sosyal antropoloji - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ANTROPOLOJİ (SOSYAL ANTROPOLOJİ)
ANABİLİM DALI
AFRO-TÜRKLERDE KİMLİK: TEMSİLİYET, GELENEK VE KOLEKTİF
BELLEK
Yüksek Lisans Tezi
Müge AKPINAR
ANKARA - 2016
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ANTROPOLOJİ (SOSYAL ANTROPOLOJİ)
ANABİLİM DALI
AFRO-TÜRKLERDE KİMLİK: TEMSİLİYET, GELENEK VE KOLEKTİF
BELLEK
Yüksek Lisans Tezi
Müge AKPINAR
Tez Danışmanı:
Doç. Dr. Meryem BULUT
ANKARA - 2016
ÖNSÖZ
Bu çalışmada, bana göre bir görünmez kılınma hikâyesi olan Afro-Türklerin
kimliklenme sürecini dilim ve kalemim döndüğünce anla(t)maya çalıştım. Bu
anlatım çabasını olabildiğince Afro-Türklere dâhil olarak ve aynı zamanda içeriden
bakışla dışarıdan bakışı dengeleyerek idame ettirmeye gayret ettim. Sosyal
antropolojide ya da daha genel bir ifadeyle sosyal bilimlerde mutlak bir nesnelleğin
var olamayacağı; diğer yandan, öznelliğin özeleştiriye kapalı olduğu sürece bizi
çekip alacağı bataklık sularına dalmadan bir bakışın mümkün olduğu inancıyla bu
çalışmayı yürüttüm. Dilerim ki bu inancımla olabildiğimce tutarlı bir yol
izlemişimdir. Bu tezin oluşumuna beni sürükleyen yaşanmışlıklar, yolculuklar, hiç
bitmeyecek gibi görünüp zaman zaman durulan savrulmuşluklar sonucunda
pozitivizm eleştirisi aracılığıyla sosyal antropolojiyle yollarımızın kesiştiği gün için
çok mutluyum. O günün değerini bu satırları yazarken daha iyi kavrıyorum ve
yöntemsel
olarak
saplandığım
çıkmazlardan
yalpalayarak
geri
dönerken
etnografyanın sunduğu zengin anlatım dilinin keyfine bir kez daha varıyorum.
Kimliklenme sürecinin parçalı, süreçsel ve devingen yapısına gözlerimi açtığı
için Afro-Türklere ve Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’ne
ayrıca teşekkürü borç bilirim. Afro-Türkleri antropolojik bir nesne olarak
konumlandırmanın çok ötesinde, onlarla 1 yıl süreyle misafir olarak yaşayarak
hayatlarına elimden geldiğince ve onlar beni kabul ettiğince dâhil olmamı sağlayan,
alana girmemde ve kabul görmemde her zaman yardımcı olan Şakir Doğuluer ile
onunla tanışmama doğrudan vesile olan ve araştırma süresince hiçbir zaman
sorularımı geri çevirmeyen Mustafa Olpak’a derinden bir şükran borçluyum. Yine,
yorumları ve cesaretlendirmesiyle beni araştırmanın her basamağında teşvik eden ve
i
sorularımı her zaman sabır ve merakla cevaplayan danışman hocam Doç Dr. Meryem
Bulut’a da en içten teşekkürlerimi sunmak istiyorum.
Alanda bana kapısını, sofrasını ve gönlünü açan ve benim yaşam hikâyemi de
dinlemeyi ihmal etmeyerek bu tez sayfalarına aktarabildiğimden çok daha fazlasını
bu çalışma kapsamında benimle paylaşan Yeniçiftlik, Hasköy ve Çırpı’da ikamet
edenler başta olmak üzere Tulum, Naime, Torbalı’da ve İzmir merkezde yaşayan,
tanışma fırsatı bulduğum insanlara ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ümit ederim ki
onların hikâyesini satırlarla buluşturarak teşekkürümü bu cümlenin ötesinde daha
kapsamlı bir anlatımla ifade edebilmişimdir.
Hikâyelerimizin alanda giderek birbirine karıştığı, anlatan-dinleyen ya da
soru soran-soru sorulan rollerinin zaman zaman iç içe geçtiği ve birlikte yaşamanın
deneyimlerini paylaştığım bu insanların hikâyesini tam anlamıyla aktarabilmek,
sanırım yapabileceğim en güzel teşekkür etme biçimi olurdu. Ve sanıyorum ki
hikâye anlatıcılığı olmaksızın etnografik bir çalışma da yürütülemezdi. Etnografik
metinlerde, hikâyelerin kendi öznelerinin yaşamlarına dâhil olarak farklı yerlerin,
farklı deneyimlerin ve farklı zihinlerin içine girmek, belki de Eriksen ve Nielsen’in
dediği gibi (2010a: 20) sosyal antropolojinin, sosyal felsefe ve seyahatname arasında
bir yerde konumlanmasından ileri geliyordu. Bu konumlanmanın yeni yorumlama
yolculuklarına kapı aralaması umuduyla.
ii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ......................................................................................................................... i
İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... iii
1. GİRİŞ ...................................................................................................................... 1
1.1. Göç Hikâyeleri................................................................................................... 1
1.2. Araştırmanın Sorunsalı ve Kapsamı .................................................................. 5
1.3. Araştırmanın Yöntemi ....................................................................................... 6
1.3.1. Katılımlı Gözlem .................................................................................... 6
1.3.2. Araştırma Süresi ..................................................................................... 9
1.3.3. Araştırmanın Yeri ................................................................................. 11
1.3.4. Alana Dâhil Edilme ve Dışlanma ......................................................... 20
1.3.5. Güven Sorununu Aşmak?..................................................................... 23
1.3.6. Yöntemsel Sınırlılıklar ......................................................................... 25
2. KİMLİK: KAVRAMSAL VE KURAMSAL TARTIŞMALAR ..................... 27
2.1. Kimliğe Farklı Yaklaşımlar ............................................................................. 27
2.1.1. Sosyal Kimlik Kuramı ve Topluluğun İnşası ....................................... 30
2.1.2. Öteki, Benlik ve Kimlik ....................................................................... 33
2.2. Etnisite ve Kimlik. .......................................................................................... 38
2.2.1. Etnisite ve Irk ....................................................................................... 40
2.2.2. Etnisite ve Ulus .................................................................................... 43
2.2.3. Etnik Gruplar ve Sınırları ..................................................................... 45
3. AFRO-TÜRK KİMDİR?: TEMSİLİYET VE TARİHSEL TEMELLER ..... 51
3.1.“Siyah” Olmak: Ayrımcılık ve Temsiliyet ....................................................... 51
3.1.1. Siyah Temsiller .................................................................................... 54
3.1.2.Afrika Diasporası .................................................................................. 62
3.1.3. Türkiye’de “Siyah” Olmak ve Afrika Diasporası ................................ 67
3.2. Tarihsel Arka Plan ve Kölelik Kurumu ........................................................... 69
3.2.1. İslam’da Kölelik Kurumu..................................................................... 69
3.2.2. Osmanlı’da Kölelik Kurumu ................................................................ 75
3.2.3. Osmanlı’da Köleliğin Kaldırılması ...................................................... 80
3.2.4. Türkiye Cumhuriyeti’nde Köleliğin Uzantıları .................................... 84
iii
4. TOPLULUĞUN GENEL GÖRÜNÜMÜ VE GELENEKLER ....................... 88
4.1. “Saha”ya Adım Atmak .................................................................................... 88
4.2. Gündelik Hayat Pratikleri ................................................................................ 93
4.3.Yok Olan Geleneklerden Bir Derleme: Dana Bayramı ve Godya Kurumu ..... 99
4.4.Yaşayan Geleneklerin İzinde .......................................................................... 105
4.5. Kimlik Gündelik Hayatın Neresinde?: “Saha”ya Kulak Vermek ................. 115
5. KİMLİĞE İÇERİDEN BAKMAK ................................................................... 118
5.1. Ten Renginin Tezahürleri .............................................................................. 118
5.2. Arap Olmak ................................................................................................... 126
5.3. Afro-Türk Olmak........................................................................................... 129
5.4. Türk ve Müslüman Olmak............................................................................. 133
6. KİMLİK VE KOLEKTİF BELLEK................................................................ 146
6.1. Hatırlama ve Unutma Arasında Geleneklerin Dönüşümü ............................. 148
6.2. Resmi Tarih Yazımı, Temsiliyet ve Kimlik İnşası ........................................ 155
6.3. Dernek ve Topluluk ....................................................................................... 160
6.3.1. Geleneklerin Canlandırılması ve Kimliğin Yeniden İnşası ................ 161
6.3.2. Diasporik Etkileşim ............................................................................ 166
6.3.3. Küreselleşme ve Kimliklenme ........................................................... 171
7. SONUÇ ................................................................................................................ 174
EKLER. ................................................................................................................... 184
ÖZ ............................................................................................................................ 202
ABSTRACT ............................................................................................................ 203
KAYNAKÇA .......................................................................................................... 204
iv
1. GİRİŞ
1.1. Göç Hikâyeleri
Bu araştırmada yola çıkarken aklımda birçok soru vardı. Kafamdaki sorular
elbette yaşadığım ülkenin içinde bulunduğu koşullardan ve koşulların doğrudan
etkisini hissettiğim göç olgusundan bağımsız değildi. Göç hikâyelerinin ardından
gitmek istememde, 2014-15 güz döneminde Ankara Üniversitesi DTCF Sosyal
Antropoloji bölümünde seminer ve göç çalışmaları dersini alıyor olmamla birlikte
uluslararası göçün Suriyeli mülteciler özelinde Türkiye’de yoğun hissedildiği bir
dönemi deneyimliyor olmamızın doğrudan etkisi oldu. Bu dönemselliğin izinden
giderek göçmenlerin gündelik yaşam pratikleri üzerine okumalar yapmaya başladım.
Önceleri göçmenlerin potansiyel suçlu olarak damgalanması üzerine yaptığım
okumaların odağı, göçmenlerin kişisel deneyimlerine kaymaya başlayınca; göçe ve
göçmenliğe, gündelik pratiklerle iç içe olduğunu düşündüğüm kimlik üzerinden
bakmaya başladım. Bunda Chambers’in Göç, Kültür, Kimlik (2005) kitabının da
büyük etkisi oldu.
Ülkelerindeki savaştan kaçıp gelen Suriyelilerin her gün yaşadığı drama
Ankara ve İzmir’de kıyısından köşesinden de olsa, bazen sokakta hayatlarının yanı
başından geçip giderken dâhil oluyordum; bazen de medyadaki nefret söylemiyle
bezenmiş haberlerde göç sürecinin ve göçmenlik hallerinin ne kadar zor olabileceğini
kavramaya çalışıyordum. Ankara’da devam eden sosyal antropoloji yüksek lisans
programım ve atanmam dolayısıyla İzmir’de devam etmek durumunda olduğum işim
nedeniyle Ankara-İzmir arası gidip gelirken göç hikâyeleri de kafamda tekrar
şekilleniyordu. Göç olgusunun en açık vücut bulmuş hali, Ankara’da sokakta
dilenmek durumunda kalan mülteciler ile İzmir’den Yunanistan’a oradan da
1
Avrupa’ya gitmek isterken Ege Denizi’nde botlarda yakalanan ya da botların
bat(ırıl)ması sonucu hayatını yitiren mülteciler olarak cisimleşiyordu. Acıyla karışık
bir boş vermişlik halinin hâkim olduğu günlerden geçtiğimi hissediyordum. Bir
hikâyeden diğerine savrulduğumu hissediyordum.
Beni göç hikâyelerine getiren şiddetti. Şiddetin nasıl çalışılabileceğini
düşünürken, gündelik yaşam pratiklerinde en çıplak halinde mültecilerin maruz
kaldığı sembolik, belki de politik, fiziksel ve sözel şiddetin hepsini bir arada görme
fırsatım oluyordu. Tuhaftır ki bu görme fırsatı, beni yine göç olgusu üzerinden,
mülteci olmayan ve fakat başka tür bir zorunlu göçün farklı tarihsel izlerini üzerinde
taşıyan bir gruba yöneltti. Belki de göçün, sokakta dilenmeye mecbur bırakılan
mültecilerle somutlaşan hallerinin aksine, en görünmez kılınmış hallerine doğru
yavaşça yol almaya başlıyordum.
Bu çalışma kafamda şekillenmeye başladığında Ankara’dan İzmir’e gelip
yerleşeli henüz birkaç ay olmuştu ve bir internet forumu üzerinden İzmir’de
yaşayanların Suriyeli mültecilere karşı tavrını anlamaya çalışıyordum. Kimlik ve
göçmenlik halleri üzerinden okumaya devam ederken bir yandan da hangi grup
özelinde göç ve şiddet konusunu detaylandırabileceğimi düşünmeye başlamıştım.
Şiddetle yola çıkan zihnim, göçmenlerin maruz kaldığı şiddet ve mülteciler özelinden
başka bir gruba odak noktasını kaydırmıştı. Bu odak noktasının kayışının, İzmir’e
yerleşmemle yakından bağlantısı vardı, zira tez boyunca Afro-Türkler olarak
bahsedilecek topluluk, Türkiye’de en yoğun olarak İzmir’de, sonrasında ise Aydın,
Muğla ve Antalya illerinde ikamet ediyordu.
Bu topluluk hakkında internette ulaştığım yorumları okumamla kendimi
konuyla ilgili gazete sayfalarında bulmam bir olmuştu. Gazete sayfalarını ve internet
2
forumlarını araştırmaya devam ederken ve İzmir’de göçmen mahallelerinin yerini
öğrenmeye çalışırken, lisans yıllarımdayken TRT’de izlediğim bir belgesel silik bir
şekilde hafızamda canlandı. Bu belgeselin Ege bölgesinde bir şehirde çekildiğini ve
1800’lü yıllarda Osmanlı Devleti’ne köle olarak getirilip azat edilen ve tütünde tarım
işçisi olarak çalıştırılan Afrikalı göçmenler üzerine olduğunu hatırlıyordum. Bu
hatırlayış, bende merak uyandıran bir araştırma sürecini tetikledi. TRT’de izlediğim
“Arap Kızı Camdan Bakıyor”1 isimli belgeseli internet taraması sonunda buldum ve
aradan geçen yıllardan sonra tekrar izledim. Bu belgeselle birlikte başka bir
belgeselin daha çekildiğini öğrendim. “Siyahım, Afrikalıyım, Türküm” başlığına
sahip bu belgeseli2 izlemem kafamda Afro-Türkler ve kimlik meselesiyle ilgili ilk
soruları doğurdu.
Literatür taraması, bana bu grupla ilgili olarak Tarih Vakfı tarafından 20072008 yılları arasında 11 aylık süreyle İzmir, Aydın ve Muğla illerinde kentsel ve
kırsal bölgelerde 100 kişiyle yapılan sözlü tarih projesi3 dışında çok sayıda kapsamlı
bir çalışmanın yapılmadığını gösterdi. Türkiye’deki ve yurt dışındaki kaynaklara
baktığımda ise az sayıda tarihsel ve folklorik özellikte makale ve gazete yazılarına
denk geliyordum. Bu anlamda literatüre çok önemli bir katkıda bulunmak gibi büyük
bir iddia taşımasam da, Türkiye’de yüzyıllardır var olan bir topluluk hakkında daha
önce çok fazla çalışma yapılmadığının farkına varmış oluyordum. Bir konunun daha
önce detaylıca çalışılmamış olması, araştırmacıda merak ve heyecan uyandırması
bakımından bir avantaj olarak ele alınabilir; ancak, daha önce detaylı çalışılmamış
1
<http://vimeo.com/21088982> [“Arap Kızı Camdan Bakıyor/Baa Baa Black Girl” Belgeseli, 2006
(TRT)] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
2
<http://vimeo.com/15929995> [“Siyahım Afrikalıyım Türküm” Belgeseli, 2010 (TRT)]
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
3
Tarih Vakfı, (2008). Sessiz Bir Geçmişten Sesler: Afrika Kökenli ‘Türk’ Olmanın Dünü ve Bugünü.
İstanbul: Tarih Vakfı.
3
bir topluluğu araştırmak, araştırma süresince karşılaşılan çıkmazlarda ne yapılması
gerektiğini bilememek ve grubun temel dinamikleri hakkında fikir sahibi olmamak
gibi zorlukları da barındırmaktadır.
Karar kıldığım konu ve topluluk üzerinde daha detaylı bir araştırma yapınca
bu çalışmanın sahip olabileceği dezavantajları göze almaya karar verdim. Toplulukla
ilk olarak temas kurmanın yollarını araştırmaya başladım. Öncelikle 2006 yılında
kurulan Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nin4 İzmir merkezli
olduğunu öğrendim. Afro-Türklerin İzmir’de dağınık yerleşim birimlerinde
yaşamalarına rağmen, Bayındır ve Tire ilçelerine bağlı Hasköy ve Yeniçiftlik
köylerinde çoğunlukla bir arada ikamet ettiklerini öğrendim. Afrikalılar Kültür,
Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nin başkanı olan aktivist ve yazar Mustafa
Olpak’ın kendisiyle yapılan bir röportajda “biz varız, bizleri fark etmeniz için
çabalıyoruz” demesini5 ve internette ulaştığım, konuyla ilgili haber ve belgeselleri6
araştırmaya başlamak için önemli bir etken olarak değerlendirdim.
Osmanlı Devleti’ne Afrika’nın çeşitli ülkelerinden getirilerek İzmir, Aydın,
Muğla ve civarı illere yerleştirilen Afrikalı kölelerin, günümüz Türkiye’sine uzanan
4
Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Resmi İnternet Sayfası:
<http://www.afroturc.org> [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Resmi Facebook Sayfası:
<https://www.facebook.com/pages/AFROT%C3%9CRKLERAFROTURKISH/1317659501
91183> [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
5
<http://www.yurtsuz.net/News.aspx?newsid=1110#.VE-c-PmUcUw> [“Biz Varız, Bizleri Fark
Etmeniz İçin Çabalıyoruz.” (12.05.2012 tarihinde Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve
Yardımlaşma Derneği başkanı Mustafa Olpak ile Röportaj] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
6
<http://www.radikal.com.tr/yasam/afro_turklerin_tarihi-896230>[Afro-TürklerinTarihi,
Salman Aktaş, U., 2008] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/07/10/54593.asp> [“Türkiye'nin Siyahileri”, 1998] [Erişim
Tarihi: 28.10.2014]
<http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/9880/Siyah-beyaz_hik_yeler....htmlc>[“Siyahbeyaz Hikayeler...” , 2008] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://vimeo.com/15929995> [“Siyahım Afrikalıyım Türküm” Belgeseli, 2010 (TRT)] [Erişim
Tarihi: 28.10.2014]
<http://vimeo.com/21088982> [“Arap Kızı Camdan Bakıyor/Baa Baa Black Girl” Belgeseli, 2006
(TRT)] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
4
yolculuklarının izini, kimlik, temsiliyet ve gelenek üzerinden sürmeye karar verdim.
Bu sayede kimlik ve göç ilişkisinin kuruluşunun hikâyelerinden birini ve de köleliğin
sosyal ve hukuksal değişiminin tarihsel ve bireysel izdüşümlerini antropoloji içinden
görmeye çalıştım.
1.2. Araştırmanın Sorunsalı ve Kapsamı
Kimlik konusunu irdeledikçe ve bu konu özelinde ilk olarak alana gitme
tecrübemle birlikte araştırmamın sorunsalı, Afro-Türklerin kendi kimliklerini nasıl
anlamlandırdıkları olarak belirginleşti. Araştırma sorunsalı, Afro-Türklerin kendi
kimliklerini nasıl var ettikleri, kimlik sorunsalını nasıl şekillendirdikleri ve günlük
hayat deneyimlerinde kimlik konusunu nereye konumlandırdıkları şeklinde alt
sorularla netlik kazandı. Ten rengi ayrımcılığı, kimlik sorunsalında belirleyici bir
unsur olarak sahadayken hep aklımdaydı. Bunun dışında evlilik, din, eğitim gibi
kurumlarla ilişkileri bağlamında Afro-Türklerle yaşayarak onların kimlik sorununu
nasıl ele aldıklarını ya da böyle bir soruna sahip olup olmadıklarını gözlemleme
fırsatı yakaladım.
Sosyal antropoloji literatüründe ve yoğun bir şekilde sosyal psikoloji,
sosyoloji ve siyaset bilimi literatürlerinde göreceğimiz üzere, kimlik çok kapsamlı ve
çok boyutlu bir alan teşkil etmektedir. Kimliğin sosyal bir inşa olduğu, bugün tüm
sosyal bilim literatürü tarafından kabul görmektedir. Bununla birlikte bu sosyal inşa
sürecine, diasporada var olmanın ve geleneklerin yeniden inşasının ne derece ve ne
şekilde dâhil olacağı başlı başına birer soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu soruları
ele alırken geniş bir literatür alanındaki kaynakları, araştırma sorunsalım odaklı
elemeye giderek Afrikalı kimliğinin ne ifade ettiği üzerine yoğunlaştım. Kimlikle
ilgili teorileri antropolojik bir süzgeçten geçirerek ele almaya karar verdim.
5
Kimlik sorunsalını, kavramsal boyutları ve alt başlıkları ile teorik detaylarla
ayrı bir bölüm olarak ele alırken aynı zamanda kimliği oluşturan öznelerle etkileşime
geçerek yani kimliğe dışarıdan ve üstenci bir tavırla bakmadan bir şeyler söylemeyi
tercih ettim. Büyük kuramsal anlatıların ve alanla örtüşmeyen kavramsal çerçevelerin
izinden gitmek yerine, kafamdaki kavramsal soruların izini sahada sürerken saha
deneyimlerinin kavramları ve çalışmanın seyrini şekillendirmesine fırsat tanıdım.
Çalışmam boyunca Afro-Türklerin gündelik yaşantılarına olabildiğince dâhil olarak
hem de Afro-Türk kimliğinin inşa edilmesinde belirleyici rol oynadığını
düşündüğüm Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği ile yakından
temas kurarak kimliği irdeledim. Bu sayede, hem çalıştığım konunun öznelerinin
varlığını, kimlik inşa sürecinde hiçe saymadım; hem de kimlik inşasının katalizörü
olarak adlandırabileceğimiz derneğin topluluğu etkileme potansiyelini göz ardı
etmedim.
1.3. Araştırmanın Yöntemi
1.3.1. Katılımlı Gözlem
Bir yıl süreyle etnografik çalışma yürüttüğüm alana misafir olarak haftalık
ziyaretlerle dâhil olup araştırmamı sürdürdüm. Alana gitmeden önce yaptığım
internet araştırması sonucunda Afro-Türklerin en yoğun yaşadığı yerlerin İzmir’in
sırasıyla Tire ve Bayındır ilçelerine bağlı olan Yeniçiftlik ve Hasköy köylerinin
olduğu bilgisine ulaştım. Fakat bu bilgiyi teyit etmem gerekiyordu. Alana gitmeden
önce kafamdaki plan, bu iki köyün muhtarıyla doğrudan görüşmekti. Ancak
danışman hocamın uyarısıyla köylere doğrudan gidip muhtarlarla görüşmektense
Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği aracılığıyla köylerle temas
kurmaya yöneldim. Bu uyarı sonucunda aldığım kararın doğru olduğunu, sonrasında
6
alan deneyimlerimde bizzat yaşadım ve derneğe danışmadan köylere giden
araştırmacı ve gazetecilerin yaşadığı sıkıntılara tanık oldum. Dernek aracılığıyla
alana gitmek, hem etik hem pratik anlamda önem teşkil ediyordu. Bunu, derneğe ilk
kez gittiğim 11 Şubat 2015 tarihinde dernek başkanı Mustafa Olpak ile yaptığım
görüşme sonucunda anladım.
Alana gitmeden önce dernekle iletişime geçmenin etik açıdan önemine
değinecek olursam; daha önceleri derneğe sormadan köylere giden ve asılsız ya da
manipüle edici haberler yapan gazeteciler ile araştırma yapmaya giden ancak
araştırmanın amacından derneğe bahsetmeyenler ya da araştırma sonucunda ortaya
çıkan yazıyı dernekle paylaşacağını söylediği halde dernekle paylaşmayanlar sorun
oluşturmaktaydı. Bu durum, iki boyutlu etik bir soruna işaret ediyordu. Birincisi,
araştırma sonuçlarının alana dâhil olma sürecinde araştırmacıya yardımcı olan dernek
ya da kişilere sunulmaması, çalışmanın yapılış amacıyla çelişiyordu. Bu aynı
zamanda araştırma sonuçlarının çarpıtılıp çarpıtılmadığı endişesini de beraberinde
getiriyor ve şeffaf olmayan bir durum yaratıyordu. İkincisi, köylülerle yapılan
görüşmelerde alınan yanıtların gazeteciler, araştırmacılar ya da röportaj için gelenler
tarafından çarpıtılması, zaten oldukça az bilinen bu topluluğu daha da marjinalize
etme ve söylenenleri yanlış aktarma riskini taşıyordu. Bu durumlardan birine
internette izlediğim bir videoda7 doğrudan tanıklık etmiştim. Hasköy’de yaşayan
Afro-Türk bir gencin fırında çalışmasıyla dalga geçen televizyon sunucusu, kendince
çok komik bir şekilde fırında çalışarak temas ettiği beyaz un dolayısıyla Afrikalı
gencin neden hiç “beyazlaşmadığını” sorabiliyordu. Ya da sonradan alanda çok
7
<https://www.youtube.com/watch?v=-zWHhJeJaYg> [“İzmir'de Bir Zenci Mahallesi” İnternet
Video Yayın Tarihi: 2012 (MyRealHitTV); Televizyon Yayın Tarihi: 2008 (Show TV)]
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
7
duyduğum üzere, köylere giden gazeteci ya da araştırmacılar insanları zor durumda
bırakarak ve kendilerinden izin almadan sorular sorabiliyordu.
Dernekle iletişim kurmamın pratik önemine değinmek gerekirse, öncelikle
araştırmanın öznesi olan Afro-Türkler hakkında en net ve güncel bilgiyi alabileceğim
yerin burası olduğu kanısına varmıştım. Bu kanıya ulaşmak için ön araştırma yapmış,
Afro-Türkler hakkında medyada ve akademik literatürdeki mevcut yazıları, haberleri
ve makaleleri incelemiştim. Diğer yandan, köylülerin araştırma projelerine nasıl
baktıkları konusunda beni dernekten daha fazla bilgilendirecek başka bir kuruluşun
olmayacağına kanaat getirmiştim. Dernek başkanı Mustafa Olpak ile 11 Şubat 2015
tarihinde İzmir Kemeraltı’ndaki Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma
Derneği’nde yaptığımız yaklaşık 2,5 saatlik görüşme sonucunda dernek aracılığıyla
alana gitmenin doğru olduğu konusunda emin olmuştum. Bu konuşma sırasında
Mustafa Olpak’ın tutumu bana güven vermişti ve derneğin kuruluş süreci ile
hâlihazırda yürütülen faaliyetleri tüm içtenliğiyle anlatması beni mutlu etmişti. Ben
de ona yapmak istediğim çalışmanın amacını ve yöntemini anlatma fırsatını bulmuş
ve araştırmamın sonuçlarını tezim bittiğinde mutlak suretle derneğe teslim
edeceğime söz vermiştim.
Mustafa Olpak, ilk görüşmemizi takip eden hafta içinde, bir proje için dernek
olarak Hasköy’ü ziyaret edeceklerini ve onlara katılmamda bir sakınca olmadığını
söyledi. Bu ziyarete, çalışmam boyunca alanla ilgili bana bilgi veren ve 1 yıl süreyle
misafir olarak onlarla yaşayarak Afro-Türklerin hayatına dâhil olmamı sağlayan
Şakir Doğuluer de eşlik etmişti. Köye ilk ziyaretimiz 17 Şubat 2015 tarihinde
8
gerçekleşti. Mustafa Olpak, Şakir Doğuluer ve ben birlikte Hasköy’e S. teyzelerin8
evine konuk olduk. O gün Mustafa Olpak ve Şakir Doğuluer ile evlerine konuk
olmam, ev halkında olumlu bir intiba bırakmıştı. Köyde geçirdiğim ilk hafta sonu
olan 21 Şubat 2015 Cumartesi günü Şakir Doğuluer ile birlikte aynı eve gittiğimizde
aynı misafirperverlikle ve içtenlikle beni karşılamışlardı.
1.3.2. Araştırma Süresi
21 Şubat 2015 Cumartesi günü S. teyzelerde kalmamla başlayan, Cumartesi
sabahtan gidip Pazar gecesi İzmir’e geri dönerek tamamladığım misafir olma
sürecim, farklı sıklıklarla ve farklı kalma süreleriyle 21 Şubat 2015’ten 21 Şubat
2016’ya kadar devam etti. Araştırmamın ilk 7 ayında çok büyük bir aksilik çıkmadığı
sürece ve gittiğim aileler kabul ettiği sürece her hafta sonu köylerde müsait olan
ailelerde dönüşümlü olarak kaldım. Kalmam için müsait olmayan günlerde ise
günübirlik giderek katılımlı gözlem yapmaya devam ettim. 2015 yazında
kullandığım yıllık iznimi Temmuz ayına denk gelen Ramazan Bayramı ile birleştirip
20 gün boyunca kesintisiz olarak köylerde kalmayı planlıyordum. Aynı şekilde Eylül
ayına denk gelen Kurban Bayramı’nda da kesintisiz olarak belli bir süre köylerden
birinde kalmayı planlıyordum. Dini ay ve bayramların incelediğim topluluk
tarafından nasıl deneyimlendiğini görmek açısından da bu zamanlamayı önemli
buluyordum. Ancak köylerde kesintisiz kalma planımda sorunların çıkmasıyla farklı
bir strateji izlemek durumunda kaldım.
2015 Temmuz’una denk gelen Ramazan ayında kesintisiz olarak kalacağım
ailenin özel sorunlar yaşaması nedeniyle ve diğer müsait olan ailelerin de sağlık
8
Başharflerini kısaltarak kullandığım isimlerden sonra, alanda kişilere hitap ettiğim teyze, amca, abla
ve abi gibi kelimeleri de kullandım. Bu kelimeleri yazarken de kullanmayı tercih etmemde, hem saha
notlarımda teyze, amca, abla ve abi kelimelerini kullanmam hem de yazdığım metnin insanlarla
kurduğum iletişimden kopuk olmamasını istemem etkili olmuştur.
9
sorunları yaşaması nedeniyle kesintisiz 20 gün boyunca köylerde kalamadım. Yıllık
iznimi kullandığım Temmuz ayında 20 gün boyunca 3 farklı ailede misafir olarak ve
çoğunlukla günübirlik gidip gelerek olabildiğince kesintisiz bir şekilde alan
gözlemini yürütmeye çalıştım. Ramazan Bayramı ile sonlanan bu 20 gün sonrasında
ise her hafta köylere ağırlıklı olarak günübirlik gidip gelmeye başladım.
Kurban Bayramı döneminde kesintisiz bir süre köylerde kalamadım. Kurban
Bayramı geldiğinde hem alan tatminine yaklaştığımı hissettiğimden hem de
hayvanların kesildiği anlara tanıklık etmek istemediğim için, hayvan kesiminin
ekseriyetle yapıldığı bayramın birinci günü hariç köylere günübirlik gidip gelme
stratejisine başvurdum. Kurban Bayramı ertesinde ise alan tatminini hissetmemin
etkisiyle her hafta yerine her iki haftada bir köylere gidip gelerek araştırmamın
katılımlı gözlem kısmına 21 Şubat 2016’ya kadar devam ettim. Katılımlı gözlem
süresince ilk 7 ay her hafta sonu köylere gitmemi aksatan büyük bir sorun olmadı,
sadece birkaç kez hem kendimden kaynaklanan hem de misafir olduğum ailelerden
kaynaklanan özel nedenlerden ötürü köylere gidemedim. Çalışmanın geri kalan 5
ayında ise, yani köylere gidip gelerek geçirdiğim Kurban Bayramı’nın bitmesiyle
birlikte, her iki haftada bir köylere gidip gelmeye başladım.
Araştırmamın son 5 ayının 4’ü, 8 Kasım 2015 tarihi itibariyle derneğin
yürütmeye başladığı kadınları güçlendirme projesi ve çocuklara dans eğitimi ile
dönemsel olarak çakıştı. Bu sayede 8 Kasım 2015 tarihiyle birlikte her iki haftada bir
Pazar günleri günübirlik olarak dernek başkanı Mustafa Olpak, başkan yardımcısı
Şakir Doğuluer ve proje kapsamında yer alanlarla birlikte alana giderek köylerden
gelen kadın ve çocukların katılımıyla psikodrama gruplarını, maske yapımı
çalışmalarını ve dans çalışmalarını izleme fırsatım oldu. 2016’da derneğin
10
kuruluşunun 10. yılı dolayısıyla daha kapsamlı bir Dana Bayramı kutlaması
yapılması planlanıyordu. Maske ve dans eğitimi, bu kutlamada yer alacak maskeli
danslar için özellikle önemliydi. Ben de her 2 haftada bir pazar günü çalışmalara
gelen, 7 ay sonunda aşina olduğum insanlarla bu hazırlıkların bir parçası oluyordum.
Bir yıl boyunca yine müsait olduğum zamanlarda derneğe de giderek dernek ve
köylerle iletişimimi korudum. Derneğin başlattığı projenin bitiş tarihi 21 Şubat 2016
Pazar gününe denk geliyordu. Bu proje kapsamında düzenlenen kadın psikodrama
grubundaki psikologların, kadınlara Afrika maskelerini yaptıran uzmanın ve de
çocuklara 2016 Dana Bayramı için dans çalıştıran eğitmenin onlarla vedalaşması,
benim alanla vedalaşmamla aynı güne denk geliyordu.
1.3.3. Araştırmanın Yeri
Hasköy ve Yeniçiftlik köylerini çalışma alanım olarak belirlemiştim. Bu
kararımda etkili olan temel iki neden vardı. Birincisi, dernekle yaptığım görüşme ve
ön araştırma sonucunda bu iki köyde toplu halde yaşayan Afro-Türk sayısı fazlaydı.
Bu sayısal fazlalığın önemi, pozitivist metodoloji düsturuyla belli sayıda insanlara
ulaşma ve genellenebilir olma kaygısından çok, katılımlı gözlem yapabileceğim
toplu yerleşim yerleri bulma ve eski kuşak ile yeni kuşağın birlikte yaşamlarına
tanıklık edebilme kaygısını taşıyordu. İzmir, Afro-Türklerin en yoğun yaşadığı şehir
olduğu için ve dernek de bu şehirde yer aldığı için araştırmamı İzmir dışında bir
şehirde gerçekleştirmek gibi bir planım olmamıştı. Ancak araştırmamı İzmir’in şehir
bölgesindeki yerleşim yerlerinde mi yoksa kırsal alandaki yerleşim bölgelerinde mi
sürdürmem gerektiği konusunda soru işaretlerim vardı.
Bu soru işaretleri, 21 Şubat-28 Mart 2015 tarihlerinde Hasköy’de kaldığım ve
28 Mart tarihinde S. teyzenin oğlunun düğününe tanıklık ettiğim süreçte doğrudan
11
gözlemle aldığım yanıtlarla kaybolmuştu. Ayrıca Mustafa Olpak ve Şakir Doğuluer’e
sorarak, köylerdekine oranla İzmir şehir bölgesinde toplu halde yaşayan AfroTürklerin sayısının daha az ve dağılımının daha dağınık olduğunu öğrenmiştim.
Diğer yandan köle torunlarının hikâyelerine dâhil olmak istiyordum.
Durugönül’ün “aramızda yaşayan Afrikalı kölelerin torunları, diğer bir deyişle
Afrikalı Türklerin bugünleri” (2013: 1407) ifadesinde belirttiği üzere, onların
bugünlerinin hikâyelerinin peşinden gitmek istiyordum. Bu isteğim beni tarihsel
kaynakları incelemeye yöneltmişti. Köle ailelerinin şehirlerden ziyade kırsal
alanlarda görüldüğünü söyleyen Toledano, şehir içindeki evlerde hizmetçi olan
kölelerin azat edildikten sonra genelde hür birisiyle evlendirilerek diğer ailelere
karıştığını; kırsalda tarımsal arazilerde kölelerden oluşan ailelerin ise daha çok
olduğunu belirtiyordu (2007: 100). Dolayısıyla köle ailelerin torunlarını kırsalda
bulma ihtimalim daha fazlaydı. Kölelik ile bu derece ilgilenmem ise kimliği
sorunsallaştırmamda köleliğin ten rengi ayrımcılığıyla birlikte kimlik üzerinde
travmatik etkisi olduğunu düşünmemden ileri geliyordu.
28 Mart 2015 tarihindeki düğünde köylerde yaşayan yaşlı sayısının fazla
olmasının da etkisiyle, düğüne davet edilenlerden vardığım sonuçla köylerin
akrabaları çekerek birleştirici bir toplanma merkezi olma özelliğine sahip olduğunu
anladım. Bu açıdan bakıldığında köylerde kalmak, bana daha çok insanı bir arada
görme fırsatını sundu. Özellikle düğün, sünnet ve bayram günlerinde köylerde
olmam, Afro-Türk topluluğunun daha fazla üyesiyle karşılaşmamı sağladı. Bu fırsat
da bana ilişki ağlarını daha detaylı bir şekilde gözlemleme şansı verdi. Aynı
zamanda, akrabalık bağlarını anlamama; köy, ilçe ve şehir ilişkilerinin nasıl
kurulduğunu kavramaya başlamama yardımcı oldu.
12
Düğün için köylere yakın ilçelerden gelenlerle de ayrıca görüşme yapmak
istemiştim; ancak, şehirlerde olduğu gibi ilçelerde de Afro-Türklerin toplu halde
yaşadıkları mahalleler yok denecek kadar azdı. Köyde de çok fazla hane kaldığı
söylenemezdi; ancak, köyler ilçe ve şehirlere göre daha derli toplu bir yapı arz
ediyordu. İlçelerdeki durumu, Hasköy ve Yeniçiftlik’e giden otobüsün kalktığı yer
olması nedeniyle Torbalı’ya gittiğimde orada yaşayan A. abla ve F. teyzede kalarak
gözlemleme imkânına sahip olmuştum. Bu gözlemden sonra Şakir Doğuluer ve
Mustafa Olpak’ın verdiği, kent merkezinde ve ilçelerde Afro-Türklerin daha dağınık
yaşadıkları bilgisine güvenerek, ilçelerde yaşayan Afro-Türkleri ayrıca ziyaret
etmekten vazgeçtim.
Köyde gerçekleşen düğüne katılıp düğün gecesi orada kaldıktan sonra
köylerin insanları bağlayıcı ve birleştirici etkisinden emin olmuştum. Düğünler
dışında, köylerin bağlayıcı ve birleştirici etkisinin sonradan farkına vardığım bir
diğer göstergesi de mezarlıklardı. Hasköy mezarlığına ilk gidişim bir çarşamba günü
köye gelen yem tırının altında ezilerek can veren (Afro-Türk olmayan) A. amcanın
kabrini Şakir Doğuluer ile ziyaret etmemiz vesilesiyle oldu. Bu mezarlık ziyaretinde,
şehirde yaşamalarına rağmen bu köyde doğup büyüdüğü için köye gömülen AfroTürklerin olduğunu görmem, mezarlıkların taşıdığı anlam üzerinde tekrar
düşünmemi sağladı. Dua edilmek için gidilen mezarlıkların ve ölülerin topluluk
açısından ortak bir bağlayıcılığı olduğunu fark etmiş oluyordum.
Araştırma süresi boyunca bir köydekilerin başka köydeki ya da bir ilçedeki
Afro-Türk nüfusunu kastederek, orada yaşayan Afro-Türk sayısının çok fazla
olduğundan bahsetmesine sık sık tanık oldum. Bu durum, beni zaman zaman
araştırmamın yer seçiminin doğruluğunu sorgulamaya sevk etti. Ancak yoğun
13
nüfusun yaşadığı iddia edilen köylere gidip oralarda geçmişten günümüze çok az
sayıda Afro-Türk hanenin kaldığına tanıklık etmemle, bunun başka köylerde eskiden
yüksek olan nüfusun hâlâ yüksek olduğu bilgisinin bir anlamda kulaktan kulağa bir
efsaneye dönüşmüş biçimi olduğunu sezinlemeye başladım.
Çalışma kapsamında ilk olarak toplu halde yaşayan hanelerin var olması
sebebiyle Hasköy ve Yençiftlik köylerinde kalmaya karar vermiştim. Şubat 2015 ve
Mayıs 2015 arasında hafta sonları bu iki köye gidip geldim. Yeniçiftlik’te kalmama
gerek kalmadı; zira bu iki köy birbirine yaklaşık 1,5 km mesafede ve aynı
güzergâhtaydı. Hasköy’de kalıp ertesi gün Yençiftlik’e gitmem yeterli oluyordu; ya
da Cumartesi gününü Yeniçiftlik’te geçirip gece konaklamak üzere Hasköy’e
dönüyor ve Pazar akşamüstü Hasköy’den ayrılarak İzmir’e dönüyordum. Geceleri
köyde kalamadığım günlerde ise İzmir’den günübirlik gidip geliyordum.
Önceleri gözümde büyüyen, İzmir merkez ve köyler arasındaki tek yön 2,5
saatlik mesafe, giderek alışıldık hale geliyor ve yazın çok sıcak havalar dışında
günübirlik gidip gelmek sıradan bir yolculuğa dönüşüyordu. Aynı güzergâhta
bulunan Yeniçiftlik ve Hasköy’e giden 727 numaralı Torbalı-Bayındır otobüsüne
binmek için önce İzmir’den Torbalı’ya varmam gerekiyordu. Bunun için de
İzmir’den Hilal veya Alsancak metro duraklarından aktarmalı olarak Sarnıç durağına
gelmem; oradan 720 numaralı Sarnıç-Torbalı otobüsüne binmem ve bu otobüs
yolculuğunun ardından 727 numaralı Bayındır-Torbalı aracına binmem gerekiyordu.
Yeniçiftlik ve Hasköy, bu otobüsün güzergâhında peş peşe iki durak kadar birbirine
yakın mesafedeydi. Metro ve otobüs ile gittiğim bu yolculuk güzergâhına ek olarak
Ramazan ve Kurban bayramlarında İzmir Basmane’den kalkan Ödemiş treni ile
Çırpı’ya yürüme mesafesinde olan Arıkbaşı tren istasyonuna ve oradan da köylere
14
gittiğim günler de olmuştu. Uzun süre açılmasını beklediğim İzmir ve Torbalı arası
metro seferleri ise 6 Şubat 2016 tarihinde çalışmaya başlamıştı. Ancak, 8 Kasım
2015 itibariyle benim hafta sonları otobüs ve metro ile yolculuk ettiğim dönem
bitmişti ve derneğin ayarladığı araçla 2 haftada bir proje etkinlikleri kapsamında
alana gidip gelmeye başlamıştım.
Alanda geçirdiğim ilk 2 aydan sonra öğrendiğim üzere farklı bir otobüsle
gidilen, Torbalı ve Tire arasında kalan Naime ve Tulum köylerinde de yaşayan AfroTürkler vardı. Fakat çalışmaya onları da eklemem, sahip olduğum ulaşım imkânları
açısından büyük zorluk oluşturuyordu. Zira Tulum ve Naime’ye giden otobüs, hafta
içi sadece birkaç kez Torbalı’dan hareket ediyordu; hafta sonları ise daha uzun saat
aralıklarıyla hizmet veriyordu. Benim sefer sayılarını sık olarak addetmeye
başladığım 727 numaralı Bayındır-Torbalı otobüsü dahi bazen yarım saate, bazen
saatte bir hareket ediyordu ve İzmir’den geldiğim tüm araçların saatlerini bu otobüse
göre ayarlamak, zor bir iş olarak beni bekliyordu. Bu nedenle Naime ve Tulumu
çalışma kapsamı dışında bıraktım.
Ancak aklımın bir köşesinde acaba orada kimler var, acaba orada nasıl
yaşamlar var sorusu hep kaldı. Bu sorunun beni dürtmesi sonucu Mayıs ayında bir
gün bana aracıyla yardım sunan A. abiyle Tulum ve Naime’de yaşayan civarın en
yaşlılarından iki Afro-Türk kadın olan A. ve H. teyzeyle görüşmek için sırasıyla
Tulum ve Naime köylerine gittik. Mesafe olarak Hasköy ve Yeniçiftlik’e çok da uzak
olmayan bu köyler, Torbalı-Bayındır arasında Tire’ye doğru kıvrılan bir yolda yer
almalarından dolayı güzergâhın değişmesi ile farklı otobüs hattına dâhil olmaları
nedeniyle arabasız gitmesi zor yerlerdi. Kendime ait bir aracımın olmaması bu iki
köye her hafta sonu gitmeyi benim içim imkânsız kılıyordu.
15
Şakir Doğuluer ve beni, Mayıs ayında Tulum ve Naime’deki teyzelerle
görüşmeye getiren A. abi ise çalışmama Mayıs ayında dâhil ettiğim Çırpı köyünden
bir Afro-Türk’tü. Çırpı, 2014 yerel seçimleri öncesinde nahiye (belde) olan, daha
sonra hükümetin köy kanunuyla birlikte büyükşehir belediyesine bağlanmasına karar
verdiği dört mahalleye sahip bir yerleşim birimiydi. Çırpı’nın belde olmadan önceki
statüsü köydü ve gündelik dilde köy olarak anılıyordu. Beldelik statüsü elinden
alındıktan sonra da Çırpı’ya köy demeye devam edenler bulunmaktaydı; bu nedenle
Çırpı’yı da köy olarak ele aldım ve gittiğim hanelerin yer aldığı Çırpı’nın iki
mahallesini araştırmama dâhil ettim.
Hasköy’den yaklaşık 3 km uzaklıkta olan Çırpı, Yeniçiftlik ve Hasköy ile
aynı güzergâhta yer alması ve kullandığım 727 numaralı otobüs ile ulaşılabiliyor
olması nedeniyle gözüme uzak gelmemeye başlamıştı. Daha önceleri köydekiler
bana “Çırpı’ya neden gitmiyorsun?” diye sorduklarında 3-4 km uzaklık gözümde
oldukça büyüyordu; ancak, ulaşım zorluğunun olmadığını görmemle, oradaki 6
haneyle tanışmamla ve Ş. ablanın sağladığı konaklama imkânıyla Mayıs 2015
itibariyle Çırpı’yı da araştırmama dâhil etmiş oluyordum. 2-3 Mayıs 2015 tarihinde
Bayındır ilçesinde düzenlenen Uluslararası Çiçek Festivaline Hasköylü H. teyze ile
gitmemiz, Çırpı’da kaldığım ilk güne tekabül ediyordu. Bu tarih itibariyle Yeniçiftlik
ve Hasköy ile birlikte Çırpı’da yaşayan Afro-Türklerin hayatlarına kabullenildiğim
ölçüde her hafta sonu dâhil oluyordum.
Çalışmaya 2015 Mayıs ayında Çırpı köyünü de eklememle Yeniçiflik ve
Hasköy’de toplam görüştüğüm hane sayısı olan 14’e 6 hane daha eklenmişti. Bu
hanelerde yaşayan 18 yaşın üzerinde toplam 40 Afro-Türk ile ayrıca 18 yaşın altında
toplam 17 Afro-Türk ile çalışmam boyunca irtibat kurmuştum. Hanelerde karma
16
evliliklerin olduğu durumlarda kendini Afro-Türk olarak görmeyen “beyaz”ları bu
sayının dışında bıraktım. Aynı zamanda, hem geçmişe dair konularda derinlemesine
görüşme ziyaretlerim sonucunda; hem dernek toplantılarında ya da Dana Bayramı
gibi etkinlikler ile evlililik töreni, sünnet töreni gibi kutlamalarda tanıştığım AfroTürkler de olmuştu. Ancak sürekli ve düzenli olarak temas halinde olduğu hane
sayısı 20 idi ve bu sayı 18 yaşın altında bireyler yani çocuk olarak kabul ettiklerim9
dâhil 57 kişiyi kapsıyordu. Bu sayısal değeri ifade etmemin nedeni, çalışmaya
geçerlilik ve güvenilirlik dayanağı bulmaktan ziyade kaç kişiyle ve ne şekilde uzun
vadede düzenli iletişim kurabildiğimi açıklamak istememden kaynaklanmaktadır.
Bu sayısal veriler, Afro-Türklerin sayıca giderek azaldığını, civarda yaşayan
insanlardan öğrendiğim üzere, 30 yıl içinde bir köyde mevcut olan 15-20 hane
sayısının 6-8 civarına düştüğünü belirtmek açısından da önem taşımaktadır.
Yeniçiftlik, Hasköy ile Çırpı’nın araştırmaya dâhil ettiğim iki mahallesinin hane
sayısı yaklaşık 300-350 civarındadır10. Hane sayısında net bir sayı bilgisinin
olmaması, köy muhtarlarının ifade etiği üzere, nüfus bilgilerinin kişi nüfus sayımı
üzerinden kaydedilmesi nedeniyle hane üzerinden sayım yapılmamasıdır. Diğer
yandan evlerin avlularına yeni inşa edilen evler ve farklı hanelerin aynı evde yaşama
durumu da hane sayısına dair net bir sayı verilememesine neden olmaktadır.
Bu çalışmaya dâhil ettiğim Afro-Türk hane sayısının Yeniçiftlik, Hasköy ve
Çırpı olmak üzere sırasıyla 6, 8 ve 6 olduğu göz önünde bulundurulduğunda, AfroTürklerin köy nüfusu içinde sayıca az olduğu ve yaşlı nesillerin verdiği bilgilere göre
9
Çocuklarla etik kuralları ihlal edecek herhangi bir görüşme yapılmamıştır. Çocukların çalışmaya
dâhil edilmesinin nedeni, yeni nesil olarak geleneklerin onların aracılığıyla devam edeceğine
inanılması ve çocuklarla eski neslin etkileşimini gözlemlemek istememdir.
10
Yeniçiftlik ve Çırpı’daki hane sayısı bilgisine 22 Aralık 2015 Salı günü köy muhtarlarını arayarak
ulaştım. Hasköy’deki hane sayısını ise Aralık ayında kadın güçlendirme projesi için köye gittiğimizde
Şakir Doğuluer, Hasköy muhtarını arayarak öğrenmiş ve bana aktarmıştır.
17
giderek azaldığı sonucunu çıkarabiliriz. Diğer bir sosyal gerçek ise iş sıkıntısı
nedeniyle köyden kentlere özelikle genç nesillerin göç etmesidir. Kentte Afro-Türk
olmayanlarla evlenme ihtimali de artan gençler, hem kendi deyimleriyle renk olarak
“açılmakta” hem de Afro-Türklerin köylerdeki dağılımına oranla daha dağınık bir
şekilde yaşamaya başlamaktadırlar. Yaklaşık 1970’lere kadar İzmir kent merkezinde
özellikle Eşrefpaşa ve Çimentepe taraflarında görece yoğun olan Afro-Türk nüfusu
da 1990’ları takiben hızla azalmakta; farklı etnik grupların evliliği sonucunda AfroTürk kimliğinin çoğu zaman tek belirleyicisi olarak görülen ten rengi
kaybolmaktadır.
Giderek kaybolan ten rengi, çalışmamda katılımlı gözlem yürütmeyi seçtiğim
insanları belirlemem konusunda da önemli bir rol oynamıştır. Ten rengi üzerinde
durmamın nedeni, kimlik bağlamında Afro-Türklerde ten renginin en belirleyici
kimlik unsuru olarak ele alındığını kabul etmemdi, çeşitli kaynaklarda da bunu iddia
edenler vardı.11 Bu kabulüm, alandaki ilk gözlem notlarıyla da kendini doğruladı ve
çalışmamda bu şekilde ilerlemeye karar verdim. Osmanlı İmparatorluğu sırasında
Anadolu coğrafyasına getirilen kölelerin torunları olarak Küçük Menderes’in civar
köylerinde yaşamaya devam eden bu insanların dilleri, dinleri ve gelenekleri onlara
sorulmadan ellerinden alınmış; geriye, geçmişlerinden taşıdıkları kimlik unsurunun
belirleyicisi olarak ten renkleri kalmıştı.
11
<http://www.milliyet.com.tr/-gecmisten-derimizden-baska-hicbir-sey-kalmadi/gundem/gundemdetay/03.06.2012/1548596/default.html> [“Geçmişten Derimizden Başka
Hiçbir Şey Kalmadı”, Özkartal, Z. M., 2012] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
Güzeldere, E. E. (2012), “The Fate of the Afro-Turks: Nothing Left But the Colour”.
<http://en.qantara.de/content/the-fate-of-the-afro-turks-nothing-left-but-the-colour> [Erişim
Tarihi: 28.10.2014]
Güzeldere, E. E. (2010), “Afro-Turks” <http://www.theglobaldispatches.com/articles/afro-turks>
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
18
Bu sosyal gerçeğe dayanarak köylerde tanıştığım tamamen “beyazlaşan”
Afro-Türk aileleri çalışma kapsamına doğrudan dâhil etmedim; ancak, kendilerini
birkaç sohbet sırasında ziyaret etme ve soru sorma imkânım oldu. “Biz de Arap’ız”
diyorlardı, yani kendilerini Afro-Türk olarak görüyorlardı; ancak, bu bilginin
ötesinde, ten rengi ayrımcılığı başta olmak üzere kimlik konusunda yaşadıkları
deneyimlere dair kendilerinden alabileceğim bir bilgi yoktu. Bu nedenle rengi
tamamen açılmış olarak tanımlanan insanları çalışma kapsamına doğrudan dâhil
etmedim. Ten rengi ayrımcılığına uğrama ihtimali daha fazla olanları, dolayısıyla
kimlik
sorunsalı
bağlamında
kimlik
ve
ten
rengi
ilişkisini
daha
rahat
gözlemleyebileceğim, “melezleri” ve köylülerin ifadesi ile “koyu Arapları”
çalışmaya dâhil ettim.
Katılımlı gözleme dâhil ettiğim kişileri belirlememde temel faktörlerden birisi
de kişilerin derneğe bakış açısı oldu. Kişilerin dernekle yakınlığı ya da en azından
derneğe karşı olumsuz bir önyargıyla hareket etmemesi benim için son derece
önemliydi. Çünkü derneğin adını duyduğunda bana kapısını açmayı reddedenler dahi
vardı. Bu konuda dernekten de aldığım bilgiler doğrultusunda ve kişilere onlar
hakkında hiçbir özel bilgiyi yayınlamayacağımın sözünü de vererek dernekle iletişim
yolunu kapatmayanlar ve genellikle derneğe karşı olumlu yaklaşanlar arasında
çalışmamı yürüttüm. Diğer yandan, derneğe karşı olumsuz fikirleri olan kişilerin
düşüncelerini anlamamı sağlayan birkaç ziyaret, onları tamamen çalışma dışında
bırakmama engel oldu. Bazı Afro-Türkler arasında derneğin boş bir uğraş olarak
görüldüğünü ve siyasal bir bağlantıyla anılmaktan korkan ya da “aman ucu bize
dokunmasın” şeklinde bir önyargıyla hareket edenler olduğunu gözlemlemiş oldum.
19
Derneğe olumlu bakanlarla birlikte, olumlu bakıp yetersiz bulduğunu söyleyen ve
eleştirenler de vardı.
Çalıştığım toplulukta, derneğin araştırma ve sosyal sorumluluk projelerinin
içinde yer almak için verdiği çabayı anlamsız bulanlar ve derneğin isminde geçen
yardımlaşma kelimesinden hareketle düzenli aralıklarla kendilerine maddi yardım
geleceği beklentisine sahip olanlar da vardı. Derneği bütünüyle yok saymayıp
derneğe sadece eleştiri yöneltenler ve dernekten belli bir maddi beklentisi olanlar
bana kapılarını açmayı reddetmemişti. Dernekle hiçbir şekilde bağlantı kurmak
istemeyenler ise bunu en baştan açıkça belli etmişti. Hatta bu tutumlarını benden çok
daha önceleri dernek başkanına da belli ettikleri için kendileri hakkında az çok bilgi
sahibi olmuştum ve çalışmama dâhil olmaları konusunda kendilerine ısrar
etmemiştim.
1.3.4. Alana Dâhil Edilme ve Dışlanma
Dâhil edilme ve dışlanma süreçlerindeki sorunları Şakir Doğuluer’in
yardımıyla aşıyordum. Kendisi Hasköy doğumlu olduğu için ve 14 yaşında köyden
çıkana kadar köyün çocuğu olarak kabul edildiği, yani köyden birisi olarak
görüldüğü için, insanların bana güvenmesi kolaylaşmıştı. Bir anlamda Şakir
Doğuluer benim kefilim olmuştu. Umarım bütün bu çalışma girişimimde onun
kefilliğini boşa çıkarmamışımdır. Alana gittiğim ilk 2 ay Şakir Doğuluer de benimle
birlikte köylere gelmişti, kendisi için bunun hem tanıdıklarını hem de akrabalarını
ziyaret etme fırsatı yaratığını söylüyordu. Onu yorup yormadığımı sorduğumda hep
mütevazi bir tavırla onun da bu vesileyle akrabalarını ziyaret ettiğini söylüyordu.
Umarım bu çalışma boyunca onu gerçekten yormamışımdır.
20
Görüştüğüm insanlarla uzun dönemli kesintisiz bir katılımlı gözlem süreci
gerçekleştiremediğim için çalışmanın bir yandan eksik kalacağını hissediyordum; bir
yandan da hafta sonları gelip bir gece kalıp ertesi akşam geri dönmek ya da
günübirlik gidip gelmek dışında katılımlı gözlem için alternatif bir yol
bulamıyordum. Zira hem devam etme zorunda olduğum bir işim vardı; hem de köyde
sürekli kalabileceğim bir aile ya da kiralık bir oda/ev bulamamıştım. Eğer bulsaydım
haftanın belli günleri köylerin birinde yaşayarak buradan çalıştığım üniversiteye
gidip gelmeyi planlıyordum. Ancak araştırmam ilerledikçe böyle bir imkânın var
olmadığını görmüş oluyordum. Bu durumda katılımlı gözlemi farklı bir strateji ile
devam ettirmeye karar vermiştim: misafir olmak.
Misafir olmak, alanda kaldıkça kulağıma daha güzel gelmeye başlıyordu.
İçeriden bakma ve dışarıdan bakma arasında bir nevi denge kurma çabasında olan
benim için değişmeyen bir gerçek vardı: eğer bir yıl kesintisiz olarak köylerde kalma
şansım olsaydı bile hiçbir zaman tam olarak içlerine aldıkları birisi olamayacaktım.
Yani hep yabancı kalacaktım. Misafir olarak her hafta sonu köylere gidip geldiğimde
ise daha samimi bulduğum bir tutum geliştiriyor olacaktım. Zira köydekiler, zaten
onlardan olmadığımın ve tam olarak hiçbir zaman onlardan olmayacağımın
farkındalardı ve ben de bu farkındalığı hiçe sayarak onlardan olmaya çalışan sevimli
antropolog rolüne bürünmeyi son derece itici buluyordum. Diğer yandan anket ve
derinlemesine görüşme tekniklerinden daha samimi bulduğum ve katılımlı gözlem
imkânı sunacak bir yöntem geliştirmeliydim. Bu açıdan da misafir olmak tutarlı
geliyordu. Her hafta sonu köylere gidip gelmenin alandaki ilk aylardan sonra beni
tatmin etmeye başladığını gözlemliyordum. Misafir olmak, bir metafor olarak ele
alındığında kavramsal arayışımı da karşılıyordu. Köydekiler, bir misafire sundukları
21
içtenlikle bana yaklaşıyorlardı; ancak, bir misafirden gizledikleri ölçüde özel
hayatlarını benden gizliyorlardı.
