi bir cevaptır:
“15— «Kendi Kaderini Tayin».
9
✌
halkların kardeşliği için
10
Marksist-Leninist hareket, genel
olarak ezilen milliyetlerin ve özel
olarak Kürt milletinin milli baskılara,
zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş
mücadelesini kesinlikle destekler;
ezilen milletin milli hareketindeki
genel demokratik muhtevayı kesinlikle
destekler.
özel meselede somut olarak ele alır, «bir bütün olarak
sosyal gelişmenin ve sosyalizm için, proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve
tayin eder». Marksist-Leninist hareket, tasvip etmediği bir ayrılma kararında da zor kullanmayı, engel
ve güçlük çıkarmayı kesinlikle reddeder. Sınırlar,
milletin kendi iradesiyle tespit edilmelidir. Bu, çeşitli
milliyetlere mensup işçi ve emekçi yığınların karşılıklı güveni, sağlam dostluğu ve gönüllü birliği için
zorunludur.
Marksist-Leninist hareket, genel olarak ezilen milliyetlerin ve özel olarak Kürt milletinin milli baskılara,
zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş mücadelesini kesinlikle destekler; ezilen milletin milli hareketindeki
genel demokratik muhtevayı kesinlikle destekler.
Marksist-Leninist hareket, Kürt milli hareketinin
başını çeken burjuva ve küçük toprak ağalarına karşı
da, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin sınıf mücadelesini yürütür ve yönetir. Kürt burjuva ve toprak
ağalarının milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan
eylemlerine karşı, Kürt işçi ve emekçilerini uyarır.
Marksist-Leninist hareket, çeşitli milliyetlerin burjuva ve toprak ağası sınıflarının kendi üstünlükleri için
giriştikleri mücadeleler karşısında kayıtsızdır.
Marksist-Leninist hareket, milli baskılara karşı
mücadeleyi toprak ağalarının, şeyhlerin, mollaların
vb… durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Türk hakim sınıflarıyla işbirliği yapan Kürt büyük feodal beylerinin, din
adamlarının, büyük burjuvalarının, işçileri ve emekçileri bölme çabalarını, el altından Türk burjuva ve
toprak ağalarıyla, bütün milliyetlerin emekçi halklarının aleyhine dalavereler yürüterek işçileri ve emekçileri uyutma çabalarını, çoğu zaman milliyetçi slo-
ganlarla örtbas etmeye çalıştıklarını bilmektedir ve
bunlara karşı mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Lenin yoldaşın da işaret
ettiği gibi, bütün ülkelerin ve hele ezilen ülkelerin geniş emekçi yığınları önünde bıkmadan, usanmadan
siyasi bakımdan bağımsız devletler kurma maskesi
altında, gerçekte iktisadi, mali ve askeri alanlarda
kendilerine tamamen tabi devletler yaratan emperyalist devletlerin sistemli biçimde uyguladıkları aldatmacayı açıklar ve suçlar.
Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer
emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde siyasi, sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle
mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin işçileri
ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe
karşı ancak bu şekilde başarılı mücadele yürütme
imkânına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin
propagandasıyla ve gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkânına kavuşur.
Marksist-Leninist hareket, ülkemizde her milliyetten burjuva ve küçük-burjuva oportünist partiler ve
akımlar tarafından genellikle benimsenen «kültürelmilli özerklik» plânını kesinlikle reddeder. Çünkü bu
plân, bir tek devletin eğitim işlerinin milliyetlere göre
bölünmesini önermektedir; böylece, her milliyetin
işçi ve emekçilerini, o milliyetin burjuva ve toprak
ağalarının kültürüne bağlamayı ve onları manevi bakımdan köleleştirmeyi hedef almaktadır. Dolayısıyla,
hem demokrasi açısından, hem de proletaryanın sınıf
mücadelesinin menfaatleri açısından son derece zararlıdır.
Marksist-Leninist hareketin demokratik halk dik-
bir mahiyet taşımamaktadır. Bu nedenle komünistler onun düzeltilmesini istemek akılsızlığını ve basiretsizliğini göstermezler. Bu noktayı belirtmemizin
sebebi, Program Taslağı üzerindeki tartışmalarda
bir arkadaşın Kürdistan bölgesinin birleştirilmesini
programa koymak yolundaki isteğidir. Türkiye’de
komünist hareket ancak Türkiye sınırları içindeki
milli meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla
yükümlüdür. Irak ve İran’daki komünist partileri
de, milli meseleyi kendi ülkeleri açısından en doğru
çözüme kavuştururlarsa, sözkonusu tarihi haksızlığın hiçbir değeri ve önemi kalmayacaktır. Bütün
Kürdistan’ın birleştirilmesini programımıza koymamız bir de şu açıdan sakattır: Bu, bizim tayin edeceğimiz bir şey değildir. Kürt milletinin kendisinin tayin
edeceği bir şeydir. Biz Kürt ulusunun kendi kaderini
tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunuruz.
Bu hakkı kullanıp kullanmayacağını veya ne yönde
kullanacağını Kürt milletinin kendisine bırakırız. Bu
nokta üzerinde ilerde tekrar duracağımızdan, geçiyoruz.” (İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları,
Şubat 1992, sf. 196-197)
Onun bu görüşleri, şimdi birçok Kürt milliyetçisi örgüt tarafından, İbrahim KAYPAKKAYA’nın
“Kemalizm”in Misak-ı Milli düşüncesini aşamadığı vb. şeklinde eleştiriliyor. Bu eleştiriciler, önce İbrahim KAYPAKKAYA bu görüşleri savunduğunda
Kürdistan’ın çeşitli parçalarındaki milli uyanış ve
milli kurtuluş hareketinin boyutlarının bugünle
karşılaştırılamayacak kadar cılız olduğu gerçeğini unutuyorlar. Bunlar, ikinci olarak da, İbrahim
KAYPAKKAYA’nın tartıştığının, “Kürdistan’ın birleştirilmesinin bir Komünist Parti’nin programına
alınıp alınmayacağı” sorunu olduğunu gözlerden gizliyorlar.
İbrahim KAYPAKKAYA’nın Marksist-Leninist çizgisinin sürdürücüsü olan Bolşeviklerin bu konudaki
tavrı şudur:
“Kürt ulusu uluslaşma sürecinin —kapitalizmin gelişmesinin Batı Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında
Osmanlı devletindeki geç gelişmesi sonucu— henüz
başlarında iken, Kürdistan emperyalist işgale karşı
savaşın başını çeken Kemalist Türk hükümetinin İngiliz-Fransız emperyalistleri ve İran gericileri ile anlaşması sonucu dört parçaya bölündü. (Daha doğrusu
daha önceki Osmanlı ve İran devlet sınırları içindeki,
bölgesel olarak oldukça geniş bir özerkliği de içeren
ikiye bölünmüşlük, Lozan anlaşması sonucu dörde —
✌
halkların kardeşliği için
tatörlüğü sisteminde milli meseleye getireceği çözüm
şudur:
Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün
milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir.
Hiç bir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli
dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, her hangi bir milletin, her hangi bir
imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına
her hangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her
ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır.
Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın
bölgesel özerklikve tamamen demokratik yerel kendi
kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları ekonomik ve sosyal
şartlar, nüfusun milli bileşimi vb… temeli üzerinde
bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.
Milli meseledeki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım:
«Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi
kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin
(ve ezilen halkların) birleşmesi».” (age. s. 256-259)
İbrahim KAYPAKKAYA’nın Kürdistan’ın parçalanmışlığı ve bunun devrim açısından oynadığı rol
konusundaki görüşleri şöyledir:
“Lozan Antlaşması, Kürtleri çeşitli devletler arasında parçaladı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti,
Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin kendi eğilimini ve isteğini hiçe
sayarak, sınırları pazarlıkla tesbit ettiler.
Böylece Kürdistan bölgesi İran, Irak ve Türkiye arasında bölündü.
Burada bir noktayı daha belirtelim: Kürdistan’ın
Lozan Antlaşmasıyla kendi kaderini tayin hakkı çiğnenerek parçalanması, elbette tarihi bir haksızlıktır.
Ve Lenin yoldaşın bir başka vesileyle söylediği gibi,
haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hakim
sınıfları bu konuda ayıplamak, komünist partilerin
görevidir. Ama böyle bir haksızlığın düzeltilmesini
programına koymak akılsızlık olur. Çünkü günün
meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü
tarihi haksızlık örnekleri vardır. «Sosyal gelişmeyi ve
sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte
devam eden bir tarihi haksızlık» olmadıkları sürece,
komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak
gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir. «Sosyal gelişmeyi ve sınıf
mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek» gibi
11
✌
halkların kardeşliği için
12
İran/Türkiye/Irak/Suriye— bölünmüşlüğe dönüştü.)
Kürdistan’ın bölünmesi, aynı zamanda henüz uluslaşma sürecinin başlarında bulunan birulusun, Kürt
ulusunun parçalanması anlamına geliyordu. Bu noktadan itibaren Kürt ulusunun birleşik bir ulus olarak
toprak birliği emperyalist zorla ortadan kaldırılmıştı.
Bu noktadan itibaren artık tüm Kürt ulusu için iktisadi yaşantı birliği de söz konusu değildir. Parçalanmış Kürt ulusunun her parçası, üzerinde yaşadığı
Kürdistan toprağı hangi devletin sınırları içinde kaldı
ise, o esas olarak o devletin iktisadi yaşantı birliğinin
bir parçasıdır. Her parçalanmış ulusta olduğu gibi,
Kürt ulusunda da parçaların artık bir ulustan söz edilemeyecek seviyede farklılaşması yolu ile yeni ulusların oluşması; ya da belli parçalardaki Kürt ulusunun
giderek asimile olması vb. teorik olasılık olarak vardı.
Ve her parçadaki ezen ulusun hakim sınıfları, “Kürt
sorununu” Kürt ulusunu yok ederek veya asilime ederek “çözmek” için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Fakat gelişmelerin açıkça gösterdiği gibi, ne değişik
parçalardaki farklılaşma bir Kürt ulusu ve onun parçaları yerine değişik uluslardan söz edilmesini haklı
kılacak seviyede bir farklılaşma oldu; ne de katliamlar kıyımlar ve asimilasyon çabaları Kürt ulusunu ortadan kaldırabildi. Tersine kapitalizmin gelişmesine
paralel olarak tek tek parçalarda uluslaşma süreci hızlanarak sürdü ve tek tek parçalarda bir ulusun, Kürt
ulusunun parçaları olma; bir ülkenin, Kürdistan’ın
parçaları olma bilinci —özellikle son on yıllar içinde— gelişti. Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun —emperyalist savaş sonucunda— parçalanmış bir ülke ve
parçalanmış bir ulus olduğu ve Kürt ulusunun her
parçada, parçalanmış bir ulusun parçaları olarak varlığını sürdürdüğü, tüm katliamlara ve asimilasyon
çabalarına rağmen varlığını sürdürdüğü olgudur.
Bunlar olgu olduğuna göre, Kürt ulusu parçalanmış
bir ulus olarak varlığını sürdürdüğüne göre, Kürt
ulusunun ve Kürdistan’ın yeniden birleştirilmesinin
objektif temeli olduğu açıktır.
Bütün Kürt milliyetçisi örgütlerin temel
program
maddesi
“Bağımsız,
Demokratik,
BirleşikKürdistan”dır. Kürdistan’ın birleştirilmesi,
Kürt ulusunun birleştirilmesi, bu anlamda birleşik
Kürdistan, biz Türkiyeli komünistler için bugün temel program maddesi değildir, olamaz. Bizim devrimimiz, şu anda Kürdistan açısından ele alındığında,
Kürdistan’ın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
olan kesiminin, Kuzey Kürdistan’ın işçi sınıfı önderliğindeki demokratik halk devriminin zaferi ile
kurtarılması, özgürleştirilmesi, Kuzey Kürdistan’da
Kürt ulusunun ayrılma hakkını özgürce kullanacağı şartların yaratılması asgari programına sahiptir.
Biz Kuzey Kürdistan’ın özgür halklar Türkiye’sinde
en geniş bölgesel özerkliğe sahip bir birlik cumhuriyeti olarak yer almasından yanayız. Fakat açıktır ki,
böyle bir birlik içinde yer alıp almamaya karar verme
hakkı ve yetkisi Kürt ulusunun kendisinindir. “Kendi
yazgısını kendisi özgürce belirleme” ön şartlarına kavuşan Kürt ulusu, özgür halkların özgür KK-T’sinde
birleşik bir devlet içinde mi yaşayacağına yoksa ayrılıp ayrı devlet olarak mı yaşayacağına vb. kendisi
karar verecektir. Bu bağlamda “bağımsız, demokratik, birleşik Kürdistan” hedefine nasıl varılabileceği
sorunu ortaya çıkmaktadır. Bağımsız, demokratik,
birleşik Kürdistan hedefine, —eğer gerçek anlamda
bağımsızlık ve demokratiklik kastediliyorsa, ve bu iki
özellik ‘birleşme’ ile eşdeğerli özellikler olarak kavranıyorsa— varmak, bugün Kürdistan’ın bölünmüş
olduğu devletler —yani İran, Türkiye, Irak, Suriye—
işçi sınıfı önderliğinde demokratik devrimlerle yıkılmadan gerçekleşemez. Emperyalizm şartlarında,
burjuvazinin önderliğinde ancak emperyalizmle uzlaşma, anlaşma temelinde kurulması mümkün olan
“Birleşik Kürdistan”ın demokratik ve bağımsız olması mümkün değildir. O halde Kürdistan’ın birleştirilmesi sorunu, komünistler açısından Kürdistan’ın
parçalanmış olduğu devletlerde iktidarı işçi sınıfı
önderliğinde devrimlerle yıkma sorunu ve Kürt ulusunun kendi yazgısını özgürce belirleyeceği şartları
yaratma sorunudur. Birlik sorunu, tek tek devletlerde
devrim sorununa bağlı olarak ele alınmak zorundadır. Çıkış noktası ve bugünkü programın temel maddelerinden biri değildir. Fakat onun komünistlerin
temel program maddelerinden biri olmaması, birlik
sorununun olmadığı, bunun “tarihin akışı dışında
kalmış bir sorun olduğu”, “objektif temeli olmadığı”
vb. vb. anlamına gelmez. “Birleşik Kürdistan” talebi,
emperyalizmin Kürdistan’ı bölmüş olması olgusuna
karşı demokratik bir öze de sahip olan, objektif temeli olan, haklı olan bir taleptir. Komünistler açısından
bu talebin bugün temel program maddelerinden biri
olmaması, onun demokratik bir özü olmadığı vb. anlamına gelmiyor. Yalnızca böyle bir talebi de gerçekleştirmek için ön şartların yaratılmasının gerektiğini
ve bugün esas meselenin bu olduğunu söylüyoruz. “
(Kazanımları ve Hatalarıyla İbrahim Kaypakkaya,
YDİ Çağrı yayınları, Sayfa 91-101) 
ERMENİ SORUNU
Ermeni sorunu bağlamında Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısında yayınlanan
bir yazıyı bu sayımızda yayınlıyoruz. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin sorunu nasıl
gördüğünü gösteren bu tarihi belgenin Türkiye’deki tartışmalara da katkı olacağını
düşünüyoruz. Okurlarımızın bu belgeyi Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan
“Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu Tahliller-Belgeler-Kararlar” adlı kitaptaki ve M.
Perinçek tarafından “Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi” adıyla
derlenen ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan tercümelerle karşılaştırmaları da, hem
tartışmalara katkı hem de resmi ideolojinin savunucularının belgeleri nasıl çarpıttıklarını
görmeleri için de yararlı olacaktır.
D
oğu sorununun bir parçasını oluşturan Ermeni sorunu iki bakış açısından ele alınmalıdır:
Dışarıdan bakıldığında bu sorun büyük güçlerin,
Türkiye’nin merkezkaç güçlerini güçlendirmek ve
bununla onları daha kolayca sömürebilmek için onları zayıflatmak çabasına yöneliyor. Meselenin içsel özüne gelince, bu Ermenilerin kendi burjuvazisi
önderliğinde ulusal kendi kaderini kendisinin belirlemesi için mücadeleden oluşuyor. Ancak bu sayede
burjuvazinin kendisinin özgürce geliştirebileceği
ekonomik-siyasi koşullara ulaşılabilir.
Ermeni meselesinin önkoşulları, Konstantinopel
(İstanbul - ÇN) mali aristokrasisinin Ermeni ulusunun başına geçtiği 18. yüzyılda oluştu. Türkiye’nin
Küçük Asya bölümünün bütününe dağılmış olan Ermeni halkı Türkiye’nin ekonomik yaşamında hissedilir bir rol oynayan bir ticaret burjuvazisini çok erken ortaya çıkardı. Bu burjuvazi kira işleri ile uğraştı,
hükümete valilere vs. borçlar/ krediler verdi.
Bu burjuvazi aynı zamanda devasa nüfuza sahip
ruhbanlar aracılığıyla Ermeni halkının tüm yaşamını yönetti: Konstantinopel’in fethedilmesinden
(1453) sonra Türklerin izniyle kurulan, teokratik
Ermeni cemaatinin başında bulunan Konstantinopel Patrikhanesi nezdinde pratikte Ermeni halkının yöneticisi konumunda olan (mali aristokrasinin
temsilcilerinden oluşan) eşrafların bir şurası vardı.
Türkiye’deki Ermeni burjuvazisinin gelişmesinde
Doğu’da (Orient) ve ABD’de yaşayan Ermeni tüccar-
ları ile bağlantılar ve bir miktar yabancı sermaye de
belirli bir rol oynadı. Sayısal olarak kalabalık ve fakat
giderek dağılmakta olan sınıfın bir dizi parçalarını
oluşturan Ermeni zanaatkârlar (esnaf) da Rumlarla birlikte Türk ev sanayinde egemen bir rol oynadı.
Sadece Türkiye’nin doğusunda yaşayan Ermeni köylüler – gerek siyasi gerekse ekonomik olarak – kanlı
baskının hüküm sürdüğü bir durumda idiler.
Bu nedenle, batılı güçlerin batılı kapitalizmin Orta
Doğu’daki ilerleyişi ölçüsünde, Türkiye’nin doğal
ekonomisi ve iç bütünlüğünün tahrip edilmesine yönelmiş olan tüm girişimlerinde, özgür olmayan, siyasi olarak tabi durumda olan, bununla bağıntı içinde ekonomik faaliyetinin gelişmesinde olağanüstü
derecede sınırlandırılmış olan Ermeni burjuvazisine
dayanmaya başlaması ve bunu yoğunlaştırması bütünüyle anlaşılırdır. Batılı Sermaye, Türk egemen sınıfı
ile çok sıkı bağları bulunan Ermeni Mali burjuvazisini, bir kenara bırakarak, kendi hedefleri için önce
ruhban takımını kullanmaya (Ermeni-Katolik ve Ermeni-Protestan kiliseleri oluşturmak) çalıştı; bu çabalar beklenen başarıyı getirmediğinde batılı ticaret
sermayesi bu kez kendisinin ekonomik aracısı olarak
ticaret orta burjuvazisini kullanmaya başladı. Batılı sermayenin desteklemesi ile bu burjuvazi gelişti;
buna bağlı olarak ulusal hareket de gelişmeye başladı.
Bu hareket, aydınlar tarafından, özellikle Moskova
ve Tiflis’tekilerce desteklendi. Bu kentler (19. Yüzyılın -RÇN) 70’li yıllarında (Rus liberal hareketinin
halkların kardeşliği için
Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin 1926 baskısında ✌
13
✌
halkların kardeşliği için
14
dolaysız nüfuzu altında) “Ermeni liberalizmi”nin
merkezleri haline gelmişlerdi; sadece Rus Ermenileri
arasında değil, aynı zamanda Türk Ermenileri arasında da basılmış yazılarda ve sözlü olarak “ulusal
bilincin uyanışı”nı ve hatta mücadeleci milliyetçiliğin
“uyanışı”nı vaaz ettiler.
Ermeni orta burjuvazisinin kendi varlığını korumasının ilk adımları doğal olarak ruhban takımının egemenliğinin sınırlandırılmasına yönelmişti:
Bu burjuvazi kentsel zanaatkârlara dayanıyordu ve
kilisenin laikleştirilmesi uğruna ve her şeyden önce
Konstantinopel Patrikhanesine karşı bir mücadele
yürüttü. Bu mücadele başarıyla sonlandı: Orta burjuvazi, patrikhane nezdinde ve onun merkezlerinde kurulan sözde “Ermeni temsilciliği” ve ruhban
takımı ve mali burjuvazinin yanında bir yere sahip
oldu. Bu temsilcilik maliye, hukuk ve eğitimin idaresini içerdi. Köylü kitleleri başlangıçta bu hareketin
dışında kaldılar. (19. Yüzyılın -RÇN) 70’li yıllarında
Ermeni köylülüğünün durumu, vergi yükünün artması ve Kürtlerle ilişkilerin keskinleşmesi nedeniyle
hissedilir bir şekilde kötüleşti. 5 doğu vilayeti (Van,
Erzurum, Bitlis, Harput ve Sivas) bölgesinde Ermeniler halkın sadece bir azınlığını (% 20 – 40) oluşturuyorlardı. Geriye kalan kitleyi kabileler halinde gruplaşan ve göçebeler ve hayvan besicileri olarak yaşayan
Kürtler oluşturuyordu. Bunlar 19. Yüzyılın 2. çeyreğinde buraya yerleştirilme sonucu yerleşik bir yaşam
tarzına geçtiler. Dağlık olan Ermenistan’da boş arazi
bulunmadığından, bu alana yerleştirilen Kürtler Ermeni köylülüğü yerlerinden atmaya ve onların arazisini gasp etmeye başladılar. Gücünü savaşçı, yarı
bağımsız Kürtler vasıtasıyla güçlendirmek isteyen
Türk hükümeti, bu süreci her tarzda teşvik etti. Hükümet gasp edilen toprakları önderlere devretti, onlara idari ve askeri işlevler verdi ve böylece alanda Kürt
feodalizmini yerleştirdi. Bu bağlamda onların dini
fanatizmini de kullanarak, Kürtleri Ermenilere karşı
her tarzda kışkırttı. Böylece önceleri münferit olaylar
olan Ermenilere karşı şiddet faaliyetleri, şimdiye kadar görülmemiş bir kitlesel nitelikte vahşete dönüştü.
Gelişmekte olan uzlaşmaz çelişmenin (antagonizmanın) ikinci nedeni, Ermeni kentsel burjuvazisinin
Müslüman halkın karşısına, Türkiye koşulları altında ağırlıklı olarak yağmacı ve tefeci niteliğe sahip
olan sermayenin temsilcisi olarak ortaya çıkmasında
yatmaktadır.
Böylesine sırf ekonomik temelde keskinleşen
Ermenistan’ın durumu “büyük güçler” Rusya ve
İngiltere’nin işe karışmasıyla trajik bir tarzda daha
da zorlaştı. Rus ticaret ve sanayi sermayesinin
Karadeniz’i, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını fethetme isteği, “Hıristiyanların Müslüman Türkiye’nin
boyunduruğundan kurtulması için mücadele” şiarıyla maskelendi. Ulusal ve siyasi kendi kaderini tayin
etme hedefi için Ermeni burjuvazisi bu şiarı üzerlendi. Ermeni burjuvazisinin çoğunluğu Rusya yanlısı
bir tavrı üzerlenmekle kalmadı, aynı zamanda bu
doğrultuda Türk Ermenistan’ındaki Ermeniler arasında ajitasyon da yaptı. Bu pozisyon Türk hükümetinin Ermeni burjuvazisi ile ilişkisini kökten değiştirdi.
Türk hükümeti 1877 Savaşına kadar Ermeni burjuvazisini takibat altında tutmadı; tersine hatta öne çıkan kimi devletsel işlevleri ona verdi. İlişkiler ancak
Rus Ermenilerinin büyük Dük Michail Nikolaeviç’in
Kafkas temsilcisine ve Türk Ermenilerin Türkiye ile
barış koşullarının görüşülmesinde başta Patrik Nerses ile birlikte olmak üzere Rusya’ya destek istemek
üzere başvurmalarından sonra keskinleşti. Rusya bu
ricayı kullanarak San Stefan ön görüşmelerine 16.
maddeyi getirdi. Bu maddeye göre Türkiye Ermeni
vilayetlerinde gerekli reformları derhal uygulamaya
geçirmesi ile yükümlü kılınmalı; bu reformların gerçekleşmesine kadar Rus askeri birlikleri Türkiye’nin
Asya parçasında fethedilen bölgelerin işgali sürdürülmeliydi. Çarlık Rusya’sının bu “Ermeni dağlarında
sağlamca yerleşmek” ve bu arada “kendilerini onların
koruması altına sokan Ermenileri” korumak çabaları, Rusya’nın Ortadoğu’daki esas rakibi İngiltere tarafından geri çevrildi. İngiltere, Berlin Kongresi’nde
yukarıda belirtilen 16. maddenin yerine yeni bir
madde (Berlin Anlaşması’ın 61. maddesi) geçirmesini
bildi. Bu maddeyle Türk hükümeti Ermeni bölgesinde reformların uygulanması ile yükümlü kılınıyordu;
ama bu reformların uygulanmasının denetimi sadece Rusya’ya bırakılmıyor, bilakis Berlin Kongresi’nin
katılımcıları olan 6 büyük gücün “koro”suna devrediliyordu.
Berlin Kongresi’nin tespitleri, Ermeni burjuvazisinin yönetici çevrelerinde ulusal bir Ermeni devleti yaratma için yardım konusunda– sadece Rusya tarafından değil, aynı zamanda tüm büyük güçler tarafından
- ümit uyandırdı. Bu hayaller, Ermenilere “denizden
denize” (Karadeniz’den Akdeniz’e ) bir “büyük Ermenistan” vaat eden İngiliz diplomasisi tarafından
güçlendirildi. Oysa yönlenmedeki bu değişiklik, Ermenilerin uluslararası durumu ile ilgili olarak sadece
bütünüyle tecrit edilmeyi beraberinde getirdi. Onlar
“kökünü kurutma politikası” için elini rahatlattı. İngiltere Mısır’ı işgal ettikten sonra Nil Vadisi’nin fethi
için Sultan Abdülhamit’ten onay alamayınca, Ermenileri “hatırladı” ve onları Sultan’a karşı tehdit olarak
kullanmaya çalıştı. Bu durumda Türk hükümeti “ihtiyat önlemleri” almaya girişti ve Ermenilerin kitlesel olarak giderek köklerinin kurutulması aşamasına
geçti. Sultan bunu alaycı bir şekilde “nüfusun azaltılması” olarak adlandırdı. 1894’de hükümet Ermenilere karşı Sasun’da 24 köyün imha edildiği bir katliam
örgütledi. 1896’da Anadolu’nun hemen hemen tüm
bölgelerinde katliamlar vardı. 8000 kadar köy tahrip edildi, yaklaşık 50.000 insan katledildi; 100.000
kadarı ağır yaralandı; 300.000’i yerinden yurdundan edildi ve büyük bir sayısı Rusya’ya göç etti.
Konstantinopel’de elçilerin müdahalesi bile 6000 Ermeninin hayatını kaybettiği bir katliama sebep oldu.
“Güçler” bu olayları esas olarak bütünüyle vurdumduymazlıkla karşıladılar. İngiltere’nin Ermenilere kısa süreli ilgisi miadını doldurmuştu. Diğer
taraftan İngiltere Rusya ile müttefik olmuştu, bu ise,
Rus hükümetinin “herhangi bir tarafın kendi başına
hareket etmesine izin vermeyeceği” anlamına geliyordu. Rusya ile ilgili olarak, o bu dönemde Trans
Kafkasya’da bir Ruslaştırma siyasetini gerçekleştirdi.
“Asya’da Ermenilerin yalnızca kendileri için tüm imtiyazları yaşayabilecekleri bir ülkenin kurulması” düşüncesine açıkça tavır aldı. Diğer taraftan Rusya’nın
Bulgaristan’dan ağzı yanmıştı. Bulgaristan’daki deneyim onu dikkatli kılmıştı. Şöyle ki: Bulgaristan
Çarlık Rusya’sının yardımıyla kurtulmuş olmasına
karşın, Rusya’nın uydusu olmak istemiyordu. Çarlık diplomasisi dük Lobanov-Rostowskiy ağzından
Rusya’nın “ikinci” bir “Bulgaristan”ın yaratılmasına
izin vermeyeceğini açıkladı. Bağdat Demiryolu imtiyazları ile uğraşan Almanya ise katliamları protesto
etmemekle kalmadı, aynı zamanda hatta İmparator
II. Wilhelm’in şahsında Abdulhamit’in “başkaldıran
tebaa”ya karşı politikasını üstüne basa basa onayladı.
1890’lı yılların yıkıcı yenilgisi, Ermeni ulusal burjuvazisinin (büyük güçler tarafından ÇN) desteklenmemesi, hareketin başını çeken Taşnak partisini
siyaset değiştirmeye götürdü. Bu parti Türk genel
devrimci hareketi içinde dayanaklar aramaya başladı:
Jön-Türkler (İttihak ve Terakki – ÇN) ile bir anlaşma imzaladı; 1907’de Taşnakların girişimiyle Paris’te
Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm muhalif partilerinin katıldığı ve bir devlet darbesi planının hazırlandığı toplantı yapıldı.
✌
halkların kardeşliği için
Rusya’dan kendi istekleri ile vazgeçtiler. İngiltere için
önemli olan Rusya’nın kendi Ortadoğu politikası için
Ermenileri kullanmaması idi. İngiltere’nin Türkiye’deki kendi siyaseti için o anda Ermenilere ihtiyaç
yoktu: Normal siyasi görevler Türkiye ile İngiltere
arasındaki gizli görüşmelerle çözüldü. Bu görüşmelerde Türkiye’yi Rusya’ya karşı koruması yükümlülüğüne karşı, İngiltere’nin Kıbrıs adasını alması karara
bağlandı. Çarlık Rusya’sının Türk Ermenileri üzerindeki etkisini kesintiye uğrattıktan sonra, İngiltere
Ermenilerle bağını kesti ve onları Ermenilerin büyük
güçler arasındaki zorlu oyunda oynayabildiği rolü
doğru değerlendiren Türk hükümetinin başına buyrukluğuna teslim etti. Tehlikeyi bertaraf etmenin en
basit ve en gerçeğe sadık aracı Sultan Abdülhamit tarafından şu kısa formülasyon ile ifade edildi: “Ermenilerin işini bitirerek Ermeni sorununu halletmek.”
1890’lı yıllarda Türk Ermenistan’ı için – dış siyasi
zorluklar çıkmasın diye- adım adım ve fakat sürekli
olarak uygulanan Ermeni nüfusun kökünün Kürtler
tarafından kazınması siyaseti başlar. Bunun için düzensiz Kürt Süvari birlikleri olarak Hamidiye alayları
– görünürde Rusya ile sınırları savunmak, aslında ise
her şeyden önce Ermeni kıyımları için – kurulur.
Büyük güçlerin yardımı konusunda hayal kırıklığına uğrayan ve her şeyden önce “Büyük Ermenistan”ın
tabanını oluşturacağını düşledikleri köylü kitlelerin
fiziksel olarak imha edilmesi olgusu karşısında ümitsizliğe düşen Ermeni burjuvazisi, bu durumda hükümet terörüne karşı silahlı mücadeleye sarıldı. Hınçak
ve Taşnak partileri gibi milliyetçi partiler kuruldu.
Bu partiler Rus Trans Kafkasya’sında temellere sahiptiler ve propagandist ve ajitatörlerini Türkiye’ye yolladılar; hedefleri aslında gerçek askeri başarı olmayan
(Türk hükümetine karşı muzaffer bir mücadele için
Ermenilerin gücü her halükârda yetmezdi), isyancı
gruplar oluşturdular. Bunların amacı batılı güçlerin
Ermenistan’da olanlara dikkatini çekmek, onların
Berlin Anlaşması’nın 61. maddesinin gerçekleştirilmesi için müdahalesini sağlamaktı. Fakat gerek Türkiye gerekse batılı güçler Berlin Anlaşması’nın 61.
maddesini çoktan unutmuşlardı. Yukarıda belirtilen
partilerin yurtdışı komiteleri de Batı Avrupa’da bu
doğrultuda güçlü bir çalışma yürüttüler. 1890’lı yılların sonunda Hınçak siyaset sahnesinden kayboldu ve
Ermenilerin tek başı çeken siyasi örgütü olarak Taşnak Partisi kaldı.
Ayaklanma mücadelesi doğal olarak yerel mekânda
durumu daha da keskinleştirdi ve Türk hükümetinin
15
✌
halkların kardeşliği için
16
Devlet darbesi 1908’de gerçekleşti; ama bu darbe
Taşnakların beklediği değişiklikleri beraberinde getirmedi: Bu yeni rejimin yönetiminde Ermenilerin
durumu her halükârda hiç de iyileşmedi: 1909’da
Kilikya’da 20.000’den fazla Ermeninin mağdur olduğu yeni bir katliam gerçekleşti; Jöntürk hükümeti faillere sadece hafif cezalar verdi. Bu bağlamda Ermeni
siyasi çevreleri yeniden yönelimlerini değiştirdiler ve
ilk dayanak noktalarına – Rusya’ya yeniden yöneldiler. Bu kez Rus hükümeti onları memnuniyetle karşıladı: Dünya savaşı yaklaşmaktadır; Milyukov’un
ifadesiyle “Rusya ile Türkiye arasındaki yarı yolda
oturan” Ermeniler, büyük siyasi önem kazanır. Rus
diplomatları 1913’de örgütlü Ermeni burjuvazisi ile
bir anlaşma yaparlar; “ezilen Ermenilerin savunulması için” açıkça tavır alırlar ve doğu vilayetlerindeki
reformların yapılmasını talep ederler. 26.01.1914’de
lerin durumu çok daha karmaşıklaştı. Türk hükümeti buna, en sert zulüm ile cevap verdi. Rus askeri
birlikleri Türk cephesinde başarı kazandıklarında ise
Türk hükümeti Ermenilerin planlı ve genel imhasına
girişti. Bu, güvenilmez Ermeni nüfusun savaş çatışmalarının sürdüğü bölgeden Mezopotamya’ya tehcir
edilmesi (göç ettirilmesi ÇN) örtüsü altında tamamlandı. Gerçekte pratikte olan ise örgütlü, olağanüstü
derecede vahşi bir kırımdı.
Sonuçta yaklaşık 300.000 kişi katledildi, bir o kadarı da Mezopotamya yolunda yaşamını yitirdi;
200.000’i Rusya’ya kaçtı ve yaklaşık 400.000’i İslam
dinine geçerek hayatlarını kurtardılar. Bu korkunç
vahşetten sonra Türk Ermenistan’ı pratikte Ermenisiz bir hale geldi.
1917 Şubat Devrimi Ermenistan tarihinde yeni
bir çağ açtı. Trans Kafkasya aynı yıl içinde Rusya
Türk hükümeti, Almanya tarafından desteklenen ısrarlı direnişinden sonra, reformlar öngören bir anlaşmayı imzalamak zorunda kalır. Buna göre Ermeniler
–güçlerin- en başta da Rusya’nın garantörlüğünde,
idare, dil, askerlik hizmetinden muafiyet vb. konularda epey geniş özerklik kazanırlar.
Bu anlaşmadan kısa bir süre sonra patlak veren
dünya savaşı zamanında, Rusya’nın bu müdahalesi
ertesinde, Taşnakzutyuncular (Taşnak Partisi taraftarları ÇN) dünya savaşının başlamasıyla yeniden bir
“Büyük Ermenistan” şiarından söz etmeye başladılar.
Onlar bununla kalmayıp, aynı zamanda her şeyden
önce askerden firar eden Türk Ermenilerden oluşan
gönüllü birlikleri kurmaya geçtiler. Böylece Ermeni-
ile ilişkisini sürdürmeye devam etti ve yönergelerini
Petrograd’dan alan Özel Trans Kafkasya Komitesi
(Osakom) tarafından yönetildi. Bu dönemde Gürcü
Menşevikler, Mussavatistler ve Taşnak partilerinin
temsil ettiği tüm burjuva – şovenist güçler güç kazandılar. 1917 Yazında Tiflis’teki Köylü Kongresi’nde
Ermenilere karşı bir Gürcü-Müslüman Bloğu oluştu.
Ekim 1917’de Tiflis’te, Taşnakların yönettiği bir
Ermeni Ulusal Kongresi toplandı. Bu Kongre’de
Ermenistan’ın Rusya’nın diğer kesimi ile bağları vurgulandı ve dünya savaşı sırasında Rus askeri birlikleri
tarafından işgal edilen Türk-Ermenistan topraklarının elde tutulması talebi getirildi. Bu kongrede bir
Ermeni “ulusal merkezi” ve ana merkezi Tiflis’te bu-
Ermenileri tamamıyla imha edilmekten sadece
Mussavatçı iktidarın alaşağı olması ve 27.04.1920’de
Bakü’nün Sovyetleştirilmesi kurtardı.
Ermeni Cumhuriyeti, Gürcistan ve Azerbaycan yönünde yayılma mücadelesinde Türk tarafındaki Olt,
Sarıkamış bölgelerinde Kürtlerin saldırılarını sürekli
püskürtmek zorundaydılar. İngiliz işgalciler Ermenileri desteklemek için özel çabalar göstermediler.
Ermenistan’a vaat edilen yedek malzemelerin temin
edilmesi bile çok düzensiz ve çok küçük miktarlarda
gerçekleşti. İngiltere bu dönemde dikkatinin merkezine Sovyet Rusya’ya karşı savaş yürüten Beyaz Orduların desteklenmesini koymuştu: Sahip oldukları
“Ermeni üssü” onlar için hiçbir çıkar oluşturmadı.
Taşnaklar kendi paylarına bu yönelmeyi bütünüyle
paylaştılar. Gürcistan ve Azerbaycan’ın tersine Ermeni hükümeti Denikin Ordusu ile öylesine dostça ilişkilere sahipti ki, Erivan’lı bir politikacının ifade ettiği
gibi “Ermeni Cumhuriyeti kendi güçleriyle Denikin
Ordusunun 7. Kolordusunu oluşturuyordu.”
