Rio+20 Zirvesine Doğru 5 Haziran Dünya Çevre Günü

advertisement
TMMOB
Çevre Mühendisleri Odası
Rio+20 Zirvesine Doğru
5 Haziran Dünya Çevre Günü
“ŞEYTANIN BACAĞINI KIR”! BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN
Yaşamak Bir Ağaç Gibi…
“Basit yaşa ki, başkaları da var olabilsin”
Mahadma Gandhi
1
Haziran 2012, Ankara
2011 – 2012 “ÇEVRE”YE NELER OLDU?
ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI YAPILANMASI EKOLOJİK BÜTÜNSELLİKTEN
UZAKTIR!
12 Haziran 2012 seçimlerinden sonra, Çevre ve Orman Bakanlığı ortadan kaldırılarak
yerine, yıllardır bu kurumda yapılan projeler ve emeklerle hazırlanan tüm stratejik planların
tersine; Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kurulmuştur.
Herhangi bir bilimsel, teknik ve çevresel düşünce sistemine uymayan bu yaklaşım,
yangından mal kaçırırcasına, anti-demokratik ve TBMM’yi hiçe sayarak Kanun Hükmünde
Kararname yöntemi ile gerçekleştirilmiş ve hükümetin “çevre”ye, “doğa”ya yaklaşımını
açıkça ortaya koymuştur. Son 1 yılın en büyük çevresel felaketi yapılan bu idari ve hukuki
düzenlemedir.
Çevre sorunlarının önlenmesi ve çözülmesi ile görevli olması gereken idari yapının,
paramparça edilmesi ekolojinin bütünselliğine aykırıdır. Çevre, vahşi kentleşmenin altında
ezilmektedir. Çevre mevzuatının uygulayıcı ve yaptırımcı kurumları birbirinden
koparılmış, “su” çevreden bağımsız ele alınmıştır.
Öte yandan, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın çevre kısmı, iki genel müdürlük altında
toplanmıştır. Ülkemizin çevre ile ilgili idari yapısı iki genel müdürlük ile sınırlandırılmıştır.
ÇEVRESEL DENETİM DURMUŞTUR!
Çevre ve Orman Bakanlığı’nda başlatılan projelerle birlikte ülkemizde “birleşik çevre
denetimi” yaklaşımı hayata geçirilmeye çalışılmış, taşra ve merkez teşkilatlar uzun soluklu
eğitimler almıştır. Bu yeni yaklaşımla çevresel denetimler yetersiz olmakla beraber
yetişmiş personel kapasitesi ile belirli bir ivme kazanmaya başlamış ancak ne yazık ki
mevcut kapasite idari parçalanma ile birlikte dağılmıştır. Çevresel hassasiyeti ve teknik
birikimi olan kadrolar atıl duruma getirilmiş, eğitimli, yetişmiş personel iki bakanlık arasında
dağıtılmıştır. Onlarca emek, maddi kaynak boşa harcanmıştır.
12 Haziran 2012 seçimlerinden sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın merkez ve taşra
teşkilatı planlı ve sistematik çevresel denetimi yapamaz hale gelmiştir.
VERİLEN
ÇEVRE
İZİN-LİSANS
GÖSTERGESİ DEĞİLDİR!
İSTATİSTİKLERİ
ÇEVRESEL
DURUMUN
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, 01.04.2012 tarihinde çevre izni ve lisansı verilen
işletmelerin sayıları ve faaliyet alanlarını belirten bir istatistiki veri yayımlanmıştır. Çevre
mevzuatı kapsamında faaliyet yürüten tesislerin sayısına ve alanına dair bilgileri
2
içermesine rağmen, ülkemizin çevresel durumunu yansıtan herhangi bir bilgi ortaya
konulmamıştır.
Çevresel izin ve lisans sayıları, kirliliğin ne kadar azaltıldığını göstermemektedir. Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, görevi gereği, yaptığı çalışmaların yansımalarını kamuoyu ile
paylaşmalıdır. Yapılması gereken, bakanlığın gerçekleştirdiği düzenlemeler ve teşviklerle
ile çevresel kirliliğin ne kadar önlendiği ve azaltıldığına dair verilerin oluşturulması ve
kamuoyu ile paylaşılmasıdır.
İL ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK MÜDÜRLERİNDEN SADECE 4’Ü ÇEVRE MÜHENDİSİDİR!
Çevre sorunlarına dair yeterli hassasiyeti ve teknik bilgisi bulunmayan kişiler il müdürlüğü
görevine getirilmiştir. İdari kurumların özelliklede çevre sorunları ile ilgili çalışma yapan
kurumların taşra teşkilatları oldukça önemlidir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın taşra
teşkilatında il müdürü olan kişilerin çevre konusunda teknik bilgiye sahip olması
gerekmektedir.
ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI’NDA YAPILACAK İSTİHDAMDA KPSS YOK
SAYILMIŞTIR! TORPİL YASALAŞTIRILMIŞTIR!
3 Mayıs 2012 tarihinde 2012/3064 Karar Sayısı ile “Çevre ve Şehircilik Bakanlığında
Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına Dair Esaslar" hakkında Bakanlar Kurulu Kararı
Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı meslektaşlarımız,
memur ve işçi adaylarımız ve siyasal ve ekonomik haklarımız için bir hezeyandır.
Söz konusu karar, Bakanlıkta çalıştırılacak 90 mühendis, 25 mimar, 25 şehir bölge
plancısı, 10 avukat ve 20 uzman kadrosuna alınacak personelin 4c statüsünde sözleşmeli
çalıştırılmasını öngörmektedir.
Kararda, oldukça açık ifadelerle, KPSS’nin uygulanmasına gerek kalmadan, Bakanlığın
yazılı ve sözlü veya sadece sözlü yapacağı sınav (!) ile sözleşmeli personel istihdam
edileceği belirtilmektedir.