Misafir olma durumu, içeriden ve dışarıdan olma arasında aradığım dengeyi
iyi ifade eden bir metafor olarak aklımın bir köşesinde yer etmeye başlamıştı12.
Ancak misafir olma deneyiminin benim açımdan bir çekincesi vardı. Misafir,
Türkiye toplumunda önüne konulanı yemek durumundaydı, hatta umduğunu değil,
bulduğunu yemek; aksini yaptığında ise yerilmeye hazır olmak durumundaydı.
Sosyal antropologların etnografik alan çalışması süresince sahip oldukları etik ve
politik tutumları denetlemeleri ya da dönemsel olarak görünmez kılmaları ne kadar
istendik ve uygulanabilir bir davranıştır bilemiyorum. Ancak benim karşıma çıkan ve
çoğu yerde zorluk yaşadığım temel bir durum vardı, hayvansal hiçbir ürün
tüketmiyordum ve misafirlikte bağların temel kurucu unsuru olan, insanları
birleştirici özelliğe sahip sofraladan uzak durmam, çalışmamın başlamadan bitmesi
demekti.
Bu zorluğu aşmamda, kendisi de kedi bakan dernek başkanı Mustafa Olpak
ile köye ilk geldiğimiz gün hayvan sevgisi üzerine yaptığımız konuşma işe yaramıştı.
Sonra her sofra kurulduğunda çok kısaca hayvanlara üzüldüğüm için hayvansal ürün
tüketmediğimi, kendi annem pişirdiğinde dahi aynı şekilde tüketmediğimi söylemeye
başlamıştım. Bu şekilde net bir açıklama yapmam işimi kolaylaştırmıştı. Ege
köylerinde zeytinyağlı yemeklerin bol olması gibi bir şansı değerlendirip sebze
yemeklerini iştahla yediğimi görünce kendi yemeklerine karşı olumsuz bir tavrımın
olmadığından emin olmuşlardı. Bu bana güven vermişti; çünkü alanda en korktuğum
12
Çalışmamda kullandığım misafir metaforu, Atay’ın bahsettiği “yabancı-yerli perspektif ikiliğini”
aşma durumuna benzerlik göstermektedir. Bkz: Atay, T. (1997), Batı'da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh
Nâzım Kıbrısî Örneği. s. 362. İstanbul: İletişim.
22
şeylerden birisi, köylülerin pişirdiklerine üstten bakan küstah ve kibirli biri olarak
algılanmamdı. İsmim bir süre sonra korktuğumun tersine, küstah ya da kibirli gibi
sıfatlarla değil; aksine pahalı olan hayvansal ürünleri tüketmemem nedeniyle
“masrafsız misafir” olarak anılmaya başlanmıştı. Bu, alanda insanlarla karşılıklı
güvenimi tazeleyen ve aramızdaki ilişkiyi pekiştiren en önemli gelişmelerden biri
olmuştu.
1. 3. 5. Güven Sorununu Aşmak?
Köydekilere kişisel bilgileri gizli tutacağımı söylemem, zaten diğer
türlüsünün araştırma için kabul edilir olmadığını vurgulamam, onlar açısından güven
tesis edici ve benim açımdan da kendimi açıkça ifade edip içim rahat olarak
çalışmaya devam etmemi kolaylaştırıcı bir etken oldu. Köylere önceden gelen
gazetecilerin ve televizyoncuların çoğu, etik ilkelerin üzerini kabaca çiğnemişti. Öyle
ki bazen köyde röportaj yaptıkları kişilerin söyledikleri, tam tersi ifadelerle
aktarılmış; bazen dalga geçilmiş ya da kendi izinleri olmadan fotoğrafları çekilerek
paylaşılmıştı. Bazen de kendileri hakkında gazetede çıkan haberin kendilerine de
ulaştırılacağı söylenmiş; ancak, tıpkı derneğe bir kopyası bırakılmayan araştırma
metinleri gibi köylülerin kendilerine de gazeteler ulaştırılmamıştı.
Bu durum, ciddi anlamda bir sorun yaratıyordu. Özne ve nesnenin ne olduğu,
ikisi arasındaki ayrım çizgisinin nerede çekildiği noktasında bu tür bir tavır,
araştırılan, röportaj yapılan kesimi otantik nesne olarak konumlandırıyor ve aradaki
hiyerarşik ilişki, etik sorunları barındırdığı gibi etkileşime de ket vuruyordu.
Alandaki çekincelerimden biri, tam bu noktada belirginleşiyordu. Her ne kadar
köydekiler, dışarıdakiler tarafından “araştırılmaya alışkın” olsalar da kendilerine
karşı bu tarz bir üstten tavırla hareket edenlere haklı olarak güvensiz yaklaşıyorlardı.
23
Bu güvensizliği aşabilmiş olmayı umut ediyorum. Bunun için çalışma
boyunca görüştüğüm, misafir olarak gözlem yaptığım kişilerin isimlerini gizli tuttum
ve kişileri isimlerinin başharfi ile kodlayarak aktardım. Çok önceden ölmüş ve
köylülerce bilinen isimleri doğrudan kullandım, ayrıca aynı köyden aynı isim ve
hitap şekline sahip olanlar olduğunda baş harflerinin yanına “yaşlı” ekleyerek bir
ayrıma gittim. Yaşayan kişiler arasında isimleri gizli tutmama tek istisna, dernek
başkanı Mustafa Olpak ve başkan yardımcısı Şakir Doğuluer oldu. Çalışmamda
onların isimlerine açıkça ve onların izinleri dâhilinde yer verdim13.
Etnografi boyunca güvensizliği hem arttırma hem de azaltma kapasitesine
sahip bir husus da fotoğraflama ile ilgiliydi. Alanda çektiğim fotoğrafları, saha
notlarımı tamamlayıcı olması ve olayları mekânsal ve zamansal açıdan hatırlatıcı
olması amacıyla kullandım. Bu fotoğrafları izinsiz olarak hiçbir yerde yayınlamadım
ve yayınlamayı da düşünmüyorum. Bu çalışma kapsamında paylaştığım insanlı
fotoğraflar, hatıra niteliğinde belli etkinlikler kapsamında ve kişilerin rızası olarak
çekilen fotoğraflardır. Çektiğim fotoğraflardan imkânım yettiğince kişilerin
kendisine de ulaştırdım.
Düğün, sünnet, cenaze gibi özel günlerin fotoğraflarını paylaşmadım.
İnsanların bundan rahatsız olacağı izlenimini edinerek, kendi özel alanlarının
mahremiyetini
bozacağını
düşündüğüm
fotoğrafları
paylaşmadım.
İnsanları
fotoğraflamanın hatırlatma notu olmak dışında onları adeta birer müze nesnesi gibi
sunacağından da rahatsız olarak sadece belli fotoğraflara yer verdim. Fotoğrafının
yayınlanmasını istemeyenlerin fotoğrafını yayınlamadım. Ses kayıtlarına da önemli
13
Şakir Doğuluer’in ismini metin içerisinde bazen soyadıyla bazen de abi hitabıyla birlikte kullandım.
Samimiyetim arttıkça kendisine abi diye hitap etmeye başlamıştım. Bu nedenle metinde farklı
bağlamlarda bazen soyadıyla bazen de abi hitabıyla isimini kullandığımı belirtmekte yarar var.
24
olduğunu düşündüğüm, unutma ihtimalim yüksek olan durumlarda izin dâhilinde
başvurdum. Ses kayıtları alan notlarını tamamlayıcı olması açısından bana yardımcı
oldu; bunları da izinsiz herhangi bir yerde paylaşmadım.
1. 3. 6. Yöntemsel Sınırlılıklar
Katılımlı gözlem yürüttüğüm grubun “araştırılmaya alışkın” olması ya da
birilerinin daha önce de ilgisini çekmiş olması, kendi araştırmam açısından hem
olumlu hem olumsuz özellikleri beraberinde getiriyordu. Olumlu özellik olarak
çalışma yaptığım grup, araştırmalara açık bir topluluktu. Her ne kadar etik sorunlarla
karşılaşmış olsalar da ve güvenleri sarsılmış olsa da beni reddetmediler. Olumsuz
özellik olarak söyleyebileceğim şey ise, doğrudan araştırma konusuna dairdir. Zira
bu konu hakkında sosyal antropoloji içerisinden yapılmış çok az araştırma vardı.
Ağırlıklı olarak köle ticaretinin Ortadoğu toplumlarında seyredişi üzerinden kaleme
alınmış, tarih disiplini içinden yürütülmüş çalışmalar mevcuttu. Elbette tarih
çalışmalarının önemi yadsınamaz; ancak, yöntemsel olarak tarihsel çalışmalar
antropolojik çalışmalarla farklılıklar barındırmaktadır. Yöntemsel farklılıkların yanı
sıra; yürüteceğim çalışma, tarihsel gerçeklikleri yadsıyamayacak olsa da şimdiki
zaman içinde var olan ve kendini kimlik üzerinden kuran bir sosyal gerçeklikle
ilgileniyordu. Dolayısıyla hem yöntemsel hem de zamansal bakımdan tarih
çalışmalarından ayrılıyordu.
Afro-Türklerle ilgili olarak sosyoloji içerisinden yapılmış, derinlemesine
görüşme ve anketlerle yürütülmüş bazı çalışmalar ve tarihsel sosyoloji eğiliminde
yazılmış makaleler de vardı. Bunların hepsi, alana çıkmadan önce, alandayken ve
alan sonrasında bana yol gösterdi. Ancak, kapsamlı bir etnografik çalışmaya
rastlamamanın sıkıntısını da yaşadım. Köylerde katılımlı gözlem ve derinlemesine
25
görüşme tekniğiyle yapılmış tek çalışma Elif Cici’nin 2011 tarihli ve “İzmir’in Üç
Köyünde Yaşayan Afrika Kökenli Türklerde Evlilik ve Kimlik Algısı” başlıklı lisans
tezi14 idi.
Bir alanın/konunun az çalışılmış olması, hem avantajları hem dezavantajları
bünyesinde barındırmaktadır. Bu durumun en büyük avantajı, o alana bir şeyler
katmak olarak yorumlanırken; bazen de bu durum o alana ilk dâhil olan olma
iddiasının küstahlığıyla araştırmanın samimiyetini bozabilmektedir. Bu noktada
avantaj olan bir şey, dezavantaja da dönüşebilmektedir. Bir alanın ilk ve mutlak
bilgisine sahip olmak, tutkulu bir arzu halini aldığında çoğu zaman akademideki
paylaşımların önünü kapayabilmektedir. Dahası, bizi, her araştırmacının aynı alanda
aynı kişilerle kaçıncı kez çalışılırsa çalışılsın biricik olan deneyimini küçümsemeye
yönlendirebilmektedir.
Bu çalışmaya başlarken alan deneyiminin biricik olduğuna inanarak köylere
adım attım. Bu biricik olma iddiası, bilgi üzerinde iktidar kurma iddiasının önüne
geçmeli diye düşünüyorum. Bir alanda çok kişinin çalışmamasının dezavantajı ise
alanda yolu şaşırdığınızda rotanızı nereye çevireceğiniz konusunda bolca çelişkiye
düşmek olmalı. Uzun bir bocalamadan sonra bu çelişkileri olabildiğince aştığıma
inanıyorum. Mutlak bir çelişkisizlik iddiam hiçbir zaman olmadı; dilerim ki,
sistematik bir yol haritası oluşturmaya yetecek derecede tutarlı bir anlatıya
yakınsayabilmişimdir.
14
<http://www.afroturc.org/tez/tezcilt.pdf>[Erişim Tarihi: 05.05.2015]
26
2. KİMLİK: KAVRAMSAL VE KURAMSAL TARTIŞMALAR
2.1. Kimliğe Farklı Yaklaşımlar
Kimlik nedir? Kimliğe neden ihtiyaç duyulur? Kimlik nasıl bir sosyal inşa
sürecinin sonucudur? Bu sorular, kimlik denildiğinde aklımda ilk olarak canlanan
sorulardı. Kimlik hakkında okumayı derinleştirdikçe bu kavramın ne kadar çok
çelişkiyi ve kuramsal zorluğu barındırdığını görmeye başlıyordum. Çalışmamda yola
çıkarken bana en açık görünen kavramlardan biri olan kimliği tekrar düşünürken, tam
da Maalouf’un belirttiği gibi, başlangıçta en açık görünen kelimelerin aslında en
güvenilmez olduklarını anlamaya başlıyordum (2008: 15).
Kimliğin söylemsel olarak popülerleşmesi, birçok eleştiriyi de beraberinde
getirmektedir. Örneğin Bauman, kimlik üzerine yapılan çalışmaların adeta serpilen
bir endüstri gibi şekillenmenin de ötesinde, kimliğin artık sosyal olayları anlamada
kullanılan bir prizma haline geldiğinden bahsetmektedir (2008: 1). Sosyal analizlerin
ağırlıklı olarak kimlik ekseninde yapılmasını sorunsallaştıran Bauman (2008),
kimliğe karşı söylemsel ve eylemsel olarak eleştirel yaklaşılması konusunda
uyarmaktadır. Eleştirel yaklaşım, bizi kavramları sorgulamaya ve kavramları
kullanırken temkinli olmaya yöneltmelidir; ancak, kavramları tamamen dışlamak
hatalı bir yaklaşım olacaktır. Kimliği kavramsal bir çerçeve olarak tamamen dışarıda
bırakarak
kimliği
sorunsallaştıran
çalışmalarda
bir
analiz
yapılabileceğini
düşünmüyorum. Bunun yerine kimlik kavramsallaştırmasının esnek ve eleştiriye açık
bir şekilde çalışmalarda kullanılmasından yanayım.
Kimlik konusuyla ilgili yapılmış sayısız çalışmanın ve oldukça zengin bir
literatürün mevcudiyetinden bahsetmek burada yerinde olacaktır. Bu zengin
27
literatürde boğulup çalışmamın odak noktasından uzaklaşmamak adına kimlik
konusundaki literatürü, sosyal antropoloji çerçevesinde ve Afro-Türk kimliğiyle ilgili
olduğu ölçüde sınırlandırdım. Bununla birlikte, kimlik kavramının kendisi için de bir
sınırlandırma yaptığımı söylemek mümkündür. Bu çalışma kapsamında kimlikten
kastedilen, etnik ve kültürel kimlik ya da diğer bir deyişle etno-kültürel kimliktir.
Her ne kadar etnisite, cinsel yönelim ve sınıf gibi birçok eksende kimliklerin
birbiriyle kesiştiğinden bahsetmek doğru görünse de (Howard, 2000), çalışmanın
amacı açısından etno-kültürel kimlik vurgusu yapmaya karar verdim. Kimlik
kavramı, çalışma boyunca etno-kültürel kimlik olarak kullanılmıştır; kimlik kelimesi
ve etno-kültürel kelimesi metin içinde birbiri yerine dönüşümlü olarak kullanılmıştır.
Sosyal bilimler literatüründe etnisite ve kültür çok tartışılan konular olmakla
beraber, etnisite ve kültürün birbirinden ayrılamayacağı genel kabul görmüş
durumdadır. Bu nedenle, salt etnik ifadesi yerine etno-kültürel ifadesini kullanmayı
tercih ettim. Diğer yandan, etnisite kavramının kullanımı yaygınlık kazanmadan önce
literatürde hâkim olarak kullanılan ırk kavramına da kısaca değinerek, ırk kavramının
bugün sosyal bilimlerde yerini etnisiteye bıraktığını detaylandırdım. Kimlik, bugün
sosyal bilimler literatüründe sosyal inşa sonucunda şekillenen ve değişime açık bir
süreç olarak tanımlanmaktadır. Mutlak bir somut gerçekliğin bir sonucu olarak
karşımıza çıkmayan kimlik, dönüşüme açıktır, devingendir ve süreçsellik teşkil
etmektedir. Çalışmanın bütününde kimlik, bu kavramsallaştırma bağlamında, yani
süreçsel ve dönüşümsel olarak ele alınmıştır. Süreçsellik ve dönüşümsellik, kimlik
ekseninde insanları görünmez bağlarla bir arada tutan ortaklıkları göz ardı etmeden
ele alınmış; kimliğin süreçsel ve dönüşümsel ele alınmasının yeni ortaklıların
kurulmasına ve kimliğin yeniden inşasına imkân tanıyacağı varsayılmıştır. Etno-
28
kültürel kimlik özelinde temsiliyet ve gelenek de incelenmiş; bunların dönüşümü de
çalışmaya dâhil edilmiştir. Kimliğin değişime açık olmasının, iktidar ilişkilerinden ve
tarihsel koşullardan bağımsız değerlendirilemeyeceği kabul edilmiştir.
Etno-kültürel kimlik alanındaki literatürün zengin olmasının başlıca
sebeplerinden birisi kimlik konusunun disiplinler arası araştırılmasıdır. Bu çalışma
kapsamında etno-kültürel kimliğe ilişkin siyaset bilimi, sosyoloji ve sosyal psikoloji
içerisinden bakışlar sunan yayınlar da taranmıştır; ancak çalışmanın yöntemi ve
odağı nedeniyle sosyal antropoloji içerisinden etno-kültürel kimliğe dair sunulan
yaklaşımlara ağrılık verilmiştir. Bu kararımda yöntemsel olarak belirleyici olan
unsur, başta sosyal psikoloji olmak üzere sosyoloji ve siyaset bilimi literatüründeki
araştırmalarda nesnel ölçümlerle tanımlama ve operasyonelleştirme ile etno-kültürel
kimliğin ölçülüp değerlendirilmesine eleştirel yaklaşmam olmuştur. Çalışmamı
yürütürken yorumlayıcı paradigma içinden hareket ederek kimliği ölçerek
değerlendiren yayınların amacım için tercih edilir olmadığına karar verdim.
Bununla birlikte siyaset bilimi ve sosyal psikoloji ile ikisinin kesişim alanı
olarak sunulan ve popüler disiplinler arasında sıralanan politik psikoloji yazınında
yer alan; etnik kimlikleri ağırlıklı olarak bir çatışma unsuru olarak sunan ve etnokültürel kimlikler ile çatışma sıklıkları arasında iki değişken olarak ilişkisellik
kurarak bunu istatistiksel yöntemlerle sınayan çalışmalara yer vermedim. Elbette,
etno-kültürel kimliğin çatışmadan azade olduğu ya da çatışmaların etno-kültürel
kimlik temelli olamayacağı fikrinde değilim; ancak, etno-kültürel kimliği
kavrayabilmek; tamamen dışarıdan bir bakışla, birtakım değişkenler arasında
nedensellik ilişkisi kurmak, korelasyon ve regresyon analizi yapmaktan öte, benim
29
için etno-kültürel kimliğe içeriden de bir bakış yakalayabilmek anlamına geliyordu.
Katılımlı gözlem yönteminin kendisi de bu bakışı gerektiriyordu.
2.1.1 Sosyal Kimlik Kuramı ve Topluluğun İnşası
Sosyal psikoloji, siyaset bilimi ve sosyoloji içerisinden etno-kültürel kimlikle
ilgili yazılmış tüm eserleri çalışma kapsamı dışında bıraktığım söylenemez; ancak,
bunları sosyal antropoloji içerisinden kendi yorumlamam ile çalışmaya dâhil ettiğimi
söyleyebilirim. Örneğin, sosyal kimlik kuramını, sosyal psikoloji içinden kimlik
çalışmalarına önemli katkı sunan bir kuram olarak çalışmaya dâhil ettim. Sosyal
kimlik kuramı, Henri Tajfel ve John Turner tarafından 1970’li yıllarda geliştirilmiş
olup bir gruba dâhil olma ile grup içi ve gruplar arası ilişkileri incelemektedir
(Demirtaş, 2003: 124). İnsanlar, kendi kimliklerini üye oldukları gruba göre tanımlar
ve kendilerini grupla özdeşleştirirler; bu özdeşleştirmede üyesi olunan grubu diğer
gruplarla karşılaştırma da söz konusu olur; bu karşılaştırma belli kıyaslama ölçütleri,
belli davranışsal nitelikler ya da ten rengi gibi fiziksel görünümle ilgili belli
özellikler içerir (Demirtaş, 2003: 129-130).
Gruplar arası kıyaslamalarda kişilerin üyesi oldukları gruba olumlu atıflarda
bulunarak bir anlamda kayırmacılık yapması temel bir özelliktir, gruba kendi üyeleri
tarafından olumlu atıflar yapılmasında diğer gruplarla olan karşılaştırma ve grubun
diğer gruplar arasındaki konumu da etki etmektedir (Demirtaş, 2003: 129-130).
Ancak grup, diğer gruplar arasında düşük bir konuma sahipse o zaman olumsuz
atıflar baskın gelmekte ve bu olumsuzluk durumundan kurtulmak için farklı yollar
izlenmektedir (Demirtaş, 2003: 129-130).
30
Sosyal kimlik teorisi, kişilerin aynı sosyal kategorinin üyesi olduklarını
düşünmeleriyle ortaya çıkar; yani kişilerin grup aidiyeti hakkında düşünmeleri söz
konusudur; yine kişilerin kendi grupları ile diğer grupları karşılaştırması ve
algılaması da sosyal kimlik teorisinde etkilidir (Niemann et al. 1999: 48). Bir
topluluk temelinde şekillenen sosyal kimliklenme, beraberinde sosyal sınıflandırmayı
da getirir, bu sınıflandırma hem bireyin hem de ait olunan grubun toplum içindeki
konumunu belirler, bireyler kıyaslamalar yaparak yeni gruplar arayışında olabilir; bu,
olumlu atıfları bulmak içindir, bir grup kişiyi olumlu atıf anlamında tatmin etmezse
kişi grubu terk edebilir (Demirtaş, 2003: 139-140).
Gruplar arası davranış, farklı gruplarla ilişkilendirilen “değer çağrışımları” ile
insanların karşılıklı davranışlarına şekil veren koşulların bir sentezi olarak anlaşılır
(Tajfel, 1982: 31). Etnosentrik bakış açısının da sosyal değişme ve istikrarın
psikolojik etkileriyle ve grup bağlarının işlevleriyle birlikte değerlendirilmesi
gerektiğini belirten Tajfel, gruplar arası ilişkilerin bireylerarası ilişkileri de
belirlediğini söyler (1982: 31). Sosyal kimlik kuramında, sosyal kimlik, birey ve
toplum arasındaki ilişkiyi kurucu faktör olarak değerlendirilir (Demirtaş, 2003: 140).
Bu durum, kimliğin özneyi yapıya eklemlemesi olarak da ifade edilebilmektedir.
Hall’a göre benliğimiz dışında bir dış dünya ve o dış dünyanın içselleştirdiğimiz
değerleri ve sembolleri söz konusudur; bu anlamda kimliğin, özneyi yapıya
eklemlediği iddia edilir (1996: 598).
Sosyal kimlik kuramının kurucusu kabul edilen Tajfel, gruplar arası
düşmanlığın ve çatışmanın azaltılmasında ya da önlenmesinde gruplar arası
evliliklerin etkili olduğunu söyler; bu evlilikler sonucunda iki farklı kategori arasında
melez ve farklı kategoriler ortaya çıkabilir ve ikili mutlak ayrımı yumuşatabilir
31
(1982: 29). Afro-Türkler’in dâhil olduğu gruplar arası evliliklerde de benzer bir
durum olduğu söylenebilir; gruplar arası
evlilikler sonucunda ten rengi
farklılaşmasının görülmesiyle, bir yandan hem topluma entegre olmanın hem de
koyu deri renginin giderek “açılmasıyla” görünmez olmanın söz konusu olduğunu
söyleyebiliriz. Dahası, köylerde çok sık duyduğum “açık Araplar” ve “koyu Araplar”
arasında farklı kategorilerin oluştuğunu söyleyebiliriz.
Cohen, topluluk dediğimiz kavramın belli bir yapısı olmasa da ve doğrudan
belli sosyal hareketlere bağlı olmasa da etnisite gibi benzer bir ihtiyacı
karşıladığından söz eder (1994: 49). Cohen, topluluğun üyelerinin zihninde var
olduğunu söyler; coğrafi gerçekliklerden ayrı tutularak toplulukların sınırları da
zihinlerde, insanların onlara yüklediği anlamlarda kurulur; tam da bu nedenle Cohen,
toplulukların sembolik olarak inşa edildiğinden bahseder (1985: 98). Topluluğun
zihinsel/sembolik inşası, sosyal kimlik kuramında belirtildiği üzere, kişilerin
kendilerini aynı kategorinin üyesi olarak görmesiyle örtüşmektedir.
Cohen’e göre, topluluk, insanların sosyal hayatın en temel deneyimlerini
yaşadıkları yeri ifade eder; bu ortamda insanlar akrabalığı, arkadaşlığı, bunların
sınırlarını ve sosyal ilişkileri öğrenirler (1985: 15). Bu anlamda topluluk insanların
sosyal olmayı öğrendiği ve bu durumu pratik etmeye devam ettiği bir yerdir; diğer
bir deyişle topluluk insanların kültürü edindiği yerdir (Cohen, 1985: 15). Topluluk,
kişinin ait olduğu birimi ifade eder; akrabalıktan daha büyüktür, ancak, aynı
zamandan toplum denilen soyutlamadan da daha yakın bağları ifade emektedir
(Cohen, 1985: 15).
32
2.1.2. Öteki, Benlik ve Kimlik
Hall, kimliği, “ötekinin iğne deliği gözünden geçerek” kendini inşa eden
yapılandırılmış bir temsil olarak tanımlar; başka bir deyişle kimliğin kurucu öğesi
ötekidir; kimlik, öteki ile var olmaktadır (1997a: 21). Kimlikler, hiçbir zaman
tamamlanmış,
son
bulmuş
değiidir,
aksine
öznel
ve
süreçsel
özellik
göstermektedirler; bu süreci belki de kimliklenme olarak adlandırmak daha
doğrudur, kimliklenme her zaman ayrışmayla ve tutarsızlıkla iç içedir ve devingen
bir yapı arz eder (Hall, 1997b: 47-48). Bauman, da kimlik yerine kimliklenme
sürecinden konuşmanın daha doğru olacağını söylemektedir; çünkü kimliklenme,
hiçbir zaman tamamlanmayan bir sürece işaret etmektedir (2008: 11).
Bireyler kendilerini ötekiye referansla tanımlamaktadırlar; aynı şekilde
kültürlere ve topluluklara referansla da tanımlama söz konusudur (Cohen, 1985:
115). Öteki ile kurulan ilişki sürekli devam eder, öteki kişinin içindedir, kişi sadece
bulunduğu yerden ötekiyi bilebilir, kendilik ötekinin nazarında yer alan benliktir;
ötekinin gözüyle kendini görmektedir (Hall, 1997b: 48). Hall’a göre kimlik, sanıldığı
kadar şeffaf ve sorunsuz değildir (1990: 222). Kimlik çelişkili bir özellik barındırır,
birden fazla söylem üzerine kuruludur; tamamlanmış ya da son bulmuş bir bütünlük
değildir (Hall, 1997b: 49). Hall, kimliğin, kültürel pratiklerin temsil ettiği
tamamlanmış bir olgu olduğunu düşünmek yerine, kimliğin her zaman devam eden
ve dışarıdan değil, içeriden inşa edilen temsiliyetin bir parçası olduğunu kabul
etmeyi önerir (1990: 222). Hall’un sunduğu kimlik anlayışı, Ricoeur’ün ele aldığı
diyalojik benliği çağrıştırmaktadır.
Ricoeur’de öteki, sadece benliğin dışında değildir; aynı zamanda benliğin
kurucu bir öğesidir (Dessingué, 2011: 173). Ben (I) ve kendi (self) arasında bir ayrım
33
yapan Ricoeur, ben’in aynılığı ifade eden idem-kimliğe karşılık geldiğini, bunun
bireyin değişmeyen sabit karakterini oluşturduğunu ve de o kişiyi tanımamızı
sağlayan unsur olduğunu söylemektedir (Dessingué, 2011: 173). Kendi ise ipsekimlik ile ifade edilir ve değişime tabi olup aynı zamanda ötekinden bir parça
barındırmaktadır (Dessingué, 2011: 173). Ötekilik Ricoeur’e göre sadece dışarıda
değildir; aynı zamanda bireye içkindir ve kendi’ni oluşturan bir parçadır (Dessingué,
2011: 173).
Ricoeur’e göre ben ve öteki ayrımı yaparak gruplara bakarız; ancak, ben ve
öteki arasında mutlak bir simetriden bahsedemeyiz; böylelikle kolektifliği,
kolektivitenin varlığını önceleyen üyelerinin kimliğinden tamamen ayrı olarak ele
alamayız (Leichter, 2012: 120). Bir topluluğun kimliği, o topluluğun kendi hakkında
ne anlattığında bulunamaz; daha çok, bireylerin hayatlarında ortak olan özellikler ve
başlangıç noktası hakkında birbirlerine anlattıkları hikâyelerde bulunur kimlik; bu
daha çok “bizim” kim olduğumuz ile ilgilidir ve “bizim” eylemlerimizden kimin
etkilendiğinin de hikâyesidir (Leichter, 2012: 120).
Anlatısal kimlik (narrative identity), bir yandan aynı şeylerin uzun zaman
ayakta kalmasına işaret ederken, diğer yandan da insanın azimli ve sebatkâr olması
için gereken yetiye işaret etmektedir; Ricoeur bunlara sırasıyla idem-kimlik ve ipsekimlik demektedir (Leichter, 2012: 120). Idem-kimlik ile aynı kalma hali
kastedilirken ipse-kimlik ise kişinin sorumluluk almasını gerektirmektedir; bu iki
kimlik biçimi birbirinden ayrı ele alınamaz (Leichter, 2012). Ipse-kimlik, bir kişinin
sözünü zaman içinde tutma ve sebatkâr olma yeteneğine dayanır; bu yetenek,
sorumluluk alma ile doğrudan bağlantılıdır; aynı zamanda insanların o kişiye
34
güvenmesini de beraberinde getirir ve davranışlarımızla ilgili olarak bizi mesul kılar
(Leichter, 2012: 120).
Anlatısal kimliğin her iki özelliği de hem bireysel düzeyde hem topluluk
düzeyinde gerçekleşir; idem-kimlik, bir toplulukta belli karakteristik alışkanlıklar ve
özelliklerle tasvir edilir, belli değerler, normlar, idealler ile bir topluluk kendini
özdeşleştirir; idem-kimlikte ethos ve ideoloji de vardır (Leichter, 2012: 120). Idemkimlik, bir topluluğun, coğrafi olarak sınırlarını koruması olarak yorumlanabilir; aynı
zamanda ekonomik ve sosyal kurumlarını muhafaza etmesi olarak da yorumlanabilir;
yine topluluğun aynı kaldığını belli edecek sosyal ve kültürel normların,
alışkanlıkların ve geleneklerin korunmasını da ifade edebilir (Leichter, 2012: 121).
Bu türde bir koruma, ancak insanlar kendilerini bu pratiklerle özdeşleştirdiğinde ve
onları uygulamaya devam ettiğinde mümkündür (Leichter, 2012: 121). Benzer
şekilde topluluk seviyesinde ipse-kimlik, azimli, sorumluluk alan ve güvenilir olma
anlamına gelmektedir; ipse-kimlik, paylaşılan bir yaşam vizyonu olan bir miras ile
birlikte hareket eden bireylerin uyumlu etkinliklerini ifade etmektedir (Leichter,
2012: 121).
Bireyin ya da topluluğun anlatısal kimliği, ne sadece bireyin (ya da
topluluğun) ne de sadece öteklerindir; her birimizin hayat hikâyesi, ötekilerinin hayat
hikâyeleri ile karışmıştır ve iç içe geçmiştir (Leichter, 2012: 121). Diğer taraftan
kimliği oluşturan anlatılmamış ya da bastırılmış hikâyeler de bulunmaktadır; bu da
kimliğin kesin olarak açıklanamayacağını ve her zaman çekişmeli bir sürece işaret
ettiğini göstermektedir (Leichter, 2012: 121). Cinnirella ve Jaspal (2011), grup
içindeki farklılıkları öteki ile kurulduğunu düşündükleri ilişkisel benlik kavramıyla
açıklamayı önerirler, herkesin ne olmadığını söyleyerek gruplar arası sınırları ve
35
etnik kimlik inşasını anlamaya çalışırlar. Etnik kimliklenmenin kendini ait hissetme
ve grup dayanışması bağlamında psikolojik olarak birey açısından yararı olduğunu
varsayan Cinnirella ve Jaspal, öteki’nin ise etnik kimliğin inşasında gruplar
arasındaki farklılıkları görünür ve önemli kıldığından bahsederler (2011: 10).
Hall, Aydınlanma öznesi, sosyolojik özne ve post-modern özne olmak üzere
üç farklı kimlik kavramsallaştırması yapar; Aydınlanma dönemi öznesi bütünlük
kazanmış belli bir merkezi olan, tutarlı ve belli değerler etrafında akılla hareket eden,
bilinçli bir öznedir ve benliğin merkezi o kişinin kimliğidir (1996: 597).
Aydınlanmacı öznede bireysel bir kimlik kavramsallaştırması karşımıza çıkarken,
sosyolojik öznede sadece bireyi merkeze alan bir kavramsallaştırmadan ve özerk
bireyden ziyade, ötekiler söz konusudur ve benlik ile kimlik arasında interaktif bir
süreç hâkimdir (Hall, 1996: 597). Bu yaklaşıma göre kimlik, benlik ve toplum
arasındaki etkileşim sonucunda şekillenir; benliğin hâlâ esasını oluşturan bir merkezi
vardır ancak benlik sürekli ötekilerle etkileşim ve iletişim halindedir; bu sayede
“içerisi-dışarısı” ya da “kişisel-kamusal” ayrımları arasında uzlaşma sağlanmış olur
(Hall, 1996: 597). Aydınlanmanın sabit ve homojen öznesi, sosyolojik öznede
kendini çoklu, parçalı ve çelişkili kimliklere bırakmıştır (Hall, 1996: 598).
Kimliklime süreci ucu açık ve sorunlu bir sürece dönüşmüştür; bu durum da sabit ve
sürekli bir kimlik taşımayan post-modern öznenin şekillenmesini sağlamıştır (Hall,
1996: 598).
Post-modern özne ise tarihsel olarak şekillenmekte, çoğul kimlikleri bir arada
barındırmakta ve merkezi bir temel dayanak noktası ile tutarlı bir bütünlüğü
bulunmamaktadır; kendi içimizde birbiriyle çelişen farklı kimlikler bulunmaktadır
(Hall, 1996: 598). Hall, hayatımız boyunca tek ve tutarlı bir kimliğe sahip
36
olduğumuza inanmamızın sebebinin kendimiz hakkındaki anlatımız (narrative of the
self) olduğunu söylemektedir ve bütünüyle tutarlı ve mutlak bir kimliğin mümkün
olmadığını belirtmektedir (1996: 598). Kimliklenme, “anlam sistemleri ve kültürel
temsiliyet”
değiştikçe
ve
çoğaldıkça
karşımıza
çıkan
kendimizi
özdeşleştirebileceğimiz farklı kimlik olasılıklarıyla değişmektedir (Hall, 1996: 598).
Hall’ın kimliklerin “parçalanması” ya da “çoğalması” dediği bir durum söz
konusudur (1996: 600).
Hall’ın bahsettiği kimlik, özcü bir kimlik anlayışını yansıtmaz. Hall, stratejik
ve durumsal bir kimlik kavramından bahsederek kimliğin, belli ve değişmeden sabit
kalan bir benlik özünü ifade etmediğini belirtir (2003a: 3). Sabit bir kimlikten ziyade
akış halinde olan bir kimlik anlayışı benimseyen Hall, kim olduğumuz ya da nereden
geldiğimiz sorularından ziyade nasıl temsil edildiğimiz ve bunun kendimizi ifade
etmemize nasıl etki edeceği üzerine yoğunlaşmamız gerektiğini söyler; kimlikler
temsiliyetin dışında değil tam da içerisinden inşa edilir der (2003a: 4).
Hall’un kavramsallaştırmasının izinde bu çalışmaya kimliklerin değişken,
akışkan ve tek merkeze bağlı olmayan bir görüntü arz ettiğini kabul ederek başladım.
Ancak, etno-kültürel kimliğin topluluk üyelerinde esnek bir ortak tasavvura işaret
ettiğini ve bunun topluluğun “öteki” ile ayrımını da belirleyerek devamlılığını
sağlayan, paylaşılan pratikler ve inançlar bütünü olan gelenekler temelinde
şekillendiğini belirtmeden paylaşılan bir kimlikten bahsetmenin eksik olacağını
düşünüyorum.
Geleneğin icadı, geçmişe referansla resmileşme ve ritüelleşme anlamı
taşımaktadır (Hobsbawm, 1983: 4). Hobsbawm, icat edilmiş geleneğin kabul edilen
ve tekrarlanan pratikler eşliğinde belli ritüellere atıfta bulunduğunu belirtir ve
37
ritüellerin geçmişle devamlılık gösteren sembolik bir anlamı olduğunu söyler (1983:
1). Geleneğin (tradition) göreneklerden (custom) ayrı tutulması gerektiğini söyleyen
Hobsbawm, bunu, geleneklerin değişmeyen bir yapıda olmasına; göreneklerin ise
ortaya çıktıkları modern öncesi toplumların yapısı gereği değişmeye mecburen açık
olduklarına dayandırarak savunur (1983: 2). Çalışmada gelenek ve görenek ayrımı
sorunsallaştırılmamış, modern dönem içinde tarihsel izleri şekillenen bir topluluğa
odaklanıldığı için gelenek kelimesinin kullanılması tercih edilmiştir.
Hall’a göre, kimlikler geleneğin icadıyla olduğu kadar geleneğin kendisiyle
de ilişkilidir, bu da bizi kimliklerin bitmeyen bir tekrarlama olduğu savına değil;
Gilroy’a nazireyle “köklere” geri dönüşten ziyade gelecekteki yeni “rotalarla”
uzlaşmaya götürmektedir (Hall, 2003a: 4). Böylelikle gelenekler zaman içerisinde
değişebilmektedir,
bu
da
etno-kültürel
kimlik
üzerinde
farklı
etkiler
doğurabilmektedir.
2.2. Etnisite ve Kimlik
Yalçıner’in söylediği gibi etnisitenin üzerinde bütünüyle uzlaşılmış net bir
tanımı ve yöntemsel olarak nasıl çalışılacağı konusunda ortak bir kabul
bulunmamaktadır (2014: 190). Phinney, etnik kimliğin bazen etnik grup üyeliği ya da
etiketi olarak kullanıldığını belirtmekte; ancak, etnik kimliğin 0-1 gibi kategorik bir
değişken olmadığından bahsetmekte; etnik kimliğin tıpkı kültür gibi karmaşık, çok
boyutlu ve üyeleri arasında da değişkenlik gösteren bir inşa olduğunu söylemektedir
(1996: 922). Etnik kimlik, benliğin temel ve devamlılık gösteren kurucu bir öğesi
olarak kabul edilmektedir, etnik gruba ait üyelikle ilgili hisleri ve tutumları
içermektedir (Phinney, 1996: 922). Bununla birlikte aynı etnik grup içindeki bireyler
de grup hakkında hissettikleri ve gruba bağlılık bakımından farklılık gösterebilir,
38
yine aynı bireyin etnik kimliğine dair görüşü ve bağlılığı da zaman içinde değişebilir
(Phinney, 1996: 923).
Brubaker ve Cooper (2000), etnisitenin somut etnik gruplar şeklinde birimler
olarak ele alınması yerine pratik bir kategori olarak ele alınmasını önermektedir. Her
etnik kategorinin belli somut bir etnik gruba karşılık gelmek durumunda olmadığını
belirtmektedirler. Brubaker ve Cooper (2000), bu şekilde daha analitik bir çerçeve
sunulacağı kanısındadır; etnik gruplar yerine kültürel deyimlerin, bilişsel şemaların
ve sağduyu bilgisine dayanan bilgilerin kullanılabileceğinden bahsetmektedirler.
Jenkins ise etnisitenin bir kategori değil, bir yaşam biçimi olduğunu
söylemektedir (2008: 25) Jenkins’e göre etnisite, kültürel farklılaşma meselesidir,
kimliklenme, farklılık ve benzerlik arasındaki diyalektik ilişkiye dayanır; etnisite
sabit değildir, durumsallık gösterir, kolektif ve bireysel özellikler taşır, yeniden
üretilir (2008: 14: 42). Etnisite, Jenkins’in paylaşılan anlamlar dediği kültürün bir
meselesidir; etnisite, hem başkalarının dışarıdan kategorizasyonuyla toplumda
somutlaşır hem de kişilerin içsel tanımlamalarıyla içeride benimsenir (2008: 14: 42).
Jenkins, bununla birlikte etnik kimliğin tahayyül edilebildiğini ancak hayal ürünü
olmadığını söyler (2008: 80). Bu noktada Jenkins’in argümanı Anderson’ın (1993)
hayali cemaatler argümanıyla paralellik göstermektedir; ulus gibi etnik grup da hayal
edilebilir. Diğer yandan tahayyül edilen şey, sosyal gerçekliğe dönüşmektedir.
Etnisite “metaforik” bir akrabalık üzerine kurulu bir sosyal kimlik olarak da
tanımlanabilir (Yelvington, 1991: 168). Eriksen, etnisiteyi ilişkisel olarak ele
almakta, grubun bir özelliği olarak değerlendirmemektedir, eğer temas halinde olan
gruplar yoksa etnisitenin de var olamayacağından bahsetmektedir (2010b: 16).
Cohen, etnisiteyi dâhil etme ve dışlamanın iç içe geçtiği bir süreç olarak ele almakta
39
ve gruba insanları dâhil etmenin ve dışlamanın hem öznel hem nesnel olduğuna
değinmektedir (1978: 387).
Etnisitenin topluluğun üyeleri tarafından mı yoksa topluluk dışındakiler
tarafından mı tanımlanacağı tartışmalı bir konudur, birinci durum öznel tanımlamaya
ikinci durum ise nesnel tanımlamaya işaret etmektedir; bazı teorisyenler öznel
tanımlamayı tercih ederken bazıları her ikisini de analizlerine dâhil etmektedir
(Cohen, 1978: 381-382). Barth’ın bakış açısı, etnisiteyi öznel olarak üyelerin
tanımlarına göre ele almaktadır, kendilerini nasıl tanımladıklarına ve başkalarıyla
nasıl bir iletişimde bulunduklarına bakmaktadır (Cohen, 1978: 383). Cohen ise
etnisitenin “grupları diğer gruplardan ayıran sosyo-kültürel özellikler bütünü” olarak
adlandırılabileceğini söyler (1978: 385). Cohen (1978), etnisiteyi durumsal, inşa
edilen ve sınırları Barth’ın savunduğunun aksine katı bir şekilde korunan değil,
akışkan ve değişken olarak ele almaktadır. Diğer yandan Bauman, sınırların
çizilmesinin Barth’ın dediği gibi var olan kimlikleri korumak için gerçekleşmediğini;
kimliklerin çizilen sınırların bir yan ürünü olduğunu söylemektedir Bauman (2008:
11).
2.2.1. Etnisite ve Irk
Etnik kimlik ve etnisite terimleri, ırk kavramının sosyal bilimlerde
kullanımının geçersiz hale gelmesiyle daha sık kullanılmaya ve detaylandırılmaya
başlanmıştır. Amerikan Antropoloji Derneği’nin (AAA) 1998 tarihli ırk üzerine
yaptığı açıklamalarda, biyolojik indirgemeciliğe ve politik meşrulaştırmalara götüren
ırk kavramı reddedilmiş; kültürün kimlik üzerindeki belirleyiciliği öne çıkarılarak
etnik grup ve etnisite terimleri tercih edilir olmuştur (AAA, 1998a; AAA, 1998b).
40
Irk üzerine olan tartışmalar sosyal antropolojide çoktan kapanmış gibi
görünse de, ırk, farklı perspektiflerle yine tartışılmaya devam etmektedir. Irkın
ayrımcılık içermeyen bilişsel temelli argümanlarla analiz edilmesi gerektiğini
savunanlar mevcuttur. Örneğin Faucher ve Machery, her ne kadar aynı ırk içinde
farklı ırktan olanlar arasındakinden daha fazla biyolojik farklılık olduğu gerçeğini
vurgulasalar da ırkla ilgili bazı noktalarda sosyal inşacılığın eksik kaldığını
belirtmektedirler (2005: 1209). Faucher ve Machery, sosyal inşacılığın ırk
kavramsallaştırmasında çevresel etkenleri ve farklı ırk tanımlarını göz önünde
bulundurmasının önemini vurgulasa da, sosyal inşacılığın, neden çoğu kültürün
fiziksel görünüme dayanan bir ırk kavramı ve sınıflandırma sistemi geliştirdiğini
açıklayamadığını düşünmektedirler (2005: 1209). Her ne kadar 1920’lerde sosyal
bilimciler tarafından kullanımı azalmaya başlasa da, bugün ırk kavramı hâlâ kişilik
özellikleriyle ve etnik kategorizasyonla ilişkilendirilebilmektedir (Eriksen, 2010b:
99).
Winant da birçok araştırmacı gibi ırk kavramının tarihsel olarak gelişmesini
Atlantik köle ticaretine dayandırmakta; köle ekonomisi ve ırk kavramının birlikte
şekillendiğini savunmakta; ırk kavramının köleliği meşrulaştırmak için kullanıldığını
belirtmektedir (2000: 172). Winant, ırkın anlamı ve ırksal kimliğin içeriğinin sabit
olmadığını ve siyasal olarak tartışılması gerektiğini söylemektedir (2000: 182).
Winant, ırk kavramına farklı bir yaklaşım geliştirmek istemişse de ben Eriksen
(2010b) gibi ırk ve etnisitenin birbirinden ayrılması taraftarıyım. Eriksen, ırk ve etnik
kavramlarını ayrı olarak kullanmayı önerir, genetik farklılıkların kültürel farklılıkları
açıklamak için artık kullanılmadığını ve ırkın biyolojik bir dayanağı olup olmadığına
bakılmaksızın sosyal bir inşa olarak ele alındığını söylemektedir (2010b: 6). Eriksen,
41
ilk başlarda ırkı, etnisitenin bir şekli olarak ele almış olsa da, sonraları ikisini ayırmış
ve etnisitenin ırktan daha kullanışlı bir kavram olduğu sonucuna varmıştır (2010b:8).
Irk özelinde insan gruplarına bakıldığında, grup ve fiziksel özelliği birbiriyle
özdeşleştirme söz konusu olmakta ve modern dönemin bir özelliği olan bu durum
sanki tarihin tüm dönemlerinde de geçerliymiş gibi anlaşılmaktadır (Smedley, 1998:
693). Irk kelimesinin kullanılmaya başlanması, coğrafi keşifler ve sonrasında
başlayan köle ticareti ile paralellik göstermekte; kimlik statüsü ve sosyal tabakalaşma
için ideolojik bir araç olarak kullanılmaktadır (Smedley, 1998: 694). Smedley’in ırk
ve etnisite kavramlarını ayırmasının temelinde, ırk kavramının yapay bir icat olarak
ortaya çıktığı görüşü; etnisitenin dil ve yaşam tarzı alışkanlıkları bütününde diğer
topluluklardan kendini ayrı tutan, kendi sosyal tarihleri olan etnik gruplar olarak
şekillendiğini düşünmesi yer alır (1998: 691). Smedley, etnisitenin değişmeyen ve
genetik özellikler gibi nesiller arası aktarılan bir özellik olarak ele alınmasından
ziyade akışkan ve çok kültürlülüğe izin veren bir anlamda kullanılmasını
önermektedir (1998: 700).
Hirschman’da da Atlantik köle ticaretinin ırk kavramını ortaya çıkardığı ve
meşrulaştırdığı düşüncesine rastlamaktayız (2004: 394). Dahası, Hirschman (2004)
ırk kavramını ırkçılıktan başka ayakta tutacak bir çerçevenin ve dayanacağı
kavramsal bir temelin olmadığını vurgulamaktadır (2004: 408). Irk kavramı yerine,
etnik grupların geçirgen ve heterojen olduğunu kabul eden etnisite kavramının
kullanılmasını ve geliştirilmesini önermektedir (Hirschman, 2004: 410). Etnisite
esnek, durumsal ve dinamik bir kavramsal çerçeve sunmaktadır, gruplar arası
ilişkileri ve çatışmaları anlamayı kolaylaştırmaktadır (Eriksen, 2010b: 13).
42
Elbette ırk kavramının kullanımı, tarihsel döneme göre değişmektedir.
Örneğin Ruth Benedict’in de ırkı sorunsallaştırmadan kabul ettiğini görüyoruz.
Benedict, ırk kavramının genetik mirasla aktarılan özelliklere dayanan bir
sınıflandırma olduğunu ve bu özelliklerin ilgili grubun tüm üyelerini karakterize
ettiğini söylemektedir (2000: 113). Benedict, ırk kavramını bugün etnik grup için
kullanılır rahatlıkla kullanmaktadır, bu da bize kavramların dönemsel olarak
kazandıkları anlamları ve farklılıkları göstermektedir.
Banton (2000) ırkın ne anlamda kullanıldığını üç döneme ayırmıştır. 18.
yüzyılda biyolog Linnaeus’nin yaptığı bitkiler arası sınıflandırmanın hayvanlara ve
sonrasında insanlara da genişletilmesiyle “Avrupa tipi” ve “Afrika tipi” şeklinde
kullanımlar baş göstermiş; 19. yüzyılda Darwin’in “coğrafi ırklar ya da alt türler”
ifadesini kullanmasıyla birlikte ırk ve alt tür birlikte anılmaya başlanmıştır (Banton,
2000: 57). Banton’a (2000) göre Darwin’den sonraki dönemde ise 20.yüzyıldan
itibaren günümüze doğru geldikçe ırk, genetik özelliklerden ziyade çevreyle
şekillenen kültürel özellikleri ifade etmek için etnisite ile birlikte ve bazen de eş
anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
2.2.2. Etnisite ve Ulus
Etno-kültürel kimlikle ilgili yapılan çalışmaların çoğunda etnisite ile ulus
devlet ve ulusal kimlik inşasını ilişkilendirme eğilimi mevcuttur. Ancak, ulus inşası
ile etno-kültürel kimlik birbirine başat veya destekleyici olmak durumunda değildir.
Birçok ülkeden birbirini destekleyen örnekleri mevcut görünse de ulus inşası ile
etno-kültürel kimlik inşası, kesişen yönleri olan farklı süreçlere işaret edebilmektedir.
Milliyetçilik akımlarının çoğu etnik bir özellik taşımaktadır; tanımsal olarak
baktığımızda aralarındaki farkı, milliyetçiliğin tek bir etnik grubun devlet olarak
43
hâkimiyeti istemesi olarak ele alabiliriz; ancak, pratikte bu ayrımı yapmak zordur
(Eriksen, 2010b: 144-145). Wallerstein, iki kavram arasındaki tek farkın, devletin
sadece bir ulus içerirken toplumda birden fazla etnik grubun var olması olduğunu
düşünmektedir (1987: 103). Etnisitenin ise teorik olarak devletin sınırlarına doğrudan
bağlı olmayan, kuşaktan kuşağa aktarılan ve belli davranış kalıplarını içeren kültürel
bir kategori olarak kabul edildiğini belirtmektedir (Wallerstein, 1987: 96-97).
Özkırımlı (2010), ulusun dayanağı kabul edilen etnisiteyi tanımlayanları;
ulusu ilkçi (primordialist) bir şekilde sabit ve tarihsel köken olarak görülen etnik
gruplara bağlayanlar, ulusu tamamen modern dönemin ekonomik ve siyasal
koşullarıyla şekillenen bir oluşum olarak görenler ve modernizm eleştirisi yapan
etno-sembolistler olarak üç ana grupta ele almaktadır. Bu üç grubu sırasıyla, ilkçiler,
modernistler ve etno-sembolistler olarak adlandırılmaktadır. Özkırımlı’nın (2010)
açıkladığı üzere ilkçiler, ulusun temelinde kabul ettikleri etnisiteyi açıklarken özcü
bir şekilde etnik kökene inanmaktadırlar. Modernistler ise ulusun modern dönemde
görülen bir inşa olduğuna; önceki tarihlerde milliyetçilikten bahsedilemeyeceğine
değinmektedirler. Etno-sembolistler ise ulusların salt modern inşalar olmadığını,
mitlerin, sembollerin, değerlerin, geleneklerin de ulusun inşasında, değişiminde ve
devam etmesinde rolü olduğunu vurgulamaktadırlar (Özkırımlı, 2010: 143).
Seol (2008), etnisite üzerine yapılan çalışmaları ilkçiler ve durumsalcılar
olarak ikiye ayırmakta ve durumsalcılar altında sosyal inşacılar ve araçsalcıları ele
almaktadır. Durumsalcıların değişen etnisite ve tarihsel koşullara vurgu yaptığından
bahseden Seol, ilkçilerin ise etnisitenin duygusal bağlayıcılığını ve dayanışma hissini
vurguladığını; ancak, ekonomik ve siyasal etkenleri göz ardı ettiğini düşünmektedir
(2008: 339). Diğer yandan araçsalcı yaklaşımın ekonomik ve siyasal çıkarlar için
44
hareket eden değişken olarak etnik kimliği iyi açıklayabildiğini; ancak, etnisitenin
duygusal boyutunu açıklayamadığını belirtmektedir (Seol, 2008). Araçsalcı
yaklaşımda bireysel tercihlere rasyonel seçim teorisi olarak ağırlık verenler de vardır,
buna göre birey kendi çıkarları için uygun etnik kimliği seçebilmektedir (Yalçıner,
2014: 192).
Yalçıner (2014), ulus kavramının modern bir kavram olması, etnisitenin ise
modern dönem öncesine kadar uzanan aidiyet bağlarını içermesi bakımından, tarihsel
bağların önemini vurgulayan etno-sembolcü çalışmaların sayısının arttığından
bahsetmektedir. Aktürk, etnisiteyi, ulusla doğrudan ilişkilendirmenin doğruluk payı
olsa da bir genelleme olarak yanlış olacağını belirtmektedir (2006: 23). Etnisite ve
ulus arasındaki ilişkinin her toplum özelinde tarihsel ve yasal arka plana göre
incelenmesini savunan Aktürk, temel belirleyici bir etnik kimliğin var olduğu
inancından ve ulusun tek bir etnik kategoriden oluştuğu yanılgısından; tek etnili, çok
etnili ve gayri-etnik olarak sınıflandırdığı farklı etnisite rejimlerinin incelenmesiyle
sıyrılabileceğimizi yazmaktadır (2006: 52).
2.2.3. Etnik Gruplar ve Sınırları
Eriksen (2010b), etnik çalışmaların üzerinde durduğu beş gruptan
bahsetmektedir. Modern dönem göçmenlerini, yerli halkları, ulus öncesi toplulukları,
çoğunlukçu topluluklardaki etnik grupları ve kölelik sonrası azınlık grupları etnik
gruplar içerisinde değerlendirmektedir (Eriksen, 2010b: 18-20). Bu çalışmaya mevzu
bahis olan Afro-Türkler, kölelik sonrası gruplar içinde ele alınmıştır. Çalışma
boyunca kimlikle ilişkisi bağlamında etnik grup, sınırları keskin bir birim olarak
değil; sınırların ilişkisel ve değişken olduğu bir kategori olarak ele alınmıştır. Etnik
grup, etno-kültürel kimliğin belirleyici öğelerinden biri olarak ele alınsa da
45
Brubaker’ın (2002) belirttiği gibi somut etnik gruplar düşünmek yerine
etnisiteyi/etnik kimliği pratik bir kategori olarak ele almak çalışmanın yorumlama ve
anlama kabiliyetini güçlendirmiştir.
Parsons’a (1981) göre etnisite, tanımlanması zor bir kavram olmakla birlikte,
bir grup kimliği belirleyicisi olarak ele alınabilir. Etnik grupların prensip olarak
birbirini dışlayıcı olduğunu belirten Parsons, etnik grupların birbirinden görece farklı
sosyolojik tipe ait olduğuna, grup üyelerinin belirli bir tarihsel kimliğe sahip
olduğuna değinmektedir (1981: 56). Dahası, etnik gruplarda güven üzerine dayalı bir
ilişki ve aidiyet biçimi olduğundan bahsetmektedir (Parsons, 1981: 62).
Parsons, etnik grup üyeliğinin kişinin ne yaptığıyla değil kim olduğuyla
belirlendiğini söylemektedir (1981: 56). Bu görüşün aksine etnisite ve pratik eylem
ilişkisi üzerinde duranlar da bulunmaktadır. Örneğin, Bentley (1987), bir anlamda
etnisiteyi grup üyelerinin ne yaptığı ve neyi nasıl yaptığı olarak tanımlar; bunu
Bourdieu’nün habitus kavramıyla ilişkilendirerek açıklamaya çalışır. Bentley (1987)
etnisite ile habitusu ilişkilendirerek etnisitenin belli çıkarlar dâhilinde eyleme geçme
yönünü vurgular.
Weber’e
göre
bir
kişinin
kendi
geleneklerinin
üstünlüğüne
ve
diğerlerininkinin daha aşağıda olmasına inanması “etnik onur” dediği şeyin temelini
oluşturur; bu onur da belli bir statü grubuna ait olmaktan duyulan onura
benzemektedir; öznel olarak kökeninin geldiğine inanılan bir topluluğa ait olan
herhangi birisi bu onuru duyabilir (1978: 390-391). Weber, etnik gruptan,
geleneklerinin, fiziksel görünüşlerinin ya da her ikisinin ortak bir kökenden geldiğine
karşı öznel bir inanç taşıyan grubun anlaşıldığını söyler (1978: 389). Bu grubun
oluşumu için, ortada nesnel bir kan bağı olup olmamasının önemi yoktur; etnik grup
46
aidiyeti, varsayılan bir kimlik olması sebebiyle akrabalıktan ayrılmaktadır (Weber,
1978: 389).
Etnisitenin içinde yer alan mutlak bir kültürel köken olduğuna dair eleştiriler
dile getirilmiştir. Bu da kültürün mü yoksa sosyal organizasyonun mu etnik kimliği
belirlediği tartışmasına yol açmıştır. Barth, sosyal organizasyonun kültürü
öncelediğini düşünmekte ve kültürün etnik kimliğin sebebi değil sonucu olduğunu
belirtmektedir. Uzun süre kültür otantik bir sunumla etnisite ile eş tutulmuştur. Oysa
Phinney, ABD’deki etnik gruplar üzerine yaptığı çalışmasında etnisitenin kültür
olarak, kimlik olarak ve azınlık grup statüsü olarak üç farklı şekilde ele
alınabileceğini belirtmektedir (1996: 925).
Barth’ın 1969 yılında derlediği Etnik Gruplar ve Sınırları: Kültürel
Farklılığın Toplumsal Organizasyonu kitabının giriş kısmında yazdığı makale,
birçok yazar tarafından alıntılanmıştır. Barth’ın (1969) bu makalede üzerinde
durduğu nokta, etnik grupların kültürel töz barındıran birimler olmasına
odaklanmaktan ziyade etnik sınırların nasıl inşa edildiği ve korunduğu meselesine
bakmanın önemidir (1969: 12). Barth, etnik gruplar arasında ilişkiler olsa da
sınırların korunduğundan bahsetmekte; sınırların korunmasında dâhil etme ve
dışlama süreçlerinin belirleyici olduğunu söylemektedir (1969: 12).
