hira`yı görebilmek - Bilkent University

advertisement
Beren Beliz Öztekin
HİRA’YI GÖREBİLMEK
1500 sene evvel, Arabistan’ın çölleri hiç olmadığı kadar kurak, hiç olmadığı kadar verimsiz… Masum kız
çocuklarının çığlıkları, kaçırılıp zorla evlendirilen kadınların yakarışlarına karışıyor… Açgözlü tüccarların
para düşkünlüğü, nice masum bebeği daha kundaktayken açlıktan öldürüyor. Zenginlerin ağzı dolup
taşan altın sandıkları, altında ezilen kölelerin kemikli sırtında taşınıyor yeni “tanrılar” yaptırmak için.
Erkeğin koşulsuz ve devamlı artan egemenliği, toplumun içindeki zehirli bir sarmaşık gibi var olan tüm
düzeni yok ediyor. Sokaklar, mahremiyeti artık bir düşman olarak görüyor; insanın içindeki aç nefis gün
geçtikçe hayvanlaşıyor, hırçınlaşıyor ve daha da fazlasını istiyor. Daha çok para, daha çok kadın, daha
güçlü egemenlik ve sınırsız özgürlük…
Ve kadınlar… Erkeğin kölesi, toplumun en düşük mertebesi… Çiftleştirilen hayvanlar gibi önce doğurması
beklenir, ardından erkek evlat veremezse “çürüklüğü” bir ömür boyu üzerinden silinmeyecek kara bir
leke olarak onu yaşarken diri diri toprağa gömer. Oysa zaten çoktan ölmüştür o ana, saçlarını okşamaya
bile kıyamadığı kızının gözyaşlarıyla o kızgın kumları yağmurlardan daha çok ıslattığı anlarda. Ya da
ölüyordur altı yıl, altı kocaman yıl. Besleyip büyüttüğü kızını güzelce giydirip babasıyla bir yolculuğa
çıkarmak için… Yolculuğun sonu, babanın seçimi… Yolculuğun sonu, küçük bir kızın kuyuya düşerken ki
hayal kırıklığı ve anlam veremediği o koca dünya… Ve Kâbe… Cahiliye’nin Arapları; binlerce yıldır
insanların ruhunu bir güneş gibi aydınlatan, kirlenen ve susamış nefisleri huzuruyla doyuran gül
bahçesini, egolarının ve hırslarının çamurlu suları ile suluyordu. Böyle bir karanlıkta gün aydınlanırdı
aydınlanmasına ama aymayan kalplere, doymayan ruhlara yeni bir güneşin ışıkları değmeliydi. Kendi
benliğinde kaybolan insanoğluna, kendini yeniden tanıma fırsatı verilmeliydi ve yok etmek için suya
karışan çamuru; suya yeni bir kaynak, yeni bir yol, yeni bir yön verilmeliydi… İşte bu zamanda, Hz.
Muhammed bu çamurlu suyun içine doğanlardandı. Üstelik öyle bir çamur, öyle bir bataklığa
dönüşmüştü ki bu cahiliyet, içine düşmemek, kirlenmemek elde değil. Bir toplumun yaşadığı ve yaşattığı
en acımasız ve en gerici yıllarda, onları ileri götürebilecek bu nadide öğretmen bir yandan kendi kendine
fark ettiği bu bataklıktan çıkmaya çalışırken bir yandan küçücük bedeni verdiği kayıplara alışamıyor, gün
geçtikçe bu yanlışların içinde neye alışacağını bile bilemez bir hâle geliyordu…
Zamanının dünyasını köklü bir şekilde değiştirip, bu değişimin güçlü dalgalarının hala hayatımıza yansıyıp
bizim de dünyalarımızı değiştirmeye devam etmesine sebep olan tüm zamanların en etkili kişilerinden
biri… Onun hakkında yazılan binlerce, milyonlarca kelimede o ve onun anlatıları hep öğretici, yol
gösterici, aydınlatıcı, eşitlikçi… Ama onu düşünürken bir şey eksik… Suriye rejiminin kendi vatandaşlarına
karşı başlattığı savaşta birbirine düşen Müslüman halk… Birçok Müslüman devletin çıkarları uğruna
kullandıkları İslam Dini… Amerikan islamofobiklerinin hâlâ New York metrolarına astıkları “biz ve onlar”
posterleri… Tüm bu yaşanan acı verici olaylarda, anlaşılması gereken Muhammed neredeydi? Onu ve
öğretilerini doğru anladığını iddia eden taraftarları, onun tüm gerçekliği ve netliğiyle bilinmesini daha da
zorlaştırmıyor muydu onun sözlerine duymadıkları sadakatleri ve acımasızlıklarıyla… Oysa o kendisine ve
dolayısıyla Kuran’a inanan tüm Müslümanlara: “Alaylara aldırış etme, onları görmezden gel. Onları kendi
hâline bırak, onlara yüzünü çevir…” derken… Tüm bu İslam karmaşası içinde, Hz. Muhammed’in bunca yıl
doğru anlaşılmamış olması, onun karşısında tüm insanlık adına ezilen bir ruh hâli veriyor insana, hayatını
okuyup gerçeklerle karşılaşınca ve onu bir bütün olarak görünce… Kullanıldığı tüm amaçlardan uzak;
fedailikten, dini adanıştan, duygusallıktan, paradan, güçten…
Onun hayatının içinde doğru Muhammed’i görmek o kadar da zor değil aslında… Yaşadığı tüm olaylarda
belki de şimdilerde görünmesi istenmeyen “insanlığı” bağırıyor görülmek için, tüm yapaylıktan ve
sahtelikten uzak… İslam dünyasının kaderini değiştiren 610 yılının bir gecesinde mesela… Biraz iç
sükûneti, biraz da toplumun gittikçe ağırlaşan ahlaksızlıklarından yorulmuş bedeni için rahatlamak
amacıyla gittiği Mekke’nin biraz ötesindeki Hira Mağarası’nda belki de görmeyi en son umduğu şey,
vahyin ve ilahi ilhamın kör edici ağırlığıyla karşılaşmaktı. Sıradan ve tamamıyla insani ruh ve bedeni nasıl
kaldırırdı böyle bir ağırlığı? İşte tam bu noktada bence görülmesi gereken şey; orada ne olduğu değil,
aslında ne olmadığıdır. Böylesine ilahi bir olaydan sonra yaşadığı tecrübeyi dağdan aşağı sevinç çığlıkları
atarak değil, oldukça korkuyla ve inkâr ederek karşılamıştı. Yanında ne neşe saçan bir melek korosu ne
de başında altın bir hare yoktu, coşku ve sevinçten mest olma yoktu. İlk başlarda, başına gelenin zihninin
kendisine oynadığı bir oyun sanmıştı hatta en kötü ihtimalle kötü bir cinin ona saldırdığını… Öyle bir
ağırlığı tecrübe etmişti ki aklına ilk gelen en yüksek uçurumdan atlayıp bu tecrübeye bir son vermekti. Bu
son derece doğal olan insanlık tepkileri; benim onu bir sembolden, bir konudan, bir araçtan çok daha
fazlası, bir insan olarak görmemi sağladı. Saygı duyulması gereken bir insanoğlu; ihmal edilmiş bir
yetimden, milyonların alkışladığı bir lidere… Ötekileştirilmiş bir yabancıdan, zamanının en güçlü liderine…
Güçsüzlükten, güce… Ön yargıların, basmakalıpların, düşünülmemiş kararların, sembollerin,
başörtülerinin, mezheplerin ötesine… Onu bir bütün olarak görerek…
Download