İngiltere’nin Ortadoğu’daki konumunu güçlendiren İngiltere’nin 1919’daki İran ile anlaşması ve
Konstantinopel’in işgali (16.03.1920) İngiltere’nin Ermeni sorunu üzerine dikkatini nihai olarak soğuttu:
Daha 1919 sonunda İngilizler Trans Kafkasya’dan
çıktılar ve Ermenistan’ın kaderi San Remo Konferans’ında (Nisan-Mayıs 1920) Batı Avrupalı emperyalistler tarafından Kuzey Amerika emperyalistlerine teslim edildi. Bu devretme, Milletler Cemiyeti
(Birleşmiş Milletler’in öncülü – ÇN) Yüksek Konseyi
Ermenistan’ın “destek olmaksızın” var olamayacağını kabul ettiğinden gerekliydi. Başkan Wilson Ermenistan sınırlarını belirleme işini üstlendi ve çok cömert bir şekilde Erzurum ve Trabzon vilayetlerinin
büyükçe parçalarını ve tümüyle Bitlis ve Van vilayetini, 30.000 mil kare bir bölge ile 150 millik bir sahil
hattını Ermenistan’a dâhil etti. Oysa Amerikalı politikacılar başkanlarından daha makul olduklarını kanıtladılar: Basit bir aritmetik hesapla, Ermeni sorunu
tüm özü itibariyle bir Avrupa sorunu olduğundan,
Amerikan sermayesi için bütünüyle işe yaramaz olan
“Ermenistan mandasının” kaça patlayacağını enine
boyuna ortaya koydular ve böylece bu manda senatodaki oylamada büyük çoğunlukla reddedildi. Yani
Taşnakların Ermeni Cumhuriyeti yetim kaldı; batılı
emperyalistler bir kez daha tahrip edilmiş ve harap
olmuş Ermenistan’ı kaderin keyfine teslim ettiler.
Fransız hükümeti, kendileri tarafından 1919’da işgal
edilen Kilikya Ermenilerine aynısını yaptı. Bu verim-
✌
halkların kardeşliği için
lunan 15 üyeden oluşan bir ulusal meclis seçildi.
Ekim Devrimi’nden sonra Osakom yerine devlet
organı haline gelen Trans Kafkasya Seymi (meclisi), doğal olarak uygun anı toprak fetihleri için kullanmak isteyen Türklerin saldırılarına karşı, Trans
Kafkasya cephesinin korunmasının tüm yükünü
pratikte Ermenistan’ın üzerine yıktı. Ermenistan’ın
sınırda yaşayan nüfusu - özellikle Kars ve Erivan ve
de Azerbaycan bölgelerindeki Ermeni nüfusu - askeri
birliklerin tekrarlanan saldırılarında ağır kayıplara
uğradı. 1918’de Trans Kafkasya’nın Gürcü, Azerbaycan ve Ermeni Cumhuriyetleri şeklinde üç devlet
bünyesine parçalanması sırasında, Ermenistan Türk
askeri birliklerinin keyfiliğine terk edilmişti ve Haziran 1918’de Konstantinopel anlaşmasıyla Türkiye’nin
tüm taleplerini kabul etmeye zorlanmıştı. Bu anlaşmaya göre Ermenistan toprakları her ikisinde de
400.000 nüfusun yaşadığı Erivan ve Echmiadzin bölgeleriyle sınırlandırılmıştı.
İtilâf güçlerinin yıkıcı yenilgisi Ermeni burjuvazisine yeni geniş kapsamlı imkânlar açtı: Savaştan sonra
ortaya çıkan durumda Ermeniler galipler açısından–
sadece Türkiye’ye (Kilikya’da) karşı değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne (Trans Kafkasya’da) karşı
da dayanak olarak - açıktan açığa “gerekli” idi: Ermeni sorunu, eskisinden daha büyük önem kazandı.
Bununla bağlantı içinde muzaffer güçler, her şeyden
önce kendileri için daha tehlikeli olan “Sovyet”lere
karşı “Ermeni tabanı”nın uygun bir şekilde askeri
olarak donatılması için önlemler aldılar.
Müttefikler Ermeni Cumhuriyeti’ne, Kars bölgesini ve 1918 yılında Erivan’ın ellerinden alınmış olan
bölümlerini verdiler. Bununla Ermenistan toprakları
175.000 İngiliz mil karesi büyüdü. (Nüfus da 785.000
Ermeni, 575.000 Müslüman, 140.000 diğer milliyetlerden olmak üzere arttı). Bununla yetinmeyen Taşnaklar Gürcistan’a ait Ahakalak ve Borcivo bölgelerini, Karabağ’ı, Nahçıvan ve Azerbaycan’a ait eski
Elizavetpolsk vilayetinin güney kesimini talep ettiler.
(Trans Kafkasya’nın İngiliz işgali altında bulunduğu dönemde) bu bölgeleri zorla ilhak etme çabaları
Aralık 1918’de Gürcistan ile savaşa ve uzun süren,
çokça kanın aktığı Azerbaycan ile çatışmaya sebep
oldu. Bunun akabinde çatışmaların yaşandığı bölgelerin nüfusu yüzde 10 – 30 oranında azaldı ve bir dizi
yerleşim alanları kelimenin tam anlamıyla yerle bir
edildi.
Taşnakçı Çetniklerin (çetelerin) üslerinin bulunduğu Karabağ’daki çatışma çok şiddetliydi: Karabağ’lı
17
✌
halkların kardeşliği için
18
li alan 11. – 14. yüzyıllar arasında küçük Ermeni Çarlık İmparatorluğunu oluşturuyordu ve Ermeni nüfusun çekirdeği (nüfusun yaklaşık % 33’ü) bu alanda
yaşıyordu. 1915 kıyımlarından sonra ilticacı akımın
da hızla artmasıyla nüfus daha da çoğalmıştı. Türk
milliyetçilerin Fransızlara karşı savaş çatışmaları
başladığında, Fransızlar Ermenilere kendi himayeleri
altında bağımsız bir Ermenistan devleti vaat ettiler
ve onları baş kaldıran Müslüman nüfusa karşı cezalandırma eylemleriyle görevlendirdiler. 1920’de Ankara hükümeti, düzenli askeri birliklerini Kilikya’ya
yolladı. Fransızlar deniz yönüne geri çekilmeye zorlandı ve bir dizi Ermeni köyleri darmadağın edildi,
yaklaşık 16.000 Ermeni katledildi. Ümitsizliğe itilen
Ermeni nüfusu, verilen sözler temelinde Fransa’nın
himayesinde bağımsız bir cumhuriyet ilan etti; hükümet organları ve yaklaşık 10.000 kişilik bir “Ermeni kendini savunma lejyonu” kurdu. Bir dizi askeri
çatışmadan sonra Fransızlar deniz yoluyla bu kez
sonal olarak kaçtılar ve Türkiye ile barış görüşmelerine giriştiler. Kendi kaderlerine terk edilen Ermeniler
kendi kalelerinde (Hadzina ve Zeytuna) Türkler tarafından kuşatıldılar ve inatçı direnişten sonra tamamen imha edildiler. Onlardan 20.000’i yaşamlarını
yitirdiler. 1921’de Fransa Türkiye ile barış anlaşması
yaptı; buna göre onlar (Fransızlar – ÇN) Kilikya’dan
vazgeçmeye karar verdiler. Bundan sonra ancak müttefiklerin Konstantinopel’i nihai olarak alma tehdidi ile son bulan Ermeni katliamları yeniden başladı.
Ermeni nüfusun ancak salt acınacak geride kalanları Suriye’ye, Kıbrıs’a ve Mısır’a kaçtılar. (Bu bölümle
ilgili ayrıntılı bilgi için Bkz: Musa Dağında 40 Gün,
adlı roman, Belge Yayınları, - ÇN)
Böylece her iki Ermeni üssünden biri tasfiye edildi.
Ermeni sorunu, Taşnakların, kendilerinin tüm Büyük
Ermenistan hayallerinin yerle bir olmasını dikkate
almaksızın savaşçı milliyetçilik siyasetini sürdürdüğü Trans Kafkasya üzerinde yoğunlaştı. Bunların
durumları Ermenistan’ın kuzeyinde Sovyet sınırının geçtiği yerden itibaren açıkça tehlikeli hale geldi.
Taşnakların terörist rejiminden, onların sonu gelmek
bilmeyen katliam ve savaşlarından, kronik haldeki
açlık ve sefaletten yorgun düşen Ermenistan’ın halk
kitleleri için Sovyet iktidarı kendiliğinden çekici hale
geldi: Bakü’deki Sovyet iktidarının kurulmasından
yalnızca üç gün sonra Ermenistan’ın bir dizi yerleşim
yerlerinde, Taşnaklar tarafından acımasızca bastırılan (Alexandropol’da hatta birkaç saatliğine bir Sovyet iktidarı kuruldu) ayaklanmalar gerçekleşti. Diğer
taraftan Sovyet Rusya’nın 1920’de Ankara ile başlayan dostça ilişkileri, sözü edilen devletlerin bağlantı
yollarında düşman güçlerle askeri işbirliği yaptığından Taşnak Ermenistan’ı ile çatıştı.
Bu nedenle Taşnaklar, Ankara hükümetinin batıda
Yunan-İngiliz cephesindeki savaş ile bağlanmasını ve
Sovyet Rusya’nın hiçbir saldırgan çabalar göstermediğinden Türk tarafındaki tehlikesiz durumu kullanmaya karar verdi. Erivan hükümeti, Temmuz 1920
önerisine, Ermenistan Karabağ’ı, Nahçıvan ve diğer
açıktan açığa Sovyet iktidarına yönelen diğer bölgeleri
devretmeye yanaştı ve aynı zamanda Taşnak savaşçılarına sözü edilen bölgelerde partizanlık eylemlerini
başlatma gizli emrini verdi. Bu eylemler Eylül 1920’de
başladı. İngilizlerden silahlar alan Taşnaklar bununla
aynı zamanda Kars’ın tüm alanında ve Erivan vilayetindeki Müslüman nüfusa bir katliam uyguladılar;
Şuragel, Şarura-Daralages, Surmanlı, Karakurt, Sarıkamış bölgelerini yerle bir ettiler. Böylece arkalarını
güvence altına aldılar ve Makinsk-Sardar’ın desteğini
sağlamış bulunan Olta ve Kağızman’a karşı saldırılarını yürüttüler.
Türkler buna Karabekir ve Şamir Paşaların doğudaki Türk ordusunun karşı saldırısı ile cevap verdiler. Erivan hükümetinin birlikleri yenilgiye uğratıldı.
Türkler yolları üzerindeki bütün Ermeni nüfusu istisnasız imha ettiler, Kars’ı (2 Kasım), Alexandropol’u
(Gümrü ÇN) aldılar ve Ermenistan hükümetini inanılmaz derecede ağır barış anlaşmasını imzalamaya zorladılar. Ermenistan sadece hemen hemen bütün Türkler tarafından işgal edilmiş bölgeleri değil,
aynı zamanda, 8 sahra topu ve 8 makineli tüfek ile
1.500’den fazla kişiden olan bir orduya sahip olma
hakkını kaybetti. Ermeni halkı bu barışa Taşnakları 1920’de devirerek ve Aralık’ta Sovyet iktidarını
kurarak tepkisini gösterdi. 1921 Rus-Türk Anlaşması Alexandropol Barış Anlaşmasını feshetti ve
Ermenistan’ın Türkiye sınırını şimdiki biçimde tespit etti.
Bu andan itibaren, Ermeni halkının yeni devlet yapısının kurulmasından itibaren Ermeni sorunu halledilmiş olarak görülebilir. Batı Avrupalı emperyalistler
Ermenistan’ın Sovyetleştirilmesinden sonra da Lozan
Konferansı’nda hâlâ Ermeni sorunu ile spekülasyon
yapmaya çalıştılar. Bir “Ermeni daimi ikamet yeri”nin
kurulmasının bir projesi, Konstantinopel’de Milletler Cemiyeti’nin denetiminde “ulusal azınlıklar”ın
korunması için özel bir organın oluşturulması ön
görüldü. Oysa bu Türk delegasyonunun Musul soru-
Eskiden olduğu gibi hâlâ Sovyet Ermenistan’ı karşısındaki en aşırı nefretini sürdüren tek parti Taşnak
Partisidir. O eskiden olduğu gibi hâlâ bir müdahaleyi, çeteciliği ve bu doğrultuda son çaba, yani Şubat
1921’de Vrasiyan’ın karşı-devrimci devlet darbesinin
tamamen başarısızlığa uğraması ve ülkede kısa, kanlı
bir iç savaşa sebep olmasına rağmen yurtiçinde ayaklanmaları vaaz etmektedir. Taşnak Partisi şimdi bütünüyle ahlaki çöküş durumunun içinde bulunmakta; göçmen kitlelerin arasında bile her türlü etkisini
yitirmekte; O, Avrupa ve Amerika’da mültecilerin
Sovyet-Ermenistan’ına yerleşmeleri için toplanan paralara el konması (her şeyden önce Kızılhaç’ın Taşnakçı derneği vasıtasıyla) sayesinde ayakta kalmaktadır. Diğer taraftan şu anda Ermeni göçmenlerin daha
dürüst unsurları eski yönelimlerini değiştirmekte ve
kendi geçmişlerinden köklü bir kopuştan sonra gönüllü olarak vatanlarına geri dönmektedirler.
Sovyet Devrimi’nin ardından, Taşnak yenilgiye
✌
halkların kardeşliği için
nunda itaat etmesini sağlamak biricik hedefiyle yapıldığından bu proje, gerekli tavizler verildikten sonra
bütünüyle kendiliğinden gündemden düştü. Ve akabindeki sürede Batı Avrupalı güçler Ermeni nüfusun
son geride kalanlarının Kilikya’ya komşu (Mardin,
Antep, Urfa ve diğerleri) bölgelerde nasıl imha edilip
defedildiklerine tam bir serinkanlılıkla şahit oldular.
Ermenilere tek gerçek yardımı Sovyet Rusya gösterdi. 27.01.1923’de Çiçerin yoldaş, Rusya ve Ukrayna hükümetlerinin sınırın öteki tarafında bulunan
büyük bir sayıdaki Ermeni mültecilerini kendi topraklarında yerleştirmek niyetinde olduklarını Lozan
Konferansı’na bildirdi. Çiçerin yoldaş, Sovyet delegasyonunun tartışmadan dışlandığından Ermeni
sorununun bu konferansta lâyık bir tarzda çözülebilmesinin uygun olmadığı üzerine bütünüyle haklı
olarak dikkat çekti. Çiçerin’in mektubu hududun öte
tarafındaki Ermeni çevrelerinde son derece canlı bir
yankı buldu: Bir dizi siyasi ve hayırsever dernek ve
Ermenilere tek gerçek yardımı Sovyet Rusya gösterdi. 27.01.1923’de
Çiçerin yoldaş, Rusya ve Ukrayna hükümetlerinin sınırın öteki tarafında
bulunan büyük bir sayıdaki Ermeni mültecilerini kendi topraklarında
yerleştirmek niyetinde olduklarını Lozan Konferansı’na bildirdi. Çiçerin
yoldaş, Sovyet delegasyonunun tartışmadan dışlandığından Ermeni
sorununun bu konferansta lâyık bir tarzda çözülebilmesinin uygun
olmadığı üzerine bütünüyle haklı olarak dikkat çekti.
partiler Sovyet hükümetine şükranlarını ifade ettiler
ve Rus önerisinin gerçekleşmesi için kendi planlarını
bildirdiler.
Büyük Ermenistan programının bütünüyle yeniden
telafi edilemeyecek felaketi ve şimdi Sovyet Ermenistan’ında yapılan devasa ekonomik ve kültürel çalışma “Diyaspora”da bulunan Ermeni siyasi partileri
arasında belirleyici bir dönüşümü ortaya çıkarıyor.
Ermeni burjuvazisinin partisi ve aydınlar, demokratik liberaller (Ramkavari) artık Sovyet Ermenistan’ı
karşısında dostane bir tutum aldılar. Onlar buraya
Sovyet iktidarının barışçıl inşasını tanıyan ve bunun sonucu olarak kendi basınlarında bu konuya çok
sempatik yaklaşan bir tavır alan “gözlemciler”ini yolladılar. Milliyetçi Hınçak Partisi de aynı tutumu aldı.
mahkum olmuş ve bu yenilgiyle birlikte Ermeni meselesinin tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. (1)
V. Gurko-Krjazhin
(Büyük Sovyet Ansiklopedisi, 3. Cilt, 1926, Ermeni Sorunu, S. 434-440’den Almanca’ya çevirilmiştir.
Türkçe’ye Almanca’dan çevirilmiştir.)
(1) Bu son cümle, Sovyet Ansiklopedisi’nin bu bölümünün Bakü-1990 tarihli yeniden basımından F.
Akhundov’un Rusça’dan İngilizce’ye yaptığı çeviriden ve İsmet Tekerek’in de İngilizce’den Türkçe’ye
yaptığı çeviriden alınmıştır. Sözkonusu tercümeye
www.e-hayalet.net adresinde bakılabilir. 
19
✌
halkların kardeşliği için
Baskılara rağmen Amed’de Newroz
B
20
askılar ve yasaklarla geçen bir yılın sonunda,
2012 Newrozu yasak olmasına rağmen coşkuyla
kutlandı. Yasaklara alışkın olan halkımız Amed’de 1
milyon kişiyle kutladı. Ama bu Newroz önceki yıllara göre daha önemli bir sınavdı ve Kürt halkı sınavı
başarıyla geçti.
Bağlar, Kuruçeşme, Balıkçılar Başı, Yeni Hal Girişi, Doğumevi önü, BDP il binası önünde milyonları
engellemeye çalışan polis, gaz bombası, tazyikli su ile
halka saldırdı. Halkın sert tepkisiyle aşılan barikat,
Newroz alanına doğru yol alan bir insan seline sahne
oldu.
Newroz alanına girmeye çalışan BDP milletvekilleri, Amed Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş
polisin engeline takıldı. Uzun süren polisin engeline
rağmen BDP milletvekillerinin direnmesiyle vekiller
alana girdiler. Polis alandan çekilmek zorunda kaldı.
Amed ilçelerinden, çevre illerden Amed’e akın
eden bir halk vardı. Polisin çok büyük engellemelerine rağmen Fargin (Silvan), Bismil, Erxeni (Ergani),
Çinar, Lice, Dicle ilçelerinde Amed merkeze ulaşımı
engellemek için yoğun barikatlar vardı. Araçlarla gelen halk, barikatları geçmek için araçlardan inip yürüyerek kararlığını gösterdi. Sîrt (Siirt)’ten, Mîrdîn
(Mardin) ve ilçelerinden gelen halkı otogarda engellemeye çalışan polis burada da kararlı bir direniş ile
karşılaştı. Sloganlar ile yürüyen kitle Newroz alanına
ulaşmayı başardı.
Newroz alanı özgürlük alanıdır. Bütün baskılara rağmen Kürtlerin iradesini kıracak bir güç yoktur. Amed’e dün barikat kuruldu, bugünde kuruldu
ama hiçbir barikat Kürt halkının önünde set olamaz.
Bunu bir kez daha gördük. Kürt halkını düşman gören, tankıyla, topuyla, Amed’i işgal eden devlet direncin karşısında yenildi ve yenilmeye mahkum olacak.
BDP Eş Başkanı Demirtaş “Newrozu bilmeyenlere
Newroz dersi verdiniz. AKP sen Newrozu engelleyebilir, yasaklayabilirsin ama bu halkın gücü karşısında ne yapabilirsin. Tüm tehdit ve operasyonlara
rağmen halk özgürlük meydanında. “Teslim olmadık” diyen bir halk var, milyonlarca yürek var. Artık
Kürdistan’da statüsüz yaşamak istemiyoruz. Kendi
anadilimizde, ana vatanımızda özgür yaşamak istiyoruz” dedi.
“Êdî bese an azadî an azadî” (artık yeter ya özgürlük, ya özgürlük), “Öcalan’a özgürlük, Kürt halkına
statü, ana dilde eğitim” gibi sloganlar Newroz alanında yankılandı ve tarih sayfaları Kürdistan’da baskılarla yılmayan, aksine daha da güçlenen bir halkı
yazdı ve yazmaya devam edecek.
19.03.2012
Amed’den YDİ Çağrı okuru 
B
ursa’da Newroz bayramı coşkuyla hafta içinde 21
Mart’ta kutlandı.
Bursa Newroz Komitesi; “Bu bayram geleneğini
bütün Ortadoğu halkları, uzun yıllardan beri kutlayarak bu günlere taşımışlardır. Ancak ülkemizin
Dehaqları 18 Mart Pazar günü kutlaması düşünülen
Newroz bayramını, 21 Mart Çarşamba gününe erteleyerek yasakçı zihniyetini bir kez daha ortaya koymuştur.”
Newroz’u, Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye metropollerinde hafta sonu kutlama taleplerine karşı, devletin ve AKP hükümetinin verdiği yanıt yasak, gözaltı, gaz bombaları, tazyikli su, cop ve kurşun oldu.
Açılımdan bahseden AKP, önemli oranda liberal
aydınların, büyük burjuvazinin desteğini alan; ama
iktidara yerleştiği oranda, onun da diğer partilerden
hiç bir farkı olmadığı, onun da gelenekçi devletin
baskı ve şiddet, tutuklama, zulmünün devamı olduğu ortaya çıktı. Egemen güçler kendi deyimleriyle
“büyük devlet“!! olduklarını ortaya koydular. Ama
nafile! Devlet terörü Kürt halkının ve Türkiye’nin
devrimci, demokrat güçlerinin direnişi ile karşılandı. AKP ve devlet, Kürt sorununu nasıl çözeceğini
herkese gösterdi. Genel olarak burjuvazi ve özel olarak Türk burjuvazi ulusal sorunu gerçek anlamda
çözemez. Ulusal sorun özgür şartlarda, ayrılıp ayrı
devlet kurma hakkını kullanmak, ancak ve ancak demokratik devrimle mümkündür. Tarih bunu defalarca göstermiştir.
Kürt halkının kendi insani taleplerini alanlarda
haykırması, taleplerini yüksek sesle dillendirmesi,
AKP ve egemenleri korkutmuştur. AKP ve devletin
gelenekçi terörü, faşizm Newroz’da yaşandı.
Tertip Komitesi şunlara dikkat çekti: “..BDP Arnavutköy ilçe yöneticisi Hacı Zengin kardeşimiz
başına isabet eden gaz fişeği ile katledilmiştir. Aynı
saldırganlık Diyarbakır’da da yapılmaya çalışılsa da
yüz binlerce Amed halkı barikat ve engelleri aşarak
bayramı kutlamıştır. Batman’da DTK Eş Başkanı ve
Mardin Milletvekili sayın Ahmet Türk kalbinde pil
olmasına rağmen, içerisinde sadece 5-6 tane milletvekili ve belediye başkanlarının bulunduğu otobüsün
ön camları kırılarak içeriye gaz bombası atılmış, içerden çıkan Ahmet Türk’e polis tarafından saldırıya
uğramıştır.
Mersin milletvekili sayın Ertuğrul Kürkçü polislerin cop ve tekmeleriyle saldırıya uğramıştır.
Geçtiğimiz ay içerisinde günlük 20, 30 TL kazanabilmek için sınır ticareti yapan 34 Uludere Kürt köylüsü Roboski’de F 16’larla hunharca katledildiler.
Kürt halkı üzerinde bir yanda operasyonel saldırılar sürdürülürken, diğer yandan da yerleştirilmiş
olan linç kültürü horlatılarak Türk ve Kürt düşmanlığı yaratmaya çalışıyorlar. Kütahya Emet’te inşaat işçisi olarak çalışan Kürt işçilerine karşı şoven milliyetçiler saldırarak linç girişimde bulundular. Emet’teki
son olayda da öncekilerinde olduğu gibi; saldırıya uğrayanlar korunmayarak memleketlerine sürgün edilmişler, saldırganlar ise “duyarlı vatandaşlar“ olarak
koruma altına alınmıştır.“
Konuşmada; yoksulluğa, işsizliğe, kıdem tazminatına, Sivas katliamına da dikkat çekildi. Ardından
Bursa BDP Kadın İl Meclis üyesi Zehra Hayman’da;
“Kürt kadını da bu mücadelede en ön saflarda yerini
almıştır. Hem özgürlük için hem erkek egemenliğine
karşı, en ön saflarda mücadele ediyor. Kürt özgürlük
mücadelesi, kadının katkısı olmadan olmazdır. Cinsiyet baskısı, tecavüz, cinsel taciz Kürt kadınına reva
gören erkek egemen sisteme karşı mücadeleyi daha
yükselteceğiz.“ vurgusunu yaptı. Blok Milletvekili
Levent Tüzel’de AKP’nin Kürt sorununu çözme diye
bir derdi olmadığını, AKP’nin savaşta ısrar ettiği söyledi.
Bursa Valisi, Newroz’un hafta içi kutlanmasını dayatmasına rağmen dört bine yakın bir katılım sağlandı. Gençlerin yoğun katılım vardı. Kadınların ve genç
kızların renk renk giysileri Newroz’a renk katıyordu.
Kutlamada devrimci sol ve reformist solda vardı.
Newroz kutlaması, müzik ve davul zurnayla, halaylarla coşkulu geçti. Mitingde Öcalan lehine çokça slogan atıldı. An azadi an azadi!, Bıji Newroz!, Yaşasın
halkları Kardeşliği! sloganları da eksik olmadı.
Bıji Newroz!
An azadi, an azadi!
Yaşasın Kürt ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma
hakkı!
Yaşasın halkların kardeşliği1
Bımre koleti, bıji azadi!
23.03.2012
Bursa YDİ Çağrı okuru 
halkların kardeşliği için
Bursa’da Newroz coşkuyla kutlandı
✌
21
güncel
1 Mayıs 2012’de yüzbinler
Taksim’i doldurdu
1
22
Mayıs kutlamalarına katılacak olan sendikalar ve çeşitli gruplar sabahın erken saatlerinden itibaren toplanmaya başladı. Şişli, Tarlabaşı ve
Gümüşsuyu’ndan gelen gruplar, Taksim Meydanı’na
doğru yürüyüşe geçti.
Meydana üç ayrı koldan gelen kortejler, Taksim
Meydanı’na ulaştıktan sonra alandaki yerlerini aldı.
The Marmara Oteli önüne, konuşmaların yapılabilmesi ve etkinliklerin gerçekleştirilmesi için kurulan
platformun üst kısmında ‘’Birlik, Mücadele, Dayanışma 1 Mayıs, İşçiyiz, Emekçiyiz, Haklıyız’’ yazısı yer
alırken, iki yanına Türkçe ve Kürtçe ‘’Yaşasın 1 Mayıs’’ yazılı pankartlar asıldı. Platforma kurulan dev
ekranlardan da önceki 1 Mayıslara ilişkin görüntüler
yansıtıldı.
Meydandaki etkinlikleri, oyuncular Aslı Öngören
ve Levent Üzümcü sundu. Sanatçı Mustafa Alabora,
etkinlikte Nazım Hikmet’in ‘’Taranta Babu’ya mektup’’ şiirinden bir bölüm okudu. Çeşitli pankartların
açıldığı kutlamada, 7 dilde ‘’1 Mayıs’’ yazılı pankart
dikkati çekerken, katılımcılar tarafından ‘’Biz emekçiyiz, savaşa geçiş vermeyeceğiz’’, ‘’İşçiyiz haklıyız
kazanacağız’’ şeklinde sloganlar atıldı.
DİSK
GENEL
SEKRETERİ
Adnan
SERDAROĞLU’nun yaptığı açılış konuşmasının ardından 1 Mayıs’larda düşenler anısına saygı duruşunda bulunuldu. Saygı duruşundan sonra Ruhi Su
Dostlar Korosu sahne alarak ENTERNASYONAL
MARŞI ve 1 MAYIS MARŞI’nı seslendirdi.
YDİ Çağrı Korteji olarak Şişli yönünde buluşarak
Taksim Meydanına yürüdük. Canlılığıyla ve renkliliğle çevrede de dikkatleri üzerine çeken YDİ ÇAĞRI
kortejinde en önde, “Kapitalizmde Gelecek Yok, Gelecek İşçilerin Emekçilerin Ellerinde!” yazılı ve YDİ
ÇAĞRI ve Yeni İşçi Dünyası imzalı pankart taşınırken, kortej içerisinde Güney Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet yürüten Tiyatro Güney “Sanat Geçeğe
Tutulan Bir Ayna Değildir, Bilakis Onu Değiştirmek
İçin Kullanılan Bir Çekiçtir. Vladimir Mayakovski”
yazılı pankartıyla ve değişik dövizleriyle, Yeni Kadın Dünyası kendi flamalarıyla, Yeni Dünya Gençliği
“İşçi Gençlik Gelecek Bolşevizm Yenecek!” yazılı pankartıyla ve kendi flamalarıyla yer aldılar. Yeni Dünya
Gençliğinden arkadaşlar yazılama ve stiker çalışmalarıyla çevrede dikkat çektiler. Tiyatro Güney’in
güzergah boyunca sergilediği, kadın sorununu, işçipatron sorunlarını, çocuk işçiliği sorununu vb. konu
alan skeçleri büyük ilgi ve beğeni ile karşılandı. Kortejde oynanan skeçlerin yanısıra çekilen halaylar da
korteji coşkusu ve hareketliliğiyle dikkatleri üzerine
çeken bir kortej haline getiriyordu.
Yaklaşık 150 kişilik katılımın olduğu YDİ ÇAĞRI
kortejinde güzergah boyunca “Fabrikalar Kalemiz,
Yaşasın Bolşevik Mücadelemiz!”, “Kurtuluş Yok Tek
Başına, Ya Hep Beraber, Ya Hiç Biririmiz!”, “Devrimci 1 Mayıs Seni Yaşatacağız!”, “Jin Jiyan Azadi!”,
“Kahrolsun Erkek Egemen Sistem!”, “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!”, “Sivas’ın Katili Faşist T.C. Devleti!”, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!”,Türk,
Kürt, Ermeni, Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “MarksEngels-Lenin-Stalin- Önderimiz İbrahim İbrahim
Kaypakkaya!”, “Geliyor Gelecek, Bolşevizm Yenecek!”, özellikle tiyatrocu arkadaşların öncülük ettiği
“Devlet Elini Tiyatromdan Çek!”, “Perdeleri Kapattık
Alanlardayız!”, “Halkın Sanatçısı, Halkın Savaşçısıdır!”, “Ampüller Sönsün Spotlar Yansın!” gibi sloganlar atıldı.
Sloganlar dışında “Gün Doğdu Hep Uyandık”, “Çav
Bella”, “Yeni Dünya Marşı” gibi marşlar hep birlikte
okundu.
Saat 14:00’de meydana girdiğimizde işçilerin çoğu
meydanı terketmeye başlamışlardı bile.
Bir bütün olarak geçen senekine benzer bir şekilde coşkulu ve olaysız bir 1 Mayıs kutlandı İstanbul
Taksim’de. Yüzbinler talepleriyle ve sloganlarıyla mitingde yerlerini alırken, YDİ ÇAĞRI Korteji olarak
karınca kararınca 1 Mayıs’ın kızıl özüne uygun olarak devrim ve sosyalizm sloganlarımızı hep bir ağızdan haykırdık, renkli ve canlı skeçlerimizle işçilerin
ve basının dikkatlerini üzerimize çekmeyi başardık.
1 Mayıs 2012 
“Bir toplumda kadınların özgürleşme derecesi, genel
özgürleşmenin doğal ölçütüdür.” (Engels)
Ü
lkelerimizde kadının –öncelikle de işçi ve emekçi
kadının- toplum içindeki yeri, özgür toplum hedefine ne kadar uzak olduğumuzun en somut göstergesidir.
Bizim hedeflediğimiz özgür toplum, insanın insan
üzerindeki sömürüsüne son veren, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin yaşam
bulduğu bir toplumdur. Bu toplum hedefi KOMÜNİZMDİR! Böyle bir toplumda hem erkekler hem de
kadınlar her türden bağımlılık zincirlerinden boşalmış, bütün yeteneklerini geliştirme ve topluma sunma imkanına kavuşmuş olacaktır.
Biz hayal kurmuyoruz! Hayır, böylesi bir toplum
mümkündür ve tüm tarihsel gelişimin yönü bunu
doğrulamaktadır. Bu nedenle gayet maddeci yaklaşıyor ve böylesi bir topluma ulaşabilmek için atılması
gereken adımları tespit ediyor ve bunları kendimize
ilke yapıyoruz!
yeni kadın dünyası
Kadınların kurtuluşu kendi ellerinde!
Tam kurtuluş komünizmde!
Özgürlük toplumuna nasıl ilerleyeceğiz ve bu yolda
önümüzde duran görevlerimiz nelerdir? Bu yazımızda bu sorulara cevap vereceğiz.
Sonal hedef komünizmi hedefleyen Bolşeviklerin
ülkelerimiz Antakya (Arabistan), Kuzey-Kürdistan
ve Türkiye’de proletarya önderliğinde sosyalist devriminin yolunun demokratik halk devrimiyle açılacağını savunmaktadır. Bu, kadınların kurtuluşuna
ilişkin talep ve görevlerde de kendisini dayatmakta,
demokratik görev ve talepler ile sosyalist görev ve talepler birbiriyle diyalektik bağ içinde ele alınmaktadır.
Ülkelerimizde kadın cinsinin kurtuluşunun önünde hangi temel sorunlar durduğunu, gerçek eşitliğin
ölçütü üç temel alana bakarak ele alalım: Ekonomik
alan, siyasal/toplumsal hayata katılım alanı ve cinsler
arasındaki ilişkiler alanı.
Ekonomik alan:
Ülkelerimizde kadın cinsinin toplumsal ezilmişliğinin en somut göstergesi kadın cinsinin ekonomik
23
yeni kadın dünyası
24
güçsüzlüğüdür. Bütün eşitsizliğin temelinde üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyet ve kadının erkeğe
ekonomik bağımlılığı yatmaktadır. Ve bu eşitsizlik,
bize kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, “kadın cinsinin
üretmemesi” ya da salt “tüketici” konumunda olmasından değil, kadın emeğine kendini “kadının efendisi” gören erkek cinsi tarafından el konulmasından
kaynaklanmaktadır (patriyarkal sömürü). Çalışabilir
yaştaki nüfusun yarısını oluşturan kadınların ekonomik alandaki güçsüzlüğü şöyle açıklanmaktadır:
“Çalışma çağındaki ...sivil nüfusta da cinsiyetler
arasında oldukça dengeli bir durum söz konusudur,
önemli bir farklılık söz konusu değildir.
Bunun ötesinde fakat farklar başlamaktadır. En
başta bu kadın nüfusun çok önemli bir bölümü istatistiklerde “İşgücüne dahil olmayanlar” kategorisi
içinde ele alınmaktadır. Yani çalışabilir kadın nüfusun çok büyük bir bölümü çalıştığı halde “çalışmayan” olarak gösterilmekte, işsiz bile sayılmamaktadır.
ADNKS nüfus sayımı rakamlarına göre 2008 Ocak
ayında “İşgücüne dahil olmayan toplam 26.962.000
kişinin 19.493.000’i (yani işgücüne dahil olmayanların % 72,3’ü, bir başka deyimle iş gücüne dahil olmayan her dört kişiden üçü!) kadındı!” (Nereden Nereye
Türkiye, Sosyo Ekonomik Yapı Araştırması, H.Yeşil,
Çağrı Yayınları, sf. 34)
Kısacası:
*Tüm kapitalist dünyada olduğu gibi ülkelerimizde
de istatistikler “işgücüne dahil olma”yı salt kapitalist
pazar ilişkileri temelinde ele almakta ve böyle olduğu
için de ülkelerimizdeki yaklaşık 13 milyon kadınını
“ev işleriyle meşgul” ve “çalışmıyor” kategorisinde ele
almaktadır.
*“Çalışmıyor” ya da “ev işleriyle meşgul” kategorisinde ele alınan kadınlar en başta çocuk bakımı ve
ev hizmetleri olmak üzere yeniden üretim alanında
asırlardır kazanılmış ve nesilden nesile aktarılmış
beceri ve kalifiyeleşmeyle birçok mesleki hizmet vermektedirler.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
— toplumun varlığını sürdürmesinin temellerinden biri olan çocuk doğurma – biyolojik annelik,
— okul öncesi çocuk bakımı ve çocukların sağlıklı
gelişimini sağlamak,
— okul çocuklarının bakımı ve eğitimlerine destek
(örneğin: okul/öğretmenle ilişkiler, ev ödevlerinde
destek, okul dışı zamanda çocukları koruma/kollama, boş zamanlarını değerlendirme vb.)
— aşçılık,
— temizlik hizmetleri,
— sökük dikmeden küçük çaplı tamirata kadar ev
içi onarım hizmetleri,
— hasta bakıcılık,
— yaşlı bakıcılığı,
— aile içi ilişkilerde (düğün, nişan, yaş günü tipi
organizelerden, hediye vb.nin tedarik edilmesinden
aile içi sorunların çözümü ve iletişimin sağlanmasına
dek) “sosyal ilişkiler uzmanlığı.”
*Haksızlık salt bununla sınırlı değildir. İstatistikler,
erkekleri “kayıt dışı sektörde çalışıyor”, “işsiz”, “iş göremez” gibi kategorilerde sınıflandırırken, kadınlara
geldiğinde bu ayrıma hiç de özen gösterilmemektedir!
Benzer sınıflandırmalara ayrılması gereken kadınlar
bunun yerine genel bir “ev işleriyle meşgul” kategorisinde toplanmaktadır. Örneğin, kadın işini kaybettiğinden andaki durumda işsiz de olsa, ücretsiz aile
işçisi de olsa (dükkanda çalışan esnaf eşi), temizlikte
çalışma, tarlada çalışma vb. gibi yevmiye işçiliği de
yapsa, pazarda kocasının tezgahının yanında kendisinin ve kızlarının el zanaatlarını satma gibi kayıt dışı
alanda da iş yapsa, genelde ve çoğunlukla “ev kadını”
kategorisinde ele alınmaktadır.
*Bütün bunlar, kadın emeğinin görünür olmaktan
çıkması, “yok” sayılmasına hizmet etmektedir. İster
ücretli/maaşlı olarak çalışsın ister ücretsiz/maaşsız
aile işçiliği yapsın kadınların yeniden üretim alanında yarattığı değerlere el konulurken, kadının adı “kaşık düşmanı” (feodal tarzda erkek egemen bakış açısı) veya “salt tüketici” (burjuva tarzda erkek egemen
bakış açısı) olmaktadır. Çünkü toplumdaki bakış
açısı daha hala “erkek dışarda çalışır, eve ekmek getirir; kadın ev hanımlığı yapar”dır ve aslına bakılacak
olursa bu bakış açısına bir türlü uymayan toplumsal
gerçeklik zorla uydurulmaya çalışılmaktadır; istatistikler de bunun bir yansımasıdır. (Bu da kurumsal/
yapısal erkek egemenliğine tekabül eder!!!)