Barth, etnik grupların sınırlarını korunduğunu düşünmektedir; etnik sınırlar
kültürel unsurlar aracılığıyla oluşturulmakta ve kültürel farklılıkların devamı etnik
sınırları devam ettirmektedir (1969: 40). Barth’a göre:
Kültür hiç bir zaman etnik grupların arasında var olan sınırlara endeksli
değildir; kültür her zaman değişebilir ve öğrenilebilir. Bu nedenle, bir etnik grubun
tarihi o grubun kültürel tarihiyle özdeş değildir. Bir etnik grubun bugünkü kültürel
kimliğini oluşturan öğelerin, söz konusu grubun geçmişteki kültürünün doğal
uzantısı olma gerekliliği yoktur. Etnik gruplar, sınırların belirlediği daimi bir
47
örgütsel yapıya sahip tasarımlardır. Kültür ise, etnik grupların örgütsel yapısına
karşın çok daha fazla bir değişime uğrar (1969: 40).
Barth, etnik grupların kültürel özelliklerinden ziyade kültürel farklılaşma
ilişkileri ve farklılaşan topluluklar arasındaki ilişkiler üzerinde durmuştur, kişilerin
kendi kimlik algısını vurgulamıştır (Eriksen, 2010b: 11-13). Barth’ın temel derdi,
etnisitenin tözsel özelliği veya içeriği değildir; daha çok etnik topluluklar arasındaki
farklılaşma ve sınırlar üzerinde durmaktadır (Jenkins, 2008: 12). Yani Barth, odak
noktasını grubun kendisinden, gruplar arası ve grup üyeleri arası olan ilişki ağlarına
kaydırmıştır (Jenkins, 2008: 12).
Barth’ın etnisiteye yaklaşımı ilişkisel ve süreçseldir, ona göre, etnik grubun
kültürü de sosyal organizasyonu da değişebilir ama sınır korunur (Eriksen, 2010b:
45). Etnik sınırların somut olması şart değildir, sosyal sınırlar söz konusudur, gruplar
arası yalıtılmışlık yoktur, etkileşim devam eder ancak sınırlar korunur (Eriksen,
2010b: 46-47). Barth, etnik gruplar arasındaki bölünmenin kültürel değil sosyal
olduğunu söyler ve grup üyelerinin kendilerinin etnik grubu tanımladığını düşünür,
ancak, bunun tersi olarak büyük sosyal-tarihsel olayların da sınırlarda belirleyici
olduğunu savunanlar vardır (Eriksen, 2010b: 45).
Etnik kimlik, dışsal ve içsel süreçleri içeren, hem bireylerin kendi
özdeşleşmesini hem de dışarıdan atfedilen özellikleri kapsayan bir yapıdadır (Nagel,
1994: 154). Durumsal olarak değişen etnisite, etkileşim içinde olunan yer ve kişilere
göre de değişebilir, daha az veya daha fazla belirgin hale gelebilir (Nagel, 1994:
154). Etnik kimliklerle birlikte etnik sınırlar da hem birey ve grup hem de özneler ve
örgütler tarafından inşa edilir (Nagel, 1994: 154-155).
48
Diğer yandan Nagel (1994), etnik kimlik ve grupların sosyal inşa sonucu
oluşmalarının onları kolayca silinebilen şeyler yapmadığını, aksine çok uzun süre
boyunca var olduklarını söylemektedir. Bu anlamda, Barth’ın etnik sınırların
değişmezliği argümanı ile Nagel’in sosyal inşa sonucu şekillenen etnik kimliklerin
kolayca silinmemesi argümanı örtüşmektedir. Nagel’e göre kültür de etnik sınırların
inşa edildiği gibi bireylerin ve grupların toplumla etkileşimiyle inşa edilir, etnik
sınırlar kimlik tercihlerini ve üyelik durumunu belirlemek için kullanılır (1994: 162).
Kimlik, “biz kimiz?” sorusuna cevap verirken; kültür ise etnisitenin içeriğini,
anlamını, sembol sistemlerini ve tarihini belirler; yani “biz neyiz?”in cevabını verir
(Nagel, 1994: 162). Kültürün inşa edilmesiyle etnik gruplar geçmişlerini yeniden
keşfederler ve şimdiki zamanı icat ederler (Nagel, 1994: 162).
Niemann ve diğerlerinin dediği gibi, etnik kimliği anlamak için insanların bu
kimliği nasıl tanımladıklarına bakmak önemlidir (1999: 49). İnsanların etnik grup
aidiyetlerini anlamak için, en iyi yol onlara bu etnik grubun üyesi olmanın onlar için
ne anlama geldiğini sormaktır (Niemann et al, 1999: 49). Bu çalışma kapsamında, bu
anlam arayışının izinden giderek kimliğe dair içeriden bir bakış geliştirmeye çalıştım.
İçeriden bir bakış geliştirmeye çalışırken; Barth’ın grup üyelerinin etnik grubu
tanımladığı argümanını benimsesem de, dışsal etkenlerin etnik sınırları çizmedeki
rolünü tamamen görmezden gelmedim. Aynı zamanda sosyal ve tarihsel olayları da
kapsayarak ve Eriksen’in vurguladığı ortak geçmiş, değerler ve geleneklerin (2010b:
16-17) etnik grup için belirleyiciliğini göz ardı etmeden ilerlemeye çalıştım. Kimliğe
dışarıdan atfedilenleri ve yapı ile fail arasındaki gelgitleri de değerlendirmeye gayret
ederken; ağırlıklı olarak içeriden, kimliğin günlük deneyimlerde nasıl algılandığını
ve nasıl tasvir edildiğini gözlemledim. Eriksen’in dediği gibi antropoloji doğrudan
49
birinci elden bilgi edinmemizi sağlayan bir yönteme sahiptir, uzun alan çalışması
sayesinde daha çok gözlem yapma ve günlük hayat deneyimlerini izleme fırsatı
ediniriz, etnisite tam da bu günlük hayat pratiklerinde yeniden üretilmekte; etnik
ilişkiler de bu günlük deneyimlerin parçası olarak şekillenmektedir (2010b: 1-2).
50
3. AFRO-TÜRK KİMDİR?: TEMSİLİYET VE TARİHSEL TEMELLER
3.1. “Siyah” Olmak: Temsiliyet ve Ayrımcılık
5 Mart 2015 Perşembe günü Karşıyaka vapuruyla Konak’a geçerken vapur
kantininden bir ses yükseliyordu: “Michael Jackson bu gazozu içerek beyazladı”. Bu
ses, çalışma boyunca kafamda yankılandı. Afro-Türkler üzerine alan araştırması
yapmaya karar verdiğimde ilk odaklandığım konu ayrımcılık olmuştu. Kimlik
sorunsalının doğrudan ayrımcılık ile bağlantılı olduğunu düşünüyordum. Ayrımcılık,
ten rengi ayrımcılığı özelinde kendini gösteriyordu ve alana gitmeden önce ulaştığım
az sayıdaki kaynakların birinde, Afrika diasporasındaki diğer insanlarda olduğu gibi
Afro-Türklerde de ten rengi beyazlatma sendromunun görüldüğünden, aynı zamanda
ten rengi ile yoksulluğun birbirinden kolayca ayrılamayacağından bahsediliyordu.15
Afrikalılar Kültür, Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Mustafa Olpak bu
sendromu şu şekilde dillendiriyordu:
Birçokları ile derinlemesine görüşüldüğünde, kendilerinin çocukluklarında
annelerinin çamaşırları beyazlatmak için kullandığı çamaşır suyunu gizlice içtiklerini
anlatırlar. Kendi geçmişlerinden utandıkları için, geçmişlerini ele veren renklerini
böyle yok etmeye çalışmışlardır (2013: 138-139).
Bu çalışma kapsamında Türkiye’de yaşayan ve derneğin kurulması
sonrasında Afro-Türk olarak tanımlanmaya başlanan topluluk üzerinden kimlik
konusunu ele almaya karar verdiğimde, kimliğin en çok ayrımcılıkla bütünleşmiş
süreçlerine odaklanıyordum. Kimlik, bir tür ayrılma haliydi; ben ve ötekinin birbirine
karşılıklı konumlanması ve bazen iç içe geçmesi haliydi. Bu halin yansımalarını en
15
<http://www.yurtsuz.net/News.aspx?newsid=1864#.U4yoi_l_tvI>[“Afro-Türklerde Siyahlık ile
Yoksulluk İç İçe”, 29.05.2014 tarihinde Yrd. Doç. Dr. Lülüfer Körükmez ile Röportaj] [Erişim
Tarihi: 28.10.2014]
51
açık görebileceğimi düşündüğüm durum, ten rengi ayrımcılığı üzerinden yapılan
ötekileştirmeydi. Ancak, bu ikili bir süreçti; ten rengi ayrımcılığına maruz kalanlar
sadece onlara ayrımcılık yapanlar tarafından etiketlenmiyor; aynı zamanda, ten rengi
ayrımcılığına karşı kendi yorumlarını da geliştiriyorlardı. Bu çalışmayı hareket
ettiren güç, bu nokta oldu. Kimlik inşasına içeriden bakarak bu ayrımcılık
biçimleriyle nasıl mücadele edildiğini ve ayrımcılığın gündelik hayatta nasıl karşılık
bulduğunu kavramak umuduyla Afro-Türklerin anlam dünyasına girmeye çalıştım.
Elbette kimliği oluşturan tek unsur, ten rengi ayrımcılığı değildi; ancak,
çalışmanın başlangıcında teorik olarak kafamda bulunan ve alana gitmeden önce
yaptığım literatür taramasından sonra netleştirdiğim bu varsayım, alandaki
gözlemlerimde de ortaya çıkarak bir anlamda kendini doğrulamış oldu. AfroTürklerin kimliklerini inşa etme süreçlerinde belirleyici ana unsur, ten rengine dayalı
ayrımcılık olarak karşıma çıktı.
2014 yılında İzmir ve merkez ilçelerinde yaşayan Afro-Türklerin maruz
kaldığı ten rengi ayrımcılığının etkileri üzerine bir araştırma yapan Körükmez, ten
rengi üzerinden yapılan ayrımcılığın, yani renkçiliğin, ırkçılık içinde kaybolduğunu
söylemektedir (2014: 7). Körükmez’in (2014) araştırma sonuçlarına göre, ten rengi
ayrımcılığı, şehir ve ilçe merkezlerinde Afro-Türklerin yaşadığı kırsal bölgelere göre
daha çok görülmektedir, bu durum Afro-Türklerin daha çok olduğu kırsal bölgelerde
yaşayan insanların onları daha çok görüp “alışmasıyla” bağlantılıdır. Körükmez
(2014), ten rengi ayrımcılığının işaret etme, laf atma, tacizci bakış ve imalarla ve
kişinin Türk olduğuna inanmama şeklinde kendini gösterdiğini dile getirmektedir.
Ayrıca Afro-Türklerde damgalanmanın, suçla ilişkilendirilmenin ve polis kontrolüne
52
maruz kalmanın ekseriyetle erkeklerde yüksek olduğuna değinmektedir (Körükmez,
2014).
Bu durumla ilgili olarak benim sahada doğrudan karşılaşmadığım, ancak
Afro-Türkler hakkında üniversite öğrencilerinin çektiği kısa film sayesinde
öğrendiğim bir olay olarak, Hasköy’deki S.’nin kaçak göçmen sanılıp iş hayatında ve
yolculuklarında zorluk yaşaması, damgalanmaya örnek teşkil etmektedir. Körükmez
(2014), damgalamanın ve dışlayıcı pratiklerin günlük hayatta farklı biçimlerde ortaya
çıktığından bahsetmekte; ancak, diğer yandan Afro-Türklerin kendilerine kurumsal
ayrımcılık yapıldığını düşünmediklerini belirtmektedir. Kurumlar ise ten rengi
ayrımcılığını göz ardı ederek “renk-körü işleyiş ve uygulamalarla” ayrımcılığı devam
ettirmektedir (Körükmez, 2014). Bunun en belirgin örneklerinden biri okullardır;
okullarda kota sistemi gibi kurumsal ayrımcılık pratikleri olmasa da çocuklarla dalga
geçilmesini
önleyecek
ve
bilgilendirici
eğitim
programları
ve
hizmetleri
sunulmamaktadır (Körükmez, 2014: 12-13).
Renk ayrımcılığı, Hunter (2007) belirttiği gibi birçok ülkede hâlâ devam
etmektedir; ABD’de yaptığı çalışmadan örnekler sunan Hunter’a göre, daha koyu ten
rengine sahip kişiler, daha “otantik” kabul edilmekte, bu şekilde ırkçılığın bir türü
olan renk ayrımcılığı varlığını sürdürmektedir. Beyazlığın; güzellik, medeniyet,
üstünlük ve rasyonalite ile ilişkilendirildiğini söyleyen Hunter, beyaz üstünlüğünün
estetik, ideolojik ve maddi olarak korunmaya devam ettiğinin altını çizmektedir
(2007: 238). Afrika diasporasının dünya üzerinde kalabalık olduğu ülkelerden biri
olan Kolombiya’daki sosyal deneyimler göstermektedir ki, köleliğin yasal olduğu ve
sömürgeci değerlerin hâkim olduğu dönemden bu yana ten rengi daha açık olan
kişiler daha üst sosyal statü ile ilişkilendirilmektedir (Wade, 1995).
53
3.1.1 “Siyah” Temsiller
Dünyada “siyah” temsillerine birçok ülkede olumsuz çağrışımlarla rastlamak
mümkündür. Afrikalıların alt bir ırk ya da kimi zaman ayrı bir tür olarak
tanımlandığı sunumlar, gazeteler ve televizyonda yer alan medya görselleri bunların
başında gelmektedir. Bu tür haber ve sunumlar, Afrikalıları insan dışı hayvanlara
daha yakın bir yerde konumlandırarak hem onları ayrı bir sınıflandırmaya tabi
tutmakta hem de “beyaz” insanı hâkim kılan bir meşrulaştırmayla Afrikalılardan her
anlamda tasarruf etme yetkisini beraberinde getirmektedir. Hirschman’ın (2004)
bahsettiği gibi ırk kavramı her ne kadar geçerliliğini yitirmiş olsa da, DNA özellikleri
açısından
genetik
fark
ırk
bulunmayan
grupları
arasında
hiyerarşik
bir
sınıflandırmaya gitmek şüphesiz ki politik nedenler barındırmaktadır.
Bu politik nedenler,
köleliğin
yasal
bir
zeminde işleyebilmesinde
kolaylaştırıcı etkenler olarak şekillenmiş; Hristiyanlığın Afrikalı paganlara karşı
verilen mücadele içinde salık verdiği vaazlarla “beyaz” adamın üstünlüğü ilan
edilmiştir. Bu üstünlüğün kurucu öğelerinden biri, Hristiyan inancına sahip beyaz
adam kimliği olurken diğer bir kurucu öğesi ise modernite ile rasyonelleştirilmiş
steril olma durumu olmuştur. ABD’de kölelik resmi olarak 1865 tarihinde
yasaklanmış olsa da siyahlarla beyazların sosyal alanlarının ayrılmasının Sivil Haklar
Hareketi’nin etkisiyle 1964 yılında onaylanan kanunla ortadan kaldırılmasına dek,
modern-yabanıl, siyah-beyaz, temiz-pis gibi ikili karşıtlıklar uzun süre başta medya
temsilleri olmak üzere gündelik hayat içindeki her temsilde kendini göstermiştir.
Üzerilerine Afrikalı çocuk resimleri çizilen sabun kutuları, kirli olarak atfedilen siyah
deri renginden arınmak için insanların kullanması mesajıyla piyasaya sürülmüştür
(Hall, 2003b). Bu durumun benzer bir örneği, Mustafa Olpak’ın kendi derisine
54
parmağını sürerek “kir”den kaynaklanan siyah rengi silmeye çalışanlar olduğunu
anlatmasında karşıma çıkmıştır.
Douglas’ın vurguladığı üzere “kirin olduğu yerde bir sistem var demektir”
(2007: 59). Bu sistem, kirli ve temiz olanı ikili kategorilerde ayırma ve
sınıflandırmayı beraberinde getirmektedir (Douglas, 2007). Douglas’ın işaret ettiği
gibi hijyene dayalı bir sistemden ziyade sembolik bir sınıflandırma söz konusudur.
Bu örnek, kendi içinde ayrıca bir semiyotik analize tabi tutulabilir. Aynı şekilde
Afrikalıların, ABD ve Avrupa sinema ve edebiyatındaki temsillerinde de modernyabanıl, siyah-beyaz, temiz-pis gibi ikilikleri üzerinden resmedildiğinden bahsetmek
mümkündür. Yine, mülayim siyah ev hizmetçileri, atletik siyah sporcular ve onların
abartılı temsillerinin taşıdığı benzer konnotasyonlar söz konusudur (Hall, 2003b).
Batı’da ikili karşıtlıkları pekiştiren ve Afrikalı olmayı ikincil bir insan türü
olmaya indirgeyen temsiller, aynı zamanda ayrımcılığa uğrayan özneler olarak
Afrikalıların zihinlerine; Fanon (2014) ve Du Bois’in (2007) “çifte bilinç” olarak
kullandığı şekilde, kendi öz algılarıyla birlikte beyazların kendileri hakkında ne
düşündüğünü düşünme tarzında eş zamanlı iki farklı bilincin oluşmasıyla
yerleşmiştir. Siyah, der Fanon, “beyaz adamın ilk bakışıyla birlikte, kendi
siyahlığının yükünü hissetmeye başlayacaktır hemen” (2014: 171). Ve dahası,
kendini beyazlarla özdeşleştirerek, beyaz adamın hal ve tutumlarını benimseyecektir
(Fanon, 2014: 168). Fanon, siyahlar açısından beyazların sadece bir öteki değil aynı
zamanda bir efendi olarak da görüldüğünü vurgulamaktadır (2014: 156).
Du Bois, kendisinden çok sık alıntılanan paragrafta siyahların yaşadığı çifte
bilinç halini şöyle anlatır:
55
Amerika’da zenciye doğru bir öz bilinç verilmemiştir; çünkü kendisini
başkaları aracılığıyla görebildiği bir dünya ile kuşatılmıştır; kendine sürekli
başkalarının horlama ve acımayla karışık gözüyle bakma hali ve bu anlamda çifte bir
bilinç söz konusudur; iki ayrı ruh iki ayrı zihniyet siyah bir bedendedir (2007: 8)
(çeviri bana ait).
Amerikalı Siyah ne Amerika’yı Afrikalılaştırabilir ne de kendi siyah ruhunu
beyazlaştırabilir der Du Bois; bu ikili benliği bir benlik içinde birleştirmek ister,
ancak her iki benliğinin de kaybolmasını istemez, sadece hem bir siyah hem de bir
Amerikalı olmayı başarmak ister (2007: 9). Bu şekilde hem bir siyah olarak hem de
bir Amerikalı olarak yaşamak durumunda olmak zor bir benlik bilincini
gerektirmektedir. İkilikler içinde yaşamak, siyahın hayatının her alanında ikiliklerin
söz konusu olması demektir (Du Bois, 2007: 136-137).
Siyah insanın önüne sadece beyaz olmanın bir yol olarak sunulduğunu
söyleyen Fanon, siyah insanın hâlihazırda beyaz insanın üstünlüğünü kabul etiğini ve
beyaz insanın sahip olduğu değerler üzerinden kendini tanımlama ile var olma
eğiliminde olduğunu söylemektedir (2014: 256-257). Fanon, Fransız Antilleri’nde
yaşayan Afrikalıları örnek göstererek onlara ya Antilli olmak ya da Avrupalı olmak
şeklinde çocukluktan itibaren iki seçenek sunulduğundan ve uygar beyazları vahşi
olarak
etiketlenmiş
siyahlara
tercih
etmek
durumunda
bırakıldıklarından
bahsetmektedir (2014: 170).
Batı’daki temsillerle karşılaştırmalı olarak Türkiye özelinde temsiliyet ve
ayrımcılığa eğildiğimizde karşımıza çok da farklı bir tablo çıkmamaktadır.
Türkiye’deki Afrikalı temsilleri “Arap bacı”, “Gündüz feneri”16 (Olpak, 2013: 128)
gibi kelimelerde vücut bulmaktadır. Yine “Arap kızı camdan bakıyor” anonim şarkısı
16
<http://t24.com.tr/haber/19-yuzyildan-bu-yana-afro-turkler-arap-zenci-gunduz feneri,205435> [19.
Yüzyıldan Bu Yana Afro-Türkler: “Arap”, “Zenci”, “Gündüz Feneri”, 2012] [Erişim Tarihi:
28.10.2014]
56
da bu bağlamda ele alınabilir, TRT’nin bu konuda hazırladığı belgesellerinden
birinin isminin bu olması pek de şaşırtıcı değildir17.
Mustafa Olpak bu şarkıda, genel kanının aksine, yağmuru bir evin içindeki
pencereden dışarıya bakarak, yani ıslanmayarak, izleyen Afrikalı kız çocuğundan
değil de; evin içinden onu izleyen çocuklara dışarıdan ıslanarak bakan Afrikalı kız
çocuğundan bahsedildiğini söylüyordu. Mustafa Olpak, bu iki taraflı okunabilecek
durumu, hem 30 Mayıs 2015’te Torbalı’da Dana Bayramı kapsamında yapılan
panelde söylemişti. Hem de 21 Kasım 2015’te Akdeniz Üniversitesi sinematelevizyon bölümü öğrencilerinin Hasköy’de çektiği Afro-Türk isimli kısa filmi
izlemeye gittiğimizde film gösterimi sonrasında kendisiyle yapılan kısa söyleşide
aktarmıştı. Arap kızının gerçekten dışarıdan ıslanarak evin içerisinde oynayan
çocuklara baktığını, gözüyle görmüş birisine teyit ettirme ihtiyacı duyuyor olsam da,
Türkiye’de üstü kapatılan bir tarihsel gerçeklik olan kölelik göz önünde
bulundurulduğunda Arap kızının efendisinin evinin avlusunda ıslanarak, evin içinde
oyun oynayan çocuklara bakma ihtimali hiç de az değildi.
17
<http://vimeo.com/21088982> [“Arap Kızı Camdan Bakıyor/Baa Baa Black Girl” Belgeseli, 2006
(TRT)] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
57
Türkiye’de herkesin bildiği, çoğu kişinin evinde asılı olan zenci kadın ve erkek süs objeleri
Kırmızı renkli fes ve eşarp, altın küpe ve kırmızı dudak boyası bu süste hep yer almaktadır. Kırmızı
renk ile zencinin bir arada anılması söz konusudur, bunu alanda duyduğum “Arap’ın derdi kırmızıyla”
ifadesi açığa çıkarmıştır. (Fotoğraf, araştırmacı tarafından İzmir, Çankaya ilçesinde bir hediye
dükkânında çekilmiştir)
Türkiye’de medya, edebiyat ve sinema alanındaki temsillerin Afrikalıların
nasıl algılandığı hakkında bize fikir vereceğini söylemek yanlış olmaz. Televizyon ve
radyo gibi daha eski medya araçlarında “Arap bacı”, “çikolata renkli sanatçı” gibi
ifadeler ile anılan; filmlerde, dizilerde hizmetkâr olarak rol alan Afrikalıların
hepimizin kulağında ve gözünde yer ettiği aşikârdır. Tarihsel bilgi eksikliğinde ve
magazinsel nitelikte çekilen, belgesel süsü verilmiş programlarda da Afrikalılar adeta
safariye çıkmış bir turist kafilesi iştahıyla son derece ayrımcı bir şekilde ele
alınmaktadır. Örtük veya açık biçimde devam eden ayrımcılık biçimlerinin, medya
ile birlikte edebiyat ve sinemadaki temsillerle iç içe geçtiğini söylemek mümkündür.
Hem edebiyat ve sinemada hem müzikte, çoğu zaman dilin tam kendisinde olmak
üzere, bu temsiller, gündelik hayatın en somut alanlarından zihinsel hayatın en soyut
alanlarına yayılmış vaziyettedir.
58
Reşat Nuri Güntekin’in 1947 yılında kaleme aldığı Miskinler Tekkesi’nde
İzmir Tamaşalık’taki Afrikalılar hakkında beyan edilen küçümseme ve acımayla
karışık ifadeler olumsuz temsillerin bir göstergesidir:
Tamaşalık’ın ahalisi Afrika zencileridir. Konaklardan çıkarılmış yahut
kaçmış sürü sürü Gülfidan bacılar ve onların erkekleri... Bunların güçlü, kuvvetlileri
gündüzün şehirde incire, palamuda yahut dilenciliğe giderler; ihtiyar ve sakatlar
kulübelerinin önünde, kızgın güneşin altında iri kertenkeleler gibi yarı çıplak
yatarlardı. Tamaşalık’ta geceler de gündüzleri aratmayacak kadar sıcaktır. Gündüzün
tepedeki dağın, hamam taşları gibi kızan kayalıkları, güneş batınca bu sıcağı ağır
ağır aşağıya vermeye başlarlar ve mahallede Arapçıklar için adeta Sudan geceleri
hüküm sürer ki, biçareleri buraya toplayan da belki budur (2014, [1947]: 51).
Yine, Halit Ziya Uşaklıgil’in sırasıyla 1934 ve 1950 yıllarında yazdığı Dilhoş
Dadı hikâyesinde ve İzmir Hikâyeleri kitabında Afrikalı kadınların dadı olarak
Afrikalı erkeklerin ise hizmetkâr olarak çalıştırıldığını görüyoruz. Uysal ve hizmet
eden Afrikalı dadının transa geçtiği zaman efendisinin evinden uzaklaştırıldığını da
görüyoruz. Uşaklıgil’in (2005 [1950]) İzmir Hikâyeleri kitabında Civelek Ziver,
Ayni Tata ve İki Sima başlıklı hikâyelerde İzmir’de yaşayan Afrikalıların
hayatlarından izlere rastlamak mümkündür. Civelek Ziver hikâyesinde Gudya
Meseret abladan şöyle bahseder Uşaklıgil: “Gudye Meseret abla, iyice yaşlanmış,
kıvırcık saçları ağarmış, gözleri bulanmış fakat dişleri hâlâ sağlam ve beyaz, ihtiyar
bir kadıncıktı.” (2005 [1950]: 158).
Uşaklıgil, zenci kadınların beyaz erkeklerle evlenmesinden doğan çocuklara,
yani açık renklilere “çucana” denildiğini, bunların hiçbir zaman tam beyaz
olmadığını, ancak Habeşilerden daha açık bir renk aldıklarını söyler (2005 [1950]:
159). Uşaklıgil’in İzmir Hikayerleri’inde Ayni Tata’nın isminin Arapça mı olduğu
sorulmakta; Afrikalılara hem zenci hem siyahi hem de Arap denildiği belli
olmaktadır. İki Sima hikâyesinde ise Şeyh Şemseddin ve Şeyh Bedreddin adlı
59
Nakşibendi
şeyhi
iki
ihtiyar
kardeşin
yanlarında
zenci
bir
hizmetkârla
yaşadıklarından bahsedilmektedir (Uşaklıgil, 2005 [1950]).
Boratav, siyahilerin yani Arapların, masallarda, halk hikâyelerinde ve gölge
oyunlarında hem iyi karakter hem de kötü karakter temsilleriyle yer aldığını
söylemektedir (1951: 83). İyi zenciler Hızır gibi tasvir edilirken; kötü zenciler ya
derviş görünümündeki serserilerle ya da kurnaz yaşlı adamlarla temsil edilmektedir
(Boratav, 1951:85). Birçok halk hikâyesinde siyahiler, zor durumda olanların
yardımına koşan Hızır olarak anlatılmakta ve ne zamanki başı zor durumda olan biri
“of” dese, o zaman ortaya çıkacaklarına inanılmaktadır (Boratav, 1951: 83). Gölge
oyunlarında da Afrikalılar bulunmakta; Hacivat’ın kölesi çocuksu aksanı ve tavrıyla
gülünç ve sonradan görme olarak temsil edilmektedir; saray hayatıyla ilgili şakalarda
da benzer temsiller söz konusudur (Boratav, 1951: 83).
Boratav, halk hikâyelerinde Arap/zenci kılığına girmiş kahramanların da
olduğunu söylemektedir (1951: 84). Bazı hikâyelerde de kendini Arap/zenci
kılığında gizleyerek âşık oldukları kişinin kendisi hakkında ne düşündüğünü
öğrenmeye çalışan sultanlar anlatılmaktadır; eğer âşık oldukları kişi onları Arap’ken
bile seviyorsa sultanlar mutlu olup siyah olmadıklarını göstermektedirler (Boratav,
1951:84). Bunun aynı zamanda ırkçı bir tavra işaret ettiğini belirten Boratav (1951),
bazı halk hikâyelerinde ırkçılığın çok daha sert bir şekilde karşımıza çıktığından
bahsetmektedir; böylesi hikâyelerde zenciler lanetlenmiş ve barbar bir varlık olarak
resmedilmektedir. Bunun Ali Cengiz Oyunu hikâyesinin birçok versiyonunda
görülebileceğini söyleyen Boratav, örneğin bir zencinin sultanın kızlarını tek tek
yediğinin ve bilmecesinin cevabını bilemeyenleri öldürdüğünün anlatıldığını dile
getirmektedir (1951: 85).
60
Binbir Gece Masalları’nda da benzer hikâyeler anlatılmakta, sultanın kızının
yarı kör ve azgın bir zenciye varması sonucunda, kızın kötü bir kadere mahkûm
olduğundan ve ceza olarak önce seks düşkünü birine ardından da bir maymuna
dönüştüğünden bahsedilmektedir (Boratav, 1951:85-86). Zenciler bu gibi halk
hikâyelerinde doyumsuz arzularla özdeşleştirildiği gibi doğaüstü güçleri olan
hizmetkârlara benzetildikleri de görülmektedir (Boratav, 1951:85-86). Irkçı düşünce
siyahları sadece alt bir tür olarak sunmamış; aynı zamanda çoğu kez ifade
edilemeyen arzu ve kıskançlıkla ele almıştır, bu durum kimliklenme sürecinin ve
ötekileştirme sürecinin karmaşık yapısını ortaya koymuştur (Hall, 1989: 445-446).
Siyah kimlik temsilleri, ülkelerden ülkeye ve sosyal bağlama göre değişiklik
göstermektedir. Britanya örneğini göstererek Hall, Afrikalıların sanatta ve müzikte
çoğunlukla nesne olarak yer aldıklarını; hâkim temsiliyet biçimleri içinde çok az kez
özne olarak sunulduklarını belirtmektedir (1989: 443). Karayipler’de ve Latin
Amerika’da siyah ve kahverenginin farklı tonları göz önünde bulundurulmaktadır,
ABD’de ise mulatto denilen kahverengi renk kategorisi, 19. itibariyle silinmeye
başlamış ve beyaz ve siyah arasında ikili ayrım sabitlenmiştir (Eriksen, 2010b: 100101). Bugün bu ayrım devam etmekte ve “bir damla kan kural”ı olarak adı geçen
kurala göre ABD’de en ufak siyah fenotip özelliğin izi olan kişiler Afrikalı kabul
edilmektedir (Eriksen, 2010b: 100-101). İkili karşıtlıklar halinde sunulan temsiller,
ırkçılığı beslemektedir, bu sayede ötekiler ve farklı aidiyetler arasındaki farklar
doğallaştırılmaya, sabitlenmeye ve meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır (Hall, 1989:
446).
Sömürgecilik dönemindeki ekonomik sistemin, insan derisindeki melanin
dağılımına dayanarak oluşturulan sınıflandırma etrafında şekillenen kölelik
61
üzerinden yürütüldüğünü söyleyen Guess, köleliğe dayanan tarım ekonomisinin 17.
yüzyıl ile ABD’deki ırkçı durumu ortaya koyduğunu, Avrupa’da ise Ortaçağ’dan beri
siyah derilileri aşağı görme, hayvanlaştırma ve şeytanlaştırma söz konusu olduğunu
belirtmektedir (2006: 665). Fanon hayvanlaştırmayı şu şekilde ifade etmektedir:
Zencinin bir hayvan olduğu inancındadır Beyaz adam; sınır tanımayan bir
merakla anatomi düzleminde yaptığı en mahrem karşılaştırmaların ortaya koyduğu
farklılıklar değilse bile, Zencinin cinsel bir imge olarak taşıdığı cazibe huzursuz
etmektedir onu. Kendisinden farklı gördüğü bu insan karşısında kendisini savunma,
kendisini koruma ihtiyacını duymaktadır Avrupalı. Başka bir deyişle bu insanı
“öteki” olarak karakterize etme ihtiyacını duymaktadır. Öyle ki, bu “başkası” onun
kaygı ve tutkularının dayanağı olacaktır (Fanon, 2014: 191).
3.1.2. Afrika Diasporası
Afrika Diasporası kelimesini ilk olarak 11 Şubat 2015 tarihli görüşmemizde
Mustafa Olpak’tan duymuştum. Daha öncesinde Afrika ve diaspora kelimelerini bir
arada düşünmemiştim. Sonrasında bu konunun üzerine bir süre gitmedim; ancak,
daha sonra araştırmaya başladığımda konu hakkında geniş bir literatür olduğunu
gördüm. Daha önceki yıllarda çoğunluklu olarak Yahudi ve Ermeni diasporası
üzerinden okuduğum makaleler canlanmıştı gözümde. Bu durum, kafamda diaspora
ve Afrika kelimelerini yana yana getirmenin zorluğuna ve hem de gerekliliğine işaret
etmişti. Diaspora ve Afrika kelimelerini bir araya getirmeyi zor buluyordum; çünkü
bir yandan, bir kıtanın sanki tek bir ülke gibi ele alındığı bir konumlandırma kafamda
beliriyordu. Bu da Batı merkezli bir tarih okuyuşunun yarattığı, Afrika’yı
homojenize edici ve az detaylandırıcı görme biçimi olarak kendisini gösteriyordu.
Diğer yandan Afrika ve diaspora kelimelerinin bir arada anılması gerekliliğini de
umursuyordum. Zira Afrika’dan köle ticareti sonucu başka ülkelere götürülen
insanları ifade etmek için daha kapsayıcı bir terim bilmiyordum ve literatürde de
izine rastlamamıştım.
62
Cohen’e göre diaspora olduğunu söyleyen herkes gerçekte bir diasporaya
işaret etmez; diasporayı belirleyen, sosyal yapı, tarihsel olaylar ile aynı zamanda
kavramsal tanımlar ve grup dışındaki sosyal aktörelerin ne düşündüğüdür (2008: 1516). Dolayısıyla bir grubun diaspora olduğunu söyleyebilmek için sadece kişinin
kendi görüşü yeterli değildir (2008: 15-16). Afrika diasporasını, Yahudi, Ermeni,
Filistin ve İrlanda diasporasıyla birlikte, bu grupların kendilerini tanımlamaları ve
başkaları tarafından nitelendirilmeleri göz önünde bulundurulduğunda, “kurban
diasporası” olarak ele alan Cohen, Afrika diasporası kavramsallaştırmasının 1950 ve
60’lara kadar yaygın olarak kullanılmadığını söylemektedir (2008: 39). Afrika
diasporası kavramı 1950’li yılların ortalarında kullanılmaya başlanmıştır (Gordon ve
Anderson, 1999: 284).
Palmer, diasporik toplulukların belli özellikleri olduğunu belirtir, bunların,
topluluk üyelerinin köken ülkelerine duyduğu duygusal bağlılık, kendilerinin
dağıldıkları ülkenin farkında olmaları ve coğrafi sınırları aşan belli etnik ya da dini
kimliğe sahip olmaları gibi özellikler olduğunu söyler (2000a: 29). Harutyunyan alan
araştırması yaptığı Almanya ve Polonya’daki iki toplulukta doğrusal ve sürekli aynı
kökenden gelen bir kimlik kavramsallaştırmasına rastlamadığını söyler (2012: 10).
Harutyunyan, etnik etiketin ötesinde, bir topluluğa “kültürel kimlikler mekânı”
olarak yaklaşmanın ve topluluğun hafızasında farklı duygusal yerler olduğunu
anlamanın diaspora içindeki çeşitliliği ve farklılıkları görmemize yardımcı olacağını
belirtir (2012: 11-12).
Zeleza, Afrika diasporası literatürünün çoğunlukla Atlantik köle ticareti ve
sonrasına odaklanmış olmasını eleştirmekte ve Atlantik diasporasının baskın olması
sonucunda Afrika diasporasının köleliğe ve siyahların dağılımına indirgendiğini
63
düşünmektedir (2008: 9). Zeleza, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Atlantik olmak üzere
Afrika diasporasını üçe ayırabileceğimizi söyler, bu üç diasporanın da kendine ait
farklı tarihleri aynı zamanda benzerlikleri ve farklılıkları bulunmaktadır (2010: 15).
Bu üç diaspora arasında Asya’daki Afrika diasporalarının belki de en karmaşık olan
olduğuna vurgu yapan Zeleza, Afrika diasporasının Atlantik merkezli çalışılmaya
devam edilmesinin Avrupa egemenliğinde şekillenen bir söylem yarattığını
belirtmektedir (2010: 11).
Brubaker, diasporanın bugün hâlâ kabul edilen üç temel özelliğinin;
çoğunlukla travmatik ve zorunlu olarak dağılmış olma, belli bir ana vatan
tahayyülüne sahip olma ve göç edilen ülkeden sonra devamlılığı sağlanan kültürel
kimlik olduğunu söyleyerek özcü bir “doğru kimlik” anlayışını reddeder (2005: 5-6).
Brubaker, etnik grup kavramına getirdiği eleştirinin benzeri olarak diasporanın da
sınırları belli bir grup olarak değil, pratik kategori olarak ele alınmasını önerir (2005:
13). Belli bir diaspora grubundan değil; diasporik pratiklerden, ifadelerden ve
duruşlardan bahsetmemiz gerektiğini, bir bütün olarak diaspora kimliğinin var
olmadığını; odaklanmamız gerekenin, diasporanın grup olma hali ya da grup olup
olmayacağı değil; diasporanın verdiği siyasal ve sosyal mücadeleler olduğunu söyler
(Brubaker, 2005: 13).
Zeleza, diasporanın hem var olmak hem bir şeye başlamak süreci olduğunu,
hep yolda olmanın ve birçok aidiyete sahip olmanın benzeri olduğunu; diasporanın
geçmiş, bugün ve bilinmedik bir geleceğin deneyimleri, tahayyülleri, konumlanışları
ve mücadeleleri sonucunda şekillendiğini söylemektedir (2005: 41). Diasporik
kimliğin tarihsel olarak kültür, siyaset ve gelenek aracılığıyla inşa edilen bir tür grup
bilinci olduğunu söyleyen Zeleza, diasporik toplulukların, kabul edilen anavatanla
64
kurulan farklı ilişkileri ve aidiyeti de içeren, gerçek ya da hayali ortak köken ve
kültür, etnisite, gelenek gibi aidiyeti işaret eden şeyler aracılığıyla kurulduğunu
belirtir (2008: 7). Afrika’nın tanımının başlı başına zor olduğundan bahseden Zeleza
birçok anlam ve hikâye barındıran Afrika kültür ve kimliğinin ve otantiklik
söyleminin özcülük ve olumsallık arasında gidip gelebileceğini düşünür (2008: 7).
Olumsallık tarih içinde farklılaşmayı ve değişmeyi barındırmaktadır; ancak,
özcülüğün idealleştirilmiş bir Afrika imajı üretme riski vardır. Hall’ın dediği gibi
idealleştirilen bir Afrika orada durduğu gibi kalmamakta; bir yandan dönüşüme
uğramaktadır, değişmeyen ve Avrupa’ya göre “ilkel” kalmış, dondurulmuş bir
zamana hapsedilmiş Afrika’dan ziyade dönüşen bir Afrika söz konusudur (1990:
231). Hall, diaspora kavramını metaforik olarak kullandığını söyleyerek kimliklerin
sürekli kendilerini ürettiklerini vurgular; farklılığın ve çeşitliliğin tanınmadığı özcü
bir yaklaşımla diasporanın kavranamayacağından bahseder (1990: 235). Diaspora
belli grupların yeni sınırlarının çizilmesiyle oluşmamakta, diasporanın oluşması için
belli zaman gerekmektedir (Arutiunov, 2002: 95). Palmer, göç ve diaspora
hareketlerinin arasında çok belirgin bir sınır olmadığına; ancak, göçün daha dar
kapsamlı ve daha kısa bir süreyi ifade ettiğini, diasporanın ise daha uzun vadeli bir
göç sürecine işaret ettiğini söylemektedir (2000a: 29). Palmer’a göre diasporik
topluluklar, çeşitli göç dalgalarının ürünleridir ve kendi bağlamlarına göre
farklılaşarak şekillenirler (2000b: 58).
Afrikalı kimliğinin çalışıldığı diasporaların çoğu “Batı”dadır, zira tarihsel
olarak daha çok Batı’daki Afrikalılar çalışılmıştır. Wright, diasporadaki siyahların,
tarihsel, kültürel, siyasal, dilsel farklılıklarına bakılmaksızın homojen bir
toplulukmuş gibi kabul edildiğinden bahsetmektedir (2004: 2). Wright’a (2004) göre
65
tüm Afrika diasporasını birleştirecek ortak bir tarih veya kütür bulmak mümkün
değildir. (2004: 3). Afrika diasporası dışında bu denli renkle özdeşleştirilen başka bir
diaspora olmadığını söyleyen Zeleza, bunun da Afrika’nın homojenize edilmesine
neden olduğunu vurgulamaktadır (2005: 40-41).
Koser de Afrika diasporası ile ilgili literatürün çoğunun Atlantik köle ticareti
ve ABD’ye odaklandığını söylemektedir (2003: 2). Harris, Afrika diasporasının
tarihini sadece kölelik ve köle ticareti ile anlamanın hatalı olacağından, çünkü antik
çağlardan bu yana farklı Afrika göçleri olduğundan bahsetmektedir (1996:7). Palmer,
Afrika diasporası ifadesinin Afrika’nın farklı coğrafya ve kültürlerinden gelmiş
insanları homojenleştirip aynılaştırdığını ve bu ifadenin çoğu kez Afrika diasporası
topluluklarını “Atlantik köle ticaretinin bir ürünü” olmamakla eş tuttuğunu
söylemektedir, bunun yerine, daha tarihsel ve kapsamlı bir şekilde incelenmesi
gerektiği görüşündedir (2000b: 57). Palmer, Afrika diasporasının çalışılması için tüm
Afrika’yı homojen bir birim olarak görmektense Afrika ülke ve kültürleri arasındaki
farkı gözeten bir yaklaşım benimsenmesini, Afrika kültürleri ve tarihinin de
çalışılmasını önermektedir (2000a: 30).
Durugönül, Afro-Türklerin tarihinin diaspora çalışmalarında genel kabul
gören göç çeşitleri arasında zorunlu göç kapsamında değerlendirilen kölelik ile
bağlantılı olarak ele alınması gerektiğini belirtmektedir (2013: 1403). Bununla
birlikte Durugönül, diasporadakileri sadece kölelik bağlamında ele almanın onları
kurban yerine koyacağından bahsetmekte ve diasporadaki insanların farklı kültürlere
nasıl uyum sağladığının göz ardı edilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır (2013:
1404). Diasporayı sadece “yerinden olma” olarak değil, aynı anda birçok yerde
66
yaşayan özel bir kimliğin oluşumu olarak yorumlamak gerekmektedir (Gordon ve
Anderson, 1999: 286).
3.1.3. Türkiye’de “Siyah” Olmak ve Afrika Diasporası
Afro-Türkler, Osmanlı Devleti döneminde Hicaz, Basra ve Akdeniz köle
ticaret yolları üzerinden bugünkü Türkiye sınırlarında yer alan bölgelere getirilen
kölelerin torunlarıdır. Diğer taraftan farklı göç yolları üzerinden 1980’li yıllarda
başlayan özellikle 1990’lar sonrası artan, Türkiye’ye okumak için gelen Afrikalı
öğrenciler de vardır (Şaul, 2015: 109). Yine Afrika ülkeleriyle Türkiye arasında 1990
ve sonrası artan iktisadi ilişkiler nedeniyle gelen göçmenler ve tüccarlar vardır (Şaul,
2015: 110). Diğer bir göç dalgası olarak 1990’lar sonrası ve 2000’ler boyunca
Afrikalı mülteciler de Türkiye’deki Afrika Diasporası kapsamında ele alınabilir
(Şaul, 2015: 111). Bu çalışmaya mevzu bahis olan topluluk ise Osmanlı Devleti’ne
köle ticareti sonucunda gelen ve Afro-Türk olarak adlandırılan Afrikalılardır.
Osmanlı’nın her döneminde köleler olmuştur; ancak, 19. yüzyıldaki Osmanlı
köleciliği önceki dönemlerdekinden farklı olarak, savaşlarda esir alınanların
köleleştirilmesine değil; Kafkasya’dan ve Afrika’dan yapılan köle ticaretine
dayanmaktadır (Şen, 2007: 73). Erdem, Çerkez göçlerinin en fazla sayıya ulaştığı
1860’larda Kafkasya ve Afrika’dan gelen köle sayısının artmasının aynı döneme
eşlik ettiğini; aralarında bir nedensellik bulunmadığını söylemektedir (2013: 79).
Afrika’dan gelen kölelerin 19. yüzyılda artış nedenleri arasında, Mısır’ın 1820-22
yıllarında Sudan’ı işgal etmesi ve Osmanlı’ya Mısır’dan çok fazla köle gelmesi;
Osmanlı’nın 1835’te Trablusgarp’ı tekrar işgal etmesiyle Afrika’nın iç bölgelerinden
kölelerin getirilmesi ve 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla köle ticaretinin
yoğun yapıldığı şehirler arasında buharlı gemi ulaşımının sağlanması sıralanabilir
67
(Erdem, 2013: 79). Amerikan İç Savaşı sırasında baş gösteren pamuk kıtlığı sırasında
1860’lı yıllarda Mısır’da tarım köleliği de görülmüştür (Toledano, 2007: 13).
Osmanlı’daki azatlı kölelerin o zamanlar Aydın vilayetine bağlı olan köylere
yerleştirilmesi bu bölgede Afrikalı topluluğun oluşmasını sağlamıştır; tam nüfusu
bilinmeyen azatlı köleler, Küçük Menderes Ovası civarında Bayındır, Tire ve Torbalı
ilçeleri arasında kalan Yeniçiftlik ve Hasköy gibi köylere yerleştirilmiştir (Erdem,
2013: 226). Toledano da Afrikalı toplulukların Türkiye’de sadece İstanbul ve İzmir
şehir merkezlerinde değil; Ödemiş, Söke, Torbalı, Tire, Akhisar gibi ilçeler ile Aydın
ve Antalya bölgesinde olduğunu söylemektedir (2007: 11, 211-212). Afro-Türklerin
çok dağınık ve az sayıda olduklarını belirten Toledano, 19. yüzyılın sonunda en
kalabalık oldukları İzmir’de dahi sayılarının ancak 2000 olduğunu belirtmektedir
(2007: 11).
Şaul, Osmanlı’ya çok geniş bir kültür coğrafyasından Afrikalı kölelerin
getirildiğini, söylemekte; bugünkü Nijerya’nın kuzeyinde yer alan Hausa ülkesi
kültürünün Türkiye’deki ve Ege adalarındaki Afrikalılar üzerinde etkisi olduğunu
düşünmektedir (2015: 90). Şaul, Afrikalı kölelerin konuştukları dillerin, edebi
eserlerde ve arşivlerde aktarılan kelimelere bakarak, Kuzey Nijerya ve Çad’da
konuşulan Kanuri dili ile Batı Afrika’da yaygın olan Hausa dili olmasının kuvvetle
muhtemel olduğunu söyler (2015: 101). Uşaklıgil’in Dilhoş Dadı (2010) [1934]
hikâyesinde geçen Afnuca dilini, Afnuna kelimesiyle birlikte ele alan Şaul, Afnuna
kelimesinin Hausalar için yaygın olarak kullanılan bir kelime olduğunu belirtir
(2015: 101). Nitekim Dilhoş Dadı’nın baktığı çocuğun, dadısının bahsettiği büyük
denizin Çad Gölü olduğunu düşünmesi boşa değildir (Uşaklıgil, (2010) [1934]: 102).
68
Afro-Türklerin sanki sadece tek bir ülkeden bu topraklara gelmişler gibi
Sudanlılar isminde etnik bir azınlık olarak kimi kaynaklarda yer aldığını görürüz.
Mesela Soysü’nün (1992) kitap bölümünde konu bu şekilde ele alınmaktadır. Bu
durum, alanda da çoğu kişinin atalarının Sudan’dan geldiğini söylemesiyle karşıma
çıkmıştır. Bu durumda şüphesiz ki Mısır’ın 1820-1822 yılları arasında Sudan’ı işgal
etmesi ve Sudan’dan yoğun bir köle ticaretine başlanması etkili olmuştur. Ancak,
Sudan, Osmanlı’da köle ticaretinin yapıldığı bölgelerden sadece bir tanesidir.
Afrikalı köleler arasında Akdeniz üzerinden, Hacca giderken köle getiren insanlar
aracılığıyla Hicaz üzerinden ve de Hint Okyanusu köle ticareti aracılığıyla Basra
Körfezi’nden özellikle Zanzibar Adası üzerinden gelenler vardır (Şaul, 2015: 94-94).
3.2. Tarihsel Arka Plan ve Kölelik Kurumu
3.2.1. İslam’da Kölelik Kurumu
İslam’da kölelerin taşınır mal statüsünde olduğunu ve kölelerin çiftlik
hayvanlarına benzetildiğini söyleyen Clarence-Smith, kölelerin aynı zamanda
haremde, askerlik ve devlet görevlerinde de çalıştırıldıklarını belirtmektedir (2006:
2-3). Wright, İslam’da kölelerin meta olarak kabul edilip evcil hayvanlarla aynı
derecede olduğunu söylemektedir; bununla beraber, İslam’daki köleliğin Batı’daki
tarım ve maden köleliği gibi ağır kölelik gibi olmadığı ve İslam’da daha yumuşak bir
köle uygulaması bulunduğu argümanının buradan kaynaklandığını eklemektedir
(2007: 5).
Akyılmaz, bazı İslam hukukçularının köleliği “inançsızlığın cezası olarak”
yorumladığını belirtmekte; köleliğin bir ıslah etme ve İslamlaştırma kurumu
olduğunu söyleyenlerin de var olduğuna değinmektedir (2005: 5). Bu açıdan
bakıldığında, İslam’daki kölelik anlayışının Afrikalıları uygar olmayan olarak
69
görerek, onları yönetimden yoksun olarak tanımlayan ve onları köleleştirmek için
dini motifleri kullanan (Muhammad Esq, 2003: 888) Hristiyanlık içindeki
uygulamadan pek farklı olmadığı görünmemektedir.
İslam’ın referans noktası olan Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda kölelik
kurumunun reddedilmediğini görürüz. Kur’an-ı Kerim’de köle ve hür insanların bir
olmadığını yazan ayetler vardır; diğer yandan kölelere iyi davranılması gerektiğini
söyleyen ve köle azat etmeyi bir sevap olarak teşvik eden ayetler de vardır
(Akyılmaz, 2005: 5). Bu anlamda İslam’ın doğrudan kaynağı olan Kur’an-ı
Kerim’den18 kölelikle ilgili uygulamalara dair ayetlere bakmakta yarar vardır.
Sünnetlere ve hadislere bakmak ve İslam’da kölelikle ilgili hukuksal süreçleri
incelemek de aynı derecede önemlidir; ancak, bu tarz bir inceleme amacı
doğrultusunda bu çalışmanın kapsamı dışında kalmaktadır.
Şeriata göre doğuştan köle olanlar ya da savaşta esir alınarak köleleştirilenler
köle kabul edilmekte, Müslümanlar birbirini köleleştirememekte ve fakat sonradan
Müslüman olan bir köle kölelikten çıkamamaktadır (Wright, 2007: 4). İslam’a
geçmenin köleleştirilenleri kölelikten kurtaramadığı ortadadır, anne ve babası köle
olan çocuklar da köledir; Arnavutluk ve Bosna-Hersek’te devam eden devşirme
sistemi bunun bir örneğidir (Erdem, 2013: 18). Kur’an’ı Kerim’de savaş esirlerinin
savaş sonlanınca karşılıksız olarak ya da fidye ile özgür bırakılmasının yazdığını
belirten Akyılmaz, savaş esirlerinin köle edilmesine açıkça izin veren bir ayet
olmadığını; ancak, uygulamada devlet başkanının ülkedeki sosyal duruma göre karar
verme yetkisinin olduğunu söylemektedir (2005: 6-7). Savaşta esir alınma ve
fidyeyle ya da gönüllü olarak azat edilme Kur’an’ı Kerim’de şu şekilde geçmektedir:
18
Kur'an-ı Kerim Meali, Elmalılı M. H.. Yazır, 2006, İstanbul: Dergâh.
70
Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun.
Nihayet onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp
ağırlıklarını atıp, savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak, ya da fidye ile
salıverin. Allah'ın emri budur. Eğer Allah dileseydi onlardan başka türlü de intikam
alırdı. Fakat böyle olması sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda
öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz (Kur’an-ı Kerîm,
Muhammed 47/4).
Şen, esir kelimesinin genel olarak kadın ve erkek köleyi kapsadığını; ancak,
yine de çoğunlukla, esir olan erkeklere köle, kadınlara ise cariye, cevvare ya da
halayık denildiğinden bahseder; bu durumdaki oğlanlara ise gulam denmektedir
(2007: 10). Köle ve cariye kelimeleri birbiri yerine kullanılmaktadır; iman eden
kölenin bir hür insandan daha üstün olduğu vurgusu Kur’an’ı Kerim’de mevcuttur:
Müşrik kadınları, iman etmedikçe nikâhlamayın. Bir müşrik kadın, sizin
hoşunuza gitse bile, iman etmiş olan bir cariye herhalde ondan daha hayırlıdır.
Müşrik erkeklere de mümin kadınları nikâh ettirmeyin. Bir müşrik, sizin hoşunuza
gitse bile, mümin bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Onlar sizi ateşe davet
ederler, Allah ise, kendi izniyle cennete ve mağfirete davet ediyor ve ayetlerini
insanlara açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda tutup, öğüt alırlar (Kur'ân-ı Kerîm,
Bakara 2/221).
İslam köleliği yasaklamamakta; ancak, kölelerin azat edilmesini teşvik
etmektedir ve köle azat etmeyi sevap olarak değerlendirmektedir (Clarence-Smith,
2006: 17; Jennings, 1987: 298). Müslümanların belirli günahların karşılığında,
örneğin hür bir Müslümanı öldürmek ve yeminini bozmak gibi, kefaret ödemesi için
de köle azat etmek teşvik edilmiştir (Akyılmaz, 2005: 7, 16). Olpak’ın da vurguladığı
gibi köle almak ve sonrasında köleleri azat etmek bir tür “sevap kazanma yöntemi”
gibi görünmektedir (2008: 19). Diğer bir ifadeyle köle azat etmek günah temizleme
aracı olarak kullanılmaktadır:
Hata dışında bir mümin, diğer bir mümini öldüremez. Ve kim bir mümini
yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine (varislerine)
teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak ölünün ailesinin bağışlaması
müstesnadır. Eğer öldürülen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise,
o zaman, öldürenin bir köle azat etmesi gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında
antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin
71
bir köle azat etmesi gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tövbesinin
kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, Âlimdir (her şeyi
bilendir), Hâkimdir (hüküm ve hikmet sahibidir) (Kur'ân-ı Kerîm, Nisa 4/92).
Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat
kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden sizi sorumlu tutar. Bozulan yeminin kefareti
(cezası), ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek
yahut da bir köle azat etmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün
oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizi bozmanın cezası budur.
Yeminlerinizi koruyun. İşte Allah ayetlerini size böyle açıklar ki, şükredesiniz
(Kur'ân-ı Kerîm, Maide 5/89).
Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar, o işte çalışan görevliler,
müellefe-i kulûb (kalpleri İslâm'a ısındırılacaklar), köleler, borçlular, Allah
yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her şeyi
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Kur’an-ı Kerîm, Tevbe, 9/60).
Kur’an-ı Kerim’in kölelik kurumunu kabul ettiğini söyleyen Wright, Kur’an-ı
Kerim’de köleleri azat etmenin bir erdem olduğuna değinildiğini; ayrıca kölelere iyi
davranılmasının buyurulduğunu vurgulamaktadır; ancak, kaçırıldıkları veya esir
düştükleri andan itibaren uzun köle yolculuklarını geçerek satış noktalarına getirilene
kadar kölelerin yaşadıklarının Atlantik köle ticaretinden pek farkı olmadığının da
altını çizmektedir (2007: 5). Köle azat etmek, Kur’an-ı Kerim’de “sarp yokuş”
metaforu ile anlatılmaktadır ve kölelere iyilik edilmesi vurgulanmaktadır:
Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında
bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz
Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez (Kur’an-ı Kerîm, Nisa 4/36)
Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve iki dudak? Ona iki yolu gösterdik.
Fakat o, o sarp yokuşa göğüs veremedi. Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir? Köle azat
etmek. Veya salgın bir kıtlık gününde yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetime
veya hiçbir şeyi olmayan yoksula. Sonra da iman edip de sabrı tavsiye eden ve
merhamet tavsiye edenlerden olmaktır. İşte bunlar, amel defterleri sağlarından
verilenlerdir (Kur’an-ı Kerîm, Beled, 90/8-18).
İslam’da kölenin hür insanlarla aynı ruhani değere ve ahiret beklentisine
sahip olduğunu söyleyen Wright; azat edilmediği takdirde ise kölenin daha aşağı bir
sosyal statüye sahip olduğunu belirtmektedir (2007: 5). Kur’an-ı Kerim’de köleliğin
kaldırılmasına dair bir düzenleme ya da bir hüküm bulunmamaktadır; ancak, İslam’ın
72
köleliğe karşı daha yumuşatıcı bir uygulama getirdiği söylenmektedir; teori ve
pratikteki ise farklılıklar baş göstermektedir (Wright, 2007: 5).
İslamiyet’in kendinden önce var olan kölelik kurumunu kabul ettiğini
söyleyen Akyılmaz, İslam’da köleliğin kabul edilmesinin İslam’ın bahsettiği eşitlik
ile çeliştiğinin üzerinde durmaktadır (2005: 4-5). İslam’ın köleliğin zamanla
kaldırılmasını savunduğunu söyleyen, Akyılmaz gibi düşünürler vardır. Bu konuda
muhalif görüşler mevcuttur; ancak, karşılaştırmalı okumalardan hareketle benim
benimsediğim gerçek, Kur’an-ı Kerim’de kölelere iyi davranılması ve kölelerin belli
koşullarda azat edilmesi buyrulurken, kölelik kurumunun kendine yönelik bir eleştiri
dile getirilmediği; kölelik kurumunun kaldırılması ile ilgili bir yorum yapılmadığıdır.
Azat edilen kölelerin hür insanların tüm haklarına ve tam fiil ehliyetine sahip
olacağını söyleyen Akyılmaz, aynı zamanda İslam’da Allah karşısında köle ile sahip
arasında bir fark olmadığını ve kölelere bir evlatmış gibi iyi davranılmasının
buyrulduğunu yazmaktadır (2005: 7, 17). Hatta eğer sahibi köleye iyi davranmazsa
onun elinden alınarak başka birine satılabileceğini ya da azat edilebileceğini
vurgulamaktadır (Akyılmaz, 2005: 8, 9). Akyılmaz, İslam’da iyi saydığı bu
özelliklere rağmen kölelerin mal statüsünde satıldığına ve hukuki olarak bu şekilde
işlem gördüğüne değinmektedir; zira köle alınıp satılabilir ve eğer sahibi ölürse köle
mirasçılarına düşer, ayrıca, köle evlilikte mehir olarak da sunulabilir (2005: 8).