Bu kararname ile KPSS`nin işlevsizleştirildiği görülmektedir. Alınan Bakanlar Kurulu
Kararı, 2010 yılında KPSS`ye giren 6500 meslektaşımız ve bu yıl düzenlenecek sınava
girecek binlerce aday için eşitsizliği muştulamaktadır. Daha açık bir ifadeyle "torpil" olarak
bilinen haksız, adaletsiz ve kayırmacı uygulamaya kapı aralamaktadır.
ORMAN ALANLARINDA TALAN ONAYLANDI!
Kamuoyunda 2B olarak anılan, orman talanının affedilmesi yasası 26 Nisan 2012 tarihli
resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş, öte yandan Orman Kanunu 2A bendinin
uygulanması ile arazi üzerinde hak iddia edeceklerin sadece orman köylerinin değil, orman
bitişiğindeki köylerin de olduğu belirtilmiş ve 21,2 milyon olduğu öne sürülen tüm “orman”
sayılan arazilerin “orman olarak muhafaza edilmesinde yarar görülmediği” gerekçesiyle
3
yerleşime açılabilmesi alabildiğine kolaylaştırılmış; ii) bu “kolaylıktan” yararlanabileceklerin
sayısı Anayasada öngörülenin yaklaşık üç katına çıkarılmıştır.
"Orman Köylülerinin Kalkındırılmalarının Desteklenmesi" kılıfı altında 410.000 ha.
Orman alanı işgalcilerine satılması karara bağlanırken, bununla da yetinilmeyip,
hazineye ait 927.000 ha. Arazinin de tarım vb. amaçlarla kiracılarına veya
isteklilerine satışı, bir başka ifade ile ülkemizin 8. Büyük ili olan Eskişehir ili ile eşit
yüzölçüme sahip bir alanın satışı kabul edilmiş durumdadır. 2B alanlarına orman
vasfını geri kazandırmaya yönelik bir çabanın yerine her fırsatta bu alanlardaki mevcut
işgalleri meşrulaştırmaya yönelik yasal düzenlemelerin dayatılmasının
ENERJİ VERİMLİLİĞİNDE VE YENİLENEBİLİR-TEMİZ ENERJİDE ÇOK
GERİLERDEYİZ!
Enerji üretimi ülkemizdeki çevre sorunlarının başında gelmektedir. Dünya temiz enerji
üretiminde yol kat etmeye, yeni teknolojileri hayata geçirmeye çalışırken, ülkemizde kirli bir
enerji politikası piyasa koşullarının gereği “arz güvenliği” üzerinden yürütülmektedir.
Dışa bağımlı enerji politikası yurt dışından getirilen ithal kömür ile kurulan, denizi doldurma
ve doğayı katletme yoluyla yapılması hedeflenen termik santraller, doğalgaz santralleri ve
suyun asıl amacından uzak ve yerüstü sularının flora-faunaya zarar verecek şekilde
kullanılması ile şekillenmektedir. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi geri ve dışa bağımlı, kirli bir
enerji üretim biçimi olan nükleer santraller ile süreç daha da karmaşık hale getirilmektedir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarından rüzgar enerjisi ve jeotermal enerji, ülkemizdeki
potansiyel çok yüksek olmasına rağmen ne yazık ki üretim paydasında sadece %2’lik bir
kısma sahiptir. Öte yandan, güneş enerjisi ise halen ülkemizde bir enerji kaynağı olarak ne
yazık ki görülmemektedir.
Dolayısıyla, ileri teknolojiler olan, gelişmiş ülkelerde üniversiteler ve devlet kurumlarında
ARGE çalışmaları hızla devam eden yenilenebilir enerji kaynakları ülkemizde
kullanılmamakta, kirli teknolojiler ülkemize ihraç edilmektedir.
Enerji sadece üretim süreci ile değil, tüketimi ile de değerlendirilmelidir. Bu anlamda,
ısınma, ulaşım gibi başlıklar da mutlaka değerlendirilmeli ve kent yönetimlerinde bu
hassasiyet geliştirilmelidir.
Başkent Ankara’da Büyükşehir Belediyesi’nin rant odaklı politikalarından dolayı, yıllardır
metro çalışması tamamlanamamış ve ülkemizin kaynakları gerek ulaşım süreci ve gerekse
çevre kirliliği açısından boşa harcanmıştır.
Tüm bunların yanında, enerji verimliliği konusunda, “evlerdeki ampulleri değiştirmekten”
öteye gitmeyen bir yaklaşım sürdürülmekte, enerji verimliliğine dair herhangi istatistiki bir
veri sunulamamaktadır. %20 kayıp-kaçak oranının olduğu ülkemizde, kirli teknolojileri
cennet topraklara kurmaktansa, enerji verimliliği ciddiyetle ele alınmalı ve 5 adet nükleer
santrale bedel olan kayıp kaçak oranları azaltılmalıdır. Enerji verimliliği projesi olan
ENVER Projesi, enerji verimliliğinin ülkemizdeki istatistiki verilerini yaratabilmeli ve
“enerjinin verimli kullanılması” prensibi ile mevcut enerji kaynaklarının teknolojileri
geliştirilerek verimliliği arttırılmalı ve mümkün olduğunca yeni enerji santralleri yapmamak
üzerine politika geliştirilmelidir.
4
NÜKLEER ENERJİ SANTRALİ İNADI DEVAM EDİYOR!
Hükümet tarafından, uluslar arası anlaşma ile hukukun etrafından dolanılarak yürütülen
nükleer santral yapım süreci ne yazık ki her türlü yoğun halk tepkisine rağmen devam
ettirilmektedir.
Çalakalem hazırlanmış bir ÇED başvuru dosyası ile karşımıza çıkan nükleer enerji; atık
sorunu çözülmemiş, çok riskli, pahalı ve gelişmiş ülkelerce terk edilen bir enerji türü olduğu
artık herkes tarafından bilinmektedir.
