HİKMET YURDU

advertisement
HİKMET YURDU
Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
ISSN: 1308-6944
www.hikmetyurdu.com
Hikmet Yurdu, Yıl: 6, C: 6, Sayı: 12, Temmuz – Aralık 2013/2, ss. 429 - 432
Sosyal Bir Fıkıh Usulü*
- Ziya Gökalp Bey’in Aynı Adlı Makalesi** MünasebetiyleKazanlı Halim Sabit (Şibay)
Sadeleştiren: Mehmet Aksu
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğrencisi
[email protected]
Peygamber efendimiz Kur’an-ı Kerim’in diliyle iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamakla sorumludur. Ümmet de toplumsal birlikteki konum ve yetkilerine göre iyiliği
emredip kötülüklerden yasaklamakla sorumludurlar. Zaten örf “Müslümanların hayat
ve geçimlerinde, ahlak ve karakterlerinde tecelli eden toplumsal vicdandan ibaret” olup
koruması da bütün ümmetin tamamının sorumluluğuna bırakılmıştır. Şeriat; nassa (kitap ve sünnet) ne kadar önem veriyorsa örfe de o kadar önem verir.
Mükelleflerin amellerine ilişkin sıfat ve hükümleri belirlemek hususunda ya kitap ve sünnetten ibaret olan nassa ya da yukarıda tarif olunan örfe başvurulur. Gerek
nass gerek örf, fillerin sıfatı demek olan hükümlerin belirlenmesi konusunda aynı güçtedirler. Nass ile haramlığı sabit olan bir fiil ile örfe aykırı olmasından dolayı çirkin olan
bir iş arasında şer’i yasaklılık bakımından hiç bir fark yoktur. Haramlıkla vasıflanan bir
fiil de nass açısından kötülük (kubuh) var olduğu gibi, çirkin olan bir işte de “örf açısından (kubuh) vardır. Her ikisindeki hükmün dayanağı da işte bu kötülükten (kubuh)
ibarettir. Her iki hükümde şer’idir (şeriatın gereğidir). Gerek ibadetler gerek muamelat
hususundaki fiillere ait bütün bu hükümler “ahkâm-ı şeriyye” (şeri hükümler) adıyla
“İslam hukukunu” (fıkıh) oluştururlar. Demek oluyor ki İslam hukuku/fıkıh, bazı hükümler açısından nassa dayandığı gibi diğer bazı hükümler açısından da örfe dayanır.
İşte muhtemelen bu değerlendirmeden hareketle sosyologlarımızdan Gökalp Bey
dergimizin ikinci sayısında “fıkh-ı ictimaiyat” adıyla yazdığı makalede nass ile örfün,
şer’iat açısından konumlarını açıklıyor ve sonra : “şu halde fıkıh bir taraftan (vahye)
*
Bu makale İslam Mecmuasının Yıl: 1, Sayı:5 145-150. Sayfalarında yayınlanmıştır. Yazının tam künyesi
şöyledir: Kazanlı Halim Sabit, “İctimai Usul-ı Fıkh –Gökalp Bey’in Bu Unvan İle Yazdığı Makale Mnasebetiyle-“, İslam Mecmuası, 13 Cemaziye’l-Evvel, 1332, 27 Mart 1330, Yıl: 1, Sayı: 5, ss. 145-150.
** Bahsi geçen bu makale Yusuf Ufakca tarafından Hikmet Yurdu, 2013/1, cilt: VI, sayı: 11, s. 461-464 “Sosyal
Fıkıh Usulü” adıyla sadeleştirilmiştir.
430
Sosyal Bir Fıkıh Usulü
diğer taraftan (toplum)a dayanır. Yani İslam şeriatı hem ilahi hem de toplumsaldır” diyor. Ve gerçekten açıklamalarına uygun doğru bir yola girip fıkhın iki kaynağından birincisinin nass, ikincisinin örf olduğu sonucuna ulaşıyor. İşte bu fikirler zinciri Gökalp
Bey’e diğer bir hakikati ilham ile “ictimai usulu’l fıkıh” kurulması gerektiğini hissettiriyor. İslam mecmuasının üçüncü sayısındaki “ictimai usul-ı fıkıh” makalesi sanıyorum ki
böyle bir duygunun sonucu olarak meydana gelmiştir. Gökalp Bey bu makalesinde:
“fıkhın birinci kaynağı olağanüstü özenlerle inceden inceye araştırılmış ve bu şekilde
çeşitli Kur’an ve hadis ilimlerinden başka bir de fıkhi hükümlerin nasslardan nasıl çıkarılıp türetildiğini gösteren “usul-ı fıkıh” adlı bir ilim oluşmuştur. Acaba örf hakkında da
böyle özenli incelemeler yapılamaz mıydı? Örflerin gruplara, grupların gelişim aşamalarına göre nasıl değiştiğini ve sonra bu değişen ve dönüşen örflerin fıkha nasıl etkiler
yaptığını gösteren sosyal bir usul-ı fıkıh oluşturulmasına imkan yok muydu?” diyor. İlk
bakışta basit gibi görünen bu fikir uzun uzadıya düşünülmeye layıktır. Fıkhın kaynaklarıyla usulü fıkhın mevcut durumu göz önüne getirilince bu gerçek derhal ortaya çıkar.