Köleler, sahiplerinin izni dâhilinde evlenebilirler; ayrıca efendileri kölelerini onların
fikrini sormadan evlendirebilirler (Akyılmaz, 2005: 12).
Köle, hukuk karşısında eksik fiil ehliyetli kabul edilir, eğer haksız bir fiilde
bulunursa bunu ya sahibi karşılar ya da kölesini bunun için satar (Akyılmaz, 2005:
10). Ticari hukukta eksik ehliyetten dolayı mal muamelesi gören köleler, cezai
73
hukukta ise tam ehil sayılmadıkları için hafifletilmiş cezalara çarptırılmaktadır;
ancak, diğer taraftan bir suç eyleminde mağdur olan kişi, köle ise tıpkı failken cezası
hafiflediği gibi mağdur olunca da korunması daha hafif olmakta ve kısasa kısas
cezasından yararlanamamaktadır; çünkü hür olan suçluyla mağdur olan köle eşit
kabul edilmemektedir (Akyılmaz, 2005: 14). Kur’an-ı Kerim’de köle ve hür
insanların hukuksal ilişkilerinin boyutunun nasıl değerlendirildiğini aşağıdaki
ayetlerden anlayabiliriz:
Hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile kendisine
güzel bir rızk verilen ve o rızktan gizli ve açık olarak harcayan hür bir insanı misal
verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Bütün hamd Allah’a mahsustur. Doğrusu insanların
çoğu bilmezler (Kur’an-ı Kerîm, Nahl 16/75).
Allah, size kendinizden bir misal verdi: Hiç size rızık olarak verdiğimiz
şeylerde elleriniz altındaki kölelerinizden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur,
aranızda birbirinizi saydığınız gibi, onları da sayar mısınız? İşte biz, düşünecek bir
kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz (Kur’an-ı Kerîm, Rum 30/ 28).
Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle,
kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o
zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından
bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona
acı veren bir azab vardır (Kur’an-ı Kerîm, Bakara 2/178).
Sizden her kim hür mümin kadınları nikâh edecek bir zenginliğe gücü
yetmiyorsa, ona da ellerinizin altındaki mümin cariyelerinizden efendilerinin rızası
ile nikâhlamak var. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O
halde sahiplerinin izni ile ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden
iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra bir
fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın yarısı
kendilerine lazım gelir. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır.
Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır. Allah Gafûrdur, Rahimdir (çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir) (Kur'ân-ı Kerîm, Nisa 4/25).
Millingen, Kur’an-ı Kerim’e göre kölenin sahibinin köle üzerinde sınırsız
yetkisi olduğunu belirtmekte ve köle ile sahibi arasındaki ilişkiye herhangi bir
yetkilinin karışmasının kolay kolay mümkün olmadığını; mahkemelerin de çoğu
zaman karışmak istemediğini ya da görmezden geldiğini söylemektedir (1870-71:
74
lxxxviii). Millingen, bu durumun hem yasal olarak hem de gündelik hayatta köleliğin
devam etmesini sağladığına vurgu yapmaktadır (1870-71: lxxxviii).
3.2.2. Osmanlı’da Kölelik Kurumu
Osmanlı’da kölelik kurumu İslam hukuku çerçevesinde ele alınmış; sosyal
uygulamalarda kimi değişiklikler yapılsa da şeriatın köle hükümlerinin özü
korunmuştur.
Osmanlı’da
özgür
doğmuş
olan
Müslümanların
ve
zimmi
gayrimüslimlerin köleleştirilmesi yasaktır, bu da köle temininde dış ülkelere
yönelmeye zemin hazırlamaktadır (Erdem, 2013: 34). Zimmi gayrimüslimler, dini bir
kutsal kitabı olan Hristiyan ve Yahudilerden olabiliyordu; ayrıca bu kitap ehlinin
İslam devletinin üstünlüğünü onaylayarak devletle bir sözleşme yapması gerekiyordu
(Erdem, 2013: 15). Yani, zimmi gayrimüslim olmak için, kutsal kitabı olan İslam dışı
bir dine mensup olmak gerekli şart; İslam devletinin üstünlüğünü tanımak ise yeterli
şarttı. Bu sözleşmenin sonucunda Osmanlı Devleti’nde ikinci seviyede vatandaş
statüsünde olmayı kabul eden zimmiler, ibadet etme özgürlüğü ile mülkiyet edinme
özgürlüğü kazanıyor ve köleleştirilemiyorlardı (Erdem, 2013: 15). İslam devletine
karşı başka devletle işbirliği yapan ve İslam devletine itaat etmeyen kitap ehli
gayrimüslimlere ise harbi deniyordu; onları savaşta öldürmek ve köleleştirmek
yasaldı (Erdem, 2013: 15).
İslam’da savaş esirlerinin köle yapılması, Osmanlı’da da uygulanmış; kuruluş
dönemi ve sonrasında savaş esirleri köleleştirilmiştir (Şen, 2007: 10). İslam şeriatına
göre savaş esiri olan gayrimüslimlerin başına gelebilecek ihtimaller şöyle
sıralanmaktadır: hükümdar idam edilmelerini buyurabildi; fidye verilerek veya karşı
tarafın elinde tuttuğu Müslüman esirler karşılığında gayrimüslimler serbest
75
bırakılabilirdi; esirler fidye olmadan da gönüllülük esasına dayanarak özgür
bırakılabilirdi veya köleleştirilebilirdi (Erdem, 2013: 15-16).
İslam’da köleliğin olmadığı ya da “iyi kölecilik” olduğu çok sık tekrarlanan
bir savunudur. İslam’da kölelik yoktur diyenlere karşı, Toledano, Osmanlı’daki kulharem köleliğinin diğer köleliklere göre türsel bir farklılık değil; derecesel bir
farklılık gösterdiğini ve farklı kölelik pozisyonlarının olduğunu söylemektedir (2007:
21). Kölelere İslam’da iyi davranıldığı argümanı, kul-harem kölelerinin sultan
tarafından iyi bakılmasıyla örneklendirilmektedir; ancak, bu onların köle olduğu
gerçeğini değiştirmemektedir (Toledano, 2007: 21).
Kölelerin azat edilmesi için Osmanlı’da farklı yollar mevcuttur; köleler,
sahipleri tarafından karşılıksız olarak azat edilebilirler; bir antlaşma karşılığında yani
mükatebe usulü azat edilebilirler; ayrıca sahipleri öldüğünde kölenin özgür kalacağı
önceden kararlaştırılabilir (Akyılmaz, 2005: 7). Karşılıksız olarak köle azat etmek,
ıtkname ile gerçekleşmektedir; ıtkname, köleye mahkeme ile tescillenerek verilen
resmi azatlık belgesi olmaktadır (Akyılmaz, 2005: 14).
Diğer yandan kölenin ölmesi durumunda sahibine yapılacak olası tazminatın
üstesinden gelmek ve efendiyi kölenin hizmetinden alıkoymamak amacıyla bir köle
askerlik hizmetine girerse azat ediliyordu; bununla birlikte, özel kişilere ait köleler
askerlikten muaftı ve bir köle, askere çağrılmış hür bir kişi yerine bedel olarak askere
gidebilmekteydi (Erdem, 2013: 89).
Mükatebe, karşılıklı antlaşmaya dayanan azat etme anlamına gelmektedir;
mükatebeli köleler, sahipleri tarafından belirlenen hizmeti yaptıktan sonra azat
edilirdi; bunun süresini ve hizmetin ne şekilde olacağını köle sahibi belirlemekteydi
(Özbay, 2009: 155). Mükatebe sistemi, kölenin mülkiyet hakkı ve miras hakkı
76
bulunmaması durumuna istisna teşkil eden, kölelerin kendi kazandıklarıyla para
biriktirip miras bırakabilecekleri tek köle uygulamasıydı (Akyılmaz, 2005: 8).
Mükatebe sistemi, aynı zamanda azat edilme umuduyla köleyi çalışmaya teşvik
ediyor ve özensiz iş yapılmasını engelliyordu (Özbay, 2009: 155).
Erdem, mükatebenin köleleri özgürleştirme yolu olmaktan çok, kölelerin belli
bir emek karşılığında kendi hürriyetlerini satın alması olduğunu söylemektedir;
dahası köle sahibi eski kölesinden sonra yeni köleler almakta ve onlarla da mükatebe
sözleşmesini imzalamaktadır (2013: 31). Mükatebe yoluyla köleler, hizmet
karşılığında azatlık bedelini ödeyerek hür olduktan sonra, devlet nezdinde vergi ve
asker kaynağı olarak görülmektedir (Özbay, 2009: 160). Bu anlamda, mükatebe köle
sirkülasyonunu sağlayan hukuksal ve ekonomik bir sistem olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Köle bir anneden doğan çocuklar köle kabul edilmekte; eğer bir cariye
sahibinden çocuk doğurursa sadece o çocuk hür sayılmaktadır; zira “bir kimsenin
kendi babasının kölesi olması” söz konusu değildir (Akyılmaz, 2005: 7). Sahibinden
çocuk sahibi olan cariye ise sahibi ölünce azat edilmektedir (Akyılmaz, 2005: 7).
Eğer cariyenin çocuğunun babası, sahibinden/efendisinden başka bir hür erkekse
çocuk yine köle sayılmaktadır (Akyılmaz, 2005: 7).
Osmanlı’da kölelerin genellikle 7-10 yıl sonrasında azat edilmesi sevap
kazandıran bir eylem olarak görülmektedir; ancak, bu süre zarfından sonra azat
edilmeyen köleler tekrardan köle pazarına getirilerek hizmet ettikleri yıllar
sıfırlanarak yeniden köle olarak satılabilmektedirler (Toledano, 2007: 91). Köle azat
etmek, İslam tarafından teşvik edilmiştir; ancak, kölelerin azat edildikten sonra
hayatlarını nasıl idame ettireceği belli değildir. Olpak, kölelerin alışkın oldukları
77
yaşam şeklinden sonra azat edilince başka bir yaşama alışabilmelerinin zor
olduğundan bahsetmekte; zaten azat edilenlerin büyük bir kısmının aynı yerlerinde
efendilerine hizmet vermeye devam ettiğini söylemektedir (2008: 19).
Osmanlı’da köleler, hem ev hizmetlerinde hem de askeri ve ticari alanlarda
kullanılmış; tarımsal arazilerde de çalıştırılmışlardır; köle ailesi olarak bir vakıf
toprağına yerleştirilen vakıf köleleri uzun süre köle olmuştur, vakıf dışında kölelik
yapanlar hür köyüler içinde asimile olmuştur, şehirlerde ise zanaatkârlar köle
emeğini mükatebe yolu ile hukuksallaştırmışlardır (Şen, 2007: 11).
19. yüzyılın 2. yarısından itibaren Osmanlı’da köle ticaretinin artmasında
Süveyş Kanalı’nın açılması ve İstanbul-Yemen arasında buharlı gemilerin çalışmaya
başlaması etkili olmuştur (Martal, 2000: 174). Martal, sanayileşmenin etkisiyle
hammadde arzı sunan yer olarak dış pazara yapılan üretim nedeniyle 19. yüzyılın 2.
yarısında Osmanlı’da plantasyon köleciliğine de rastlandığını söylemektedir (2000:
173). 1864 yılından itibaren Çerkez sürgünüyle Osmanlı’ya göç eden Çerkezler
kendi içlerinde mevcut olan tarımsal köleliğe dayalı feodal sistemi de beraberinde
getirmiştir; bu da 16. yüzyıldan sonra Osmanlı’da zayıflayan ve eviçi hizmet köleliği
kadar tercih edilmeyen tarım köleliğinin artmasına sebep olmuştur (Özbay, 2009:
158). Osmanlı’daki tarım köleliği 19. yüzyılda emek arzının az olması nedeniyle
başvurulan bir yöntem olarak da düşünülebilir; (Özbay, 2009: 155). Ekonomik
faaliyetlerin devlet kontrolünde olduğu Osmanlı’da aynı zamanda “küçük işletmeözgür köylülük” durumunun da önemli olduğu belirten Özbay, bu nedenle,
sanayileşen tarım ve tarımda köleliğin Batı’daki kadar çok olmadığını söylemektedir
(2009: 161).
78
İslam’da olduğu gibi Osmanlı’daki kölelik ile ilgili olarak, sıkça dile getirilen
argümanlardan biri, Atlantik köleliğinden farklı olduğu, plantasyon alanlarında
kölelerin çalıştırılmadığı; kölelere iyi davranılmasının buyrulduğu ve köle azat
etmenin sevap olduğudur (Toledano, 2007: 16). Ancak bu durum, köleliğin var
olmadığı anlamına gelmemektedir; yine, Osmanlı’da daha sık rastlanan ev içi hizmet
durumundaki köleliğin tarım köleliğinden daha iyi ve kabul edilebilir olduğu
söylenemez; kölelere sunulan aile ortamı bunu garantilemez (Toledano, 2007: 19).
Atlantik köle ticaretinde, köle tüccarlarının, sigorta şirketlerinin, gazetelerin
ve köle kaptanlarının notlarının kaynak niteliğinde olduğunu; ancak, Osmanlı’da bu
tarz kayıtlara rastlanmadığını söyleyen Şen, bunu, köleliğin Osmanlı’yı ilgilendiren
tarafının ihmal edilmesine ve sosyal tarih çalışmalarında da geç kalınmasına
bağlamaktadır (2007: xi). Bununla birlikte Erdem ise Osmanlı’da köleliğe ilişkin
arşiv kaynakları ve diğer kaynaklar olarak araştırılmayı bekleyen birçok kaynak
olduğunu söylemektedir (2013: 9).
Toledano kölelikle ilgili çalışmaların genellikle Atlantik köle ticaretine;
ABD, Brezilya ve Karayiplerdeki plantasyon köle sistemine odaklandığından
bahsetmekte; Güneydoğu Asya, Türkiye, İran, Arap ülkeleri ve Doğu Akdeniz’de bu
çalışmaların henüz çok yeni olduğunu belirtmektedir (2007: 46- 47). Bunun bir
sebebinin de köleliğin ekonomik boyutuna daha fazla odaklanılması ve nicel
verilerin üzerinde durulması olduğunu düşünen Toledano, İslam ülkelerinde köleliğin
ekonomik boyutundan çok sosyal ve kültürel boyutu daha önemli olduğu için daha az
ilgi gördüğünü ve daha az araştırıldığını söylemektedir (2007: 47). Toledano,
Batı’daki gibi dışlayıcı bir sahip-köle ilişkisinden ziyade Osmanlı ve diğer İslam
toplumlarında efendi ve köle arasında aile benzeri bir ilişki olduğunu; köleliğin
79
köken olarak değil daha çok sosyal statü olarak görüldüğünü ifade etmektedir (2000:
165). Diğer yandan, Osmanlı’daki kölelerin prototipinin dışarıdan bakıldığında kulharem köleleri olduğunu; içeriden bakıldığında ise Osmanlı kölelerinin prototipinin
ev içi hizmette kullanılan köleler olduğunu ve az da olsa tarım köleleri olduğunu
belirtmektedir (Toledano, 1993: 502).
Toledano (2000), Osmanlı’da köle ve hür gibi dikotomik iki farklı kategori
yerine bağımlılığın farklı derecelerini barındıran kategoriler olduğunu söylemektedir.
Toledano,
bu
kategorileri,
bağımlılık
derecesine
göre
bir
spektruma
yerleştirmektedir, spektrumun bir ucunda ev içi hizmet, tarım ve askeri hizmette
çalıştırılan köleler; öteki ucunda ise özgürlükleri daha az kısıtlı olan memurlar yer
almaktadır; memurların yanında ise kul tipi köleler, yani köle kökenli devlet
görevlileri yer almaktadır; bunların hemen üstünde ise köle kökenli harem kadınları
yer almaktadır (2000: 173). Toledano, ikili kategorilerden ziyada kültürel ve tarihsel
farklılıkları barındıran bu bakış açısıyla Osmanlı’da kölelik gibi karmaşık bir
konunun anlaşılabileceğini söylemektedir (2000: 173).
3.2.3. Osmanlı’da Köleliğin Kaldırılması
1815 Viyana Kongresi ile Avrupa devletleri köle ticaretini yasaklamaya
yönelmiş; Osmanlı da köle pazarını yasaklamaya karar vermiştir; ancak, köle
satışının İslam’a uygun yapılmasına karar verilmiş ve uygulamada köle satışı son
bulmamıştır (Akyılmaz, 2005: 17). Tanzimat Dönemi’nde de tüm vatandaşlara eşitlik
verilmesi hedeflenmesine rağmen, kölelik kurumu devam etmiştir; 1839 tarihli
Tanzimat Fermanı’nda köleliğe ilişkin bir karar yer almamıştır (Akyılmaz, 2005: 17).
Osmanlı devleti, Tanzimat Dönemi öncesinde hür kişilerin köleleştirilmesini önlemiş
ve kölelerin satış pazarlarında kötü muameleye uğramasına ve hırsızlık gibi durumlar
80
için istismar edilmesine engel olmuştur (Erdem, 2013: 33). Diğer taraftan, teoride
kötü muameleden şikâyetçi olan bir köle, kadı mahkemesine başvurabilmektedir;
ancak, Osmanlı’daki yöneticiler, özel mülkiyet kapsamında değerlendirilen köleler
sahiplerine ait olduğu için müdahale etmeye çok istekli olmamaktadır (Erdem, 2013:
33).
1846’da İmparatorluğun en büyük köle pazarı olan İstanbul Esir Pazarı
lağvedilmiştir; 1847 yılında Basra Körfezi’ndeki köle ticareti yasaklanmıştır (Erdem,
2013: 58, 124). 1857 yılında tüm zenci köle ticareti yasaklanmış ve 1877’de bu karar
yenilenmiş; ancak, mevcut kölelerin ne olacağı sorusu cevapsız kalmıştır (Erdem,
2013: 162-165). Ayrıca, Osmanlı Devleti 1882 yılında, köle olarak tutulanların
devlete başvurmaları halinde ve de karada ya da denizde köle olarak yakalanmaları
halinde kendilerine ıtkname verileceğini ve iş bulmaları konusunda yardımcı
olunacağını buyuran bir kararname çıkartmıştır (Martal, 2000: 174). Köleliğin
kaldırılmasına yönelik bu girişimlerde pek çok sorun da yaşanmıştır; azat edilen
kölelerin geçimini sağlamak bir iç mesele haline dönüşmüş, devlete ya da
konsolosluklara başvuran köleler arasında yasal olmadan ev hizmetine verilenler ve
oradan da tekrar esaret altına alınanlar olmuştur (Martal, 2000: 174).
Her ne kadar 1857 tarihli yasağın uygulanması için çaba harcansa da köle
ticaretinin tamamen bittiğini söyleyemeyiz; ancak, köle ticaretinin yasak öncesi
aldığı duruma da geri dönülmemiştir (Şen, 2007: 110). Bununla birlikte, Osmanlı’da
1857 itibariyle Afrikalı köle ticareti yasaklandıktan sonra dahi kaçak yollarla köle
getirenler olmuştur (Martal, 2000: 173). Köle tacirleri köleleri kendi ev üyeleri
olarak ya da gemide çalışan tayfa olarak göstermekte; veya ıtkname çıkartmakta
81
ancak karaya adım attıklarında bu ıtknamaeleri geri almaktaydılar (Martal, 2000:
172-173).
1856 tarihli Islahat Fermanı’nda da Müslümanların ve gayrimüslimlerin
eşitliği ele alınmıştır; ancak, kölelerin durumuna değinilmemiştir. 1857 tarihinde
Afrika’dan köle ticareti yasaklanmıştır; mevcut kölelerin durumunda bir değişiklik
yaratmasa da, köle tacirleri hakkında cezai işlem uygulanması için bir ferman
çıkarılmıştır; bu tarihten itibaren Afrika’dan getirilecek kölelerin doğrudan tacirlerin
elinden alınacağı da belirtilmiştir (Akyılmaz, 2005: 22). Afrikalı köle taşıyan
gemilere de devlet tarafından el konulacağı kararlaştırılmış ve kaptanları da cezaya
tabi olup açık arttırma ile köle satışı da yasaklanmıştır; ama miras, hibe, el altından
satış gibi yollarla köle satışı devam etmiştir (Akyılmaz, 2005: 22). Osmanlı 1880’de
İngiltere ile imzaladığı “Zenci Esirler Ticaretinin İlgası ve Men’i Hakkında” isimli
antlaşma ile kendi sınırları içinde deniz yoluyla köle ticareti ve satışını yasaklamış ve
1857’deki yasağa ek olarak sadece Osmanlı sınırlarına Afrikalı köle sokulması değil;
Afrikalı kölelerin Osmanlı sınırlarından dışarıya satılmasının de yasaklanmasına
karar verilmiştir (Akyılmaz, 2005: 22).
Tanzimat dönemiyle birlikte köleliğin kaldırılması için adımlar atmaya
başlayan Osmanlı, 1889’da Brüksel Konferansı'nda alınan kararları tanımıştır
(Parlatır, 1987: 420). Brüksel’de Avrupa devletlerinin katılımıyla gerçekleşen köle
ticaretinin yasaklanması ile ilgili konferansa Osmanlı devleti de Kızıldeniz ve Kuzey
Afrika üzerinden yapılan köle ticareti nedeniyle davet edilmiş ve 1890 tarihinde de
bu konferanstan çıkan karara istinaden hazırlanan bildiri imzalanmıştır; imzalanan bu
bildiriyi bazı değişiklerle Osmanlı da 1891 tarihinde onaylamıştır (Martal, 2000:
175).
82
Osmanlı devleti, 1909 tarihli Kanuni Esasi’de vatandaşları arasında ırk ve din
farkı yapılmaksızın hukuk önünde eşit olduklarını kabul etmiştir; ancak burada da
kölelerin vatandaş ve eşit olup olmadığı konusu bir muammadır (Akyılmaz, 2005:
23). 1909 yılında çıkarılan bir fermanla Çerkez kölelerin de aynı Afrikalı köleler gibi
ticaretinin
yapılması
yasaklanmıştır;
1917’de
çıkarılan
Hukuk–ı
Aile
Kararnamesi’nde de benzer kararlar tekrarlanmıştır (Akyılmaz, 2005: 23). Ancak
Osmanlı Devleti yıkılana kadar köleliği tamamen ortadan kaldıran resmi bir belge
yayınlanmamıştır ve dolayısıyla kölelik hukuki olarak yasaklanmamıştır (Akyılmaz,
2005: 24).
Erdem (2013) de Osmanlı’da köleliğin hiçbir zaman resmi olarak
kaldırılmadığını söylemektedir. Erdem’e göre şeriat köleliği onayladığı için ve
şeriatın değişilmez olduğuna inanıldığı için Osmanlı devleti, köleliği toptan
kaldırdığını açıklayacak bir belge yayınlamak yerine başka önlemler alarak köleliği
sonlandırmak
istemiştir
(2013:
123).
2.
Abdülhamit
Osmanlı’daki
köle
uygulamasının diğer ülkelerdeki gibi olmadığını savunarak köleliği meşrulaştırma
yoluna gitmiş, İslam’ın tasvip ettiği köleliği kaldırmayarak muhafazakâr kitlelerin
tepkisinden sakınmıştır (Şen, 2007: 144).
Köle ticaretinin yasaklanmasından sonra azat edilen kölelerin ne olacağı
sorusu ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Kölelerin eski vatanlarına geri
gönderilmesi tekrardan geri gönderilen yollarda köleleştirilme ihtimalleri açısından
riskli ve tüm süreç değerlendirildiğinde masraflı bir çözüm olarak görüldüğü için
Osmanlı sınırları dâhilinde çözüm arayışlarına yönelinmiştir (Toledano, 2007: 140).
İzmir örneğinde bu sorun, azatlı kölelerin, Mekteb-i Sanayi binasında geçici
olarak yerleştirilmesiyle çözülmeye çalışılmış; ancak, sonrasında binanın tamiri,
83
teçhizatı ve insanların bakım masrafları için devletten gelen ödeneğin azalması
nedeniyle barınma koşullarında sorun çıktığı için bu plan sekteye uğramıştır (Martal,
2000: 176-177). Diğer yandan halktan yardımsever kişler tarafından destek de
verilmeye çalışılmış; ancak, bakımı sağlanamayan çok kişi olunca evlere ücretli
olarak hizmetçi olarak gönderilmişlerdir (Martal, 2000: 177). Ayrıca çiftlik
sahiplerinin yanına hizmetçi olarak verilenler de olmuştur (Martal, 2000: 177-178).
Martal, İzmir’de bu misafirhaneye getirilen azatlık kölelerden erkek
çocukların yatılı sanayi okullarına, yetişkin erkeklerin sanayi taburları ve askeri
bandolara verildiğini söylemekte; kadınların ise zengin Müslüman ailelerin yanına
hizmetçi olarak yerleştirildiğini; ayrıca kendi aralarında evlendirilmelerinin ev ve
arazi verilerek teşvik edildiğini belirtmektedir (2000: 178). Martal’ın Mekteb-i
Sanayi dediği bina, bugün İzmir’de Mithatpaşa Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi
olarak kullanılmaktadır. Bu binanın azatlı köleler için geçici bir misafirhane olarak
kullanıldığı ve sonrasında azatlı kölelerin padişah çiftliklerine yerleştirildiği bilgisi
11 Şubat 2015 tarihinde dernekle ilk kez irtibat kurduğumda Mustafa Olpak
tarafından verilmiştir. Tesadüf o ki, bu lise İzmir’de oturduğum eve sadece 5 dakika
mesafededir.
3.2.4. Türkiye Cumhuriyeti’nde Köleliğin Uzantıları
Afro-Türklerin 1926 Medeni Kanun ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olduklarını söyleyen Olpak, köleliğin uzantısı olarak değerlendirdiği evlatlık
uygulamasının ise 1964 yılında yürürlükten kaldırıldığını vurgulamakta; ancak, yasal
düzenlemelerin hayatta tam karşılık bulamadığını belirtmektedir (2013: 127).
Köleliğe getirilen kısıtlama sonucunda 19. yüzyılın 2. yarısından itibaren köle
sayısının azaldığını ve evlatlık sayısının attığını belirten Özbay, evlerdeki kölelerin
84
“hizmetkâr”
veya
“akrabadan”
olarak
kayıt
defterlerine
geçirildiğinden
bahsetmektedir (1999: 16). Bu durum köleliğe olumsuz bakılmaya başlandığının
göstergelerinden biridir (Özbay, 1999: 16). Ancak diğer taraftan ismini ve biçimini
değiştirerek köle uygulamasını hizmetkâr adı altında devam ettirmek olarak da
yorumlanabilir.
Özbay, çalışması kapsamında yaptığı görüşmelerde evlatlıklarını okula
göndermeyenlerin zorunlu olan ilkokul eğitimin almaları için bile yeteri çaba
harcamadıklarını söylemektedir (1999: 26). Evlatlıkların genellikle evlerde tek
başlarına çalıştıklarını belirten Özbay, evlatlıklara ev kadınlığının öğretilmesinin
meşrulaştırıldığını ve ev kadını olmak için verilen terbiyenin evlatlıklarda minnet
bağı oluşturmaya yönelik göründüğünü, ama aslında köylü yaşamdan kentli yaşama
geçerek sınıf atlamalarına yarayan bir araç olduğunu söylemektedir (1999: 26).
Olpak, evlatlık alan ailelerle yaptığı görüşmelere değinerek evlatlık alanların,
evlatlıklarına çok iyi davrandıklarını anlattıklarından bahsetmektedir (2013: 125). Bu
durumun, İslam’da kölelere iyi davranılmasını emrettiği argümanı ile benzerlik
taşıması şaşırtıcı değildir. Olpak’ın evlatlık alan ailelerle yaptığı görüşmelerden
aktardığı bir diğer önemli konu ise, evlatlık alanların evlatlıklarına yönelik olarak
“köyden gelen, pis, görgüsüz, hatta hastalıklı çocuklara medeniyet öğrettiklerini”
düşünmeleridir (2013: 125). Tam da dikotomik medeni-vahşi ayrımına tekabül eden
bu düşünce; eğitilmek istenen evlatlıkların sadece çok azının okula gönderilmesiyle
(Olpak, 2013: 125) evlatlıkların “cahil” kalmasını devam ettirmektedir.
İzmir ve çevresinde tarımın ticarileşmesiyle farklı emek biçimlerinin ortaya
çıktığından bahseden Bay, Çeşme çevresindeki köylere dair yaptığı arşiv
çalışmasında oğulluk kaydına rastlamadığını; ancak, kayıtlarda “emek biçimi olarak
85
yoğun şekilde zenci gulamlar” ile karşılaştığını ifade etmektedir (2013: 209). 19.
yüzyılın 2. Çeyreğinde hazırlanan Nüfus Defterlerini inceleyerek Çeşme bölgesinde
neredeyse her ailenin bir kölesi olduğundan bahsetmektedir (Bay, 2013: 206-209).
Oğulluk, Tanzimat döneminde başlayan reformlarla değişmeye başlamış; Medeni
Kanunu’nun 1926’da kabul edilmesi ile yerine Avrupa’daki evlatlık sistemi kabul
edilmiştir (Bay, 2013: 213). İslam’da, kan bağını esas alan evlatlık uygulaması,
mahremiyet kaygısıyla yasaklandığı için, Osmanlı’da evlatlık daha çok “koruyucu
aile sistemi” biçiminde aynı zamanda bir “emek biçimi” olarak uygulanmıştır (Bay,
2013: 213).
Maksudyan, kız çocuklarını evlatlık edinmenin, köleliğin yasaklanması
girişimleriyle ile ilgili olarak sadece 19. yüzyıla ait tamamen yeni bir durum
olmadığını; evlatlığın Osmanlı’da kölelik kadar eski bir uygulama olduğunu ve bu iki
uygulamanın uzun süre beraber gittiğini söylemektedir (2008: 493). Ancak, 19.
yüzyılın 2. yarısında Osmanlı elit tabakasının köleliğe olumsuz bakmasıyla birlikte
evlatlıkların ev içi hizmette kullanılmasının tercih edilmeye başlamasıyla sayılarında
artış olduğunu açıklamaktadır (Maksudyan, 2008: 493).
Günlük dilde besleme ve hizmetçi kelimelerinin evlatlıkla eşanlamlı
kullanıldığını belirten Maksudyan, bu anlamda da sonu belli olmayan bir süre
boyunca
çalıştırılan
evlatlık
kızların
ücretsiz
emek
kapsamında
değerlendirilebileceğini söyler (2008: 494). Beslemeler yasal olarak hür statüsünde
olsalar da; hem ev işlerini yapmakta hem de efendileriyle harem gibi ilişkide
bulunmaktadırlar (Maksudyan, 2008: 497). Beslemelerin miras hakkı olmaması ve
ensest dışında tutulması, onları kölelerin statüsüne yaklaştırmaktadır (Maksudyan,
2008: 497). Evlatlıklar, maaş almazlar; ancak, bayramlarda ve bunun gibi günlerde
86
evdeki diğer çocuklar gibi onlara da hediyeler alınır ve para verilir; ayrıca
evlenmelerine ve çeyiz kurmalarına ev sahibi yardımcı olur; bu özellikler kölelere
yapılan davranışlarla benzerlik gösterir (Özbay, 1999: 28).
Evlatlık kurumunun zayıflamasında modernleşmenin beraberinde getirdiği
sosyal değişme etkili olmuştur (Özbay, 1999: 30). Ayrıca “Kölelik, Köle Ticareti,
Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılması Kanunu” 1964
senesinde tam da modernleşmenin etkilerinin görüldüğü dönemde yürürlüğe girmiştir
(Özbay, 1999: 30). Köleliğe benzer uygulamaların kaldırılması kararı 1926 yılında
Milletler Cemiyeti tarafından onaylanmış ve Türkiye 1933 yılında cemiyete üye
olduktan sonra bu antlaşmayı imzalamıştır; 1957 yılında bu antlaşmadaki eksikleri
tamamlamak üzere ek bir sözleşme uluslararası olarak kabul edilmiş; Türkiye de
1963’de bu eksiklikleri kanunlaştırma yoluna giderek 1964 yılında Kölelik, Köle
Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılması
Kanunu’nu19 yürürlüğe sokmuştur (Özbay, 1999: 31). 6 Ocak 1964 tarihli, 11599
sayılı Resmi Gazete’de bu kararı onaylayan yasa maddesi yayımlanmıştır. Bu şekilde
hukuksal olarak kölelik benzeri uygulamalar yasaklanmıştır. 1960’larda devletin
çocukları koruması için adımlar atılmış; Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü,
kimsesiz ve muhtaç çocukların “evlat edinilmesi” ve “koruyucu aileye verilmesi”
programları ile sosyal hizmet akademileri açılmıştır (Özbay, 1999: 31).
19
Bkz: Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılması
Kanunu, 1963, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem: 1, Toplantı: 2, Cilt: 21.
<https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d01/c021/mm__01021131.pdf >
[Erişim Tarihi: 02.06.2015]
Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına Dair Ek
Sözleşme (http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/11599.pdf) [6 Ocak 1964 tarihli ve 11599
sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.] [Erişim Tarihi: 02.06.2015]
Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına Dair Ek
Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Kanun Tasarısı ve İçişleri ve Dışişleri
Komisyonları Raporları (1/350)
<https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d01/c018/mm__01018103
ss0110.pdf>[Erişim Tarihi: 02.06.2015]
87
4. TOPLULUĞUN GENEL GÖRÜNÜMÜ VE GELENEKLER
4.1. “Saha”ya Adım Atmak:
Saha ya da alan dediğimiz şey, aslında kendi hayatlarımızdan kopuk, sınırları
net bir şekilde belirlenmiş bir yer değildir. Bunu, en çok sahadan kendi hayatıma
“geri dönmeye” çalışırken anladım. Saha, her ne kadar kendine ait özellikleri olan bir
topluluğa kısmen de olsa dâhil olmayı gerektiriyorsa da laboratuvar ortamı gibi
yalıtılmış bir yer değildir. Yine de pratik olarak dilsel kolaylık sağlaması açısından
çalışmam boyunca saha/alan kelimelerini, çalıştığım mekânı betimleyici genel bir
kategori olarak kullandım.
Araştırmanın sahası olarak belirlediğim köylere ilk yolculuğum, Şubat
2015’te Hasköy’e gidişim ile başladı. Sonrasında Hasköy’e yaklaşık 1,5 km
mesafedeki Yeniçiftlik köyüne de giderek çalışmamı Mayıs 2015 tarihine kadar bu
iki köyde devam ettirdim. Mayıs ayında kalacak yer konusunda birtakım sorunlar
yaşamam sonucunda Hasköy’e yaklaşık 3 km uzaklıkta olan Çırpı köyünü de
araştırmaya dâhil ettim. Araştırmamı sürdürmeye karar verdiğim üç köyün
netleşmesi sonucunda katılımlı gözleme devam ettiğim yerler hakkında daha
kapsamlı bilgi sahibi olmaya başladım. Etnografiyi devam ettirdiğim üç köyde
öncelikli olarak karşıma çıkan durum, Afro-Türk ailelerin yaşadığı hane sayısının
köylerin geneline oranla oldukça az olmasıydı. Bu konuda Şakir abinin Hasköy
muhtarına sorarak edindiği bilgiye göre yaklaşık 300-350 olan hane içinde araştırma
kapsamına dâhil ettiğim 8 tanesi Afro-Türk ailelerden oluşuyordu. Benzer durum
Yeniçiftlik ve Çırpı köyleri için de geçerliydi. Her üç yerleşim biriminde de toplam
hanelerin çok azında Afro-Türk aileler yaşıyordu.
88
Yeniçiftlik ve Hasköy bir muhtara sahip olan köylerdi. Ancak Çırpı, Şakir abi
ve Mustafa Olpak’tan aldığım bilgiye göre, 2014 yerel seçimleri öncesinde kasaba ve
köy arası yerleşim birimi olarak ifade edilen nahiye (belde) idi. 2014 yerel
seçimleriyle Çırpı, 4 mahalle muhtarlığını barındıran bir semt konumuna gelmişti.
Gerek yöredekilerin ağız alışkanlığından dolayı, gerekse farklı mahallelerden oluşan
bir semt durumuna geçişin çok kısa süre önce olmasının yarattığı etkiden dolayı
çalışma boyunca Çırpı’yı ifade etmek için köy terimini kullandım. Çırpı’da hane
sayısı ve yaşayan Afro-Türk hane sayısı göz önünde bulundurulduğunda yine diğer
köylerdeki gibi düşük bir oran karşımıza çıkmaktadır. Zira yaklaşık 700 hanesi olan
Çırpı’da 8 Afro-Türk hane yaşamaktadır. Bu 8 hanenin 6 tanesini çalışma kapsamına
dâhil etmiş bulunmaktayım.
Bu üç köyde yaşayan Afro-Türklerin kesin nüfus sayısı hakkında bilgi
edinmek pek mümkün değildir. Bunda hem etnik grup ayracı olarak ten renginin
kullanılıp kullanılmayacağı hem de mevcut nüfus kayıt sisteminde etnik grup gibi bir
ibare bulunmaması etkilidir. Ben dernek aracılığıyla ulaştığım ve beni kabul eden
17’si çocuk toplam 57 kişiyi, araştırmama dâhil ettim; ancak İzmir’deki toplam AfroTürk nüfusu hakkında net bir bilgiye ulaşamadım. Durgönül de Afro-Türklerin net
nüfusu hakkında bir bilgi bulunmadığından bahsetmektedir (2013: 1403). 2003
yılında Antalya’daki Afro-Türkler özelinde yaptığı kimlikle ilgili alan çalışmasında
artık yaşayan kuşakta Afro-Türklerin geçmişiyle ilgili bilgiye sahip olanların pek
kalmadığını ve bunun araştırma için sorun teşkil ettiğini belirtmektedir (Durugönül,
2013: 1405).
Aynı güzergâh üzerinde Torbalı-Bayındır istikametinde kurulu olan
Yeniçiftlik, Hasköy ve Çırpı köylerine 21 Şubat 2015 – 21 Şubat 2016 arasında 1 yıl
89
süreyle misafir olarak gidip geldim. 1 yıl süreyle araştırmaya devam etmeyi tercih
etme nedenim, yılın tüm dönemlerinde araştırdığım grubun yaşantısını gözleme
fırsatı elde edebilmek ve alan tatmininden emin olabilmekti. Bu sayede yılın 4
mevsiminde yaşanan hem sosyal hem coğrafi farklılıkları ve zorlukları görme şansım
oldu. Yazın inanılmaz kavurucu sıcağını, kışın ve yağmurlu havalarda ise yağmur
sularının bloke ettiği yolları görmüş oldum. Ayrıca Afro-Türk topluluğunun kendine
has özellikleri koruyup korumadığını anlamak için kendime uzun süre tanımak
durumunda kaldım. Zira topluluğun tarihi ve kaybolan gelenekleri hakkında yaptığım
okumalardaki törenlerle karşılaşacağımı umuyordum ve acaba bir şeyleri eksik
gözlemlemiş olabilir miyim diye sürekli kendime soruyordum. Geçmişlerine dair
çoğu şeyi yitirmiş bu toplulukta uzun süre araştırmamı sürdürmemin, alanda daha
çok vakit geçirdikçe doğru karar olduğunu düşünüyordum.
Pritchard’ın (1976: 251) önerdiği gibi sahada bir yılı tamamlayıp ardından bir
yıl daha alan araştırmasına devam edebilseydim daha ideal bir yol izlemiş
olabilirdim. Ancak, alanla ilgili peşinden gittiğim soruların tatmin edici cevaplarını
bulmamda bir yıl benim için yeterli bir süre oldu. Alan tatmini, elbette nesnel bir
ölçüt olarak alanda geçirilen süre ile doğrudan belirlenemez. Bir araştırmacının üç
ayda bulacağı cevapları diğerinin bulması iki yıl sürebilir; ya da araştırmacı alanda
farklı hikâyelere savrularak başka soruların izinden gitmeyi tercih edebilir. Ancak
benim sorularım özelinde bu süre bana yetti ve Atkinson ve Hammersley’in (2007)
belirttiği gibi alan tatminini hissettiğim anda ya da başka bir deyişle kafamdaki
sorulara tatmin edici cevaplar bulduğum anda alandan yavaşça çekilmeye karar
verdim.
90
1 yıllık araştırma süresi uzun bir süre olarak da değerlendirilebilir. Bu sürenin
uzun olmasının nedeni, kimlik meselesini araştırdığım topluluğun asimile olmuş ve
kendilerine ait geleneklerin kaybolmaya yüz tutmuş olmasıydı. Bu tür geleneklere,
pratiklere veya inançlara ulaşmak istiyorsam sabırlı olmak durumundaydım. Sabırlı
olmam gerektiğini, günlük konuşmalarımız arasında eski geleneklerle ilgili olarak
doğrudan sorduğum sorulara çok zor cevap almamla fark ediyordum. Alanda
geçirdiğim ilk birkaç aydan sonra bu durumun değişmediğinden emin olarak örtük
bir şekilde geleneklerin izinden gitmeye karar verdim. Bu süreçte sezgisel olarak
doğru bir yol izlediğime inanıyordum. Nitekim 8 Kasım 2015’te Çırpı’da yapılan
Afro-Türk kadınlarla psikodrama toplantısında, alanda yaptığım gözlemler
sonucunda bulamayıp ilkbahar ve yaz aylarında sorup cevabını alamayarak
ümitsizliğe kapıldığım bazı soruların cevabını almış bulunuyordum. Bu soruların
başında, köylerde hâlâ yaşayan godya olup olmadığı geliyordu.
Çırpı’daki psikodrama toplantısının ilk seansına katıldığımda bu soruların
cevabını tamamen tesadüfen almış bulunuyordum. İlginç bir şekilde godya olma
ihtimali en yüksek olan kişiyi de öğrenmiş oluyor ve o kişinin yazın bana
geleneklerin hiçbirinin artık devam etmediği ve bu konuda hiçbir şey hatırlamadığı
cevabını verdiğini hatırlıyordum. Bu durum, inanç dünyasıyla yakından bağlantılı
geleneklerin kolayca dile getirilmeyeceğini bana göstermiş oldu. Diğer yandan bu
durum, evlerini bana açan insanların güvenini kazanmakta sorun yaşayıp
yaşamadığımı sorgulamaya sevk etti. Sanırım bunun cevabı, hem geleneklerin
bastırılarak unutulması ve söylem bazında dahi örtük olarak çok nadir açığa
çıkmasında gizliydi. Diğer yandan elbette ben hâlâ bir yabancıydım. Ne kadar güven
91
ilişkisi kurulduysa da mutlak yabancı olmaktan misafirliğe terfi ettiysem de ben
onlardan değildim ve her şeyin benimle paylaşılması anlamsızdı.
Bununla beraber insanların ne söyledikleri ile ne yaptıkları arasında bir
tutarsızlık olduğundan bahseden Eriksen’e (2010b: 22) hak vermeye başlıyordum.
Bir şeyi bilmediğini veya unuttuğunu söyleyen bir kişi, o şeyi pratik eden kişinin
kendisi çıkabiliyordu. Gerçekten de alanda sıkça karşılaştığım ve şaşırdığım durumu
anlatıyordu Eriksen, insanların eylem ve söylem tutarsızlığı bir yana; araştırılan
kişilerin ve alan bilgilendirmesi yapan kişinin aynı olayı tasviriyle antropoloğun
tasviri de birbirinden tamamen farklı olabilmekteydi (2010b: 22).
Çırpı’da derneğin kadınların psikolojik destek alması için düzenlediği
psikodrama toplantılarının sadece birincisine katılmaya karar vermiştim. Bu tanışma
toplantısından sonra eğer psikodrama grubuna gelmek istersem seanslara düzenli
devam etmem gerekiyordu. Eğer düzenli devam etmezsem gruptan atılacaktım, bu
bir kuraldı. Fakat eğer devam edersem bu benim araştırmacı olarak topluluk içindeki
ilişkilerime zarar verecekti. Arkadaş olmakla araştırmacı olmak sınırı arasında zaten
bocalıyordum ve mutlak bir tarafsızlık varsayımına inanmasam da psikodramada
yapacağım ve dinleyeceğim özel paylaşımların araştırmayla doğrudan ilgisi
olmadığını hem de duygusal yakınlık anlamında konuştuğum insanlara zarar
verebileceğini düşünüyordum. Aynı zamanda psikodrama gibi en özel sorunların
rahatlıkla paylaşılması gereken ve ancak bu şekilde kadınlara yardımcı olabilecek bir
uygulamanın benim araştırmam için baltalanmasını istemedim. Benim araştırmacı
varlığımın oradaki kadınları rahatsız etmesini istemedim.
92
4.2. Gündelik Hayat Pratikleri
Küçük Menderes Havzası’nın civarında kurulu olan bu yerleşim birimleri
aynı zamanda Türkiye’nin en verimli tarım arazilerinden birine ev sahipliği
yapıyordu. Kışın sarı ve yeşile çalan tarlalardaki lahana ve karnabaharların, yazın
toplanan domateslerin ve yaz sonunda hasadı kaldırılan biberlerin Tukaş, Tat ve
Öncü gibi salça ve konserve fabrikalarına toplandığını ve insanların fabrikalarda
mevsimlik işçi olarak çoğu zaman sigortasız çalıştırıldığını öğreniyordum. Birlikte
vakit geçirdiğim Afro-Türk ailelerden bir kısmı bu fabrikalarda mevsimlik işçi olarak
bir kısmı da tarım işçisi olarak çalışıyordu. Yaşlı kuşaktan ise tarım işçiliğini daha
gençken yapıp emekli olmadan işi bırakmış ya da iş imkânı kalmamış olanlar vardı.
Yine fabrika ve mandıra işçisi olanlar ve günlük işler yapanlar da vardı. Bu koşullar
çoğu ailede geçim sıkıntısını beraberinde getiriyor; geçim derdine sağlık sorunları
eşlik ediyordu; çoğu Afro-Türk ailenin yaşlı bireylerinde uzun dönemli sağlık
sorunları vardı.
Diğer yandan savaş nedeniyle Suriye’den gelen mültecilerin tarlalarda
neredeyse yarı fiyatına çalıştırılması söz konusuydu. Bu konuda köylerden aldığım
bilgilere göre 2015 yazı itibariyle 45-48 tl arasında değişen tarla işçisi yevmiyesi,
Türkiye vatandaşı bir işçi yerine Suriyeli bir işçi çalıştırıldığında 20 tl’ye kadar
düşebiliyordu. Bu durum, şehirlerde yol kenarlarında görmeye alışkın olduğum
mülteci gerçekliğini tarlalarda da görmemi sağlamış; yediğim tarla ürünlerini tek tek
düşünmeme sebep olmuştu. Yaz kış Torbalı-Bayındır yolundaki tarlaların etrafında
kurulu olan çadırların mültecilere ait olduğunu anlamam çok sürmedi. Böylelikle göç
hikâyeleriyle başladığım bu tezdeki zihinsel yolculuğun beni farklı hikâyelerin
kesişimine götürmesine tanıklık ediyordum.
93
Gittiğim üç köyde görüştüğüm, birlikte vakit geçirdiğim insanlar mültecilere
karşı şehirdekilere kıyasla daha dostane bir tavır içindeydiler. Belki fakirlik ve zor
hayat koşullarıyla daha iç içe oldukları için şehirlilerden daha kolay bir biçimde
mültecilerle empati yapma yetisine sahiptiler. Zira bir keresinde köyde denk
geldiğim bir teyze, mevsimlik çalıştırılan Suriyeli işçileri kastederek “onlar da
savaştan kaçıp gelmiş, kolay mı memleketlerini bırakıp gelmek? Onlar da ister
miydi? Onların durumu da zor” şeklinde yorumda bulunmuştu. Ancak köyde yine
mevsimlik olarak çalıştırılan ve bazıları önceden çalışmaya başlayıp para biriktirerek
kendi evlerini inşa etmeye başlamış Kürtlere karşı daha olumsuz bir bakış açısı
hâkimdi. Bu bakış açısı araştırma yaptığım topluluktan ziyade köylerde yaşayan çoğu
kişinin yaklaşımını yansıtıyordu. Üzerinde daha detaylıca düşülmesi gereken bu
konuyu sadece bir gözlem notu olarak bu çalışma kapsamında değerlendirdim.
Köye girdiğim andan itibaren tezek ve gübre kokusuna alışma sürecim biraz
sıkıntılı olmuştu. Gübre kokusundan sonra tanıştığım diğer koku da saman ve çimleri
karıştırarak hayvanlara yem olarak hazırlanan turşu adı verilen yemin ekşi kokusu
olmuştu. Sonra, yeni bir koku olarak nohutlu ekmeği yaparken kullanılan nohut
mayasının kokusu gübre kokusunun yerini almıştı. Nohutlu ekmek için hazırlanan
nohut mayasının yapımını Hasköy’deki S. teyzeden öğrenmiştim. Nohut mayası
tarifi, yine Hasköy’de oturan Ş. teyzenin salatalıkları rendeleyerek koruk suyu,
sarımsak ve zeytinyağıyla yaptığı adı ekşitme olan tarifle birlikte aklımda yer
edinmişti. Nohut mayası kokusunun diğer kokuların yerini almasında 8 Kasım 2016
itibariyle proje ekibiyle birlikte köye gittiğimiz zamanlarda, Mustafa Olpak’ın
önerisiyle Arıkbaşı tarafındaki fırından tam pişirilme saatinde nohut ekmeği
almamızın da etkisi vardı.
94
Hemen her evde bir boşanma vakası ve anne-baba evine geri gelerek köye
yerleşen bir evlat ve onunla birlikte gelen torunlar söz konusuydu. Evlilik ve
boşanma konusu, köy araştırmasına başlamadan önce beni bilgilendirirken Mustafa
Olpak’ın önemle üzerinde durduğu bir konuydu. Alan deneyiminden sonra, bu
konuya neden önem verdiğini bizzat anlamış oldum. Evlilik, hem ten rengi üzerinden
ayrımcılığın uygulandığı en somutlaşmış pratiklerden biriydi, hem de aidiyetin bir
sembolü olarak görülen siyah ten renginin devamı için kritik bir öneme sahipti.
Mustafa Olpak, konuşmalarımız sırasında kadın-erkek ilişkileri söz konusu
olduğunda Afro-Türklerde kadınların evlilikte gizliden hâkim olduğu anaerkil bir
düzenden bahsediyordu. Diğer taraftan çoğu erkeğin ölüm nedeninin alkol olduğunu
vurgulayarak “bizde trafik kazasında ölen erkek bulunmaz, hemen hepsi alkolden
ölmüştür” diyordu. Her üç köyde gördüklerimde bunu doğrulayıcı örnekler vardı.
Diğer yandan “anamın çocuk bakmaktan vakti olmadı” diyen kadınlar vardı.
Kardeşlerine baktığı için okulu bırakmak zorunda kalarak ev işleri ile çocuk bakımını
üstlenen kız çocukları, anaerkil bir sisteme ait görünmüyordu. Anaerkil bir kültürün
analizi için erkeklerin sadece eşleriyle evlilik ilişkilerini değil; anneleriyle ve kız
çocuklarıyla olan ilişkilerini de hesaba katarak detaylı bir değerlendirme
gerekiyordu.
Gittiğim köylerde, Türkiye’nin özellikle iç bölgelerinde gözlemlediğim
muhafazakâr dinsel uygulamaların bütünüyle yansıdığı kadın-erkek ilişkisi yerine
daha anlayışlı ve Ortodoks Müslüman olmayan bir ilişkilenme biçimi söz konusuydu.
28 Mart 2015 tarihindeki düğünün bitmesiyle, düğün gecesi S. teyzelerin evine
döndüğümüzde Şakir abi ve C. abi aynı odada olmak üzere, A. abla, A. ablanın
95
annesi F. teyze, A. ablanın oğlu B. ve ben aynı odada uyumuştuk. Düğünün ertesi
sabahı okunan sela ile kalkmıştım ve erkeden İzmir yoluna koyulmuştum.
Bununla birlikte bu örnekten yola çıkarak köylerde dedikoduyla beslenen
cinsiyetçi kategorilerin tamamen ortadan kalktığını söylemek abesle iştigal olur.
Bunun en yakın örneğini, köylerde kalacak yer araştırırken, bekâr ve boşanmış erkek
evladı olan evlerde kalma ihtimalime tedirginlikle yaklaşılmasında görmüştüm.
Köyde başkalarının ne diyeceği büyük bir kaygı yaratıyordu. Ancak buna rağmen
evinde bekâr ve boşanmış erkek olan iki ailede birer gece kalabilmiştim. Bunda da
Şakir abiye duyulan güvenin etkisiyle köylülerin beni kırmama istekleri etkili
olmuştu. Ancak bu durum sadece kalma sorunu yaşadığım anda ve birer gecelik
süreyle geçerli olmuştu. Yani bu ailelerde sürekli kalmam imkânsızdı.
Dini pratikleri gözlemleme amacı da taşıyarak 2015 Ramazan ayı boyunca sık
sık gittiğim köylerde oruç tutmayan birçok insana rastlıyordum, bu durum, sıcak yaz
günlerinde alandayken rahatça su içebilmemi kolaylaştıran bir etken oluyordu.
Ancak aynı şeyi, giyim konusunda söylemem pek mümkün değildir. Yine
Anadolu’nun daha muhafazakâr bölgeleriyle kıyaslandığında bu üç köyde de giyim
rahattı; ancak, yaz sıcağında dirsek üstü kısa kollu giyen kadınlara köylerin kamusal
mekânlarında rastlamıyordum. Ben de buna göre giyimimi belirliyordum.
Köylerde tek başına bir kadın olarak başıma bir şey gelmemesi konusunda da
uyarılarda bulunan koruyucu bir tavır ile karşılaşıyordum. Köyleri tanıma amacıyla
ilk kez dernek başkanıyla köye gittiğim 17 Şubat 2015 tarihinde evlerine konuk
olduğum Hasköy’deki S. teyzenin tavrı bana son derece güven vermişti. Katledilen
ve Türkiye gündemine oturan Özgecan Arslan’ın haberi o tarihlerde henüz çok
tazeydi. Bu olayın tesiriyle köyde kalma ve köye gidip gelme sürecinde başıma onlar
96
yüzünden bir şey gelmesinden endişelenmişlerdi. Hasköy ve Yeniçiftlik arasındaki
yolu kısa da olsa yayan yürümememi ve mutlaka otobüse binmemi sıkı sıkı
tembihlemişlerdi.
Yaşlı teyzelerden okuma ve yazması olmayanlar da vardı, ilk kez okuma
yazması olmayan birisinin resmi işlemlerde imza yerine parmak izi mührünü
kullandığına tanıklık ediyordum. Okuma yazma bilmemelerini, genellikle eski nesil
kadınların kardeşlerine annelik yaptıkları için okula devam edememesiyle
açıklıyorlardı. Yaşlı nesilde geçmişe yönelik bir özlem de vardı, eskiden daha iyiydi
ve kaynaşma vardı diyorlardı, eskiden insanların birbirini sevdiğine inanıyorlardı.
Eskiye özlemle, Hasköy’deki G. teyze de eski bayramların panayır yeri gibi
olduğundan, insanların hasatı ona göre yaptığından neredeyse 15 gün hiç
çalışılmadan yenilip içilip eğlenildiğinden bahsediyordu. Ancak bu durum,
Afrikalılara özgü değildi, eskiden tüm köy bu şekilde kutlamalar yapıyordu. Bu gibi
kutlamalarda ve bayramlarda buğdayla ve etle yapılan Arap aşınının sunulduğundan
bahsedenler de olmuştu.
Afro-Türk topluluğunda dış evlilikler görülse de akrabalık bağları büyük
ölçüde korunmuştu, hısım ya da kan akrabalığı mevcuttu. Bu durum dayanışmaya
olduğu kadar kırgınlıklara da daha kolay zemin hazırlayabiliyordu. Köydeki aileler
arasındaki küskünlüklere ve kırgınlıklara olabildiğince dâhil olmamaya ve aynı
şekilde dedikodulardan uzak durmaya çalışıyordum.
Köyde ilk kaldığım 21 Şubat 2015 gecesi TBMM’de iç güvenlik yasa tasarısı
tartışılıyordu ve ülke gündemi oldukça gergindi, Hasköy’de R. ablanın evinde bana
verilen odada haberleri telefonumun internetinden takip ettiğimi hatırlıyorum.
Telefonumun internet özelliğini kullanmamak için uzun süre kendimi zorladım;
97
çünkü, internete erişim beni alandan kopararak dâhil olma sürecine zarar veriyordu.
Alanın zamansallığına ve mekânsallığına daha fazla dâhil olmaya çalışırken,
zamanın köylerde yavaş ve yoğun aktığının da farkına varıyordum. Ağır akan bu
zamansallıktan sonra köyden şehre döndüğümde kendimi zaman makinesinden
çıkmış gibi hissediyordum. Bu, beni zamanın kullanımı konusunda birçok farklı
düşünceye götürdü ve şehirde kafamın köydeki kadar dingin olmadığını hatırlattı.
Araştırmanın ilk 7 ayı boyunca pazar akşamları köyden şehre ve pazartesi
sabahları iş yaşamına dönmem, zamansallıkla birlikte mekânsallıkta da gariplik
hissettiriyordu. Hızlanmaya başlayan zamanla, evlerin dışında olan köy tuvaletlerinin
yerini evlerin ve iş yerlerinin içindeki alafranga tuvaletlerin alması birbirine eşlik
ediyordu. Evin dışındaki köy tuvaletlerine hepten yabancı değildim; ancak,
hissettiğim gariplik daha çok bir gün içerisinde yaşam tarzındaki farklılıkların
arasında gidip gelmekle alakalıydı. Köylere her hafta deterjan ve şampuan gibi
temizlik malzemelerini satmaya gelen seyyar aracı düşünmem de şehirde marketlere
gittiğimde benzer bir his uyandırıyordu.
Bu durumu pekiştiren öğelerden biri de köylerde hâkim olan Ödemiş-Tire
ağzına alışmam olmuştu. Bu ağzı genel olarak anlamakta bir sorun yaşamıyordum;
ama, kulağımın alışması ve köyden şehre dönünce konuşmalara bir anda uyum
sağlamam zor olabiliyordu. “Sana”nın “sene”ye; “bana”nın “bene”ye; “abla”nın
“aba”ya; “yapınca” ve “gelince”nin “yapasıya”ya ve “gelesiye”ye; “yaparken” ve
“giderken”in, “yaparkene”ye ve “giderkene”ye dönüşmesine; “hayır” ve “yaa”nın
aynı anlamda kullanılmasına; konuşmalara eklenen “gari”lere ve yumuşayan “r”lere;
geçmiş zamanın rivayeti, “gelmişmiş” örneğinde olduğu gibi eşlik ediyordu.