Japonya’da, 11 Mart 2011 tarihinde meydana gelen deprem ve tsunami, Fukuşima nükleer
santralinden radyoaktif sızıntıya neden olmuştur. Yaşanan felaket sonucu oluşan Nükleer
Risk hala devam etmektedir. Gelinen aşamada, tehlike düzeyinin Çernobil’le eşdeğer
olduğu açıklanmış ve santral etrafındaki 20 km yarıçapındaki alana girilmesi
yasaklanmıştır. Son yapılan değerlendirmelere göre, santralin güvenli bir şekilde
faaliyetlerini durdurması için en az 30 yıla ihtiyaç olduğu ve kapatma işleminin maliyetinin
19 milyar doları bulacağı hesaplanmaktadır.
Japonya gibi yüksek teknolojiye sahip bir ülkede yaşanan bu kaza, tüm gelişmiş ülkelerin
nükleer enerji politikalarını yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Almanya ve
İsviçre’den sonra İtalya’da nükleer enerjiden vazgeçme kararı almıştır. Yapılan referandum
sonucu, İtalyan halkının yaklaşık yüzde 95'i nükleer enerjiye hayır demiştir. Ülkemizde ise;
Hükümet tarafından Rusya ile nükleer enerji üretimi konusunda yürütülen süreç, ne yazık
ki tüm bunlar yaşanmamış gibi devam etmektedir.
Fukuşima ya da Çernobil benzeri bir kazanın Akkuyu veya Sinop’ta yaşanması
durumunda ülkemiz ve bölgemizin nasıl bir risk altında kalacağını belirlemek için
Odamız bünyesinde bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışmada; ABD-NOAA kurumu
tarafından geliştirilen HYSPLIT (http://ready.arl.noaa.gov/HYSPLIT.php, Tek Parçacık
Entegre Yörünge Modeli) modeli kullanılarak, Akkuyu ve Sinop’tan olacak bir radyoaktif
serpintinin izleyeceği yollar hesaplanmıştır. Her 2 nokta için, atmosfere salınan
parçacıkların 4 günlük (96 saat) güzergahları belirlenmiştir. Bu çalışma 2010 yılına ait tüm
günler için tekrarlanmış ve aşağıda verilen sonuçlar elde edilmiştir.
Yapılan çalışmada, Türkiye alanı küçük hücrelere bölünmüş, Sinop ve Akkuyu’dan salınan
parçacıkların bu hücreler üzerinde ne kadar zaman (saat) geçirdiği hesaplanmıştır. 2010
yılı için yapılan hesaplama sonuçlarına göre, hem Akkuyu, hem de Sinop’ta meydana
gelecek bir radyoaktif sızıntının Türkiye’nin büyük bölümünü etkileyeceği hesaplanmıştır.
Bu etkiler her 2 noktanın 300 km’ye kadar olan çevresinde daha yoğun bulunmuştur.
Özellikle Sinop için yapılan çalışmada, Karadeniz Bölgesinin tamamı ile İç Anadolu
Bölgesinin Kuzeyinin daha yüksek risk taşıdığı görülmektedir. Son dönemde potansiyel
santral sahası olarak belirtilen Kırklareli-Kıyıköy ise, yaklaşık 20 milyon kişinin yaşadığı ve
nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu bölgede bulunması nedeniyle en riskli alanlardan
birisi olacaktır.
Enerji Bakanlığı tarafından 5-10 yıllık periyodu kapsayan ve doz hesaplamalarını da içeren
daha kapsamlı bir çalışma yapılarak kamuoyuyla paylaşılmalıdır.
5
Diğer taraftan; Ermenistan ve Bulgaristan’da sınırımıza yakın bulunan Nükleer santraller
de büyük tehlike arz etmektedir. Benzer bir çalışma bu noktalar için yapılırsa, bu
santrallerin de Türkiye için büyük risk yarattığı görülecektir. Bu santralleri bahane ederek,
Türkiye’ye santral inşa etmek yerine, bu santrallerin kapatılması için uluslararası girişimde
bulunulması gerekmektedir.
Nükleer Atıklar Hala En Büyük Sorundur
Nükleer Santrallerin en önemli sorunlarından birisi radyoaktif atıklardır. Ortalama gücü
1000 MW olan bir nükleer santral, yaklaşık 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli,
450 ton düşük düzeyli atık üretmektedir. Bu atıklar ve tükenmiş yakıt çubukları, 10-20 yıl
reaktörün içindeki ya da yanındaki havuzlarda bekletilerek radyasyon seviyesi
düşürülmektedir. Nükleer Santraller son 40-50 yıldır faaliyette iken, henüz dünyanın
hiçbir bölgesinde, nükleer atıkların saklanması ve imhası için, lisanslı nihai bir
çözüm ve depolama alanı bulunmadığı unutulmamalıdır.
ABD Enerji Ofisi tarafından hazırlanan “Ülke Değerlendirme Özet Raporu”nda Nükleer
Atıkların büyük sorun olduğu belirtilmektedir.
Amerikan Kongresi tarafından 9 Temmuz 2002 tarihinde, Nevada Eyaletinde bulunan
Yucca Dağının Ulusal Nükleer Atık Deposu olarak kullanılması onaylanmıştır. 27.3 Milyar
ABD Dolarına mal olacak bu tesiste toplam 77.000 ton nükleer atığın depolama maliyetinin
de 40–50 Milyar ABD Doları civarında olacağı hesaplanmaktadır (1 ton ~ 500.000 –
650.000 ABD Doları).
Sanayi atıkları ile evsel atıksu (kanalizasyon) ve evsel katı atıklarının (çöp) çağdaş
mühendislik normlarına göre yönetilemediği Türkiye’de, nükleer atıkların nasıl yönetileceği
ayrı bir sorundur. Bu sorunun en bariz örneği, 8 Ocak 1999 günü İkitelli’de radyoaktif
hastane atıklarının ‘yönetilememesi’ nedeniyle meydana gelen ve son dönemde dünyada
yaşanan büyük nükleer kazalardan biri olarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunca tescil
edilen İkitelli radyoaktif kazasıdır.