Yukarıda da geçtiği şekilde fıkıh, biri nass diğeri örf olmak üzere iki kaynaktan alınmıştır. Bugün nassa dayanan fıkhi hükümlerin nassdan nasıl çıkarıldığını (istinbat edildiğini) şive ve lehçelere göre nassın lafzından, ibaresinden işaretinden, delaletinden, iktizasından özetle nazım şekillerinden birine nasıl dayandığını anlamak pek kolay olur.
Çünkü nass ile nassa dayalı ahkam arasındaki bütün münasebetler usulü fıkıh alimleri
tarafından araştırılıp bütünleştirme yöntemiyle külli kaideler konulmuştur. Daha doğrusu büyük müçtehitlerin hayat tarafından doğurulan olayı dilin şivelerine ve inceliklerine, dile bağlı örflere bağlanan nassa katmak hakkında ki yollar araştırılmış, imamların
sünneti nasslar olarak kabul edip etmemek, genel manasıyla nassı, lafız ve ibareyi anlamak hakkında ki kanaatleri araştırılmıştır. Bu şekilde yüzeysel mezhep ihtilaflarının
esasını teşkil eden çeşitli yöntemler elde edilmiş; Hicaz fıkıh okuluyla Irak fıkıh okulunun birbirlerinden farklı usuller bulunduğu anlaşılmıştır.
Mesele yalnız bu kadarla da kalmamış, bu okullara mensup çeşitli şubelerin, daha doğrusu bu okullara çeşitli kimlikler veren imamların mesele ve olayı nassa bağlamak sünneti nass içerisine almak hakkındaki birbirine aykırı her birine mahsus usullerinin var olduğu görülmüştür. İmam Malik ile İmam Ahmed bin Hanbel’in her ikisi Hicaz
fıkıh okuluna bağlı oldukları halde usul farkı sebebiyle tekil konularda (furuat) ayrı ayrı
bağımsız mezhepleri vardır. İmam Şafii’nin de böyle. Irak fıkıh okulun en büyük imamı
olan Ebu Hanife’de pek çok ayırıcı nitelikleri taşıyan seçkin bir fıkıh usulüne sahiptir.
www.hikmetyurdu.com
www.hikmetyurdu.net
www.hikmetyurdu.org
Kazanlı Halim Sabit / Mehmet Aksu
431
İşte bu yapı ve değerlendirmeler yoluyla elde edilen bu çeşitli usuller, çeşitli
mezheplerin nassa dayalı ictihatları hakkındaki çeşitli yollarını gösterir.
Görülüyor ki herhangi bir fıkıh okulu hangi mezhebe bağlı olursa olsun “ nassa
dayalı bir usul-ı fıkıh” geliştirmiş bulunuyor demektir. Fakat fıkhi hükümlerin bir kısmı
nasslardan alınmış olduğu gibi diğer bir kısmı da örflerden alınmıştır. Hala da örflerden
birçok hükümler almak mecburiyetindeyiz alıyoruz da.
Acaba büyük imamlarımız örflerden hükümler çıkarılması (istinbatı) hususunda
ne gibi usullere başvuruyorlardı? nass selefin bilimsel bakışları önünde birçok yönlerden meydana geldiği halde daha canlı ve aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in diliyle desteklenen örf acaba ictihat sahasında kendisini nasıl ve ne şekilde gösteriyordu. Bu vadide incelemeler de bulunan Gökalp Bey diyor ki: “ Müslüman toplumu hukuki ihtiyaçlarını karşılamak için ilk olarak Kur’an-ı Kerim’e başvuruyordu. Bir taraftan bu toplum
günden güne çok hızlı bir şekilde genişlemekte olduğundan toplumsal hayatında ve
dolayısıyla örf ve adetinde derin dönüşümler meydana geliyordu. Bu sebeple örfün sonsuz yardımlarından bir kısmına bu kaynakta uygulama alanı bulunamadığı zaman sünnet ve hadise başvuruyordu. Hatta İmam Malik hazretleri Medine halkının toplumsal
geleneklerini de sünnetin halk arasında yayılmış bir şekli –yaşayan sünnet—diyerek
uygulamada sayıyordu. Örfün sınırsız ihtiyaçları bu kaynaklarla da karşılanamadığı
zaman icma ve kıyas esaslarına başvuruldu. Aynı zamanda İmam-ı Azam hazretleri
örfün bağımsız bir esas olarak dikkate alınması gereğini hissederek halkın ihtiyacına en
uygun olan yönünü kıyasa tercih etmekten ibaret “ istihsan” kuralını icat etti. İmam Ebu
Yusuf hazretleri : “nass ile örf çatışırsa bakılır: eğer nass örfe dayalı ise örfe itibar edilir”
kuralını kabul etti.”