98
4.3. Yok Olan Geleneklerden Bir Derleme: Dana Bayramı ve Godya Kurumu
Afrikalı azatlı kölelerin kendi içinde kutladıkları bayramları, kendilerine özgü
gelenekleri ve örgütlü loncaları olduğu bilinmektedir. İstanbul’daki loca üyeleri
Mayıs ayında yapılan Dana Bayram için İstanbul’un farklı bölgelerinden toplanarak
bir araya gelirlerdi; kölelikte ve azatlıkta karşılaştıkları sıkıntılarda ve aynı zamanda
işsizlik ve hastalık gibi sorunlarda dayanışma içindeydiler (Erdem, 2013: 217). Bu
locaların başında azat edilmiş siyah bir kadın bulunmaktaydı; ömür boyu bu görevde
kalan bu kadına kolbaşı veya godya deniyor; lonca başkanlığıyla birlikte dini
başkanlık da yapan godya ve loca üyeleri kültün ilahına Yavroube, Yarrabox ve
Yavru bey adlarıyla ibadet ediyorlardı (Erdem, 2013: 217). Erdem’e göre bu kültün
Trablusgarp üzerinden gelmiş Yoruba kabileleri üyeleri aracılığıyla Osmanlı’ya
taşınmış olabileceği aşikârdır (2013: 218).
Toledano,
Erdem’e
referansla
Yavroube’nin
Yavrubey’in
değişen
telaffuzundan geldiğine vurgu yapmakta ve küçük-çocuk tanrı anlamına geldiğini
belirtmektedir (2007: 224). Toledano, bu kelimenin Yaver Bey’den de gelebileceğini
düşünmekte; bu kelimenin Osmanlı’nın Sudan ve Mısır’daki askeri dairelerinde
yardımcı anlamında Yawra Bey ya da Yawer Bey şekline kullanıldığını
söylemektedir (2007: 224).
Journal of the Anthropological Society of London isimli derginin 1870-71
sayısında yayınlanan makalesinde Millingen, kolbaşının ruhani güçlere sahip
olduğuna ve Yavrube ismiyle anılan ruhu temsil ettiğine inanıldığına değinmektedir
(xcv). Diğer yandan kolbaşının nefesinin ve Kur’an-ı Kerim’den okuduğu duaların
iyileştirici olduğuna inanılmaktadır; ayda bir ya da iki kez loca kolbaşının etrafında
toplanmakta, güzel giysiler içinde ona hediyeler sunulmakta ve def gibi çalgılarla
99
müzik yapılmaktadır (Millingen, 1870-71: xcv). Toplanılan yerde yakılan tütsünün
kokusu eşliğinde kolbaşı kendinden geçerek Yavrube ruhunun vücut bulmasını
sağlamakta ve bir erkeğe dönüşmektedir; bu törenin sonunda Afrika’ya özgü bir
yemek sunulmakta ve şekerli yiyecek ve içecekler dağıtılmaktadır (Millingen, 187071: xcv).
Hunwick, bu kültürün aynı zamanda İslam’dan da etkilendiğini söylemekte;
kolbaşının Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak iyileştirici gücünün olduğuna
inanılmasını buna bağlamaktadır (2004: 160-161). O döneme tanıklık edenlerin
notlarından yola çıkarak Hunwick, insanların godyaya karşı hem saygı hem korku
beslediklerini belirtmektedir; saygıyla godyanın ellerini ve dizlerini öpmek için
sıraya giren ve onun lütfundan yararlanmak için hediyeler sunan kadınlar olduğunu
söylemektedir (2004: 161).
İstanbul’da olduğu gibi İzmir’de de Dana Bayramı etkinliği mevcuttu.
Toledano, İzmir’de 19. ve 20. yüzyılda Dana Bayramı’na yaklaşık 4.000-5.000
kişinin katıldığından bahsetmektedir; bu bayramda Afrika’nın birçok bölgesine ait
kostümler giyilmekte ve süslerle donatılmaktadır; bu da Afrika’nın tek bir bölge gibi
yansıtılmaması gerektiğini bize tekrar hatırlatmaktadır (2007: 211). Boratav, Dana
Bayramı’nı “etnik nitelikte bayramlar” kapsamında ele almıştır (1984: 205). Boratav
bu bilgileri doğrudan kendi gözlemiyle değil, 1949'da İzmir'de yaşayan Afrikalı
Havva Nine’den derlediğini söylemektedir (1984: 230). Kesin bir kutlama günü
olmayan Dana Bayramı’nın “hıdırellezden sonra, gül mevsimi”nde kutlandığını
söyleyen Boratav başlangıç günü olarak da bir cumanın kararlaştırıldığını belirtir
(1984: 230). Kararlaştırılan bu cuma günü godya ile dolaşılarak insanlara bildirilirdi
ve bayram için bağış olarak para toplanırdı (Boratav, 1984: 231).
100
Boratav, bu bayramda su kabaklarından çalgılar kullanıldığını ve insanların
dans ettikleri esnada “lii, lii, lii, lii, viy” dediklerini aktarır (1951: 88). Bayramın 4.
haftasında bir inek alınıp süslenir ve müzik eşliğinde Sabırtaşı’ndan Tamaşalık’a
getirilir; Tamaşalık’ta hayvanı godya keser ve et tencerede pişirilirdi (Boratav, 1951:
88). Uşaklıgil, Dilhoş Dadı hikâyesinde kutlamaların Dellal, Peştamal ve Dana
Bayramı isminde olmak üzere üç cuma devam ettiği bilgisini vermektedir (2010
[1934]: 109). Uşaklıgil, Dana Bayramını şöyle tasvir etmektedir:
Zencilerin bir tane bayramı olurdu ki İzmir’in sayılı günlerinden biriydi.
Onların Afrika geleneklerinden getirdikleri bu rasime [gelenek] Kadife Kalesi
sırtlarında İzmir’in Bahribaba üzerinden denize bakan bir noktasında yapılırdı.
İzmir’de ne kadar muhtelif kabilelerden gelme erkek kadın zenciler varsa burada
toplanırlar, yerler, içerler, oynarlardı. İzmir halkından bir büyük kalabalık da bunları
temaşa etmek ve garip oyunlarını görmek için orada toplanırlardı. Hususuyla
[Özellikle] borulu kadın zenciler bu rasimenin başlıca unsuru idi. Oyunların arasında
onların içinden boruları tutanlar da olurdu. O zaman gudyeler -ki boruluların reisleri
olan yaşını başını almış zenciyeler idi, bunlarla meşgul olurken halk bu hem çirkin
hem merakı calib [çeken] sinir buhranı [krizi] manzaralarını alaka ile görmüş
olurlardı (2005 [1950]: 156-157).
Boratav, Anadolu’da kurşun, köz ve tütsünün iyileştirme yöntemi olarak
“cincilik türü”ne girdiğini belirtmekte; bu yönetmelerden tütsüyü uygulayanlar
arasında en bilindik olanların “Arap adiyle gösterilen Zenciler” ve özellikle de
kadınlar olduğunu söylemektedir (1984: 102). Boratav, İzmir’deki godyaların
Müslüman olsalar da özel dini bir rolü olduğunu vurgular (1951: 88). Bir kişi,
kendisine godyanın el vermesiyle godya olabilmekte ve bu durum törenle ilan
edilmektedir; bu törenlerde transa geçenleri koruyan tek kişinin godya olduğuna
inanılmaktadır (Boratav, 1951: 88). Uşaklıgil, Dilhoş Dadı hikâyesinde godyayı
şöyle tanımlamaktadır: “Godya Dana Bayramı’nda kutlanan şenlikleri yönetir,
siyahların ileri gelenlerinden, cemaat liderlerindendir. ‘Gudye’ de denilmektedir”
(2010 [1934]: 108).
101
“tütsülemesi”nden
Godyaların
geçen
kişiler
de
tütsüleme
yeteneği
kazanmaktadır; bu Türkiye’de diğer dinsel gruplarda da görülen el vermenin bir
çeşidi olarak değerlendirilebilir (Boratav, 1984: 114). Boratav godyaları şu şekilde
detaylandırmaktadır:
Godya adını alan bakıcı ve yardımcıları, tütsülenme sonunda cezbeye
gelirler: «boruları», veya «babaları tutar», evden dışarı -sokaklara, kırlara çıkıp
uzunca bir zaman dolaşarak cinleri toplarlar, sonra tütsü başına gelip cinlerden
diledikleri şeyleri sorup öğrenirlerdi. Bir hastanın iyileşmesi dilendiğine göre, hasta
da tütsülenirdi (1984: 102).
Uşaklıgil, Dilhoş Dadı hikâyesinde borusu tutmak terimini aşağıdaki gibi
tanımlamaktadır:
Dana Şenliklerinde Godyalar tarafından bir çeşit tütsüleme yapılırdı. Bu
tütsüleme işlemine ‘Arap Tütsüsü’ deniliyordu. Borulanan kimselerin hiddet ve
şiddet veya ansızın patlayan bir tepkiyle saralı gibi elleri titrer, gözleri döner, bir
müddet acayip korkunç bir hal alırlardı. Bu hallerine ‘borusu’ ya da ‘babası tuttu’
deniliyordu (2010 [1934]: 107).
Girit’teki
Afrikalıların
kutladığı
festival
ile
İzmir’deki
arasındaki
benzerliklere dikkat çeken Ferguson, İzmir’de Dana Bayramı fetsivalinde Afrika
dillerinde şarkıların söylendiğinin rapor edildiğini belirtmektedir (2010: 181).
Toledano, Güneş’ten aktararak İzmir’de 20. yüzyılın ortalarına kadar Afrika dillerini
konuşan insanlar olduğundan bahsetmektedir (2007: 251). Dana Bayramı için
bağışlar toplanmaya başladığında İzmir’deki Afrika mahallelerinde godyaların
etkinlik hakkında Borno, Afini ve diğer Afrika dillerinde açıklamalar yaptıkları
anlatılmaktadır (Toledano, 2007: 251).
Brezilya’daki Afrika diasporasındaki danslara benzerlik gösteren İzmir’deki
danslarda sopaların ve hançerlerin kullanıldığı da aktarılmaktadır; ağzına ateşi
götürenler ve sıcak şişeleri vücuduna dokunduranlar da vardır (Toledano, 2007: 233).
Bu özellikler Osmanlı’da belli bir döneme kadar hoşgörü ile karşılansa da
102
Afrikalıların kültürel kimliğinin bütünüyle korunduğu söylenemez; zira Tanzimat
döneminde bunun için mücadele vermek zorunda kalmışlardır (Toledano, 2007:
233). Sopalarla yapılan danstan Şakir abi de bahsetmişti. Şakir abi, 8-9
yaşlarındayken Hasköy’de Mehmet Çavuş isimli birinin Trablusgarp’tan geldiğini,
orduda uzun süre hizmet yaptıktan sonra kendisine tarla verildiğini söylüyordu,
tahsilliydi ve Arapça konuşuyordu diyordu. Şakir abi, Türkçe’yi aksanlı konuşan
Mehmet Çavuş’un eşi Ladi Nine ile karşı karşıya geçerek sopalarla oynadığını
anlatıyordu. Yaklaşık 50 yıl öncesini hatırlayarak köyde bir onların ikisi sopalarla
oynuyordu diyordu. Köyde çocukların toplanıp izlediği bu dansta şarkıların da
olduğunu ve şarkı sözlerini söyleyip sopaları çat diye vurduklarını anlatıyordu.
Ortadoğu, Hint Okyanusu ve Akdeniz Afrika diasporasında sık görülen dini
ritüellerden biri ruh geçişi inancına dayanan zardır; zar, kozmolojik bir inancı, bir
sağlık sistemini kapsar ve çıkış noktası Etiyopya’dır (Monteiro ve Wall, 2011: 242).
Zar bireyleri ele geçirmiş bir ruhu ifade eder; zar ile temas halinde olan bir dini
yetkili ruhu uzaklaştırmaya çalışır, hem Hristiyan hem Müslümanlar içinde
uygulaması görülür; ancak, Hristiyanlar için azizleri yardıma çağırmayı ifade
ederken Müslümanlar için cinleri çağırmayı içerebilir (Monteiro ve Wall, 2011: 242).
İzleyiciler karşısında yapılan zar, geleneksel olarak fiziksel ve ruhsal bir tedavi
yöntemi olarak kullanılmaktadır (Monteiro ve Wall, 2011: 242). Süresi saatlerden
günleri bulabilen zara; dans, müzik, koku sürme, trans halinde kendinden geçme,
hastaya ve ruhlara hediyeler sunma, belli maddeleri yiyip içme, süslenme ve hayvan
kurban etme eşlik etmektedir (Monteiro ve Wall, 2011: 242).
Toledano, zar kültünün bozularak ve değişerek 20. yüzyıla kadar Osmanlı’da
korunduğunu söylemektedir (2007: 214). Diğer yandan Toledano, Osmanlı’da
103
tasavvufun farklı biçimleri İslam ortodoksisi tarafından bazen istenmese de genel
olarak kabul görürken, zarın İslam dışı bulunarak kabul görmediğinden
bahsetmektedir (2007: 221). Şaul, godya, tütsü, boru ve baba kavramlarının ve
uygulamalarının Hausa kültürünün izlerini taşıdığını söylemektedir (2015: 103).
Hausalarda bori olarak adlandırılan bu gelenekler bütünü başka yerlerde zar olarak
da adlandırılmaktadır. Şaul, boru kelimesinin boriden Türkçe’ye geçtiğini ve borusu
tutmak teriminin de bununla bağlantılı olduğunu söylemektedir; baba kelimesinin ise
Hausa dilinde bori ruhlarının büyük bir sınıfını temsil ettiğini ve hem bori hem baba
kelimelerinin Hausa dilinden Türkçe’ye bu anlamlarıyla geçtiğinden bahsetmektedir
(2015: 104). Yine, godya kelimesinin de Hausa dilinden geldiğini ifade etmektedir
(Şaul, 2015: 104).
Toledano, 19. yüzyılda zar geleneğinin Osmanlı coğrafyasında melezleşerek
devam ettiğini; ana aktörün Sudan ve Etiyopya’dan Mısır ve Osmanlı’ya köle olarak
getirilen Afrikalı kadınlar olduğunu söyler (2007: 226). 20. yüzyılın erken
dönemlerinde Sudan’da mevcut iki zar kültü bulunmaktır. Bunlar zar-bori ve zartamburadır. Zar-bori, Batı Afrika’daki Hausa ruh geçişine daha yakındır; zar-tambura
ise daha çok Etiyopya’da yapılmaktadır; zar-bori daha çok kadınların yer aldığı bir
ritüelken, zar-tambura hem kadın hem erkek barındırmaktadır (Toledano, 2007: 228).
Bu kültler zaman içerisinde Mısır’a taşındıkça ve Mısır’dan başka yerlere yayıldıkça
tek bir kült olarak birleşmeye başlamıştır (Toledano, 2007: 228).
Osmanlı’da erken zar kültünün örneklerinin görüldüğünü söyleyen Toledano,
farklılıkların da korunduğundan bahsetmektedir; örneğin transa geçme hali İzmir’de
boru olarak adlandırılırken, İstanbul’da baba olarak adlandırılmaktadır (2007: 228).
Bu da melezleşmeyle birlikte farklılaşmanın da söz konusu olduğunu göstermektedir.
104
Etiyopya’da görülen zar-tambura gibi, İzmir’de kadın ve erkekler hem cemaat üyesi
hem de godya olarak törende bir arada yer almaktadır; fakat transa geçme terimi
Hausa zar-boriden gelen boru kelimesi ile ifade edilmektedir; İstanbul’da ise tıpkı
zar-boride olduğu gibi sadece kadınlar kültün üyesi ve godya olabilmektedir; ancak,
trans hali için baba kelimesi kullanılmaktadır (Toledano, 2007: 228).
4.4. Yaşayan Geleneklerin İzinde
Yok olan geleneklerin izinde giderken, gelenekleri yüceltmeden ve özcü bir
ortak köken inancı benimsemeden tarihsel arka plana bağlanan eski geleneklerden bir
şeyler arıyordum. Ancak karşıma tamamen asimile olmuş bir topluluk görüntüsü
çıkıyordu. Hem nüfus azlığından hem de köylerde diğer gruplardan insanlarla
karışmış olarak yaşadıkları için Afro-Türklerde kendi inanç ve anlam dünyalarını
sahip oldukları ortak değerler üzerinden somutlaştıracak belli gelenek örüntüleri
gözlemleyemedim. Sahayla birlikte literatürde de kaşıma benzer bir manzara
çıkıyordu. Hem Osmanlı zamanında hem de Osmanlı sonrası Türkiye’deki Afrika
topluluğu hakkında az bilgi bulunmaktadır (Durugönül, 2013: 1407). Aynı zamanda
gelenekleri doğrudan veya dolaylı yaşayan eski nesillerin azalmasıyla konu hakkında
bilgi edinmek giderek zorlaşmaktadır (Durugönül, 2013: 1409). Dahası, godyalardan
ve Afro-Türklerden Boyce-Davies’in derlediği Afrika Ansiklopedisi’nde (2008) dahi
bahsedilmemektedir.
Alanda kaldığım süre boyunca çoğu zaman kendimi yok olmuş bir şehrin
peşinde olan bir arkeolog gibi hissettim. Anlatılardan çıkardığım, yok edilen dil ve
din üzerine eklemlenen yok edilen geleneklerdi. Olmayan bir şeyin peşinde gittiğimi
hissederek alanda geçirdiğim sürenin vakit kaybı olduğunu düşünüp umutsuzluğa
kapıldığım anlar oldu. Umutsuzluğa kapıldığım anlara, Türkiye’deki diğer köylerde
105
gördüğüm benzer şeyleri gözlemliyor olmamı hissetmem ve sürekli “aynı” şeyleri
gözlemliyor olmanın yarattığı meraksızlık hali eşlik ediyordu. Bunda şüphesiz ki
aynı kültürde yetiştiğim için benzer sosyalizasyon sürecinden geçmemin ve benzer
gelenekleri içselleştirmemin etkisi vardı. Dolayısıyla alanda bana “normal” gelen
“tanıdık” pek çok şey oluyordu, bu şeylerin üzerindeki normal perdesini aralamaya
olabildiğince gayret ettim. Bu “normal gelme” hissi, yöntem sınırlılıkları kısmında
da bahsettiğim, alanda deneyimlediğim ve rotamı nereye çevireceğimi bilemediğim
çelişkilerden biriydi; hatta en dirençlisiydi. Alan tatminine 7 ayda ulaşsam da alanda
daha fazla kalmak istemem, bir tür yok edilmenin izinde gidiyor gibi hissetmemden
ve “normallikler içinde acaba gözümden bir şey kaçmış mı diye düşünmemeden
kaynaklanıyordu.
Alanda vakit geçirdikçe yok olan bir şeyin izinden gitmenin de bir şeyler
söyleyebileceğini fark ettim ve orada olmasını beklediğim şeyin neden orada
olmadığı sorusunu takip etmeye karar verdim. Orada olmasını beklediğim şey,
gözlemlenecek gelenekleri ve kayıt altına alınacak ritüelleri olan otantik bir topluluk
değildi. Ancak “köken”e özcü bir şekilde bağlı kalmadan eskileri bugünde var
edebilen ve ortak değerleri sembolik olarak barındıran bir işaret, bir söz, bir hikâye
bekliyordum. Bunlar en genel ifadeyle gelenekler olarak somutlaşıyordu. Gittiğim
her üç köyde de gelenekleri özellikle doğum, ergenliğe geçişle bağlantılı olabilecek
törenler, sünnet, evlilik ve cenaze törenleri bağlamında gözlemliyordum. Ancak
sahadan edindiğim veriler sonucunda eskilerden kalan geleneklerin tamamıyla yok
olduğunu görüyordum. Bu konuda köylerde yaşayan yaşlıların eskiye dair
anlatılarında çok silik halde geçmişten kırıntılara rastlıyordum. Bu kırıntılar ise
bugünkü yaşamda karşılık bulmaktan çok uzaktı.
106
Herhangi bir etno-kültürel grubun diğer gruplardan yalıtılmış bir şekilde
yaşayacağını düşünmek hatalı olacaktır. Üç köyde kaldığım ve gidip geldiğim
süreçte elbette sadece Afro-Türklerle ilişki kurmadım, onların komşuları ve
tanıdıkları olmaları dolaysıyla köylerin “beyaz” sakinleriyle de dolaylı olarak iletişim
kurmuş oldum. Bu sayede Afro-Türklerin kendilerine has geleneklere ve bunlarla
ilişkili olarak bir tarih bilincine ve ortak kültürel değerlere sahip olup olmadığını
daha rahat bir şekilde gözlemlemiş oldum. Düğünlerden, cenazelere, bayram
ziyaretlerinden yemek pişirme tarzına her konuda köylüler arasında bir uzlaşma söz
konusuydu. Geçmişten bugüne kaybolan dil ve dinle birlikte kölelik sürecinde ve
sonrasında geleneklerin asimile edilmesiyle Afrika’yı hatırlatacak her şey yok olmuş
gibiydi. Bir gazete demecinde gördüğüm gibi, “onlardan geriye kalan tek şey ten
renkleriydi.”20 Ten rengi dışında grupların sınırlarını belirleyici başka bir unsur
karşıma çıkmıyordu.
Düğün, cenaze, sünnet törenlerini, bayram ziyaretlerini ve çocuklar için
yapılan doğum günlerini olabildiğince onların içinde yer alarak gözlemledim.
Köylere gidip geldiğim sürece bir tek doğum geleneklerine denk gelmedim; ancak,
onu da sorarak öğrenme fırsatım oldu ve diğer gelenekler gibi Ege bölgesindeki
gelenekler içinde şekillendiğini öğrenmiş oldum. Öncesinde Afro-Türklerin
kendilerine has zannettiğim kimi uygulamaların, Ege köylerine özgü olduğunu
öğreniyordum. Ölen kişinin mezarına mersin ağacının dallarının konulması, ölen A.
amcada olduğu gibi, ölen kişi deve güreşleriyle ilgiliyse deve güreşlerinde insanların
boynuna takılan turuncu renkli poşunun mezardaki su testisine bağlanması gibi
adetlerin hepsi Ege yöresinde şekillenen geleneklerdi. Yine evilik düğünlerinde ve
20
<http://en.qantara.de/content/the-fate-of-the-afro-turks-nothing-left-but-the-colour> [Erişim Tarihi:
28.10.2014]
107
sünnet düğünlerinde pişirilen keşkek, cenaze evinde ölünün 7. 40. ve 52. günlerinde
hayır için dağıtılan yemek ve edilen dua, hepsi Afrika’dan soyutlanmış Ege’nin
Sünni Müslüman ve Türk köylerinde görülen geleneklerdi. 4 Kasım 2015 tarihinde
Hasköy’de kendine bakan kızının evinde vefat eden N. teyzenin kırkında okutulan
dua için 13 Aralık 2015 tarihinde, kendi evinin olduğu Subaşı köyüne gitmiştim. N.
Teyze'nin vefatından 7’si çıkana kadar kendi evinde her gün 55 tane nohut tanesi
sayılması ve bir hafta içinde bunun tamamlanması kuralı, bu geleneklerden sadece
bir tanesi idi.
Eski geleneklerin izini sürerken dernek başkanı Mustafa Olpak ile onun
yazdığı kitap üzerinden konuşma fırsatım olmuştu. Afro-Türklerin eskiden sahip
olduğu geleneklerin çoğunu onunla olan konuşmalarımdan ve yazdığı kitaptan
öğrenmiştim. Sonrasında benzer geleneklerin Afrika diasporasının yayıldığı
ülkelerde hâlâ var olduğunu okumamla geleneklerin yaşanış ve unutuluş biçimlerine
olan merakım artmıştı. Bu geleneklerin başında hiç şüphesiz ki Dana Bayramı
geliyordu. Dana Bayramı her yılın bahar aylarında kutlanan ve neredeyse 1950’li
yıllara kadar süren bir etkinlikti.
Eski geleneklere dair şeyleri 80 yaşın üstündeki kişiler biliyordu, bu kişiler
arasında dahi zar zor hatırlayanlar çıkıyordu. Bu nedenle Hasköy ve Çırpı’daki en
yaşlı iki kişiyle birlikte, araştırmanın kapsamı dışında bıraktığım Tulum ve Naime’de
yaşayan teyzelerle görüşmek durumunda kaldım. Ramazan Bayramı’nda Hasköy’e
gittiğimde konuştuğum köyün en yaşlı kadını olan M. teyze hastalığından dolayı bazı
şeyleri çok net hatırlayamıyordu; ancak, uzun süre konuştuktan sonra çocukluğundan
hatırladığı şeyleri benimle paylaşıyordu:
108
Tin kiti tin ka tin kiti tin ka çalgı çalan ve kafasını sallayan Araplar varmış,
biz onlardan değiliz... Kafalarını sallıyorlardı, burada yoktu başka yerlerdeydi.
Nenemiz vardı, nenemiz diyoz biz gari, Cengi nene, kazık gibi küt diye kendinden
geçip gidiyordu (07.07.2015 tarihli ses kaydı).
Cengi ninenin ne zaman öldüğünü hatırlamıyordu M. teyze, çok oldu öleli
diyordu sadece. Ben Cengi ninenin şifacı olup olmadığını sorduğumda ise şöyle
diyordu:
Şifasını bilmiyorum da... Çocukken gördüm, kafasını sallarken şarkısını
söylerdim... İki değneği alıp karşı karşıya geçiyorlardı... Ahmalikum ficiniye diye
şarkı söylüyorlardı. Çat çat değnekler birbirine çarparlar... (07.07.2015 tarihli ses
kaydı).
Yaşlı M. teyzeye bunun hangi günlerde yapıldığını sorduğumda bilmediğini
söyledi, bayram ya da düğünle ilişkisi olup olmadığını da bilmiyordu. O kadar kaldı
aklımda diyordu. Hasköy’de kadın kadına oynuyorlardı diyordu. “Ellerinde birer tane
değnek, iki kişi, biri bir yana biri bir yana geçerkene çat çat değnekler birbirine
çarparlar...” diye tekrarlıyordu.
Yazın M. teyzenin yanına gittiğimde torununun sünnet düğünü yaklaşıyordu,
eski gelenekleri de bu bağlamda sormuştum. Eski gelenekler üzerine konuşmaya
devam ettikçe M. teyze şöyle diyordu: “Kızgın şişi yanağından geçiren varmış, da
duydum ama görmedim, bizim burada yoktu.” Bayılanlara sonra ne olduğunu
sorduğumda ise M. teyze: “kendi başına mı ayılıyor, biz o bayılınca kaçıyoz öyle mi
ayılıyor hatırlamıyorum” diyordu. Söylediği şarkının Arapça kötü bir manası
olduğunu söylüyordu,
ama manasını hatırlamıyordu ve farklı Araplardan
bahsediyordu:
O düğün çalan, kafasını sallayan Araplardan yok bizde... Öyle Arapça çalgı
çalıp tin kiti tin ka tin kiti tin ka ede ede oynayan Araplar da varmış; kökü sapı
nerede bilmiyorum. (07.07.2015 tarihli ses kaydı).
109
Hastalığından kaynaklanan sebeplerden de olabilir, M. teyze bazı çelişkili
ifadeler kullanıyordu. Hem buralarda çalgıcı Araplardan yok diyordu hem de
ninemiz bayılıyordu diye belirtiyordu. Belki de bu ikisi farklı gruplardı.
Çırpı’daki yaşlı M. amca, kendisine eski geleneklere dair neler hatırladığını
sorduğumda, “eskiden daha fazla insan varmış. Arapların çoğu gitti. Hasköylü
Araplar gelip burada toplanırlardı. Ninemin belinden silah eksik olmazdı. Çırpı’da
büyük bir ağacın altında toplanırdı Araplar” diyordu. Kendi sünnet düğününe ilişkin
olarak şunları anlatıyordu:
Sünnet düğünümü hatırlıyorum. 10-12 yaşlarındaydım. Hasköy’ün Arapları
hep buradaydı, bir ağaç vardı... Bütün bu avluyu kaplıyordu (hâlâ oturmakta olduğu
evi ve bahçeyi kastederek) onun başında tavuklar yatardı, erkekler, davullar filan
vardı... Çaybaşılı Karadana zurna çalgıcı olarak vardı. Ninem belinde silahla
tavukları vururdu ve içki verirdi (28.06.2015 tarihli ses kaydı).
İnsanların ninesine “Vur Arap kızı, vur, yesin bu millet yesin bu yamyamlar”
diye takıldığını da söylüyordu. Yaşlı M. amca su kabağının çok eski bir çalgı
olduğunu, onunla Hasköy’de oynandığını söylüyordu; kendi çocukluğunda
gördüğünün davullar olduğunu belirtiyordu; ancak, Dana Bayramı ve godyalara dair
bir şey anlatmıyordu.
Dinlerin etno-kültürel kimliğin inşasında son derece önemli bir etkisi vardır
(Heller, 2001: 139). Osmanlı toplumunda pagan geleneklerden gelen Afrikalı
kölelerin müslümanlaştırılması ve Müslüman olan Çerkez kölelerin ise Ortodoks
İslam’a daha yakın bir çizgiye çekilmesi söz konusu olmuştur (Toledano, 2007: 236).
Erdem,
Osmanlı
devletinin
kolbaşı/godya
örgütlenmesinden
ve
onların
etkinliklerinden rahatsızlık duymuş olabileceğinden bahsetmektedir (2013: 219). Zira
godya ya da kolbaşı denen insanlar, örgütlenme ve iletişimi sağlıyordu (Şaul, 2015:
101). Bu rahatsızlık hem Afrikalıların eski pagan inançlarını müslümanlık içinde
devam ettirmeleri bakımından duyulmuş olabilir; hem de kolbaşıların/godyaların azat
110
edilmiş köleler hakkında söz sahibi olması nedeniyle siyasal açıdan devlet tarafından
tehlikeli bulunmuş olabilir (Erdem, 2013: 220).
Cumhuriyet döneminde ise modernleşme ile birlikte Afrika gelenek ve
kutlamaları 1925 Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile yasaklanmıştır. Bu kanun, devletin
uygun gördüğü dini ibadet biçimleri dışındakileri yasaklamış, Türkiye’deki
Afrikalılar da bundan nasibini almıştır. Köylerde görüştüğüm kişiler arasında bu
yasağın uzantılarının doğrudan tanıklarından sadece bir kişiye rastlayabildim. Bu
kişi, Naime köyünde oturan ve 90 yaşın üzerinde olan H. teyzeydi. H. teyze yaklaşık
12 yaşlarındayken Tulum köyünün arkalarında yer alan dağların yamacında
kutlamalar yapıldığını ve civar köylerden bir sürü Afrikalının katıldığı bu törenlerden
birinde jandarmanın coplarla saldırarak töreni dağıttığını aktarmıştır.
H. teyze ve A. teyze, katılımlı gözlemi yaptığım üç köyden farklı bir
güzergâhta oturuyorlardı. Çalışmanın yöntem kısmında da açıkladığım üzere,
güzergâh dışında kalan yerleşim birimlerine düzenli olarak gidip gelemiyordum.
Ancak bu iki teyzenin yaşları ve deneyimleri dolayısıyla bilgilerine ihtiyaç
duyduğum için onlarla derinlemesine görüşme yapmaya gitmiştim. Tulum’daki A.
teyze, beni ve evine birlikte gittiğim Çırpı’dan A. abi ile Şakir abiyi çok iyi
karşılamıştı. Dana bayramı, sopalarla dans ve eski geleneklerle ilgili bir şey
hatırlayıp hatırlamadığını sorduğumda şöyle demişti:
Ben hatırlamıyorum ama söyleyenler var. Eskiler hatırlar. Annelerimiz,
komşularımız söylerdi, Urfalı köyünde Dana Bayramı yaparlarmış. Dağların
arkasında. Eskiden oradalarmış. Sonradan oradan bu tarafa göçtüler. Şimdi yaşayan
yok. Tulum’da yoktu Dana Bayramı (yanındaki teyzeyi kastederek) bunun nenesinin
vardı, evinde onla bir çaldığı vardı. Senesinde kendi kendine çalarmış. Allah
tarafından kendi kendine çalarmış. Biz giderdik, çocuğuz ya... Sorardık Selma bu ne
diye, bu eskiden Araplar Dana Bayramı’nda böyle çalar, oynarlardı dedi Biz
bakardık... Diyordu sen de tıngırdat, ben ya korkardım ondan derdim, bakardım,
gülerdi. (17.05.2015 tarihli ses kaydı).
111
Bu konuşmada geçen ve her sene belli günlerde kendi kendine çalan şeyin,
evde duvara asılı olan def olduğunu konuşma bittikten sonra anladım, bunu çalan kişi
de şimdi Hasköy’de oturan H. teyzenin annesiymiş, Tulum’dan Hasköy’e gelin
gitmiş H. teyze. A. teyze sopalarla oynanan oyunu bilmiyordu; ancak, başka bir
şeyden bahsediyordu:
Büyükler anlatırdı, ben görmedim. Biz duyduk sadece. Dedemlerden de
eskide ağzından şiş geçirenler varmış. Onları eskiden Sultan Hamit buraya getirmiş,
köle olarak mı artık neydiyse. Tire’den Torbalı tarafına getirmiş... Çiftliklerde
çalıştırmak için getirmişler, karın tokluğuna insanları çalıştırmışlar (17.05.2015
tarihli ses kaydı).
A. teyze, “Bu taraflarda, Naime, Çırpı, Yeniçiftlik, Araplar çoktu, gari
beyazlarla evlenerek az kaldık” dedi. Şimdi Tulum’da da Naime’de de 2-3 hane
kaldığından bahsederek 20-30 yıl önce belki 15-20 belki daha fazla hane olduğunu;
ancak şimdi göçle azaldığını ekledi. A. teyze, “Sudan’dan gelmeyiz” diyordu ve
dedelerinin dedesinin oralardan göçtüğünü söyleyerek devam ediyordu:
Tire’de dedeme Çiftçi Kara Hasan derlermiş. Fakirleri evlendirirmiş. Öteberi
ekmişler. Urfalı köyündekiler şimdi yok orada toprak olmuşlar (17.05.2015 tarihli
ses kaydı).
A. teyzenin bahsettiği dedesi Kara Hasan’ın isminde olduğu gibi, köylerde
kara lakabı Arap lakabıyla birlikte hâlâ kullanılmaktadır. Köylerde soyadı Zenci
olanlar da vardır, köylüler, bir konuşma esnasında bizim soy adlarda “illa bir kara ya
da Arap kelimesi bir şey olur” diyorlardı. İzmir’de ben de Karabiber soyadlı birini
duymuştum ama diğer soyadlarını bilmiyordum. A. teyzenin anlattığı Urfalı köyü ve
Urfalı Çiftliği birbiri yerine kullanılıyordu. Urfalı Çiftliği güncel haritada Yeniçiftlik
ve Subaşı arasında görünüyordu. Atalan semtine ve Torbalı ilçesine bağlıydı.
Naime’de yaşayan H. Teyze, önce bir şey hatırlamıyorum demişti. Yaşının
100’e yakın olduğunu söylemişlerdi; ancak, tam yaşını söylememişlerdi, bu,
köylerdeki nazar inancıyla da bağlantılı görünüyordu. H. Teyze araştırmam boyunca
112
godye (godya) kelimesini ağzından duyduğum tek kişiydi. Hatırlaması için çok
üstelemeyip biraz bekleyince, kendisi şöyle anlatıyordu:
Godye derlerdi be valla... Biz Urfalı Çiftliği’nden göçtük, geldik buraya.
Anam Burgaz’dan (şimdileri Torbalı’ya bağlı olan Atalan) oraya gelin gelmiş.
Ciddeli Ali derler dedeme. Hacı Ali Paşa dedemizi büyütmüş. Atalan’da çiftliği
varmış Hacı Ali Paşa’nın dedemi burada büyütmüş, sonra Urfalı Çiftliği’ne gelmiş.
Annem Hacı Ali Paşa ülamesi Tahir Kızı Durdu (17.05.2015 tarihli ses kaydı).
H. teyze ülamenin evlat demek olduğunu açıklıyordu ve babasının köle olup
olmadığına dair bir şey demiyordu. Sadece babasının Menemen tarafından olduğunu
belirtiyordu. Dana Bayramı ile ilgili olarak hatırladıklarını ise şöyle anlatıyordu:
Gelirlerdi Urfalı’ya her ay erzak toplanırdı. Çuvaldızı (yanağı ve ağzı
arasında bir yeri göstererek) buradan sokup buradan çıkarırlardı. Bir hafta aman gari
ne oyun... Yeniçiftlik değil, Arapların çok oldukları bir yer vardı, dümbek çalarlardı,
ayılana mı bakarsın bayılana mı bakarsın. Ben çocuktum. Urfalı’nın Urfalı olduğu
zamanlardı. 11-12 yaşlarında vardım. Tulum yolundan giderkene sağ kolunun üstüne
düşüyor, orada Fatma godyenin evi vardı. Orada gari kahkahalarla otururlardı,
dümbek çalarlardı, ondan sonra tövbe yarabbi... Şimdi millet şeytanız di mi oraya
öteberi koyarlardı gittiler mi una suya katıp bunlara onu verirlermiş... Yerlermiş
onlar cinler... Gözümle görmedim bak neler geldi geçti şimdi oraya bak... Şimdi ne
cinler ne şeytan... Koca köy oldu orası bak. (17.05.2015 tarihli ses kaydı).
Buradaki cinler kimdi bilmiyorum. Bu konuda bulabildiğim tek kaynak
Boratav idi. Boratav, Afrikalıların şifacılarının cinlerle ilişkilendirildiğini ve tedavi
için cinlerle iletişim kurduklarına inanıldığını söylüyor; aynı zamanda, Afrikalılar
arasında cinlerden olduğuna inanılan ve hastalıklarda başvurulan kişiler olduğunu
belirtiyordu (Boratav, 1984: 76).
H. teyze yavaş ve zar zor konuştuğu için çok soru sorarak onu yormak ve
anlatımını bozmak istemedim, bu nedenle bu cinlerin kimler olduğunu sormadım.
Sonra H. teyze devam etti: “Def Cuma akşamları çalınırdı, her Cuma ses eder,
cumadan cumaya çalar”. Tulum’daki A. teyzeden farklı olarak Naime’deki H. teyze
her sene belli günde değil de her hafta cumaları def çalar diyordu.
H. teyze derneğin düzenlediği Dana Bayramı’na hiç gitmemişti, Dana
Bayramı’nı kendisine sorduğumda, “eskiden Urfalı’dakine bakardık” diyordu ve “şiş
113
geçiriyorlardı” diye ekliyordu. Köydekilerden bu şiş geçirenin cambazlar
olabileceğini söyleyenler de olmuştu; ama kimse kim olduklarından emin değildi.
Ben de şiş geçirmenin herhangi bir kültürel pratikle bağlantısını bulamadım. H.
teyze, uzunca düşünüp eskiden Arapların çok yaşadığı yeri hatırlıyordu ve Tire’ye
doğru giderken Çatal olduğunu söylüyordu. Çatal, Tire’nin ötesinde, bugünkü
Ödemiş-İzmir yolu üzerinde yer alıyordu. “Çok Arap vardı, onlar bizim gibi
değillerdi, entari giyerlerdi, bayılana mı bakarsın ayılana mı bakarsın... Beli kuşaklı
giyerlerdi bağlarlardı, şalvar bilmezlerdi” diyordu. Entarilerin rengini hatırlamıyor
ama ayağını işaret ederek “buraya kadar” uzanıyor diyordu. Bugün Torbalı’ya bağlı
olan ve ismi Şehitler olarak geçen Meşhed’de de Arapların olduğundan
bahsediyordu. H. teyze geçmiş bayramlarla ilgili fotoğrafı olup olmadığını
sorduğumda olmadığını söylüyordu ve Dana Bayramı’na ilişkin hatırladıklarını
paylaşıyordu:
Kalktı gari o, karakollar basmış; basmış değil bastı. Oynarlarken... Urfalı’da
oynuyorlardı. Jandarma geldi. Bize yasak ettiler. Bayılanlar tıss bayılıyorlardı. Valla
iki tane cobu vurdular, ne ayılan ne bayılan kaldı... Subaşı karakolu. (17.05.2015
tarihli ses kaydı).
Baskınla birlikte jandarmanın dövdüğü kişilerin akıbetinin ne olduğunu,
hapse girip girmediklerini bilmiyordu H. teyze, sadece baskını ve dağıtılmayı
hatırlıyordu. Godyelerin kadın mı erkek mi olduğunu sorduğumda onu da
hatırlamadığını söylüyordu. Ancak duyduğum godyelerin hepsi kadın ismiydi.
H. teyzenin paylaştıklarından hareketle, İzmir şehir merkezinde Dana
Bayramı’nın yasaklanmasıyla Afrikalıların dağlık kırsal alanlara kaçarak ritüellerine
devam ettiğini düşünebiliriz. Ancak elimizde bununla ilgili kesin tarihi bir bilgi
olmadığından, bir dönem birbirinden ayrı olarak farklı merkezlerde Dana
Bayramı’nın
kutlanmaya
ve
geleneklerin
114
yaşatılmaya
devam
ettiğini
de
düşünebiliriz. Bununla birlikte etno-kültürel kimliğin farklılıkları da barındıran
heterojen bir kategori olduğunu, yaşlı neslin konuşmalarında ortaya çıkan “farklı
Araplar” nitelendirmesiyle göz önünde bulundurmalıyız. Etnik grup üyelerinin
kültürel olarak aynı olduğunu düşünmek hatalıdır, üyelerin etnik kategoriyle
ilişkilenişi farklı olduğu gibi günlük hayatlarında ona verdikleri yer ve önem de
farklıdır (Eriksen, 2010b: 93).
4.5. Kimlik Gündelik Hayatın Neresinde?: “Saha”ya Kulak Vermek
Kimliğin gündelik hayat içinde ne derece hayati bir rol oynadığını ya da
böyle bir rolü oynayıp oynamadığını sorguladım. Tomlinson, Batı merkezli bir bakış
açısıyla kimliğe son derece hayati bir anlam yüklendiğini, ancak alıntıladığı bir
etnografik araştırmada görüldüğü üzere ABD’deki Meksikalı göçmen işçiler için
kimliğin bu derece hayati bir önemi olmadığını belirtmektedir (2003: 271). Brubaker
ve Coooper, 1960’lardan bu yana kimliğin hem gündelik hem teorik anlamda verili
olarak ele alındığını; kişilerin/grupların mutlak suretle sahip olduğu ancak farkına
varmadığı bir şey olarak, aynı Marksizmde sınıf kavramının mutlak bir şekilde var
olduğuna inanıldığı gibi, kabullenildiğini belirtmektedir (2000: 27). Brubaker ve
Coooper, sosyal inşa kuramında dahi kimliğin var olup olmadığının sorgulanmadan
verili olarak ele alındığını düşünmektedir (2000: 27).
Kimlik tartışmaları; edebiyat eleştirilenden post-kolonyal çalışmalara,
modernleşme ve küreselleşme sorunlarından, etnik çatışmalara kadar çok yaygın
kullanılan ve artık varlığı sorgulanmaz kabul edilen bir kategori haline dönüşmüştür.
Çalışmam boyunca kimliği inkâr etmiyordum; ancak, her grupta ve her tarihsel
bağlamda mutlak ve varoluşsal bir kategori olarak ele alınmasına şüpheli
yaklaşıyordum. Benim kafamda büyük bir sorun olarak ele alarak gittiğim kimlik,
115
Afro-Türklerde belki de “benim beklediğim kadar” büyük bir sorun teşkil etmiyordu.
Bu kanıya varmamın nedeni, Afro-Türklerin Türkiye’de etno-kültürel kimlik
özelinde mücadele veren diğer topluluklara oranla daha görünmez olmaları ve bu
görünmezliği kabullenmiş görünmeleriydi. Elbette bu görünmez kılınmanın ardında
Afrika’nın farklı ülkelerinden getirilen, aralarında dil ve gelenek bağı olmayan
insanların köle olarak satıldığı bir tarihsel arka plan yatıyordu.
Bu görünmez kılınmanın devamını sağlayan koşullar, 1925 yılında Türkiye
Cumhuriyeti tarafından Tekke ve Zaviyelerin kapatılması sonrasında Afrikalıların
kendi geleneklerine temas etmesine izin verilmeyişi ile pekiştirilmiştir. Ulus devletin
laiklik ve tek millet ilkeleri doğrultusunda idealleştirilen bir modernleşme üzerinden
Afrikalıların ritüellerine yasaklama getirilmiştir. Köleliğin uzun bir dönem boyunca
devam ettiği Osmanlı’nın yıkılarak yerini cumhuriyete bırakması, yasal düzlemde
köleliği yasaklasa da evlatlık uygulamasıyla biçim değiştirerek köleliğin uzantıları
devam etmiştir.
Modernleşmenin, Batı Aydınlanmasına içkin dikotomileri beraberinde
getirmesi, Tanzimat dönemiyle birlikte Afrikalılar özelinde de görülmeye
başlamıştır. Toledano’nun Dana Festivali konusunda Osmanlı elitinin bakış açısını
yansıtan 1894 tarihli İzmir Hizmet gazetesinde yayınlanan bir yazı örneğinde
gösterdiği gibi, bu kutlamayla dalga geçilmesi ve bunu yok etmenin etkili yolunun
“halkın cahilliği”ni yok etmek olduğuna inanılması söz konusudur (2007: 236).
Gazete yazısında bu festivali yapanların eğer ineğin kanı akıtılmazsa kafası kesik bir
Afrikalının İzmir’e gelerek şehre bela ve hastalık getireceğine inandığı belirtilmekte;
bu tarz hikâyelerin ciddiye alınmaması gerektiği yazmaktadır (Toledano, 2007: 236).
Bu inanç ve kutlamalar üzerinden Afrikalılar cahil olarak aşağılanmakta ve onların
116
kutlamasına katılan “beyaz ahali”ye de şaşkınlık ve acımayla bakıldığı yazılmaktadır
(Toledano, 2007: 236). Bu gazete yazısı, Osmanlı dönemindeki dikotomik temsilleri
gün yüzüne çıkarmaktadır. Biz ve öteki ayrımı, beyaz ahali ve zenciler; medeniler ve
vahşiler; ciddiler ve komikler; eğitimliler ve cahiller; mantıklılar ve gülünçler; aklı
başında olanlar ve aklı başında olmayanlar, edepliler ve edepsizler ikili
kategorileriyle kendini belli etmektedir (Toledano, 2007: 237).
Diğer yandan Afrikalıların sahip olduğu dinsel öğeleri barındıran, pagan
inanç ve gelenekler, İslam’a tezat teşkil ettiği için eleştirilmektedir ve cezaya
çarptırılabilmektedir (Toledano, 2007: 237). Bu durum, İslam’ın hâkim olduğu
bölgelerde bir tehdit unsuru olarak algılanmakta ve Afrikalı geleneklerinin şehirde ve
kırsalda yaygınlaşması bu tehdit algısını arttırmaktadır (Toledano, 2007: 237- 238).
Afrikalılar tasavvuf pratiklerini bünyelerine katarak daha dirençli hale gelmeye
çalışsalar da İslam’dan uzaklaşılacağı korkusuyla Osmanlı yöneticileri törenleri
engelleme girişiminde bulunmuşlardır (Toledano, 2007: 238). Örneğin godyalar ve
cemaatler arasında, devletin buyurduğu kayıt ve yerleştirme işlemlerini göz ardı
ettiği gerekçesiyle, İstanbul’dan sürülenler olmuştur (Toledano, 2007: 238).
Bu tür engelleme ve yasaklamalar, Afro-Türklerin geçmişleriyle olan zayıf
bağlarının tamamen kopmasını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda kimlik, tam da
görünmez olma hallerinin içinde yeni anlamlar kazanmış ve belki de varoluşsal bir
sorun olmaktan çıkmıştır. Kimlik temsillerden geriye kalanlar ise İzmir’in çeşitli
semt ve mahallelerinde rastlanan isimlerde Arap Hasan Mahallesi, Bahri Baba Parkı
ve Susuz Dede Parkı21 örneklerinde görüldüğü gibi şimdiki zamana tutunmaya
devam etmiştir.
21
Bahri Baba ve Susuz Dede isimlerinin ruhani gücü olduğuna inanılan Afrikalı ermiş dedeler
olabileceği bilgisini Mustafa Olpak vermiştir.
117
5. KİMLİĞE İÇERİDEN BAKMAK
5.1. Ten Renginin Tezahürleri
Alana çıkmadan önce kimlik bağlamında odaklandığım belirleyici etken ten
rengi ayrımcılığıydı. Alanda olduğum sürece de bu konu hep aklımın bir
köşesindeydi. Sonraları daha derine indikçe ayrımcılığın temsiliyet ile yakından
bağlantılı olduğunu kavramıştım. Kimliğin kurucu özelliği olarak karşımıza çıkan ve
aidiyetle birebir ilişkili olan bu etkenin Afro-Türkler tarafından gündelik hayat
pratikleri içinde nasıl deneyimlendiğini görmek, Afro-Türklerin kimlik inşasına dair
daha net şeyler söylüyordu. Afro-Türklerin kimlik sürecinde ve gündelik hayatın tüm
alanlarında sadece ten rengi ayrımcılığı ile değil, aynı zamanda maddi sıkıntılar ve
ekonomik sorunlarla da baş ettiklerini söylemek mümkündür.22 Bu ekonomik
sorunlar ten rengine, tarihsel arka planın beraberinde getirdiği sınıfsal belirleyicilik
nedeniyle göbek bağıyla bağlı görünmektedir.
Körükmez, yoksulluk ve ten rengi ayrımcılığının iç içe geçtiğini düşünmekte;
ayrımcılık sonucunda kurumsal olmasa da, okulu erken bırakan ve bazı işlere girmesi
ten renkleri nedeniyle sorun olan Afro-Türklerin sosyal katılımının sınırlı olması
nedeniyle yoksulluğun tekrar üretildiğini söylemektedir (2014: 13). Bu durum
Mustafa Olpak tarafından şu şekilde ifade ediliyordu: “yoksulluk, renk ayrımcılığı,
içe kapanıklık, görünmezlik atalarından miras olarak kalmış sosyal yaşantılarında”
(2013: 138). Olpak (2008), kölelik geçmişinden miras kalan değer verilmemenin ve
korkaklığın, azatlıktan sonra dahi Afro-Türkler arasında ürkeklik ve çekingenlikle
karışık bir halde devam ettiğini ifade etmektedir.
22
<http://www.yurtsuz.net/News.aspx?newsid=1864#.VE-YtfmUcUy> (“Afro Türklerde Siyahlık ile
Yoksulluk İç İçe”, 2014) [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
118
Ten rengine dayanan ayrımcılığın Türkiye ve diğer Ortadoğu toplumlarında
“Batı’daki kadar” yaygın ve yoğun olmadığı çok sık dile getirilen ve neredeyse bir
sağduyu bilgisi halini almış bir çıkarsamadır. Ancak gündelik hayattaki ve
geçmişteki yaşanmışlıklara bakıldığında en genel tabirle Batı’dan farklılıklar
barındırsa da ten rengine dayanan ayrımcılığın bu coğrafyada yapılmadığını
söyleyemeyiz. Ten rengine dayanan ayrımcılığın kurumsal olması gerekmemektedir.
En basit ve sıradan görünen gündelik hayat pratiklerinin tam kendisinde ayrımcılığın
en derin biçimlerine rastlamak mümkündür. Bu çalışmada ayrımcılığa, ayrımcılığa
uğrayanların gözünden yani içeriden bakarak ilerledim. Diğer yandan ayrımclık
yapılan grup olarak ele aldığım Afro-Türklerle “beyaz”ların ayrımcılık özelinde
ilişkilenmelerini anlamlandırmaya çalıştım.
Bunun için hem köyde hem şehirde beyaz ailelerle siyah ailelerin ortak temas
anlarına olabildiğince dâhil olmaya çalıştım. Bu anlardan en uzun sürenini 6-20
Temmuz 2015 tarihinde köylere gidip gelerek kaldığım sürece M. teyzenin satış
yaptığı evlere onunla birlikte gitmem sırasında yaşadım. Yine, Mayıs 2015 tarihinde
Bayındır’daki Uluslararası Çiçek Festivali’ne H. teyze ile giderek saçımdaki Afrika
örgüsünün de etkisiyle onun kızı zannedilmem ve ona Bayındır’ın neresinden
olduğunun sorulması benim için ilginç olduğu kadar bilgilendirici deneyimlerdi.
Ayrıca, Torbalı’da, İzmir merkezde metroda ve otobüste Afro-Türklerle yolculuk
ettiğimde, insanların bakışlarını yakalamam ve kurulan diyaloglara birincil gözden
tanık olmam kolaylaşıyordu.
15 Ağustos 2015’te Hasköy’den G. teyzenin torununun nişanından metro ile
İzmir’e dönüyordum, Şakir abi ile birlikte nişandan geri dönen misafirler de vardı.
Metroda birileri bu misafirlere dönüp Arapça konuşunca iki misafir de “Biz Türk’üz,
119
doğma büyüme Türk’üz” demişti. Kendilerine Arapça soru sorulması gibi, ayrımcılık
olarak algılanan diğer bir tavır ise hiçbir şey konuşmadan “nerelisiniz?” sorusunun
yöneltilmesi ve bazen de doğrudan İngilizce bir şeyler sorulmasıydı. Bunun AfroTürkler için anlamı, bu ülkeye ait olmadıkları, yani yabancı olduklarıydı. Yabancı
olma durumu sadece, nereli oldukları sorusuna ve farklı bir dilde sorulara maruz
kalmalarıyla sınırlı değildi. Daha sarsıcı örnekler mevcuttu. Mustafa Olpak’ın
derneğin açıldığı yıl bir etkinlik kapsamında, o zamanlar dernek binasının yer aldığı
Ayvalık’a İzmir’den otobüslerle Afro-Türkleri götürürken Balıkesir’de jandarmanın
onları kaçak göçmen zannederek durdurup kontrol etmesi, bunlardan bir tanesiydi.
Hasköy’den S.’nin mülteci olarak kaçak çalıştığı zannedilerek şikâyet edilmesi
örneklerin hangi noktaya varabileceğini gösteriyordu.
Afro-Türklerin sağlık sıkıntıları nedeniyle hastaneye sık sık gitmeleri ve
oradaki hasta ve doktorlardan gördükleri muameleler ten rengi ayrımcılığının ortaya
çıktığı örneklerin başında geliyordu. Köylerin yakınlardaki hastaneler büyük ölçüde
Afro-Türkleri biliyordu; ancak, şehirdeki büyük hastanelerdeki doktorlar ve sağlık
personeli köylülerin aktardığı üzere, onları çoğunlukla yabancı sanıyordu.
Hastanelerde yabancı sayılma durumları, mülteci sanılmalarına eşlik ediyordu.
Bununla birlikte Mustafa Olpak’a derneği ilk açtığında karşılaştığı “seninkisi amele
yanığı başımıza Afrikalı olmayı da nereden çıkardın?” şeklinde kurulan cümleler,
Türkiye’de Afrikalı olmanın nasıl yorumlandığını açıkça gösteriyordu.
Kimlik
inşasının
ekonomik
sorunlardan
ya
da
sıkıntılardan
ayrı
tutulamayacağının ve Afro-Türk kimliğinin inşasında sadece sembolik öğelerin değil
aynı zamanda somut ekonomik öğelerin de ele alınması gerektiğinin farkına vararak
gündelik hayat deneyimlerine sembolik ve ekonomik olanı kuşatacak şekilde
120
bakmaya çalıştım. Etno-kültürel kimlik, Afro-Türklerin hayatlarının merkezindeki
kimlik unsuru olmasa da, post-modern kimlik anlayışında öngörüldüğü gibi birçok
farklı kimliği aynı anda barındırsalar da etno-kültürel kimliği çalışmamın analitik
amacı açısından vurgulama ihtiyacı hissettim. Ancak bu çoklu kimliklerden sınıfsal
kimliğin üzerinde kısaca durmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Kimlik,
Bourdieu’cu bir anlamda kültürel sermaye ile ekonomik sermayenin kesişim
noktalarından oluşabilir miydi? Bu noktada Bourdieu’nun habitus kavramıyla etnokültürel kimliği ilişkilendiren teorisyenlerin var olduğunu belirtmeliyim (Bentley,
1987). Özellikle Afro-Türklerin sosyal tabakalaşmanın alt sıralarında yer alması ve
kölelikten azat edildikten sonra bu zamana kadar aynı alt sosyal tabaka içinde
kalmaları ve çoğunluğunun orta ve üst sınıf dışında kalması, ten rengi ve ekonomik
yapının şekillendirdiği bu habitusun bir parçası olarak düşünülebilir.
Diğer yandan Wallerstein’in dediği gibi etnisite ve sınıf arasında da son
derece yakın bir ilişki mevcuttur. Ekonomik sıkıntıların hâkim olduğu bir grupla
çalıştığımın farkına varmak, beni öncesinde maddi sıkıntılar gölgesinde sembolik
değerini koruyan kimliğin bir öneminin olup olmadığını sorgulamaya itti. Diğer
yandan Wallerstein (1987) gibi teorisyenlerin sınıf ve etno-kültürel kimlik arasında
kurduğu bağlantıyı düşünmeye beni sevk etti. “Etnik grup ile meslek arasında, her
yerde, çok yüksek bir bağıntı vardır” diyen Wallerstein, işgücünde de etnikleşmenin
söz konusu olduğuna değinmektedir (1987: 104). Gittiğim köylerde karşılaştığım
mevsimlik tarla işçiliği, sigortasız konserve fabrikalarında çalıştırılma, yevmiyelik
mandırada çalıştırılma gibi örnekler bunu desteklemektedir. Diğer yandan yazın
köyde M. teyze ve H. teyze’nin penye satışlarına yardım ederken, Yeniçiftlik’teki E.
teyzenin evdeki misafire beni tanıtmak için “bizi araştırıyor, fakirliğimizi araştırıyor”
121
şeklinde kurduğu cümle beni sarsmakla birlikte topluluğun sınıfsal kimlik algısına
dair birçok şey söylemektedir.
Ekonomik sorunlarla birlikte baş gösteren ve ten rengi ayrımcılığına eşlik
eden temel konulardan bir tanesi evlilikti. Bir yıl süre ile misafir olduğum köylerde
görüştüğüm insanlar arasında boşanmanın örüntüsel bir özellik göstermesi,
ayrımcılığın hemen her evlilikte ve ayrılma durumunda deneyimlenmesi, ister
istemez bu konuyu odaklandığım temalardan biri yapmıştı. Evlilik konusunda dernek
başkanı Mustafa Olpak ile ben alana çıkmadan önce konuşma fırsatımız olmuştu. Bu
konuyu kendisine çok detaylı sormak istememiştim; zira alana çıkmadan önce
kafamda belli önyargı formları diyebileceğim kalıplarla hareket etmek istemiyordum.
Ancak alan deneyimlerim arttıkça, Mustafa Olpak’ın bana aktardığı gözlemlerinde
haklılık payı olduğunu görüyordum. Alan çalışmamın sonlarına yaklaşırken
kendisiyle ara ara yaptığım konuşmalarda bu sefer ben ona gözlemlerimi aktarmaya
başlamış ve aynı saptamaları birbirimizle paylaşır olmuştuk.
Boratav’ın belirttiği üzere, Türkiye’de Afrikalıların küçümsenmesinin
nedenleri, köleliğe dayanan tarihleri, cinsel organlarının yok edildiği haremağaları ile
bağdaştırılmaları ve koyu ten renkleridir (1984: 33). Afrikalı kadınlarla beyaz
erkeklerin evlenmesinde bir sakınca görülmezken, siyah erkeklerle beyaz kadınların
evlenmesine çekinceli yaklaşmıştır (Boratav, 1984: 33). Fanon da beyaz erkekle
siyah kadın evliliğinin, siyah erkek beyaz kadın evliliğinden daha fazla ve normal
karşılanır bir durum olduğunu söyler, Antilli kadınların ilişkilerinde daha az siyah
olan erkekleri seçme eğiliminde olduğunu da belirtir (2014: 48-49). Bu durum,
benim köylerde karşılaştığım duruma benzemekle birlikte adeta evrensel bir olgu
niteliği taşımaktadır.