Nükleer Enerji Gelişmiş Ülkeler Tarafından Terk Edilmektedir
Gelişmiş ülkeler Nükleer Enerji Programlarından vazgeçerken, bu seçenek bizlerin
karşısına bir dayatma olarak çıkmaktadır. ABD Enerji Ofisinin öngörülerine göre, 2020
6
yılında Dünya üzerinde Nükleer Santral Kurulu gücünde önemli bir değişiklik olmayacağı,
ancak gelişmiş ülkelerde santral sayısı azalırken, yeni santrallerin sadece gelişmekte olan
ülkelerde kurulacağı belirtilmektedir. Bu öngörülere göre 2000-2020 yılları arasında,
Nükleer Enerji Kurulu gücünde; Kuzey Amerika’da % 20.5, Batı Avrupa’da % 18.2,
Sovyetler Birliği’nde % 19.5 oranında bir azalma beklenirken, Asya’da % 72.1, Orta ve
Güney Amerika’da % 32.0 ve Afrika’da % 23.9 oranında bir artış beklenmektedir. Sonuç
olarak Gelişmiş Batı nükleer beladan kurtulurken, bu bela ticari kaygılarla Gelişme
Yolundaki Ülkelerin başına sarılmaktadır.
Son 30 yıllık dönemde ABD’de 9.764 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılırken
35.000 MW’ın üzerinde Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuştur. Benzer şekilde; Almanya’da
6.000 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılarak 27.000 MW Rüzgar Enerjisi Santrali
kurulmuş, Fransa’da 4.000 MW kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılarak 5.600 MW
Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuş, İngiltere’de 3.300 MW kapasitesindeki Nükleer Santral
kapatılarak 5.200 MW Rüzgar Enerjisi Santrali kurulmuş, İspanya’da ise 600 MW
kapasitesindeki Nükleer Santral kapatılarak 20.000 MW Rüzgar Enerjisi Santrali
kurulmuştur.
Nükleer Enerji Pahalıdır
Nükleer enerji anlaşması pahalı bir seçenek olarak Türkiye’nin geleceğini ipotek altına
almıştır. Türkiye, Nükleer Santraldan ortalama 12.35 sent gibi çok yüksek bir tarifeden, 15
yıl boyunca elektrik satın almayı garanti etmiş durumdadır. Türkiye ortalama fiyat
üzerinden, Rusya’ya 15 yılda satın alacağı 415 milyar kilovat saatlik elektrik karşılığında
51 milyar dolar ödeyecektir.
Nükleer santralden üretilen elektriğin kilovat saatine 12.35 sent veren siyasi iktidar, aynı
cömertliği yenilenebilir enerji kaynakları için göstermemektedir. 08.01.2011 tarih ve 27809
sayılı Resmi Gazetede yayınlanan “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi
Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile
Hidroelektrik ve Rüzgardan üretilecek elektriğe 7.3 sent/kWsaat, Jeotermal kaynaklardan
üretilecek elektriğe 10.5 sent/kWsaat, Biyokütle (çöp gazı dahil) ve Güneş enerjisinden
üretilecek elektriğe ise 13.3 sent/kWsaat fiyat vermiştir.
Diğer taraftan, Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 50’ye yakını doğalgaz çevrim
santrallerinden karşılanmaktadır. Elektrik fiyatlarının yüksek olmasında baş rolü oynayan
Doğalgazın çok büyük bölümünün Rusya’dan alınmasının yanı sıra, yüksek maliyetli
nükleer enerjide de aynı ülkeye bağımlı olunması Rusya’ya olan enerji bağımlılığını daha
da artıracaktır. Zaten halkta çok büyük ödeme zorluğu yaratan elektrik faturaları, böylece
daha da kabaracaktır.
Sonuç olarak; hem Akkuyu, hem de Sinop’ta meydana gelecek bir radyoaktif sızıntının
Türkiye’nin hemen hemen tamamını etkileyeceği görülmektedir. Trakya’da kurulacak bir
santralin ise en az Akkuyu ve Sinop kadar risk taşıyacağı söylenebilir.
Böylesine kritik bir kararda, bilimsel gerçekleri dikkate almadan çok aceleci davranan, bu
konuda yıllardır görüş üreten sivil toplum örgütleri ve meslek odaları ile iletişime geçmeden
halkımızın geleceğini belirsizliğe sürükleyen hükümet, yaşanacak tüm olumsuzluklardan
sorumludur.
7
Türkiye Sera Gazı Salımında “Dünya Liderliği”ne Oynuyor!
Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonları 2010’da da rekor kırarak artmaya devam etti.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Sekretaryası’na TÜİK
tarafından Nisan 2012’de teslim edilen 1990-2010 Ulusal Envanter Raporu’na göre,
Türkiye’nin 2010 yılı toplam sera gazı emisyonları 401,92 milyon ton CO2e (karbon dioksit
eşdeğeri) olarak gerçekleşti. Bu, ülkenin emisyonlarını 1990’a göre %115 arttırdığı
anlamına geliyor.
Rapora göre Türkiye 2010 yılında 2009 yılına göre 32,3 milyon ton daha fazla CO2 saldı.
Artışın en önemli kaynakları enerji ve sanayi sektörleri. Örneğin demir-çelik sektörü tek
başına bir yıl içindeki artış miktarının üçte birinden sorumlu. 2010 yılında 2009’a göre 11. 4
milyon ton daha fazla CO2 emisyonuna neden olan sektör, kendi emisyonlarını sadece bir
yıl içinde ikiye katlamış durumda.