Bu değerlendirmeden anlaşılıyor ki İslam’ın başlarında sünnet ve hadise başvurmak zorunluluğu İmam Malik’in Medine halkının sosyal geleneklerini yaşayan sünnet olarak kabul etmesini bütün fıkıh ekolleri tarafından ümmetin icma-ı ve kıyas esaslarının kabul edilmesi, İmam Azam Ebu Hanife’nin doğrudan doğruya örfün hayata geçirilmesi demek olan “ istihsan “ kuralını icat etmesi, İmam Ebu Yusuf’un örfe dayalı
nasslara örfü tercih edilir saymayı hep dönüşen ve gelişen örfün yansımalarından ibarettir. Gerçekte sünnet ve hadis nasslardan sayılıp kıyas da hükmü nassa katmanın gizli bir
şekli demek ise de vahy-i metluvün aslı ortada iken asıl nazım vecihleri varken re’ye
(kişisel görüşe) başvurmak elbette örfün sınırsız sahasından bir kısmına uygulama alanı
aramak ihtiyacından ileri gelmiştir. İmam Malik hazretlerinin “yaşayan sünneti” de dini
432
Sosyal Bir Fıkıh Usulü
kaynakların etkisi altında meydana gelen ve aynı zamanda dini bir şekil alan “ örf” den
başka bir şey değildir. Ümmetin icma-ı istihsan hakkındaki bütün usul ve kurallar da
örfü, fıkıh usulünün, geçmişteki fakihler tarafından uygulanan şekillerinden ibarettir.
İşte bunlardan günümüze göre gelişmiş olmamakla beraber zamanında toplum
bir fıkıh usulüne ilişkin bazı ilkelerin ortaya konulmuş olduğu anlaşılıyor. Şüphesiz ki
daha o dönemlerde gelişmiş sosyal bir usul-ı fıkıh tesisine imkân yoktu. Çünkü Gökalp
Bey’in de dediği üzere sosyoloji ilmi müspet bir ilim olarak ancak yakın zamanlarda
oluşmaya başlamıştır. Şu halde buna dayanmış olarak oluşan usulün de eksik olması
doğaldı. Fakat bugün bu engel kalkmak üzere bulunuyor. Çünkü sosyoloji ilmi günden
güne olumlu bir şekil kazanmaktadır. Bugün elimizdeki fıkhın sınırlılığı ve çağdaş ihtiyaçlarımız ile çok az ilişkisi bulunduğu açık bir surette göze çarpıyor, her taraftan fıkhımızın cansızlığından bahsediliyor, günden güne zorunlu olarak şeriatın etki alanı daralıyor. Hâlbuki Gökalp’in dediği gibi, İslam şeriatının kıyamete kadar her asrın şeriatı
olarak kalacağına iman edildiğinden, şeriatın zamanlara, asırlara göre ihtiyaçlar ile temas irtibatını gösteren sosyal bir usul-ı fıkhın kurulması artık zorunludur. Önceden olduğu gibi İslam’ın hâlen genel kurumlar da geçerli varlığı korunmak istenirse İslami
ilimler kadrosunun “ictimai usul-ı fıkıh”ı (sosyal bir usul-ı fıkıh) da kapsamasına çalışmak gerekir. Böylece şeriatın kıyamete kadar her asırda canlı olarak yaşayabilmesine
imkan sağlanmış olur.
Gerçekte son zamanlarda İslam dünyasına çöken taklit belası fıkhın çöküşünü
hazırlamakta olduğu gibi nassa dayalı fıkıh usulü de önemini yitirmiştir. Nasslardan
hüküm çıkarmaya (istinbat) ihtiyaç kalmayınca ya da bunun caiz olmadığına karar verilince nassa dayalı usul-ı fıkhın hükümden düşmesi sosyal bir usul-ı fıkıh oluşturulması
konusunun akla bile gelmemesi pek doğaldı. Fakat şimdilik hal böyle değil. Mademki
şeriat tekrar canlandırılmak isteniliyor, mademki şeriatın her asır ve zamanda canlı, doğurgan olarak yaşanılması arzu ediliyor, şu halde gerek fıkhın, gerek nassa dayalı usul-ı
fıkhın canlandırılmasıyla asıl bunların her asırda canlı olarak var olmaları için şeriat ile
hayat aralarındaki münasebetleri gösteren “ sosyal bir usul-ı fıkh “ın kurulması zorunlu
olur demektir.
www.hikmetyurdu.com
www.hikmetyurdu.net
www.hikmetyurdu.org
Download