122
Dernek başkanı Mustafa Olpak, Afro-Türk genç kadınların beyaz erkeklerle
evlenmeyi tercih ettiğini ve bu sayede çocuklarının renginin açılacağını ve
ayrımcılığa maruz kalmayacaklarını düşündüklerini, evliliklerine aileleri izin
vermezse evden kaçmayı da göze aldıklarını söylemektedir (2013: 139). Bununla
beraber, boşanma oranlarına bakıldığında eşi beyaz olan Afro-Türk kadınlarda
ayrılmanın daha yüksek olduğunu vurgulamaktadır (Olpak, 2013: 139).
Ten rengi çoğu zaman da evlilik kavgalarında aşağılayıcı bir unsur olarak
kullanılıyor “Arabın kızı/oğlu” veya “kara marsık” olarak hakarete uğranabiliyordu.
Boşanma sebeplerini doğrudan ten rengi ayrımcılığına bağlayamasam da evlilikle
ilgili sorunlara etki ettiği yadsınamazdı. Örneğin Afro-Türklerin beyazlarla yaptığı
evliliklerde çocuğun rengini beğenmeyen ama sonradan kabullenen damat aileleri
bulunmaktaydı. Diğer yandan yıllardır evli kalıp boşanma anı gelince ten rengi
özelinde laflar söylenildiğini de anlatılanlardan öğreniyordum. Bu etkenlerin hepsi
göz önünde bulundurulduğunda, siyah kadınların beyaz erkekle evlenmek istemesi
kadının ve çocukların aşağılanmaya maruz kalma ihtimalini doğursa da beyaz
erkekle evlenince çocuğun ten renginin açılması ve statü atlanması beklentisiyle
beyaz erkeklerle evlilik yapıldığını söyleyebiliriz. Bu noktada erkek, statü taşıyıcısı
kabul edildiği için siyah kadınların beyaz erkekle evlenmesinin, beyaz erkeklerin
siyah kadınlarla evlenmesinden çok daha fazla olduğunu söylememiz mümkündür.
Ten renginin tezahür ettiği yerlerden birisi de askerlik deneyimleriydi. Alan
araştırması boyunca en az konuşabildiğim kişiler, yaşları bana daha yakın olan
erkekler olmuştu. Bunda etkili olan temel neden, kadın olmamdan dolayı etraftan
herhangi bir dedikodu gelmesinden çekinilmesi idi. Genç erkeklerle iletişim
kurabilmemde Şakir abi ile birlikte girip çıktığım evlerde daha rahat bir şekilde
123
erkeklerle konuşabilmemin büyük etkisi oldu. Yine böyle bir durumda Torbalı’da,
misafir olduğum köylerin dışında kalan ancak köydekilerle uzaktan akraba olan bir
ailenin oğlunun askerlikte yaşadıklarını aktarmasıyla, askerlikte yaşanan ten rengi
ayrımcılığı konusunu köylerdeki erkeklere de sormaya başladım. Ancak bu konu
benimle çok rahat paylaşılmadı, ya “askerlikte sorun yaşamadım, ayrımcılığa
uğramadım” şeklinde geçiştirildi ya da az önce bahsettiğim erkeklerle iletişim sorunu
nedeniyle yarım kaldı. Ancak genel olarak şunu söylemek mümkündü: askerlikte
erkekler gittikleri farklı illerde çoğunlukla Afro-Türkleri bilmeyen insanlarla
karşılaşıyor ve yabancı kabul ediliyordu. Şakir Doğuluer’in kendi deneyiminden
aktardığı üzere askerliği sırasında jandarma olarak görev yaparken gittikleri
köylerdeki insanlar da onu garipsiyor ama jandarma yetkisinin olduğunu görünce
dediğini yapıyorlardı. Bu konu, Afro-Türklerle çalışacak erkek bir araştırmacıya
daha iyi aktarılacak ve önemli soruları da beraberinde getirecek görünmektedir.
Bu ayrımcılık biçimlerini gözlerken diğer yandan da bana karşı geliştirilen bir
tepkiselliğe de tanıklık etmiştim. Köylerde araştırmaya gittiğimde saçlarımda Afrika
örgüsü vardı, saçlarımı İzmir’de ilk kez yabancılamadan kabul eden kişiler,
köydekiler olmuştu. Afrika örgüsü yaptırdığımda şehirde bunun ne olduğunu soran
bir sürü kişi olurken köylerde “bizim saçlardan” diyen insanları görmek beni mutlu
ediyordu. Saçlarımı yadırgamayan tek yer burası olmuştu; ama, aynı zamanda özel
bir anlam da yüklememişlerdi hatta 7 ay sonra saçlarımı kestirdiğimde kafamdaki
ağırlıktan kurtulduğumu söyleyerek benden daha çok sevinmişlerdi. Kurban
bayramından sonra saçımdaki örgüleri kestirdiğimde saçıma eklenen yapay saçlardan
kaynaklanan kafamdaki yükün hafiflediğini düşünüp “iyi ki kestirip kurtulmuşsun”
diyenler vardı.
124
Bununla birlikte; 28 Mart 2015 tarihindeki düğünde saçlarımı görüp “sana
yakışmamış, ne kadar olsa da doğuştan olduğu gibi olmaz” diyen Torbalı’dan misafir
İ. o an çok kırıcı bulduğum bir çıkışta bulunmuştu. Her ne kadar bu çıkışı sonradan
kendi içinde anlamlı bulsam da bende yarattığı ilk olumsuz etkiyi uzun süre
üzerimden atamamıştım. Fakat bu olay belki de hiçbir zaman anketle ve
derinlemesine görüşmeyle hissedemeyeceğim bir şeyi anlamama yardımcı olmuştu:
ayrımcılık. Dâhil olma ve dışlanma arasında gidip gelirken belki de ayrımcılığa
uğramanın nasıl bir şey olduğunu ilk kez bu kadar derinden hissetmiştim.
Bu olayı gelip gittiğim Afro-Türk ailelerle paylaştığımda bana söylenenlerin
de bir ayrımcılık olduğunu ve yanlış olduğunu vurguluyorlardı. Hatta bu sayede
“beyaz”lara karşı “siyah”lar tarafından “kırmızı kulak” şeklinde ayrımcı ifadelerin de
kullanıldığını öğrenmiş oluyordum. Bu tür ifadeler iletişim halinde olduğum AfroTürk haneler tarafından tasvip edilmiyordu. Onlarla yaşadığım sürece ten renginin
insan ilişkilerinde belirleyici bir unsur olmaması gerektiği konusunda hemfikir
olduklarını görüyordum.
Diğer yandan kendilerine karşı özellikle evliliklerde yapılan ayrımcılıktan
hepsi muzdarip olsa da bu duruma karşı tepkisel bir şekilde beyazlarla evlenmek
istememe ve onları reddetme gibi bir tutum benimsediklerinden bahsetmek zordu.
Aksine “beyaz”larla evlenen sayısı artıyor ve “siyah”ların kendi tabiriyle “renkleri
giderek açılıyordu”. Bu “renk açılma” konusunu dert eden az kişi vardı; ancak, dert
edenlerde de ayrımcılığa karşı geliştirilen tepkisel bir kimlik inşasından çok
kendilerine miras kalan tek şey olarak gördükleri ten rengini koruma çabasının söz
konusu olduğunu görüyordum. Kendilerinin dahi nüfuslarını tam bilmemelerini,
beyazlarla evlenerek “renkleri açılan”, beyaz hatta sarışın olan akrabalarının
125
varlığına bağlıyorlardı. Ten renginin açılmasına ithafen yedi nesil sonra siyahlığın
tekrar görülebileceğine inanıyorlardı; ancak, bunun dayanağı nedir öğrenemedim.
Aralarında vakit geçirdiğim kişiler, evlilik kararında tercihe saygı
duyduklarını ve kendilerine yapılan ayrımı beyazlara yapmadıklarını anlatıyorlardı.
Ten renginden dolayı doğrudan ayrımcılığa uğramadığını söyleyenler de vardı.
Ayrımcılığa uğrayanlar, her ne kadar ayrımcılığı yapanlar tarafından belirli kalıplara
sokularak değerlendirilip güçlü olmayan tarafı oluştursalar da, tamamen pasif bir
kabulleniş gösterdiklerini söyleyemeyiz; daha çok, ayrımcılık karşısında bir konum
alıştan bahsedebiliriz.
Ayrımcılığa karşı geliştirilen stratejilerden ziyade ayrımcılıkla bütünleşen ve
ayrımcılık
içinde
var
olmaya
çabalayan
konumlanışlar
gözlemledim.
Bu
konumlanışlar büyük ölçüde, Afro-Türklerin kendilerine karşı günlük hayat içinde
gözle veya sözle yapılan tacizlere karşılık verilen anlık tepkilerini kapsıyordu.
Hasköy’den M. teyze özellikle bu konuda yolda ve toplu taşıma araçlarında
kendisine ters bakan ve laf söyleyen olursa sert bir şekilde ve gerekirse küfürle
karşılık verdiğini söylüyordu; ancak, bu tepkisellik bir strateji olmaktan uzak
görünüyordu. Bu tepkiselliğin gerek kişisel boyutta kalması, gerekse teorilerin
öngördüğü üzere etno-kültürel kimlik bütünlüğünde bir beraberliğin olmayışı, beni
Afro-Türklerin nasıl bir kimliklenme süreci deneyimlediği sorusuna götürmüştü.
5.2. Arap Olmak
Kafamda kimlik sorusuyla alana adım attığımdan beri en çok duyduğum
kelime “Arap” oldu. Arap olmak, Afro-Türkler arasında kimliklerini ifade etmek için
hâlâ yaygın olan ve sık kullanılan ifadedir. Arap dışında bir kimlik kategorisinin
kullanılması, özellikle yaşlı nesilde kafa karışıklığı yaratıyordu ve “şimdi kendimize
126
Afrikalı diyecekmişiz, öyle mi?” şeklinde şaşkınlıkla yorumlanıyordu. Arap
kelimesinin kullanılması bir bulgu olarak Körükmez (2014), Cici (2011) ve Tarih
Vakfı’nın (2008) sözlü tarih projesinde de karşımıza çıkmaktadır.
Boratav da günlük dilde Afrikalılara Arap denildiğini belirtmektedir (1951:
83). Arap kelimesinin köylerde yaygın kullanımında bir yandan kimliğin dışarıdan
atfedilen etiketlerle inşasına tanıklık ettim. Bir yandan da dışarıdan atfedilen bu
etiketlerin içselleştirilerek insanların kendileri tarafından kullanıldığını gözlemledim.
İnsanlara atfedilen etiketler onlar üzerinde egemenlik kurmanın bir yolu
olabilmektedir; bu da hiyerarşik sınıflandırmalar yaratmakla mümkün olmakta ve
belli stereotipler yaratılmaktadır (Eriksen, 2010b: 109). Ancak insanların zamanla
bu etiketleri normalleştirerek kullanmaları da söz konusu olmaktadır. Etnisitenin
dışarıdan somut tanımlanan nesnel hali ile içerdeki üyeleri tarafından tanımlanan
öznel hali arasında bir ayrım söz konusudur. Bu ayrım, kimi zaman Durkheimci ve
Weberci tanımlama şeklinde de adlandırılmaktadır; sosyal sistemin etnik kimlik
edinmeye nasıl etki ettiği ve insanların etnik kimliğe ne anlam yüklediği arasındaki
farklılığa işaret etmektedir (Eriksen, 2010b: 65-66). Eriksen, ikisi arasında arabulucu
olarak Giddens’ın yapılanma kavramını göstererek etnik kimliklerin hem dışarıdan
atfedildiğini hem de bireyler tarafından tanımlandığını düşünmektedir (2010b: 6566).
Olpak, kendi annesine zenci denildiğinde sinirlendiğini ama annesinin sakin
kalarak şu sözlerle cevap verdiğini söyler: “Biz zenci değiliz, Arap’ız. Ama biraz
koyu Arap’ız” (2008: 187-188). Zenci kelimesinin eskiden pejoratif bir anlamı mı
vardı bilmiyorum; ancak, eski kuşaklarda zenci kelimesine verilen bu tepkinin
benzerini, şimdilerde kendilerine Arap diyenlere karşılık “Biz Türk’üz, doğma
127
büyüme Türk’üz” diyerek veren Afro-Türkler vardır. Diğer yandan zenci kelimesinin
köylerde kullanımı tamamen tedavülden kalkmış değildir. 2015 Ramazan
bayramında gittiğim Çırpı’da traktörle birlikte yolculuk ettiğim teyzenin damadı “o
eski yağlı zencilerden” artık köylerde kalmadı demişti.
Köydeki Afro-Türklerin insanların kendilerine genellikle Arap demesi
sonucunda, yani onlara dışarıdan “Araplık” atfedilmesiyle etiketleme sonucunda
kabullenmiş olmaları söz konusudur. Arap olmak, nesnel olarak farklı; öznel olarak
farklı şeyleri ifade etmektedir. Konuştukları dil, gelenekler ve ortak köken miti
düşünüldüğünde Afro-Türkler, Arap değillerdi, önceki nesillerde Arap bölgelerinden
köle olarak getirilmiş ve Arapça bilenler elbette vardı. Ancak, kendilerine Arap
demelerinin temelinde; Arap bölgelerinden geçen köle yolları sonucunda Osmanlı
köle pazarlarına getirilmiş olmaları nedeniyle toplumda Arap kelimesiyle
anılmalarının yaygınlık kazanması vardır.
Arap kelimesi, bir kimlik kategorisi olarak Ortadoğu coğrafyasında Afrikalı
kölelerin getirildiği ve köleliğin yasaklanmasından sonra topluluklar halinde
yaşamaya devam ettiği, etnik çoğunluğu Arap olmayan ülkelerde “Afrikalı” ile eş
anlamda kullanılmaktadır. Osmanlı döneminde kölelerin gönderildikleri yerlerden
birinin de Kıbrıs olduğunu söyleyen Jennings, Lefkoşa kadı kayıtlarını inceleyerek
siyah kölelerin Kıbrıs’ta “zenci-zengi, siyah, arap-arab ve habeşi” olarak
tanımlandığını belirtmektedir (1987: 288). Osmanlı, Kuzey Afrika ve Akdeniz
kültüründe Arap kelimesi, Trans-Sahra bölgesinden olan Afrikalı anlamını
içermektedir; diğer taraftan etnik Araplara “beyaz Arap” denilmektedir (Walz ve
Cuno, 2010: 9). Bu tarihsel gerçeklik, bana 9-10 yaşlarımdayken yaz tatilinde
gittiğim Adana’da çok sık duyduğum “beyaz Arap” ifadesini hatırlatmıştır. “Beyaz
128
Araplar”a, 19. yüzyılda Mısır’daki Mehmet Ali Paşa'nın askerleriyle Çukurova
bölgesine gelip yerleşen Mısırlı çiftçi topluluklarına ithafen “fellah” ya da Arap uşağı
denildiği de bilinmektedir (Boratav, 1984: 253).
Arap kelimesi, Afro-Türklerin aynı zamanda kendilerini tanımlamak ve ten
rengini ifade etmek için kullandıkları bir kelimeye dönüşmüştür. Arap kelimesi,
Afro-Türklerin “biz Araplar” kapsayıcılığıyla da kullanabildiği bir betimleyici
kategori olarak karşıma çıkıyordu. Çoğu kez Afrikalılar veya Afro-Türkler
dediğimde bu kelimelerin karşı tarafta uyandırdığı anlamsızlığı, insanların
bakışlarının derinlerinde sezebiliyordum. Şüphesiz ki birlikte vakit geçirdiğim çoğu
kişi, tarihi 7. yüzyıla uzanan Arap köle ticaretinin varlığından ve dolayısıyla Akdeniz
ve Ortadoğu coğrafyasında köle ticaretinin ekseriyetle Arap bölgeleri üzerinden ve
Arap tacirler aracılığıyla yapıldığından ve bu ismin tam da bu sebeple kendileriyle
birlikte anıldığından habersizdi. Habersizdiler ki bu sayede Arap ismini
kabullenmişlerdi ve kelime zaman içerisinde anlam değişimine uğramıştı. Arap
kelimesi bir kimlik imleci ya da kimlik kategorisi durumundaydı; ancak, zamanla
daha çok ten rengini ifade etmek için kullanılmaya başlanmış gibiydi. Zira İlk kez
“Koyu Arap” ve “Açık Arap” ifadelerini duyuyor ve bunlara göre tarif edilen
insanlarla tanışıyordum.
5. 3. Afro-Türk Olmak
Afro-Türk olmak, kimliksel ifadelerin arasında en az vurgulanan ve yaşlı
nesil arasında güçlükle anılanıydı. 2006’da Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve
Yardımlaşma Derneği’nin kurulmasıyla Afro-Türk ifadesi daha çok gençler
tarafından bilindik ve kullanılır olmuştu. Yaşlı nesil arasında “Afrikalıymışız biz,
öyle diyorlar şimdi...” diyenlerin sayısı hiç de az değildi. Bu durum beni büyük
129
kimlik anlatıları taşıyan teoriler ile gündelik hayatın gerçekliği arasında gelip
götürüyordu. Birkaç konuşma esnasında köydekilere aslında Arap olmadıklarını
Afrika’dan geldiklerini söyledikten sonra insanlara kendi kimliklerinin “doğru”
ifadesinin ne olduğunu söyleme cüretini bulmanın ne kadar rahatsız edici olduğunu
düşünmeye başlamıştım.
Kendilerine atalarından miras kaldığını düşündükleri ten rengini kastederek
birçok kişiden duyduğum üzere Afrikalı birini gördüklerinde “kan çekiyor” diyorlar
ve başka ülkeden bir Afrikalı gelse kendilerini yakın hissettiklerini beyan ediyorlardı.
Ancak bu “kan çekme” durumu dışında Afrika kimliğini ifade edebildikleri bir
durum söz konusu değildi. Öncelikle diaspora temelli bir ilişki kuracak olursak,
Afrika kıtasının birçok farklı ülkesinden Osmanlı topraklarına getirilmiş olan bu
insanların geldikleri yer ve kültür ile hiçbir bağlantıları kalmamıştı. Godya
kurumunun da yok olmasıyla kültürel ve geleneksel izlerin son parçaları da
tükenmişti. Dolayısıyla Afro-Türk denilince yani geldikleri kıta olan Afrika ile
doğup büyüdükleri ülke Türkiye birleşince kafalarında haklı olarak bir şey
çağrışmıyordu; çünkü bu çağrışımı oluşturacak parçanın yarısı eksikti. Tam da bu
nedenle konuştuğum çoğu kişi, “biz burada doğup büyümüşüz” diyerek
sosyalizasyonlarının
gerçekleştiği
Türkiye’yi
kastederek
başka
bir
kültürü
bilmediklerini vurguluyorlardı.
Fanon, bir Antillinin kendini zenci olarak değil, sadece bir Antilli olarak
gördüğünü, zencileri sadece Afrika ile ilişkilendirdiğini söyler (Fanon, 2014: 169).
Afro-Türklerde de kendilerini Afrika ile değil Türkiye ile ilişkilendirmeleri açısından
benzer bir durum söz konusudur. 2006 yılında Afrikalılar Dayanışma, Yardımlaşma
ve Kültür Derneği’nin kurulmasıyla kullanılmaya ve yaygınlaşmaya başlayan Afro-
130
Türk ifadesinin yapay olup olmadığı ve insanlar tarafından ne ölçüde benimsendiği
konusunda şüphelerim vardı. Bu çalışma boyunca Afro-Türk olarak ele aldığım
grubun tamamı kendini bu şekilde tanımlıyor muydu? Yoksa bu dernek tarafından
kullanıma sokulmuş bir kelime miydi? Bu sorular alan çalışmam boyunca bana eşlik
etti. Yaptığım okumalarda daha çok yeni olan bu terimin, Türkiye dışında Afrika
diasporasının olduğu ülkelerde her ülke milliyetinin önüne Afro- öneki getirilerek
kullanıldığına tanıklık ettim.
Bu noktada ABD’de görülen adlandırmadaki değişmenin doğrudan
Türkiye’ye ve dünyaya etkisi olduğunu düşünüyorum. Smith’in (1992) belirttiği gibi,
ABD’deki Afrikalıları ifade etmek için, 19. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar
renkli (coloured) kelimesi kullanılmış; 19. yüzyılın sonlarında negro kelimesi
kullanılmaya başlanmıştır. 1950’lere gelindiğinde negro kelimesinin yerini siyah
(black) kelimesi almaya başlamıştır; 1980’lere kadar da kullanımda kalmıştır; 1980
ve 90’lar itibariyle ise Afro-Amerikalı ifadesi daha fazla kullanılır olmaya
başlamıştır (Smith, 1992). Her tanım değişikliğinde ayrımcılığı daha az vurgulayan,
daha kapsayıcı tanımlamalara yer verilmek istenmiştir. Smith (1992) bu sembolik
değişimin oldukça önemli olduğunu söyler; ancak, eski etiketlerin azalarak da olsa
kullanılmaya devam ettiği de bir gerçektir. Bunun tek istisnası, Ekim 2015 tarihinde
tanıştığım Almanyalı grubun siyah (schwarz) kelimesine olumsuz bir yükleme
yapmadan kullanmaya devam etmesiydi.
Bu kelimenin kullanımı hakkında dernek başkanı Mustafa Olpak ile
görüşmem sırasında Afrikalı, Siyah ve Zenci23 kelimelerinin kullanımının doğruluğu
23
Ferguson zenci ve siyah kelimeleri arasındaki kullanım farkına değinmektedir. Bkz: M. Ferguson
(2013). “White Turks, Black Turks, and Negroes: The Politics of Polarization”
<http://www.jadaliyya.com/pages/index/12484/white-turks-black-turks-and-negroes_the-politics-o>
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
131
ve uygunluğu hakkında fikir alışverişinde bulunma imkânım olmuştu. Mustafa
Olpak’a, son zamanlarda Türkçe’de yaygınlık kazanmaya başlayan siyah/siyahi
kelimesinin de ayrımcılık içerdiğini söylediğimde, o da aynı fikirde olduğunu ve
dernek olarak Afro-Türk ifadesini daha uygun ve kapsayıcı bulduklarını ifade
etmişti. Diğer yandan zenci kelimesinin yarattığı olumsuz bir etki olmadığını ve bu
nedenle acaba zenci kelimesinin kullanılmasının yaygınlaştırılmasının doğru olup
olmayacağını sorduğumda alan konusunda büyük bir cehalete sahip olduğumun
farkına varmıştım.
Mustafa Olpak, zenci kelimesinin de ayrımcı pratikleri çağrıştırdığını; çünkü
bu kelimenin Ortadoğu ve Hindistan’daki köle ticaretinin önemli durak noktalarından
biri olan Zanzibar (Zencibar/Zangibar) Adası’ndan geldiğini ve dolayısıyla kölelik
tarihiyle içi içe olduğunu söylüyordu. Bu sayede Zanzibar’ı tekrardan düşünmeye ve
bu konu hakkında okumalar yapmaya başlıyordum. Dernek, ortak köken mitini
dayandırdığı Afrika kıtasını içeren bir terim olarak ve yüzyıllardır yaşanan
coğrafyanın ifadesi olarak Türkiye’yi kapsayacak şekilde Afro-Türk kelimesinin
kullanılmasından yanaydı. Ben de çalışmam boyunca literatür taramasının da izinden
giderek bu kelimeyi genel bir kategori olarak kullanmayı tercih ettim. Ancak bu
kelimenin topluluk için ne ifade ettiğini göz ardı etmedim ve etno-kültürel kimliğin
topluluk üyeleri tarafından nasıl tanımlandığının izinden gittim.
Topluluk üyelerinin kendilerini nasıl tanımladığı, topluluk üyeliği ile
kurdukları bağlantıyla yakından ilgilidir. Cohen’e göre topluluk, bireysel kimliğin
kapsamını oluşturmaktadır, benzerliğin sınırlarını belirleme ihtiyacına karşılık
vermektedir (1985: 110). Sınırlar korunsun ya da korunmasın bir topluluk, kendi
üyelerinin onun kültürünün önemini algılamasına bağlıdır; insanlar toplulukları
132
anlam kaynağı ve kimliklerinin referansı yaparak inşa ederler (Cohen, 1985: 118).
Osmanlı’ya köle olarak giriş yaptıkları dönem itibariyle, gelenekleri, dilleri ve dinleri
ellerinden alınan Afro-Türklerin kendilerini ne derece bir etno-kültürel topluluk
olarak gördükleri ve ona ne derece önem atfettikleri hep bir soru işareti olarak
aklımda kaldı.
5.4. Türk ve Müslüman Olmak
Arap kelimesi, yerini, bir kimlik kategorisinden ten rengini imleyen bir sıfata
bırakıyor gibiydi. Zira konuştuğum insanların hepsi Türk ve Müslüman olduğunu
farklı tonlarda ve vurgularda beyan ediyordu. Dolayısıyla Afro-Türk kavramı ile iç
içe geçmiş ancak “Afro” ön ekini büyük ölçüde bastırmış bir Türk ve Müslüman
kimliği söz konusuydu. Müslümanlığın kimlik olarak anılması, doğrudan köle
pazarlarında kölelerin Müslümanlaştırılarak satılmasıyla bağlantılıdır.
Türk ve Müslüman olma vurgusu, bazı Afro-Türklerde “elhamdülillah
Müslümanım” ya da “hepimiz Müslümanız, hepimizi Allah yaratmış” şeklinde
kendini gösteriyor ve ten rengi konusunda ayrımcılık yapılmaması gerektiği; çünkü
herkesin ten rengine bakılmaksızın Allah karşısında eşit olduğu görüşüyle ifade
ediliyordu. Ten renginin Allah önünde bir farkı olmadığı vurgusuyla kimlik,
Müslümanlık ile birlikte anılıyordu. Ve bu vurguya çoğu kez “halimize şükür”
temennisi eşlik ediyordu. Yine ibadetlere devam etmeye vurgu yaparak şakayla
karışık “Güzel Tire, Gâvur İzmir” gibi ifadelerde de görüleceği üzere dini kodların
ne kadar güçlü olduğu su yüzüne çıkıyordu. Afro-Türklerin kendi kimliklerini nasıl
tanımladıkları söz konusu olduğunda; bazı kişilerde ise Türklük vurgusu ön plana
çıkıyordu ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile ülkücülük içindeki temel semboller
olan Kurt ve Asena övgüsü Türklük vurgusuna eşlik ediyordu.
133
Fransa’daki Türk göçmenleri de kapsayarak farklı göçmen grupları hakkında
araştırma yapmış Tribalat’ın çalışmasını aktaran Kaya, Türklerin diğer göçmen
gruplara kıyasla entegrasyona ve asimilasyona en çok direnç gösteren grup olduğunu
söylemektedir (Kaya, 2008: 42-43). Bunun nedeni, kendi etnik sınırlarını
aralarındaki toplulukları, dillerini ve kendi içlerindeki evlilikleri sürdürerek
korumalarıdır (Kaya, 2008: 42-43). Bu çalışma, kimliğin diasporada nasıl korunduğu
ve korunamadığı hakkında bize önemli şeyler söylemektedir; sömürge ülke geçmişi
olan göçmen gruplarına kıyasla sömürge geçmişi olmayan ülkelerden gelen ve aynı
zamanda ana vatanları ile bağlantıları devam eden göçmenler etno-kültürel
kimliklerinin korunması konusunda daha dirençli görünmektedir. Sömürge tarihine
benzerlik taşıyan kölelik tarihi bağlamında kimlik direncini değerlendirdiğimizde,
Afro-Türklerin direncinden bahsetmek çok zor görünmektedir.
Göçmenlerin anavatanlarıyla olan etkileşimiyle bağlantılı olarak benzer bir
durum Osmanlı’da Afrikalılar gibi köleleştirilen diğer bir topluluk olan Çerkezlerde
gözlemlenebilir. Çerkez kölelerin 1990’lar sonrasında Sovyetlerin çökmesi
sonrasında ana vatanlarıyla kültürel temas kurmalarının yeniden sağlanması, kültürel
olarak koruyabildikleri öğeleri çoğaltmış; dillerini korumalarını kolaylaştırmıştır
(Toledano, 2007: 254). Böylesi bir durum Osmanlı’daki Afrikalılar için söz konusu
olmamıştır. Diğer yandan, Osmanlı toplumunda Afrikalıları Müslümanlaştırmak ve
Çerkezleri de Ortodoks İslam’a daha yakın bir çizgiye çekmek söz konusu olmuştur
(Toledano, 2007: 236). Aynı zamanda Müslümanlık din olarak kabul edilirken, Dana
Bayramı gibi Afrika’ya ait gelenekler dinsel bağlamından koparılarak salt gelenek
olarak ele alınmış; İslam dini kimliği altında gelenek olarak varlığını belli bir süre
sürdürmüştür. İlk başlarda İslam’daki Kurban bayramı ile etkileşim halinde
134
şekillendiğini düşündüğüm; ancak, araştırma sürecinde böyle olmadığını anladığım
Dana Bayramı kutlamaları zamanla kaybolmuştur.
Afro-Türklerin kendilerini Türk-Müslüman olarak ifade etmelerinde etkili
olan dört süreç açığa çıkmaktadır. Toplum içinde kabul gören kimliğe eklemlenme
ya da toplumda görünmez olmanın araçları diyebileceğimiz bu dört süreç, çoğu
zaman iç içe geçiyordu. Türk ve Müslüman olmak, topluma dâhil olmanın, belki de
tamamen görünmez olmanın en belirgin göstergesiydi. Bu gösterge, birbirini
destekleyen ve birbiriyle yakından ilişkili dört süreçle birlikte işliyordu. Din, siyaset,
hukuk ve aile kurumları ile olan ilişkileri sonucunda Türk ve Müslüman kimliği
gündelik pratiklerde pekiştiriliyordu.
1. Din Kurumu ve Görünmez Olma: Köylerde gözlemlediğim genel eğilim,
Sünni Müslüman adetlerin ve söylemlerin benimsenerek dışa vurmasıydı. Her ne
kadar Türkiye’de daha muhafazakâr diyebileceğimiz yörelere kıyasla çok daha fazla
hoşgörü ortamı söz konusu olsa da kozmolojik tasavvur ve hayat felsefesi
bakımından genel İslam anlayışının hâkim olduğu söylenebilir. Din kurumuyla
kurulan ilişki sonucunda Müslümanlık dinsel kimlik olarak şekilleniyor ve İslam
içerisinde din aracılığıyla görünmez olmak söz konusu oluyordu. Din kimliği altında
Allah huzurunda ten rengine bakılmaksızın herkesin eşit olduğu yorumu öne
çıkıyordu. Bu yorum İslam’daki kölelik anlayışını masumlaştırmaya götüren
yaklaşıma benzerlik taşımaktadır. “Hepimiz Allah’ın kuluyuz” inancıyla herkesin
eşit olduğu ve Allah’ın renk ayrımı yapmadığı vurgulanıyordu. Bu sayede din
kurumu aracılığıyla görünmez olunuyordu. Bunda inançta eşitliğe inanmayla birlikte
kabullenme de söz konusuydu. Birkaç kere sakat doğanlar ile ten rengi koyu olanlar
arasında bir benzerlik kurulduğuna tanıklık etmiştim. Engellilere ayrımcılık
135
yapılmasının doğru olmadığı gibi ten rengi koyu olanlara da ayrımcılık yapılmasının
yanlış olduğunu söyleyenler vardı. Engelli olma ile siyah ten rengine sahip olma
arasında kurulan bu benzerlik, ten rengi farklılığını bedensel bir eksiklik olarak
değerlendirdiklerini ve kaderci bir şekilde kendi bedenlerini kabullendiklerini
düşünmeme yol açıyordu.
2. Siyaset Kurumu ve Görünmez Olma: Siyaset kurumunda siyasi tercihler
aracılığıyla görünmez olmak söz konusu oluyordu. Türkiye’de kabul gören ana akım
siyasal duruşla çatışmadan sakınarak, bazen Atatürkçü bazen MHP’li görüşlerin
arkasında durarak ve ülkenin ulusal bütünlüğünü bozmayarak, ayrı bir etnik unsur
olarak sıyrılmayarak ülke siyasetine dâhil olunuyordu. Siyaset kurumuyla kurulan
ilişkide, elbette Afro-Türklerin kölelikten azat edildikten sonra yerleştirildikleri
coğrafi bölgenin siyasi tercihlerinin de etkisi vardı. Ege bölgesindeki köylülerin
çoğunluğunun MHP’li olması ve Afro-Türklerin toplumda kabul görmek istemesi de
bununla doğrudan bağlantılı görünüyordu. Afro-Türkler, Anadolu’da farklı bir siyasi
görüşe sahip bir bölgeye yerleştirilmiş olsalardı farklı bir siyasal tercih ve görüş ile
topluma dâhil olma sürecinde olabilirlerdi. Köylerde bir evde gördüğüm MHP
bayrağı ve vatan kastedilerek yazılmış “Ya Sev Ya Terk Et” yazısı bende ilk
aşamada şok etkisi yaratsa da bunun topluma dâhil olma süreçlerinden biri olduğunu
anlamam uzun süre almadı. Araştırma yaptığım köylerde MHP’li köylülerin
çoğunluğu oluşturması sonucunda Afro-Türklerin Türk milliyetçiliğine sığınması bir
görünmez olma süreci olarak değerlendirilebilir. Toledano’ya göre Afrikalıların
sosyal ve siyasal alandaki suskunluğu, neredeyse kültürel olarak görünmez
olmalarıyla ilgilidir (2007: 205). Bununla birlikte Ndlovu-Gatsheni’nin (2010),
136
kimlik inşa edici süreçler olarak ele aldığı Pan-Afrikanizm ve Siyah Bilinçlenme
Hareketi gibi hareket ve ideolojiler Osmanlı ve Türkiye tarihinde görülmemektedir.
3. Hukuk Kurumu ve Görünmez Olma: Hukuk kurumuyla kurulan ilişkide
ise, suç olaylarına ve özellikle örgütlü suç olaylarına dâhil olmayarak görünmez
olmak ve kabul görmek söz konusuydu. Elbette İzmir şehir merkezinde AfroTürklerin gettolaşmasının söz konusu olmamasının, şehirde dağınık yapıda
yerleşimin mevcut olmasının ve Afrikalı nüfusun yüksek olmamasının bunda etkisi
vardır. Ancak derneğe gittiğim bir gün, bir Afro-Türk erkeğin söylediği söz aklımdan
çıkmamıştı. Bu kişi, eğer Afro-Türkler suç veya terör olaylarına karışsaydı daha
bilindik olurdu ama aynı zamanda korkulan ve dışlanan bir grup olurdu anlamında
cümleler kurmuştu. Bu noktayı köylerde kimse açıkça bu şekilde ifade etmemiş olsa
da, gözlemlerim bunu doğrular nitelikteydi. Suça dâhil olmadan yaşayarak ten rengi
ayrımcılığıyla birlikte çifte damgalanmaya maruz kalmamak ve sosyal hayata uyum
sağlamak da bir görünmez olma süreci olarak işlemektedir.
4. Aile Kurumu ve Görünmez Olma: Aile kurumuyla görünmez olma
sürecinin doğrudan aracı evliliktir. Açıktan kimse söylemese de hem kendi
gözlemlerimden çıkarttığım hem de dernek başkanı Mustafa Olpak’ın üzerinde
durarak söylediği bir husus vardı. Özellikle kadınlar “renkleri açılsın” ve toplum
tarafından daha rahat kabul görsün diye beyaz erkeklerle evlenme yolunu seçiyordu.
Ten rengi, evliliklerde hem ayrımcılık açısından sorun olabiliyor; hem de ten
renginin açılarak zamanla kaybolması açısından olumsuz bulunan bir etkiye sahip
olabiliyordu. Ten renginin evliliklerde ayrımcılık açısından sorun olması, doğrudan
Afrikalıları dışlamakla bağlantılıydı. Ten renginin “beyaz”larla evlenerek zaman
içinde açılması ise Afro-Türkler tarafından kendilerine kalan miras olan ten renginin
137
kaybolması olarak yorumlanıyordu. Ancak bazılarınca da beyazlarla evlenmeye
olumlu bir özellik atfediliyordu; çünkü, çocuklarının daha açık renge sahip olmasının
toplumda daha kolay ve çabuk kabul görmelerini sağladığına inanılıyordu. Bu
anlamda, beyazlarla evlenme, Afro-Türklere atfedilen olumsuz özelliklerden
kurtulmanın bir yolu olarak görülüyordu. Sosyal kimlik teorisinde de belirtildiği
üzere, bir topluluğun konumu diğer gruplar arasında düşük bir konuma sahipse o
zaman olumsuz atıflar baskın gelir ve bu olumsuzluk durumundan kurtulmak için
farklı yolar izlenmektedir (Demirtaş, 2003: 129-130). Evlilikle rengin açılmasını
istemek, olası farklı yollardan birine tekabül ediyordu. Ancak, Afro-Türk
topluluğunun ten rengine olumsuz bir anlam yüklemeyen ve kendilerini diğer gruplar
arasında düşük bir konumda görmeyen üyelerinde “ten renginden kurtulmak”
amacıyla evlilik yapılması söz konusu olmuyordu.
Afro-Türklerin
görünmez
olarak
topluma
dâhil
oldukları
ve
sosyalizasyonlarını bu şekilde yaşadıkları bu süreç, Toledano’nun (2006, 2007)
bahsettiği melezleşmenin ötesinde asimilasyona işaret ediyordu. Toledano’nun
Osmanlıda kültürel melezleşme dediği şey, Afrikalı kölelerin kendi anavatanlarından
getirdikleri kültürel öğeleri korumaları ve aynı zamanda içine geldikleri yerel
kültürün öğeleriyle harmanlamalarını ifade etmektedir (2007: 204). Bu melezleşme
durumu, kültürel kimliği koruyucu birtakım öğeleri barındırsa da kendine has altkültürlerden ve güçlü bir kültürel direnişten ziyade önemli oranda asimile olmayı ve
baskın olan kültür tarafından kabul edilmeyi içermektedir (Toledano, 2007: 204).
Toledano,
Güney Amerika’daki Creolelerin sömürge devletlerin kolonilerinden
farklılıkları barındırsa da Osmanlı’da da benzer bir durum olduğunu; Osmanlıca’nın
lingua franca olduğunu ancak gelen kölelerle ve azınlıklarla farklı dillerin de
138
karışarak yeni formlar oluşturduğunu, Afrikalıların da Türkçe ve Arapçanın farklı
versiyonlarını konuştuklarını söylemektedir (Toledano, 2006: 117-118).
Ferguson, Toledano’nun kültürel melezleşme dediği, yani köle olarak
getirilmiş Afrikalıların kendilerine has bazı kültürel özellikleri koruyarak Osmanlı
toplumuna entegre oldukları görüşüne eleştirel yaklaşmakta; Güney Amerika’daki
Creolelere ithafen melezleşme kavramının tarihsel olarak sömürgeci pratikte
kullanıldığını ve Osmanlı’daki durumu tam karşılamadığını düşünmektedir (2010:
183). Dahası, eskiden bu kavramın sömürge ülkeleriyle karışarak “dejenere” olan
Batılı elitler için kullanıldığını ve bu yaklaşımın sömürülen ülkedeki insanların
kültürünü gayrimeşru kılmak için kullanıldığını belirtmektedir (Ferguson, 2010:
183).
Toledano (2007) her ne kadar Afrikalıların Osmanlı’da ayrı bir alt-kültür
oluşturmaktan ziyade melezleştiği konusunda haklı görünse de, bu melezleşmenin
kısa bir dönemsellik arz ettiğini vurgulamak yerinde olacaktır. Melezleşmeden
bahsedebilmemiz için kendi dinamikleri olan ve alt-kültürlerden farklı direnç
stratejileri gösterse de uzun süre yaşayabilen ve geçmişin geleneklerini bugünde
farklı formlarda yaşatabilen bir kimliklenme gerekmektedir. Her ne kadar Toledano
da (2007) melezleşme sonrasında asimilasyonun görüldüğünü söylese de
melezleşmenin
dönemselliğinin
üzerinde
durmamıştır.
Diğer
bir
deyişle,
Toledano’nun melezleşme demesinin nedeni, Afrika kültürünün son kırıntılarının
Osmanlı’nın son döneminde yerel geleneklerle harmanlanarak yaşanmaya devam
ediyor olmasıdır. Ancak Osmanlı’da başlayan modernleşme hareketleriyle birlikte ve
daha sonra cumhuriyet döneminde bu kırıntılar da yok olmuş ve sosyal değişmenin
etkileri yavaşça ortaya çıkmıştır.
139
Bu dönemsel melezleşmeyi detaylandırmak için, Geertz’e kulak vermekte
yarar vardır. Geertz (2000) Fas ve Endonezya gibi İslam ülkelerinin geçirdiği
değişimlerin kültürel ve toplumsal hatlarda kırılmalara neden olduğunu belirtir.
Kültürün toplumda kontrol mekanizması olma özelliğini kaybetmesiyle birlikte
modernleşme ile gelen kuralların nasıl ve ne sürede kabullenilerek içselleştirileceği
ya da kabullenilip kabullenilmeyeceği ise ayrı bir kırılma hattı yaratmaktadır (Geertz,
2000). Kültürel ve toplumsal yapıların çatışmasıyla oluşan sosyal değişim, Geertz’in
“timsah çabucak batar, ama yüzeye yavaşça çıkar” (2000: 356) şeklinde ifade ettiği
üzere yavaşça belli olmaktadır; modernleşme geleneksel uygulamaları bir anda
tamamen değiştirmiş ya da sistem dışı bırakmış değildir. Afro-Türkler’in Osmanlı
döneminde tam da modernleşme hareketlerinin yoğun olarak yaşandığı bir zamanda
melezleşmenin izlerini taşıması; ancak, Osmanlı’da modernleşme hareketlerinin
artmasıyla
ve
Osmanlı’nın
yıkılmasını
takiben
cumhuriyete
geçilmesiyle
melezleşmenin yerini asimilasyonun alması bu şekilde değerlendirilebilir. Sosyal
değişme tam görünür olana dek geçen süre içinde eski geleneklerin ve yeni
uygulamaların bir arada görülmesi mümkündür. Osmanlı’nın son döneminden
itibaren görülen modernleşme çabasıyla bir arada varlığını sürdüren Afrikalıların
gelenekleri, cumhuriyet sonrası uygulamalarla tamamen yok olmuştur. Bu durumda,
sosyal değişme kurumsal olarak resmileşene ve kültürel yapı belirleyiciliğini tam
olarak kaybedene kadar gelenekler ve modernleşme ile şekillenen uygulamaların
biraradılığından bahsedebiliriz.
Alan çalışmamda tespit ettiğim bu dört görünmez olma süreci, Afro-Türklerin
Türk ve Müslüman olmasını kolaylaştıran ve mutlak sınırlarla birbirinden ayrılması
pek mümkün olmayan etkenler olarak çoğu zaman iç içe geçmiş bir şekilde Afro-
140
Türklerin hayatına dâhil oluyordu. Arap ve Hint köle ticaretinin örneklerinin
görüldüğü toplumlardaki Afrika diasporalarına baktığımızda da karşımıza benzer
süreçler çıkmaktadır. Örneğin, Mirzai (2002, 2005) İran’da yaşayan Afrikalılar
üzerine olan çalışmasında yaptığı görüşmelerde, bölgesel farklılıklar gösterse de,
Afrikalıların
kendilerini
İranlı
ve
Müslüman
olarak
tanımladıklarından
bahsetmektedir. Mirzai, İran’da da 20. yüzyılın ortasında zar ve benzeri ayinlerin
yasaklandığını, giderek kaybolduğunu ya da biçim değiştirerek yer yer var olmaya
devam ettiğini söylemektedir (2005: 32). Hindistan’daki Afrika diasporası da
Türkiye’deki gibi asimile olmuş durumdadır. Karmwar, Hindistan’daki Afrikalıların
Hindistan kültürünü tamamıyla kabullendiğini ve Afrika ile ya kısıtlı bağlantıları
olduğunu ya da hiç bağlantılarının olmadığını söylemektedir (2010: 71).
Zeleza’nın belirttiği gibi, Afrika diasporasındaki insanlar ülkelerine geri
dönebilir ya da asimilasyon ile gözden kaybolabilirler, diasporalar sosyal
organizmalar gibi doğar, büyür ve ölebilir ve hatta reenkarnasyona uğrayabilir (2010:
5). Türkiye’deki, İran’daki ve Hindistan’daki Afrika diasporasından farklı olarak,
Kuzey Afrika’daki ve Doğu Akdeniz’deki Afrikalı kölelerin bir kısmı görünürde
Müslüman olsa da animistik inanç geleneklerini sürdürmeye devam etmiştir; bunun
sonucunda yaşadıkları toplumdan dışlansalar da bu geleneklerini ve kimliklerini
koruyabilmişlerdir (Wright, 2007: 8). Kendilerini Bilal Habeşi’nin torunları olarak
gören Fas’taki Gnawa topluluğu, İslamiyet’i kabul etmelerine rağmen, Afrikalı
animist geleneklerini tamamıyla terk etmiş değildir; İslam ve Afrika ritüellerini
harmanlamışlardır (El Hamel, 2008: 249-252).
Bu çalışmada ten rengi ayrımcılığının ve kölelik geçmişinin kimlik inşasında
travmatik etkilere sahip olabileceğini düşünerek yola çıktım. Eyerman, kültürel
141
travmanın geçmişi bugüne temsiliyet ve tahayyül aracılığıyla bağladığını söyler;
dolayısıyla kültürel travma bir “anlam mücadelesi” barındırır (2003: 3). Böylesi bir
anlam mücadelesine onlarla yaşadığım sürece rastlayamadığım Afro-Türkler, tarih
bilinci olan bir etnik gruptan ziyade bir akraba grubuyla benzerlik taşımaktadır.
Akrabalık bağlarının dış evliliklere rağmen korunduğu; ancak, etno-kültürel kimliğin
giderek kaybolduğu bir durum karşımıza çıkmaktadır. Barth’ın (1969) dediği gibi
etnik grup sınırları korunuyor ve sosyal organizasyon kültürü önceliyorsa, AfroTürklerde korunan akrabalık bağları düşünüldüğünde, kültürel birlik olmaksızın etnik
sınırlar sadece akrabalık bağı ile de korunabilir görünmektedir. Köylerde AfroTürkleri bağlayıcı ve grup bilinci yaratacak bir unsur olarak ortada ten rengi
benzerliği ile iç içe geçmiş akrabalık bağları dışında pek bir şey kalmamış gibidir.
Köylerde geleneksel olarak akrabalık bağlarının şehirlere göre daha güçlü olduğu
bilindik bir gerçek olsa da, Afro-Türklerdeki akrabalık bağları şehirlerde ve şehirköy arasında kurulan ilişkilerde de geçerlidir; sadece köylere ait bir gerçeklik
değildir.
Köylerde iç evliliklerle korunan akrabalık ve koyu ten renginin kaybolmayan
örnekleri dışında Afrika üzerinden grubu bağlayıcı bir şey yok gibidir. Weber’in
(1978) bahsettiği gibi grup üyelerini bir arada tutan “etnik onur”dan ziyade akrabalık
söz konusudur. Sosyal kimliğin bireyin grup üyeliğine yüklediği değer ve anlamlarla
yakından bağlantılı olması gibi (Demirtaş, 2003: 130), etno-kültürel kimliğin de
topluluk üyelerinin üyeliğe yükledikleri değer ve anlamla var olması söz konusudur.
Eriksen’in, etnik grupların ortak geçmiş inancı, değerleri, gelenekleri vardır ve
bunların ifade ettiği önem ve anlam değişebilir dediği gibi (2010b: 16-17), AfroTürklerde paylaşılan ortak değerlerin ve geleneklerin zamanla aşınmış olması,
142
topluluğun bunlara yüklediği önem ve anlamın geçmişe kıyasla değişmesiyle
bağlantılıdır.
Afro-Türklerde
ortak
bir
topluluk
tasavvurundan
bahsetmek
zor
görünmektedir. Arap olmak, Afro-Türk olmak ve Türk-Müslüman olmak şeklinde üç
farklı kimliklenmenin ortaya çıkması da ortak bir etno-kültürel kimlik algısının
toplulukta var olmamasıyla ilişkilidir. Arap olmak, Afro-Türk olmak ve TürkMüslüman olmak şeklinde ele aldığım bu kategorilerin, kimliklenmenin çoklu ve
parçalanmış yapısından ziyade siyasal ve tarihsel değişimlerin izinde kaybolan bir
kimliklenme sürecine işaret ettiği kanısındayım. Bu çalışmada kimliğin çoklu,
değişken ve akışkan olduğunu varsayarak yola çıkmam, kimliğin paylaşılan ortak
değerlere işaret etmediği anlamına gelmiyor; yani kimliklenmenin tamamen
“köksüzlük” durumu olduğunu değil, akışkanlığın ve değişkenliğin sağladığı
dönüşme kabiliyetiyle yeni ortak bağlar ve ortak tasavvurlar üreten bir süreç
olduğunu düşünüyorum. Böylesi bir ortak tasavvuru incelediğim toplulukta
bulabildiğimi söyleyemem; ancak bunun inşası için dernek teşvikiyle verilen bir çaba
olduğunu söylemek mümkündür.
Cohen’in (1985) bahsettiği topluluğun sembolik inşası, Afro-Türklerde
zihinlerdeki siyah imgesi ve ten rengi ile mevcuttur; ancak, etno-kültürel kimliği
oluşturacak bir ortak tasavvurdan ziyade akrabalık bağlarıyla korunmuş bir
ilişkisellik söz konusudur. Afro-Türklerin zihinlerdeki siyah imgesi, kendilerinin
dışarıdan nasıl algılandığına dair ipuçlarını da taşıyordu ve kimi zaman bana
yönelttikleri sorularda da kendini gösteriyordu. Ramazan ayında Hasköy’de ziyarete
gittiğim yaşlı M. teyze gülerek bana şöyle sormuştu: “biz renklileri mi buluyorsun
hep?” Ten renginin “biz” kategorisi yaratan, birleştirici unsur olduğu bu soru dışında
143
zihinlerde silik bir Afrika tahayyülü de bir keresinde “kabile” kelimesi ile dışa
vurmuştu. Çırpı’daki M. amca yazın köylere gelip gitmeye devam ettiğimi görünce
“bizim kabileyi araştırman bitmedi mi daha?” demişti.
Kültürel travma ile bir topluluk üyelerinin kimliğini pekiştirebileceğini
belirten Eyerman, travmatik olayın üzerinden geçen zamanla değişen sosyal
koşullara paralel olarak bir topluluğun kolektif hafızayı farklı yorum ve temsillerle;
kendi ihtiyaçlarına ve araçlarına göre ele aldığını ve bu şekilde hafızanın yeniden
inşasının söz konusu olduğunu söyler (2003: 15). Kültürel travmanın fiziksel ve
psikolojik travmadan farklı olarak, kimlik kaybını içerdiğini söyleyen Eyerman, bu
travmanın bir topluluk içindeki herkes tarafından hissedilmesi gerekmediğini
belirtmektedir (2003: 2).
Bu durum kimlik kaybına karşı derneğin ve köylülerin gösterdiği farklı
yaklaşımı bize açıklayabilir. Afro-Türklerde kültürel travma, tarih sorgulamasıyla
bağlantılı olarak kölelik geçmişi ile kimliklenmeden ziyade, ten rengi ile kendini
göstermektedir. Ricoeur’ün anlatısal kimliğin iki bileşeni olarak ele aldığı idemkimlik ve ipse-kimlik topluluk seviyesinde düşünüldüğünde Afro-Türklerde korunan
ten rengi ve akrabalık bağları kimliğin değişmeyen özelliğine denk gelmekte; ancak,
etno-kültürel
kimlik
ve
tarihsel
bilinç
oluşturmada
isteksiz
davranmaları
düşünüldüğünde ipse-kimliğin öngördüğü gibi tarihsel sorumluluk alarak ve ortak bir
yaşam mirası ile hareket ettiklerini söylemek zor görünmektedir.
Nagel, kültürün inşa edilmesiyle etnik grupların geçmişlerini yeniden
keşfettiklerini ve şimdiki zamanı icat ettiklerini söylemektedir (1994: 162). Alanda
geçirdiğim sürede hem kültürün inşa sürecinin hem de etno-kültürel kimlik inşasının
kültürel travma ve kolektif bellek ile ilişkili olduğunu düşünmeye başladım. Kolektif
144
bellek ve travmanın yakından ilişkisi vardır; birçok etnik grup, kolektif kimliklerini
geçmişi hatırlamaya ve bugünkü kurbanlaşmaya bağlamaktadır (Larson, 1999: 335).
Kültürel travmanın kurbanları kimliklerini inşa ederken bilinçli bir hatırlamaya dâhil
olmakta; travmaya sebep olanlar ise hatıralar aracılığıyla inşa edilen kimlikleri yok
etmeye çalışmaktadırlar (Larson, 1999: 335).
145
6. KİMLİK VE KOLEKTİF BELLEK
Kimlik sorunsalı ile yola çıktığım, kimliğin temsiliyet ve gelenek ile ilişkisini
incelediğim bu tezde, kolektif bellek ile kimlik arasında yakından bir ilişki olduğunu
alan gözlemlerimle idrak etmeye başladım. Ricoeur’ün anlatısal kimlik kavramına
atıfla Leichter’in belirttiği gibi, bir topluluğun kimliği, o topluluğun kendi hakkında
ne anlattığında bulunamaz; kimlik, daha çok, bireylerin hayatlarında ortak olan
özellikler hakkında birbirlerine anlattıkları hikâyelerde bulunur (Leichter, 2012:
120). Araştırdığım toplulukta etno-kültürel kimlikle ilişkilendirilen ortak özelliklerle
şekillenen hikâyelerin anlatılmadığını fark etmemle toplumsal bellek ve kimlik
ilişkisinin üzerinde durmaya karar verdim.
Heller’e göre etnik grupların var olması, etnik grubun somut varlığından
ziyade paylaşılan hafızanın varlığına bağlıdır (2001: 139). Kimlik oluşturma, eski
kültürel hatıralara dayanmaktadır; bu hatıraların aralarından bazılarının seçilmesiyle,
yeniden yorumlanmasıyla, genişletilmesi ve yeni anlamlar yüklenmesiyle kimlik
şekillenmektedir (Heller, 2001: 140). Kimliği inşa eden ve onun devamlılığını
sağlayan ortak bellek korunduğu sürece topluluk var olmaya devam etmektedir
(Heller, 2001: 139). Kolektif belleğin şimdiki zamanda dayanışma yarattığını
söyleyen Eyerman, paylaşılan ortak kolektif hafıza üzerine düşünülerek kimliğin
farkında olunduğunu ve bireysel kimliklerin de ortak geçmiş ile ilişkilendirildiğini
söylemektedir (2003: 6). Kolektif bellek aracılığıyla geçmiş, bugün ve gelecek
arasında da ilişki kurulması söz konusu olmaktadır (Eyerman, 2003: 6).
Kolektif bellek kavramı, Halbwachs tarafından 1925 yılında temellendirilmiş;
Halbwachs’tan sonra kolektif hafızayı yorumlayan ve yeni kavramsal perspektifler
sunan birçok sosyal bilimci olmuştur. Halbwachs (1992) [1925], (1980) [1950],
146
Bergson ve Durkheim’ı, bir anlamda uzlaştırma yoluna giderek hafızanın salt
bireysel ve salt toplumsal olmadığını; bireysel hafızayı göz ardı etmemek gerektiğini;
ancak, sosyal faktörler olmadan hafızanın mümkün olmayacağını savunmuştur.
Halbwachs, sadece kolektif hafızanın değil aynı zamanda bireysel hafızanın da belli
sosyal çerçevelere dayandığını, bu çerçevelerde meydana gelen herhangi bir
değişikliğin hatırlama ve unutma eylemlerini etkileyeceğini belirtmiştir (1992)
[1925], (1980) [1950].
Halbwachs’a göre bir grubun var olmaya devam etmesi için kendisine ait açık
ve net bir temsile sahip olması gerekir; bu temsil aracılığıyla topluluk, bireyler
öldükten sonra da var olmaya devam eder (Marcel ve Mucchielli, 2008: 145).
Bununla birlikte kolektif hafızanın, tarihsel ve mekânsal koşullar değiştikçe bu
koşullara uyum sağlamak üzere yorumlanma ve dönüşme özelliği de vardır (Marcel
ve Mucchielli, 2008: 148).
Assmann’ın (2010a, 2010b) bireysel ve kolektif belleği ayırarak kolektif
belleği iletişimsel bellek, kültürel bellek ve siyasal bellek olarak üç grupta
incelemesi, kolektif bellek tartışmalarına farklı bir boyut katmıştır. İletişimsel hafıza,
sosyalleşme ve iletişim sonucunda şekillenmektedir, aynı dil ediniminde olduğu gibi
işlemektedir; kültürel hafıza metinlerde, ritüellerde ve mekânlarda kendini
göstermektedir;
siyasal
hafıza
ise
siyasal
bir
organizasyon
tarafından
şekillendirilmektedir (Assmann, 2010b: 122). Assmann, insan hafızasını zaman ve
kimlik ile ilişkilendirmektedir; her bir hafıza biçiminin belli bir zamansallığı vardır
(2010b: 122). Bireysel hafıza bireysel bilincin zaman sınırına sahipken, iletişimsel
hafıza birbiriyle iletişim halinde olan ve yaklaşık 80-100 yılı kaplayan 3 kuşağın
zaman sınırına sahiptir; siyasal hafıza ilgili siyasal kurum var olduğunca devam eder;
147
kültürel hafıza ise çok daha uzun bir zaman aralığına sahiptir (Assmann, 2010b:
122).
Welzer’a göre iletişimsel hafıza, aynı zamanda grup üyelerinin kendi
geçmişlerinin ne olduğu hakkında bir uzlaşmaya varmalarına işaret eder; iletişimsel
hafıza, kimlik anlatısı ile geçmişe atfedilen anlam arasındaki etkileşim içerisinde bu
uzlaşmaya varmalarını sağlar (2008: 285). Kültürel hafıza, grubun bütünlüğü ve
özelliği hakkında farkındalık sahibi olmasını sağlayan bilgiyi barındırır; kültürel
hafızanın somut tezahürleri, grubun “biz buyuz” ya da “biz bu değiliz” diyebileceği
şekilde kendini gösterir (Assmann, 1995: 130). Kültürel hafıza, yazılı metinlerin
veya görsel malzemelerin toplandığı arşiv ile ya da gündelik hayattaki gerçeklik
içinde var olur (Asman, 1995: 130).
Welzer, kültürel ve iletişimsel hafızanın ancak kuramsal olarak birbirlerinden
net bir şekilde ayrılabileceğinden bahseder; ona göre hem bireylerin hem grupların
hafızalarında bu iki hafıza biçimi birbiriyle bağlantılıdır (2008: 285). Ancak
aralarında biçimsel bir farklılık mevcuttur. İletişimsel hafıza, günlük hayatta
konuşulan dille aktarılır ve uzmanlık gerektirmez (Assmann, 2008b: 114). Kültürel
hafızaya katılmak ise tam tersine farklılaşmıştır ve kültürel hafızayı aktaran şairler,
şamanlar, rahipler gibi uzmanlar vardır (Assmann, 2008b: 114). Kültürel hafıza,
kutsal metinler, sanat eserleri ile geçmişin belgelerini korumak gibi temel bir role
sahiptir ve Assmann’a göre nesillerden nesillere aktarılabilen bir tür kurumdur
(2008b: 110-111).