Benzer bir şekilde, çimento sektörü de ciddi bir artış sağlayarak, anahtar sektörlerde bir
basamak daha yukarı çıktı ve üçüncü en fazla salım kaynağı oldu.
Ancak birincilik yine enerji sektöründe: 2010 yılında Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının
%71’i enerji sektöründen kaynaklanmış durumda. 2010 yılında sadece elektrik üretiminden
dolayı ortaya çıkan 106,82 Milyon ton CO2 salımı, atmosfere bu sektörde 1990’a göre
%252 daha fazla CO2 bıraktığımızı gösteriyor. Öte yandan Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı, Elektrik Enerjisi Piyasası ve Arz Güveliği Stratejisi Belgesi’nde 2023 yılına kadar
bilinen tüm yerli linyit ve taşkömürü yatakları kullanılmasını hedeflediğini belirtiyor. Yine
aynı Bakanlığın 2011 Mavi Kitap adlı raporunda, 2010 yılında 30.583 MW olan termik
santrallerin kurulu gücünün 2020 yılında 62.273 MW’a çıkarılması öngörülüyor. Yani, 2020
yılına gelindiğinde Türkiye’nin elektrik ihtiyacını karşılamaya yönelik altyapısının %65’i hala
fosil yakıt bazlı olacak. Öyle görünüyor ki, tüm bu planlamalar hayata geçirilirse, iklim
değişikliği ile mücadeleye tersinden bir yaklaşımla Türkiye, sera gazı salımı artış hızında
“Dünya Liderliği”ne oynamaya devam edecek!
Türkiye 2009-2011 yılları arasında ulusal iklim değişikliği politikalarını oluşturmak için
birçok çalışma yürüttü. Ulusal İklim Değişikliği Strateji Belgesi 2010-2020 (İDES) ve Ulusal
İklim Değişikliği Eylem Planı 2011-2023 (İDEP) bu çalışmaların sonucunda ortaya çıkan iki
önemli politika planlama belgesi. Ancak her iki belge de yakından incelendiğinde,
içerdikleri strateji, politika ve eylemlerin, ülkenin hali hazırdaki çevresel, sosyal ve
ekonomik olarak pek de “sürdürülebilir” görünmeyen ulusal ve sektörel kalkınma
politikalarını aynen benimsediği gözlemleniyor. İklim değişikliği ile mücadeleye yönelik
hazırlanan bu ulusal planlamalarda somut sayısal bir ulusal sera gazı azaltım hedefi yok.
Yenilenebilir enerjinin toplam üretim içindeki payına dair bir hedef tanımlanmamış. Kömür
yatırımlarının durdurulması veya azaltılması planlamalar dahilinde değil. Sanayiye İD ile
mücadelede neredeyse hiçbir somut sorumluluk yüklenmemiş durumda. Ulaştırma
sektöründe sektörün Ana Planı’nın hazırlanması için bile 2023 yılına vade verilmiş.
Dolayısıyla İDES de İDEP de sera gazı emisyonlarının kontrolü için gereken anlamlı
katkıyı yapma kapasitesine sahip görünmüyor.
Uluslararası düzeyde ise, Türkiye kendisini konjonktüre göre kâh dünyanın en gelişmiş
ekonomileri arasında, kâh sanayileşmesini tamamlamamış “gelişmekte olan ülkeler”
8
sınıfında saymaya devam ediyor. Bu değişkenliğin en çarpıcı örneği Türkiye’nin iklim
değişikliği ile mücadelede aldığı konumda karşımıza çıkıyor.
Türkiye’nin iklim değişikliği ile uluslar arası mücadele çabalarında aktif rol alabilmesi için
uluslar arası toplumun kendisini finansal ve teknolojik olarak desteklemesi gerektiğini,
çünkü hala gelişmekte olan bir ülke olduğunu vurguluyor. Son beş yıldır BMİDÇS
çerçevesinde devam eden ve Kyoto Protokolü ile başlayan ülkelerin sera gazı
emisyonlarını nasıl ve ne tür sorumluluk alacaklarının tartışıldığı Uluslar arası
müzakerelerde Türkiye’nin masaya getirdiği tek somut öneri bu.
Şu an Türkiye’nin Sözleşme kapsamındaki yeri dolayısıyla, 2013 sonrasında BMİDÇS
kapsamındaki finansman mekanizmalarından yararlanıp yararlanamayacağı belli değil.
Öte yandan diğer uluslar arası finans mekanizmaları/kuruluşlarını ülkeye bu kapsamda
ciddi yatırımlar yapmaya başladı. Örneğin, Türkiye iklim değişikliği için oluşturulmuş ve
hâlihazırda işleyen en önemli çok-taraflı uluslararası fonun ilk kullanıcısı olmuş durumda.
Koordinasyonunu Dünya Bankası’nın yaptığı Temiz Teknoloji Fonu ve Dünya Bankası’nın
sağladığı eş finansman ile enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji yatırımları için 2009
yılında 600 milyon dolarlık bir kredi desteği sağladı. Bu fondan Mart 2012 tarihine kadar
172 proje ile 250 milyon dolar kullanıldı. Benzer şekilde Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası
ve Avrupa Yatırım Bankası gibi başka birçok uluslar arası finans kuruluşu da enerji
sektöründe benzer yatırımlar için Türkiye’de özel sektöre kredi sağlıyor.