*Kadın emeğine erkek tarafından el konulması salt
yeniden üretim alanıyla sınırlı değildir. Bu bağlamda
en büyük haksızlık tarımsal alanda gerçekleşmektedir. 2008 istatistiklerine göre yaklaşık 5 milyonluk
toplam kadın çalışanın %39,6’sı, yani her on kadın
çalışandan dördü tarım alanında çalışıyordu. Bunların da hemen tamamı (%99,5i) ücretsiz aile işçisi
statüsünde idi. “Bu rakamlar Türkiye’de tarımın çok
önemli ölçüde köylü kadın nüfusunun ödenmemiş
emeği üzerinde yükseldiğini göstermektedir.” (Bkz.
Sosyo Ekonomik Yapı Araştırması, sf. 37)
*Kadınların ekonomik güçsüzlüğü salt bununla
Çifte sömürüye son!
Ev işleri ücretlendirilsin!
Ekonomik alanda kadın istihdamının önündeki engellerin yıkılmasını hedeflemememizin ötesinde, en
başından kadın emeğine el koyan erkek-egemen sömürüyü teşhiri ve kadın emeğinin görünür kılınması
için mücadeleyi “ev işlerinin ücretlendirilmesi” talebiyle somutlaştırmalıyız.
Ev işi ve çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsallaştırılmasının kadının özgürleşmesi için mutlak
gereklilik olduğu bilinciyle, Halk demokrasisi devleti en başından itibaren bunların gerçekleşmesi için
adımlar atmak zorundadır. Fakat ev işinin toplamsallaştırılmasının maddi koşullarının yaratılması,
yani “toplumsal mutfakların kurulması; ev temizliği,
çamaşırhane ve ütülemeyi üstlenebilecek kurumlaşmaların yaratılması bugünden yarına gerçekleştirilebilecek bir şey değildir. Sosyalizm yolunda ilerleyen demokratik halk iktidarı, bu hedefe varmak için
yapabileceğinin en fazlasını yapmak ve adım adım
ilerlemek zorundadır. Demokratik halk iktidarı, bu
adımları atarken, öncelikle kadın kitlelerinin ihtiyaçları ve taleplerine kulak vermek zorundadır. Bu sürecin zorluğu açıktır ve salt bu tür kurum ve kurumlaşmaların yaratılmasındaki maddi zorluklarla da sınırlı
değildir. Bunun yanı sıra kitlelerin sunulan yeni imkanları benimsemelerinin önündeki kimi engellerin,
örneğin alışkanlıkların da ancak süreç içinde aşılabileceği olgusu göz önünde tutulmak zorundadır.
Zoraki dayatmaların kalıcı olamayacağının bilinciyle, demokratik halk iktidarı bu alanda da iyi örnek
yoluyla aydınlatmaya ve yeninin benimsenmesi için
kolaylaştırıcılığa önem vermek zorundadır. Örneğin,
“çocuklara en iyi anneleri bakar” anlayışıyla çocuk
kreş ve anaokullarına karşı ülkelerimizde hala yaygın
olan önyargılı yaklaşım bugünden yarına yıkılacak
bir şey değildir. Fakat biz, bugün dahi, eğitimli/ çalışan kentli kadın açısından ana okulunun vazgeçilmezliğini görüyoruz. İyi donanımlı, çocukların sağlıklı bakım ve gelişimine önemi veren, ücretsiz kreş
ve ana okullarının çoğaldığı ve bunların çocukların
gelişimi üzerindeki olumlu etkileri görüldüğü ölçüde
bu tür anlayışlar da terkedilecektir. Bütün dünyada
burjuvazinin, özelde de çocukların eğitimine özen
gösteren kesiminin yabancı dil/müzik/spor/sanat vb.
ağırlıklı özel ana okullarına çok paralar yatırdığı gerçeği de çocuklar açısından neyin iyi olduğuna biraz
olsun işaret etmektedir. Demokratik halk iktidarının
bu alanda da yapacağı şey, bugün burjuvazinin ayrıcalığında olan şeyi, bütün halkın hizmetine sunmak
için ön şartların yaratılmasıdır.
yeni kadın dünyası
sınırlı değildir. İstatistiklerde “çalışır” görünen kadınlara (esas olarak “ücretli/maaşlı çalışanlar) ilişkin de birçok haksızlık söz konusudur. Bunların en
başında ücret ödemelerindeki eşitsizlik gelmektedir.
Birçok iş kolunda kadınlar erkeklerden (yüzde 38 ile
yüzde 2 oranında) daha az ücret alıyor. Son olarak
Kasım 2010’da zorunlu sigortalılar arasında yapılan
bir araştırma sonuçlarında bu ücretlendirme haksızlığı şöyle açıklanıyor: Türkiye’de zorunlu sigortalılar
kapsamında 9 milyon 976 bin 855 kişi çalışıyor. Bunun 969 bin 549’u kamuda, 9 milyon 7 bin 306’sı ise
özel sektörde. Zorunlu sigortalıların sadece 2 milyon
357 bin 564’ü kadın. Tek tek işkolları temel alınarak
yapılan karşılaştırmada, 89 işkolunun 59’unda kadınların erkeklere kıyasla daha düşük ücret aldığı tespit
ediliyor. (28.10.2010 tarihli Radikal gazetesi)
*Bütün bu haksızlıkların üstüne bir de ücretli çalışanların büyük çoğunluğunun (% 72’si) sigortasız
ve her türlü güvenceden yoksun olarak çalıştırılması
durumu gelmektedir. Bu gerçekte, kadınların emeklilik hakkına da el konulması anlamına gelmektedir.
*Dahası, işçi ve emekçi kadın hem doğrudan üretimde veya hizmet işlerinde ücretli olarak çalışmakta,
hem de toplumsal üretim için mutlak gerekli ev işini,
çocuk bakımını da esas olarak üstlenen olarak, bu işi
de ücretsiz olarak yaparak çifte sömürü altında yaşamaktadır.
Bu gerçeklikten yola çıkarak, demokratik halk iktidarının ilk yapacağı işlerden biri yasalardaki bütün
eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve bunun ötesinde kadınlar lehine pozitif ayrımcılığın uygulanması
olacaktır.
Siyasal/toplumsal yaşama katılım:
Eşitsizliğin en açık görüldüğü alanlardan biri bu
alandır. Bugün ülkelerimizde siyasal alan ve devlet yönetiminde -çok açık ve kesin biçimde- tam bir
erkek egemenliği söz konusudur. Kadınların siyasal
yaşama katılımı seçimden seçime oy kullanma biçimindedir. Hemen hemen bütün siyasal parti örgütlerinin profili orta sınıf, orta yaşlı, orta düzey eğitimli,
meslek sahibi erkektir. Böyle olduğu için de “türban”
meselesinde çok açık biçimde görüldüğü gibi kadınlar için değil, kadınlar üzerinden siyaset yapılması
söz konusu olabilmektedir. “Kılık kıyafet özgürlüğü”
25
yeni kadın dünyası
26
tabii ki savunulması gereken demokratik bir haktır.
Ancak, işçi ve emekçi kadın kitlelerinin bu hakların
ötesinde ve bundan önce gelen çok daha yaşamsal
önemde sorunları ve talepleri söz konusudur.
Toplumun yarısını oluşturan kadınların siyasal yaşamda nasıl söz sahibi olamadığına daha somut rakamlarla bakacak olursak:
*TBMM (24. dönem) andaki tablosuna baktığımızda toplam 550 milletvekilinin 471’i erkek, 79’u
da kadındır (yani: yüzde 85.63,ü erkek, yüzde 14.26’ı
kadın). İktidar partisi olan AKP’nin kadın milletvekili oranı % 14 (46 kadın milletvekili); ana muhalefet
partisi CHP’nin ise % 14 (19 kadın milletvekili)
*Kadın milletvekili oranının yüksek olduğu tek
parti Barış ve Demokrasi Partisidir. Ve bunun tek nedeni partinin bilinçli tercihte bulunarak, kadın kotasını uygulamasıdır. BDP’nin (Emek, Demokrasi, Özgürlük bloku) toplam 34 milletvekili vardır, bunların
23’ü erkek ve 11’i kadındır.
*Yerel yönetimlerde de kadının adı yok! TC.de mevcut (il, ilçe ve belde) Belediye Başkanlığı sayısı 2847
iken, kadın Belediye Başkanı sayısı sadece 26, yani %
0.09’dur. Toplam 32 bin 92 Belediye Meclisi üyesinin
sadece 1471’i, yani % 4,5’i kadındır. (kalkınmahaber.
com. 9.2.211)
Erkek egemenliği salt egemen sınıf partilerinde değil, hemen hemen bütün siyasi akım ve örgütlerde söz
konusudur. Başta işçi ve memur sendikalarında da
olmak üzere meslek örgütlerinde de bu tablo değişmemektedir.
*Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının (2007)
verilerine göre, 96 işçi sendikasının 3’ünün başında
kadın başkan görev yapıyor. İşçi sendikalarında görev
alan toplam 306 yönetim kurulu üyesinden 4’ü, 145
denetim kurulu üyesinden 5i, 147 disiplin kurulu üyesinden 5’i kadınlardan oluşuyor. Kadın işçilerin sendika yönetiminde temsil edildiği sendikalar ağırlıklı
olarak “dokuma”, “banka ve sigorta”, “ticaret, büro,
eğitim ve güzel sanatlar” iş kollarında bulunuyor.
*Memur sendikalarına gelince: 51 memur sendikasından 5’inin başkanı kadın. Bunlardan 2si “enerji,
sanayi ve madencilik”, 1’i eğitim, öğretim ve bilim”,
1’i yerel yönetim, 1’i “basın, yayın ve iletişim” hizmet
kolundaki sendikalarda görev yapıyor. 315 yönetim
kurulu üyesinden 26’sı, 177 denetim kurulu üyesinden 9’u, 182 disiplin kurulu üyesinden 11’i kadın. Az
sayıda da olsa yönetimde kadınların bulunduğu memur sendikaları ağırlıklı olarak “eğitim, öğretim ve
bilim”, “sağlık ve sosyal hizmetler”, “enerji, sanayi ve
madencilik” hizmet kollarında yer alıyor. (15 Ocak
2007, Haberler.com)
Bütün bu durumun kendiliğinden değişeceği de
yoktur. Bu tablonun değişmesi kadınların kendi kurtuluşları için mücadeleyi kendi ellerine almalarına ve
örgütlü mücadeleriyle kendi taleplerini gündeme getirmelerine bağlıdır. Erkeklerin siyasal ve toplumsal
örgüt ve kurumların yönetim kademelerinde kendiliğinden yer açmalarının beklenemeyeceği bütün dünyadaki gelişmeyle kanıtlıdır. Bu nedenle kadınların
yönetim kademelerindeki oranını yükseltmek için
kota uygulaması vazgeçilmez bir seçenek olmaktadır.
Biz, kendi saflarımızdan başlayarak siyasal ve toplumsal yaşamın bütün alanlarında, sendikalarda ve
bütün kitle örgütlerinde kadınların gerçek anlamda
temsil, söz ve karar verme hakkına sahip olabilmesi
için bütün seçim ve atamayla işbaşına gelinen alanlarda kadın kotasının uygulanması için mücadele etmeliyiz.
Toplumsal hayatın bilimsel ve kültürel etkinliklerinde de kadının rolü kesinlikle ikincil durumdadır.
Başrol hala erkektedir.
Kadınların çalışma ve toplumsal yaşama katılmasının önündeki engellerden biri de eğitim alanındaki
eşitsizliktir. Ülkelerimizde kadınlarda okuma-yazma
bilmeme oranı hala daha çok yüksektir. 2000 yılında
daha hala 10 kadından üçü okuma yazma bilmemektedir. “Öğretim kurumları yükseldikçe, öğretimde
olan kadınların ve mezun olanlar içinde kadınların
oranının, erkeklerin oranına göre” düşmesi söz konusudur.
“2000 yılında ilkokul mezunlarının %50,36’sı erkek, %49’64’ü kadındı. Yani arada erkekler lehine çok
önemsiz bir fark vardı.
Ortaokul mezunlarında erkek mezunlar %67,66’du.
Kadın mezunlar tüm mezunların %32,34’ü idiler.
Lise ve dengi meslek okullarında bu oranlar: Erkekler %63,54, kadınlar %36,46 biçiminde idi.
Yüksek Öğretim Kurumları’ndan 2000 yılında mezun olan erkeklerin tüm mezun olanlar içinde oranı %65,30 iken, kadınların oranı %34,70 idi.” (SEY
Araştırması, sf. 32)
Genel okullaşma ve öğrenimin artması eğilimine
bağlı olarak kadınların öğrenim seviyesinde de artış
söz konusu olmasına rağmen, eşitsizlik belirgin biçimde varlığını sürdürmektedir.
Kız çocuklarının okullaşması ve öğrenimine önem
vermeme, bilakis onların öğrenimden ve meslek sahibi olmaktan alıkoymada, “kadınların yeri evidir”,
Cinsler arasındaki ilişki alanında:
Ülkemizde feodal kalıntıların varlığını ve ağırlığını
en çok hissettirdiği alanlardan biri, kuşkusuz kadına
dınlara gösterecekleri tercihler değildir. Ama tarihin
ileriye dönen çarkında kapitalizm, feodalizmi çözme
işlevini görmektedir. Komünistler bunu olgu olarak
kabul ederler. Ve hiçbir şekilde daha ileri bir sisteme
karşı, daha geri bir sistemin savunucusu konumuna
girmezler. Kapitalizme feodal bakış açısı ile düne özlemle getirilen her eleştiri gericidir.
Ülkelerimizde hala varlığını sürdüren ve öncelikle
hedeflenmesi gereken kadınlar üzerindeki feodal kökenli baskılar şunlardır:
*Kadınları özgür bireyler olarak değil, babanın ya
da kocanın malı, “namusu” olarak gören anlayış. Ve
bu anlayışın ürünü olarak, kadının evlenmeden, kendi istediği biçimde yaşam kurma hakkının kesinlikle
tanınmaması. (Evlenme ve anne olma zorunluluğu!)
*Zorla evlendirme, başlık parası, berdel, kumalık.
*Bekarete verilen olağanüstü değer; kadına evlilik
öncesi cinsel ilişkinin tabu sayılması; bu alandaki ka-
yeni kadın dünyası
“nasıl olsa evlenecek” türünden feodal-erkek egemen
bakış açısı etkili olmaktadır. Bugün kız çocuklarının
okutulma ve meslek edinme yönünde yetersiz olan
teşviki de kadına biçilen esas toplumsal rolü (evlenip
“yuva kurma” ve anne olma) değiştirmeye yönelik olmaktan çok uzaktır, daha çok yüksek öğrenim evlilik
pazarında şansın artırılması ve çocuklara eğitimli,
daha iyi bir anne olmanın aracı olarak görülebilmektedir. Üniversiteyi bitiren kadınların çok önemli bir
bölümünün mesleklerinde çalışmamaları bunun göstergesidir. Kadınlara son derece sınırlı bir toplumsal
rol biçen her türden ataerkil bakış açısına karşı mücadele, eğitim alanında ele alınması gereken temel
görevlerdendir.
Devrim ve özgürleşme mücadelesine katılmak için işçi
ve emekçi kadınların feodal-burjuva erkek egemen
zincirleri kırması ve can güvenliği dahil büyük risk alması
gerekmektedir. Kadınların örgütlenmesinin ve kendi
hak ve talepleri için mücadeleye atılmasının önündeki
engellerin ve dolayısıyla görevlerin büyüklüğü de burda
düğümlenmektedir. Devrim için örgütlenmeye, örgütlenmek
için de devrime ihtiyaç vardır.
bakış açısı ve buna bağlı olarak kadın-erkek ilişkileri,
aile ilişkileridir.
Bu noktada önce, feodal büyük aileyi parçalayan
kapitalist sürecin ve “burjuva ailesi”nin feodal açıdan
eleştirisi, geçmiş eski “güzel günler”in savunulması
kökten reddedilmelidir. “Burjuva ailesi” toplumsal
açıdan, kadının özgürleşmesi değildir ama kadının
özgürleşmesi yönünde, feodal toplumun “sofradaki yeri, öküzünden sonra gelen”, “bir sözle aldığına
üç taşla boşayan” ailesinden ileriye doğru atılmış bir
adımdır. Açıktır ki, kadınların kurtuluşu açısından
ne feodalizm, ne de kapitalizm, komünistlerin ka-
dın ve erkeğe yönelik çifte ahlak anlayışı.
*Namus ve aile şerefi adına kadına uygulanan şiddet, kadın cinayetleri.
*Evde babanın, ağabeyin, kocanın mutlak hakimiyeti, kadına yönelik şiddet.
*Evlenmeden önce babaya, ağabeye ve diğer erkek
akrabalara ve evlendikten sonra da kocaya tabi olma
ve erkeğe itaat etme zorunluluğu.
*Kadınların kılığı kıyafetinden, oturup kalkmasına, gülmesine ve kiminle konuşup kiminle konuşmayacağına dek kural ve yasak koymayı kendine hak
gören “efendi” bakış açısı.
27
yeni kadın dünyası
Bilindiği gibi sözüm ona bugün TC devletinin nüfusu 50 bin kişiyi bulan her beldede “sığınma evi”
açma yasası vardır. Ancak bu da kadın-erkek eşitliğine ilişkin diğer yasalar gibi lafta kalmaktadır. Ne yeterli sayıda sığınma evi açılmakta, ne bu alana yeterli
para kaynağı aktarılmaktadır ve dolayısıyla var olan
sığınma evleri işlevlerine uygun olmaktan uzaktır.
Kaldı ki, devletin görevi salt şiddet ortamından kaçan
kadına soluk alabileceği bir barınak sunmakla sınırlı
değildir. Bunun ötesinde, kadınların kendilerine şiddet uygulayan erkeklere ve ailelerine sırt çevirip, baskısız ve şiddetsiz, özgür ve daha iyi bir yaşam kurmak
için maddi ve manevi olarak güçlendirilmeye ihtiyacı
vardır. Bunun olmadığı yerde, erkek şiddetinden kaçıp sığınma evine koşan kadının, kendini bekleyen
yoksulluk ve zor yaşam şartları karşısında yılması ve
yeniden şiddet ortamına dönmesi bir yerde kaçınılmaz olmaktadır.
Cinsler arası ilişkilerde feodal kötülüklerle burjuvaerkek egemen kötülüklerin iç içe geçmişliği söz konusudur. Kadının erkeğin cinsel ihtiyaçlarını tatmin
etmekle yükümlü bir seks nesnesi, cinsel köle olarak
görülmesi feodal ya da burjuva, genel olarak erkek
egemen bakış açısının genel görünümüdür.
“Seks nesnesi” olarak görülen kadın, her türlü metanın pazarlanmasında kullanılan reklam aracıdır.
“Porno sanayii” adı verilen koskoca bir üretim alanı,
bu anlayışın ürünlerini üretmek ve pazarlamakla yüz
binlerce kişiye “iş sahası” yaratmaktadır.
Kadının cinselliğinin meta olarak kullanımına
karşı mücadele (fuhuşa ve pornografiye karşı mücadele) erkek egemen sisteme karşı mücadele hedefiyle yürütülmek zorundadır. Dolayısıyla bu, fuhuşa ve
pornografiye karşı mücadele kisvesi altında bu alanda çalışan kadınları aşağılayan ve mağdur bırakan
anlayışlara karşı durulmayı gerekli kılar. Görev, her
türden cinsiyetçiliğe karşı mücadeledir!
Özgürleşmek için devrim, devrim için
özgürleşmek gerek!
28
Ortaçağın kadın-erkek ilişkileri, aile konusundaki görüş ve uygulamaları, en modern üretim içinde
bulunan çevrelerde bile, şu ya da bu ölçüde etkisini
sürdürmektedir. Ülkelerimizde toplumun demokratlaşmadığının ve özgürleşmediğinin en açık örneklerinden biri, kadınlara yönelik görüş ve uygulamalardır. Türk hakim sınıflarının, kadınlara seçme ve
seçilme hakkını (1934) İsviçre’den önce tanımış olmakla övünmesi bu gerçekliğin perdelenmesine yet-
memektedir. Tek başına, her gün gündemde olan kadınlara yönelik en vahşi türden erkek saldırıları dahi
koyu erkek egemenliğini gözler önüne sermektedir.
Ülkelerimizde kadınların en temel insan hakkı olan
can güvenliği dahi yoktur!
Devrim ve özgürleşme mücadelesine katılmak için
işçi ve emekçi kadınların feodal-burjuva erkek egemen zincirleri kırması ve can güvenliği dahil büyük
risk alması gerekmektedir. Kadınların örgütlenmesinin ve kendi hak ve talepleri için mücadeleye atılmasının önündeki engellerin ve dolayısıyla görevlerin büyüklüğü de burda düğümlenmektedir. Devrim
için örgütlenmeye, örgütlenmek için de devrime ihtiyaç vardır.
Bu bağıntıda komünistler, yaşamları ile de örnek
olmak zorundadırlar. Komünistler “kitle çizgisi”,
“halkımız ne der?” vb. adına, kesinlikle feodal ve
kapitalist aile ilişkilerini savunmazlar. Onlar, doğru
buldukları, bireysel cinsel sevgi temelindeki ilişkileri/
aileyi savunur ve yaşarlar. Komünistler, dışarda devrimci evde “paşa” zihniyet ve davranışını reddederler.
Emekçi kadın-erkek ilişkilerinde, açık ve berrak olarak ezilenden yana tavır koyar, taraf tutarlar. Emekçi
kadınları devrime kazanmanın; emekçi erkeklerin
yanlış düşüncelerini aşmanın tek yolu budur.
Ulusal baskılardan kurtuluş için
demokratik devrim gerek!
Kadınlar üzerindeki baskılar sınıfsal ve cinsel baskılarla sınırlı kalmamaktadır. Kürt ve Arap ulusu
ve diğer azınlık milliyetlerden kadınlar üçlü baskılara maruz kalmaktadırlar. Kürt kadının ve Arap
ulusundan kadınların özgürleşme mücadelesi, Laz,
Rum, Ermeni, Çerkez, Tatar vb. ulusal azınlıklardan
kadınların özgürleşme mücadelesi her türden ulusal
baskıdan kurtuluş mücadelesiyle iç içedir. En basit
bir şekilde koyacak olursak, Kürt kadının özgürlüğü
için Kürdistan’a özgürlük, Arap kadının özgürlüğü
için Antakya(Arabistan)’ya özgürlük ve tüm azınlık
milliyetlere tam hak eşitliğinin sağlanması gereklidir.
Bunun için Demokratik Devrimi hedefleyen bir kadın hareketine ihtiyaç vardır.
Demokratik kadın hareketinin gelişmesi ve doğru
hedeflere yönelmesi için komünistlerin ellerinden
gelen en büyük çabayı sarf etmesi, Komünist Kadın
Hareketini yaratması en temel görevdir!
Mücadelemiz kadının gerçek kurtuluşu mücadelesidir! 
D
İSK Kadın Komisyonu 28 Nisan’da “2012 1
Mayıs’a Giderken Kadın Emeği ve Mücadele” konulu bir seminer düzenledi.
Etkinlikte Genel İş Sendikası Şube başkanı Nebile
Çetin Irmak’ın yaptığı giriş konuşmasının ardından
Dr. Nur Banu Kavaklı Birdal ve Prof. Dr. Şemsa Özar
kadın emeğine yönelik saldırılar ve muhafazakar politikaların kadınlar üzerindeki etkisi ile ilgili birer
sunum yaptılar.
Kavaklı Birdal, yeni eğitim sistemi 4+4+4’e değinerek eğitimin piyasalaştırılmaya çalışıldığını, devletin
elini tamamen eğitimden çekmek istediğini ve çocuk
yaşta evliliklerin gündeme geleceğini söyledi. Devletin eğitimde olduğu gibi bakım hizmetlerinden de
elini çekmeyi planladığını ve bunu da aileyi kutsayarak yapmayı amaçladığını vurguladı.
Şemsa Özar ise kadınların yaşadığı ayrımcılıkları
konuşmak istemediğini, bunları anlatmaktan yorulduğunu, bunun yerine mücadeleyi konuşmak istediğini söyledi. Fakat konuşmasının devamında 2011
Ulusal İstihdam Paketinin kadınlar için ne ifade ettiğini anlattı. Örneğin “işyerinde cinsel taciz” tanımlamasının yerini “psikolojik baskı” tanımının aldığını,
çalışan kadınların yasal olarak kreş hakkı olmasına
rağmen bunun %50-60 oranında gerçekleştirilmediğini (katılımcılardan bu oranın çok daha yüksek
olması gerektiği itirazı geldi) ifade etti. Yasal olarak
kreş açması gereken fakat açmayan işyerlerinin tespit
edilip buraların önünde eylemliliklerin yapılmasının
somut mücadeleye dair bir örnek olabileceğini belirtti. Türkiye’de değişik kesimlerin mücadelelerinin
birbirinden bağımsız yürüdüğünü ve bu mücadelelerin biraz daha birbirini destekleyen, dirsek teması
halinde olan mücadeleler olması gerektiğini belirtirken bu başarılamadığı için de tek tek alanlardaki
mücadelelerin zayıf kaldığını vurguladı. Bu mücadelelerin biraz daha ortaklaştırılması gerektiğini dile
getirdi.
Yapılan sunumların ardından katılımcılara söz verildi. Katılım az olmasına rağmen çok sayıda kadın
söz alıp görüşlerini aktardı. Yapılan konuşmalarda
kadına yönelik saldırılar gündeme gelirken buna
karşı mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiği üzerine tartışıldı. Kadınların kendi arasındaki dayanışmanın önemine vurgu yapıldı. Kadına yönelik şiddet
ile ilgili yasa tasarısında yaşanan süreç aktarıldı. Neoliberal politikaların kadınlar üzerindeki etkilerine
değinildi.
Toplantının ardından tüm kadınların katıldığı yaratıcı drama ile etkinlik sona erdirildi.
Toplantıdaki en büyük eksiklik işçi kadın sayısının,
doğrudan fabrikalarda çalışan kadınların sayısının
son derece az olmasıydı. Etkinliğe daha çok değişik
sendikalardan uzman ve yönetim kademelerinde yar
alan kadınlar katılmışlardı.
Nisan 2012 
yeni kadın dünyası
DİSK Kadın Komisyonu etkinliği
29
yeni kadın dünyası
İstanbul’da 8 Mart
Bedenimiz, Emeğimiz, Kimliğimiz İçin, Erkek Egemen Sisteme Karşı,
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
İ
30
stanbul Kadın Platformu’nun “Bedenimiz, emeğimiz, kimliğimiz için erkek egemen sisteme karşı,
yaşasın örgütlü mücadelemiz” şiarıyla gerçekleştirmiş olduğu, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü,
yaklaşık 6 bin civarında bir katılımla, 11 Mart Pazar
günü Kadıköy’de kutlandı.
Fakat mitinge geçmeden önce, öncesinde yapılan
hazırlıklar ve çalışmalar hakkında birkaç bilgi vermek istiyoruz.
Bilindiği gibi İstanbul Kadın Platformu, her sene
değişik kurumların bir araya gelerek oluşturdukları
bir platformdur. Bu senede 33 değişik örgüt, siyasi
parti ve dergi çevreleri bir araya gelerek, İstanbul Kadın Platformu’nu oluşturdular.
Hazırlık sürecinde yapılan toplantılara katıldık.
Toplantılarda yürütülen tartışmalar, görüş ve öneriler sonucu, ortak bir çağrı metni çıkarıldı. Bu çağrı ile
birlikte, 3 Mart günü, Taksim Meydanında, Kadıköy
mitingine çağrı amaçlı bir basın açıklaması yapıldı.
Bununla birlikte çıkarılan çağrı metni toplu olarak
dağıtıldı.
Çağrı metninin içeriği özetle; kadın cinayetleri, iş
yerinde, sokakta, evde cinsel taciz ve tecavüz, esnek
çalışma koşulları, Kürt ulusuna yönelik katliamlar ve
tutuklamalar, nefret cinayetleri vb. içerikliydi.
Bizler de “Yeni Kadın Dünyası” olarak platformda
yer aldık.
Yürüyüş ve mitinge YDİ Çağrı imzalı, Yeni Kadın
Dünyası amblemli “Olmaz deme, bensiz olmaz de,
kır zincirlerini katıl mücadeleye” imzalı pankartımızla ve flamalarımızla katıldık. Yürüyüş, başlaması
gereken saatten bir saat gecikmeyle başladı. Biz de o
sırada bildiri dağıtımı ve yayın satışı yaptık. Aynı zamanda güçlü bir şekilde sloganlarımız atıldı, türküler
söylenerek halaylar çekildi.
Atılan sloganlardan birkaçı şunlardı; “Eşit işe eşit
ücret!, Kahrolsun erkek egemen kapitalist sistem!, Erkek vuruyor, devlet koruyor!, Cinsel, ulusal, sınıfsal
sömürüye son, Her gün 8 Mart, her gün mücadele!,
Susma haykır kadına şiddete hayır!, 8 Mart kızıldır
kızıl kalacak!”
Daha sonra kortejimizle birlikte miting alanına
girdik. Kürsüden önce Kürtçe daha sonra Türkçe ortak konuşma metni okundu. Konuşma metninde de
yukarıda belirtiğimiz konulara tekrar vurgu yapıldı.
Ortak konuşmadan sonra LGBT’den bir arkadaş, genel olarak kadın üzerindeki baskılara değindi ve özelde de nefret cinayetlerine ve heteroseksizme değindi.
İmece’den bir kadın arkadaş ise ev işçilerinin mücadelesi ile Uluslararası Çalışma Örgütü ILO C 189
sayılı sözleşmesi uyarınca ‘’Ev İşçilerine İnsanca İş’’
tavsiye kararı üzerinde durarak, AKP hükümetinin
kadını değil aileyi esas aldığını vurguladı.
Miting alanında bildiri dağıtımı ve yayın satışı yapıldı.
13 Mart 2012 
8
Mart Adana’da coşkuyla kutlandı. Bizlerin de
içerisinde yer aldığı Adana Kadın Platformu 8
Martı meşaleli bir yürüyüşle kutladı. 8 Mart akşamı
saat 18.30’da 5 Ocak Meydanında toplanan kurumlar
meşalelerle ve dövizlerle Atatürk Parkına bir yürüyüş
gerçekleştirdi. Yürüyüş boyunca birçok kez “Bağır
herkes duysun erkek şiddeti son bulsun!, Bana bak
başbakan tepemizi attırma kendin yat kuluçkaya bir
Türkçük, iki Türkçük, üç Türkçük doğurmaya!, Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa!” sloganları
atıldı. Atatürk Parkına varıldığında eyleme katılan
kadınlar Arapça, Kürtçe ve Türkçe selamlandı. Ve ardından basın metni okundu. Basın metninde, “Bizler
bugün burada emeğine el konulanlarla, evde köle, işte
düşük ücrete mahkûm edilenlerle, fabrikada, genelevde, nerde olursa olsun sömürülenlerle, baba, koca,
erkek dayağına katlanmak zorunda kalanlarla, “namus” cinayetlerinde katledilenlerle, gizli kürtajlarda
ölenlerle, uluslararası çetelerce fuhuş sektörüne satılanlarla, sokakta, işyerinde, savaşta, gözaltında tacize
tecavüze uğrayanlarla dayanışmamızı haykırıyoruz.”
denildi. Bir dizi taleplerin yanında KESK’li kadınların 8 Mart’ın yasal, ücretli izin sayılması için gerçekleştirdiği iş bırakma eylemini selamlayarak tutuklu
bulunan KESK’li kadınların serbest bırakılması talebinde bulunuldu. Basın açıklamasının ardından slayt
gösterimi izletildi. Alanda yine kadınların hazırladığı
bir skeç oynandı. Uzun zaman alanda kalan biz kadınlar halaylarla sloganlarla bir 8 Mart eylemi daha
gerçekleştirmiş olduk.
Bu sene 8 Mart’ta, her sene yaptığımız gibi bir
miting yapamadık. 8 Mart hazırlık toplantılarında BDP’li kadınlar, basın metnine ‘sayın Abdullah
Öcalan’a özgürlük’ cümlesinin geçmesini istediklerini aksi takdirde platformun düzenlediği mitinge
katılmayacaklarını ve ayrı bir miting gerçekleştireceklerini ifade ettiler. Birkaç toplantı boyunca süren
tartışmalarda BDP’li kadınlar, önerilen bir sürü ara
formüle karşın (örneğin bir bütün olarak tecrit zulmüne karşı söz söylenebileceği), platformun diğer bileşenleri olan örgütlerden kadınların tepkilerine karşın bu konudaki dayatmacı tutumlarından geri adım
atmadılar. Biz de, mitinge katılan her örgütün gerek
pankartları, dövizleri, gerekse sloganlarıyla kendilerini yeterince ifade edebilecekleri bir zeminin olduğunu fakat basın metninin platform bileşeni tüm ör-
yeni kadın dünyası
Adana’da 8 Mart meşaleli yürüyüşü
gütleri bağladığını, bu nedenle metinde ortaklaşılan
konuların yer alması gerektiğini söyleyerek BDP’li
kadınların talebine karşı çıktık. Sonuç olarak BDP’Li
kadınlar platformdan çekildiler. Platform olarak ise,
hem 8 Mart’a az bir zaman kaldığı hem de BDP’li kadınların yokluğu şartlarında mitingin katılım açısından çok sönük geçeceği düşünülerek bu sene miting
yapmama kararı alındı.
8 Mart mitinglerinde, Adana’da, BDP’li kadınlar
büyük çoğunluğu oluşturuyorlar. Bu güce dayanarak
böylesi bir dayatmacı tavır sergilediklerini düşünüyor ve bu tavrı doğru bulmuyoruz.
12.03.2012
Eylemden ilginç notlar:
- DHA’nın bir kadın muhabiri aldığı ikinci bir basın açıklaması metnini sivil polislere verdi.
- Eyleme katılan kadınlar Türkçe, Kürtçe ve Arapça
olarak selamlandı. Kürt bir kadının konuşması sırasında bir sivil polis diğerine “kim bu konuşan” diye
sordu, öteki sivil polis “PKK’linin biri” yanıtını verdi.
- Yürüyüş sırasında kadınlar özgürlük talebi içeren
sloganlarına karşı bir sivil polis diğerine elbette bir
küfür savurarak “her şey var daha ne özgürlük istiyorsunuz” dedi.
- Yürüyüş güzergahı boyunca kadınlar eylemi alkışlarken, erkeklerin çoğunluğundan küfür ve küçümseme dolu sözler eksik olmadı.
- Eylem alanında Adana Valiliği’nin ve Adana Kadın Kuruluşları Birliği’nin çelenkleri vardı. Alan yakınında da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 8
Mart kutlama mesajını içeren bir pankart asılmıştı. 
31
panorama
PA NOR A M A
Gündemde yine
savaş var!
- SUDAN - GÜNEY SUDAN -
Taraflar arasında anlaşma sağlanmadığı durumda Güney Sudan
yönetimi Sudan’ın 815 Milyon Dolarlık petrole el koyduğunu ve
bunu kendi başına sattığını açıklayarak, bu adımı “talancı baskı”
olarak adlandırıp Şubat ayı başından itibaren petrol üretimini
durdurduğunu ilan etti.
D
32
ergimizin 152. sayısında 13 Haziran 2011 tarihli
yazımızda Afrika’da “Güney Sudan Cumhuriyeti” adıyla yeni bir devletin kuruluşunun 9 Temmuz’da
resmen ilan edileceğini belirtmiş ve gelişmeleri ortaya koymuştuk. 9 Temmuz 2011 tarihinde beklenildiği
gibi Güney Sudan resmen ayrı devlet olduğunu ilan
etti. Bu karar Sudan yönetimince de kabul edildi.
Atılan bu adımla 9 Ocak 2005 tarihinde imzalanan
anlaşmanın hedefine de varılmıştı.
Sözkonusu ayrı devlet olma konusunda taraflar arasında uzlaşma sağlanmış, Güney Sudan devletini ilk
tanıyanların başında Sudan Başkanı Beşir geliyordu.
Fakat iki devlet arasındaki sorunlar tümüyle çözülmemişti.
İki devlet arasındaki sınırların belirlenmesi, petrolden gelen gelirlerin nasıl paylaşılacağı, Abyei, Yukarı
Nil ve Nuba Dağları bölgelerinin Kuzey’e mi Güney’e
mi ait olacağı gibi sorun ve sorular varlığını koruyordu. Ayrıca yaşanmış savaş sonucu yerlerinden edilen
yüzbinlerce insanın mültecilik sorunu ve yerlerine
geri dönüş meselesi de çözüme kavuşturulması gereken sorunlar arasındaydı. Çatışma potansiyelini içeren sorunlar ise burada saydığımız ilk üç sorundu. Bu
olguya dayanarak yukarıda bahsettiğimiz yazımızda
şu tespiti yapmıştık:
“Sonuçta, başta sınır belirleme ve petrol gelirlerini paylaşma meselesi, eğer müzakere ile çözülmezse,
yeni çatışmalara yol açabilecek potansiyele sahiptir.”
(sayfa 38)
Biz bu tespiti yaptıktan kısa süre sonra Etyopya’nın
başkenti Addis Abeba’da yapılan anlaşmaya göre Abyei bölgesi askerden arındırılacak ve BM’nin Mavi
Kasklı güçleri sözkonusu uygulamayı kontrol edecekti. Sınırlar bu anlaşmayla da belirlenmemiş, tersine,
andaki sınırların değiştirilebileceği tespit edilmişti.
BM genel Sekreteri Ban Ki Moon bu anlaşmayı överken Kordofan bölgesindeki çatışmalara son verilmesini de talep ediyordu.