6.1. Hatırlama ve Unutma Arasında Geleneklerin Dönüşümü
Assmann’a göre, kimlik, bireysel olarak veya topluluk seviyesinde, hayal
etmenin ve zihinsel temsiliyetin ürünüdür; bir anlamda, “ne hatırlıyorsak o’yuz”dur
148
(2006: 67). Ricoeur, hatırlama eylemini, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir ilişki
olarak yorumlar; hatırlama, sadece geçmiş hakkında derin bir merak duymaktan
kaynaklanmaz; aynı zamanda geçmişin anlamını geleceğe taşımak için de bir istek
duymakla bağlantılıdır (Leichter, 2012: 124). Hatırlama istek ve sorumluluğun AfroTürklerde göründüğünü söylemek zordur. Afro-Türklerin bugün gelenekleri bilmeme
ve unutma halini Olpak şu şekilde anlatmaktadır:
Birçoğu kökenlerini bilmezler, geçmişlerini araştırma sorgulama geleneğini
hiç kazanmamışlardır. Erkeklerde ve kadınlarda farklı ve gizli sarsıntılar oluşmuştur.
Birçoğunda bu sarsıntılar çocukluklarında yaşadıkları, karşılaştıkları birkaç olayla
derinleşmiştir. Birçoğunun renklerinden ötürü yaşadıkları olaylar tüm yaşamlarını
etkilemiştir. Geçmişlerinden kurtulmak için, kendi kültürlerinden kalanları hızla yok
etmişlerdir. Yemek geleneklerini bile unutmaya çalışan başka bir topluluk var mı
bilmiyorum. Yaşadıkları yerleşim birimlerinde “Biz de sizdeniz. Rengimize
bakmayın.” der gibi o topluma hızla ayak uydurmaya çalışmışlardır. Atalarından
kalan her şeyi bir daha görmemek üzere yok etmişler: giysileri, çocukluktaki
oyunlarını, büyüklerinin örf ve adetlerini, kalan eşyaları, tefleri, dümbekleri,
masalları, kendilerine ait geçmişlerini hızla yok etmişlerdir (2013: 138).
Olpak,
Afro-Türklerde
bir
geçmişi
unutma
isteği
olduğundan
bahsetmektedir; diğer yandan daha çok iç evlilikler olduğu için ten renklerini
koruduklarını belirtmektedir (2013: 140). Korunan ten rengi, korunan akrabalık
bağlarıyla bir yandan topluluğu birbiriyle temas halinde tutarken; bir yandan da ten
renginin korunması geçmişi unutmak isteyenler için istenmedik ve travmatik bir
durum yaratmaktadır. Bunun üstesinden gelmenin yolu ise tarih ve kimlik bilinci
edinmek gibi görünmektedir. Toplulukların ve kişilerin geçmişi araştırması,
geçmişiyle ilgili sorumluluk alması anlamına gelmektedir; dolayısıyla anlatısal bir
kimlik oluşturmanın yolu; geçmişi, sorumlu olduğumuz bir geçmişe dönüştürmekten
ve geçmişin özneler arası durumunu kabul etmekten geçmektedir (Leichter, 2012:
121). Köylerde gözlemleyemediğim geçmişi araştırma merakı, dernekte kendini
göstermektedir.
149
Diğer
yandan
asimilasyonla
bağlantılı
olarak
Afro-Türklere
kendi
hatıralarının unutturulduğu ve topluluğa aidiyet duygusunun bu nedenle zayıfladığı
gerçeği de göz önünde bulundurulmalıdır. Toplulukların duygularla şekillendiğini
söyleyen
Assmann,
duygusal
bağların
hatıralara
yoğunluk
kazandırdığını;
hatırlamanın aynı zamanda ait olmakla doğrudan bağlantılı olduğunu düşünmektedir
(2008b: 114). Asimilasyon gibi süreçler genellikle kimlikle bağlantılı olan hatıraları
unutmak üzerine kurulu uygulamalarla gerçekleşmektedir (Assmann, 2008b: 114).
Schudson, toplumsal belleğin seçici olduğuna da değinmekte, hatırlamanın aynı
zamanda unutmayı ve çarpıtmayı da içerdiğini belirtmektedir (2007: 181).
Schudson’ın bahsettiği çarpıtma şekillerinden biri olan uzaklaştırma (2007: 181),
Afro-Türklerin kolektif hafıza ve kimlik ilişkisini açıklayabilir. Uzaklaştırma,
geçmişle ilgili detayların yitirilerek duygusal yoğunluğun ve aidiyet hissinin
azalması ile gerçekleşmektedir (Schudson, 2007:182).
Connerton (2014a), sadece hatırlamanın değil unutmanın da kimlik inşasında
önemli rol oynadığını vurgulamaktadır. Connerton (2008), kolektif hafıza konusunda
hatırlamanın genellikle yüceltildiğini unutmanın ise arka plana atıldığını; ancak,
hatırlama kadar unutmanın da kolektif hafızanın şekillenmesinde önemli bir yere
sahip olduğunu söylemektedir. Ricoeur’de de hafıza ve unutmanın birbirine zıt
olmadığı görülür; aksine, birbirilerini yapıcı-kurucu faktörler olabilmektedirler
(Junker-Kenny, 2008: 208). Genel kanının aksine, Assmann, unutmanın normal
olduğundan, hatırlamanın ise istisnai olduğundan bahsetmektedir; zira hatırlama belli
önlemler almayı gerektirir; bu önlemler de kültürel kurumlar biçiminde karşımıza
çıkmaktadır (2008a: 98). Assmann’a göre unutma toplumsal dönüşümlerin yapıcı bir
150
öğesidir; ancak, azınlıklara ve başka kültürlere uygulandığında yıkıcı olabilmektedir
(2008a: 98).
Connerton, tanımladığı farklı unutma biçimleri arasından, baskıcı silmenin
totaliter rejimlerde mevcut olduğunu ve en sert unutma biçimi olduğunu söylemekte;
baskıcı silmenin tarihsel bir olayın inkârı veya tarihsel bir olayı yaratmak için
kullanılabileceğini belirtmektedir (2008: 60). Türkiye’de Afro-Türklerin maruz
kaldığı asimilasyon baskıcı silmenin izlerini taşımaktadır. Bu benzerlik, kültürel
hafızayla birlikte kuşaklar arasında aktarılanları da olumsuz etkileyerek iletişimsel
hafızanın işleyişini de aksatmıştır. Nitekim alan gözlemlerimde 3 kuşağı kapsayacak
şekilde
eski
kuşak
ile
yeni
kuşak
arasında,
etno-kültürel
kimlikle
ilişkilendirilebilecek geçmiş anlatısı ve eski geleneklerle ilgili herhangi bir paylaşım
yapılmadığına ve bunun doğrudan sosyalizasyon sürecine etki ettiğine tanıklık ettim.
Siyasal hafızanın süresini belirleyen farklı siyasal iktidarlar döneminde de varlığı
devam eden bu sosyalizasyon süreci, Afrikalılık üzerinden kurulacak bir aidiyet ve
kimliklenmeden izler taşımamaktadır.
Connerton’a göre unutmanın yeni bir kimlik oluşumunda kurucu öğe olması
durumunda ise yeni paylaşılan hatıraların inşa edilmesi unutmakla mümkün olmakta
ve bu yeni hatıralara “paylaşılan gizli suskunluklar eşlik etmektedir” (2008: 63). Bu
durum, din değiştirmede yaşanan hafıza ve kimlik arasındaki ilişkiyi açıklar
niteliktedir. Sakaranaho’nun belirttiği gibi, kimlik inşasında dinlerin de belirleyici
rolü vardır (2011: 145). Connerton’un, unutma eyleminin yeni bir kimlik inşasında
kurucu öğe olabileceğini söylemesine vurgu yaparak, Sakaranaho, bireylerin yeni
inanç ve otorite kaynaklarına yönelmesiyle, din değiştirmenin yeni kimlikleri inşa
151
ettiğini söyler (2011: 153). Afro-Türklerin kimliklenme sürecinde de dinin büyük
rolü olmuştur.
Kültürel olarak önemsenen ve kutlanan eylemlerin hatırlanmasının kültürel
olarak bastırılan eylemlerin hatırlanmasından daha kolay olduğunu söyleyen
Schudson, aynı zamanda, kaydedilen ve arşivlenen belgelerin kamuoyunda yer
edinerek korunmasının, kayıt altına alınmayan ve depolanmayan belgelerden daha
muhtemel olduğunu söyler (2007: 194). Yazılan ve kayıt alınan şeylerin ileride
“anımsanacak bir irade”ye işaret ettiği; ancak bedensel pratiklerin böyle bir iradeyi
içermediği
ve
dolayısıyla
“kaydedilmiş
şeylerin
bir
toplumun
belleğinin
aktarılmasının ayrıcalıklı yolu” olduğu düşünülmektedir; bu da okuma, yazma ve
kayıt tutma oranı artan toplumların daha iyi anımsayacağı sonucuna götürmektedir
(Connerton, 2014a: 172-173).
Bu çıkarımın izleri, Assmann’da ve Nora’da da görülmektedir. Assmann,
kültürel hafızanın pratikler ve performanslar aracılığıyla aktarıldığı sözlü kültürlerde
maddi kalıntıların yazılı kültürlerdeki gibi birikmeyeceğini söyler, ona göre sözlü
kültürlerde hafıza tekrar eden ritüellerle sınırlıdır (2008a: 105). Nora da modern
öncesi toplumlarda doğrudan nesnelerle somut temasın var olduğunu, modern
toplumlarda ise bu somut temasın ortadan kalktığını söylemekte ve bu nedenle hafıza
mekânları kavramına ihtiyaç duymaktadır (1989: 23-24). Nora’ya göre hafıza
mekânları, hafızanın somut görünürlük kazandığı alanlardır; milieux de memoire yani
olayların aslen geçtiği çevreler artık var olmadığı için lieux de memoire yani hafıza
mekânları söz konusudur (1989: 7). Hafıza kendiliğinden gelişmediği için arşivler,
yıldönümleri ve kutlamalarla hatırlamaya ihtiyaç duyulmaktadır (Nora, 1989: 12).
152
Bu görüşler, linear bir kültürel gelişme çizgisine bağlı kalarak yazılı kültürü
sözlü kültüre göre üstün görmektedir. Ancak bu bakış açısı, diğer yandan sürekli
hatırlama çabası içinde olan yazılı kültürün modern toplumlarına işaret etmektedir.
Modern toplumlar daha hızlı değiştikçe ve gelenekler giderek etkisini kaybettikçe,
kültürel hatıraları sürdürmek için verilen çaba artmakta ve hatırlama için kurumlar
ortaya
çıkmaktadır
(Brockmeier,
2002:
19).
Unutkanlığın
sadece
içinde
bulunduğumuz çağdaş dönemde görülmediğini; ancak modernitenin kendine has
unutma
şekillerine
sahip
olduğunu
söyleyen
Connerton,
insanların
ortak
geçmişleriyle olan bağlarının zayıflayarak kolektif bir amnezinin söz konusu
olduğundan bahsetmektedir (2014b: 12). Anı unutmaya dayalı bir ekonomi-politik
sistemin içinde yaşarken bir yandan da arşivleme ve anıt inşa etme çabalarıyla yoğun
bir bellek kaydı yaşamakta olduğumuzu düşünen Connerton (2014b), hızlı üretim ve
tüketim alışkanlıklarının unutmayı tetiklediğinden söz etmektedir. Connerton
(2014b), modernitenin hızlı ve yoğun enformasyonla da unutmaya zemin
hazırladığından bahsetmektedir.
Connerton, bedensel pratiklerin yerini, sözlü kültürden yazılı kültüre
geçilmesiyle kaydetme pratiğine bıraktığını söyler (2014a: 129). Connerton, sadece
kayıt altına alınan ve yazılı forma dökülen şeylerin değil aynı zamanda bedensel
pratiklerin de belleğin aktarılmasında önemli olduğunu söylemektedir (2014a: 172173). Kolektif hafızanın anma törenlerinde bulunabileceğini söyleyen Connerton,
törenlerde önemli bir öğenin hep göz ardı edildiğini; bu öğenin ritüelleri de kapsayan
“bedensel toplumsal bellek” olarak adlandırılabileceğini söylemektedir (2014a: 122).
Bazı teorisyenlere göre kimlik, ritüeller aracılığıyla inşa edilmektedir (Hermanowicz
ve Morgan, 1999: 198-199). Gruplar, ritüelleri kendilerini tanımlamak, kendi
153
inançları için önemli olanı sergilemek ve bu sayede kolektif kimliklerini tazelemek
için kullanırlar (Hermanowicz ve Morgan, 1999: 199-200). Bu anlamda AfroTürklerin yok olan ritüellerinin kimlik inşasını olumsuz etkilediği aşikârdır. Dernek
ise ritüelleri de kapsayan gelenekler aracılığıyla tekrardan etno-kültürel kimliği inşa
etmek istemektedir.
Connerton, toplumsal bellek ile tarihin yeniden kurulmasının birbirinden
farklı şeyler olduğunu söylemektedir (2014a: 27). Tarihi tekrardan kurmak,
toplumsal bellekten bağımsız olarak işleyebilir; yani, tarihçi tamamen unutulmuş
olayları gün yüzüne çıkarabilir (Connerton, 2014a: 28). Assmann, kültürel hafızanın
sadece “bizim” denilen geçiş zamana kadar uzanabildiğini söyler, dolayısıyla
geçmişle ilgili tarihsel bilgi, kültürel hafızayı oluşturamaz (2008b: 113). Kültürel
hafızanın oluşması için duygusal bağlar ve ortak değerler gerekmektedir. Bu da
tarihsel nesnellikten farklı olarak öznel bir geçmiş anlatısı sunmaktadır. Köye gelen
araştırmacılar ile köylülerin topluluğun tarihine bakışı arasında tam da bu tarzda bir
farklılık mevcuttur. Tarihi kaynaklarda anlatılan Afrikalı kölelerin bugünkü AfroTürklerin kolektif hafızasında doğrudan bir çağrışım yapmamasında geçmişle
kurulan duygusal bağın zayıflamasının büyük etkisi vardır. Nora, tarih ve hafıza
arasında kavramsal bir ayrım yapıp tarihin, artık var olmayan bir geçmişin yeniden
inşası olduğunu kabul ederek, kolektif hafızanın hatırlama ve unutmanın diyalektiği
bağlamında inşa halinde olduğunu söyler (1989: 8). Afro-Türklerde kolektif
hafızanın inşası, dernek aracılığıyla geleneklerin canlandırılması ve ortak tarih
anlatısının oluşturulmaya çalışılmasıyla görünür olmaktadır.
154
6.2. Resmi Tarih Yazımı, Temsiliyet ve Kimlik İnşası
Üzerindeki tartışmaların son bulduğu bir kolektif bellekten bahsetmemiz
zordur, kolekif bellek tartışmaya ve değişmeye açıktır (Schudson, 2007: 196).
Kolektif belleğin değişmeye ve tartışmaya açık özelliği, topluluk kimliği ve resmi
tarih yazımı açısından farklı şeylere işaret etmektedir. Connerton, tarih yazıcılığını
milliyetçilik tarihinin parçası olarak görmektedir (2014a: 32). Hafızanın siyasal
işlevine eleştiri yönelten Ricoeur, hatıraların bir ulusun kimliğini inşa etmek için
araçsallaştırılmasının hafızanın siyasal içeriğinin yansıttığını düşünmektedir (JunkerKenny, 2008: 207). Ricoeur, hafızanın mevcut iktidarı meşrulaştırıp güvenilirlik
kazandıracak şekilde istismar edilmesine karşı da uyarıda bulunmakta; adil bir
hafızanın bir “hatırlama sorumluluğu” alıp alamayacağını sorgulamaktadır (JunkerKenny, 2008: 208). Afro-Türklerin kendi geçmişlerine sahip çıkma sorumluluğu
olduğu kadar, resmi tarihi yazan devletin de ötekilere karşı sorumluluğu
bulunmaktadır. Ricoeur, bu tür bir sorumluluğu tanımanın, geçmişin geride kalmış
bir şey olmadığını, aksine sürekliliği olan ve şimdiye taşınan bir özelliği olduğunu ve
aynı zamanda kimliklerimizin bir parçası olduğunu kabullenmeyi gerektirdiğini
düşünmektedir (Leichter, 2012: 124).
Olpak, Afro-Türklerin resmi tarihte son derece görünmez olduklarını, resmi
tarihin ötesinde günlük hayatta da bunun devam ettiğini ve bu görünmezlik
neticesinde “kendilerini dahi unutur hale” geldiklerinden bahsetmektedir (2013:
139). Durugönül, Türkiye resmi tarihi ancak yeni bir bakış açısıyla yazılırsa bu
toplumdaki Afrikalıları anlayabileceğimizi belirtmektedir (2003: 287). Türkiye’de
Cumhuriyet sonrası ulusal kimlik inşası sürecinde Türkiye tarihinin belli kısımlarının
155
göz ardı edildiğini belirten Durugönül, bunun hem sosyal entegrasyon sorunu
olduğuna hem de ulusal kimlik sorunu olduğuna değinir (2003: 282).
Ricoeur, geçmişi korumanın, bizden öncekilerin hem gerçekleşmemiş
hayallerini yerine getirmek hem de ötekiler için sebep oldukları zararları telafi etmek
için sorumluluk almak anlamına geldiğini düşünür (Leichter, 2012: 124). Dolayısıyla
Ricoeur’e göre hatırlama görevi, hatıralar aracılığıyla ötekiye adaleti sağlamayı ve
ötekilere karşı sorumlulukları hatırlamayı gerektirmektedir (Leichter, 2012: 124). Bu
tarzda bir hatırlama sorumluluğu, resmi tarih yazımı açısından düşünüldüğünde farklı
bir tarih okumasını ve geçmişle yüzleşerek yeniden bir tarih inşasını zorunlu
kılmaktadır. Nagel’e göre tarihin ve kültürün inşa edilmesi, etnik grupların
karşılaştığı en önemli işlerden birisidir, özellikle yeni şekillenen etnik gruplar için bu
görev son derece önemlidir, geçmiş bu inşa sürecinde grupların anlam arayışında bir
kaynak olarak değerlendirilir (1994: 163).
İzmir Torbalı Belediyesi’ne bağlı Torbalı Kent Arşivi ve Tanıtım Merkezi’ne
Temmuz 2015’te gittiğimde resmi tarihte Afro-Türklerin izlerinin silindiğini bir kez
daha görmüş oldum. Zira Afro-Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölgede yer
alan Torbalı Kent Arşivi’nde birçok göçmen grubun fotoğraflı ve ayrıntılı tanıtımları
yer almasına rağmen, 2. Abdülhamit’in padişah çiftliklerine yerleştirilen Afrikalılar
hakkında en ufak bir açıklama dahi yoktu. Modern toplumlarda hatırlamanın
sembollerinden kabul edilen, Nora’nın (1989) vurguladığı hafıza mekânları olarak
ele alabileceğimiz ve Assmann’ın (2006) uzun dönemli eserleri kapsayan kültürel
hafızanın öğelerinden biri olarak değerlendirdiği müzelerle benzerlik taşıyan bu arşiv
merkezinde, Afrikalılara dair bir açıklamanın olmaması tuhaftı. Afro-Türklerle
kurduğum ilişki sonrasında Torbalı Kent Arşivi ve Tanıtım Merkezi’ne gitmem belki
156
de beni duygusal olarak da zedelemişti. Zira hiçe sayılmanın ne olduğunu ya da
Toledano’nun (2007) kitap başlığındaki “sessiz ve yokmuşçasına” ifadesini
yaşayarak hissetmiştim.
Müze ve temsiliyet ilişkisinin kolektif hafızanın devamlılığını sağlamakta
önemli bir rolü vardır (Lidchi, 2003). Bu rol, Afro-Türklerin geçmişleriyle
kuracakları ilişkinin durak noktası olan hafıza üzerinden düşünüldüğünde silinen
hatıraları anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Kültürel hafızanın mirasıyla bir topluluk
hem kendine hem de başkalarına görünür olabilir, bu mirasta geçmiş görünür olabilir
(Assmann, 1995: 133). Ancak arşivler eski dönemlerden bu yana yazı saklama ve
bürokratik organizasyonla iç içe olmuştur. Yönetici sınıfa da gelecekle ilgili
yönlendirici bilgi sunmuşlardır; aynı zamanda, iktidarı meşrulaştırmanın ve
topluluğu kontrol etmenin yollarından biri olmuştur (Assmann, 2008a: 102).
Bununla birlikte, unutma, sadece arşivlerin ve tarihi belgelerin az olmasıyla
değil; aynı zamanda çok fazla olmasıyla da bağlantılıdır (Connerton, 2014b: 139).
Connerton, birçok yere anıtların dikilmesinin de unutkanlık ile bağlantılı olduğunu
söylemekte; hatırlanmak istenen bir şeyin anıt olarak dikilmesinin onu hatırlama
sorumluluğunu yok ettiğini belirtmektedir (2014b: 39). Her ne kadar Afro-Türkleri
hatırlatacak anıtların ve arşivlerin unutmaya sebep olacak kadar fazla olduğundan
bahsedemesek de, hatırlama sorumluluğunu sadece belli nesnelere ve yerlere yıkmak
oldukça riskli görünmektedir.
Mekân ve anıt karşılaştırması yapan Connerton, içinde yaşanılan bir sosyal
gerçeklik olarak mekânın anıt gibi unutma kaygısıyla inşa edilmediği için daha
hatırlatıcı olduğunu söyler (2014b: 45). Connerton’un mekân kavramına yaptığı
vurgu gibi, Ricoeur de anılar ve mekân arasında güçlü bir ilişki olduğunun altını
157
çizmektedir (2012: 60). Yaşanan mekânın kölelikten azat edildikten sonra aynı
köyler ve civarı olduğu düşünüldüğünde, Afro-Türk topluluğunun kolektif belleğinde
mekânın belirleyici bir etkisinden bahsetmek zor görünmektedir. Böyle bir etki varsa
dahi eski kuşakların vefatıyla giderek silikleşmiştir.
Ricoeur’e göre, travmatik hatıraların gün yüzüne çıkarılması ve olumsuz
etkilerinin azaltılması ile bireyler travmatik deneyimleri de kapsayarak kendi
alnlatısal kimliklerini yeniden yazarlar (Leichter, 2012: 123). Travmatik hatıraların
gün yüzüne çıkarılmasında köle günlükleri ve köle anlatıları önemli rol
oynamaktadır. Muhammad Esq (2003), köle günlüklerinin Batı’da daha şeffaf
kayıtlarla günümüze ulaşmış durumda olduğundan bahsetmektedir. Müslüman
topluluklarında ise kölelerin dilinden yazılmış yazılara ve şeffaf kayıtlara pek
rastlanmamaktadır. Atlantik köle ticareti sırasında kölelerin yaşadığı işkence ve
tecavüzler belki de bu nedenle İslam’daki kölelik uygulamalarına göre daha acımasız
görünmektedir.
Araştırmamı yürütürken Türkiye’de köle günlüğü kaydına rastlamadım.
Erdem, Olpak’ın kitabına yazdığı önsöz kısmında, Osmanlı arşivlerinde sadece
birkaç tane otobiyografik köle notundan başka bir notun bulunmadığını; Amerikan
Kongre Kütüphanesinde ise yaklaşık 600 tane günlük ve hikâye tarzında yazı
bulunduğunu belirtmektedir (Olpak, 2008: 13). Yazılı belge ve arşivlerin yetersizliği
ile köle günlüklerinin eksikliği kölelik döneminde olduğu kadar kölelik sonrasında
da Afro-Türk topluluğunu görünmez kılan etmenlerden biri olmaktadır.
Olpak, M. (2008), Kenya'dan İstanbul'a Kölekıyısı kitabı bu anlamda oldukça
önemlidir. Bu kitabı rüyasına giren teyzesinin etkisiyle yazdığını söyleyen Olpak,
annesinin Girit’ten 1923 mübadele antlaşmasıyla Ayvalık’a getirilen azatlı bir ailenin
158
çocuğu olduğundan başlayarak, Ayvalık’tan İzmir’e uzanan mücadelelerini
ekonomik ve sosyal sorunları da kapsayarak anlatmaktadır. Afro-Türklerde kolektif
bellek inşası için bu kitap önemli bir rol oynamaktadır. Ancak köylerde bu kitabı
okumuş az kişi bulunmaktadır; bunların da çoğu genç nesildir.
Afro-Türklerin Türkiye Cumhuriyeti’nin Resmi Tarih yazımında yok
sayılması, kimlik ve temsiliyetle doğrudan ilişkilidir. Türkiye’de Afro-Türklerin en
yoğun yaşadığı köylere yakın ilçelerden Torbalı’nın kent arşivinde dahi AfroTürklere dair yazılı en ufak bir açıklama görememem –Osmanlı’dan kalma
fotoğraflarda Afro-Türkler olmasına rağmen– bu konuyu benim gözümde daha
önemli kılmıştı. Bir önceki bölümde bahsettiğim dört süreçten oluşan görünmez olma
durumu, resmi tarih yazımıyla da örtüşüyor ve hatta ondan besleniyordu. Bu durum,
aslında Türkiye’deki her azınlık grup için benzer örüntülerle işliyordu. İnkâr
temelinde ele alınan kölelik geçmişiyle birleşince Afro-Türklerin yok sayılması;
tarihte ve gündelik yaşamdan görünmez kılınması, resmi tarih yazımında tarihsel
gerçeklerin yerini alıyordu. Dolayısıyla ulusal kimlik inşasında da Afro-Türklerin
yok sayılması da söz konusu oluyordu.24 Ricoeur’ün, ideolojinin topluluk kimliğinin
oluşmasında ortak bir anlatı yaratarak birleştirici bir rol oynayabileceğini, ancak aynı
zamanda bir hâkimiyet aracı olan ideolojinin tarihsel gerçeklikleri çarpıtarak ve
ötekileri olumsuzlayarak hafızayı ve dolayısıyla kimliği manipüle edebileceğini
belirtmesi (Leichter, 2012: 124) bu bağlamda anlam kazanıyordu.
Durugönül, Türkiye’de etnik ve kültürel kimliklerin ancak çeşitliliğin farkında
olunup bunun içselleştirdiğinde sağlamlaştırılabileceğini söylemektedir; bunun yolu
da toplulukların kendi tarihlerini bilmesinden geçmektedir (2003: 290). Afro24
Deniz, A. (2009), “Schwarze Türken und die nationale Identität in der Türkei”
<http://www.best.uni mainz.de/modules/AMS/article.php?storyid=58> [Erişim Tarihi: 28.10.201
159
Türklerin Afrikalı olma bilincinin eksik olduğundan bahseden Durugönül, siyasal ve
toplumsal açıdan büyük bir topluluk olmayan Afro-Türklerin kendilerini Batı’da
olduğu gibi kölelerin torunları olarak özdeşleştirmediklerini söylemektedir (2003:
289). Bu da kendi geçmişini araştıran ve bu geçmişle yüzleşmek isteyen bir
topluluğun olmaması anlamına gelmektedir (Durugönül, 2003: 289). Bununla birlikte
hem Osmanlı’da hem Osmanlı sonrasında Afrikalılar, resmi belgelerde Türk ve
Müslüman kabul edilmişlerdir, dolayısıyla demografik kayıtlarda yok sayılmışlardır
(Durugönül, 2003: 289). Bu durum Osmanlı’nın ümmet temelinde şekillenen sosyal
yapısıyla doğrudan bağlantılı görünmektedir; zira Müslümanlaştırılan Afrikalı
köleler için kimliğe ilişkin ayrıca bir açıklama yapılmasına gerek duyulmamıştır;
Cumhuriyet tarihinde 1923 Lozan Antlaşması sonucunda ise Afro-Türkler azınlık
statüsünde sayılan gayrimüslimler dışında kaldıkları için ayrı bir etno-kültürel
topluluk olarak tanınmamışlardır.
6.3. Dernek ve Topluluk
Afrikalılar Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği, geleneklerin yeniden inşası
bağlamında, hem kolektif belleği diriltmek amacındadır; hem de küreselleşme
sonucunda şekillenen birçok sivil toplum örgütü gibi yerel kimliklerin biricikliğini ve
önemini vurgulamaktadır. Derneğin amacı, dernek resmi internet sayfasında şu
şekilde ifade edilmiştir:
Afro-Türkler, 1926 yılında Medeni Kanun ile resmen Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı oldu. Ancak insan ticaretine cevaz veren ve onun uzantısı olan yasaların
yürürlükten kaldırılması 1964’ü buldu. Fakat bu hukuksal düzenlemeler, sosyal
yaşamda fazla olanak sağlamadı. Çok azı zincirlerini kırıp hayatlarını
başkalaştırabildi. Günümüzde Afro-Türkler, bir araya gelerek yıllar önce kopan
ilişkileri onarmaya veya yeniden kurmaya, yalnız ülke içerisinde değil ülke dışında
da yakınlarını, kökenlerini aramaya başladı. Örgütlendikleri Afrikalılar Dayanışma,
Kültür ve Yardımlaşma Derneği (Afro-Türk Derneği) aracılığıyla bir yandan
Anadolu coğrafyasında yaşanan kölelik gerçeğiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak
isteyen Türkiyeli siyah topluluk, diğer yandan atadan miras mülksüzlük ve
yoksulluktan kaynaklanan sorunlarına; sağduyulu, sorgulayan, barışçı, farklı düşünce
160
ve inançlara saygılı, insan ilişkilerinde cinsiyet, ırk, din, dil farkı gözetmeyen
dostları ile birlikte çözümler üretmeyi amaçlıyor. 2006 yılında kurulmasından bu
yana, mütevazı kaynaklarına karşın çok sayıda proje ve etkinlik hayata geçiren AfroTürk Derneği, Türkiye toplumunda kölelik tarihi ve günümüzdeki yerli siyah/melez
toplumun günümüzdeki sorunları ve talepleri konusundaki çalışmalarını, uluslararası
boyutlara taşımıştır.25
Ancak bu amacı topluluğun da aynı ölçüde benimsediğinden bahsetmemiz
mümkün görünmemektedir. Bu anlamda topluluğun çoğunluğunun derneğin kuruluş
amacına ve faaliyetlerine dernek kadar sahip çıkmadığını söylemek mümkündür.
Genç nesil arasında derneği önemseyenler olsa da, derneğin ve topluluğun devam
etmesi için gönüllü olarak mücadele eden az kişi vardır. Bu durum, topluluğun
üyelerince ne kadar önemsendiği sorusunu akla getirmektedir. Cohen’in belirttiği
gibi, bir topluluğun ayakta kalması, kendi üyelerinin onun kültürünün önemini
algılamasına bağlıdır; insanlar toplulukları sembolik olarak inşa ederken onu anlam
kaynağı ve kimliklerinin referansı yaparlar (1985: 118).
6.3.1. Geleneklerin Canlandırılması ve Kimliğin Yeniden İnşası
Dernek Afro-Türkler arasında unutulan gelenekleri canlandırma açısından
kimlik inşasının yeniden güçlenmesi için katalizör olarak görev yapmaktadır.
Canlandırılmaya çalışılan geleneklerin başında Dana Bayramı gelmektedir. Ancak
eskiden Afro-Türk nüfusun daha yoğun ve aktif durumda olduğu İzmir merkezde
yapılan kutlamaların İzmir’de yeniden yapılmaya devam etmesi, şu an nüfusun daha
yoğun olduğu köylerden şehre kutlamalar için katılma durumunun olmaması
birtakım sıkıntılar yaratmaktadır. Öncelikle maddi sıkıntılardan dolayı köydekiler
şehirdeki kutlamalara büyük ölçüde katılamamaktadır. Diğer yandan Dana
Bayramı’nın köylüler için ne ifade ettiğini de sormak lazımdır. İslam dini kimliğinin
gölgesinde, barındırdığı dini unsurlar dışında bir gelenek olarak yorumlanan Dana
25
< http://www.afroturc.org/amac-ve-hedefler> [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
161
Bayramı, sadece bir kutlama olarak görülmektedir. Özellikle yaşlı nesil için ise İslam
dini karşısında dini bir alternatif olmadığı sürece makbuldür.
Dana bayramı kapsamında eski kutlamalardan örnek veren Boratav, bu
etkinliğin Afrikalılarla birlikte herkese açık olduğundan ve cuma günü herkese
bildirilmesiyle başladığından bahsetmektedir (1984: 231). Cuma günü etkinliğe
başlanması hususuna dernek de uymaktadır. Aynı zamanda derneğin yaptığı piknik
ve diğer etkinlikler de herkese açıktır ve tıpkı önceden Dana Bayramı için godyayla
yapılan bilgilendirme ve davet konuşması gibi dernek başkanı da köyleri dolaşarak
davet çağrısında bulunmaktadır. Eskiden devam eden uygulamayla derneğin
benimsediği uygulama arasında benzerlik bulunmaktadır. Bununla birlikte eskiden 3
cumayı kapsayacak şekilde 3 hafta süren etkinlik sadece Mayıs ayı sonundaki cuma,
cumartesi ve pazar günlerini kapsayacak şekilde 3 gün sürmekte ve hayvan kurban
etme ritüeli uygulanmamaktadır.
Derneğin godya kurumunun yerini alıp alamayacağı ayrı bir sorudur. Godya
kurumunda hem dini misyon vardır, hem koruyup kollama söz konusudur. Dana
Bayramı’nı organize etmek dışında godyaların şifa dağıtmak, dayanışmayı arttırmak
ve zor durumdaki Afrikalılara yardım etmek gibi işlevleri bulunmaktadır. Dernek bu
işlevleri nasıl bir arada yürütebilir? Üyelik aidatı dahi almayan derneğin böylesi bir
maddi sorumluluğun altına girmesi çok zor görünmektedir. Dahası, bir sivil toplum
örgütünün böylesi bir sorumluluk altına girmesine gerek olmadığı da ortadadır.
Ancak derneğin kimseye maddi olarak yardım etmek gibi bir amacı olmadığı, temel
olarak proje ve tanıtım çalışmaları yürüttüğü özellikle köylerdeki yaşlı nesil
tarafından tam olarak anlaşılmamaktadır. Bu, büyüklerinden duydukları godya
162
kurumu
ile
derneği
özdeşleştirerek
dernekten
godyaların
sunduklarını
beklemelerinden kaynaklanıyor olabilir.
İnsanların godya kurumuna duydukları itimat ve godyalara atfettikleri
kutsiyetin dernek için de geçerli olup olmayacağı meçhuldür. Diğer yandan
dernekten böyle bir beklentisi olmak bir yana, derneğin siyasi bir oluşum olduğundan
çekinerek derneğe hiç yanaşmayan ve Dana Bayramı pikniğine bir kez olsun
gelmemiş olanlar ve gelmek istemeyenler de vardır. Bu tutumu, hem benim gittiğim
köylerde hem de civar köylerden, düğün, bayram ve hastalık ziyareti vesilesiyle
misafirliğe gelenlerde gözlemlemiş bulunmaktayım.
Derneğin gelenekleri canlandırmak üzerinden yeniden kimliği kurgulaması
yapay ve beyhude bir çaba mı diye Mustafa Olpak’a sorduğumda, aksine 1925’te
Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla yasaklanan geleneklere sadece bir dönem ara
verildiğini ve yaklaşık 100 yıl sonra geleneklerin yeniden kaldığı yerden devam
edeceğini söylüyordu. Ben ise belki de konuyla Mustafa Olpak gibi bir aktivist
olarak değil de daha uzaktan bir araştırmacı olarak ilgilendiğim için geleneklerin
dernek tarafından gündelik hayata tekrar dâhil edilmesinde sorunlar çıkacağını
düşünüyordum. Geleneklerin yeniden canlandırılması hususunda diğer yandan
turistlerin de ziyaretine açılabilecek ve Afrika’daki kabile evlerine benzeyen kamış
ve sazdan yapılma evlerden oluşacak bir yerleşim biriminin oluşturulması, burada
panel ve etkinliklerin düzenlenmesi de dernek açısından güzel hayaller olarak
görünüyordu. Ancak bunun Afro-Türkleri ve yaşantılarını birer kültür turizmi objesi
gibi sunma riski de vardı.
Hobwsbawm’ın geleneğin icadı kavramı, Eriksen’in (2012: 424) dediği gibi
meşrulaştırma ve belli bir tarih okuması yapmak için seçkinler tarafından kullanıldığı
163
gibi bir grup tarafından etno-kültürel kimliğini yeniden canlandırmak gibi farklı
amaçlarla da kullanılabilir. Nagel, Hobsbawm’ın geleneklerin icadı olarak tarif ettiği
kavramın ritüellerin, inançların ve diğer kültürel göreneklerin inşasına yaradığını
söylemektedir (1994: 163). Bu da Cohen’in (1985) bahsettiği “topluluğun sembolik
inşası” kavramını çağrıştırmaktadır.
Hobsbawm’nın atıfta bulunduğu dönemde törenin ve geleneğin icadı seçkin
zümre aracılığıyla ve belli bir tarih okumasıyla bağlantılı olarak yapılmaktaydı
(Connerton, 2014a: 90). Bugün ise küreselleşme ile birlikte sivil toplum örgütleri fail
olarak tarihin şekillenmesinde rol oynamaktadır. Geleneğin icadının artık seçkin
zümrenin tekelinde olmadığını söylemek mümkündür. Bu anlamda Afro-Türklerin
geleneklerinin dernek aracılığıyla bir “yeniden icadı”ndan bahsetmemiz mümkündür.
Eskiden devam ettirilen geleneklerin bugün Afro-Türkler tarafından
bilinmediğini vurgulayan Olpak, Dana Bayramı’nın Nijerya’daki Yorubaların
gelenekleriyle benzerlik gösterdiğini söylemektedir (2013: 130). Olpak, dernek
olarak Afro-Türklerin geldikleri farklı kültürler göz önünde bulundurulduğunda ortak
bir kültür çevresinde insanları toplamak istediklerinden; ancak, bunun farklılıklara
saygısızlık olmadığından bahsetmiş; kendisine bu konuyla ilgili soru yönelttiğimde,
ortak kültür olarak Yoruba kültürünün etrafında toplanmayı tercih ettiklerini
söylemiştir. Buna kitabında da değinmiştir:
Elbette, Anadolu’ya getirilen on binlerce Afrika kökenlinin hepsi aynı
kültürden gelmiyordu. Ancak sürdürülen geleneklere bakıldığında, bunların ana
hatları ile Yoruba kültürüne dayandığı söylenebiliyor. Yine belirttiğimiz gibi,
derinlemesine yapılan araştırmalar, söz konusu geleneğin Afrika kökenlilerin
Anadolu’da yaşadıkları bölgenin şartlarına, yaşanılan zorluklara göre dönüşerek
süregeldiğini ortaya koyuyor (Olpak, 2013: 130).
Dünya çapında yerel kimliklerin küreselleşme ile harmanlanması ve bu
anlamda geleneklerin tekrardan icat edilerek Afro-Türklere sunulması söz
164
konusudur. Geleneklerle doğrudan bağlantılı etkinliklerin köylülere duyurulması
sürecinde dernekle köylere gitmeye gayret ettim. Ağustos 2015’te kadınlara maske
eğitimi ve psikodrama kursunun verileceği, çocuklara ise dans eğitimi verileceği
etkinlik için köyleri dolaşan Mustafa Olpak ile Şakir Doğuler’e eşlik ettim. Aynı
zamanda Şakran’da Afro-Alman çocuklarla tanışma kampı için 2015 Kurban
Bayramı’nda yapılan duyuruda da onlara köylerde eşlik ettim.
Böylece köylüler ile derneğin etkileşimini doğrudan görebileceğim alanları
arttırmaya çalışıyordum. Bu gözlem sürecinde dernek ve köylüler tarafından
geleneklere ve sembollere farklı anlamlar yüklendiğini görüyordum. Dernek tarihsel
bağlar ve kimlik bilinci odaklı hareket ederken, köylülerin çoğu günlük kaygılarla
hareket edebiliyordu. Bu bana bir topluluğun üyelerinin o topluluğa farklı anlamlar
yükleyebileceğini hatırlatıyordu. Cohen’in belirttiği gibi (1985: 15), semboller ortak
olarak paylaşılsa da sembollere atfedilen anlamlarda kişiler arasında farklılıklar
olabildiğini doğrudan gözlemlemiş oldum.
Dernek ve köylüler arasındaki etkileşimde bir anlamda kültürel inşa (Nagel,
1994) söz konusudur; bu kültürel inşa, etnik sınırları canlandırmak ve etnisitenin ne
olduğunu yeniden tanımlamak için kullanılmaktadır. Nagel, unutulan kültürel
pratiklerin azınlık grupları ya da yerli gruplar arasında tekrardan canlandırılarak
restore edilebileceğini ve günlük yaşama dâhil edilebileceğini söylemektedir (1994:
162). Aynı zamanda eğitim ve bilgilendirme programları ile sözlü tarih çalışmaları
etno-kültürel kimliği canlandırma yolları olarak ele alınabilir (Nagel, 1994: 164165). Derneğin köylerde yaşayan Afro-Türkler için düzenlediği etkinlikler bu
kapsamda ele alınabilir.
165
6.3.2. Diasporik Etkileşim
Afro-Türklerde ortak bir diaspora tahayyülünde insanları birleştirecek kolektif
bir belleğin ve etno-kültürel kimlik algısının izlerine rastladığımı söyleyemem. Tarih
merakının da sınırlı kaldığını gözlemlediğim bu topluluğun en çok Afrika ile
kurduğu ilişkiyi merak ediyordum. Afrika zihinlerde sembolik bir yer kaplamak bir
kenara çoğu insanın haritada bilmediği bir yeri ifade ediyordu. Afrika ülkelerinden
ve Afrika diasporasından gelen insanlara olan tavırları da ten renginin ortaklığı
çerçevesinde ele alınıyordu. Ten rengi (görece) ortaklığının ötesinde ortak bir
diasporik aidiyetin kapsayıcılığından bahsetmek zor görünüyordu.
Arutiunov, diasporanın karmaşık bir süreç olduğunu ve bu sürecin ise
tamamen asimile olmuş bir topluluğun oluşumuna; akraba olmayan bir grubun
oluşumuna; ulusal temelli bir grubun oluşumuna ya da Güney Afrika’daki Afrinaker
gibi tamamen yeni bir etnik grubun oluşumuna neden olacağını söylemektedir (2002:
95). Afro-Türklerde ise topluluğun asimile olması ve akrabalığın devam etmesi söz
konusudur. Diasporik toplulukların vatanlarına karşı hissettikleri bir duygusal bağ ile
paylaşılmış bir geçmiş, ırkçı baskılara verilmiş mücadele (Palmer, 2000b: 58) AfroTürkler için söz konusu değildir. Cohen her topluluğun ayakta duran ve değişime
karşı kararlı bir duruş sergilediğinden bahsedemeyeceğimizi; birçoğunun kültürel ve
demografik olarak yok olduğunu belirtmektedir (1985: 104). Afro-Türkler için de
benzer bir durum söz konusudur; çalışmamın sonunda fark ettiğim durum, bir yıl
dâhil olarak gözlemlediğim topluluğun etno-kültürel kimliğin etrafında şekillenen bir
topluluk olmaktan ziyade akrabalardan müteşekkil bir topluluk olmasıydı.
Afro-Türklerin diğer ülkelerdeki Afrika diasporası ile olan ilişkileri de
diaspora olma bilincinden uzak görünmektedir. Diaspora ile etkileşime en açık tanık
166
olduğum olay, Afro-Türkler ile Afro-Almanların Ekim 2015 tarihine bir arada
kaldıkları ve benim de bir gün süreyle günübirlik dâhil olduğum kamp olmuştu.
Kamp bittiğinde ise Almanya’dan gelen grup köylerden onlarla birlikte kampta
kalanları ziyaret etmeye gelmişti. Daha önce de yine dernek aracılığıyla köylere
gelenler olmuştu, Sudanlı bir grubun geldiğinden bahsediliyordu, ayrıca yurtdışından
gelen araştırmacılar da vardı. 2015 Mart ayında Hasköy’e belgesel çekimi yapmaya
gelen öğrenciler arasında Sudanlı bir öğrenci de vardı. Ancak farklı bir diaspora
grubu olarak Afro-Almanlarla karşılaşma bir ilkti.
25 Ekim 2015 Pazar günü, Almanya’daki Afro-Almanları kapsayan oluşum
ve derneklerden gelen görevli ve gönüllüler ile köylerde yaşayan Afro-Türkler
ziyaret edilmişti. Yaklaşık bir haftalık süre boyunca İzmir Şakran’daki kampta kalan
Almanya grubu ile Yeniçiftlik, Hasköy ve Çırpı köylerinden kampa gidenler kamp
süresince arkadaş olmuşlardı. Yeniçiftlik, Hasköy ve Çırpı dışında İzmir
Karabağlar’dan da Şakran’daki tesise gelenler olmuştu; onlar da bizimle grubun köy
ziyaretine eşlik etmişti. Almanya grubu, bir otobüsün servis aracı olarak
ayarlanmasıyla güzergâh bakımından önce Yeniçiftlik, sonrasında da Hasköy’ü
ziyaret etmek üzere yola çıktı. Almanya’dan gelen ekibe eşlik etmek için ayrı bir
araçla Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nden gelenlerle
beraber ben de yola çıktım.
Yeniçiftlik köyüne vardığımızda ziyarete gelecek misafirler için sofra
kurulduğunu gördük. Sandalyelerin ayarlanması ve masanın kurulması için yardım
ettik. Biz hazırlıklarımızı tamamlarken Almanya ekibini getiren araç da köye vardı.
Almanya grubunu karşılayanlar, Şakran’da birlikte kaldıkları kişiler oldu. Bu
karşılamada Almanya grubu Afro-Türkleri kendi evlerinde ziyaret ederek gündelik
167
yaşamlarına dair bilgi edinmiş oldular. Yeniçiftlik’te H. ve E. teyzelerin bahçelerinin
arasında yer alan yola kurulan sofra, geniş bir alana yayılabilme ve daha çok kişiyle
iletişim kurabilme açısından oldukça yararlı olmuştu.
F. teyzenin bahçesinde yakılan ocakta pişi (bişi) pişirilirken Almanya’dan
gelen K. bunun bir benzerinin birçok Afrika ülkesinde de yapıldığını ve “pof pof”
dendiğini belirtmişti. “Pof pof”un sunum ve içine eklenen malzemeler açısından
farklılıklar taşıdığı sonraki konuşmalarımızda ortaya çıksa da bu yemeğin ortak bir
değer olması, ocak başında birçok kişiyi buluşturmuştu. Bu buluşma, Almanya
grubunun, Şakran’daki kampa gelen Afro-Türk ailelerin kampa katılamayan
üyelerini köylerde görüp onlarla da tanışmalarını sağlamıştı. Taze pişirilen pişilere ek
olarak önceden hazırlanan yemekler de sofradaydı; bunlara, Almanya ekibinin
getirdiği tatlılar eşlik etti. Sofra hem metaforik anlamda hem de doğrudan yaşama
dair paylaşımlarda birleştirici bir unsur olarak karşıma çıkıyordu. Sofranın etrafı,
sohbetleri başlatma ve deneyimleri aktarma mekânı olmuştu. Röportaj yapmaya
gelen gazetecilerle de yine sofranın etrafında konuşulmuş; hatıra fotoğrafları sofranın
etrafında çekilmiş ve çocuklar oyunlarını sofranın etrafında kurmaya başlamıştı.
Şakran’daki
kampta
çocukların
birbiriyle
kaynaşması
sağlanmış
görünüyordu. Sadece çocuklar değil, yaş grubu, cinsiyet ve meslek kategorileri fark
etmeksizin herkes birbiriyle iletişim kurmayı başarmıştı. Dil sorunu kimi zaman baş
gösteriyordu; ancak, tercüme yapılarak bazen de tercüme yapmaya gerek duymadan
aşılıyordu. Çocuklar arasında hem farklı dillerin hem de farklı kültürel çevrelerin
yarattığı tedirgin edici etki nedeniyle bazen çekingenlik ortaya çıksa da bir anda
oyun oynama başlayan, birlikte koşuşturan ve birbirine sarılan çocuklar görmek
olasıydı. Bu iletişim, belki de Şakran’daki kampta kendileriyle konuştuğumda
168
şakayla karışık “birbirimizi kan çekiyor” diyen Afro-Türklerin hislerinin sadece bir
dışavurumuydu.
Yeniçiftlik’ten ayrılma vaktimiz geldiğinde sofra da kaldırılmaya başlandı.
Yaklaşık 1,5 km uzaklıktaki Hasköy’e gitmek için araçlarımızla yola koyulduk.
Hasköy’deki buluşma için Yeniçiftlik’ten de bize eşlik edenler oldu. Hasköy’de H.
ve M. teyze, evlerinin bahçesinde bizi karşıladı. Şakran’daki kampta birlikte vakit
geçirdikleri insanları şimdi evlerinde ağırlıyorlardı. Bahçede bir süre oturduktan ve
sohbet ettikten sonra Hasköy’ü dolaşmaya karar verildi. Böylece çocuklar önde ve
ellerinde kamptaki etkinlikten getirdikleri müzik aletleriyle Hasköy’ü boylu boyunca
dolaşmaya başladılar. Aslında bir anlamda bu seneki Dana Bayramı’nın provası
doğaçlama bir şekilde Hasköy’de yapılmış oluyordu. Bu yürüyüş sırasında Hasköy
Köy Kantarı’nın önünde toplu fotoğraf çekildi.
Sanırım bu prova, derneğin İzmir merkezde yaptığı Dana Bayramı
yürüyüşüne kıyasla hem köydeki insanların çoğunluk olarak katılımının sağlanması
hem de kendiliğinden gelişmesi açısından daha renkli bir görüntü teşkil ediyordu.
Hasköy’deki yürüyüşün bitmesiyle Almanya ekibini Şakran’daki kamp tesisine geri
dönmeleri için yolcu etmeye başladık. Almanya’dan gelen Afrikalılar ile olan
iletişimden çocuklar başta olmak üzere herkes memnun görünüyordu. 2016 Dana
Bayramı için geleceklerinin sözünü veren ve sonraki yıllarda iletişimin devam etmesi
için iletişim adresleri karşılıklı olarak paylaşılan Afro-Almanlar ile kurulan iletişimin
devamlılığı ve ortak değerler üzerinden ne ifade ettiği birer soru işareti olarak
aklımda kalmaya devam etmektedir.
Diğer yandan, diasporada devam eden gelenek ve inançlarla etkileşim göz
önünde bulundurulduğunda en azından dernek başkanı Mustafa Olpak ve eşinin
169
Yoruba kültürünün ana öğelerinin hâlâ yaşandığı ve godya geleneğinin devam ettiği
Brezilya’daki şifacılara inanması bu etkileşimin göstergelerinden biriydi. Afrika
kıtası ile Afrika diasporası arasındaki ilişkinin de etkileşim içinde değişime açık ve
aralarındaki kültürel karşılaşmaların çok boyutlu olduğunu söyleyen Zeleza, bu
karşılaşmaların küresel iletişim ve internet aracılığıyla da farklı bir boyut kazandığını
da vurgulamaktadır (2008: 18). Belki köydekilerin onlarla mail ile de olsa iletişim
kurma imkânı olsa onların da Brezilya’daki şifacılara inanacakları ve şifa umacakları
söylenebilir.
Afrika’nın gerçek olduğu kadar bir inşa olduğundan bahseden Zeleza,
Afrika’nın coğrafik, tarihsel ve kültürel sınırlarının hâkim olan küresel güç
dengelerine göre ve aynı zamanda etnik kimliklere göre değişebileceğini
söylemektedir (2008:
7).
Afrika haritasının
etno-kültürel
kimliklere
göre
değişebileceği, Almanya’daki muadil derneğin yöneticilerinden birinin yanında
taşıdığı hem Afrika’nın hem Güney Yarım Küre’nin, kapladığı coğrafi alana nazaran
çok büyük çizildiği Dünya haritasında kendini göstermişti. Almanya’daki dernekten
gelenler, bunun gerçek boyutta çizildiğinden emin olarak bu zamana kadar
gördüğümüz haritaların oransal olarak Kuzey Yarım Küre’yi daha büyük gösterdiğini
ve dolayısıyla hatalı olduğunu düşünüyorlardı. Diaspora çalışmalarında sıkça
vurgulandığı üzere, idealleştirilen bir Afrika tahayyülü diaspora içerisinde söz
konusu olabilmektedir. Böylesi bir tahayyül, abartılı bir gerçeklik algısına sebebiyet
verebilmektedir. Benzer şekilde, etnik gruplar geçmişin hayalini yüceltici ve
romantize ederek anlatabilirler (Eriksen, 2010b: 87). Bu durum, özellikle etnokültürel kimlik mücadelesi üzerine kurulu dernekler için geçerli görünmektedir.
170
6.3.3. Küreselleşme ve Kimliklenme
Afro-Türklerin giderek bilinir olmasını, küreselleşme sürecinde kimliklerin
“kamu alanında görünürlüklerinin artması” ile bağlantılı olarak ele alan Durugönül,
2006’da derneğin kurulmasının topluluğun tanınmasında çok etkisi olduğunu
söylemektedir
(2013:
1402).
Küreselleşme
sadece
homojenleşmeyi
ifade
etmemektedir; aynı zamanda kültürel kimliklerin çoğalmasına eş zamanlı
gitmektedir; yerel gruplar kültürel olarak kimliklerine sarılmaktadır ve insanların
kültürel köken arayışı artmaktadır (Wang, 2007: 83). Bu durum küreselleşmenin
homojen bir kozmopolitan kimliği ortaya çıkarmadığının örneklerinden birisidir;
aksine, yerelleşen birçok kimliğin ortaya çıkmasını ve birbiriyle daha sık temas
halinde olmasını sağlamıştır. Sivil toplum örgütleri de bu yerel kimliklenme
sürecinde önemli rol oynamaktadır.
Tomlinson, kültürel kimliğin küreselleşmenin aşındırdığı ve yok ettiği bir şey
olmaktan ziyade onun ürünü olduğunu söylemektedir (2003: 269). Piyasa
ekonomisinin
hâkim
olduğu
ve
kültürel
homojenleşmenin
görüldüğü
bir
küreselleşme süreci beklenmesine rağmen 1980’ler itibariyle birçok yerel kimliğin
küreselleşmenin tektipleştirici etkisine karşı koymaya başlamasıyla kimliklenme,
küreselleşmeye karşı direnenlerin bir simgesi haline gelmiştir (Tomlinson, 2003:
269-270). Hall’a (1996) göre küreselleşmeyle birlikte ulusal homojen kültürel
kimliğin zayıflamasıyla, kimlikler farklılaşıp çoklu bir hale bürünmektedir. Hall,
ulusal kimliklerin küreselleşme sonucunda aşındırıldığını, güçsüzleşen ulusal
kimliklerin yerini melez yeni kimliklerin alacağını söylemektedir (1996: 620).
Küreselleşmenin kendi içinde diyalektik bir özellik taşıdığını ve bu açık
sürecin hiçbir zaman sonlanmayacağını söyleyen Hall (1997a: 39), küreselin yerelin
171
yerini alacağı öngörüsünden çok, küresel ve yerel olan arasında yeni bir eklemlenme
söz konusu olduğunu düşünmektedir (1996: 623). Hall (1996), etnisiteyi de yerelküresel bağlamında ele almakta, küreselleşmenin ulusal kültürlerin homojenliğini de
bozarak farklılaşma üzerinden yerel kimliklerin çoğalmasına neden olduğunu
belirtmektedir. Harrison da benzer şekilde küreselleşmenin tek tipleşme yerine yerel
kimliklerin ve farklılıkların çoğalmasını sağladığını belirtmektedir (1999: 10).
Bauman, topluluk kavramının sosyolojik anlamda giderek azaldığı bir
dünyada topluluk kelimesinin çok yaygın olarak kullanılmasını eleştirmekte;
insanların küreselleşmede ait olmak için bir grup arayışına girdiklerini ve topluluğun
“çökmesiyle” kimliklerin şekillenmeye başladığını söylemektedir(2008: 10). Bir
anlamda bu durum, küreselleşme karşısında tedirgin ve endişeli bireylerde
küreselleşmenin kimlik krizi yarattığına işaret etmekte; kimliklenme ile küreselleşme
ile eş zamanlı gitmektedir (Bauman, 2008: 10-11).
Küreselleşen yapı içinde etnik grupların kültürel repertuarları etrafında
kendilerini nasıl inşa ettiklerini anlamamın yolu, grupların kültürel repertuarlarının
etrafına sınır çekme biçimlerini anlamaktan geçmektedir (Harrison, 1999: 13). Eğer
etnik grup kültürel repertuarlarını korumazsa dağılacaktır, bu nedenle etnik gruplar
hayali ama son derece önemli olan kültürel sınırlarını korumaya çalışırlar, kendi
kültürleriyle dış kültür arasındaki farklar korunduğu sürece etkileşime açıktırlar
(Harrison, 1999: 13).
Bu anlamda yeni kimlikler, topluluklar ve etnisiteler şekillenmekte; daha önce
genel kültürel temsilin içinde azınlık durumda olanlar kendilerini ifade etme fırsatı
bulmaktadır (Hall, 1997a: 34). Farklılaşma ve homojenleşmenin bir arada olduğu
bağlamsallıkta
insanlar
kökenlerinin
172
arayışında
etnisitelerini
“yeniden
keşfetmektedirler”, bu süreçte “geçmiş”dediğimiz şeyi de yeniden keşfetmektedirler
(Hall, 1997a: 37). Ancak geçmiş somut olarak keşfedilmeyi bekleyen bir şey
değildir, artık tarih olmuştur ve hafıza üzerinden kavranabilir niteliktedir ve
anlatılarak, aktarılarak, yeniden inşa edilerek anlaşılır (Hall, 1997a: 37-38).
Tarihsel ve siyasal olarak Afrika’dan ne kastedildiği de değişmektedir,
örneğin Roma döneminde Afrika kıtasından Kuzey Afrika anlaşılırken Atlantik köle
ticaretiyle Afrika daha çok Sahra altı Afrika’yı ifade etmektedir (Zeleza, 2008: 8).
Bu tarihsel farklılıklar siyah kelimesine yüklenen anlamı da değiştirmektedir,
siyahlık durumu küreselleşmenin yarattığı çok kimlikli ve istikrarlı olmayan durumla
ve yeni göç dalgalarıyla birlikte değişikliğe uğramaktadır (Zeleza, 2010: 9). Tarihsel
anlatıların ve etno-kültürel kimliklerin yeniden inşası bağlamında, resmi tarih
yazımının taraflı bakış açısına küreselleşmenin bir anlamda darbe vurduğu
söylenebilir. Küreselleşme ile birlikte ulusal sınırların ve ulusal tarih yazımının
tamamen ortadan kaybolduğunu söyleyemesek de, küreselleşmenin, farklı kimlikler
arasında daha şeffaf bir şekilde karşılaşmalar yaratarak alternatif tarih okumaları için
kolaylık sağladığını düşünebiliriz. Örneğin bu tür karşılaşmalar sayesinde Türkiye
resmi tarihinde üzeri örtülen kölelik kurumu, Afro-Türklerin anlatılarında gün
yüzüne çıkabilmekte; Afro-Almanların anlatılarında ise Nazi döneminde Yahudiler
ve Çingenelerle birlikte katledilen Afrikalıların resmi tarihte pek dillendirilmeyen
hikâyesi görünür kılınabilmektedir. Bu da, kesişen tarihselliklerin farklı hikâyelerde
karşımıza çıkmasıyla mümkün olmaktadır.