Tüm bu gelişmelerde asıl çarpıcı olansa iklim değişikliği ile mücadele adına yapılan bu
finansal desteklerin Türkiye’de büyük tartışma konusu olan HES projelerine de ciddi
çevresel etki analizleri yapılmadan ve çevre yönetimi standartları getirilmeden veriliyor
olması. Bu krediler kapsamında yenilenebilir enerji kaynağı olarak değerlendirilen
HES’lerin, şu anki uygulamalar değerlendirildiğinde hem proje aşamasında hem de işletim
esnasında özellikle orman ve su ekosistemlerine ciddi zararlar verdiği bilim insanlarınca
gözlemleniyor. İD ile mücadelede ormancılık sektörünün ve su yönetiminin önemi göz
önünde bulundurulduğunda sormadan edemiyoruz: bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!
SUYUN TOPLUMDAN KOPARILIŞINA VE HALK TEPKİSİNE RAĞMEN
HİDROELEKTRİK SANTRAL (HES) İNŞAATLARINA DEVAM!
Suyun varlık nedeninden uzaklaştırılıp, “enerji üretme görevine” hükümet tarafından
atanması ile birlikte, zaten su fakiri olan ülkemiz hep toplumsal hem de çevresel sorunlar
ile boğuşmak durumunda bırakılmıştır. Çağdaş yaşam standartlarında bir insanın su
ihtiyacı 150 litredir. Sanayileşmiş ülkelerde bu ihtiyaç 266 litre iken, Afrika’da 67 litre,
Asya’da 143 litre, Arap Yarımadasında 158 litre, Latin Amerika’da 184 litre ve Türkiye’de
ise 111 litredir. Bir ülkenin su zengini olabilmesi için yıllık kişi başına düşen su miktarı 8000
– 10000 metreküp olmalıdır. Ülkemizde ise bu miktar 1430 metreküptür. Bu verilerden
görüleceği üzere ülkemiz su fakiridir.
DSİ verilerine göre, 2030 yılında nüfusu 80 milyon olacak olan ülkemizde, bu tarihlerde kişi
başına düşen yıllık su miktarı 1100 metreküp olacaktır. Bugünün istatistiklerine göre 2050
ve 2100 yıllarında Türkiye’yi ciddi su krizleri beklemektedir.
Hal böyleyken ve tüm dünya bu verileri bilirken, suyumuza, toprağımıza sahip çıkılması
gerekirken, yaşam kaynağı olan “su”yun toplumdan koparılması, ticari bir meta olarak
değerlendirilerek derelerimizin, akarsularımızın, nehirlerimizin ve yer altı sularımızın
9
kiralanması, varlık nedeninden kopartılarak enerji kartellerine terk edilmesi, bilimden ve
teknikten ve kuşkusuz kamu yararından ne kadar uzak olunduğunu göstermektedir.
Halkın tepkilerinin yine göz ardı edildiği bir alan olan HES projeleri biran önce durdurulmalı
ve derelerin tekrar özgür akması sağlanmalıdır. Aksi halde, biyoçeşitliliğindeki yoğunluğu
ile övündüğümüz ülkemizin flora ve faunasının tükenişine hep birlikte tanık olacağız.
SULARIMIZIN TİCARİLEŞTİRİLMESİNDE YENİ BİR ARAÇ:
658 SAYILI KHK‘YLA KURULAN "bağımlı" TÜRKİYE SU ENSTİTÜSÜ
Ülkemizin çevre politikasını, çevre yönetimini ve bu alanlardaki tüm idari yapıları
şekillendiren konular da TBMM‘den ve halkımızdan kaçırılan KHK‘lar arasında yerini
almıştır. Dikensiz gül bahçesi yaratılması kaygısı ile yapılan değişikliklere Su Enstitüsü‘nün
kurulması da eklenmiştir.
2 Kasım 2011 tarih ve 658 Sayılı KHK ile Türkiye Su Enstitüsü kurulmuş, görev ve yetkileri
tanımlanmıştır. Doğa ve halk sağlığı açısından hayati olan ve ülkemizin idari yapısında
yeni yaklaşımları içeren bir düzenlemenin halktan, bilim insanlarından ve bağımsız
kurumlardan adeta kaçırılarak kurulması kaygı vericidir.
KHK‘nın içeriğinde önemli çelişkiler ve soru işaretleri bulunmaktadır:
•Diğer ülkelerde oluşturulan su enstitüleri bağımsız, bilimsel-teknik çalışmalar
yapan ve bunu topluma, kurumlara sunan bir yapıya sahiptir. Bakanlıklar üstü, özerk bir
yapıya sahip olması gereken enstitü hükümet güdümlü bir şekilde yapılandırılmıştır.
•Devletin küçültüleceğini iddia eden bir iktidarın devlet bürokrasisini bilimsel yapıya
sahip olması gereken bir kurumda kökleştirmeye çalışması ciddi bir çelişkidir. Türkiye Su
Enstitüsü, bilimsel, özerk ve demokratik bir yapıya sahip olması gereken bir kurum halinde
yapılandırılmalıdır.
•Enstitünün yapacağı işler zaten başka kamu kurumlarının örneğin DSİ, Orman Su
İşleri‘nin ilgili birimlerinin sorumluluğundadır. Sorumlulukların üst üste binmesine, yetkilerin
çatışmasına yol açabilecektir.
•Enstitü‘nün hangi "sularla" (göl, deniz, akarsu) ilgili çalışma yapacağı
belirtilmemiştir.
•Suyun "sektör" olarak algılanması, doğanın ve suyun ticari meta olarak
değerlendirildiğini göstermektedir. Bu yaklaşım ile suların kamu yararı ilkesi doğrultusunda
yönetilmeyeceği açıktır.
•Enstitülerin, özellikle de yaşamla doğrudan bağlantılı olan "su" enstitüsünün ilkeler
çerçevesinde yapılandırılması gerekmektedir. Bu anlamda, KHK‘da belirtilen projelerin
neler olacağının ve ulusal-uluslar arası kurum ve kuruluşların çerçevesinin net çizilmesi
için ilkelerin belirlenmesi gerekmektedir. Böyle bir enstitünün, suyun ticarileştirilmesi
10
sürecinin önüne geçilmesi adına kamu yararı, halk sağlığı ve çevre sorunlarının
engellenmesi ilkeleri uyarınca yapılandırılması gerekmektedir.