Medyada fazla yer verilmese de iki taraf arasındaki çatışmalar yer yer durdu, azaldı, yer yer şiddet-
PETROL VE SINIR DALAŞI
Sudan, Nijerya ve Angola’dan sonra Afrika kıtasının üçüncü büyük petrol üreticisi ve tahminlere
göre 6,6 Milyar varil reserve sahip. Güney Sudan’ın
ayrılmasıyla bu kaynağın yaklaşık %75’i Güney’de
kaldı. Petrolün dış ülkelere satışı için inşa edilmiş
boru hattı ise Kuzey üzerinde Kızıl Deniz’e uzanmaktadır. Ayrıca ham petrolün işlenmesi için gerekli
rafineri de Kuzey’dedir. Sudan yönetiminin Güney
Sudan’ı bağımsız devlet olarak kabul etmesine bağlı
olarak Güney’deki petrol yataklarının da bu devlete
ait olduğunu sineye çektiğinden, anda elindeki petrol yataklarını –örneğin Abyei bölgesindeki petrol
yataklarını- elde tutmaya çalışırken, Güney ile sınır
anlaşmazlığını da korumaktadır.
Petrol boru hattının Kuzey üzerinden geçmesi ve
rafinerinin Kuzey’de olması olgusu ise Beşir yönetimi tarafından Güney’e karşı koz olarak kullanılmaktadır. Görüşmelerde ipleri koparan konu da petrolün
transport edilmesi ve işlenmesi için Güney’in Kuzey’e
varil başı ne kadar dolar ödeyeceği konusu oldu. Bu
görüşmelerden önce petrol gelirleri paylaşılıyordu.
Kuzey yönetimi varil başı 36 Dolar isterken, Güney
ilk başta bir (1) dolar ödeyeceğini daha sonraki görüşmelerde ise bunu 5,69 Dolar’a yükselttiğini açıkladı.
Bu durumda doğal olarak anlaşma mümkün değildi.
Bunun yanısıra görüşmelerde sınırları belirleme meselesinde de herhangi bir uzlaşma sağlanamadı. Anda
Kuzey’de yaşayan yaklaşık 500.000 Güney Sudanlı mültecinin ve Güney’de yaşayan yaklaşık 80.000
Sudanlı mültecinin geri dönmesinin nasıl ve hangi
zaman çerçevesinde sağlanacağı da belirsizliğini koruyor.
Taraflar arasında anlaşma sağlanmadığı durumda
Güney Sudan yönetimi Sudan’ın 815 Milyon Dolarlık
petrole el koyduğunu ve bunu kendi başına sattığını
açıklayarak, bu adımı “talancı baskı” olarak adlandırıp Şubat ayı başından itibaren petrol üretimini durdurduğunu ilan etti. Güney Sudan Kuzey’den bağımsız olarak petrol üretip ihraç etmek için Kenya veya
Etyopya üzerinden inşa edilecek petrol boru hattının
hesaplarını, planlarını yapmaktadır. Kuşkusuz ki
böylesi bir planın gerçekleşmesi epey zaman ister.
Çelişkiyi çatışmalara ve giderek savaşa dönüştüren
adım ise Güney Sudan’ın uluslararası düzeyde anda
Sudan’a ait olduğu kabul görülen sınır bölgesindeki
Hiclic’i (Heglig) işgal etmesi adımı oldu. Hiclic petrol
yataklarının bulunduğu bir yer. Kuşkusuz ki böylesi
bir bölgeyi işgal etmek “barışçıl” yollarla olmuyor.
Sudan parlamentosu Güney Sudan’ın Hiclic’i işgal
etmesi gerekçesiyle, Güney Sudan ile görüşmeleri
durdurma kararı aldı. Başkan Beşir de 3 Nisan’da yapılması gereken zirveye katılmayacağını açıkladı.
Görüşmeler yerine Hiclic’in geri alınması amacıyla
saldırı kararlaştırıldı.
Sudan’ın resmi saldırı ilanı ve saldırısıyla aslında
iki devlet arasında düşük düzeyde bir savaş yaşandı
ve bu yazımız yazılırken uluslararası düzeyde çağrılara rağmen sürüyordu. Sudan’ın Hiclic’i geri alması
için yürüttüğü savaşta Sudan kaynaklarına göre 3000
kadar Güney Sudanlı asker öldürülmüştür. Güney
Sudan ise bunu reddetmekte, Hiclic’ten “barış görüşmeleri için geri çekildiği”ni açıklamakta ve bunu
kendisini uluslararası çağrılara uyan bir güç olarak
göstermek için kullanmaktadır. Bu arada Sudan güçleri saldırılarında Güney’in 10 kilometre kadar içine
girdi, kimi yerleri bombaladı. Hiclic’in geri alınmasından sonra çatışma öncesindeki sınıra geri çekildiği
yönlü haberler medyaya yansıdı.
panorama
lendi ama son bulmadı. Ağustos ayında hem Güney
Sudan’da aşiretler arası çatışmalar hem de GüneyKuzey arası çatışmalarda yüzlerce insan yaşamını
yitirdi. Güney Sudan’da çatışmalar esasında arazi, su
ve hayvan sürüleri üzerine yürüyen –bu gerçekte yaşayabilme kavgasıdır- çatışmalar iken; Güney-Kuzey
arasındaki çatışmalar yeraltı zenginliklerinin, özellikle de petrolün olduğu bölgeleri ele geçirme, sınırı
genişletmeye yönelik çatışmalardı. Yer yer arazi, su ve
hayvan sürüleri üzerine çatışmalarla sınırı genişletme için çatışmalar içiçe geçme durumundaydı. Çatışmalara yol açan nedenleri gerçekçi tahlil eden kimi
gözlemciler, doğru olarak çatışmaların kısa sürede
son bulamayacağını da tespit ediyorlardı.
Buna rağmen 2012 yılı başlarına kadar Sudan koşullarına göre önemli çatışmalar yaşanmadı. Sorunların diyalogla “barışçıl” temelde çözülmesi için görüşmeler, pazarlıklar sürdürüldü. Herhangi ciddi bir
adım atılmadan yeniden çatışmalar gündeme geldi ve
bu çatışmalar yeni bir savaşı gündeme getirdi.
Bu yılın Ocak ayı başlarında Güney Sudan’da yeniden aşiretler arası çatışmalar yaşanırken ve binlerce
insanın yaşamını yitirdiği haberleri medyaya yansırken, Güney-Kuzey arasındaki görüşmeler çıkmaza
girdi.
ULUSLARARASI TEPKİLER, TAVIRLAR
Andaki gelişmelerle ilgili tavırlara bakmadan önce,
33
panorama
34
Güney Sudan bağlamında hatırlatılması gereken
önemli konulardan biri, Güney Sudan’ın bağımlı bir
devlet olduğu gerçeğidir. Sudan’dan ayrılmıştır ama
emperyalist güçlere bağımlı bir devlet olarak doğmuştur. En başta ABD emperyalizmi olmak üzere
Avrupalı emperyalist güçlerin desteği ve kışkırtması sonucu ayrı bir devlet olarak Güney Sudan var
olmuştur. Bu emperyalistlerin hesaplarında petrol
kaynaklarına ve yeraltı zenginliklerine hakim olma
hesabı da vardı. Böylece öncelikle Sudan’da etkisi ve
nüfuzu güçlü olan Çin emperyalizminin etkisindeki
kaynakları ele geçirmek gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığında Güney Sudan’ın destekleyicisi güçlerden
onay almadan, onlara rağmen Sudan’ın bir parçasını
işgal etmeye kalkışması biraz zor görünüyor.
İlginç olarak görülebilecek nokta, anda Çin’in Güney Sudan’ın da en önemli ticaret partneri olmasıdır.
Çin emperyalizmi anda iki Sudan ile de ilişkilerini
sürdürme, bunlar arasında taraf tutmama siyasetini
gütmektedir. Kuşkusuz bu petrol kaynaklarının yaklaşık %75’inin Güney Sudan’da olması ve Çin’in petrol gereksiniminin %5’ini Sudan – Güney Sudan’dan
karşılaması olgusuna dayanmaktadır. Bu açıdan
bakıldığında ABD emperyalizminin ve Avrupalı
emperyalistlerin Çin’e karşı hesapları şimdilik tutmamıştır. Fakat medyaya yansıdığı kadarıyla ABD
emperyalizmi Güney Sudan’ın arazisinin %10’unu
hektarı 0,06 Dolar’dan 49 yıllığına kiralamıştır. Kısacası emperyalistler arası paylaşım dalaşı sürüyor.
Bu dalaşta anda kamoyuna karşı yansıtılan tavırlar
-tavır takınanların hepsinin de tavrı- tarafların çatışmalara son vermesi, sorunların “barışçıl” yöntemlerle, görüşmelerle çözümü için adımların atılması biçimindedir.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon sayısız kere tarafları şiddete, çatışmalara son vermeye, görüşmeleri yeniden başlatmaya çağırdı. BM ile paralel görüşmelerde arabuluculuk yapan Afrika Birliği de şiddete son
verilmesi çağrısında bulundu. ABD başkanı Obama
da videolu mesajla tarafların petrol kaynakları bağlamında çözüm bulmasını istedi. Güney Sudan Başkanı Salva Kiir Çin’i ziyaretinde Sudan’a karşı destek
ararken Çin Başkanı Hu Jintao tarafsız bir tavır takınarak taraflara sükunet ve çatışmalara bir an önce
son verme çağrısında bulundu.
Savaşı kışkırttıkları ve sürdürdükleri bir ortamda
Güney Sudan ve Sudan yetkililerinin, en başta da
devlet başkanlarının açıklamalarına bakıldığında,
bunların da savaş istemediği, suçlu olanın birine göre
diğeri olduğu, diğerini suçlayanın “barış yanlısı” olduğu vb. vb. görüntüsü var... Ama sadece görüntü!
Görünürde hepsi de sorunun “barışçıl” temelde
ve görüşmelerle çözülmesi yanlısı. Fakat hem Sudan
hem de Güney Sudan yönetiminin, anda Sudan sınırlarında kalan petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerin kendi sınırlarına ait olduğunu savunmaları ve
bu savunuda inat etmeleri, sorunun “barışçıl” temeldeki çözümünü imkansız kılmaktadır.
Bu durumda çelişme ve çatışmaların maddi temeli
varlığını korumaktadır. Ya iki Sudan arasında doğrudan çatışma ve savaşla pazarlıklar için yeni bir durum oluşturulur ve uluslararası müdahalede oluşturulan yeni durum pazarlıkların çıkış noktası olarak
alınır; böylesi bir durumda da çatışmalar/ savaş uzun
sürer. Ya da BM’nin işgalci güçleri “barışı koruma”
adına müdahale eder, andaki, çatışmalar diner ama
sorun yine de uzun süre varlığını koruyacaktır. Böylesi bir durumda da taraflara dayatılacak anlaşma ile
sorunun çözüldüğü lanse edilecektir. Gerçekte ise sorunların kaynağı varlığını sürdürecektir ve bu kaynak başka bir zaman yeniden çelişkilerin çatışmalara
dönmesine yol açacaktır.
Bu çatışmalar, gelişmeler yaşanırken daha önce sınırların belirlenmesi için sözkonusu bölgelerde –örneğin Abyei- öngörülen referandum ise tamamen bir
kenara atılmış durumdadır.
Nüfusunun %90’ı günde bir (1) Dolar altındaki
“gelirle”, yani uluslararası düzeyde açlık sınırı olarak
kabul edilen gelirin de altında açlıktan ölmeme mücadelesi verirken, Güney Sudan’ın “çiçeği burnunda”
egemenleri ülkenin zenginlik kaynaklarını paylaşma
dalaşındadır. Bu durum kuşkusuz ki Sudan için de
geçerlidir. Bu dalaşta da, gerek iki ülke arasındaki
çatışmalar sonucu olsun, isterse de ülke içinde aşiretlerin arazi, su ve hayvan sürüleri için sürdürdüğü çatışmalarda olsun en çok etkilenenler yine de aç kalan
kitlelerdir. “Ekmek ve Özgürlük” meselesi Sudan ve
Güney Sudan’da kendisini başka biçimde gösteriyor.
Gelişmelerin bir kez daha gösterdiği gerçeklik ise,
hep yeniden bilinçlere çıkarmaya çalıştığımız şu olgudur: Emperyalistlerin şemsiyesi altında kurulan
ayrı devletlerde de, işçilerin, emekçilerin gerçek kurtuluşu mümkün değildir. İşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların gerçek kurtuluşu, ancak emperyalizme,
kapitalist sisteme karşı mücadele ile, sömürü sistemini yıkıp yerine işçilerin, emekçilerin kendi iktidarının kurulmasıyla mümkündür.
25 Nisan 2012 
panorama
“Açlık yardımı”
değil, işgal ve
savaş!
-SOMALİ -
El Şabab güçlerine karşı savaş yaygınlaştırılırken
örneğin El Şabab’ın kontrolündeki bölgelerde açlara
yardım eden yabancı yardım kuruluşlarına –buna
Kızılay vb. de dahildir- yardım çalışmaları, Somali’nin
geçici hükümeti tarafından yasaklandı.
A
frika Boynuzu olarak da adlandırılan bölgede açlığın kol gezdiği, hemen yardım edilmezse milyonlarca insanın açlık tehditiyle, daha doğrusu açlıktan ölmekle karşı karşıya olduğu; açlara yardımın
hümanist bir görev olduğu vb. vb. propagandalarının
burjuvazinin borazanı medya tarafından gündeme
getirilmesinin üzerinden fazla bir zaman geçmedi.
Kamuoyunun dikkati açlık meselesine ve Somali
somutunda da, “yardımları engelleyenin” El Şabab
Milisleri olduğuna yönlendirildikten sonra, açlık
sorunu ve yardım meselesi medyanın gündeminden
düştü. Sözkonusu edilen 12 Milyon civarında aç insanın büyük bölümüne hemen hemen hiç bir yardım
ulaşmadı. Burjuvazinin borazanı medyadaki propaganda tufanında öne çıkarılan ülke Somali’ydi. Somali’deki açların sayısı 3,5 Milyon olarak veriliyordu. BM Temmuz 2011’de iki bölgeyi, Eylül’de de dört
bölgeyi acil yardım gereken bölge ilan etti. Görünür-
de Somali’de bu altı bölgede açlıktan ölme tehditiyle karşı karşıya olan yüzbinlerce insana (toplam 3,5
Milyon) acil yardım yapılmaktaydı...
Bu arada geçen zaman süresince hep El Şabab
Milisleri’nin yardımları engellediği yönlü propaganda yapılırken, gerçekte çok az insana yetebilecek bir
yardım şovu yaşandı. 2012 Şubat ayı başına gelindiğinde, yani Ağustos 2011 çıkış noktası alınırsa altı ay
sonra BM Somali’de kıtlığın son bulduğunu, ülkede
had safhada bir açlık durumunun artık olmadığını
ilan etti. Bunu da yağmur yağması sonucu elde edilen
“olağanüstü ürün” ile “artan insani yardım”la açıkladılar. Böylece, kıtlık olmadığına göre acil yardıma
da gerek kalmamıştı! Bu arada Mart ayı ortalarında
medyaya yansıyan haberlere göre Somali’deki açların sayısının 3,7 Milyon olması, ya da daha önce yetersiz beslenen çocukların sayısı 390.000 iken anda
450.000’e yükselmiş olması BM’nin de, emperyalist-
35
panorama
lerin de umurunda değildir.
BM resmen kıtlığın kalmadığını açıklarken, Somali
ile ilgili temsilcilerinin medyaya yansıyan açıklamalarından milyonlarca insanın yaşam koşullarından
herhangi bir olumlu değişiklik olmadığı, sadece ülkenin güneyinde 1,7 Milyon insanın rezilce koşullarda
yaşamakta olduğu, milyonlarcasının gıda, içme suyuna ve yaşamak için gerekli olan her türlü yardıma
ihtiyaç duyduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı biçimde
Mayıs ayından itibaren yaşanması beklenen “yağmur
dönemi” öncesinde önlemler alınmazsa açlığın yeniden had safhaya çıkacağı yönlü açıklamalar da yine
sözkonusu BM temsilcilerinin verdiği bilgilerde yer
almaktadır.
“Açlara yardım” meselesinde Somali’nin öne çıkarılması aynı zamanda Etiyopya, Cibuti ve Kenya’daki
milyonlarca aç insana (9,5 Milyon) nasıl bir yardım
yapıldığı, ya da durumun ne olduğu konusunu geri
plana itti.
Burada özetlediğimiz bu durum, gerçekte emperyalist kurum ve kuruluşların, genelde kapitalist-emperyalist güçlerin kitleleri aldatmak ve kendilerine
yönelik oluşabilecek tehditlere karşı önlem almak
için gerekli gördükleri adımları atarak kendilerini
“yardımsever” olarak göstermeye çalışsalar da -ezilenlerin, yoksul ve açların dostu olmadığını göstermektedir.
Dergimizin 153. sayısında “Dünyanın açları –açların dünyası!” başlıklı ve 17 Ağustos 2011 tarihli yazımızda emperyalistlerin-kapitalistlerin sahtekarlığını
teşhir etmenin yanısıra bu propagandanın perde arkasında yardım adına Somali’ye müdahalenin olduğuna da dikkat çekmiş ve “’El Şabab Milisleri’nin ‘İnsani yardımlar’ın yerlerine ulaştırılmasının önünde
engel olduğu yönlü yoğun propagandanın hizmet ettiği esas şey, yapılacak askeri müdahalenin kitlelerin
gözünde ‘meşru’ kılınması çabasıdır.” (sayfa 36-37)
tespitini yapmıştık. Gelişmeler bu tespitimizin doğru
olduğunu gösterdi. “Yardım” şovunun gerçekte daha
fazla işgal gücünün Somali’ye göderilmesi için bir hazırlık olduğu atılan adımlarla kanıtlandı.
GELİŞMELERE KISA BİR BAKIŞ...
36
“Açlara yardım” şovu gölgesinde, Somali’de geçici
Başkan tarafından şimdiye kadar El Şabab tarafından
kontrol altında tutulan tüm bölgelerde olağanüstü hal
ilan edildi. Görünürde amaç sözkonusu bölgelerdeki
açlara “yardım etme” koşullarını oluşturmaktı... Gerçekte ise El Şabab güçlerine karşı savaşı yoğunlaştır-
ma yönünde atılan bir adımdı bu.
İçerde olağanüstü hal ilan edilirken BM çatısı altında oluşturulan “Güney Afrika Somali Misyonu”nun
(AMISOM) asker sayısı çoğaltılıyordu. BM kararına
göre 12.000 kadar asker işgal gücü olarak Somali’ye
yerleştirilmesi gerekiyordu, ama bu sayı Ağustos
2011’de 9000 civarındaydı. Bu sayının yükseltilmesi
için özel veya yeni bir karara gerek yoktu. Uganda’dan
2000 işgal gücü daha bekleniyordu.
Eylül 2011 başlarında Mogadişu’da üç günlük bir
“uzlaşma konferansı” yapıldı. Sözkonusu konferansın Mogadişu’da yapılabilmesi bile başarı olarak ilan
edildi. El Şabab güçlerini başkentten geri çekmişti. Başarı olarak gösterilen bir nokta da konferansta
geçici başkan, başbakan ve hükümet temsilcilerinin
biraraya gelebilmesiydi. Başarı olarak gösterilen bu
noktalara bakıldığında durumun vahameti açıkça
ortaya çıkmaktadır. Yine de sözde bu konferansta
yeni bir “yol haritası” çizildi. ABD ve AB’nin çerçevesini çizdiği bu “yol haritası”nın görev ve zaman planı,
sorumluluklar vb. belirlense de, bunun pratiğe geçirilmesinin anda mümkün olmadığı açıktır. Bunun en
açık örneği, seçimlerin ne zaman yapılması gerektiği
hakkındaki tavırdır. “Yol haritası”na göre 2009 yılında yapılması gereken ve hep yeniden ertelenen seçimlerin 20 Ağustos 2012 tarihinde yapılması gerekiyor.
Fakat daha planın mürekkebi kurumadan öngörülen
bu seçim tarihi, BM tarafından desteklenen ve 2011
Aralık ayı sonlarında yapılan konferansta alınan kararla 2016 yılına ertelendi. Hem de o tarihte de seçimlerin yapılabilmesinin mümkün olamayabileceği
belirtilerek. Bunun açıklaması da hem güvenlik koşullarının anda doğrudan seçime olanak tanımadığı,
hem de şimdi yapılacak bir seçimin islamcılara güçlü
bir konum sağlayacağı olasılığı nedeniyle seçimlerin
“uluslararası birlik” tarafından istenmediği biçimindedir. Böylece dört sene daha “geçici hükümet” başta
olacaktır!
El Şabab güçlerine karşı savaş yaygınlaştırılırken
örneğin El Şabab’ın kontrolündeki bölgelerde açlara
yardım eden yabancı yardım kuruluşlarına –buna Kızılay vb. de dahildir- yardım çalışmaları, Somali’nin
geçici hükümeti tarafından yasaklandı.
16 Ekim 2011 tarihine gelindiğinde ise Kenya ordusu Somali’ye girdi. İlk başta 800’er kişilik iki taburla
Somali’ye giren Kenya ordusu, kısa sürede bu sayıyı
4000’e kadar yükseltti. İlan edilen hedef El Şabab’a
karşı savaşta El Şabab için önemli olan kent ve bölgelerin işgal edilmesidir. Somali’nin geçici Başkanı
vaşta başvurduğu taktik, mümkün olduğunca işgalci
güçlerle karşı karşıya gelmeme ve gerilla tipi vur-kaç
mücadelesi taktiğidir. Kendi durumları açısından
akıllı bir taktiktir. Bu, işgalci güçlerin onları imha
etme hedefine varmalarını da zorlaştıran bir taktiktir.
panorama
ilk başta Kenya ordusunun Somali’ye girmesini “illegal”, “ölçüsüz” ve “gereksiz” olarak değerlendirirken,
hemen ertesinde bu adımı Kenya hükümetine “teşekkür” ederek onayladı. El Şabab’ı “her iki ülkenin
ortak düşmanı” ilan etti. Kenya’lı bir askeri yetkilinin medyaya yansıyan açıklamasına göre sözkonusu
bu işgal adımında ve Somali’deki harekatta ABD’nin
savaş uçakları ile Fransa’nın savaş gemileri de yer
almıştır. Bu da bir kez daha Somali’de yürütülen savaşın gerçekte emperyalistlerin “taşeron” savaşı olduğunu göstermektedir.
Kenya’nın izini Etiyopya 20 Kasım’da takip etti
ve Somali’ye yeniden işgal gücü gönderdi. Kenya ve
Etiyopya’nın işgal gücünü Somali’ye göndermesine
paralel olarak yürütülen tartışma, bu güçleri formel
olarak AMISOM güçlerine katma ve böylece resmen
işgali genişletmekti. Afrika Birliği, BM Güvenlik
Konseyi’nden AMISOM somutunda “Somali’de islamcı örgüt El Şabab’a karşı mücadele eden uluslararası silahlı güçlerin sayısının önemli oranda arttırılmasını” onaylaması talebinde bulundu. BM Güvenlik
Konseyi bu talebi 22 Şubat 2012 tarihinde yerine getirdi ve AMISOM gücü sayısını 12.000’den 17.731’e
yükseltti.
AMISOM gücünde anda beş ülkenin askeri yer almaktadır. Uganda, Burundi, Cibuti, Kenya ve Etiyopya. Hatırlatılması gereken bir nokta, Etiyopya, Kenya
ve Cibuti’de 9,5 Milyon insanın aç olduğu, açlıktan
ölme tehditiyle karşı karşıya kaldığı bir durumda,
bu ülkelerin askerinin Somali’de işgalci güç olarak
savaştığıdır. BM ve Afrika Birliği’ne bağlı olarak yürütülen bu savaşın giderleri, milyonlarca aç insana
“yardım”dan çok daha yüksektir. Bu olgu bile, emperyalistlerin ve yerli gerici işbirlikçilerinin milyonlarca aç insanın durumuyla, onlara yardım meselesiyle ilgili olmadığını gözler önüne sermeye yeterlidir!
İşgalci güçlerin El Şabab güçleriyle savaşında binlerce, onbinlerce masum insan etkilenmektedir. Kimi
kaçış yollarında, kimi savaşın doğrudan kurbanı
olarak yaşamını yitirmekte, kimi de işgalci güçlerin
taciz ve tecavüzüne, işkencesine, talanına ve keyfi tutuklanmalarına vb. vb. edimlere maruz kalmaktadır.
İşgalci güçler sadece El Şabab güçlerine karşı savaşmıyor. Savaş içinde masum insanlara karşı savaş cürmü de işlemektedir. Sinik tavırla ifade edildiğinde,
işgalcilerin açlara yardımı onların bir an önce öldürülmesi biçiminde oluyor!
İşgalcilerin hedefi Ağustos ayına kadar El Şabab
güçlerini “imha etmektir”. El Şabab güçlerinin sa-
“MİSYON ATALANTA” YA DA “HAREKATI”!
BM’nin 2 Haziran 2008 tarihli kararına dayanarak
AB’nin 2008 yılı Kasım ayı başında kararlaştırıp
2008 Aralık ayında başlattığı bir askeri harekattır bu
“Misyon Atalanta”. Bu “misyon” AB’nin ilk ortak askeri muharebe edimi olarak da kabul edilmektedir.
“Misyon”da Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda,
İspanya, Yunanistan, İtalya, Belçika ve İsveç yer almaktadır ve diğer birçok Avrupa devleti tarafından
da desteklenmektedir. “Misyon Atalanta” NATO ile
de işbirliği içinde davranmaktadır. Amacı öncelikle
Somali’ye “gönderilen insani yardımları korumak
ve korsanları ortaya çıkarıp tutuklamak” gibi ifade
edilse de, bu “misyon”un gerçek misyonu, korsanlık
yapmaktır! Korsanlık denizde yapıldığı için karada
askeri müdahale “izni” yoktu bu “misyon”un!
20 Aralık 2011 tarihinde AB “Misyon Atalanta”nın
komutasına karada da askeri harekat yapabilmeyi
olanaklı kılmak için “müdahale kurallarını gözden
geçirmesi için” başvuruda bulundu... (Siz bunu emir
verdi diye okuyun!) Buna göre korsanlarla mücadele şimdiye kadarki müdahale kurallarıyla başarıya
ulaşma imkanı yoktur. Karada da müdahale imkanı
olmalı ki, sahile ulaşır ulaşmaz korsanlar harekat sahası dışına çıkamasınlar.
Hazırlıklar ve tartışmalar ertesinde 23 Mart 2012
tarihinde AB bu konuda ihtiyaç duyduğu kararı aldı
ve böylece artık Somali’de korsanlara karşı mücadeleyi karada savaş olarak da yürütmenin yolunu resmen
açtı. AB’nin bu kararı BM ile işbirliği içinde Şubat ayı
sonlarında Londra’da yapılan “Uluslararası Somali
Zirvesi”ndeki tartışmalar ve tavırlarla uyumlu atılan
bir adımdır. Haziran ayında da Türkiye’de bir “Uluslararası Somali Zirvesi” daha planlanmıştır.
Özetle ortaya koyduğumuz gelişmelerin gösterdiği şey, Somali’deki savaşın yoğunlaştırıldığı ve savaş
cephesinin genişletilip güçlendirildiğidir. Seçimlerin
2016 yılına ertelenmesi kararı bile, önümüzdeki dört
sene daha Somali’de “normal” bir durumun yaşanmayacığının belgesidir.
26 Nisan 2012 
37
panorama
“BM İklim
Konferansı”ndan
arta kalanlar!
- DURBAN / GÜNEY AFRİKA -
“
38
BM İklim Çerçeve Anlaşması”nı imzalayan ülkelerin 17. Konferansı (COP 17), Kyoto Protokolü’nü
imzalayan ülkelerin ise 7. Konferansı (CMP 7) 28 Kasım – 11 Aralık 2011 tarihlerinde Güney Afrika’nın
Durban kentinde yapıldı. Zaman olarak ele alındığında, Konferans’ın yaklaşık beş ay önce yapılmış
olduğu öne sürülerek bu konunun güncel olmadığı
söylenebilir ve bu açıdan bakıldığında gecikmiş durumdayız. Meseleye ama konferansın yapıldığı tarih
olarak değil de, bütün insanlığı, doğamızı, dünyamızı ilgilendiren, eğer ciddi önlemler alınmazsa iklim
değişikliğinin bizi bir felakete sürükleyecek potansiyele sahip bir sorun olarak bakıldığında, konunun
kendisinin her geçen gün daha da güncel hale geldiği
tespit edilmek zorundadır. Bu açıdan bakıldığında da
gecikmeli de olsa konferans hakkında tavır takınmak
ve bu konudaki gelişmeleri kısa da olsa bilince çıkarmakta yarar var.
“BM İklim Konferansı”nın tartışmalarının merkezinde duran konu 2007 yılında Bali’de yapılan konferanstan bu yana Kyoto Protokolü’nün 2012 yılı sonunda “ilk aşama” olarak ifade edilen sürenin biteceği
olgusuna dayanılarak bu protokolün uzatılması ya da
yerine yeni bir anlaşmanın geçirilmesi konusuydu,
konusudur. Bali’deki konferansın sonuçlarıne göre bu
işin 2009 yılı sonlarında Kopenhag’ta yapılan konferansta sonuçlandırılması gerekiyordu. Sonuçlandırılamadı! Kopenhag’daki konferanstan beklentileri
olanlar tam bir hayal kırıklığına uğradı, konferans
kelimenin gerçek anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı.
2010 yılında Cancun’da yapılan konferansa hazırlık için birçok toplantı, görüşmeler ve pazarlıklar
Konferansın en önemli kararı olarak
gösterilen sonuç ise, en geç 2015
yılına kadar tüm ülkeleri içeren
ve herkes için geçerli olan bir yeni
anlaşmanın sonuçlandırılması
ve bunun 2020’de yürürlüğe
girmesi istediğidir. Bunun için
çalışmalara 2012 yılında başlanması
kararlaştırılmıştır.
gerçekleştirildi. Kopenhag fiyaskosu gözönüne alınarak konferanstan beklentiler çok düşük düzeyde
ele alındı. Sonuçta Cancun konferansında da herhangi bir anlaşmaya varılamadı. Cancun’da “Kopenhag Mutabakatı”nın onaylanmasının ötesinde çıkan
esas sonuç, 28 Kasım –9 Aralık 2011 tarihlerinde
Durban’da yapılması planlanan konferansta yeni bir
anlaşmanın sonuçlandırılmasının istenmesiydi. (Kopenhag ve Cancun konferansları hakkındaki tavrımız
için dergimizin 140. ve 149. sayılarına bakabilirsiniz.)
İstek ve niyetler iyi olabilir ama yaşamın gerçekliği
her zaman istek ve niyetlerle örtüşmüyor!
28 Kasım 2011 tarihinde konferans planlandığı gibi
başladı. Durban’da yapılmış olması olgusu ile böylesi
bir konferansın ilk kez Afrika kıtasında yapılmış olmasıyla bir ilk’e imza atıldı! Konferansın planlandığı
gibi 9 Aralık 2011 tarihinde bitmemesi ve 11 Aralık
sabahına kadar uzatılmasıyla da en uzun konferans
olmaya imza atıldı... Yeni bir anlaşma ise yeniden geleceğe ertelendi! İklimi koruma adına yeniden fiyasko yaşandı. 2007’den 2011’e kadar yapılan konferanslarda, toplantılarda vb. vb. anlaşmaya varılamamış
olmanın temelinde yatan çelişkilere bilimsel olarak
bakıldığında, başka bir sonuç da beklenemezdi.
Kyoto Protokolü’nün iklim değişikliğinin küresel sıcaklığın artışını 2 dereceye kadar yükseltmeden ısınmayı önlemesi için yetersiz olduğu taraflarca kabul
edilmektedir. ABD emperyalizmi Kyoto Protokolü’nü
zaten onaylamamıştır. Son yıllarda karbondioksit vb.
zehirli gazları atmosfere salmada ABD’yi geçen Çin
ise Kyoto Protokolü kararlaştırıldığında “gelişmiş
panorama
ülkeler” arasında sayılmadığından, bu protokol Çin
için bağlayıcı değildir. Zehirli gazların atmosfere salınımına karşı ciddi önlem alınmak isteniyorsa bu iki
emperyalist güç için de bağlayıcı olan bir anlaşma
gerekiyor. Kuşkusuz bu Kyoto Protokolü’nü değiştirip tüm dünya ülkeleri için geçerli hale getirerek de
yapılabilir, yeni bir anlaşma yaparak da! Mesele ama
öncelikle emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşım dalaşındaki hedef ve çıkarlarının zıtlığındadır.
Emperyalistler-kapitalistler için ekonomik, siyasi ve
askeri çıkarlar iklimi korumaktan çok daha önemlidir ve de önceliklidir.
Tekniğin gelişmesiyle birlikte bu çıkarlar örtüşüyorsa o zaman bu yönde adımlar atılır. Örneğin
güneş enerjisi ya da rüzgar enerjisi için gerekli olan
tekniği elinde tutan güçler –ABD, Almanya ve Çin
gibi ülkeler- hem bu alanlarda dünya pazarına egemen olma dalaşında yer almakta hem de kendilerini
“doğa dostu” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ya
da Çin gibi, ekonomik kalkınmasını “sürdürülebilir”
kılabilmek için ve enerji gereksiniminde dışa bağımlılığı azaltmak için yenilenebilir enerji –güneş ve rüzgar vd.- alanlarına daha fazla yatırım yapılmaktadır.
Anda Çin hem zehirli gazları atmosfere salmada, hem
de yenilenebilir enerji konusunda birinci sıradadır.
Bu durum çelişkili görünse de, çıkış noktasının iklimi koruma olmadığı, tersine daha fazla kar ve amacın
dünyanın en büyük ekonomik gücü olmak olduğu
gerçeğinin ürünü ya da sonucudur.
ABD ve Çin emperyalistlerinin içinde yer almadığı bir anlaşmanın, Rusya, Japonya ve Kanada gibi
emperyalist güçler tarafından kabul edilmeyeceği de
son yıllardaki tavırlarda ortaya çıkmıştı. Bu tavırları
Durban’daki konferansta da sürdü. Bu duruma bakıldığında, bu güçleri bağlayıcı yeni bir hedefi olmadan
Kyoto Protokolü’nün uzatılmasının sadece “ehven-i
şer” olarak bir değeri vardır.
DURBAN KONFERANSI’NDAN NELER
ÇIKTI?
Kyoto Protokolü’nün devamı olabilecek ve “ikinci dönem” olarak ifade edilen dönem için atmosfere salınan
zehirli gazların azaltılması hedeflerinin belirleneceği
bir anlaşmanın Durban konferansında çıkmayacağı
-yukarıda kısaca değindiğimiz çelişkilere bakıldığında- kesindi. Kyoto Protokolü yerine geçecek yeni bir
anlaşmanın ise taslağı bile yoktu. Böylesi bir durumda “çevreci” diye tanımlanan kesimlerin beklentileri
içinde öne çıkan yan, Kyoto Protokolü’nün andaki
haliyle uzatılması ve bu süreçte yeni bir anlaşmanın
sonuçlandırılması idi.
Bu durum, dergimizin 149. sayısında yaptığımız
şu tespiti yeniden haklı çıkarıyordu: “Daha şimdiden
belirli olan, ister Kyoto Protokolü’nün uzatılması, isterse de yeni bir anlaşmanın kabulü durumunda da,
2012 yılında Kyoto Protokolü’nün süresinin bitmesiyle yeni anlaşmanın yürürlüğe girmesi sürecinde boşluk olacağıdır.” (sayfa 77)
Kyoto Protokolü’nün uzatılması bağlamında “çevrecilerin” bir bölümünün beklentileri “buruk bir
zafer” ile sonuçlandı. Şöyle ki, Kyoto Protokolü
Durban’da uzatıldı! Ama ne zamana kadar uzatıldığı –sözkonusu olan 2017 ya da 2020’dir- açık bırakıldı. Eğer istek ve temenniler gerçekleşirse, bu
39
panorama
40
konudaki karar bu sene Katar’da yapılması planlanan “BM İklim Konferansı”nda verilecek. “Buruk
zafer” ama esasında bu tarihin belirlenmesinin açık
bırakılmasında değil, Rusya, Japonya ve Kanada’nın
Kyoto Protokolü’nü imzalamış güçler olarak bu uzatmada yer almayacaklarını ve kendilerini bağlayacak
herhangi bir söz vermeyeceklerini açıklamalarına;
konferanstan hemen sonra Kanada’nın resmen Kyoto Protokolü’nden geri çekildiğini (siz çıkış verdiğini diye de okuyabilirsiniz) açıklamasına bağlı olarak
ortaya çıkan durumla ilgilidir. Kanada’nın bu adımı,
aslında Kyoto Protokolü’nü imzalayan ve onaylayan
bir güç olarak sorumluluğunu yerine getirmediği,
bu nedenle de yaklaşık 14 Milyar Dolar kadar ceza
vermekten kurtulmak için de attığı yapılan yorumlar
arasındadır.
Kyoto Protokolü’nü imzalamış ülkeler arasında atmosfere en çok zehirli gaz salan ülkeler –Rusya, Japonya ve Kanada- uzatmada yer almadığı durumda,
Kyoto Protokolü’nü imzalayanlardan geri kalan bütün ülkeler birlikte ele alındığında zehirli gaz salınımının %15-16 civarındaki orandan sorumlu olanlar
sözkonusudur. Bunların da gerçekte önceden konan
hedeflere uygun davranmadığı bilindiğinde, zehirli gaz salınımının azaltılmasında önemli bir oranın
sözkonusu olamayacağı açıktır. Yani azaltılacak olanın oranı %15-16 değildir bu durumda. Bu oranın
%20 civarında azaltıldığını kabul ettiğimizde, yaklaşık %3 civarında bir azalma sözkonusu olacaktır.
Kuşkusuz ki her azaltma iyidir. Ama bu oran dünyamızın iklim felaketiyle barbarlık içinde çöküşünü
engelleyebilecek bir oran değildir.