173
8. SONUÇ
Afro-Türklerde kimlik sorunsalıyla yola çıktığım ve İzmir’in Hasköy,
Yeniçiftlik ve Çırpı köylerinde bir yıl süreyle farklı sıklıklarla misafir olarak
gerçekleştirdiğim katılımlı gözlemle yürüttüğüm bu tez kapsamında; etno-kültürel
kimliği sosyal inşa süreci sonunda şekillenen, çoklu ve dönüşümsel bir kategori
olarak değerlendirdim. Çalışmaya başlarken bu sosyal inşanın kurucu öğesi olarak
ayrımcılık pratiklerini de göz önünde bulundurarak ten rengini ele aldım. Etnokültürel kimlik ile bağlantılı olarak ten renginin anlamlandırılmasını, aynı zamanda
temsiliyet ve geleneklerin kimlikle olan ilişkisini incelemeye devam ettim. Diğer
yandan kimliğin gündelik hayat içinde ne derece hayati bir rol oynadığını anlamaya
çalıştım. Temsiliyet ve geleneğin ötesinde, alan gözlemleri zenginleşmeye ve
detaylanmaya başladıkça kolektif bellek ve kimlik ilişkisi üzerinde de durmak
gerektiğini anladım.
Etnisite tartışmaları, klişeleşmiş özellikler barındırsa da bitmiş değildir. Farklı
nedenlerle de olsa, hem Marksistler hem liberaller, endüstrileşme ile etnik grupların
ortadan kalkacağını düşünmektedir; Marksistler sınıfı önceleyerek etnisiteyi yanlış
bilinç olarak adlandırmakta; liberaller ise rasyonel modernleşme ve endüstrileşme ile
etnisitenin zayıflayacağını öngörmektedirler (Seol, 2008: 334). Weber de
modernleşme,
endüstriyelleşme
ve
bireyselleşme
sonucunda
etnisite
ve
milliyetçiliğin ortadan kalkacağını düşünmüştür; ancak, 2. Dünya Savaşı’nı takiben
bu durum gerçekleşmemiştir (Eriksen, 2010b: 2). Farklı vurgularla da olsa linear ve
ilerlemeci bir tarih okumasını benimseyen bu üç yaklaşımın etnisite konusunda
öngördüğünden farklı bir tabloyla karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Bugün kimlik
174
sorunsalıyla karşımıza çıkan etnisitenin çalışılmaya devam etmesinin önemi belki de
burada yatmaktadır.
Etno-kültürel kimlik, sınıf politikasından kimlik politikasına kayan yeni
sosyal hareketler kapsamında 1960’larla birlikte görünür olmaya başlamakta; tek bir
kimliğin diğer kimliklere egemen olması yerine farklı kimliklerin bir aradalığı söz
konusu olmaktadır (Hall, 1996: 610) Öznenin nasıl temsil edildiğine göre kimlik de
değişime uğramaktadır; kimlik değişebilir bir şey olarak değerlendirilmektedir (Hall,
1996: 610). Kimliklerin farklılaşması, sadece sosyal hareketler ve topluluklar
arasında değil, toplulukların kendi içinde de görülmektedir. İncelediğim topluluk için
de homojen bir kimlikten bahsetmek imkânsızdır.
Afrikalıların kimlik inşasının sorunsallaştırıldığı yer olarak çok geniş bir
coğrafi ve kültürel alanı kapsayan Afrika diasporası karşımıza çıkmaktadır. Bugünkü
diaspora tartışmalarının içinde aidiyetin ve kökenin ne olduğu sıkça sorgulanmakta,
tek yönlü ve homojen bir aidiyet ve köken yerine heterojen ve akışkan aidiyet
kavramsallaştırmalarına yer verilmektedir. Literatürde Atlantik köle ticaretinin
baskın bir şekilde ele alınmasının sonucunda çoğunlukla Kuzey ve Güney Amerika
ülkelerindeki Afrika diasporasındaki kimlik sorunu üzerine çalışmalar yapıldığını
söylemek mümkündür. Asya’daki Afrika diasporası içinde yer alan topluluklarla
ilgili çalışmalar henüz yeni şekillenmektedir. Afro-Türklerin ortak bir anavatan
imajından ziyade ortak bir ten rengi üzerinden aidiyet, temsiliyet ve kimlik ilişkisini
kurulduğunu söylemek daha yerinde olacaktır. Afro-Türklerde ten rengi, topluluk
içinde siyah ve beyaz şeklinde homojen ve dikotomik kategoriler yerine ara
kategorileri de kapsayacak şekilde bir sınıflandırma ile değerlendirilmekte;
175
ayrımcılık ve aidiyet bağlamında kişilerin kendini siyah veya beyazın farklı tonlara
daha yakın veya uzak konumlandırması söz konusu olmaktadır.
Afrikalı kimliği, kaçınılmaz bir biçimde kölelikle bağlantılı olarak ele
alınmaktadır. Bunun sebebi, şüphesiz ki köle ticaret yolları sonrasında Afrika
dışındaki ülkelere köle olarak getirilen insanlar ve onların kölelik dönemi sonrasında
yaşadıkları sorunlardır. Bu sorunların temelinde yatan konulardan biri de kimlik
mücadelesidir. Siyasal haklar ve sosyal ayrımcılığın kimlik mücadelesi ile iç içe
geçtiğini söylemek mümkündür. Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma
Derneği’nin kuruluş yılı olan 2006 itibariyle Afro-Türk olarak tanımlanmaya
başlayan topluluğun da tarihsel yolculuğu köleliğe dayanmaktadır.
Osmanlı’da Tanzimat dönemi ve sonrasındaki sosyal reformlar kapsamında
1846’da İstanbul Esir Pazarı’nın kapatılması, 1857 Afrika’dan köle ticaretinin
yasaklanması ve 1876’da Kanunu-i Esasi’nin ilanı ile ülke sınırlarına yeni kölelerin
getirilmesi engellenmeye çalışılmıştır. 1857 tarihli yasaktan sonra Afrika’dan
getirilen köleler azat edilirken, yasak öncesi gelmiş kölelerin durumunda ise
herhangi bir değişiklik olmamıştır. 1882 ve 1883’teki kanun tasarıları, 1889 Brüksel
Kongresi’nin ardından çıkan karar ile 2. Meşrutiyet döneminde 1909’da çıkarılan
aile düzenlemesi kararının hiçbiri Osmanlı’da köleliği resmi olarak kaldırmamıştır
(Erdem, 2013).
Afrika’dan köle ticaretinin 1857 tarihinde yasaklanması sonrasında Osmanlı
sınırları içinde yaşamaya devam eden Afrikalıların yasal olmayan yollarla satılması
da devam etmiştir. Afrika’dan köle ticaretinin yasaklanmasıyla birlikte bir diğer
önemli olay, 1880’de İngiltere’nin Osmanlı dâhil olmak üzere birçok ülkedeki
konsolosluklarına
kölelerin
şikâyette
bulunabilme
176
ve
sığınabilme
hakkını
duyurmasıdır. Aynı zamanda Osmanlı Devleti İngiltere’ye kendi sınırları içinde köle
ticareti yapan gemileri kontrol edebilme ve cezalandırılabilme hakkını vermiştir.
Bunun sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nda sahiplerinden kaçarak İngiltere
konsolosluklarına sığınan birçok köle olmuştur.
Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasındaki çoğu ülkede “Batı’daki gibi bir kölelik
anlayışı yok” savunusu, bu toplumlarda kölelik geçmişinin incelenmesinin önündeki
engellerden biri olmuştur. Bu engellerden belki de en önemlisi Ortadoğu
toplumlarında kölelikten bahsedilmeye başlandığında, bunun doğrudan İslam’a bir
saldırı olarak algılanmasıdır. Kur’an’da kölelere merhametli davranılması şeklinde
ayetler mevcuttur. Diğer taraftan, İslam’daki uygulamada köleler belli koşullar
karşılığında azat edilmişler; yani, Batı’daki gibi ömürlerinin sonuna kadar köle
olarak yaşamlarını sürdürmemişlerdir. Ancak bu durum, İslam toplumlarında kölelik
kurumunun var olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Osmanlı millet sistemi içinde, köle olarak satıldıkları anda dinleri
değiştirilerek Müslümanlaştıırılan kölelere karşı “Batılı” anlamdan bir ırkçılık
yapıldığını söylemek zordur. Kölelerin Allah katında hürlerle eşit oldukları ve azat
edilmelerinin büyük sevap olduğu vurgulanmıştır. Ancak teoride ve pratikte birçok
çelişki söz konusu olmuştur. Bunlardan en belirginleri, ticari hukukta kölelerin mal
statüsünde değerlendirilmeleri; cezai hukukta ise tam fiil ehliyetine sahip olmamaları
nedeniyle, hukuk karşısında hür insanlarla eşit olmamalarıdır.
Diğer yandan köleler azat edildikten sonra karşılaştıkları sorunlar üzerinde
yeteri kadar durulmamaktadır. Bugün İzmir’in farklı köylerinde yaşayan AfroTürklerin yaşamı, kölelik sonrası yaşamların nasıl devam ettiğinin cevaplarından
birini sunmaktadır. 2. Abdülhamit’in çiftliklerine çalışmak üzere köylere yerleştirilen
177
azatlı köleler, yakın köy ve ilçelerde yaşamlarını devam ettirmiş; bir kısmı ise daha
iyi iş bulmak umuduyla İzmir başta olmak üzere büyükşehirlere göç etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve sonrasında kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nde kölelikten kaynaklanan sorunları ve ayrımcılık biçimlerini görmek
mümkündür. Osmanlı sarayına haremde hizmet ettirilmek üzere gönderilen, orduda,
tarımda ve ev işlerinde çalıştırılan kölelerin yerini Türkiye Cumhuriyeti’nde evlerde
çalıştırılan evlatlıklar almış ve ev içi emekte hem kadın hem çocuk sömürüsü söz
konusu olmuştur.
Kölelik geçmişi, Afro-Türklerin yaşadığı ekonomik ve sosyal sorunları
günümüze taşımış ve sadece temsiliyet ve kimlik ilişkisinde değil; aynı zamanda köle
torunlarının sınıfsal konumlarını belirlemede ve bugünkü örtük veya açık ayrımcılık
biçimlerinde kendini göstermeye devam etmiştir. Afro-Türkler, kendi kimliklerini
doğrudan kölelikle özdeşleştirmeseler de, çoğunlukla yer aldıkları alt sınıf ile
köleliğin tarihsel ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda kimlik ve sınıf arasında
sembolik olmaktan öte bir ilişki olduğu açığa çıkmaktadır. Köleliğin sosyoekonomik
ve kültürel uzantıları Afro-Türklerin bugünkü yaşamlarına ve etno-kültürel kimlik
inşası sürecine etki etmektedir. Bir anlamda Türkiye toplumunun kara kutularından
biri olarak kalmaya devam eden kölelik, Afro-Türklerin 1926 Medeni Kanunu ile
vatandaş kabul edilmesiyle uygulama dışında kalmış ve BM’nin kölelik
uygulamalarına benzer pratiklerin kaldırılması yönünde çıkardığı uluslararası
kararnameyi 1964 tarihinde Türkiye’nin de onaylayarak kanunlaştırmasıyla resmi
olarak yasaklanmıştır.
Çalışma süresince Afro-Türklerin
etno-kültürel kimliklerinin izinden
giderken kırıntılarına rastladığım geleneklerinin dünyanın birçok yerinde devam
178
eden ve benzer öğeleri barındıran ritüelleri kapsadığını öğrendim. Dernek gibi
oluşumların kaybolan gelenekleri, bu ritüellerin küllerinden yaratmasının ne derece
mümkün olduğunu sorguladım. Dünya üzerinde diğer ülkelerdeki Afrika
diasporasında devam eden Afrika geleneklerinin bir kısmı bugünkü Anadolu
coğrafyasında da bir zamanlar devam ediyordu. Bu geleneklerin neden ve nasıl son
bulduğu; başka türlü sormak gerekirse, diğer coğrafyalarda bu ritüellerin nasıl ayakta
kaldığı bize etno-kültürel kimlik açısından önemli şeyler söylemektedir. Aynı
zamanda bugün ritüellerin devam ettiği coğrafyalarla küresel bir etkileşim sonucu
benzer gelenekleri Anadolu coğrafyasında tekrardan devam ettirmenin mümkün olup
olmayacağını düşünmeye de sevk etmektedir.
Afro-Türklerin kendi etno-kültürel kimliklerini deneyimlemesinde ve diğer
etnik gruplarla sınırlarını belirlemesinde etkili olan geleneklerden her yıl bahar
ayında kutladıkları Dana Bayramı’na katılım azalarak 1950’lere kadar devam
etmiştir. Kendine Türkiye edebiyatında da yer bulan Afrikalı gelenekleri, godya ve
Dana Bayramı anlatılarıyla siyah temsilleri üretmiştir. Afrikalı geleneklerinin giderek
sönümlenmesiyle Dana Bayramı başta olmak üzere diğer birçok ritüel ve etkinlik
unutulmuştur. 2006 yılında kurulan Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma
Derneği, gelenekleri canlandırmayı hedeflemekte ve aynı zamanda Afro-Türk
kimliğini yeniden inşa etmeyi amaçlamaktadır. Dana Bayramı’nı Osmanlı
İmparatorluğu’nun son döneminde ve İmparatorluk yıkıldıktan sonra organize eden
godya kurumundan bugün hiçbir eser kalmadığı için dernek bu kurumsal görevi
misyon edinmiş durumdadır.
Godya kurumu, Afrikalı kadın kölelerden oluşan bir teşkilata işaret
etmektedir. Bu teşkilatın başında godya denilen ve pagan unsurlar barındıran ruhsal
179
güçlere sahip bir kadın lider bulunmaktadır. Osmanlı döneminde bu ruhani liderler
Dana Bayramı için haberleşme ve organize olma ağlarını da yönetmekte; aynı
zamanda topluluğun sorunlarıyla ilgilenmeketdir. Godya kurumu, devlet yetkilileri
tarafından engellemelerle ve yasaklamalarla karşılaşmış ve giderek yok olmuştur.
Hem Ortodoks İslam inancının pagan inanç ve ritüellerini dışlaması hem de 1925’te
Cumhuriyetin Tekke ve Zaviyeleri kapatarak laik devlet uygulamalarının
benimsenmesi bu yasaklarda etkili olmuştur. Ortodoks İslam tarafından heretik
olarak görülen godyalık laik Cumhuriyet tarafından da devlet uygulamalarına ters ve
modernleşme karşıtı olarak değerlendirilmiştir.
İnançları ve değerlerine açık ve örtük engeller getirilen Afro-Türkler
görünmez olma yoluna giderek kimliklenme sürecini deneyimlemektedirler. Arap,
Afro-Türk ve Türk-Müslüman olmak üzere üç temel etno-kültürel kimlik
kategorisinin benimsendiği gözlemlenmiştir. Bu üç kategori birbirinden mutlak
suretle ayrı değildir, çoğu zaman aynı anda kullanılabililmektedir. Bir kimlik
kategorisinden ziyade daha çok deri rengini ifade eden bir kategoriye evrilen Arap
kelimesi, yaşlı nesil arasında kimi zaman zenci kelimesi ile birlikte kullanılmaktadır.
Afro-Türk ifadesi ise derneğin açılışıyla kullanıma girmiş ve topluluk için çok yeni
bir kavramsallaştırmadır. Afro-Türk ifadesi bir kimlik kategorisi olarak genç kuşak
tarafından kabul görse de çoğu kişi için aidiyet kurabilecekleri bir kimlik kategorisi
olmaktan uzak görünmektedir. Baskın olarak Türk ve Müslüman kimlik kategorisi
karşımıza çıkmakta; bu da Afro-Türklerin görünmez olmasının din, siyaset, hukuk ve
aile kurumları ile olan ilişkileri bağlamında bir sonucu olarak şekillenmektedir.
Görünmez olma hali sadece kimlik kategorilerinde değil, aynı zamanda AfroTürklerin topluluk düzeyinde silikleşen kolektif hatıraları ile de kalıcı olmaktadır.
180
Sadece topluluğun sembolik olarak inşa ettiği etno-kültürel kimlikte ve kolektif
hafızada değil; kültürel belleğin en somut görünümü olarak vücut bulan müze ve
tarih yazımında da unutulma hali ortaya çıkmaktadır. Siyasal hafızanın işaret ettiği
üzere belli bir iktidar dönemindeki kolektif hafızanın zamanını aşacak şekilde farklı
siyasal iktidarlarda Afro-Türklerin görünmez hali devam etmiştir. Kültürel hafıza ile
etkileşim halinde olan iletişimsel hafızada ise kuşaklar arası aktarılan ortak geçmişe
dair anıların silikleşmesiyle unutma hali baş göstermiştir.
Etno-kültürel kimlik tanımını yapmak başlıca zor bir uğraş getirse de bir
grubu bağlayıcı unsur olarak kimliğin en önemli unsurunun gelenek ve kolektif
belleği kapsayan ortak kültür olduğu gerçeği yadsınamaz görünmektedir. Bu ortak
kültür, değişime kapalı homojen bir birliğe karşılık gelmemekte, farklılıkları
barındırmaktadır; ancak grubu bir arada tutan ortak dil ve yaşam tarzı alışkanlıkları
gibi unsurlarla esnek bir bağlayıcılığa sahip olmaktadır. Afro-Türklerde bu bağlayıcı
unsurlar zamanla aşınmış ve topluluk ten renginin sembolik birleştiriciliği altında
birbirine büyük ölçüde akrabalık bağıyla bağlı kalmıştır. Yelvington’un (1991) etnik
kimliği tanımlarken kullandığı “metaforik” akrabalık, incelediğim toplulukta yerini
gerçek akrabalığa dayalı “metaforik” bir etnik kimliğe bırakmış gibidir. Bu durum,
zihinlerde ortak bir tasavvurla kurulan sembolik topluluk inşasından ziyade ten rengi
ile korunan akrabalık ile desteklenen bir aidiyete işaret etmektedir.
Ten rengiyle birlikte akrabalık bağları, topluluğun idem-kimliğe nazireyle
“aynı” kalan özelliklerine işaret ederken; topluluğun kolektif belleği tazeleyerek
gelenekleri yeniden canlandırma konusundaki çok yönlü isteksizliği ipse-kimliğe
nazireyle tarihsel sorumluluktan kaçınmaya işaret etmektedir. Metaforik bir etnokültürel kimliği görünür bir etno-kültürel kimliğe dönüştürmek isteyen Afrikalılar
181
Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği, bu isteksizliği aşarak topluluğun
geleneklerini canlandırma ve kolektif bellekte silinen izleri diriltme amacıyla hareket
etmektedir. Bu amaç, küreselleşme ile yerel kimliklerin görünür kılınmasıyla
pekişmekte ve küresel iletişim imkânlarıyla diasporik etkileşimin sağlanarak Afrikalı
olmaya dair imajların toplulukta tazelenmesi pratikleriyle birleşmektedir. Ancak,
topluluğu godyalık kurumu gibi hem ruhani hem dünyevi bağlarla bir arada tutacak
şekilde derneğin ne derecede ve ne sürede etkili olacağı, derneğin kuruluşunun 10.
yılını dolduracağı 2016 senesi itibariyle ucu açık bir soru olarak kalmaktadır. Bu
sorunun cevabını ise zaman belirleyecek görünmektedir. Değişime açık olan kimlik
inşası ve bellek inşası düşünüldüğünde zamanla birlikte farklı bir boyut alabilecek bir
etno-kültürel kimlikten ve bununla birlikte dönüşecek temsiliyet ve geleneklerden
bahsetmemiz mümkün olabilir.
Afro-Türkler özelinde etno-kültürel kimliği anla(t)ma çabası olarak ortaya
çıkan bu tezin etnografik bir süreçle bütünleşmesi, kimliğe daha içeriden ve derinden
bir bakış geliştirmemi sağladı. Bu süreç, beni etnografyanın kendi kimliğimizden bir
süreliğine çekip gitme hali ve belki de başka hayatlara dâhil olma çabası olduğunu
düşünmeye itti. Kendi hayatıma geri döndüğümde ise alan gözlemlerini bitirmenin
ağızda bıraktığı buruk tatla birlikte kendi hayatıma kaldığım yerden yeniden dâhil
olmaya devam etmek zorunda olduğumu hissettim. Hayatıma kaldığım yerden dâhil
olmaya devam ederken, alanla olan birebir iletişimim bitse de alanın artık hep içimde
olduğunu ve ona ilişkin küçük detayların beni yakaladığını fark ettim.
Etnografya için kesin bir bitiş tarihi koymak pek kolay olmasa da,
araştırmamı sonlandırmaya karar verdiğim döneme yakın Karşıyaka’da varlığından
haberdar olduğum eski ve küçük bir kahve dükkânında gördüğüm giriş tabelası ve
182
dükkânın poşetlerindeki Afrikalı resimleri yeni bir hikâyeye göz kırpıyordu.
Temsiliyetin izlerinin hiç beklemediğimiz anlarda karşımıza çıkması sanırım böyle
bir şeydi. Dükkâna giderek ve telefon açarak bu resimlerin arka planındaki hikâyeyi
öğrenmeyi denemiştim; ancak, yetkili kişiye bir türlü ulaşamamıştım. Bu dükkândaki
hikâyenin peşinden daha fazla gidemedim. Afro-Türkler hakkında anlatılacak daha
nice hikâyenin dillendirilmeyi beklediğini gösteren bu karşılaşma, benim için güzel
bir tesadüf olmakla birlikte temsillerin kimlik anlatılarındaki zamansal ve mekânsal
uzantılarını simgeliyordu.
İzmir Karşıyaka’daki Küçük Avcı dükkânının kahve sattığı poşet ve kâğıt paket (Fotoğraf
araştırmacı tarafından çekilmiştir.)
183
EKLER
EK-1: Harita
Kaynak: <https://www.google.com.tr/maps/@38.1476009,27.5476699,12z>
[Erişim Tarihi: 06.03.2016]
184
EK-2: Hasköy, Yeniçiftlik, Çırpı26
Küçük Menderes’in suladığı Hasköy girişi civarında bir ova
2015 Mart ayı, lahana ve karnabahar tarlaları ve tarım işçileri
26
EK-2 ve devamında yer alan fotoğraflar, aksi belirtilmediği sürece araştırmacı tarafından alan
çalışması sırasında çekilmiştir.
185
Köylere haftalık satış yapmaya gelen araç
Hasköy Kahvehanesi ve Kahveler Otobüs Durağı
186
Hasköy Mezarlığı Girişi
Yeni defnedilen kişinin mezarının üzerine, civar köylerin hepsinde yaygın bir gelenek
olarak, konulan mersin ağacı dalları ile ölen kişinin deve güreşlerine ilgisinden dolayı mezar
başındaki tahtaya bağlanan turuncu poşu.
187
Yeniçiftlik-Hasköy güzergâhı
Yeniçiftlik’te hep kullandığım otobüs durağı
188
Yeniçiftlik
Yeniçiftlik’te bir evin bahçe duvarı olarak kullanılmış kurumuş kargı bitkisi; eskiden bu
köylerde yaşayan Afrikalıların kargılarla saz ve saman evler yaptığı söylenmektedir.
189
Çırpı’ya Arıkbaşı tarafından giriş
Çırpı’da bir evin bahçe duvarı olarak kullanılmış kurumuş kargı bitkisi; eskiden bu köylerde
yaşayan Afrikalıların kargılarla saz ve saman evler yaptığı söylenmektedir. Çırpı isminin de
bu çalı-çırpıları kullanan Afrikalılara ithafen verildiği de söylenmektedir.
190
Çırpı
Çırpı
191
EK-3: Dana Bayramı Duyurusu, Yürüyüş ve Piknik Alanı
2015 Dana Bayramı Etkinlik Duyuru Kartı, Afro-Türk Derneği facebook
sayfasından alınmıştır.
2015 Dana Bayramı, Konak Yürüyüş ve Dans Etkinliği
192
2015 Dana Bayramı Kapsamında Konak’ta Düzenlenen Dans ve Yürüyüş Etkinliği
2015 Dana Bayramı Kapsamında Torbalı’da Düzenlenen Panel
193
2015 Dana Bayramı Kapsamında Torbalı Ayrancılar’da Düzenlenen Piknik
2015 Dana Bayramı Kapsamında Torbalı Ayrancılar’da Düzenlenen Piknik
194
2015 Dana Bayramı Kapsamında Torbalı Ayrancılar’da Düzenlenen Piknik
2015 Dana Bayramı Kapsamında Torbalı Ayrancılar’da Düzenlenen Piknik
195
EK-4: Etkinlik ve Hatıra Fotoğrafları
Türkiye ve Almanya’da yaşayan
Afrikalı çocuklar için düzenlen kamp etkinliği
sonrası 25 Ekim 2015’te köyleri ziyarete gelen
Almanya ekibi için Yeniçiftlik’te hazırlanan
yemek masası.
25.10.2015’te köyleri ziyarete gelen Almanya ekibi ile Hasköy’de çekilen hatıra
fotoğrafı.
196
21.02.2016 tarihinde Çırpı Spor Salonu’nda düzenlenen Kadınları Güçlendirme ve
Mask Eğitimi ile Çocuklara Dans eğitimi etkinliğinin sona ermesi dolayısıyla Bayındır
Belediyesi belediye başkan yardımcısının da katılımıyla gerçekleşen kutlama ve çekilen
hatıra fotoğrafı.
197
2
21.02.2016 tarihinde Çırpı Spor Salonu’nda dans ve mask eğitmenleriyle hatıra
fotoğrafı
Kadınları Güçlendirme ve Mask Eğitimi programı kapsamında yapılan maskeler
198
EK-5: Dernek Ofisi
199
EK-6: Torbalı Kent Arşivi ve Tanıtım Merkezi’nden Fotoğraflar
Torbalı Kent Arşivi’nden 1890’lı yıllara ait bir fotoğraf, Afrikalı çocuklar görmek
mümkün, ancak kendileri hakkında bilgi sunulmamıştır.
Torbalı Kent Arşivi’nden 1890’lı yıllara ait bir fotoğraf, Afrikalı çocuklar görmek mümkün,
ancak kendileri hakkında bilgi sunulmamıştır.
200
Torbalı Kent Arşivi’nde Afrikalılar dair en ufak bir bilgi bulunmamaktadır; 2. Abdülhamit’in
kurdurduğu çitliklerden bahsedilirken dahi Afrikalı azatlı kölelerin bu çiftliklere ve civar
köylere yerleştirildiği anlatılmamıştır.
201
ÖZ
Bu
tez,
Afro-Türkler
sorunsallaştırmaktadır.
özelinde
kimlik
Kimlik meselesi temsiliyet ve
ve
kimliklenmeyi
gelenek
ile birlikte
incelenmekte; Afro-Türk topluluğunun dünüyle bugününün bağını kurarken kölelik
geçmişinin izinden gidilmektedir. İzmir’e bağlı Hasköy, Yeniçiftlik ve Çırpı
köylerinde bir yıllık katılımlı gözlemle tasarlanan etnografik çalışma ile yürütülen bu
tezde; etno-kültürel kimliğin nasıl tanımlanacağı, ayrımcılığın temsillerde nasıl yer
bulduğu, Afrika diasporasının kimlik ile nasıl ilişkilendirileceği ve topluluğun
geleneklerinin nasıl şekillendiği gibi sorularla yola çıkılmıştır. Yokolan geleneklerin
izinde, Afro-Türklerin kendi kimliklerini nasıl ifade ettikleri incelenmiştir. Ortak
tarih bilincinin ve paylaşılan geleneklerin kaybolması, etno-kültürel kimlikten ziyade
ten renginin sembolik anlamını koruduğu akrabalık ilişkilerini birleştirici unsur
olarak ortaya çıkarmaktadır. Alanda gözlemlenen örüntülerin takip edilmesiyle
kimlik ve toplumsal bellek ilişkisinin analizi ile yola devam edilmiştir. Kimlik ve
toplumsal bellek bağlamında, Afro-Türklerin belli unutma ve hatırlama pratiklerini
deneyimledikleri gözlenmiştir. Unutma ve hatırlama diyalektiği ile bağlantılı olarak,
Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nin gelenekleri canlandırma
misyonu ve küreselleşmenin kimliklenme sürecine etkisi ile Afro-Türklerin etnokültürel kimliğinin (yeniden) inşa edildiği ileri sürülmüştür.
Anahtar
Kelimeler:
Afro-Türkler,
Gelenek, Kolektif Bellek
202
Kimlik/Kimliklenme,
Temsiliyet,
ABSTRACT
This thesis problematizes identity and identification in Afro-Turks. Analyzing
identity along with representation and tradition, this thesis traces the history of
slavery while constructing the bonds of Afro-Turk community’s past and present.
Designed as a one-year ethnographic study utilizing participant obseravtion, the
thesis starts with the questions of defining ethno-cultural identity, examining
discrimination in representations, relating African diaspora to identity, and of
formation of community’s traditions. Tracing the vanishing traditions among the
community, it has been examined how Afro-Turks identify themselves. Given the
fact that the shared sense of history and community-specifc traditions have faded
away, not ethno-cultural identity but kinship relations laden with the symbolic
meaning of skin colour are found to be determining. Following the patterns observed
in the field, the thesis has continued with the analysis of identity and collective
memory. In the context of identity and collective memory, it has been noticed that
Afro-Turks experience specific practices of remembering and forgetting. Concerning
the dialectics of remembering and forgetting, it has been argued that etnho-cultural
identity of Afro-Turk has been (re)constructed through the African Culture,
Solidarity and Cooperation Association’s mission of revitalizing traditions and the
impact of globalization on identification process.
Keywords: Afro-Turks, Identity/Identification, Representation, Tradition,
Collective Memory
203
Kaynakça
Aktürk, Ş. (2006), Etnik Kategori ve Milliyetçilik. Doğu Batı, 38, 23-53.
Akyılmaz, G. (2005), Osmanlı Hukukunda Köleliğin Sona Ermesi ile İlgili Düzenlemeler ve
Tanzimat Fermanı’nın İlanından Sonra Kölelik Müessesesi. Gazi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, 1-2 (213), s. 1-25.
American Anthropological Association (AAA) (1998a), Statement on Biological Aspects of
Race. American Anthropologist, 100 (3), s. 714-715.
American Anthropological Association (AAA) (1998b), Statement on Race. American
Anthropologist, 100 (3), s. 712-713.
Anderson, B. (1993), Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması İ. Savaşır
(çev.). (8. Baskı) İstanbul: Metis.
Arutiunov, A. S. (2002), The Diaspora as a Process. Anthropology & Archeology of Eurasia,
41 (1), s. 89-96.
Assmann, A. (2008a), “Canon and Archive” (içinde) A. Erll & A. Nünning (ed.) (2008),
Cultural Memory Studies: An International and Interdisciplinary Handbook. s. 97107. Berlin & New York: Walter de Gruyter.
Assmann, J. (2008b), “Communicative and Cultural Memory” (içinde), A. Erll & A.
Nünning (ed.) (2008), Cultural Memory Studies: An International and
Interdisciplinary Handbook. s. 109-118. Berlin & New York: Walter de Gruyter.
Assmann, A. (2010a), “Re-framing Memory: Between Individual and Collective Forms of
Constructing the Past” (içinde), K. Tilmans, F. van Vree & Jay Winter (ed.) (2010),
Performing the Past Memory, History and Identity in Modern Europe. s. 35-50.
Amsterdam: Amsterdam University Press.
Assmann, J. (2010b), “Globalization, Universalism and Erosion of Cultural Memory”
(içinde) A. Assmann & S. Conrad (ed.), Memory in a Global Age: Discourses,
Practices and Trajectories. s. 121-137. New York: Palgrave Macmillan Memory
Studies.
Assmann, J. (1995), Collective Memory and Cultural Identity. New German Critique, 65,
s. 125-133.
Assmann, J. (2006), “Form as a Mnemonic Device: Cultural Texts and Cultural Memory”
(içinde), R. A. Horsley, J. A. Draper & J. Miles Foley (ed.), Performing the Gospel:
Orality, Memory, and Mark. s. 67-82. Minneapolis: Fortress.
Atay, T. (1997), Batı'da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği. İstanbul: İletişim.
Banton, M. (2000), “The Idiom of Race: A Critique of Presentism” (içinde) L. Back & J.
Solomons (ed.) (2000), Theories of Race and Racism: A Reader. s. 51-63. London &
New York: Routledge.
Barth, F. (1969), “Introduction” (içinde), F. Barth (ed.) (1969), Ethnic Groups and
Boundaries: The Social Organization of Cultural Difference. s. 9-38. Bergen:
Universitetsforlaget.
Bauman, Z. (2008), “Identity in the Globalizing World” (içinde), A. Elliot & P. Du Gay (ed.)
(2009), Identity in Question. s. 1-12. London: Sage
204
Bay, A. (2013), Çocuklar, Hayırseverlik ve Hukuk: Hayırsever Osmanlılar ve Oğullukları,
Kebikeç (35), s. 187-213.
Benedict, R. (2000), “Race: What It Is Not” (içinde), L. Back & J. Solomons (ed.) (2000),
Theories of Race and Racism: A Reader. s. 113-118. London & New York:
Routledge.
Bentley, C. G. (1987), Ethnicity and Practice. Comparative Studies in Society and History,
29 (1), s. 24-55.
Boratav, N. P. (1951), The Negro in Turkish Folklore. W. Eberhard (çev.) The Journal of
American Folklore, 64 (251), s. 83-88.
Boratav, N. P. (1984), 100 Soruda Türk-Folkloru. (2. Baskı) İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Boyce-Davies, E. C. (ed.) (2008), Encyclopedia of the African Diaspora: Origins,
Experiences, and Culture. Santa Barbara, California: ABC Clio.
Brockmeier, J. (2002), Remembering and Forgetting: Narrative as Cultural Memory. Culture
& Psychology. 8 (1), s. 15-43.
Brubaker, R. & Cooper, F. (2000), Beyond “Identity”. Theory and Society, 29 (1), s. 1-47.
Brubaker, R. (2002), Ethnicity without Groups. Archives of European Sociology, XLIII (2),
s. 163-189.
Brubaker, R. (2005), The ‘Diaspora’ Diaspora. Ethnic and Racial Studies, 28 (1), s. 1-19.
Chambers, I. (2005), Göç, Kültür, Kimlik, İ. Türkmen & M. Beşikçi (çev.) İstanbul: Ayrıntı
Yayınevi.
Cici, E. (2011), “İzmir’in Üç Köyünde Yaşayan Afrika Kökenli Türklerde Evlilik ve Kimlik
Algısı” Basılmamış Lisans Tezi, Yeditepe Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Antropoloji Bölümü, İstanbul <http://www.afroturc.org/tez/tezcilt.pdf> [Erişim
Tarihi: 05.05.2015]
Cinnirella, M. & Jaspal, R. (2011), The Construction of Ethnic Identity: Insights from
Identity Process Theory. Ethnicities, 12(5), s. 503-530.
Clarence-Smith, G. W. (2006), “Introduction: The Embarrassing Institution” (içinde), W. G.
Clarence-Smith (2006), Islam and the Abolition of Slavery. s. 1-19. London: Hurst &
Company.
Cohen, P. A. (1985), The Symbolic Construction of Community. London & New York:
Routledge.
Cohen, P. A. (1994), Culture, Identity and the Concept of Boundary. Revista de Antrpologia
Social, 3, s. 49-61.
Cohen, R. (1978), Ethnicity: Problem and Focus in Anthropology. Annual Review of
Anthropology, 7, s. 379-403.
Cohen, R. (2008), Global Diasporas: An Introduction. (2. Baskı) London & New York:
Routledge.
Connerton, P. (2008), Seven Types of Forgetting. Memory Studies, 1 (1), s. 59-71.
Connerton, P. (2014a), Toplumlar Nasıl Anımsar? A. Şenel (çev.) (2. Baskı), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Connerton, P. (2014b), Modernite Nasıl Unutturur? K. Kelebekoğlu (çev.) (2. Baskı)
İstanbul: Sel Yayıncılık.
205
Demirtaş, A. H. (2003), Sosyal Kimlik Kuramı, Temel Kavram ve Varsayımlar. İletişim
Araştırmaları, 1(1), s. 123-144.
Deniz, A. (2009), “Schwarze Türken und die nationale Identität in der Türkei”
<http://www.best.uni mainz.de/modules/AMS/article.php?storyid=58>
Dessingué, A. (2011), Towards a Phenomenology of Memory and Forgetting. Études
Ricoeuriennes / Ricoeur Studies, 2 (1), s. 168-178.
Douglas, M. (2007), Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabu Kavramlarının Bir Çözümlemesi. E.
Ayhan (çev.) İstanbul: Metis.
Du Bois, B. E. W. (2007), B. H. Edwards (ed. & der.), The Souls of Black Folk. Oxford:
Oxford University Press.
Durugönül, E. (2003), The Invisibility of Turks of African Origin and the Construction of
Turkish Cultural Identity: The Need for a New Historiography. Journal of Black
Studies, s. 281-294.
Durugönül, E. (2013), Antalya’da Afrika Kökenli Türkler Üzerine Çalışmanın Sorunları.
International Journal of Human Sciences, 10 (1), s. 1401-1411.
El Hamel, C. (2008), Constructing A Diasporic Identity: Tracing The Origins of the Gnawa
Spiritual Group in Morocco. Journal of African History, 49, s. 241-60.
Erdem, H. Y. (2013), Osmanlı’da Köleliğin Sonu 1800-1909. (2. Baskı) B. Tırnakcı (çev.)
İstanbul: Kitap Yayınevi.
Eriksen, H. T. & Nielsen, S. F. (2010a), Antropoloji Tarihi. A. Bora (çev.) (4. Baskı)
İstanbul: İletişim.
Eriksen, H. T. (2010b), Ethnicity and Nationalism: Anthropological Perspectives. (3. Baskı),
New York & London: Pluto Press.
Eriksen, H. T. (2012), “Etnisite” (içinde) Sosyal ve Kültürel Antropoloji: Küçük Yerler,
Büyük Meseleler. A. E. Koca (çev.) s.. 407-426. Ankara: Birleşik Yayınevi.
Evans-Pritchard, E. E. (1976), Witchcraft, Oracles and Magic Among the Azande. Oxford:
Clarendon Press.
Eyerman, R. (2003), Cultural Trauma: Slavery and the Formation of African American
Identity. (2. Baskı), Cambridge: Cambridge University Press.
Fanon, F. (2014), Siyah Deri, Beyaz Maske. C. Koytak (çev.) (2. Baskı), İstanbul:
Versus.
Faucher, L. & Machery, E. (2005), Social Construction and the Concept of Race. Philosophy
of Science, 72, s. 1208-1219.
Ferguson, M. (2010), Enslaved and Emancipated Africans on Crete. (içinde) T. Walz & K.
M. Cuno (2010), Race and Slavery in the Middle East: Histories of Trans-Saharan
Africans in Nineteenth-Century Egypt, Sudan, and the Ottoman Mediterranean. s.
171-195. Cairo & New York: The American University in Cairo Press.
Ferguson, M. (2013), “White Turks, Black Turks, and Negroes: The Politics of Polarization”
<http://www.jadaliyya.com/pages/index/12484/white-turks-black-turks-andnegroes_the-politics-o>
Geertz, C. (2000), Kültürlerin Yorumlanması. H. Gür (çev.). Ankara: Dost.
Gordon, T. E. & Anderson, M. (1999), The African Diaspora: Toward an Ethnography of
Diasporic Identification. The Journal of American Folklore, 112 (445), s. 282-296.
206
Guess, J. T. (2006), The Social Construction of Whiteness: Racism by Intent, Racism by
Consequence. Critical Sociology, 32 (4), s. 649-673.
Güntekin, N. R. (2014) [1947], Miskinler Tekkesi. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
Güzeldere, E. E. (2010), “Afro-Turks” <http://www.theglobaldispatches.com/articles/afroturks> [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
Güzeldere, E. E. (2012), “The Fate of the Afro-Turks: Nothing Left But the Colour”.
<http://en.qantara.de/content/the-fate-of-the-afro-turks-nothing-left-but-the-colour>
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
Halbwachs, M. (1980) [1950], The Collective Memory. F. J. Ditter & V. Y. Ditter (çev.) New
York: Harper & Row.
Halbwachs, M. (1992) [1925], On Collective Memory. L. A. Coser (ed. & çev.) Chicago &
London: The University of Chicago Press.
Hall, S. (1989), “New Ethnicities” (içinde), D. Morley & K-H. Chen (ed.) (1996), Stuart
Hall: Critical Dialogues in Cultural Studies. s. 411-441. London & New York:
Routledge.
Hall, S. (1990), “Cultural Identity and Diaspora” (içinde), J. Rutherford (ed.) (1990),
Identity: Community, Culture, Difference. s. 222-37. London: Lawrence & Wishart,
1990.
Hall, S. (1996), “The Question of Cultural Identity” (içinde), S. Hall et al. (ed.) (1996),
Modernity: An Introduction to Modern Social Sciences. (18. Bölüm), s. 595-634.
Oxford: Blackwell.
Hall, S. (1997a), “The Local and the Global: Globalization and Ethnicity” (içinde) A. D.
King, (ed.) (1997), Culture, Globalization and the World-System Contemporary
Conditions for the Representation of Identity. s. 19-39. Minneapolis: University of
Minnesota Press.
Hall, S. (1997b), “Old and New Identities, Old and New Ethnicities” (içinde) A. D. King,
(ed.) (1997), Culture, Globalization and the World-System Contemporary
Conditions for the Representation of Identity. s. 41-68. Minneapolis: University of
Minnesota Press.
Hall, S. (2003a), “Who Needs “Identity”?” (içinde) S. Hall & P. du Gay (ed.) (2003),
Questions of Cultural Identity. s. 1-17. London: Sage.
Hall, S. (2003b), “The Spectacle of the ‘Other’”(içinde) S. Hall (ed.) (2003), Representation:
Cultural Representations and Cultural Signifying Practices. (7. Baskı), s. 223-290.
London: Sage.
Hammersley, M., & Atkinson, P. (2007), Ethnography: Principles in Practice. New York:
Routledge.
Harris, E. J. (1996), African Diaspora Studies: Some International Dimensions. Issue: A
Journal of Opinion, 24 (2), African [Diaspora] Studies, s. 6-8.
Harrison, S. (1999), On Cultural Boundaries. Anthropology Today, 15 (5), s. 10-13.
Harutyunyan, A. (2012), Challenging the Theory of Diaspora from the Field. Working
Papers des Sonderforschungsbereiches, 640, <htp://edoc.hu-berlin.de/series/sfb-640papers/2012-1/PDF/1.pdf>.
Heller, A. (2001), Cultural Memory, Identity and Civil Society. Internationale Politik und
Gesellschaft (IPG) 2, s. 139-143. <http://library.fes.de/pdf-files/ipg/ipg-20012/artheller.pdf>.
207
Hermanowicz, C. J. & Morgan, P. H. (1999), Ritualizing the Routine: Collective
Identity Affirmation. Sociological Forum, 14 (2), s. 197-214.
Hirschman, C. (2004), The Origins and Demise of the Concept of Race. Population and
Development Review, 30 (3), s. 385-415.
Hobsbawm, E. (1983), “Introduction: Inventing Traditions” (içinde) E. Hobsbawm & T.
Ranger (1983), The Invention of Tradition. Cambridge: Cambridge University Press.
Howard, A. J. (2000), Social Psychology of Identities. Annual Review of Sociology, 26 (3),
s. 67-93.
Hunter, M. (2007), The Persistent Problem of Colorism: Skin Tone, Status, and Inequality.
Sociology Compass, 1(1), s. 237-254.
Hunwick, J. (2004), “The Religious Practices of Black Slaves in the Mediterranean Islamic
World” (içinde) P. E. Lovejoy (2004), Slavery on the Frontiers of Islam. s. 149-171.
Princeton: Markus Wiener Publishers.
Jenkins, R. (2008), Rethinking Ehnicity. (2. Baskı) London: Sage.
Jennings, C. R. (1987), Black Slaves and Free Blacks in Ottoman Cyprus, 1590-1640.
Journal of the Economic and Social History of the Orient, 30 (3), s. 286-302.
Junker-Kenny, M. (2008), “Memory and Forgetting in Paul Ricœur’s Theory of the Capable
Self” (içinde) A. Erll & A. Nünning (ed.) (2008), Cultural Memory Studies: An
International and Interdisciplinary Handbook. s. 203-211. Berlin & New York:
Walter de Gruyter.
Kaya, A. (2008), "Fransa-Türkleri: Cumhuriyetçi Enetgrasyon Modelinin Eleştirisi" (içinde)
D. Danış & V. İrtiş (ed.) (2008), Entegrasyonun Ötesinde: Türkiye’den Fransa’ya
Göç ve Göçmenlik Halleri. s. 35-72. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Karmwar, M. (2010), African Diaspora in India. Diaspora Studies, 3(1), s. 69-91.
Koser, K. (2003), “New African Diasporas: An Introduction” (içinde) New African
Diasporas. s. 1-16. London: Routledge.
Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılması
Kanunu, 1963, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem: 1, Toplantı: 2, Cilt: 21.
<https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d01/c021/mm__01021131
.pdf > [Erişim Tarihi: 02.06.2015]
Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına
Dair Ek Sözleşme (http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/11599.pdf) [6 Ocak 1964
tarihli ve 11599 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.] [Erişim Tarihi: 02.06.2015]
Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına
Dair Ek Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Kanun Tasarısı ve İçişleri
ve Dışişleri Komisyonları Raporları (1/350)
<https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d01/c018/mm__01018103
ss0110.pdf> [Erişim Tarihi: 02.06.2015]
Körükmez, L. (2014), Ten Rengi Ayrımcılığı: İzmir Merkez ve İlçelerde Yaşayan AfroTürkler Üzerine Bir Araştırma. (Final Raporu), İzmir: Afrikalılar Dayanışma, Kültür
ve Yardımlaşma Derneği.
Kur'an-ı Kerim Meali, Elmalılı M. H.. Yazır, 2006, İstanbul: Dergah.
Larson, M. P. (1999), Reconsidering Trauma, Identity, and the African Diaspora:
Enslavement and Historical Memory in Nineteenth-Century Highland Madagascar.
The William and Mary Quarterly, 56 (2), s. 335-362.
208
Leichter, J. D. (2012), Collective Identity and Collective Memory in the Philosophy of Paul
Ricoeur. Études Ricoeuriennes / Ricoeur Studies, 3 (1), s. 114-131.
Lidchi, H. (2003), “The Poetics and The Politics of Exhibiting Other Cultures” (içinde) S.
Hall (ed.) (2003), Representation: Cultural Representations and Cultural Signifying
Practices. (7. Baskı), s. 151-222. London: Sage.
Maalouf, A. (2008), Ölümcül Kimlikler. A. Bora (Çev.) İstanbul: KYK.
Maksudyan, N. (2008), Foster-Daughter or Servant, Charity or Abuse: Beslemes in the Late
Ottoman Empire. Journal of Historical Sociology, 21 (4), s. 488-512.
Marcel, C-J. & Mucchielli, L. (2008), “Maurice Halbwachs’s Mémoire Collective” (içinde)
A. Erll & A. Nünning (ed.) (2008), Cultural Memory Studies: An International and
Interdisciplinary Handbook. s. 141-150. Berlin & New York: Walter de Gruyter.
Martal, A. (2000), Afrika’dan İzmir’e: İzmir’de Bir Köle Misafirhanesi. Kebikeç, 10, s. 171186.
Millingen, F. (1870), On the Negro Slaves in Turkey, Journal of the Anthropological Society
of London, 8 (1870-1871), s. lxxxv-xcvi.
Mirzai A. B. (2002), African Presence in Iran: Identity and its Reconstruction. Outre-Mer
Revue d'histoire, Traites et Esclavages: Vieux Problèmes, Nouvelles Perspectives?
89 (336), s. 229-246.
Mirzai, A. B. (2005), “The Slave Trade and the African Diaspora in Iran” (içinde) A. Sheriff,
(ed.) (2005), Monsoon and Migration: Unleashing Dhow Synergies. s. 30-34.
Zanzibar: ZIFF.
Monteiro, M. N. & Wall, J. D. (2011), African Dance as Healing Modality Throughout the
Diaspora: The Use of Ritual and Movement to Work Through Trauma. The Journal
of Pan African Studies, 4 (6), s. 234-252.
Muhammad Esq, M. P. (2003), The Trans-Atlantic Slave Trade: A Forgotten Crime
Against Humanity as Defined by International Law. American University
International Law Review, 19 (4), s. 883-947.
Nagel, J. (1994), Constructing Ethnicity: Creating and Recreating Ethnic Identity and
Culture. Social Problems, 41 (19), s. 152-176.
Ndlovu-Gatsheni, J. S. (2010), Do ‘Africans’ Exist? Genealogies and Paradoxes of African
Identities and The Discourses of Nativism and Xenophobia. African Identities, 8 (3),
s. 281-295.
Niemann, F. Y. et al. (1999), What Does It Mean to Be “Mexican”? Social Construction of
an Ethnic Identity. Hispanic Journal of Behavioral Sciences, 21 (1), s. 47-60.
Nora, P. (1989), Between Memory and History: Les Lieux de Memoire. Representations, 26,
s. 7-24.
Olpak, M. (2008), Kenya'dan İstanbul'a Kölekıyısı. (3. Baskı), İstanbul: Punto Yayınevi.
Olpak, M. (2013), Osmanlı İmparatorluğu’nda Köle, Türkiye Cumhuriyeti’nde Evlatlık:
Afro-Türkler. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi (Kronik), 68 (1), s. 123-141.
Özbay, D. R. (2009), Osmanlı İmparatorluğu’nda Köle Emeğinin İstihdamı ve Mükâtebe
Yöntemi. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 17 (1), s. 148-163.
Özbay, F. (1999), Türkiyede Evlatlık Kurumu: Köle mi Evlat mı? İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi.
Özkırımlı, U. (2010), Theories of Natiaonalism. (2. Baskı). Hampshire: Palgrave Macmillan.
209
Palmer, A. C. (2000a), Defining and Studying the Modern African Diaspora. The Journal of
Negro History, 85 (1/2), s. 27-32.
Palmer, A. C. (2000b), The African Diaspora. The Black Scholar: Journal of Black Studies
and Research, 30 (3-4), s. 56-59.
Parlatır, İ. (1987), Osmanlı Sosyal Hayatından Köleliğin Kaldırılışı. Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 31 (1.2), s. 417-420.
Parsons, T. (1981), “Some Theoretical Considerations on the Nature and Trends of Change
of Ethnicity” (içinde) N. Glazer & D. P. Moynihan (ed.) (1981), Ethnicity: Theory
and Experience. s. 53-83. (5. Baskı), Massachusetts & London: Harvard University
Press.
Phinney, S. J. (1996), When We Talk About American Ethnic Groups, What Do We Mean?.
American Psychologist, 51 (9), s. 918-927.
Ricoeur, P. (2012), Hafıza, Tarih, Unutuş. M. E. Özcan (çev.) İstanbul: Metis.
Sakaranaho, T. (2011), Religion and the Study of Social Memory. The Finnish Society for
the Study of ReligionTemenos, 47 (2), s. 135-58.
Schudson, M. (2007), Kolektif Bellekte Çarpıtma Dinamikleri. B. Kovulmaz (çev.) Cogito,
50, s. 179-199.
Seol, B. S. (2008), A Critical Review of Approaches to Ethnicity. International Area Review,
11 (2), s. 333-364.
Smedley, A. (1998), "Race" and the Construction of Human Identity. American
Anthropologist, 100 (3), s. 690-702.
Smith, W. T. (1992), Changing Racial Labels: From "Colored" to "Negro" to "Black" to
"African American". The Public Opinion Quarterly, 56 (4), s. 496-514.
Soysü, H. (1992), “Sudanlılar” (içinde), H. Soysü (1992), Kavimler Kapısı. s. 54-62.
İstanbul: Kaynak Yayınları.
Şaul, M. (2015), “Geçmişten Bugüne Siyah Afrika’dan Türkiye’ye Göçler: Kölelikten
Küresel Girişimciliğe” (içinde), M. M. Erdoğan & A. Kaya (ed.) (2015), Türkiye’nin
Göç Tarihi: 14. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türkiye’ye Göçler. s. 77-117. İstanbul: Bilgi
Üniversitesi Yayınları.
Şen, Ö. (2007), Osmanlı’da Köle Olmak: Esaretten Özgürlüğe Geçiş Süreci. İstanbul: Kapı.
Tajfel, H. (1982), Social Psychology of Intergroup Relations. Annual Review of Psychology,
33, s. 1-39.
Tarih Vakfı (2008), Sessiz Bir Geçmişten Sesler: Afrika Kökenli “Türk” Olmanın Dünü ve
Bugünü. İstanbul: Tarih Vakfı.
Toledano, R. E. (1993), Late Ottoman Concepts of Slavery (1830s-1880s), Poetics Today, 14
(3), s. 477-506.
Toledano, R. E. (2000), “The Concept of Slavery in Ottoman and Other Muslim Societies:
Dichotomy or Continuum” (içinde), M. Toru & J. E. Philips (ed.) (2000), Slave
Elites in the Middle East and Africa: A Comparative Study. s. 159-175. London &
New York: Kegan Paul International.
Toledano, R. E. (2006), “African Slaves in the Ottoman Mediterranian: A Case of Cultural
“Creolization”?” (içinde), E. Özveren et al. (ed.) (2006), The Mediterranean
World: The Idea, the Past and the Present. s. 107-124. İstanbul: İletişim Yayınları.
210
Toledano, R. E. (2007), As If Silent and Absent-Bonds of Enslavement in the Islamic Middle
East. New Haven & London: Yale University Press.
Tomlinson, J. (2003), “Globalization and Cultural Identity” (içinde) D. Held & A. McGrew
(ed.) (2003), The Global Transformations Reader: An Introduction to the
Globalization Debate. s. 269-277. Cambridge: Polity.
Uşaklıgil, Z. H. (2005) [1950]. İzmir Hikayeleri. İstanbul: Özgür.
Uşaklıgil, Z. H. (2010) [1934]. “Dilhoş Dadı” (içinde) H. Z. Uşaklıgil (2010) [1934] Sepette
Bulunmuş-Hepsinden Acı. İstanbul: Özgür.
Wade, P. (1995), The Cultural Politics of Blackness in Colombia. American Ethnologist, 22
(2), s. 341-357.
Wallerstein, I. (1987), “Halklılığın İnşası: Irkçılık, Milliyetçilik ve Etniklik” (içinde), E.
Balibar & I. Wallerstein (2007), Irk, Sınıf, Ulus: Belirsiz Kimlikler. N. Ökten (çev.)
(4. Baskı), s. 89-106. İstanbul: Metis.
Walz, T. & Cuno, M. K. (2010), “Introduction: The Study of Slavery in Nineteenth-Century
Egypt, Sudan and the Ottoman Mediterranean” (içinde) T. Walz & K. M. Cuno
(2010), Race and Slavery in the Middle East: Histories of Trans-Saharan Africans in
Nineteenth-Century Egypt, Sudan, and the Ottoman Mediterranean. s. 1-15. Cairo &
New York: The American University in Cairo Press.
Wang, Y. (2007), Globalization Enhances Cultural Identity. Intercultural Communication
Studies, XVI (1), s. 83-86.
Weber, M. (1978) “Ethnic Groups” (içinde), M. Weber (1978) G. Roth & C. Wittich (ed.), E.
Fischoff et al. (çev.) Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology. s.
385-398. Berkeley: University of California Press.
Welzer, H. (2008), “Communicative Memory” (içinde) A. Erll & A. Nünning (ed.) (2008),
Cultural Memory Studies: An International and Interdisciplinary Handbook. s. 285298. Berlin & New York: Walter de Gruyter.
Winant, H. (2000), Race and Race Theory. Annual Review of Sociology, 26, s. 169-185.
Wright, J. (2007), The Trans-Saharan Slave Trade. London & New York: Routledge.
Wright, M. M. (2004), “Introduction: Being and Becoming Black in the West” (içinde)
Becoming Black: Creating Identity in the African Diaspora. s. 1-27. Durham and
London: Duke University Press.
Yalçıner, R. (2014), Etnisite ve Milliyetçilik: Eleştirel Bir Değerlendirme. Ankara
Üniversitesi SBF Dergisi, 69 (1), s. 189-215.
Yelvington, A. K. (1991), Ethnicity as Practice?: A Comment on Bentley. Comparative
Studies in Society and History, 33 (1), s. 158-168.
Zeleza, T. P. (2005), Rewriting the African Diaspora: Beyond the Black Atlantic. African
Affairs, 104 (414), s. 35-68.
Zeleza, T. P. (2008), The Challenges of Studying the African Diasporas. African
Sociological Review, 12 (2), s. 4-21.
Zeleza, T. P., (2010), African Diasporas: Toward a Global History. African Studies Review,
53 (1), s. 1-19.
<http://www.afroturc.org> [Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Resmi
İnternet Sayfası] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
211
<https://tr-tr.facebook.com/AFROT%C3%9CRKLER-AFROTURKISH-131765950191183>
[Afrikalılar Kültür, Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Resmi Facebook Sayfası]
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://www.radikal.com.tr/yasam/afro_turklerin_tarihi-896230>
Salman Aktaş, U., 2008] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
[Afro-Türklerin
Tarihi,
<http://t24.com.tr/haber/19-yuzyildan-bu-yana-afro-turkler-arap-zenci-gunduzfeneri,205435> [19. Yüzyıldan Bu Yana Afro-Türkler: “Arap”, “Zenci”, “Gündüz
Feneri”, 2012] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://www.milliyet.com.tr/-gecmisten-derimizden-baska-hicbir-sey-kalmadi/gundem/gundemdetay/03.06.2012/1548596/default.htm> [“Geçmişten Derimizden
Başka Hiçbir Şey Kalmadı”, Özkartal, Z. M., 2012] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://vimeo.com/15929995> [“Siyahım Afrikalıyım Türküm” Belgeseli, 2010 (TRT)]
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://vimeo.com/21088982> [“Arap Kızı Camdan Bakıyor/Baa Baa Black Girl” Belgeseli,
2006 (TRT)] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/07/10/54593.asp> [“Türkiye'nin Siyahileri”, 1998]
[Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/9880/Siyah-beyaz_hik_yeler....htmlc>[“Siyahbeyaz Hikayeler...” , 2008] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<http://www.yurtsuz.net/News.aspx?newsid=1110#.VE-c-PmUcUw> [“Biz Varız, Bizleri
Fark Etmeniz İçin Çabalıyoruz.” (12.05.2012 tarihinde Afrikalılar Kültür,
Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği başkanı Mustafa Olpak ile Röportaj] [Erişim
Tarihi: 28.10.2014]
<http://www.yurtsuz.net/News.aspx?newsid=1864#.U4yoi_l_tvI> [“Afro-Türklerde Siyahlık
ile Yoksulluk İç İçe”, 29.05.2014 tarihinde Yrd. Doç. Dr. Lülüferk Körükmez ile
Röportaj] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
<https://www.youtube.com/watch?v=-zWHhJeJaYg> [“İzmir'de Bir Zenci Mahallesi”
İnternet Video Yayın Tarihi: 2012 (MyRealHitTV); Televizyon Yayın Tarihi: 2008
(Show TV)] [Erişim Tarihi: 28.10.2014]
212
Download