•Enstitü personelinin sözleşmeli olması öngörülmektedir. İş güvencesi olmayan,
gelecek kaygısına sahip personel çalıştırılması güdümlü personel politikasının göstergesi
ve kamu kurumlarının "şirket" mantığı ile yönetilme isteğinin yansımasıdır. Su
Enstitüsü‘nde görev yapacak personelin bağımsız düşünmesinin önü açılmalı,
görüşlerinde güdümlü, bürokrasi ve yönetici baskısından arındırılmalıdır.
DERT ÜLKEMİZİN TABİATI VE BİYOÇEŞİTLİLİĞİ DEĞİL,
“TALANIN” MEŞRULAŞTIRILMASIDIR!
2012 yılında gündemde yine önemli bir yer tutacak olan Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma
Kanunu Tasarısı, TBMM Çevre Komisyonu’ndan tekrar görüşülmeye başlanmıştır.
CENNET MEMLEKET, DEĞER BİLMEYEN YÖNETİCİLER VE İKTİDARLAR…
Türkiye, Avrupa kıtasında bulunan bitki türlerinin %75’ini barındırmakta olup, bunun üçte
birini endemik bitkiler oluşturmaktadır. Ülkemiz, 80.000'in üzerindeki türe ev sahipliği
yapmaktadır. Kuş göç yolları üzerinde bulunması sebebiyle, Türkiye pek çok kuş türü için
anahtar ülke konumundadır. Ülkemizde yaklaşık 454 kuş türü olduğu bilinmektedir.
Bunlardan bir kısmı küresel olarak tehdit altında olan türlerdir.
TASARI BU HALİYLE ÜLKEMİZDEKİ BİYOÇEŞİTLİLİĞİN YANİ YAŞAMIN TÜKENİŞİNİ
İLAN ETMEKTEDİR!
Hükümet tarafından Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanun tasarısı tekrar gündeme
getirilmiştir. TBMM Çevre Komisyonu’nda görüşülmeye başlanan kanun tasarısı, mevcut
haliyle ülkemizin doğal zenginliklerinin yok edilmesinin önünü açmaktadır.
Genel olarak koruma kullanma düşüncesi üzerinde hazırlanan tasarı, benzer diğer
kanunlarda olduğu gibi doğal varlıkları, ekonomik kaynak olarak görmekte ve “doğal
varlıkları kullanma” fikri üzerinden hazırlandığı anlaşılmaktadır. Koruma-kullanma
dengesinde koruma ihmal edilirken kullanım ağırlık kazanmaktadır. Doğal varlıkları
ekonomik değer olarak kullanma anlayışı, günü kurtaran ekonomik girdiler sağlamayı
hedeflemekte ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının yok sayılmasını göstermektedir. Bu
yaklaşım; talanı, rantı, yok oluşu, ülkemizdeki insanların sağlıksızlığa itilmesi meşru
kılmanın yanı sıra, ülkemizin taraf olduğu birçok uluslar arası sözleşme ve Anayasa’nın 56.
Maddesi ve diğer ilgili maddelere aykırı olduğu görülmektedir.
KULLANMA DEĞİL! KORUMA ZAMANI…
Ülkemizdeki 1,876 tür yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Gün “kullanmanın,
kiralamanın, tahsisin, affında” değil, korumanın ve yaşamın savunulmasının günüdür! Aksi
halde, böylesine zengin biyoçeşitliliğe sahip ülkemizde, doğa yok olacak ve halk sağlığı
tehdit altında kalacaktır.
ÇALAKALEM HAZIRLANMIŞTIR
Kanun tasarısının; anlaşılamayan anlatım dili sonucu, yetki ve sorumluluklar net olarak
ifade edilmemektedir, bu durum “kötü” kullanım ve suiistimalleri mümkün kılmaktadır.
11
Yükümlülükler ve doğal varlıkların çeşitli vakıf, dernek ve üçüncü şahıslara kiralanmasına
izin verilmesi gibi hükümlerle, çalakalem, yangından mal kaçırırcasına, doğayı ve çevreyi
umursamayan bir yaklaşımla hazırlandığını göstermektedir.
Tasarı ile “koruma kullanma dengesi” gözetilmeden ülkenin kara, kıyı, sucul ve deniz
alanlarındaki ulusal ve uluslararası öneme sahip doğal değerler üzerinde ekonomik
faaliyetler yapılacak, korunan alanlar (Milli Park-Doğal Sit-Özel Çevre Koruma Bölgeleri
vb.) yatırımlara açılacaktır.
Uluslararası sözleşmelere ve AB direktiflerinde yer alan koruma felsefesine uyumlu olarak
hazırlanması zorunlu olan bir koruma kanunun gerekçe maddelerinde toplumsal kalkınma
ve insan odaklı bir anlayışın olması söz konusu kanunun uygulama sonuçlarını daha
şimdiden ortaya sermektedir.
BELİRSİZLİKLER ARTTIRILMAKTADIR!
Doğal Varlıkların korunması konusunda her türlü düzeyde plan yapma ve tescil yetkisinin,
asıl amacı yapılaşma ve kentleşme olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na emanet edilmesi
doğal varlık tahribatını ve yok edilmesini daha da kolaylaştırmaktan farklı bir sonuca
ulaşamayacaktır. Söz konusu bakanlık, koruma alanlarını nasıl belirleyecektir? Bakanlık
kadrosunda koruma alanı tescili konusunda, çevresel hassasiyeti olan uzman kadrolar
bulunmakta mıdır? Üniversitelerin ve bilim insanlarının görüşleri alınacak mıdır ve nasıl bir
yöntem izlenecektir? Bu sorular tasarıda cevap verilememektedir.