Konferansın en önemli kararı olarak gösterilen sonuç ise, en geç 2015 yılına kadar tüm ülkeleri içeren
ve herkes için geçerli olan bir yeni anlaşmanın sonuçlandırılması ve bunun 2020’de yürürlüğe girmesi
istediğidir. Bunun için çalışmalara 2012 yılında başlanması kararlaştırılmıştır. Bu istek ilanına ABD, Çin
ve Hindistan da katılmıştır. Hindistan alınan kararda sözkonusu edilen yeni anlaşmanın bağlayıcı yükümlülükler meselesinde kimi ifadelere itiraz ederek
ve formülasyonu değiştirmeyi kabul ettirerek buna
onay vermiştir. Bağlayıcılık veya yükümlülükten çok
“üzerine anlaşılan geçerli anlaşma” ya da “herkes için
geçerli bir düzenleme” diye tercüme edilebilecek bir
ifade konmuştur. Bu “yumuşatma” başta Greenpeace temsilcileri olmak üzere birçok kesim tarafından
eleştirilen bir noktadır. Daha şimdiden çıkabilecek
bir anlaşmanın bağlayıcı olmayacağına dikkat çekil-
mektedir ve bundan da haklıdırlar. Gerçekten herkesi yükümlülük altına koyan bağlayıcı bir anlaşmanın
2015 yılına kadar sonuçlandırılması -kendimizi sınırlamamak için mümkün değil demiyoruz ama- zor
görünüyor. Ya da sözkonusu anlaşmanın içeriği suyasabuna fazla dokunmayan bir içeriği olacaktır.
Konferansın bu iki kararı dışında önemli gösterilen bir diğer kararı da “Yeşil İklim Fonu” olarak adlandırılan ve 2020 yılından itibaren yıllık 100 Milyar
Doları gelişmekte olan –gerçekte bağımlı- ülkelerin
kullanımına sunulması için oluşturulan fon hakkındaki karardı.
Gerçekte bu konuda yeni bir şey yoktu. Bu fonun
oluşturulması Kopenhag ve Cancun konferanslarında konuşulmuş ve kararlaştırılmıştı. Kopenhag’daki
karara bakıldığında bu fon için 2010-2012 yılları 25,2
Milyar Dolar ayrılması gerekiyordu. Durban’da alınan karar ise şimdiye kadar işlerlik kazandırılmayan
bu fonu işler hale getirmektir. Daha önce yapmaları
gereken ama yapmadıkları bir işi yapmak için alınan
bir kararın, tutarsızlık, bağımlı ülkelere verilen sözlerin yerine getirilmemesi olarak değil de “önemli”
bir karar olarak kamuoyuna sunulması durumu da
sahtekarlığın bir belgesidir.
2012 yılında bu fonun işler hale getirilmesi kararı
dışında bilince çıkarılması gereken nokta, 2020 yılında öngörülen yıllık 100 Milyar Dolar’ın kaynağının,
bu paranın nereden, kimden geleceği vb. sorununun
açık bırakılmış olduğu olgusudur.
Konferansın sonuç belgesinin 100 sayfa civarında
olduğu bilindiğinde iklim meselesi tartışmasında konuyla ilgili diğer konularla ve detaylarla ilgili birçok
karar alındığı tespit edilerek konferansın “başarılı”
olduğu yönlü değerlendirme yapan konferans katılımcılarının bu yönlü değerlendirmeleri de, Durban
Konferansı’nın kararlarının da iklimi katletme siyasetini sürdürdüğü gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Sözkonusu yeni anlaşma 2015 tarihine kadar
sonuçlandırılıp 2020 yılında yürürlüğe gireceğini kabul etsek bile, pratikte 8-9 sene daha atmosfere zehirli
gaz salınımı bağlamında iklimi zehirleme, doğamızı
kirletmeye devam edilecek! Konferanstaki tartışmalarda, pazarlıklarda blokların, ya da cephelerin nasıl
olduğu, hangi ülkelerin kimle davrandığı, detaylarda
neler yapıldığı da işin özünü değiştirmemektedir.
Emperyalistlerden, onların kurum ve kuruluşlarından bu konuda da gerçek çözüm beklemek abesle
iştigaldir.
27 Nisan 2012 
UİD-DER (Uluslararası İşçi Dayanışma
Derneği)
UİD-DER 2006 yılında kuruldu. Marksist Tutum
dergisi ile benzer görüşler savunuyor. İşçi sınıfı içinde
çalışan ve belli bir tabanı olan bir grup. İşçi Dayanışması adlı bir gazete çıkarıyorlar. Amaçlarını „sömürü düzenini yıkarak, çocuklarımıza ve tüm insanlığa
sınıfsız, sömürüsüz, barış ve mutluluk dolu bir dünya
bırakmak isteyenlerin yolu“ olarak açıklıyorlar. İşçi
Dayanışma Derneği’nin oluşumundan önce on yıllık
bir geçmişleri var. Sendikalarda İşçi Öz-Eğitim gruplarını oluşturduklarını, çalışmalarının karşılığını
aldıklarını ve Uluslararası İşçi Dayanışma Derneği’ni
kurmaya karar verdiklerini anlatıyorlar. İnternet siteleri: http://www.uidder.org.
SSS (Sınırsız, Sınıfsız, Sömürüsüz)Sosyalizm Dergisi
SSS-Sosyalizm çevresi, köklerinin 1980 askeri faşist
darbesi sonrası sürece kadar gittiğini, ancak 1987
yılındaki milletvekili seçimlerinde örgütlenen ‘bağımsız sosyalist adaylar’ kampanyası sonrasında farklı eğilimlerden “Troçkistler” ile yaşanan ortak pratik
içinde biçimlendiklerini belirtiyorlar. SSS-Sosyalizm
çevresi farklı Pablocu eğilimlerle birlikte 2002 yılına
kadar birlikte hareket eder. Pablocu eğilimlerle birlikte hareket etmenin nedeni olarak, IV. Enternasyonal tarihine ilişkin olarak “bilgisiz”liklerinin önemli
rol oynadığını belirtiyorlar.
1987 yılında İşçi Sözü gazetesi yayınlanmaya başlanır. Bir süre sonra parti ve partileşme konusunda yaşanan tartışmalar sonucunda bölünme meydana gelir.
SSS-Sosyalizm çevresi 1989’da İşçi Sözü gazetesinden
ayrılır ve Pablocularla birlikte “Patronsuz Generalsiz
Bürokratsız Sosyalizm” (PGBS) gazetesini çıkarmaya başlar. 1990’da parti kurma girişimleri sürecinde
“Stalinist”lerle siyasi işbirliği konusunda tartışmalar
yaşanır. SSS-Sosyalizm çevresi 1992’de, PGBS’den ay-
rılır. Daha sonraki süreci ‘SSS Sosyalizm’den dinleyelim:
“1993 yılında, bizden sonra PGBS’den ayrılmış olan
ve Morenocuların ağırlıklı olduğu bir ekip ile bir süre
tartışma yürüttükten sonra birlikte Enternasyonal
Bülten (EB) dergisini çıkartmaya başladı. Dergi, ilk
sayısından itibaren LİT’e (Uluslararası İşçi Birliği) ve
Nahuel Moreno’ya sempatisini ifade ediyordu. Ancak
bu durum, özümsenmiş bir programatik yaklaşımın
ya da bütünsel bir eğilimin ürünü değildi. EB içinde,
Ernest Mandel’in Birleşik Sekreterliğine “karşı duran”
Moreno’ya genel bir sempati vardı ama bu sempatinin
ardında herhangi bir bilgi birikimi yatmıyordu. Biz EB
içerisinde LİT’çilerin varlığını bir zenginlik sayar ve
onlardan öğrenmeye çalışırken, LİT’ciler başka hesaplar içindeydi. Birlikte başlattığımız EB süreci, LİT’in
içimizdeki Morenocular ile birlikte 1995 yılında gerçekleştirdiği bir darbe ile sona erdi. Biz, EB’yi, yalanlar
ve düzmece bilgiler üzerine kurulu bir uluslararası ilişkinin parçası olmayı kabul edenlere bırakarak ayrıldık.” (Bkz. http://www.sosyalizm.eu/?page_id=2)
SSS-Sosyalizm çevresi Enternasyonal Bülten’den ayrıldıktan sonra yeni kurulmuş olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ni (ÖDP) çalışma alanlarından birisi
olarak belirler. ÖDP’nin sosyalist bir işçi partisine
dönüşemeyeceği saptamasını yapan SSS-Sosyalizm
çevresi, ÖDP içerisinde kendi programları doğrultusunda çalışma yaparak yeni alanlar açmak ve zamanı
geldiğinde ÖDP’den ayrılmayı hedefler. ÖDP içerisinde PGBS (Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm)
çevresi ile 1998’de yeniden birleşme sağlanır. Ama
bu birleşme de fazla uzun sürmez. 1999’da PGBS’de
ayrılık yaşanır ve ayrılanlar İşçi Mücadelesi / DİP
Girişimi’ni oluştururlar. PGBS içinde 2002’de yeniden bir ayrışma yaşanır ve ayrılanlar sonradan İşçi
Kardeşliği Partisi’ni kurarlar. Ayrılanlar PGBS gazetesinin yasallığını SSS- Sosyalizm çevresine vermezler.
Bu yüzden 2002’de Sınıfsız Sınırsız Sömürüsüz Sosya-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Geçen sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri tanıtmaya başlamış ve savundukları
kimi görüşleri hakkında bilgi vermiştik. Bu sayımızda Türkiye’li Troçkist örgütleri
tanıtmaya devam ediyoruz.
✒
TROÇKİZM ÜZERİNE V
41
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
42
lizm dergisi yayınlanmaya başlar. Toplam dokuz sayı
çıkar. Ocak 2006’da Sendikal Sol Muhalefet Bülteni
yayınlanmaya başlanır. SSS-Sosyalizm çevresi uzunca
bir süredir, politik görüşlerini internet yayıncılığını
kullanarak www.sss-sosyalizm.org üzerinden yapmaktadır.
SSS-Sosyalizm,
Troçki
önderliğindeki
4.
Enternasyonal’in kuruluş belgelerine sahip çıkar,
sonrasındaki önderlikleri (Pabloculuk-Morenoculuk-Mandelcilik vs.) revizyonist olarak tanımlar. 4.
Enternasyonal’in yeniden inşasını savunur. İşçi Mücadelesi Dergisi’ni (DİP) Pabloculukla suçlar. Bu anlamda “Ortodoks Troçkizm”in AA-KK/T’de ki temsilcisi
SSS- Sosyalizm çevresidir.
Troçkist örgütler arasında farklılıklar bulunmasına
rağmen kimi konularda ortak paydalarda birleşiyorlar. Bunlardan bir tanesi Lenin’i savunur gözüküp
Lenin’i ve tarihsel gerçekleri çarpıtmalarıdır. Şöyle
diyor SSS-Sosyalizm:
“1917’de Rus işçi sınıfı iktidarı ele geçirmiş ve Sovyetler üzerinde yükselen bir işçi devleti kurmuştu.” (Bkz.
http://www.sosyalizm.eu/?p=3166)
Troçkistler, işçi sınıfı dışındaki sınıfların konumunu anlayamadıkları için çokça işçici kesiliyorlar. Köylülüğün özellikle de yoksul köylülüğün devrimde oynayabileceği rol gözardı ediliyor. Kurulacak iktidarlar
hep “işçi devleti” olarak adlandırılıyor. Bilindiği gibi
1920’de sendikalar bağlamında bir tartışma yürütülür. Lenin sendikalar meselesinde Troçki’nin görüşlerini amansız olarak eleştirir. Lenin şöyle der: “Fakat
böyle gayri ciddi şeylerle uğraşan Troçki yoldaş hemen
bir hataya düşüyor. Ona göre, işçi sınıfının maddi ve
manevi çıkarlarını savunmak işçi devletinde sendikaların görevi değildir. Bu bir hatadır. Troçki yoldaş “işçi
devleti”nden söz ediyor. İzninizle bu bir soyutlamadır.
1917’de işçi devleti diye yazmamız anlaşılır bir şeydi;
fakat bugün birisi gelip bize “burjuvazinin olmadığı,
devletin işçi devleti olduğu bir ortamda işçi sınıfını niçin, kime karşı savunmak gerekiyor” derse eğer, apaçık
bir hataya düşmüş olur. O tam bir işçi devleti değildir,
mesele de bu ya zaten. Troçki yoldaşın temel hatalarından biri burada¬dır. Şimdi genel ilkelerden amaca
uygun müzakereye ve kararnamele¬re geçtik, fakat
pratik ve amaca uygun olana girişmekten alıkonulmak
[s.33] isteniyoruz. Bu olmaz. Gerçekte bir işçi devleti
değil, bir işçi-köylü devletimiz var.“ (Lenin Seçme Eserler, Cilt 9, sf. 34 İnter Yayınları)
Troçki’nin proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm kavramları konusunda savunduğu görüşler Marksizm-
Leninizme aykırıdır. Troçki’nin köylülük konusundaki görüşlerini biliyoruz. Troçki’ye göre; proletarya
diktatörlüğü sosyalist önlemler almaya başladığında
köylülükle tamamıyla çatışmaya girmelidir. Troçki,
kır proletaryası ve yoksul köylülüğün de sosyalizm
mücadelesine kazanılmasına karşı çıkar ve şöyle der:
“Böyle yapmakla proletarya, yalnızca, devrimci mücadelesinin ilk aşamaları boyunca kendisini destekleyen tüm burjuva gruplarla değil, kendisiyle işbirliği
yaparak iktidara geldiği köylülüğün geniş kitleleriyle
de düşmanca bir çatışmaya girecekti.” (Troçki, 1905,
Önsöz, Tarih Bilinci Yayınları)
Troçki’ye göre proletarya diktatörlüğü, köylülüğün
yoksul tabakası kazanılmadan, küçük burjuvazinin
etkisi kırılmadan ‘aşamasız ve sürekli’ olarak proleter devrim gerçekleştirilmelidir. Troçki’nin söyledikleri açık. Bu yüzden Troçki ve takipçilerinin “işçi
devleti”nden bahsetmelerinin nedeni yoksul köylülük
ve kır proletaryasının önemini, işçi sınıfının bu sınıflarla ittifak yapabileceği olgusunu görmemelerinden dolayıdır. İşçi devleti kavramının içeriği böyle
doldurulduğu için yanlıştır. Lenin’in dediği gibi “bir
işçi devleti değil, bir işçi-köylü devletimiz var.” Lenin’i
dillerine pelesenk edenlerin Lenin’inden öğrenmeleri
gerekir. Tabi öğrenme diye bir dertleri varsa.
Bürokrasi Meselesi
SSS-Sosyalizm şöyle diyor: “1920’lerin başlarında Sovyetler Birliği’nde bürokrasi hızla güçlenmeye başladı.
Sovyet bürokrasisinin Marksizm’e açtığı savaş, “tek
ülkede sosyalizm” sözde kuramı altında özetlendi. Bürokrasinin Stalin önderliğindeki ulusalcı kanadı karşısında Marksizmin – Leninizmin bayrağını taşıyanlar
Troçki ve Sol Muhalefet oldu. SSCB’deki Sol Muhalefet,
Stalinist bürokrasiye karşı mücadelede binlerce kadrosunu kaybetti ve yenilgiye uğradı. Stalin’in elindeki
devasa baskı ve infaz aygıtı, Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Merkez Komite’nin neredeyse tamamının da
aralarında yer aldığı bütün bir Bolşevik devrimciler
kuşağını, kabaca 1924-1936 yılları arasında ortadan
kaldırdı. Stalinist bürokrasi, işçi devletinin gerçek organları olarak Sovyetlerin varlığına son veren ve işçi
sınıfını iktidardan bütünüyle uzaklaştıran 1936 Anayasası ile birlikte, gerçekte işçi devletinin sonunu ilan
etmişti.” (Bkz. http://www.sosyalizm.eu/?p=3166)
Tek Ülkede Sosyalizm meselesinde daha önce tavır
takındığımız için burada bir kez daha üzerinde durmayı gerekli görmüyoruz. Ama 1920’lerin başlarında
ne olduğuna bakalım.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yaparken askeri deneyimin en kötülerine (bürokratizm, kendini beğenmişlik) dayanıyordu. Troçki,
sendikaların ordu tarzında, ‘zor’ ilişkisi içerisinde
yönetilmesini, Savaş Komünizmi döneminde zorunlu
olarak kurulan sendikal organların ayrıcalıklarının
devam ettirilmesini savunuyordu. Oysa iç savaşın
bitmesi ile sendikalarda normal yaşama dönülmesi
gerekiyordu. Sendikalarda ikna, eğitim ve sosyalist
inşaya bilinçli katılım temel yöntemdi. Lenin, ‘Sendikalar, Mevcut Durum Ve Troçki Yoldaşın Hataları
Üzerine’ başlıklı makaleyi şöyle sonlandırıyordu:
“Sonuç: Troçki ve Buharin’in tezleri bir dizi teorik
hata, bir dizi ilkesel yanlışlık içeriyor. Siyasi olarak,
meseleye tüm yaklaşım tarzı tam bir densizliktir. Troçki yoldaşın “tez”leri politik olarak zararlıdır. Onun
politikası son tahlilde sendikaları bürokratikçe hırpalama politikasıdır. Ve Parti Kongremizin bu politikayı
mahkûm ve reddedeceğinden eminim.” (Bkz. Lenin,
SE, Cilt 9, sf. 51, İnter Yayınları)
Görüldüğü gibi Lenin Troçki’nin tezlerinin zararlı
olduğunu, bu politikanın bürokratik olduğunu söylüyor. Lenin ile Troçki arasında temel ayrım noktalarından bir tanesi de işçi kitlelerine yaklaşım sorunu idi.
İşçi kitlelerine yaklaşımda ikna yöntemi mi yoksa zor
yöntemi mi kullanılacaktı? Lenin, Troçki ile ayrılıklarından bahsederken bu konuda şöyle diyor:
“Var olan gerçek görüş ayrılıkları, yukarıda saydıklarım bir yana bırakılırsa, kesinlikle genel ilke sorunlarıyla ilgili değildir. Buna karşılık, Troçki yoldaşla
aramdaki yukarıda saydığım “görüş ayrılıklarına”
işaret etmek zorundaydım, çünkü son derece kapsamlı
bir konu olan “Sendikaların Rolü ve Görevleri” konusunu seçen Troçki yoldaş, bana göre, proletarya diktatörlüğü sorununun özüyle bağıntılı olan bir dizi hataya
düşmüştür. (abç) Fakat bunu bir yana bırakırsak, ortaya şu soru çıkıyor: Çok gereksinim duyduğumuz tek
adammışçasına işbirliği bizde gerçekten neden mümkün olmuyor? Kitleye nasıl yaklaşılacağı, kitlenin nasıl kazanılacağı, kitleyle nasıl bağ kurulacağının yöntemleri üzerine görüş ayrılıkları yüzünden mümkün
olmuyor. Meselenin püf noktası budur. Ve kapitalizm
koşulları altında kurulan, kapitalizmden komünizme geçişte kaçınılmaz olan, uzak gelecekte tartışmaya
açık kuruluşlar olarak sendikaların özelliği tam da buradadır. Bu, sendikaların tartışmaya açık olacakları
uzak bir gelecektir; torunlarımız bunun üzerine sohbet edeceklerdir. Bugün önemli olan ise kitlelere nasıl
yaklaşılacağı, onların nasıl kazanılacağı, onlarla nasıl
birleşileceği, çalışmanın (proletarya diktatörlüğünü
✒
İç savaş döneminde Savaş Komünizmi uygulanmıştı. İç savaş sona erdikten sonra, ülke barışçıl iktisadi inşaya geçmiş, savaşın ve emperyalist ablukanın
ürünü olan katı Savaş Komünizmini sürdürmek için
bir neden kalmamıştı. Tersine bu siyasetin sürdürülmesi, proletarya diktatörlüğünün sürüdürülmesi için
elzem olan orta köylülüğün müttefik olarak kazanılması siyasetini imkânsız kılacaktı. Troçki ve hempaları ise, Savaş Komünizmini gevşetmeye gerek olmadığını, tam tersine vidaların daha da sıkıştırılması
gerektiğini savunuyorlardı. Troçki, Lenin ve Bolşevik
Parti Merkez Komitesi üyelerinin çoğunluğuna karşı
mücadeleyi başlattı. Troçki, 1920 Kasımı’nın başlarında toplanan V. Tüm-Rusya Sendikalar Konferansı
Komünist Fraksiyonunun oturumunda, “vidaları sıkıştırma” ve “sendikaları sarsma” gibi şiarlarla ortaya
çıktı. Parti içerisinde yürüyen tartışmada Troçki ve
yandaşlarının tezleri mahkûm edildi. 8 Mart 1921’de
toplanan X. Parti Kongresi’nde, sendikalar üzerine
tartışmanın sonuçları toparlandı ve Troçki’nin görüşleri ezici bir çoğunlukla mahkûm edildi.
Troçki’nin bürokrasiye karşı savaşıp savaşmadığına
bakalım. Öncelikle güya bürokrasiye karşı savaşan
Troçki’nin sendikalar konusundaki tavrı ile başlayalım. Lenin, Rusya’da iç savaşın sona ermesi ile birlikte
kitlelerin yönetilmesinde yeni yöntemlere geçişi savunuyor, kitlelere emir vermekten vazgeçilmesi gerektiği ve sendikaları komünizmin okulu olarak değerlendiriyordu. Troçki, sendikalar konusunda bürokratik
tavır takınarak, sendikaların rolünü gözardı ederek
sendikalarda askeri yöntemlerin uygulanmasını savunuyordu. Sendikalarda örgütlenmiş işçi sınıfının
“zor” yoluyla sosyalizmin inşasına katılması mümkün değildi. İşçi sınıfı ancak bilinçli bir mücadele ile
sosyalizmin inşasına katılabilirdi. Troçki, Savaş Komünizmi döneminde uygulanmak zorunda olunan
askeri yöntemleri egemen kılmak istiyordu.
Lenin, Troçki’nin bu çabasını şöyle mahkûm eder:
“Değerli bir askeri deneyim mevcut: Kahramanlık,
uygulamada titizlik vs. Askeriye içinde en kötü unsurların deneyiminde kötü bir şey var: Bürokratizm, kendini beğenmişlik. Troçki’nin tezlerinin, onun bilgisi ve
isteği dışında, askeri deneyimin en iyilerinin değil, en
kötülerinin destekçisi olduğu görülmüştür.(abç) Siyasi
yöneticinin sadece kendi politikasından değil, yönettiklerinin yaptıklarından da sorumlu olduğunu unutmayın.” (Lenin, SE, Cilt 9, sf. 46, İnter Yayınları)
Troçki, Savaş Komünizminden kalma yöntemlerin
sürdürülmesinden yana tavır takınıyordu. O bunu
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
44
gerçekleştirme çalışmasının) karmaşık transmisyonlarının nasıl sağlanacağıdır. Dikkat edin, çalışmanın
karmaşık transmisyonları dediğimde Sovyet aygıtını
kastetmiyorum. Orada daha ne tür transmisyon karmaşıklığının görüleceği apayrı bir konudur. Şimdilik
sadece soyut ve ilkesel olarak, kapitalist toplumdaki
sınıflar arasındaki ilişkilerden sözediyorum; orada
proletarya var, proleter olmayan emekçi kitleler var,
küçük-burjuvazi var ve burjuvazi var. Sovyet aygıtı
içinde bürokratizm olmasa bile, sadece bu açıdan bile,
kapitalizm tarafından yaratılmış olan şey transmisyonların olağanüstü karmaşıklığına yol açmaktadır.
Ve sendikaların “görevi”nin zorluğunun nerede olduğu
sorusunu sorarken öncelikle bu düşünülmelidir. Gerçek görüş ayrılığı, yineliyorum, kesinlikle Troçki yoldaşın onu gördüğü yerde değil, bilakis kitlelerin nasıl
kazanılacağı, kitlelere nasıl yaklaşılacağı, onlarla nasıl
birleşileceği sorununda yatmaktadır.” (abç) (Bkz. Lenin, SE, Cilt 9, sf. 31-32, İnter Yayınları)
Lenin’de sorunun konuluşu böyledir. İşçi kitlelerini
askeri yöntemlerle harekete geçirmeyi önerenler nasıl oluyor da bürokratizme karşı mücadele ettiklerini söyleyebiliyorlar? Görüldüğü gibi 1920’li yıllarda
Sovyetler Birliği’nde bürokrasiye karşı mücadele eden
Troçki değil, Lenin önderliğindeki Bolşevikler idi.
Troçki’nin sendikalar üzerine görüşlerindeki teorik
hatalar, basit bir yanlış anlama değildir. Bu, Troçki’nin
proletarya diktatörlüğü, sosyalizm, tek ülkede sosyalizmin inşası konularındaki teorik kavrayışsızlığının ve
çarpıtmalarının sonucudur.
Proletarya diktatörlüğünün ülke içinde ve uluslararası alanda birbirine bağlı iki temel görevi vardır.
Birincisi, ülke içinde sosyalizmin inşası, proletarya
ve yoksul köylülüğün ittifakının sağlanması; ikincisi,
dünya proleter devriminin desteklenmesidir. Bu iki
görev birbirine bağlıdır. Tek ülkede sosyalizmin inşa
edilmesi, dünya devrimi için büyük imkânların yaratılması anlamına gelir. Tek ülkede sosyalizmin inşa
edilmesi, diğer ülkelerde gelişen proleter hareketler
sonucu kapitalist kuşatma yarılabilinir. Bu yüzden
tek ülkede sosyalizmin kuruluşu dünya devriminin
gelişiminin önemli halkalarından birisidir.
Troçki’nin sendikalar konusundaki teorik hatası bu
ikili görevi kavramamasının bir sonucudur. Troçki
teorik hatalar yapmakla kalmıyor, sosyalizm kavramını çarpıtıyor ve tek ülkede sosyalizmin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu söylüyor. Tek ülkede
sosyalizm mümkün olmadığına göre, proletarya diktatörlüğünün tek görevi dünya devrimidir sonucuna
ulaşıyor. Proletarya diktatörlüğünün, kendi ülkesinde
sosyalizmi inşa etmek gibi bir derdi yoksa, tek amacı
gerekirse diğer ülkelere fiili müdahaleyle dünya devrimini ‘desteklemek’se, o zaman sürekli bir savaş hali
mevcuttur. Proletarya diktatörlüğü diğer kapitalist
ülkelere savaş açmalıdır. Troçki’ye göre uluslararası
proletaryaya ancak bu şekilde yardım edilebilinir. Bu
bakış açısı sosyalizme ve dünya devrimine ihanettir.
Troçki’nin planında lafta çok enternasyonalist görünümlü intihar vardır, ama ülke sınırları içerisinde
sosyalizmin inşası yoktur.
Troçki bu bakış açısından yola çıkarak sendikaları yorumlar. Tek ülkede sosyalizm mümkün olmadığına göre, proletarya diktatörlüğü diğer ülkelerle
doğrudan savaşa girmek zorunda olduğundan, sendikalar askeri yöntemlerle yönetilmelidir. Troçki tek
ülkede sosyalizmin inşasını mümkün görmediği için
sendikalarda askeri yöntemlerin esas alınması gerektiğini savunuyordu. Lenin ile polemiğinin sebeplerinden birisi de budur. Lenin, bu gerçeği görmüş,
Troçki’nin sadece sendikalar konusunda değil, proletarya diktatörlüğü konusunda da hatalı fikirlere sahip
olduğunu belirtmiştir: “çünkü son derece kapsamlı bir
konu olan “Sendikaların Rolü ve Görevleri” konusunu
seçen Troçki yoldaş, bana göre, proletarya diktatörlüğü
sorununun özüyle bağıntılı olan bir dizi hataya düşmüştür” İşte Troçki’nin proletarya diktatörlüğünün
özüyle bağlantılı olan hataları, sendikalar konusundaki hatalarının temel nedenidir. Troçki bürokrasiye
karşı savaş açmamış tersine bürokrasiyi savunmuştur. Tarihsel gerçeklik budur. Bu sorunu uzun uzun
anlatmamızın nedeni, Troçkist yalanları ve çarpıtmalarını açığa çıkarmak içindir.
SSS-Sosyalizm grubuna göre; “Marksizmin – Leninizmin bayrağını taşıyanlar Troçki ve Sol Muhalefet” imiş.
Şimdi Troçki’nin “Sol Muhalefet”i nasıl örgütlediğine
bakalım. Troçki Lenin’in hastalanması ve ölümüyle
birlikte Bolşevik Partiye karşı açıktan ve hizipçi savaşımına hız verdi. Lenin’in ölümünden hemen önce
yapılan (16-18 Ocak 1924) 13. Parti Konferansı’nda
Troçkist muhalefet kendini açıkça ortaya koyuyordu.
Zor dönemlerde Troçki ya partiyi terketmesi veya karşı cepheden partiye saldırması ile biliniyordu. 1923
Sonbaharında Almanya ve Bulgaristan’daki devrim
yenilgiye uğramıştı ve ülke içinde ekonomik sıkıntılar yaşanıyordu. Lenin, hasta yatağında yatıyordu.
Tam da bu dönemde Troçki, Bolşevik Partiye karşı saldırıya geçti. Troçki, parti içindeki tüm anti-Leninist
unsurları etrafında topladı ve muhalif bir platform
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
novyev ve Kamanev partinin çoğunluğu tarafından
alınan kararlara uymayı, parti birliğini ve disiplinini
reddeden bir tutum takındılar. Onlar parti karşıtı bir
grup olarak özerkliklerini korumak istiyorlardı. Bu
doğrultuda Parti XIV. Kongresi’nin kararlarını kabul
etmediler. Kongrenin birlik çağrılarını da pratik tutumlarıyla reddettiler.
1926 Yazında parti karşıtları Troçkistler ve Yeni
Muhalefet (Kamanev ve Zinovyev) başta olmak üzere
tüm anti-Leninist akımları içerisinde toplayan Birleşik Muhalefet Bloku oluşturuldu. 1921’de X. Parti
Kongresi’nde hizip kurmayı yasaklayan parti kongresinin kararına karşı meydan okuyordu muhalefet.
Muhalefet Blokunda Troçkistlerden, Yeni Muhalefete,
eski demokratik merkeziyetçilerden, Menşevik teorilerin savunucularına, bütün yozlaşmış ve anti-Leninist
konumda bulunan akımlar yer alıyordu. Muhalefet
blokunun ideolojik birliği yoktu. İdeolojik birlik yoktu ama SSCB’de sosyalist inşanın engellenmesi, partinin Leninist çizgiden uzaklaştırılması noktalarında
ortak paydaları vardı. Bu nokta bütün karşı devrimci
unsurların birlikte hareket etmesi için yeterli idi. Sosyalizm karşıtı muhalefet, parti ve sosyalizm karşıtı
çizgisini ‘sol’ sloganlarla gizlemeye çalışıyordu. Sosyalizme karşı her saldırı ‘sosyalizm’i savunma adına
yapılıyordu. Troçkizm’in en önemli özelliklerinden
biri olan ikiyüzlülük Muhalefetin genel çizgisi idi.
1926 sonbaharında Muhalefet, Moskova, Leningrad ve diğer kentlerdeki fabrika parti toplantılarında
kendi platformunu dayatıp tartışmaya kalkıştı. Parti
üyeleri, muhalefetin dayatmalarına sert karşılık verdi
ve hatta kimi yerlerde parti toplantılarından atıldılar. Merkez Komitesi, muhalefet yandaşlarını, partiye
karşı yıkıcı faaliyetlerine karşı daha fazla hoşgörülü
yaklaşılamayacağını belirterek muhalefeti yeniden
uyardı. Bu uyarı sonucu Muhalifler, Merkez Komitesine bir açıklama gönderdiler. Bu açıklamanın altında
Troçki, Kamenev, Zinovyev ve Sokolnikov’un da imzaları bulunuyordu. Açıklamada kendi hizipçi faaliyetleri mahkûm ediliyor ve partiye sadık kalınacağına
söz veriliyordu. Bu açıklamaya rağmen, Muhalefet
Bloku varlığını sürdürüyor ve yandaşları parti düşmanı illegal faaliyetlerini artırıyorlardı. Muhalifler
bu dönemde illegal bir matbaa kurdular, yandaşlarından üye aidatı toplamaya başladılar ve platformlarını
daha da yaygınlaştırdılar.
Kasım 1926’da toplanan XV. Parti Konferansı’nda,
Aralık 1926’da toplanan Komünist Enternasyonal
Yürütme Komitesi Genişletilmiş Plenumunda Troçkist-
✒
ortaya çıkarttı. Platforma 46 Muhalifin Açıklaması adı
verildi. Açıklamalarında, ciddi bir iktisadi kriz doğacağı ve Sovyet iktidarının yıkılacağı kehanetinde bulundular. Muhalefet, bu durumdan çıkış yolu olarak
parti içinde hiziplere ve gruplaşmalara özgürlük talep
ediyordu.
46’lar Platformunun hemen ardından, Troçki’nin,
parti kadrolarına yazdığı bir mektup devreye sokuldu. Bu mektupta Troçki daha önce bilinen eski Menşevik görüşlerini tekrarlıyordu. Bu iki belge Troçkistler tarafından parti üyelerinin tartışmasına sunuldu.
Troçkistler açıkça partiye meydan okuyor ve parti
içinde genel bir tartışma açılmasını istiyorlardı. Parti
bu isteği kabul etti ve parti içinde genel bir tartışma
açıldı. Bu genel tartışma sonrasında Troçkistler parti
içinde ağır yenilgi aldılar. Sadece üniversite ve devlet
dairelerindeki hücrelerin küçük bir kısmı, Troçkistler
lehinde oy kullandı. Ocak 1924’te XII. Parti Konferansı toplandı. Konferans, Troçkist muhalefeti mahkûm
etti. Konferansın aldığı kararlar, daha sonra XIII.
Parti Kongresi ve Komintern V. Kongresi tarafından da
onaylandı.
1924 Sonbaharında Troçki’nin „Ekim Dersleri“ adlı
makalesi yayınlandı. Troçki bu makalesinde Ekim
Devriminin önderi Lenin’e ve partiye saldırdı. Stalin 1924 yılında yayınlanan „Leninizmin Temelleri
Üzerine“ adlı eserinde Troçkizmin teorik temellerini açığa çıkardı ve mahkûm etti. Aralık 1925’te XIV.
Parti Kongresi toplandı. Bu Kongrede Zinovyev ve
Kamenev’in başını çektiği bir muhalefet grubu ortaya çıktı. Parti, SSCB’de sosyalizmin inşa edilmesi için
ülke sanayisinin geliştirilmesini savunuyordu. Bu
doğrultuda, sanayinin ihtiyacı olan makinelerin kendi imkânlarıyla üretilebilmesi gerekiyordu. Ancak bu
yolla kendi sanayisini geliştirebilen bir ülke konumuna gelinebilirdi. Muhalefet ise, sosyalist sanayinin
öncelikli üretim araçları üretimine ve partinin sanayileşme planına karşı çıkıyordu. Bunun yerine ülke
sanayisinin yalnızca hammadde ve tüketim maddeleri üretmesi ve ihraç etmesi gerektiğini, üretim araçları üretmemesi gerektiğini savunuyordu. Bu plana
göre makineler üretilmemeli, emperyalist ülkelerden
ithal edilmeli, ülke bir tarım ülkesi olmaya devam etmeliydi. Muhalefetin sanayileşme planı, sosyalizmin
temeli olan sanayileşmeyi inkâr eden, sosyalizmi yıkıma götüren ve ülkeyi emperyalizmin sömürgesi bir
tarım ülkesine dönüştüren bir plandı.
Zinovyev ve Kamenev’in başını çektiği muhalefetin
bu planı XIV. Parti Kongresi’nde mahkûm edildi. Zi-
45
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
46
ler ve Zinovyevciler Bloku üzerine tartışıldı. Alınan
kararda blok yandaşlarının Menşevik pozisyonlara
düşmüş bölücüler olarak damgalandı. Tüm bu tartışmalara rağmen blok yandaşları partiye karşı saldırılarını şiddetlendirdiler. 1927’de “83’ler Platformu” adı
altında anti-Leninist bir platform kuruldu. Bu platform parti üyeleri arasında yaygınlaştırıldı ve Merkez Komitesinden yeni genel bir parti tartışması talep
edildi. Troçki’nin kitapları dışında kitap okuma ihtiyacını hissetmeyenlere, okuyucunun affına sığınarak
Stalin’den uzun bir alıntı yapmak istiyoruz. Stalin,
burada muhalefetin ne olduğunu, nereye evrimlendiğini ve parti içerisinde gerçek gücünün ne olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu tespitler tarihsel gerçeklerdir.
Troçkist yalanlar bu tarihsel gerçekleri ortadan kaldıramaz.
“Bu platform, bütün muhalif platformlar içinde en
yalancı ve en ikiyüzlü olanıydı.
Lafta, yani platformlarında, Troçkistler ve Zinovyevciler parti kararlarına riayet edilmesine karşı hiçbir
itiraz getirmiyorlar ve partiye sadakatten yana olduklarını açıklıyorlardı, gerçekte ise parti kararlarını en
kaba şekilde ihlal ediyor ve parti ve onun Merkez Komitesi karşısında her türlü sadakatle alay ediyorlardı.
Lafta, yani platformlarında, partinin birliğine karşı hiçbir itiraz getirmiyorlar ve bölünmeye karşı çıkıyorlardı, gerçekte ise partinin birliğini en kaba şekilde
ihlal ediyor, bölünmeye doğru rota tutuyor ve daha
şimdiden, anti-Sovyet, karşı-devrimci bir parti haline
gelmek için bütün özelliklere sahip olan kendi ayrı, illegal-anti-Leninist partilerini kurmuş bulunuyorlardı.
Lafta, yani platformlarında, sanayileşme politikasından yana olduklarını açıklıyor ve hatta Merkez Komitesini, sanayileşmeyi yeterince hızlı yürütmemekle
suçluyorlardı, gerçekte ise partinin Sovyetler Birliği’nde
sosyalizmin zaferine ilişkin kararına kara çalıyor, sosyalist sanayileşme politikasıyla alay ediyor, bir dizi
işletmenin kapitülasyonlar şeklinde yabancılara verilmesini talep ediyor ve bütün umutlarını, SSCB’ndeki
bu yabancı kapitalist imtiyazlara bağlıyorlardı. Lafta,
yani platformlarında, köylü işletmelerinin kollektifleştirilmesi hareketinden yana olduklarını açıklıyor
ve hatta Merkez Komitesini, kollektifleştirmeyi yeterince hızlı bir tempoda yürütmemekle suçluyorlardı,
gerçekte ise köylüleri sosyalist inşa çalışmasına çekme
politikasıyla alay ediyor, işçi sınıfı ile köylülük arasında “çözümü imkânsız çatışmalar”ın kaçınılmazlığı
düşüncesini vaaz ediyor, umutlarını kırdaki “kültürlü
kiracılar”a, yani Kulaklara bağlıyorlardı.
Bu, muhalefetin bütün yalancı platformları arasında en yalancısıydı.
Partiyi aldatma hedefini güdüyordu.
Merkez Komitesi derhal bir genel tartışma açmayı
reddetti ve muhaliflere, bir genel tartışmanın ancak
Parti Tüzüğü uyarınca, yani Parti Kongresinde iki ay
önce açılabileceğini bildirdi.
Ekim 1927’de, yani XV. Parti Kongresinden iki ay
önce, Parti Merkez Komitesi genel parti tartışmasını
açtı. Tartışma toplantıları başladı. Tartışmanın sonuçları Troçkistler ve Zinovyevciler bloku için acınacaktan
da öte oldu: 724,000 Parti üyesi, Merkez Komitesinin
politikası lehinde; 4,000 ya da yüzde 1’den daha az
parti üyesi de Troçkistler ve Zinovyevciler bloku lehinde oy kullandı. Parti düşmanı blok hezimete uğratıldı.
Böylece parti, ezici çoğunluğu itibariyle, blokun platformunu oybirliğiyle reddetti.
Yargısına, blok yandaşlarının bizzat başvurduğu
partinin açıkça ifade edilen iradesi buydu.
Ama bu ders de blok yandaşlarının aklını başına
getirmedi. Partinin iradesine boyun eğecekleri yerde, partinin iradesini boşa çıkarmaya karar verdiler.
Daha tartışma sona ermeden, kendilerini yüzkızartıcı bir yenilginin beklediğini görerek partiye ve Sovyet
Hükümetine karşı daha keskin mücadele biçimlerine
başvurmaya karar verdiler. Moskova ve Leningrad’da
açık bir protesto gösterisi yapmayı kararlaştırdılar.
Gösteri günü olarak seçtikleri 7 Kasım, her yıl Sovyetler Birliği emekçilerinin bütün ülkede devrimci halk
yürüyüşleri yaptığı Ekim Devriminin yıldönümüydü.
Yani Troçkistler ve Zinovyevciler, paralel bir gösteri
yapmaya hazırlanıyorlardı. Ama bekleneceği gibi, blok
yandaşları sokağa bir avuç uzantıları dışında kimseyi
çıkarmadılar. Bu uzantılar ve onların elebaşıları genel
gösteriler karşısında ezildiler, sokaklardan süpürülüp
atıldılar.
Şimdi artık Troçkistlerin ve Zinovyevcilerin antiSovyet batağa batmış olduklarına hiç şüphe kalmamıştı. Genel parti tartışması sırasında Merkez Komitesine
karşı partiye başvurmuşlardı; şimdi ise, düzenledikleri
cılız gösteriyle, partiye ve Sovyet devletine karşı düşman sınıflara başvurma yolunu tutmuşlardı. Bolşevik
Partiyi kundaklamayı kendilerine hedef edindiklerine
göre, işi ister istemez Sovyet devletini kundaklamaya kadar vardırmak zorundaydılar, çünkü Sovyetler
Birliği’nde Bolşevik Parti ile devlet birbirinden ayrılmaz. Böylece Troçkistler ve Zinovyevciler blokunun elebaşıları, kendilerini parti dışına çıkarmış olurlar, çünkü anti-Sovyet batağa saplanan kişilere Bolşevik Parti
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
muhalefete karşı yürütülen mücadelenin öyküsü kısaca böyle...
SSS-Sosyalizm Grubu, Ekim Devrimini gerçekleştiren MK üyelerinin neredeyse tamamının imha edildiğini iddia ediyor. Merkez Komitesi’nin 10 Ekim (23
Ekim) tarihli oturum tutanaklarına göre; oturumda
bulunanlar Lenin, Zinovyev, Kamanev, Stalin, Troçki,
Sverdlov, Uritski, Jerzinski, Kollontay, Bubnov, Sokolnikov ve Lomov’dur. Bu toplantıda ayaklanma sorunu görüşülüyor. Lenin’in ayaklanma üzerine önergesi
oylanıyor. Karar 10’a karşı 2 oyla alınıyor. Kim karşı
çıkıyor ayaklanma kararına? Kamanev ve Zinovyev.
Bunlar ayaklanmaya karşı çıkmakla kalmıyorlar,
Bolşevik Parti’nin ayaklanma kararı aldığını Menşevik basına da anlatıyorlar. Kamanev ve Zinovyev
✒
saflarında daha fazla tahammül etmek imkânsızdı.
14 Kasım 1927’de, Merkez Komitesi ve Merkez
Kontrol Komisyonu’nun birleşik oturumu, Troçki ile
Zinovyev’i partiden ihraç etti.” (Bkz. Stalin, Eserler,
Cilt 15, sf. 324-325, İnter Yayınları)
Görüldüğü gibi Ekim Devriminin 10. yıldönümünde Troçkistler, partiye ve Sovyet hükümetine karşı,
karşı cepheden açıkça gösteri yapma girişiminde bulundular, ama hüsrana uğradılar. 1923 yılının sonunda başlayan tartışma, 1927 yılının sonuna kadar devam etti. Troçkizm, parti çoğunluğuna karşı başka bir
parti kurmayı hedefleyen veya parti içinde iktidarı bir
iç savaş yoluyla almayı amaç edinmiş bir hizip haline
geldi. Troçki, tartışmayı parti organları ve kongrelerde yapılan bir tartışma olmaktan çıkararak, partiden
Lafta, yani platformlarında, sanayileşme politikasından yana
olduklarını açıklıyor ve hatta Merkez Komitesini, sanayileşmeyi
yeterince hızlı yürütmemekle suçluyorlardı, gerçekte ise partinin
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin zaferine ilişkin kararına kara çalıyor,
sosyalist sanayileşme politikasıyla alay ediyor, bir dizi işletmenin
kapitülasyonlar şeklinde yabancılara verilmesini talep ediyor ve bütün
umutlarını, SSCB’ndeki bu yabancı kapitalist imtiyazlara bağlıyorlardı.
ayrı, sözde ‘Stalin grubundan’ bağımsız, parti merkezinin kararlarını dikkate almama hakkını kendinde
gören bir hizip olarak yürüttü. Troçkistler, SB’de sosyalizmin inşasını engellemeye çalıştılar. Sosyalizmin
inşasını engelleyemeyeceklerini gördükleri noktada
parti içinde darbe yapma veya ayrı bir parti kurma
noktasına kadar geldiler. Troçkistlere karşı ideolojik
mücadele sonuna kadar yürütüldü. Parti çoğunluğu
Troçkizmin karşı devrimci çizgisini reddetti. Troçkizmin çarpıtmaları, iftiraları ve egemen hale gelmesi halinde Sovyetler Birliği’ni yok oluşa götürecek
politikaları mahkûm edildi. Ancak Troçki, parti içi
demokrasinin en temel ilkesi olan azınlığın çoğunluğa tabi olması ilkesini kabul etmedi. Parti merkezinin dışında kendi merkezi olan, parti kararlarını
kabul etmeyen ayrı bir grup ve giderek ayrı bir parti
örgütleme çalışmalarından vazgeçmedi. Troçki’nin
partiden atılması böyle bir tartışma ve açıktan karşı
devrim cephesine geçiş sürecinin ürünüdür. Lenin’in
ölümü ertesinde “Sol Muhalefet”in şekillenişi ve bu
ayaklanma konusunda, birkaç günlük bir karşı çıkıştan sonra Merkez Komitesi’nin kararına uyuyorlar.
Ayaklanma kararının alındığı MK’da 12 kişi var. Peki
yargılananlar ve haklarında yargılamalar temelinde
ölüm kararı alınanlar kimler? Zinovyev, Kamanev,
Troçki ve Sokolnikov, yani dört kişi. Geriye kaç kişi kaldı? Sekiz. Demek ki Ekim ayaklanması kararını alan
MK üyelerinin tamamı yok olmamış! Tarihi gerçekler
bunlar. Troçkistlerin iddiaları yalanlar ve gerçeklerin
çarpıtması üzerine kurulu. Bunların neler olduğunu
uzun uzun anlattık, anlatmaya devam edeceğiz.
1936 Anayasası ile birlikte SB’de işçi devletinin varlığına son verilmiş! İddia bu. 1935 Şubat ayında SSCB
VII. Kongresi, SSCB Anayasasını değiştirme kararı
alır. SSCB’nin yeni Anayasa taslağı, Stalin önderliğinde oluşturulan Anayasa Komisyonu tarafından yazılır. Bu taslak 5,5 ay süreyle tüm ülkede açık ve kamu
oyu önünde tartışılır. 1936 Kasım’ında VIII. Sovyet
Kongresi, Anayasa tasarısını görüşmek için toplanır.
Tartışmalar ertesinde VIII. Sovyet Kongresi SSCB’nin
47
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yeni Anayasasını oybirliği ile onaylar. Milyonların
katıldığı tartışma süreci ile kabul edilen dünyanın en
demokratik anayasasıdır 1936 SSCB Anayasası. 1936
SSCB Anayasası, proletarya ve emekçilerin sosyalist
devletin gerçek sahipleri olduğunu açıklamaktadır.
Onlarca ulus, milliyet ve nüfusu onbinlerle ölçülen
halkların proletarya devleti SSCB için korku değil
zenginlik kaynağı olduğunu, her birine ekonomik,
siyasal, toplumsal yaşamda kendisini güçlendirmesi
için tüm olanakları nasıl seferber ettiğini gösteren
bir Anayasadır. Anayasa toplam 146 maddeden oluşmaktadır. Bu Anayasa bugün de bize yol göstermeye
devam ediyor, edecek. (Bu Anayasanın tam metni için
bkz. Stalin, Eserler, Cilt 14, sf. 107-134, İnter Yayınları)
Daha fazla bilgi için SSS-Sosyalizm grubunun internet
adresine bakılabilinir. http://www.sosyalizm.eu/
Devrimci İşçi Partisi (DİP)
2002 yılının başında yayına başlayan İşçi Mücadelesi
Dergisi, Troçki’nin “yozlaşmış işçi iktidarı” teorisini
savunmaktadır. Derginin ayrıca belirli aralıklarla çıkardığı Enternasyonalist Gençlik adlı gençlere yönelik
bir yayını ve bir gençlik grubu var. İşçi Mücadelesi
Dergisinin Haziran 2007’de yaptığı bir çağrı ile parti
kuruluş çalışmalarına başlandı. Bu grup Şubat 2011’de
yapılan bir kongre ile Devrimci İşçi Partisi adını aldı.
Gerçek adlı bir gazete çıkarıyorlar. Sungur Savran
grubun önderi konumunda. Gerçek, Devrimci İşçi
Partisi’nin merkez yayın organıdır. Bu grup aynı zamanda “Devrimci Marksizm”(Teorik-Politik Dergi)’yi
çıkarmaktadır. DİP Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluş Koordinasyonu’nun (DEYK) üyesidir.
Sungur Savran, bugün Troçkistlerin “Troçkizm” adına hitap etmesinin doğru olmadığını, Troçkistlerin
sadece Marksizm adına konuşması gerektiğini belirtmektedir. Marksist olma iddiasındaki DİP, Troçkizmin Marksizm-Leninizme taban tabana zıt olan temel
önermelerini savunmaktadır. Troçki’nin sosyalizm
anlayışı, tek ülkede sosyalizmin zaferi sorunu, ‘sürekli’ devrim teorisi, sömürge ülkelerde devrimin görevleri, proletarya diktatörlüğüne yaklaşım, köylülüğün
devrimci rolünün inkârı, saf proleter devrim teorisi,
Sovyetler Birliği kazanımlarını ret etme vb. görüşleri
savunmaktadır. (bkz http://dip.org.tr/)
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)
48
Bu partinin öncü kadroları geçmişte Kurtuluş Hareketi içinde yer almış kişilerden oluşmaktadır. Kurtuluş içinde, Şevket Doğan Tarkan’ın içinde yer aldığı
bir grubun işçi iktidarı, işçi demokrasisi, SSCB’deki
rejimlerin niteliği ve parti gibi konularda yürüttüğü
tartışmalar üzerine ayrılması ile grubun ilk nüveleri
oluşmaya başlamıştır. Bu çevre 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin ardından yurtiçi ve yurtdışında çalışmalarını sürdürür. Darbe koşullarında illegal olarak
Sosyalist İşçi gazetesi yayınlanır. Daha sonra İşçiler ve
Politika, İşçiler ve Toplum dergileri yayınlanır. İşçiler
ve Toplum dergisinde yapılan tartışmalar grubun bugün bulunduğu çizgiye evrimlenmesinde önemli bir
rol oynar.
İşçiler ve Toplum çevresi kendisinin açıkça Troçkist
ilan eder. SSCB ve Doğu Bloğu rejimlerini devlet kapitalisti olarak tanımlar. 1992 yılı sonunda “Sosyalist
İşçi” adlı dergi yayınlanmaya başlar. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP), 1997 yılında Türkiye’de kurulmuş bir yasal partidir. Genel başkanı Şevket Doğan
Tarkan’dır. Bu parti haftalık Sosyalist İşçi gazetesi
ve iki ayda bir çıkan Altüst dergisini yayınlamaktadır.
Daha önce yayınlanmış Enternasyonal Sosyalizm ve
Antikapitalist isimli aylık dergileri de bulunmaktadır.
(Bkz.www.dsip.org.tr)
Antikapitalist Parti (AKAP)
DSİP’ten kopanlar 1998’de İşçi Demokrasisi adlı gazeteyi çıkarır. 1999’da İşçi Demokrasisi’nde bir ayrışma
yaşanır. Bölünme ertesinde “Yeni İşçi Demokrasisi”
yayınlanır. 1999’daki Seattle eylemiyle başlayan Antikapitalist Küresel Direniş hareketiyle daha yakın bir
bağ kurabilmek için isimleri ve gazetenin adı “Antikapitalist” olarak değiştirilir. Ardından devrimci
partinin önemini vurgulayarak, partileşme sürecini
başlatıp ismini Anti Kapitalist Parti Ön Girişimi olarak değiştirdi. Tony Cliff ’in görüşlerini savunan ve
Uluslararası Sosyalist Akım’ın üyesi olan grup kendini feshederek Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ne katıldı.
EDP içerisinde Marx-21 adlı bir dergi çıkarıyorlar.
Tony Cliff, İngiltere Sosyalist İşçi Partisi’nin kurucularındandır. Troçkist yalanların ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasında rol oynayan önemli bir aktördür.
Sovyetler Birliği’nin “dejenere işçi devleti” olduğu teorisini kanıtlamak üzere 1947’de “Rusya’da Devlet Kapitalizmi” broşürünü yayımladı. Bu broşür daha sonra genişletilerek kitap halini aldı. Cliff ’e göre, Stalinist
bürokrasi Rusya’da kendisini tek ve bütünleşmiş bir
sömürücü sınıf halinde örgütlemiş ve işçi sınıfının
Ekim Devrimi’yle elde ettiği tüm kazanımlar ortadan
kaldırılmıştı! Kapitalist ülkelerde olduğu gibi Sovyetler Birliği’nde de sosyalizmi inşa etmek için devrim-
Sosyalist Demokrasi için Yeniyol çevresi kendilerini,
1978 yılında yayınlanmaya başlayan Sürekli Devrim ve
1980’de yayınlanan Ne Yapmalı adlı dergilerin sürdürücüsü olduklarını belirtmektedirler. Ne Yapmalı’dan
sonra Enternasyonal ve İlk Adım dergisi yayınlanır.
Sosyalist Demokrasi için Yeniyol kendi konumlarını
şöyle anlatıyorlar:
“Diğer yandan sosyalist yeniden yapılanma ve birleşik partilerin oluşumu için muhakkak ki sadece çeşitli grupların bir araya gelmesinden ibaret olarak
anlaşılamaz. Bu aynı zamanda günün sorunlarına
verilecek ortak yanıtlarla, yani ortak bir eylem programının benimsenip içselleştirilmesiyle mümkündür. Bu
yaklaşımların bir ifadesi olarak önce 1994 yılındaki
Birleşik Sosyalist Kampanya’ya ardından da Birleşik
Sosyalist Parti’nin (BSP) inşasına katıldık. Esas olarak
BSP, GBK birleşmesi ile 1996 yılında kurulan Özgürlük
ve Dayanışma Partisi (ÖDP) muhakkak ki Türkiye’de
sosyalistlerin bu güne kadarki en büyük birleşik parti deneyimidir. Yeniyol halen ÖDP içerisinde partinin
inşasına ve eylemliliğine katkıda bulunmaya çalışmaktadır.” (Bkz. http://www.sdyeniyol.org/index.php/
yeniyol/49-sosyalist-demokrasi-icin-yeniyol)
Bu akım Ernst Mandel’in görüşlerini savunuyor.
Ernst Mandel, 1946’dan ölümüne kadar (1995) IV.
Enternasyonal’in önder kadrosunda (Uluslararası
Sekreterlik, ardından Birleşik Sekreterlik ve Uluslararası Yürütme Komitesi) yer aldı. Şimdiye kadar IV.
Enternasyonal’in XV dünya kongresi yapıldı. Sosyalist Demokrasi için Yeniyol, IV. Enternasyonal tarihini
anlatırken şöyle diyorlar:
“IV. Enternasyonal 1930’larda, 20. Yüzyılın en karanlık günlerinde doğdu. Stalinizm Sovyet Rusya’da ve
dışarıdaki komünist partilerde gücü elinde bulunduruyordu. Faşist veya totaliter İtalya, Portekiz, Almanya,
İspanya ve Fransa’da iktidardaydı. Sosyalist partilerin
üzerinde militarist ve savaş kışkırtıcısı bir hava esmekteydi. Tüm bu gelişmeler korkunç bir dünya savaşına
zemin hazırlamaktaydı.
IV. Enternasyonal bu durumu farketti ve direndi. Birçok fedakârlıklarda bulunduk; dünyayı yönetenlerle
pazarlığa oturmadık. Despot Sovyet bürokrasisi veya
faşist ya da demokratik olsun batı kapitalizmiyle uzlaşmadık. İki ayak üzerindeki söylemimize bağlı kaldık: Demokratik; “emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri
olacaktır”, enternasyonalist; sosyalizm ya enternasyonal olarak varolur ya da olmaz.” (Bkz.http://www.sdyeniyol.org/index.php/doerduencue-enternasyonel)
Lenin’in ölümü ertesinde „Sol Muhalefet“in nasıl şekillendiğini yukarda açıkladık. İdeolojik mücadelede
yenilgiye uğrayan muhalefet sosyalizmin anavatanını
ortadan kaldırmak için sabotaj eylemlerine başladı.
1921 yılında toplanan Parti Kongresi’nde, Stalin Parti Genel Sekreteri seçildi. Troçki, kendi şöhretini ve
gücünü kaybediyordu. Bunu kabullenemeyen Troçki
kendi illegal örgütlenmesini ve muhalif çalışmalarına
başlamıştı. Troçki, 1938’de yazdığı bir broşürde kendi
ağzından illegal komplo çalışmalarını şöyle anlatıyordu:
“1923’de Leon tamamen muhalefet çalışmasına daldı. Böylelikle on yedisinde tam anlamıyla bilinçli bir
devrimcinin yaşamını sürmeye başladı. Komplo çalışması, illegal buluşmalar ve muhalefet belgelerinin gizlice çıkarılıp dağıtımı sanatını çabucak kavradı. Komsomol (Komünist Gençlik Örgütü) kısa sürede kendi
muhalefet lider kadrolarını yetiştirdi.” (Troçki, Leon
Sedov: Oğul-Dost-Savaşçı)
Leon, Troçki’nin oğludur. Troçki’nin 1938’de yazdıkları bir itiraftır. Kendi ağzından muhalefetin ne
zaman çalışmalara başladığı, “komplo çalışması”nın
nasıl örgütlendiğini anlatmaktadır. Yeniyol’un en
“karanlık dönem” dediği dönem SB’de sosyalizmin
inşasına girildiği dönemdir. Tüm ülkede muazzam
bir sanayi inşası gerçekleşiyordu. Sosyalizmin inşa
edilmesinin yanı sıra, ülke içindeki sınıf mücadelesi
ve parti içi mücadele keskinleşiyordu. Bu mücadelede Kulakların direnişi bastırıldı. Troçkistler partiden
kovuldu. Troçkistlerin ve sağ oportünistlerin görüşlerinin SBKP(B) üyeliği ile bağdaşmadığı ilan edildi.
Bolşevik Parti tarafından Troçkistler ideolojik yenilgiye uğratıldı. Troçkistler işçi sınıfı içerisindeki bütün
desteklerini kaybettiler. “Karanlık” denilen dönemde
sosyalizm sanayide muazzam başarılar kazanıyor,
orta köylülerin kollektif çiftliklere ve kollektif tarıma
yönelmesi hareketi başlıyordu. Karanlık dönem, Troçkistler açısından bir gerçeği ifade ediyordu.
Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Sosyalist Demokrasi için Yeniyol
Kararlı direniş
✒
den başka yol kalmamıştı! Sovyetler Birliği’ni ortadan
kaldırma görevi sadece emperyalistlerin görevi değildi. Troçkistler de bu göreve soyunmuşlardı. Bugün
dünyada Tony Cliff ’in görüşlerini savunan bir çok
grup vardır. Bu gruplar Uluslararası Sosyalist Akım’a
üyedirler. Tony Cliff, 9 Nisan 2000’de yaşamını yitirdi.
(Bkz. http://www.marx-21.net/)
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
50
güçlenmesi, uluslararası burjuvazinin Sovyetler riyle tam olarak örtüşüyordu. “SSCB’nin askeri gücüBirliği’ne duyduğu kini artırmıştı. Alman faşizmi nü yeniden elde edebilmesinin tek yolu Kremlin’deki
bu durumda, emperyalist burjuvazinin can düşmanı Bonapartist rejimin alaşağı edilmesidir. Kim ki, doğSovyetler Birliği’ni dize getirme görevini üstlenmişti. rudan ya da dolaylı olarak Stalinizmi müdafaa etmeye
Bu somut tehlike karşısında Sovyetler Birliği savunma kalkarsa, kim ki onun ordusunun gücünü abartırsa,
gücünü daha da kuvvetlendirmeye yöneldi. Sovyetler o devrimin, sosyalizmin ve ezilen halkların en büyük
Birliği, savunmada esas gücünü uluslararası prole- düşmanıdır. - 10 Ekim 1938” (Troçki, Stalinizmin polis
tarya ve ezilen halklardan alıyordu. Dış siyasette de aygıtı, sf. 188)
Sovyetler Birliği, Hitler Almanyası’na karşı emperya“Ekim devriminin kazanımları halka, o ancak daha
listlerin Sovyetler Birliği’ni tecrit etme ve iki cephede önce Çarcı bürokrasi ve burjuvaziye karşı harekete geçsavaşa sokma çabasına karşı bir koalisyon kurmaya tiği gibi Stalinist bürokrasiye karşı da harekete geçecek
çalışıyordu. Diğer batılı emperyalist güçler ise faşiz- yetenekte olduğunu göstermesi şartıyla hizmet edecekmi destekleyerek onu saldırıya teşvik ediyordu. Bu tir. (…) Bu ancak tek bir yolla olabilir: işçilerin, köydurumda 1939’da Sovyetler Birliği, Almanya’nın kar- lülerin ve Kızıl Ordu askerlerinin, baskıcıların ve paşılıklı saldırmazlık anlaşması önerisini kabul etmek razitlerin yeni kastının karşısına dikilmesiyle. Bu kitle
zorunda kaldı. Böylece saldırıya karşı hazırlanabil- kalkışmasını hazırlamak için, yeni bir parti gerekir, o
mek için iki yıl kazanmış oldu.
da 4. Enternasyonal’dir. (Troçki, Mayıs 1940, Staliniz22 Haziran 1941’de Nazi sürüleri Sovyetler Birliği’ne min polis aygıtı, sf. 302-303)
saldırdığında, sosyalist
inşanın barış içinde- 2 Mayıs 1945’te kurtarılmış Berlin’de,
ki inşa süresi bitmişti. Kızıl Ordu askerlerinin göndere çektiği
Stalin’in saldırı tehlikesi Kızıl Bayrak dalgalanıyordu.
olduğuna dair ihtarları,
sosyalizmin tam olarak başarıya ulaştığını
sananlara karşı verdiği
mücadelenin ne kadar
haklı olduğu bu saldırıyla ortaya çıktı. 2 Mayıs 1945’te kurtarılmış
Berlin’de, Kızıl Ordu
askerlerinin
göndere
çektiği kızıl bayrak dalgalanıyordu. Kızıl Ordu
askerleri Stalin önderliğinde kahramanca bir
mücadele vermiş, sadece SSCB’yi düşmandan
kurtarmakla kalmamış,
savaşı Berlin’de sonlandırarak Nazilerden bütün
Daha fazla alıntılar yapılabilinir. Bu bağlamda yapdünya halklarını kurtarmıştı.
tığımız alıntıların hangi tarihte söylendiğine okuPeki bu dönemde Troçkistler ve IV. Enternasyonal yucunun dikkat etmesi gerekir. Bu tespitler yapıldıhangi siyaseti izledi? Troçki, tıpkı emperyalistler gibi ğından yedi ay önce İngiltere ve Fransa, Almanya’ya
Sovyetler Birliği hükümetini yıkma çağrıları yaptı. O savaş ilan etmişti. Stalin, Hitler Almanyası’nın Sovyet1938’de şöyle diyordu: “Ülkenin güvenliği sabotajcı- ler Birliği’ne saldıracağını biliyordu ve zaman kazanların ve teslimiyetçilerin otokratik kliği yok edilmeden maya çalışıyordu. Almanya’nın müttefiki olan Finsağlanamaz” (Stalinizmin polis aygıtı, sf. 169) Bu çağrı landiya üç aylık savaşın ardından Sovyetler Birliği’ne
işgal planlarını daha kolay gerçekleştirebilmek için teslim olmuştu. Sovyetler Birliği’ne saldırı hazırlıklabir iç savaşı provoke etmek isteyen Nazilerin istekle- rının yapıldığı bir dönemde, Troçki ve hempaları da
Naziler 1941 yılında Sovyetler Birliği’ne saldırdıklarında Ukrayna’da Nazi uşağı bir milliyetçi hareket
kurdular. Bu milliyetçi hareket binlerce Yahudi, Polonyalı ve komünistleri katletti. Nazi orduları 1944’de
geri çekilmeye başladı. Ukraynalı faşist gruplar Kızıl
Ordu hatlarının gerisine saldırılar düzenlediler. Ernst
Mandel, bu faşist grupların hareketlerini “antibürokratik politik devrimin” bir parçası olarak değerlendirdi. 1988’de Mandel şöyle yazıyordu: “İkinci dünya savaşı boyunca, 4. Enternasyonal’in Ukrayna milliyetçi
hareketinin potansiyelini görmezden gelmesi ağır bir
hataydı. Enternasyonal Ukrayna’da devrimci bir ulusal kurtuluş hareketinin varlığından ancak savaştan
beş yıl sonra haberdar oldu, o sırada Ukraynalı gerillalar son muharebelerini veriyordu.” (Günümüzde Troçkizm, Paris, 1988, s.23, Fransızca)
Sosyalizmin anavatanına saldıran herkes Troçkistlerin dostudur. Mandel, Ukrayna’daki bu milliyetçi
grubun varlığından geç haberdar olduğundan yakınmaktadır. „Savaşa karşı direniş sergiledik, batı kapitalizmi ile uzlaşmadık“ söylemleri gerçeği ifade etmemektedir. (Bkz. www.sdyeniyol.org)
Sosyalist Alternatif
Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurulması ile birlikte Sosyalist Alternatif bu parti içerisinde yer aldı.
Sosyalist Alternatif, 1997 yazından itibaren, Özgürlük
ve Dayanışma İçin Sosyalist Alternatif adıyla yayın
hayatına başlar. Daha sonra ÖDP içerisinde yaşanan
tartışmalar ertesinde Sosyalist Alternatif ikiye bölünür. Çevrenin bir bölümü daha sonra Sosyalist Emek
Hareketi (SEH) adını alır. Diğer bölümü daha sonra
Sosyalist Demokrasi Partisi’ne (SDP) dönüşecek Sosyalist Eylem Platformu (SEP) çalışmaları içinde yer alır.
Ayrılık döneminde kısa bir süre iki Sosyalist Alternatif dergisi birden yayınlanır. SEH içinde yer alan
çevre bir sayı daha çıkarıp derginin yayınına son
verirken, SEP içinde yer alanlar, “Eşitlik ve Özgürlük
İçin Sosyalist Alternatif” adıyla derginin yayınını bir
süre daha devam ettirirler. Eylül 2002’de Sosyalist Demokrasi Partisi kurulur. Sosyalist Alternatif, SDP’nin
kuruluş sürecinde aktif rol üstlenir. SDP’nin kuruluşunun ön günlerinde Sosyalist Alternatif ’in bileşen-
İşçi Cephesi
İşçi Cephesi, kendisini şöyle tanımlamaktadır: “İşçi
Cephesi, Troçkist bir yayın organıdır. Türkiye’de devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele ediyoruz.
Hedefimiz sosyalist devrim, kapitalizmin ilgası ve sosyalizmin inşasıdır. İşçi sınıfının ve gençliğin mücadelesini destekliyor, işçi demokrasisinin yaygınlaşması için
uğraş veriyoruz. Sermayenin baskı ve şiddet rejimine
karşı mücadele ediyoruz ve halkların kendi kaderlerini
tayin hakkını destekliyoruz. Mücadelemiz uluslararası
ölçeklidir ve kendimizi, işçi sınıfının dünya partisi olan
IV. Enternasyonal’in yeniden inşasının bir parçası olarak görüyoruz.”
(Bkz.
http://www.iscicephesi.net/ana-sayfa/hakkimizda)
İşçi Cephesi, bir siyasi akım olarak, 1979 yılında ortaya çıkmıştır. Süreli yayın olarak ilk sayısını 1980 Şubat’ında çıkarmış, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından yayınına ara vermek zorunda kalmıştır. 1980
sonrası dönemde, bir akım olarak kendini Zemin, İşçi
Sözü, Sınıf Bilinci, Sosyalizm ve 11. Tez dergilerinde
ifade etmiştir. 1990’ların başından itibaren de Enternasyonal Bülten dergisinin etrafında örgütlenmiştir.
İşçi Cephesi, Ocak 2009 tarihinden bu yana, kendi
adını taşıyan aylık gazete etrafında faaliyetlerini sürdürmektedir. Ayrıca düzensiz aralıklarla Mesafe adlı
dergileri de yayınlanmaktadır. Ayrıca, Uluslararası
Birlik Komitesi’nin (International Liaison Committee)
kurucu üyesidir.
İşçi Cephesi Arjantin‘li Nahuel Moreno’nun çizgisini savunmaktadır. Moreno, ikinci dünya savaşından
sonra 4. Enternasyonal içerisinde önemli rol oynayan
bir aktördür. 25 Ocak 1987’de yaşamını yitirmiştir.
İşçi Cephesi, Nahuel Moreno’yu şöyle anlatmaktadır:
„Moreno’nun saflarında mücadele ettiği ve örgütsel
bir bütünleşmeye sahip olmamakla birlikte, bürokratik
aparatlardan bağımsız bir devrimci akım ya da hareket olarak tanımladığı uluslararası Troçkist hareket,
artık bu biçimiyle mevcut değil. Geride kalan 20 yıl bo-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Ernst Mandel Ukraynalı Nazileri Savunuyor
lerinden biri olan Devrimci Marksist Birlik Grubu bir
parti grubu olarak kuruluşunu ilan eder. Bunu izleyen günlerde SDP’nin parti tüzüğünün parti gruplarına tanıdığı parti içi yayın çıkarma hakkı kullanılarak, Birlik Bültenleri yayınlanmaya başlanır. Toplam
dört sayı basılan bu bültenlerin, SDP ve Birlik Grubu
içinde yaşanan tartışmalar nedeniyle dördüncü sayıdan sonra Birlik Bülteni‘nin yayınına ara verilir.
(Bkz.www.sabirlik.wordpress.com)
✒
Hitler’in paralelinde çağrılar yapıyordu. 1938-1940
arasında, bütün antikomünist demeçleriyle Troçki ve
çevresindeki gruplar bilinçli ya da bilinçsiz olarak
Nazilerin hizmetindeki provokatörlere dönüştüler.
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yunca gerçek bir oportünizm dalgası bu hareketin pek
çok önemli sektörünü tozu dumana katarak barikatın
diğer tarafına attı. Devrimci kampı çoktan terk eden
bu kesimler, burjuva demokrasisinin ve parlamentarizmin, devlet ve sivil toplum fonlarının ya da sendikal
bürokrasi aygıtlarının arasında yitip, ayırt edilemez
hale geldiler. Öte yandan DE’nin yeniden inşası mücadelesi boyunca Moreno’nun haklı uyarılarının muhatabı olmuş bir dizi “Ulusal Troçkist” örgütlenme ve
tarikatlaşmış yapı, şaşmaz doğrucular olarak sekter
ve steril bir deli gömleğinin içinde varlıklarını sürdürmekteler. Moreno’nun liderliğini üstlendiği Ortodoks
Troçkist akım ise, uzun ve sarsıntılı bir dönemin parçalanmışlıklarını bizzat Moreno’nun tavsiyesine uyarak,
her zamankinden fazla işçi sınıfına yönelmek, her zamankinden fazla Marksist olmak ve her zamankinden
fazla Enternasyonalist olmak doğrultusunda aşma
çabasıyla güçlü adımlar atıyor.“ (Bkz. http://www.iscicephesi.net/uluslararasi/dorduncu-enternasyonalininsasi/1535-nahuel-morenosuz-25-yil)
Troçkist akımların homojen bir yapıya sahip olmadığını, aralarında önemli farklılıklar olduğunu
yazının akışı içerisinde anlattık. Aralarında önemli
farklılıklar olmasına rağmen, Sovyetler Birliği’ne yaklaşım, Stalin’e karşı tavır, Troçki’yi efsaneleştirme, tek
bir ülkede sosyalizmin inşa edilmeyeceği, köylülüğün
devrimde oynayabileceği rolünün inkârı vb. konularında ortak paydaları var. Yukarda yazılan satırlar
kimi Troçkist gruplar hakkında yapılan değerlendirmelerdir. Troçkist akımları eleştirmenin yanısıra, bu
akımların savunduğu görüşler ve aralarındaki farklılıkları da okuyucularımıza anlatıyoruz. (Bkz.http://
iscicephesi.net )
Türkiye Birleşik İşçi Partisi (TBİP)
52
2006 yılında “İşçilerin Kardeşliği Partisi” girişimcileri
tarafından, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’nin 36. yıldönümünde Zeki Kılıçaslan’ın genel başkanlığında İşçi
Kardeşliği Partisi kuruldu. 27-28 Şubat 2010 tarihlerinde gerçekleştirilen Birinci Olağanüstü Konferans ve Kongresinde partinin ismi Türkiye Birleşik
İşçi Partisi (TBİP) olarak değiştirildi. İşçi Kardeşliği
adlı bir gazete çıkarıyorlar. Bu parti 2 Ocak 1991’de
Barselona’da kurulan, İşçilerin ve Halkların Uluslararası Bağlantı Komitesi (ILC)‘nin bir bileşenidir.
TBİP genel başkanı Zeki Kılıçaslan Numan Kurtuluş
ile görüşerek HAS Parti kurucuları arasına katıldı. 12
Haziran 2011 seçimlerinde HAS Parti İstanbul 3. Bölge 1. sıra adayı olarak seçimlere katıldı. (Bkz.www.ikp.
org.tr)
Komünist Zemin
2004 sonbahar aylarında yayın faaliyetine başlayan
Komünist Zemin Troçkist bir gruptur. Tarih çarpıtıcılığı ve yalan makinalarının devreye sokulması
Troçkistlerin yöntemidir. Adına „Komünist“ etiketi
yapıştıran „Komünist Zemin“ grubu da açıkça yalan
söylemekte ve tarih çarpıtıcılığı yapmaktadır. Şöyle
yazıyorlar:
„İkinci Enternasyonal’in bu ihaneti karşısında Lenin, Trotskiy, R. Lüxemburg ve K. Liebknecht’in yanı
sıra küçük bir azınlık, İkinci Enternayonal’in sınıf uzlaşmacı çizgisi karşısında, sınıf savaşı şiarını yükselterek, İkinci Enternasyonal’in sınıf uzlaşmacı çizgisini
mahkûm ettiler.“ (Bkz. http://komunistzemin.org/images/stories/File/bildirge.pdf)
Troçki, Lenin ile birlikte İkinci Enternasyonal’in
ihanetine karşı mücadele etmiş!!! Bu savununun doğru olup olmadığına bakalım.
Lenin “Emperyalist Savaşta Kendi Hükümetinin
Yenilgisi Üzerine” adlı makaleyi 1915’te yazdı. Bu
makale, Bolşevik Parti MK Manifestosu’nda ve Bern
Konferansı’nda ortaya atılan, Bolşevizmin savaş sürecindeki en önemli şiarlarını savunmak için kaleme
alınmıştı. Emperyalist savaşı içsavaşa dönüştürme
ve “kendi hükümetinin yenilgisi” şiarı, Bolşeviklerin
savunduğu şiarlardı. Bu şiarlar, gizli sosyal-şovenizm,
anavatan savunuculuğu arasına keskin bir ayrım çizgisi çekiyordu. Bu şiarlar, Kautsky, Troçki, Martov ve
Menşevik Örgütleme Komitesi taraftarları gibi gizli
sosyal-şovenlerin “enternasyonalizmi”nin gerçek karakterini ortaya koyuyordu. Lenin şöyle yazıyordu:
„Devrimci sınıf, gerici bir savaşta kendi hükümetinin yenilgisini istemek zorundadır.
Bu bir aksiyomdur. Ve bu aksiyom sadece sosyal-şovenlerin inan¬mış yandaşları ya da çaresiz uşaklarınca inkâr edilmektedir. Birincilerine, örneğin Örgütleme Komitesi’nden Zyemkovski (bkz. “İzvestiya” No. 2),
ikincilerine ise Troçki ve Bukvoyed, Almanya’da Kautsky dahildir. Rusya’nın yenilgisini istemek, diye yazıyor Troçki, “hiçbir nedeni olmayan ve hiçbir biçimde
gerekçelendirilemeyecek olan, savaşa ve onu yaratan
koşullara karşı devrimci mücadele yerine, mevcut koşullar altında son derece keyfî bir şekilde en ehvenişere
yönelmeyi koyan sosyal-yurtseverliğin politik yöntemine verilen bir tavizdir.” (“Naşe Slovo” No. 105)[31]
İşte Troçki’nin oportünizmi savunmak için her zaman kullandığı kibirli safsatalara tipik bir örnek. “Sa-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
lerin kaynağını Stalin’de arıyor! Şu bürokrasi meselesinde tavır takındık. Burada bir kez daha üzerinde
durmayı gerekli görmüyoruz. Uluslararası gelişen
devrimleri Stalin bastırmış! „1921-1927 yılları arasında İtalya, Almanya, Fransa, İngiltere ve Çin başta
olmak üzere, gelişen yeni devrimci dalga, hem kapitalizmi hem de Sovyet bürokrasisinin iktidarını tehdit
etti ve Sovyet bürokrasisi ile uluslararası burjuvazi bu
ortak tedirginliklerinden dolayı «el birliği» ile gelişen
devrimci dalgayı durdurmayı başardılar.“ Söylenenler sadece burada yazılanlarla sınırlı değil. „Stalinist
politika, 1933 yılında faşist partiyi iktidara taşıdı.”