YETKİ VE SORUMLULUK KARGAŞASI ARTACAKTIR!
Çevre ve doğal varlıklar konusunda mevcut olan yetki ve sorumluluk karmaşası yeni kanun
tasarısıyla daha da artacaktır. Kanun tasarında, yerel halkın karar verme sürecine
katılmasını kolaylaştıracağının amaçlandığı belirtilse de mevcut uygulamalarda yerel
halkın tüm direnişine rağmen doğal varlıkları tahrip eden yatırımlar (Örneğin HES ve
Nükleer Santraller) engellenmemekte ve halkın talepleri, tepkileri göz ardı edilmektedir.
TASARI BİLİMDEN YOKSUN HAZIRLANMIŞTIR!
Gerekçe maddesinde yer alan “katılım kavramı, doğal kaynakların yönetilmesi ve
korunmasında izlenen son yönetim trendlerinden biridir” ifadesi hem doğal kaynak
yönetimini ve korunmasını popüler olmak adına yapılan bir kavram olduğunun
zannedildiğini göstermekte hem de antik Yunandan beri demokrasinin ana ilkesi olan
katılım kavramını son moda bir trend olarak görmektedir. Gerekçesi bu kadar üstün körü
hazırlanan bir kanun tasarısı kabul edilmeden önce mutlaka bir kez daha gözden
geçirilmelidir.
TASARIDAKİ MADDELER ÜZERİNE GÖRÜŞLER:
Madde 2: Uluslar arası dokümanlardan çeviri olabileceği düşünülen bazı tanımlar (Koruma
Alanı, Korunan Alan v.b.) net değildir.
Madde 3:
a) Koruma ve Kullanma dengesi ilkesi kullanma yönünde kötüye kullanılabilecektir.
e) “Bu kanunda tanımlanan korunan alanların birden fazlasının özelliklerine sahip olsa
dahi, koruma altına alınan bir alanın tek bir korunan alan adı altında ilan edilmesi” ifadesi
Madde 7/c/8 bendindeki “Planlanan her korunan alan tek birim tarafından yönetilir. Aynı
12
koruma alanın farklı bölgelerinde veya bölgeleri içindeki farklı kısımlarda, farklı koruma ve
kullanım kararları alınabilir.” ifadesi ile çelişmektedir.
Madde 4/2: Özel koruma alanı ifadesi yer almaktadır ancak bu ifadenin ne anlama geldiği
tanımlar bölümünde açıklanmamıştır.
Madde 6: Yeniden değerlendirme maddesi ile daha önceden koruma alanı olarak ilan
edilmiş bir alanın sınırlarının değiştirilebileceği, kısmen veya tamamen farklı statü
kapsamına alınabileceği veya koruma alanı kararının kaldırılabileceği hükmü yer
almaktadır. Bu konuda yetkili olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığının hangi şartlarda bu
yetkiyi kullanabileceği açık olarak ifade edilmemekle birlikte daha önceden koruma alanı
ilan edilen doğal varlıkların istenildiğinde bu statüsünün kaldırılmasının önü açılmaktadır.
Madde 8: Üstün kamu yararı tam olarak doğa korumayı sağlayacak şekilde
tanımlanmamıştır. Mevcutta üstün kamu yararı ile ilgili olarak sadece bazı yargı kararları
mevcut olmakla birlikte Yargıtay ve Danıştay üstün kamu yararını birbirinden farklı olarak
tanımlanabilmektedir.
Madde 10: Ulusal Çeşitlilik Danışma Kurulu’nda özel sektörün olmasının sebebi
anlaşılamamaktadır. Siyası ve ekonomik gücü olan özel sektörün kurulda yer alması doğal
varlıkların korunmasında olumsuz sonuçlar doğurabilir, çıkar grubu olan bu yapıların
bağımsız, tarafsız ve bilimsel yürütülmesi gereken bu sürece katkıdan çok zarar vereceği
tarihsel bir gerçekliktir.
Madde 14: Korunan alanların ilanından önce mevcut tesislere (burada yer alan tesis
ifadesi bile endüstriyel tesislere izin verileceği anlamına gelmektedir.) izin verilmesinin önü
açılmaktadır. Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra 3 yıl gibi çok uzun bir süre içinde ilgili
yönetmeliklerin çıkacağı ve koruma alanlarının ilan edileceği göz önünde
bulundurulduğunda koruma ilanı öncesinde birçok doğal varlığın işgal edilebileceği ve
mevcut tesis statüsünde faaliyetlerine devam edebileceği anlaşılmaktadır.
Madde 26: Bu tasarı ile doğal alanlar, ulusal ve uluslararası öneme sahip Özel Çevre
Koruma Alanları kullanıma açılacak, doğada meydana gelen tahribat ise caydırıcı niteliği
olmayan cezalara tabii tutulacaktır.
Madde 28: Turizm Teşvik Kanunu ile çakışma olması durumunda koruma kalkınma
dengesi kalkınma yönünde kullanılacak ve Turizm Teşvik Kanunu’nun hükümleri
uygulanacaktır. Bu maddede bile açıkça derdin doğal hayat veya biyoçeşitlilik değil,
ekonomik girdiler olduğu çok açıktır.
Tasarı, koruma esası üzerinden şekillendirilmeli, bilim çevrelerinin ve meslek
örgütlerinin kamu yararı gözeten önerileri taslakta yerini almalıdır. Tasarının bu
haliyle kanunlaşması durumunda; talanın, yok oluşun meşrulaştırıldığı ve gelecek
nesillerin sağlıksız bir ülkede ve dünyada yaşayacağı su götürmez bir gerçektir. Ve
tarih bu yok oluşun sorumlularını asla unutmayacaktır…
13
Download