İspanya’da faşizmin iktidara gelmesinin nedeni de
Stalinist politika imiş !!! Şöyle devam ediyor Troçkist
baylarımız. „Savaş, Alman faşizminin yenilgisiyle sonuçlanmıştı, ama dünya devrimci proletaryası kazanamamıştı. Kazanan taraf ise hem dünya emperyalist
sistemi hem de Hitler orduları Sovyetlere saldırdıktan
sonra Müttefik Kuvvetler’le (A.B.D, İngiltere, Fransa)
ittifak kuran Stalinist bürokrasi olmuştu.“ (Bkz.http://
komunistzemin.org/images/stories/File/bildirge.pdf)
Stalin, Marx, Engels, Lenin’le birlikte, MarksizmLeninizmin bir klasiğidir. Stalin, Sovyetler Birliği’nde
sosyalizmin inşasının unutulmaz mimarıdır. Stalin, anti-faşist savaşta dünya proletaryasının ve ezilen halklarının büyük dayanağı sosyalist Sovyetler
Birliği’nin büyük önderidir. Stalin, Nazi İmparatorluğunun yıkılmasında esas rolü oynayan Kızıl Ordu’nun
başkomutanıdır. Stalin, Leninizmin yılmaz savaşçısı
ve uygulayıcısı, geliştiricisi, bütün dünya MarksistLeninistlerinin en büyük öğretmenlerinden biridir.
Stalin, Troçkistler için bir nefret sembolüdür, bir kızıl
çuhadır. Çünkü o Troçkistlerin ipliğini pazara çıkarmanın ve planlarını boşa çıkarmanın bir sembolüdür.
O‘nun önderliğinde sosyalist Sovyetler Birliği, bir kızıl
kale olarak dünya proletaryasına kurtuluşun yolunu,
sosyalizmin nasıl inşa edileceğini göstermiştir.
Troçkistler ve emperyalist burjuvazi, Stalin’e ve
O’nun şahsında sosyalizme, komünizme düşmanlıklarını ortaya koymakta ve kin kusmaktadırlar.
Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinin, dünya emperyalizminin dünya çapında katliamlara girişeceklerinin işareti olduğu dönemde, Sovyetler Birliği’nde
sosyalizm inşa ediliyordu. İnsanın insan tarafından
sömürüsü ortadan kaldırılmış ve böylece sosyalizm,
dünya proletaryasının bir düşüncesi olmaktan çıkıp,
bir ülkede elle tutulur bir gerçek olmuştu.
Stalin, Sovyetler Birliği emekçilerini proleter enternasyonalizmi ile eğitti. Teslimiyetçi ve milliyetçi
✒
vaşa karşı devrimci mücadele”, bundan anlaşılan eğer
kendi hükümetine karşı ve savaş sırasında devrimci
eylemler değilse, II. Enternasyonal kahramanlarının
kullanmayı bal gibi bildikleri boş ve içeriksiz haykırışlardan biridir. Sadece biraz düşünmek, bunu görmeye yeter. Savaş sırasında kendi hükümetine karşı
devrimci eylemler ise, tartışılmaz bir kesinlikle, böyle
bir yenilgiyi sadece istemek değil, aynı zamanda fiilen
teşvik etmek demektir. (“Keskin zekâlı” okurlar için
şunu belirtelim: Elbette bu, hiçbir şekilde, “köprüleri
uçurmak”, başarısız askeri grevler örgütlemek ve genel
olarak devrimcileri yenilgiye uğratmak için hükümete
yardım etmek anlamına gelmiyor.)
Troçki safsatalarla kendini kurtarmak istiyor ve üç
ağaçlı bir ormanda yolunu şaşırıyor. Rusya’nın yenilgisini istemek, ona, Almanya’nın zaferini istemekmiş
gibi geliyor (Bukvoyed ve Zyemkovski, Troçki’yle paylaştıkları bu “düşünceyi”, daha doğrusu bu yanlış
düşünceyi çok daha açık dile getiriyorlar). Ve Troçki bunda “sosyal-yurtseverliğin yöntemi”ni görüyor!
Düşünmeyi beceremeyenlere yardım etmek için Bern
Kararı (“Sosyal-Demokrat” No. 40) şu açıklamayı yapmıştır: Bütün emperyalist ülkelerde proletarya şimdi
kendi hükümetinin yenilgisini istemelidir. Bukvoyed
ve Troçki bu gerçeği atlamayı tercih ettiler ve Zyemkovski (işçi sınıfına her şeyden önce burjuva akıllarını
açıkyüreklilikle ve safdillikle yineleyerek hizmet eden
bir oportünist) şu sözlerle “güzel bir çam devirmiştir”:
Saçma, zafer ya Almanya’nın, ya da Rusya’nın olacak
(“İzvestiya” No. 2). (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, Cilt V, Sf.
153-154, İnter Yayınları)
Gerici bir savaşta kendi hükümetinin yenilgisini
istemek devrimci bir ilkedir. Bolşeviklerin ilkesi de
budur. Sosyal şövenlerin tavırlarını biliyoruz. Bir de
sosyal şövenlere uşaklık edenler var. Sosyal şövenlere
uşaklık edenlere örnek olarak Lenin, Troçki ve Bukvoyed, Almanya’da Kautsky’i saymaktadır. Rusya’nın yenilgisini istemek Troçki’ye göre, „sosyal-yurtseverliğin
politik yöntemine verilen bir tavizdir.” Lenin‘e göre,
Troçki oportünizmin savunusunu yapmak için kibirli
safsatalara başvurmaktadır. Troçki’ye göre, Rusya’nın
yenilgisini istemek, Almanya’nın zaferini istemektir.
Bir tarafta sosyal şövenizme, anavatan savunucularına karşı mücadele eden Lenin var. Diğer tarafta ise,
Kautsky’nin yedeğinde hareket eden Troçki var. Demek ki, Troçki İkinci Enternasyonal’e karşı değil, tam
tersine sınıf uzlaşmacılığı çizgisini savunmuştur.
Gerçek durum budur.
Devam ediyor „Komünist“ Zemin ve tüm kötülük-
53
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
düşüncelere karşı mücadele içinde Çin devriminin,
İspanya iç savaşının, Almanya, İngiltere, vs. işçi sınıfının mücadelesinin desteklenmesi gerektiğini ortaya koydu. Stalin, aynı zamanda diğer ülkelerin komünistlerine devrimin gelişmesi ve güncel sorunları
üzerine yazıları ve uyarılarıyla ve emperyalistlerin
manevra ve politikalarını şaşmaz biçimde teşhir ederek dolaysız yardımda bulundu.
Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün
güçlenmesi, uluslararası burjuvazinin Sovyetler
Birliği’ne duyduğu kini artırmıştır. Alman faşizmi
bu durumda, emperyalist burjuvazinin can düşmanı
Sovyetler Birliği’ni dize getirme görevini üstlenmiştir.
Bu somut tehlike karşısında Sovyetler Birliği savunma
gücünü daha da kuvvetlendirmeye yöneldi. Sovyetler
Birliği, savunmada esas gücünü uluslararası proletarya ve ezilen halklardan alıyordu. Dış siyasette de
Sovyetler Birliği, Hitler Almanya’sına karşı emperyalistlerin Sovyetler Birliği’ni tecrit etme ve iki cephede
savaşa sokma çabasına karşı bir koalisyon kurmaya
çalışıyordu. Diğer batılı emperyalist güçler ise faşizmi destekleyerek onu saldırıya teşvik ediyordu. Bu
durumda 1939’da Sovyetler Birliği, Almanya’nın karşılıklı saldırmazlık anlaşması önerisini kabul etmek
zorunda kaldı. Böylece saldırıya karşı hazırlanabilmek için iki yıl zaman kazanmış oldu.
22 Haziran 1941’de Nazi sürüleri Sovyetler Birliği’ne
saldırdı. Nazi sürüleri Stalingrad kuşatmasında yenildiler. Stalingrad yenilgisi ile birlikte savaşın seyri
değişti. Sovyetler Birliği’nin lehine gelişmeye başladı. SB’nin en başından itibaren savunduğu ve fakat
ABD-Fransa-İngiltere tarafından uzun süre ret edilen Anti Hitler Koalisyonu bu şartlarda kuruldu. Batılı emperyalistler Normandiya’dan çıkarma yaptılar.
Hitler orduları, doğuda Kızıl Ordu tarafından Berlin’e
kadar kovalandı ve Berlin’deki parlamento binasına
kızıl bayrak dikildi. Stalin önderliğindeki Sovyetler
Birliği, savaşı kazanmakla kalmamış, Doğu Avrupa
ülkelerindeki faşist iktidarlara da son verilmişti. Tarihsel gerçekler bunlardır. Bu gerçekleri adına Komünist etiketi yapıştıranlar da karartamaz. Bu gruba da
çağrımız ellerini komünizmden çekmeleridir.
Sınıf Mücadelesi
54
Sınıf Mücadelesi uzun bir dönemden beri yayın yapmaktadır. Sınıf Mücadelesi, UKB (Uluslararası Komünist Birlik)‘in üyesidir. UKB „Marks, Engels, Rosa
Luxemburg, Lenin ve Troçki’nin fikir ve geleneklerine bağlı bir akım“ olduğunu iddia etmektedir. Sınıf
„Troçki’nin bugüne kadar Marksizmle
ilgili herhangi bir sorunda kesin ve
sağlam bir görüşü olmamıştır. O, her
zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının
yarattığı “yarıklara sızma” yolunu
bulur, ve ikide-bir taraf değiştirir. Şu
anda Bundcuların ve likidatörlerin
dostudur. Ve bu bayların partiye karşı
tutumları hiç de olumlu bir tutum
değildir.“ Bkz. Lenin, Seçme Eserler,
Cilt 4, Sf. 295-296, İnter Yayınları)
Mücadelesi, IV. Enternasyonal’in yeniden kurulması
gerektiğini savunmaktadır. Bu birlik, özel mülkiyet,
pazar ekonomisi, rekabet ve kâr temellerine dayanan
kapitalist sistemin insanlığın geleceğini değil, geçmişini temsil ettiğini düşünmektedir. Kapitalist sistem
yerine, dünyada tüm insanlara eşit, maddi ve kültürel olanaklar sağlayacak maddi olanakların ve üretim
araçlarının edinilebilmesi için toplumsal temellerde
işleyecek yeni bir düzenin gerekli olduğunu savunmaktadır. Seçtikleri yolu şöyle ortaya koyuyorlar:
„Bizler bolşevizmi, Ekim 1917 Rus devrimini, Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarını, Lenin ve Troçki dönemini ve bu geleneği sürdüren, Stalinist yozlaşmaya
karşı hem III. Enternasyonal içerisinde hem de dışında mücadele eden Sol Muhalefeti destekliyoruz. Bu ise
bizi, bugün Türkiye’de var olan birçok siyasi akımdan
ayırıyor.“
(Bkz.http://www.sinifmucadelesi.net/spip.
php?article78&lang=tr)
Burada söylenenler birçok Troçkist akımın savunduğu ve söylediği tezlerdir. Söylenenlerin ve yazılanların tarihsel gerçeklikle hiç bir ilgisi yoktur. Bolşevizm ile Troçkizm birbirinin karşıtı iki ayrı dünya
görüşüdür. Bolşevizmi savunduğunu iddia edenler,
Troçkizm’den ellerini çekmek zorundadırlar. Ekim
Devrimi ve kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışanlar, SB’de sosyalizmin inşasını engelleyenler
Lenin’i savunamaz. Lenin ve Troçki dönemi aynı kefeye konulamaz. Troçki, Lenin’e karşı mücadelesi ile
tanınmaktadır. Lenin ve Bolşevizme karşı mücadele
Yazımızı Lenin’in iki alıntısı ile sonlandıralım.
“Dost görünüşlü Troçki, düşmandan daha tehlikelidir! “Polonyalı marksistleri” genel olarak Rosa
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
tığı değerlendirmelerin sadece küçük bir bölümüdür.
Lenin, „vasiyeti“inde Troçki’nin Bolşevik olmadığını
açıkça yazdı. Troçki asla bir Bolşevik değildi. O sadece rüzgâr kimin arkasından esiyorsa onunla hareket eden bir kişilikti. Bolşevik-Menşevik ayrışmasında Menşeviklerden taraf olan Troçki bir süre sonra
da kendisinin hizipler üstü olduğunu iddia ederek
Menşeviklerden ayrıldı. Bu süre içinde Alman oportünistleriyle yediği içtiği ayrı gitmeyen Troçki Bolşeviklere karşı da savaşa devam etti! Lenin, Troçki’nin
güvenilmez biri olduğunu söylerken haklıydı. Şubat
Devriminden sonra Rusya’ya dönen Troçki bir süre
sonra rüzgârın Bolşeviklerden yana esmesini de hesaba katarak Bolşeviklerin safına geçmek istedi. MK
Troçki‘nin bu talebini görüştüğünde Stalin’in de
desteğiyle Troçki Bolşevik Partiye alındı. Bu dönem
birçok eski Menşevik ve Bolşeviğin Bolşevik saflara geçtiği olağanüstü bir dönemdir. Troçki, Lenin’in
hastalığı ve ölümünün ardından Stalin’e karşı parti
içinde bir muhalefet örgütlemeye başladı. Zinovyev,
Kamanev, Buharin ve onların yandaşları tarafından
oluşturulan ve başında Troçki’nin bulunduğu bu muhalefet başlangıçta Stalin’e karşı oluşturulmuş olsa da
zamanla devrim karşıtı bir klik haline geldi. Stalin’in
acımasız bir ‚cani‘ olduğunu iddia edenler, Stalin’in
bu karşı devrimci muhalefete neden bu kadar sabırlı davrandığını, neden yıllarca ideolojik bir tartışma yürüttüğünü açıklamak zorundadırlar. Troçkizme karşı 1920’lerin başlarından itibaren başlayan,
Lenin’in ölümünden sonra sertleşen ideolojik mücadele; 1927’ye dek – çizgisi küçük burjuva çizgi olarak
teşhir edilmesine rağmen - MK’da olduğu şartlarda
sürdürüldü. Ondan sonraki dönemde de 1935’te Troçkistler SBKP(B) Merkez Komitesi üyesi Kirov’u bir suikastle öldürene ve ekonomik alanda sabotajlara, yani
bizzat karşı devrimci eylemlere geçene kadar, onlara
karşı şiddet uygulanmadı. Pratik olarak karşı devrimin saflarına geçtikten sonra, artık sorun devrimle
karşı devrimin çatışmasına dönüşmüştü. Bu noktada
iktidarı elinde tutan proletaryanın, devleti aracılığı
ile de karşı devrimcilerin üzerine yürümesi en doğru
şeydi. Bu anlamda Sınıf Mücadelesi Bolşevizmi değil,
Troçkizmi savunuyor. Sınıf Mücadelesi’ne çağrımız;
Bolşevizmden, Lenin’den ellerini çekmeleridir. (Bkz.
http://www.sinifmucadelesi.net/)
✒
eden Troçki, Ekim Devriminin ön günlerinde Bolşevik
Parti’ye alınmıştır. Troçki gerçek anlamda Bolşevizmi
hiç bir zaman savunmamıştır. Bolşevizme yaklaştığı bir dönemde zaman zaman kendi görüşlerini bir
süreliğine geri plana itmiştir. Olgular ve tarihsel gerçeklik budur. Lenin’in Troçki hakkında yaptığı kimi
değerlendirmeler şöyledir:
“Troçki Bolşevizmi çarpıtıyor, çünkü Rus burjuva
devriminde proletaryanın rolü konusunda hiç bir zaman kesin bir görüşe varamamıştır.” (“Rusya’da Partiİçi Anlayışın Tarihsel Önemi”, Tasfiyecilik Üzerine, Sol
Yayınları, Sf. 159)
„Rusya’da Marksist hareketin eski katılımcıları
Troçki figürünü çok iyi bilirler ve onlar için onun hakkında konuşmaya değmez. Fakat genç işçi kuşağı onu
bilmiyor ve onun hakkında konuşmak gerekir, çünkü
o, gerçekte aynı şekilde Tasfiyecilikle Parti arasında
yalpalayan beş yurtdışı grupçuğunun tümü için tipik
olan bir figürdür.“ (Lenin, Seçme Eserler IV, Sf. 216, İnter Yayınları)
“Öte yandaysa Troçki, sadece kendi kişisel yalpalayışlarını temsil ediyor, başka bir şeyi değil. 1903’te
Menşevikti, Menşevikliği 1904’te bıraktı, 1905’te yeniden Menşeviklerin arasına döndü ve sadece ultradevrimci sözler parlatmakla yetindi, 1906’da Menşeviklerden bir kez daha ayrıldı, 1906’nın sonlarında
Kadetlerle seçim anlaşması yapılmasını savundu (yani
bir kez daha Menşeviklerle birlik oldu), 1907 ilkyazında, Londra Kongresinde, ‘siyasal eğilimlerden çok
bireysel görüş tonlarında’ Rosa Luxemburg’dan ayrıldığını söyledi. Troçki bir gün hiziplerden birinin ideolojik stokundan, ertesi gün ötekinin stokundan çalar ve
bu nedenle de kendisinin hizipler üstü olduğunu ilan
eder. Teorik olarak, Troçki, tasfiyeciler ve Otzovistlerle
hiç bir noktada görüş birliğinde değildir, ama uygulamanın kendisinde Goloscular ve Vperyodcularla tam
bir görüş birliğindedir... “Troçki’nin Rus sosyal-demokrasisinde ‘genel parti’ eğilimini mi, yoksa ‘genel parti
karşıtı’ eğilimi mi temsil ettiğine okurlar karar versin.”
(“Rusya’da Parti-İçi Anlayışın Tarihsel Önemi”, Tasfiyecilik Üzerine, Sol Yayınları, Sf. 172-73)
“Bu gerçek gösteriyor ki, biz Troçki’ye ‘hizipçiliğin en
kötü kalıntılarının temsilcisi’ derken haklıyız. “Gerçi
kendisi hizip-dışı olduğunu iddia ediyor ama, Rusya’daki işçi sınıfı hareketiyle pek az yakınlığı olanların
bile bildiği gibi Troçki, ‘Troçki hizbi’nin temsilcisidir.”
(“Birlik Birlik Diye Birliğe Vurulan Darbe”, Tasfiyecilik
Üzerine, Sol Yayınları, Sf. 362)
Yukarda yazılanlar Lenin’in Troçki hakkında yap-
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
Luxemburg”’un yazdığı her yazının destekleyicileri
olarak sınıflandırabilmek için Troçki, kanıt olarak,
“özel konuşmalar”dan başka bir şey gösteremez (yani
Troçki’nin, varlığını sürdürmek için her zaman gıdasını sağladığı basit dedikodudan başka bir şey gösteremez). Troçki, “Polonyalı Marksistleri” onursuz ve
vicdansız kimseler olarak, kendi inançlarına ve partilerinin programına saygı göstermekten bile aciz kimseler olarak bize sunmaktadır. Dost görünüşlü Troçki!“
(…) „Troçki’nin bugüne kadar Marksizmle ilgili
herhangi bir sorunda kesin ve sağlam bir görüşü olmamıştır. O, her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının
yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide-bir
taraf değiştirir. Şu anda Bundcuların ve likidatörlerin
dostudur. Ve bu bayların partiye karşı tutumları hiç de
olumlu bir tutum değildir.“ (Bkz. Lenin, Seçme Eserler,
Cilt 4, Sf. 295-296, İnter Yayınları)
„Yaklaşan devrimde sınıfların karşılıklı ilişkisini açığa çıkarmak devrimci partinin baş görevidir. Örgütleme Komitesi bu göreve yan çiziyor, Rusya’da “Naşa
Dyelo”nun sadık müttefiki olmayı sürdürüyor ve yurtdışında, hiçbir şey ifade etmeyen “sol” laflar atıp tutuyor. Troçki ise “Naşe Slovo”da bu göreve yanlış bir
çözüm getiriyor: 1905’deki “orijinal” teorisini tekrar
ediyor ve geçen tüm on yıl boyunca, yaşamın neden bu
mükemmel teorinin yanından geçip gittiğini düşünmek istemiyor.
Troçki’nin orijinal teorisi[42], Bolşeviklerden, proletaryanın kararlı devrimci mücadele yürütmesi ve
politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi
çağrısını alıyor, Menşeviklerden ise köylülüğün rolünün “yadsınması”nı. Köylülük içinde bir ayrışma, bir
farklılaşma süreci yaşanmıştır; onun olası devrimci
rolü giderek azalmıştır; Rusya’da “ulusal” bir devrim imkânsızdır: “Emperyalizm çağında yaşıyoruz”,
“em¬peryalizm” ise “burjuva ulusla eski rejimi değil,
proletaryayla burjuva ulusu karşı karşıya getiriyor.”
İşte size “emperyalizm” sözcüğüyle tuhaf bir oyun örneği. Eğer Rusya’da artık proletarya ile “burjuva ulus”
karşı karşıya duruyorsa, bu şu anlama gelir: Rusya
doğrudan doğruya sosyalist devrimin arifesindedir!!
O zaman (1912 Ocak Konferansı’nın ortaya attığı ve
daha sonra 1915’te Troçki tarafından yinelenen) “çiftlik
sahiplerinin topraklarına el konması” şiarı yanlıştır, o
zaman “devrimci işçi hükümeti” değil, “sosyalist işçi
hükümeti” söz konusudur!! Troçki’de kafa karışıklığının ne ölçülere ulaştığı şu cümleden anlaşılıyor:
Proletarya kararlılığıyla “proleter olmayan(!) halk
kitleleri”ni de peşinden sürükleyecekmiş (No. 217)
Troçki bunu söylerken şunu hiç düşünmemiştir: Eğer
proletarya, proleter olmayan kırsal kitleleri, çiftlik sahiplerinin topraklarına el koymak için peşinden sürükleyip monarşiyi yıkmayı başarabilecekse, bu tam
da Rusya’da “ulusal burjuva devrimin” tamamlanması, proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik
diktatörlüğü olacaktır!
1905-1915 yılları arasındaki on yıl —bu büyük on
yıl— Rus devriminde iki, sadece iki sınıf çizgisinin
bulunduğunu kanıtlamıştır. Köylülüğün farklılaşması, bizzat köylülük içindeki sınıf mücadelesini güçlendirmiş, politik olarak uyuyan pekçok unsuru sarsıp
uyandırmış ve kır proletaryasını kent proletaryasına
yakınlaştırmıştır (Bolşevikler 1906’dan beri kır proletaryasının ayrı örgütlenmesinde ısrar etmişler, bu
talebi Menşevik Stockholm Kongresi kararına da sokmuşlardır). “Köylülük’le, Markov-Romanov-Kvostov
arasındaki uzlaşmaz çelişki ise daha da güçlenmiş, büyümüş ve şiddetlenmiştir. Bu, Paris’te kaleme alınan
onlarca Troçki makalesindeki binlerce safsatanın bile
“çürütemeyeceği” kadar açık bir gerçektir. Gerçekte
Troçki, köylülüğün rolü¬nün “yadsınması”ndan sadece, köylüleri devrim için harekete geçirme isteğinde
olmamayı anlayan Rusya’daki liberal işçi politikacılarına yardım etmektedir.
Ve bugün asıl mesele budur. Proletarya, iktidarın ele geçirilmesi için, cumhuriyet için, çiftliklere el
konması için, yani köylülüğün kazanılması için, köylülük içindeki devrimci güçlerin tümünün meydana çıkarılması için, burjuva Rusya’nın askeri-feodal
“emperyalizm”den (= Çarlık) kurtarılmasına “proleter olmayan halk kitleleri”nin katılması için mücadele ediyor — ve mücadele etmeyi acımasızca sürdürecek. Ve proletarya, burjuva Rusya’nın Çarlıktan,
çiftlik sahiplerinin toprak üzerindeki egemenliğinden
kurtarılmasından, zengin köylüleri kır proleterlerine
karşı mücadelelerinde desteklemek için değil, tersine
— Avrupa’nın proleterleriyle ittifak halinde sosyalist
devrimi gerçekleştirmek için yararlanacaktır.
Aralık 1915“
(Bkz. Lenin, Seçme Eserler, Cilt 5, Sf. 173-175, İnter
Yayınları)
Lenin’in söylediklerini yorumlamaya gerek yok.
Tüm Troçkistlere çağrımız ellerini Lenin’den çekmeleridir.
Mart 2012
(Devam edecek) 
eğerli YDİ Çağrı çalışanları ve okurları, bu başlığı okuduğunuzda sizin de soykırıma, soykırımlara itirazınız olduğunu, sizin de soykırımlara karşı
olduğunuzu düşünerek bu mektubumun gereksiz
olduğunu da düşünebilirsiniz. Ama sizden biraz sabır isteyerek, meramımın ne olduğunu anlamanızı ve
eğer eleştiriniz varsa bu derginin sayfalarına yansıtmanızı arzu ettiğimi en başta belirtmek istiyorum.
Sizin de takip ettiğiniz gibi Türkiye’de son dönemde soykırım tanımının kullanımında neredeyse bir
enflasyon yaşandı, yaşanıyor! Bu özellikle Dersim ve
genelde Kürt sorunuyla ilgili tartışmalarda kendisini
gösterdi, gösteriyor. Kürtlerin uğradığı katliamlar,
zulüm ve baskılar, takibatlar vb. vb. dile getirilirken
hemen her şey “soykırım” olarak gösteriliyor, baskı,
zulüm ve katliamlar soykırım ile aynı kefeye konuyor. Benim bu katliam, zulüm ve baskıların “soykırım” olarak gösterilmesine itirazım var!
Bu aynı kefeye koyma tavrının sonuçta soykırımı,
soykırım barbarlığını olduğundan daha hafif göstermeye hizmet ettiğini düşünüyorum. Hele bunu
Ermenilere ya da Yahudilere yönelik soykırımla eşitleme sözkonusu olduğunda itirazım daha da büyümektedir. Burada sorun sadece bir kavramı kullanıp
kullanmama sorunu değil, aynı kefeye konamayacak
kimi tarihi gerçekliklerin, olayların vahametini bilinçlere çıkarıp çıkarmama ve buna uygun bir müca-
deleyi verip vermeme meselesidir.
Ben Kürt kökenli, sınıf bilinçli bir işçiyim. Ez Kurdım, Karkerım, Komunistım! TC’de ulusal baskının,
zulmün, TC tarihinde yaşanan katliamların bilincindeyim. Bugün belki eskisi gibi işlemiyor artık ama
ilkokula başladığımız güne kadar anadilimizi konuşurken, Kürt oldugumuzu öğrenip bilmişken, öğretmenlerin bize bizim var olmadığımızı anlatmalarının
ne demek olduğunu da iyi biliyorum! Her seferinde
“Türküm, doğruyum, çalışkanım...” söyletilirken
korkudan sadece içimizden küfür edebildiğimiz, ya
da tepki olarak Türk yerine Kürt diye telafuz ettiğimiz durumları da bugün gibi hatırlıyor, biliyorum...
Yaşanan baskıları, inkar ve asimilasyon politikasını
anlatmaya kelimenin gerçek anlamında kitaplar yetmez! Bu baskılara, zulme karşı mücadele haklıdır,
meşrudur ve de zaruridir! Buna rağmen ama bunu
soykırımla aynı kefeye koymak yanlıştır. Mücadele,
sadece bir olayın “soykırım” olarak adlandırılması durumunda veya buna dayanarak verilirse; ya da
“kendimize” uygulanan baskılara karşı kamuoyunun
desteğini alabilmek için yaşanan baskıları, katliamları “soykırım” olarak adlandırırsak, bu, sözkonusu
toplumun demokrasi bilincinden yoksun olduğunu
gösterir sadece. Mesele her tür baskıya, zulme, haksızlığa karşı mücadele etme meselesidir. “Küçük”
boyuttaki barbarlığa karşı mücadele kültürü olma-
okur mektubu
D
✒
“Soykırım”a itirazım var!
57
✒
okur mektubu
yınca “büyük” barbarlığa karşı mücadele kültürü de
gelişemez! Yani başka bir deyimle demokratik haklar
için mücadele kültürünün gelişmediği bir toplumda,
sosyalizm için, sosyalist bir toplum için mücadele de
gelişemez!
KİMİ ÖRNEKLER
Aktardığım alıntılarla tek tek uğraşmanın yazıyı uzatacağının bilinciyle, mümkün olduğunca yorumlar
yapmama yolunu seçtim. Tartışmaya biraz malzeme
sunuyorum.
“Dersim’de yaşanan; daha 1930’lu yılların başların-
Eskişehir, Balıkkesir vb. batı illerine sürüldü.” (aynı
yerden.)
“Soykırım” tespitinin durumu abartma ve katliamla eşitleme temelinde yapıldığını ve buna itirazım
olduğunu her alıntıdan sonra tekrarlamak istemiyorum, ama burada “Dersim’de geriye kalanlar”ın
sürgün edildiği tespitine dikkat çekerek abartılı bir
yaklaşımın kendisini nasıl gösterdiğini de tespit etmek gerekiyor.
“CHP hiç kuşkusuz Dersim soykırımının baş sorumlusudur. (...)
Oysa Dersim 37-38 soykırımı üzerinde siyasal rant
Kemal Bülbül bize “toplu katliamların” soykırım olduğunu anlatıyor!
Birincisi soykırım tanımı için sadece “toplu katliam” yaşanması yetmiyor,
uluslararası sözleşmelerin bu konudaki dayanağı olan 1948 yılındaki
BM kararı daha da geniştir. İkincisi katliamlar toplu yapılmıyor mu?
Aynı anda bir aileyi katletme de bir toplu katliamdır, bir ulusa mensup
insanların bir kesimini yaşadığı şehir, mahal ya da bölgede katletmek
de toplu bir katliamdır. Mesele bu kadar basitleştirildiğinde hemen her
katliamı - Maraş, Sivas ve Çorum katliamları gibi- “soykırım” olarak
adlandırabilirsiniz. Ama yanlış olur!
58
da planlanan; İsmet Paşa’nın 1935 tarihli Kürt Raporu
ve Celal Bayar’ın 1937 tarihli Şark Raporu ile esasları
belirlenip uygulamaya konan ve 1937-38’de sonlandırılan bir soykırımdır.” (Mehmet Bayrak, Yeni Özgür
Politika, 5 Aralık 2011)
“Dersim’de uygulanan soykırım kararları ve planları ise Türkiye Cumhuriyeti’nin gizli arşivinde yer
alır. Raporların çoğu Bakanlar Kurulu ve Meclis’te
alınır. Ancak gizli tutulur. Yıllarca gizli tutulan soykırım planları ve kararlarının bir bölümü açığa çıktı.
Açığa çıkan belge ve raporlardaki bilgiler uygulamaların soykırım olduğunu gösterir.” (Baki Gül, Yeni
Özgür Politika, 21 Kasım 2011)
Baki Gül Dersim’de katledilenlerin sayısı hakkında
da şunları yazıyor:
“Dersimliler 50 ile 70 bin arasında insanın öldürüldüğünü söyler. Devletin resmi rakamları ise 12 bin
Dersim’linin katledildiğini söyler. Dersim’de geriye
kalanlar Türkiye’nin batısındaki Manisa, Denizli,
sağlamaya çalışmak ahlaki ve insani yanı olmayan
bir vicdansızlıktır. (...)
Dersim soykırımının yanı sıra, cumhuriyet döneminde yaşanan tüm katliamlarla (Koçgiri, Zilan,
Ağrı, Çorum, Maraş, Sivas, Gazi) ilgili de devlet arşivlerini açıklamayacaksın!” (Ferhat Tunç, Yeni Özgür Politika, 3 Aralık 2011)
Ferhat Tunç AKP’yi eleştirmektedir ve bu tespitleri
yapmaktadır. Burada en azından şu soru ortaya çıkmaktadır: Dersim’de yaşanan eğer bir “soykırım” ise,
Koçgiri, Zilan ve Ağrı’da yaşananlar neden katliam
oluyor? Ya da Dersim’deki katliamı bu katliamlardan kalite olarak farklı kılan “soykırım” yapan nedir?
Devletin bu katliamları planlı gerçekleştirilen katliamlardır. Koçgiri, Zilan ve Ağrı’da katledilenlerin
sayısı mı bu farkı oluşturuyor? Ya da buralarda sürgünler yaşanmadı mı? vb. vb.
“1937’de Dersim’de toplu katliam yapılmıştır. ‘Toplu katliamlar’ için uluslararası sözleşmeler ve evrensel
28 Nisan 2012
Almanya’dan bir Çağrı okuru 
okur mektubu
“Ermeni soykırımı suç Kürt soykırımı serbest”
başlıklı yazısında Ali Özşerik İsviçre’de 50-60 bin
kadar Kürt nüfusun yaşadığına dikkat çekerek bunları “Yani ulusal, fiziksel, kültürel, çevresel soykırımlara uğrayan bir halkın sürgündeki yüzü.” (Yeni
Özgür Politika, 27 Mart 2012) olarak göstermektedir. İsviçre’yi Ermeni soykırımını tanıyıp, inkarını
suç sayarken neden Kürtlere “soykırımlar uygulayan
Türkiye”ye ile ticari ilişkileri sürdürdüğü yönlü eleştiri getirmektedir. Bunu yaparken açıkça Ermenilere
yönelik soykırım ile Kürtlerin uğradığı baskıları aynı
kefeye koymaktadır. Buna göre hem Ermenilere hem
de Kürtlere uygulanan “soykırımdır”, ama sadece biri
–Ermenilere yönelik olanı- kabul edilmektedir. Yazının sonunda şu tespit var: “Ermeni soykırımını kabul
ederek, Kürt soykırımına tolere edilmeyeceğini hatırlatalım.” (aynı yerden)
Almanya’da Baden Würtemberg eyaletinin Eyalet
Kamu Düzeni Dairesi Şubat ayı ortalarında, Muzaffer
Ayata hakkında siyasal faaliyetlerde bulunması, makale yazması vb. konuda yasaklama kararı verdi. Bu
karar kuşkusuz ki karşı çıkılması gereken bir karar
ve buna karşı mücadele verilmesi haklı ve meşrudur.
Fakat bu yasağa karşı çıkılırken, örneğin YEK-KOM
Başkanı Yüksel Koç “bu ceza, Hitler faşizmine açık
yeni bir cezadır.” (Yeni Özgür Politika, 25 Şubat 2011)
tespitini yapıyor, ya da M. Delila bu yasağı “Belki
Türkiye gibi cezaevine atmadı, ama cezaevine atmadan dünyada benzeri az görülen bir siyasi soykırım
örneği ortaya koydu.” (Yeni Özgür Politika, 21 Şubat
2012) biçiminde değerlendiriyor. Almanya’yı eleştirme adına “Ermeni soykırımının suç ortağı olması,
Yahudi soykırımını gerçekleştirmiş olması bu gericiliğe az gelmiş olmalı ki şimdi de Türk devletinin Kürt
soykırımının destekçisi oluyor.” (aynı yerden) tespiti
yapılıyor.
Burada Ermenilere ve Yahudilere yönelik gerçekleştirilen soykırım gerçekliği, Kürtlere yönelik baskılarla aynı kefeye konmaktadır. Bunu ister Kürtlere
yönelik baskıların olduğundan çok daha fazla abartıldığı; isterse de soykırımın basitleştirildiği yönünde
ele alın, iki açıdan da yanlıştır. Bu ve benzeri yaklaşımların ortaya konduğu alıntılar çoğaltılabilir. Fakat
bu konuda tartışmayı başlatmak için bu kadarı yeterlidir, fazladır bile.
✒
hukuk ‘Soykırım’ tanımını yapar. Bu bağlamda Dersim katliamı bir soykırımdır.” (Kemal Bülbül, Yeni
Özgür Politika, 19 Kasım 2011)
Kemal Bülbül bize “toplu katliamların” soykırım
olduğunu anlatıyor! Birincisi soykırım tanımı için
sadece “toplu katliam” yaşanması yetmiyor, uluslararası sözleşmelerin bu konudaki dayanağı olan
1948 yılındaki BM kararı daha da geniştir. İkincisi
katliamlar toplu yapılmıyor mu? Aynı anda bir aileyi katletme de bir toplu katliamdır, bir ulusa mensup
insanların bir kesimini yaşadığı şehir, mahal ya da
bölgede katletmek de toplu bir katliamdır. Mesele bu
kadar basitleştirildiğinde hemen her katliamı - Maraş, Sivas ve Çorum katliamları gibi- “soykırım” olarak adlandırabilirsiniz. Ama yanlış olur!
Günümüzdeki gelişmelerin değerlendirilmesi için
de birkaç örnek verelim.
“Süreç içerisinde yaşanan gerilimlerinin ardından
ise 31 Mayıs 2010 tarihini işaret eden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürtlerin yaşadığı durumu bir
soykırım olarak nitelendirerek, ikinci uyarısını yaptı.” (Alper Atalay/Nagihan Akarsel, Yeni Özgür Politika 17 Şubat 2012)
Kürt milleti hala ezilmektedir. TC Kürtlere karşı
hala savaş yürütmektedir. Ulusal baskı, zulüm sürmektedir. Ama güncel olarak yaşanan olayları bir
“soykırım” olarak adlandırmak en hafif deyimle gerçeklerle alay etmektir. Bu siyaset temelinde dile gelen
kimi tespitler ise şöyledir.
KCK’ya karşı gözaltı, tutuklama ve saldırılar sözkonusu edilerek şu söyleniyor: “Son siyasi soykırım
operasyonunda İstanbul’da gözaltına alınanların(...)”
(Yeni Özgür Politika, 16 Şubat 2012)
“Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan (...) 15 Şubat’ı
‘Kürt soykırım günü’ olarak ilan etmiş bulunuyor. (...)
Komployu ve soykırımı lanetleyen protesto eylemleri Şubat başından itibaren gittikçe yoğunlaşan bir
hal almış bulunuyor.” (Selahattin Erdem, Yeni Özgür
Politika, 13 Şubat 2012)
“Bazıları en büyük Kürt şehri İstanbul’dur diyorlar.
Bu doğru değildir. İstanbul Kürtleri öğütüp Türkleştiren bir soykırım değirmenidir.” (Mustafa Akarsu,
Yeni Özgür Politika, 17 Nisan 2012)
Bu yaklaşımlar temelindeki kimi eylemlerde atılan
sloganlar ya da taşınan pankartlarda öne çıkanı: “Önderliğimizi Özgürleştirelim, Soykırıma Son Verelim”
ya da “Öcalan’a Özgürlük, Soykırıma Son” biçiminde
ifade edilen slogandı ve bu, eylemlerin temel yaklaşımıydı.
59
✒
okur mektubu
“BU KADAR DA OLURMU YA!” DEMEYİN!
BİR DE ŞU BİZİM ŞOVEN UZMANIMIZI DİNLEYİN!
Uzmanımız sorunun daha ortaya konuluşunda “kurnazlık”
yapmaya çalışıyor. Ülke sınırları içerisinde sınıf zıtlığı ve
sınıf mücadelesi önce bir kenara konuluyor. Türkiye işçi
sınıfından bahsedilirken, özenle Türkiye sermaye sınıfının
tanımının ve varlığının tespitinden uzak duruluyor.
B
60
izim ülkede yalnız sebzenin meyvenin değil, şovenizmin ve şovenlerin de çok çeşidi var.
Şovenin turancısı, ırkçısı, emperyalist milliyetçisi,
misak-i millicisi, ümmetcisi, liberali …Ne ararsanız
bulursunuz şovenizm pazarında.
Bu pazarda sendikalar ve sendika yöneticileri ve
onların çok sayıda imtiyazlı uzmanları da oldukça
aktifler. Şovenizm pazarında işçi sınıfı adına pazarlamacılık yapan “yetenekli” uzmanlardan birisinin en
büyük “uzmanlık” alanlarından birisi de şovenizmi
“işçi dostu” kılıfıyla pazarlamak.
“Uzmanımız” bu konuda birçok makalenain yanı
sıra, görüşlerini “bilimsel verilerle” temellendirmek
amacıyla bir kitap da kaleme aldı. Kitabının başlığı
“Avrupa Sendikacılığı Enternasyonalizm mi, Çağdaş
Misyonerlik mi?” (Yıldırım KOÇ, Ulusal Eğitim Derneği Yayınları, Ankara Şubat 2006)
Uzmanımızın bakış acısıyla sorunun ortaya konuluşu şöyle:
“Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi günümüzde çok önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Bu
sorunların bir bölümü doğrudan işçi sınıfıyla, bir
bölümü ise vatanımız ve halkımızın sorunlarının çözümünden geçmektedir. Vatanımızın ve halkımızın
sorunlarının çözümü için işçi sınıfının bu mücadeleye etkili bir biçimde katılması gereklidir.
Bu sorunların aşılmasında:
-hangi programlar belirlenecek,
-hangi ittifaklar esas alınacak,
-kimlerle nasıl işbirliği yapılacaktır?
İşçisiyle, kamu çalışanıyla, işsiziyle, emeklisiyle bir
bütün olarak işçi sınıfımız ve sendikalarımız, “küreselleştiği” ifade edilen dünyada, sorunların çözümünde işçi sınıfının uluslararası dayanışma ve işbirliğini
mi temel alacaktır?
Enternasyonalist anlayışla işbirliği ve dayanışmaya
hazır bir uluslararası işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi var mıdır? Yoksa anti-emperyalist, ulusalcı ve
emekten yana bir ittifak mı gereklidir? Kitapta belirtileceği gibi, bu iki ittifakın aynı anda gerçekleşmesi
olanaklı değildir.(s. 7)
Uzmanımız sorunun daha ortaya konuluşunda
“kurnazlık” yapmaya çalışıyor. Ülke sınırları içerisinde sınıf zıtlığı ve sınıf mücadelesi önce bir kenara konuluyor. Türkiye işçi sınıfından bahsedilirken,
özenle Türkiye sermaye sınıfının tanımının ve varlığının tespitinden uzak duruluyor. Hemen ardından
tüm “millici”(?) sınıfları kapsayan “vatan” ve “halk”
kavramları ile Türkiye işçi sınıfı ile Türkiye egemen
sermaye sınıfı arasındaki sınıf çelişkileri yok sayılıp,
sınıf işbirliğinin çerçevesi sunuluyor.
İşçi sınıfının ‘kendi’ ülkesinde ‘kendi’ sermaye sınıfına, kendi baş düşmanına karşı sınıf savaşımı tatil
edildikten ve baş düşmana karşı mücadele Türkiye
işçi sınıfının bir sorunu olmaktan çıkarıldıktan sonra, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki sınıf işbirliğinin
ana noktaları belirleniyor.
Sınıf işbirliğinin ana noktaları olarak:
-hangi programlar belirlenecek,
-hangi ittifaklar esas alınacak,
-kimlerle nasıl işbirliği yapılacaktır? diye soruyor.
Bu sorulara yanıtları açık ve net:
okur mektubu
man gözüyle bakmalı ve öyle davranmalıdır.
Böylece işçi sınıfının “millici” ittifakından yola çıkarak çok açık ve kaba şoven “Türkün Türkten başka
dostu yoktur!” anlayışına gelip dayandık.
Bu anlayışa uygun olarak “Türk”ün, “Türk işçi
sınıfı”nın düşmanı olması gereken ABD ve AB ülkeleri işçi sınıfının neden düşman olması gerektiğini
“uzmanımız” şu gerekçelerle izah etmeye çalışıyor:
“Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde birkaç istisna
dışında düşen sendikalaşma oranlarına karşın, geçek
ücretlerin ve sosyal güvenlik harcamalarının artmaya
devam etmesidir. Ayrıca, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik ciddi bir tehdit yoktur.” (s 21)
“Avrupa işçi sınıfları ve sendikaları, emperyalist
sömürüden pay almaktadır. Bu pay sayesinde, son
yıllarda bile ciddi ölçüde bozulmayan bir rahatları
ve önemli güvenceleri vardır. Avrupa işçi sınıflarının
(bugün için) tuzları kurudur. Bu nedenle de, kendi
emperyalist devletleriyle ve sermayedarlarıyla tam bir
işbirliği içinde, çağdaş misyonerlik görevlerini yerine
getirmektedir.”(s.10)
“Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıflarının tarihsel olarak yeniden ilerici bir nitelik kazanabilmeleri, emperyalist sömürünün azaltılabilmesine
bağlıdır. Emperyalist sömürü devam ettiği sürece,
emperyalist ülke işçi sınıfları (bugün olduğu gibi, küçük bir azılığın dışında) sömürücülerin destekçiliğini
yapacaktır. Bu nedenle, Türkiye gibi emperyalist baskı ve sömürü altındaki ülkelerde verilen anti-emperyalist mücadele, insanlığı gelişiminin önünü açacak
güçtür.” (s.10-11)
ABD ve Avrupa emperyalist ülkelerinde “geçek ücretlerin ve sosyal güvenlik harcamalarının artmaya
devam etme”ktedir iddiası, ABD ve Avrupa hakim
sınıflarının istatistiki üçkağıtlarla ayakta tutmaya
çalıştıkları bir iddiadır. Uzmanımız Yıldırım Koç’un
ABD ve AB ülkeleri işçi sınıfını düşman göstermek
amacıyla bu yalanlara sarılması ancak onun ne kadar
“seviyeli” siyaset yaptığının bir göstergesidir.
Uzmanımız yalanını “Aydınlık” gazetesindeki köşe
dostu Mehmet Ali Güler’in verdiği şu bilgiyle karşılaştıracak olursak, örneğin ABD işçi sınıfının sosyal
durumu hakkında biraz daha gerçekçi verilere sahip
oluruz:
“Yoksulluk oranı 2011’de yüzde 15,1’e yükseldi;
46,2 milyon ABD’li yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yani her altı ABD’liden biri artık yoksul! Ve
her on ABD’liden biri de işsiz! (ABD’de işsizlik oranı
yüzde 9,2 iken, siyahlar arasında bu oran yüzde 20)
✒
“Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi, tarihinin en büyük saldırısıyla karşı karşıyadır. İşçi sınıfımıza saldıran güçler, aynı zamanda vatanımıza ve
halkımızın diğer sınıf ve tabakalarına da (Kim bu
sınıf ve tabakalar acaba ?BN!) saldırmaktadır. Saldırgan güç, ABD emperyalizmi ve AB emperyalizmidir;
ulus ötesi sermayedir. Türkiye işçi sınıfının kurtuluş
mücadelesi, Türkiye’nin kurtuluş mücadelesi ile birebir örtüşmektedir. Türkiye işçi sınıfının katkısı olmadan Türkiye’nin kurtuluşu, Türkiye’nin kurtuluşu
mücadelesine girmeden de işçi sınıfının kurtuluşu
mücadelesi mümkün değildir. (s. 109)
Uzmanımıza göre Türkiye işçi sınıfının programı,
ulus ötesi sermaye sınıfları ile çıkar çatışmasında
“millici” sermaye sınıfının çıkarlarını üzerlenmesi ve
“milli” burjuvazinin “emir ve komuta zinciri” altında hizaya girmesinden oluşmalıdır. Uzmanımız bu
programı “işçi sınıfı”nın çıkarları için öne sürdüğünden, açık kaba şovenler gibi “işçisi ve işvereniyle kader birliği” yapalım diyemiyor, aynı düşünceyi demogojik “vatan”ın, “halk”ın veya “Türkiye’nin çıkarları”
gibi kavramlar arkasına gizlenerek savunma yolunu
tercih ediyor.
Uzmanımıza göre “vatan”ın, “Türkiye’nin çıkarları” için işçi sınıfı kendi sınıf mücadelesi programından vazgeçirildikten ve ‘kendi’ burjuvazisi ile sınıf
işbirliği programı alternatif olarak ortaya konduktan
sonra, “kader birliği” yapan sınıfların hedefi, düşmanı sosyal güçler de bu programın doğal sonucu olarak
şöyle belirleniyor:
“Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıfları ve
sendikaları, bu mücadelede müttefikimiz değildir;
düşmanımızın müttefikidir.” (s. 109)
“Uzmanımızın” kitabının amacı, “emperyalist
sömürüden pay alanların ve emperyalistleri ortak
olarak görenlerin, emperyalizme karşı mücadele temelinde gelişecek bir işçi sınıfı ve sendikacılık hareketinin müttefiki olamayacaklarının anlatılmasıdır.
Avrupa’nın işçi sınıfları, kendi sermayedarları ve hükümetlerini ‘toplumsal ortak’ olarak görmektedir ve
çalışma ve çabalarının büyük bölümü, bizim düşmanımız olan bu kesimlerle, sosyal diyalogu geliştirmek
ve anlaşmalar yapmaktır. (s. 8-9)
Eğer ABD’nin ve Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıfları Türkiye işçi sınıfının müttefiki değil de, tam tersine “milli” sermaye ile işbirliği yapan
Türkiye işçi sınıfının düşmanlarının müttefiki ise,
Türkiye işçi sınıfı ile ABD ve AB ülkeleri işçi sınıfları
birbirine düşman güçlerdir ve birbirlerine karşı düş-
61
✒
okur mektubu
62
Missisipi, Tennessee, Louisina, Kentucky, Alabama
gibi eyaletlerde sağlık sigortası olmayanların oranı
yüzde 20’lere kadar çıkıyor” (Mehmet Ali Güler, Aydınlık,11 Ekim 2011)
Gelelim AB ülkeleri işçi sınıfının durumuna. Bu
ülkeler içersinde en dikkat çeken ülke Almanya’dır.
Alman emperyalizmi yalnız AB’nin en büyük emperyalist büyük gücü olmakla kalmamakta, dünya çapında uzun yıllardır “ihracat şampiyonluğu”nu başka
hiçbir emperyalist ülkeye kaptırmamaktadır. Alman
emperyalistlerinin, Alman tekellerinin kasaları muazzam karlarla doludur ve 2008 krizi ve ardından
gelen mali depremler Alman tekellerinin gücünün
büyümesini engellememiştir.
Almanya işçi sınıfının maddi ve sosyal durumu Alman tekellerinin mali durumu ile tümüyle ters yönde
gelişmiştir. Alman tekelcileri, büyük sermayedarları
zenginliklerine zenginlik katarken Almanya işçi sınıfının en geniş kesimlerinin sosyal yaşamı Federal Almanya tarihinin en ağır sosyal depremini yaşamıştır.
Dünyanın yeniden paylaşımında iştahı kabaran ve
daha da saldırganlaşan Alman emperyalizmi, rakiplerine karşı daha güçlü olabilmek amacıyla -Almanya
işçi sınıfının sosyal ve ekonomik kazanımlarına karşı
büyük bir saldırı örgütlemiş, bunda önemli derecede
başarılı olmuş ve sosyal hakları ve ücretleri çok önemli oranda ortadan kaldırmış (2000-2010 arasında reel
ücretlerde %4,5 oranında ücret düşüklüğü sağlamış),
- nerede ise toplam 40 milyon çalışanın ¼’ini oluşturan 9-10 milyon işçiyi en düşük ücretlerle güvencesiz işlerde (“Prekaer çalışma”) çalışmaya mahkum
etmiş,
-Federal Almanya tarihinde ilk defa çok yoğun sayıda işçinin oluşturduğu “çalışan yoksullar” tabakasını oluşturmuştur.
Özelleştirme, taşeronlaştırma, kiralık işçilik, sendikasızlaştırma sistematik olarak uygulamaya konulmuştur.
Bu gerçek gelişme hakkında bilgi sahibi olması
gereken şoven “uzmanımız”ın, gerçek veriler yerine
boyanmış ve cilalanmış “resmi” verilere rağbet göstermesi bir “uzmanlık” hatası değil, bilinçli bir siyasi
tercihtir. “Kendi” egemen sınıfını “mağdur” göstermek amacıyla emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının
durumunun değerlendirilmesinde de Alman emperyalizminin resmi istatistiklerine dayanarak gerçekleri gizleme yolunu tercih etmiştir.
Hadi diyelim ki, şoven “uzmanımız”ın iddia ettiği
gibi, Almanya’ ve diğer emperyalist ülkelerin birço-
ğunda işçi sınıfının ücretlerinde ve sosyal haklarında
gerileme değil ilerleme oldu. Diyelim ki reel ücretler
arttı (böyle dönemler yaşandı da).
Bundan ne sonuç çıkar?
Emperyalist ülkenin tekelci sermaye sınıfının işçi
sınıfını sömürmesi ve baskı altına alması ortadan mı
kalkar?
Emek ile sermaye çelişkisi yok mu olur?
İşletmelerdeki sermayenin işçi sınıfı üzerinde kurduğu despotik diktatörlük son mu bulur?
Emperyalist devletin işçi sınıfı üzerinde oluşturduğu sınıf hakimiyeti azalır mı?
Tekelci sermaye diktatörlüğü ‘kendi’ işçi sınıfını
düşman olarak görmekten vaz mı geçer?
Hayır, tam tersine bu karşılıklı sınıf çelişkisi ve
düşmanlığı potansiyeli daha da artar.
Neden?
Zira ücret artışı ancak iki yolla olabilir?
Ya, emperyalist ülkenin işçi sınıfı “kendi” sermayedarına karşı zorlu bir mücadele ve direniş örgütleyerek, örneğin grevlerden geçerek zorla ücret artışını
elde eder.
Ya da emperyalist sermaye elde ettiği muazzam
karların küçük bir bölümünü “sus payı” olarak işçi
sınıfının daha çok imtiyazlı kesimlerine sunar. Böyle
bir durumda tekelci sermaye, işçi sınıfının belirli bir
kesime verdiği küçük bir armağanın karşılığı olarak
işçi sınıfının en geniş kesimlerinden daha büyük fedakarlık ve taviz ister.
Her iki durumda da işçi sınıfının geniş kesimleri ile
sermaye sınıfı arasındaki objektif çelişkiler azalmaz,
artar, yumuşamaz keskinleşir.
Emperyalist ülkelerin tekelci sermayesi bu gerçeğin tümüyle bilincindedir. İşçi sınıfı ile kendi sınıfı arasında artan sınıf çelişkilerinin, sınıf çatışması
potansiyelinin gerçeklik haline gelmesini engellemek
amacıyla siyasi sınıf diktatörlüğünü daha üçlü ve diktatörce yetkilerle donatır, grev hakkı başta gelmek
üzere her türlü demokratik hakkı budar, kullanılmasını engellemeye çalışır.
Diğer yandan da, işçi sınıfı içerisinde kendine, küçük ama etkili, sosyal temeli dar ama mali gücü yüksek ve örgütlü bir imtiyazlı işçi tabakası yaratır ve işçi
sınıfını aynı zamanda içerden kontrol etmek için etkili bir sitem kurar. Merkezinde kazançları, yaşam biçimleri ve dünya görüşleri ile tamamen burjuvalaşmış
olan işçi aristokrasisinin ve sendika bürokrasisinin
durduğu bu imtiyazlı işçi kesimi, tekelci sermayenin
işçi sınıfı içerisindeki en önemli ve en etkili sosyal ve
Şovenizm bizim uzmanımızın etine ve kemiğine
büründüğünden sendikal mücadelesindeki en önemli hareket noktası kendi burjuvazisinin çıkarlarını
savunmak olduğundan, bu çıkarlar için ne gibi fedakarlıklara katlandığını bir anı ile şöyle pekiştiriyor:
“Kitabın
yazarı,
Avrupa
Sendikalar
Konfedarasyonu’nun 1999 yılındaki 9. Genel Kurulda yaptığı konuşma sırasında….. yuhalandı. Konfederasyonun Genel Sekreteri Emilio Gabaglio’nun ,
Türkiye’de bölücü terör örgütü elebaşının ölüm cezasına çarptırılması nedeniyle onunla dayanışma içinde
olduklarını belirten bir konuşma yapması üzerine söz
alan yazar, bu tavra karşı çıktı ve ülkemizde bazılarının demokrasi desteği bekledikleri bazı Avrupalı delegeler tarafından yuhalandı. Özellikle İtalyan sendi-
Ya da emperyalist sermaye elde
ettiği muazzam karların küçük
bir bölümünü “sus payı” olarak
işçi sınıfının daha çok imtiyazlı
kesimlerine sunar. Böyle bir
durumda tekelci sermaye, işçi
sınıfının belirli bir kesime verdiği
küçük bir armağanın karşılığı
olarak işçi sınıfının en geniş
kesimlerinden daha büyük
fedakarlık ve taviz ister.
kaların temsilcilerinin, bölücü teröriste destek olma
konusunda Avrupa Sendikaları Konfederasyonu genel kurulundan bir karar çıkartma çabaları, ancak
genel kurulda büyük gerginlik yaratılacağı tehditleriyle engellenebildi.” (s. 15-16)
İşte kendi pratiği ile ispatlanan kendi ‘milli’ burjuvazisi ile işbirliğinin vardığı yer. Uzmanımızın bu ‘fedakarlığı’ kuşkusuz ulusal sermayedarların, halklar
hapishanesi olan ülkenin egemen sisteminin hoşuna
çok gitmiş, egemenlerin nazarında uzmanımız “çook
takdir” toplamıştır.
Emperyalist ülkelerin imtiyazlı işçi aristokratları
ile sendika bürokratlarının emperyalist boyunduruk
altında tutulan halkların direniş güçlerine “terörist”
diye saldırması ile bizim uzmanımızın kendi ulusunun şovenlerinin bakı altına aldığı ve ezdiği bir başka
ulusun başkaldıran siyasi önderlerini “bölücü başı”
diye tanımlayıp, şoven saldırıya ortak olması arasında ne kadar fark vardır?
ABD ve AB ülkeleri emperyalistleri ile küçük emperyalist ülkelerin sermaye sınıfları arasında ne kadar ilkesel fark varsa, emperyalist ülkelerin şoven
işçi aristokratları ile sendika bürokratlarıyla bizim
“küçük” emperyalist ‘millici’ burjuvazimizin şoven
uzmanı Yıldırım Koç arasında da ancak o kadar fark
vardır.
Şubat 2012
Ali Osman Başeğmez 
okur mektubu
ŞOVENİZMİN ULAŞTIĞI ŞOVEN
KUDURMUŞLUK!
✒
ideolojik dayanağıdır.
Bu imtiyazlı tabaka aynı bizim “Türk ulusalcı” uzmanımız gibi sürekli ve sistematik olarak işçi sınıfına
“milli birlik”, “sınıf işbirliği” politikasını aşılar. Onlar
için birinci ve ilk değer “vatanın çıkarları”dır. Sınıf
işbirliğine değişen tarihi dönemece göre farklı isimler
takılmıştır.
Kimi zaman bunun adı “refah toplumu”, kimi zaman “endüstriyel demokrasi” vb. olmuştur. İkinci
Dünya Savaşından sonra sınıf işbirliğinin kabul gören yeni adı “sosyal diyalog” ve “sosyal ortaklık” olmuştur.
Bu ideolojiye göre işverenler ve işçiler farklı düşman
sınıfların üyeleri değil, dost sınıfların ortak çıkarlara
sahip ortağıdır. Bu ideolojiyi savunanların amacı, işçi
sınıfını sermayeyle ortak çıkarlar adına, tümüyle sermayenin kölesi yapmak ve işçi sınıfını sınıf mücadelesi yolundan saptırmaktır.
Sınıf işbirlikçilerinin tümünün işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki ilişkide pusulası nasıl sermaye
sınıfına dönükse, ‘kendi’ ulus sermayesi ile ulus ötesi
sermeye arasındaki ilişkide de pusulası hep ‘kendi’
ulusal besleyicisine dönüktür. Bunların ‘ulusal’ tekelci sermaye ile ‘ulus ötesi’ sermaye ile çelişkilerinde siyasetini belirleyen öncelikle ‘ulusal’ şoven çıkarlardır.
Bizim ‘Türk ulusalcısı’ uzmanımız Koç, diğer (emperyalist) ülkelerin şovenlerine kızsa da, kızgınlığı
ilkesel değil, sadece onların savunduğu şovenizmin
başka ülkenin sermaye sınıfının çıkarlarına öncelikle hizmet ediyor oluşu ama şovenizm alanında bizim
uzmanımız diğerleri ile tamamen hemfikir.
63
✒
okur mektubu
B
64
Rosa Lüksemburg
Konferansı’ndan
erlin’de yayınlanan Junge Welt adlı günlük gazete tarafından her yıl düzenlenen Rosa Lüksemburg Konferansı’nın 17. 14. Ocak 2012’de yapıldı.
Her yıl bir ana tema etrafında değişik ülkelerden
gelen temsilcilerin katılımı ile yapılan Rosa Lüksemburg konferansının bu yılki ana teması “Biz Dünyayı
değiştiriyoruz” idi.
Konferansın birinci bölümünde Tunus’tan,
Küba’dan, Portekiz’den konuşmacılar yer aldı.
Konferansa Tunus’tan konuşmacı olarak katılan
Sami Bin Gazi, Tunus Komünist İşçi Partisi adlı örgütün Gençlik Örgütü Yönetimi adına bir konuşma
yaptı. Toplantıyı yönetenin “şimdiye kadar yapılmış
olan bütün Rosa Lüksemburg konferanslarının en
genç enternasyonal konuğu ve konuşmacısı” olarak
içinde anti sömürgeci mücadele sonucu kazanılan bağımsızlığın sonuçta gerçek bağımsızlık olmadığını,
sömürge yapının yıkılması ertesinde kurulan yapıda
da yeni sömürgeci tipte bağımlılığın sürdüğünü anlattı.
7 kasım 1987’de bir askeri darbe ertesi başa gelen
Bin Ali rejiminin halka verdiği hiçbir sözü yerine getirmediğini, kısa süre içinde gerçek yüzünün ortaya
çıktığını; Bin Ali rejiminin mafyalaşmış işbirlikçi
burjuva kesimlerinin faşist diktatörlüğü olduğunu
anlattı.
Bu rejime karşı halk içinde gelişen nefretin sonunda büyük bir kitlesel patlamaya dönüştüğünü, bu patlama için bir seyyar satıcı gencin kendine yapılan hakaret ve haksızlıklara karşı kendini yakarak protesto
tanıttığı Sami Bin Gazi 20 yaşlarında bir gençti.
Fakat yaptığı konuşma ve konuşma ardından gelen
sorulara verdiği cevaplarda iki şeyi çok iyi gösterdi:
Birincisi, doğrudan bir devrim hareketinin, o harekete katılanlara çok şeyi birden pratik içinde öğrettiği
gerçeği. İkincisi, “akıl yaşta değil baştadır” özdeyişinin gerçekliği!
Sami Bin Gazi konuşmasında kısaca Tunus’ta halkın sömürgeciliğe karşı mücadele tarihini, bu tarih
eyleminin bir kıvılcım olduğunu; iki ay içinde çığ gibi
büyüyen silahsız kitle gösterilerinin rejim tarafından
silahla bastırılmaya çalışıldığını; fakat korku duvarını aşan emekçi yığınların geri çekilmeyeceğinin
görüldüğünü, sonunda Bin Ali’nin rejimi kurtarmak
için ülkeyi terk etmek zorunda kaldığını anlattı.
Bin Ali’nin apar topar kaçışı ertesinde kurulan hükümetlerin, Bin Ali rejimini Bin Alisiz sürdürmeye
çalıştıklarını, devrimin bitmediğini, sürdüğünü an-
✒
23 Eylül 2011’de yapılan seçimlerden
Al Nahda adlı partinin en güçlü
parti olarak çıktığını, Al Nahda’yı
İslama da dayanan, fakat batıda
anlaşıldığı biçimde İslamcı (şeriatçı)
olmayan liberal burjuva partisi olarak
değerlendirdiklerini, devrimci solun
seçimlerde başarılı olmadığını, bunda
imkanların sınırlı olmasının, Bin
Ali dönemi ve sonrasında devrimci
solun burjuvazinin baş düşmanı
olarak sürekli baskı ve saldırı altında
olmasının rolü olduğunu anlattı. Şimdi
esas tartışmanın Anayasa konusunda
yürüdüğünü ve yürüyeceğini belirtti.
yalizmle işbirliği içinde olan rejimler olduğunu; emperyalizmin yalnızca ABD emperyalizmi veya batılı
emperyalistler olmadığını, Rusya’nın, Çin’in de emperyalist olduğunu, batılı emperyalistlerin yıkmaya
çalıştığı rejimlerin, Rusya, Çin gibi başka emperyalistlerce desteklendiğini anlattı. Bu rejimlere karşı da
isyanın haklı olduğunu, bunların her türlü muhalefete karşı en zalimce yöntemleri kullanan faşist rejimler olduğunu anlattı.
Gelen bir başka soru bağlamında da, İslamcı gruplar bağlamında batıda yapılan ve bunların hepsini
aynı kefeye koyan yaklaşımın yanlışlığına dikkat
çekti. Örneğin Mısırda batı medyasında “radikal
İslamcı” olarak adlandırılan Salafistlerin çok değişik gruplardan oluştuğunu, bunların bir bölümünün
batıda “ılımlı İslamcı” olarak adlandırılanlardan bir
farkı olmadığını vb. belirtti.
Kısacası gencecik Sami Bin Gazi, önemli bir bölümü uzun yıllardır Avrupa’da sol içinde yer almış,
çoğu revizyonist eski tüfeklere devrim konusunda
–devrimden aldığı dersleri aktararak- ders verdi.
Bir Her Şeye Rağmen okuru/Berlin
16. 01. 2012 
okur mektubu
lattı.
23 Eylül 2011’de yapılan seçimlerden Al Nahda adlı
partinin en güçlü parti olarak çıktığını, Al Nahda’yı
İslama da dayanan, fakat batıda anlaşıldığı biçimde
İslamcı (şeriatçı) olmayan liberal burjuva partisi olarak değerlendirdiklerini, devrimci solun seçimlerde
başarılı olmadığını, bunda imkanların sınırlı olmasının, Bin Ali dönemi ve sonrasında devrimci solun
burjuvazinin baş düşmanı olarak sürekli baskı ve saldırı altında olmasının rolü olduğunu anlattı. Şimdi
esas tartışmanın Anayasa konusunda yürüdüğünü ve
yürüyeceğini belirtti.
Kendilerinin Tunus devrimi –ve ertesinde gelişen
batıda Arap Baharı olarak adlandırılan- devrimlerin
evet şimdiye kadar başta olan bir çok diktatörü devirdiğini ve fakat bunun dışında Arap toplumlarının
hiçbir temel sorununun henüz çözülmüş olmadığını, devrimlerinin derinleştirilerek sürdürülmesinin
kaçınılmaz görev olduğunu anlattı. “Siyasi demokrasi ile ekonomik demokrasi birbirinden ayrılamaz.
Gerçekten demokrasi isteyen emperyalizme bağımlı
kapitalizmin yıkılması için çalışmalıdır; gerçek demokrasi için emperyalizme bağımlı kapitalizmin yıkılması mutlak gerekliliktir.” dedi.
Sami Bin Gazi, konuşmasının sonunda, Magrip’te
ve Ortadoğu’da Arap halklarının devrimci isyanının
önemine vurgu yaparak, Arap Baharı denen şeyin
“21.yüzyılın ilk devrimleri olarak oyunun kurallarını
sorguladığı”nı belirtti.
Sami daha sonra gelen soruları cevaplandırdı.
Gelen sorulardan biri, emperyalizmin Arap Baharında oynadığı rol üzerine idi. Bu bağlamda Sami,
emperyalistlerin tabii ki devrim patladıktan sonra
bu devrimlerin önünü almak için her türlü araca başvurduğunu, fakat devrimlerin emperyalistler tarafından planlandığı şeklindeki yaklaşımları kendilerine
de hakaret olarak kavradıklarını anlattı.
Sonuç olarak ayaklanan halktı. Açlığa, yoksulluğa,
haksızlığa, hırsızlığa isyan etti. Demokrasi ekmek talip etti. Yapmasa mıydı diye sordu. “Evet, ayaklanmalar ertesinde başa gelen yine halk değil. Ama halk
ayaklandığında bir şeylerin değişebileceğini gördü”
dedi.
Gelen bir başka soruda, Tunus’ta durumun Sami’nin
anlattığı gibi olabileceği, fakat örneğin Libya’da Kaddafi rejimini devirenin emperyalistler olduğunun
açık olduğu; Suriye’de de benzer bir durumun yaşanabileceği itirazı geldi. Bu itiraza karşı, Sami Kaddafi
rejiminin de; Beşar Esad rejiminin de faşist ve emper-
65
yaşam temellerini koruma mücadelesi
FUKUSHIMA UYARISI
ÜZERİNDEN 1 YIL GEÇTİ
J
66
aponya 11 Mart depremi insanlık tarihinde çok
önemli bir olaydır. Bugün olayla ilgili olarak Japonya ve bir dizi ülkede anma törenleri yapıldı. Dikkatler esas olarak depremin açtığı hasar, yıkım ve yaralar üzerine yoğunlaştı. Elbette Almanya ve bir dizi
ülkede dikkatler cılız da olsa Atom tehlikesi üzerine
de çekildi. Mersin’de güçlü olmasa da 11.03.2012 deki
anti-Atom yürüyüşünü selamlarken, büyük insanlığın yine bu önemli sorunu umursamaz halde kendi
derdinde olduğunun da bilincindeyiz.
11 Mart 2011’de Japonya’da yaşanan 9 şiddetindeki
depremin yol açtığı zararın sonuçları ve andaki durum:
•
Bu felaket, 23 bin insanın ölümü ve kaybına
sebep olmuştur,
•
23 metre yüksekliğe ulaşan dalgaların yarattığı Tsunami hatırı sayılır yıkıma neden olmuş,
•
Emperyalist Japonya’da 1 milyon üzerinde
insan evsiz barksız kalmış,
•
Fukushima ve çevresindeki Atom Santrallerinin yarattığı hasar, yaydığı radyasyon ateş üzerine
dökülen benzinin çok daha fazlası tehditler yaratmış,
yaratmaya devam etmektedir.
•
Burjuva rakamlarına göre maddi zararın
miktarı sırf Atom Santrallerinin açtığı felaket ile 220
milyar Euro‘yu bulmuştur, (bu para bugünkü hesaplara göre 10 bin işsizin 5 yıl boyu 700 TL aylık maaşla
çalıştırılması anlamına gelir.)
•
Felaket sırasında Fukushima bölgesinde yapılması gereken bölgeyi tahliye işi 2 milyon insan yerine 70 bin kişiyle sınırlı kalmıştır.
•
Özellikle Fukushima felaketi sırasında ve
sonrasında gösterilen tepkiler, tam bir cehalet unsurudur. Felaket anında ve sonrasında gösterilen panik
ve örgütsüzlük yapılan hesapların yanlışlığında ve
doğanın gücünün ciddiye alınmamasından kaynaklanmıştır,
•
Felaketten birkaç gün sonra, felaketin boyutlarını anlayanlar, ülkeyi terk edip başka ülkelere
gitmenin yollarını aramıştır.
•
Bilim insanları anda devam eden atom tehdidinin daha 40 yıl güncel kalacağı (Prof. Yamana
Hajimu’nu ifadesi) tespitini yapmakta, reaktörlerin
tehdidi henüz kontrol altına alınamadığı da bir yıl
Emperyalist bir ülke olan Japonya’da, doğa felaketi
gerçek bir felakete dönüşmüştür. Böyle bir felaketin
geri bıraktırılmış bir ülkedeki sonuçlarını düşünmek
bile korkunç derecede ürkütücüdür.
Emperyalist bir ülke olan
Japonya’da, doğa felaketi gerçek
bir felakete dönüşmüştür. Böyle
bir felaketin geri bıraktırılmış
bir ülkedeki sonuçlarını
düşünmek bile korkunç derecede
ürkütücüdür.
Biz dedik ve demeye devam ediyoruz: ATOM Öldürür.
Bilinen bir gerçeğe bir vurgu daha yapıyoruz!
Atomdan enerji sağlama en tehlikeli ve en pahalı
enerji sağlama yöntemidir.
Bugün ülkemizde, Japonya’daki tehdidin 1. yılında cılız da olsa çıkan sese rağmen, hala bu sorunun
ciddiyetini kavramayan kanun yapıcıların, cahillik ve
çıkar hesaplarının diyetini gelecek nesillerin ödeyeceği doğru dürüst kavranmış değildir.
Ülkemiz hakim sınıfları ve onların siyasi temsilcilerinin bu yönlü aldıkları ve uygulayacakları her karar yalnız atom tüccarlarının kesesini doldurmakla
kalmayacak, ülkelerimiz açısından asırlar boyu sürecek olan tehdidin de temelini atacak ve atmaktadır.
Bugün atoma karşı olmak yalnız çevrecilerin sorunu değil, işçi sınıfı ve tüm emekçi halkın en önemli
sorunlarından biri olmaya devam ediyor ve edecektir. Sorunu işçi sınıfının ve emekçilerin diğer sorunlarının arka planına iten anlayışlar yanlış bilinç taşımaktadır!
Atoma karşı mücadelesine işçi sınıfı ve onun ideolojisi önderlik etmediği sürece, bu mücadele burjuvazinin etkisinden asla kurtulamaz. Gerçek kurtuluşun
rayına oturamaz.
Doğa felaketleri gerçek felaketlere dönüşmeden önü
alınabilir!
Ülkelerimizde yeterli yenilenebilir enerji kaynağı
mevcuttur!
Çernobil uyardı, Fukushima haykırdı! Daha ötesine varmadan Atomdan vazgeçmek zorunluluktur!
Atom öldürür, doğa güldürür!
11 Mart 2012 
yaşam temellerini koruma mücadelesi
sonraki bir gerçektir.
•
İşinden, evinden-barkından olanların, zarar
tazminatı için Atom Şirketi Tepco’ya verdikleri dilekçelerin sayısı 35 bine ulaşmıştır. Her gün Tepco’nun
merkezi Koriyamo’ya verilen dilekçe sayısı fazlalaşmaktadır.
•
Bugün bölgedeki içme suyunda ve çevrede
yetişen her şeyde radyasyon değerleri normalin çok
üstündedir.
•
İyod tabletlerinin dağıtılmaması sonucu
insanlarda yaygınlaşan gırtlak kanseri ve Lösemi
(kankanseri) korkusuyla yerli içecek ve yiyecekten
uzak durulmaktadır.
•
Bugüne kadar kimse çevreye ve denize ne kadar radyasyon sızdığı konusunda bilgi sahibi değildir.
İleri sürülen teoriler içinde birine göre, felaket sonucu serbest kalan radyoaktif miktarının Çernobil’de
serbest kalandan çok fazla miktarda olduğudur.
•
Reaktörlerin andaki durumu hakkında gerçek bilgiler hala saklanmaktadır.
•
Bugüne kadar yapılmış olan felaket planlarının hepsi teoride kalmış, pratikte hiçbir değer ifade
etmedikleri Fukushima gerçeğiyle bir kez daha su yüzüne çıkmıştır.
•
Gelinen yerde Tepco tazminat ödemekten
kurtulmak için her türlü dalavereye başvurmaktadır.
Tazminatı hak edenlere tazminatın devlet kasasından
vergiler ile ödenme hesapları yaparken, kendini temize çıkarma cambazlıkları içinde bürokratları satın
alma peşindedir.
•
Azami kar hırsı Çernobil’den yeterince ders
çıkarılmadığını bir kez daha ispatlamıştır.
•
1 yıl sonra bugün Japonya’daki 54 Atom reaktöründen sadece 2 tanesinin faal olması yanıltıcı
olmamalı, çünkü atom lobisi yine hareke geçmiş durumdadır.
•
Birçok ülkede gerileyen atom lobisi yeniden
başını kaldırmış saldırı anını bekleme durumunda
uzun vadeli hesaplar yapmaktadır.
•
Bir dizi burjuva devlet, başta Almanya, güneş
enerjisi için verilen mali devlet desteğini geri çekerken, enerji ihtiyacını atoma bağımlı kılmanın yatırımlarının planları içindedir.
67
O, Bolşevik Mücadelede Yaşıyor!
Bolşevizm Yenecektir!
Download