KEMAL ORUÇ İLE TİYATRO ÜZERİNE Burcu Bilir Burcu Bilir

advertisement
YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
SAHNE YÖNETİMİ BÖLÜMÜ
KEMAL ORUÇ İLE TİYATRO ÜZERİNE
Burcu Bilir
Burcu Bilir: Merhaba, bugün Kemal Oruç ile röportaj yapıyoruz. Tiyatro Eğitim
Derneği Başkanı, Drama Kumpanya’nın kurucusu ve sanat yönetmenisiniz.
Onlarca tiyatro temelli sosyal projenin koordinatörlüğünü yaptınız. 18 yıl içinde
yaklaşık altmış oyunda yazar, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldınız. Yazdığınız
büyük/kısa oyunlar hem Türkiye hem de yurtdışında yüzün üzerinde tiyatro
topluluğu tarafından sahnelendi.
Oldukça fazla çalışmanız var. Peki, oyunculuğa nasıl başladınız, bu alanda
ilerlemeye nasıl karar verdiniz?
Kemal Oruç: Merhaba. Ben 14 yaşına kadar kekemeydim. Lisede kâğıt üzerinde çok
başarılı bir öğrenciydim. İngilizcem iyiydi ama konuşamıyordum. İngilizce öğretmenim bir
çözüm bulabileceğini ve beni sahneye çıkarmak istediğini söyledi. Ben de aşırı utangaç
ve asosyal bir çocuk olduğum için bunu kabul etmedim. Hatta okula gelmedim.
Öğretmenim çok rica etti. Bir provaya katıldım, yapamayacağımı söyledim. Sonra bana
küçük bir rol yazdı. Tamamı 45 dakika, 5 epizottan oluşan bir oyundu. İngilizceydi. Bana
başrolü, Mr. Smith’i vermek istedi ama mümkün değil, ben yapamayacağımı düşündüm.
Sonra bana bir Türk karakter yazdı: Barbaros. Havaalanında Amerikalılar geliyor.
Barbaros da onlara kilim ve halı satıyor. Hayatımdaki ilk repliğim şuydu: "Abi, pardon
mister! Come this way! Gel mister, gel! Bak the most beautiful carpets and rugs are
here! Carpets, rugs! Saf ipek hem de!"
İşte Amerikalılar gelecek, ben bu repliği söyleyeceğim ve benim işim bitecek. Tabii çok
büyük bir korku vardı. Hatta sahneye çıkmıyordum, öğretmenim beni son anda sahneye
itti. O sırada her şey siyah beyaz oldu. Sahnede bir çukur açılmıştı benim için, kusmak
üzereydim, seyirciler havada uçuşuyordu. Sonra birden toparlandım, derin bir nefes
aldım ve artık repliğimi söylemem gerekiyor, dedim. Bağırarak mı, artık nasıl söylediğimi
bilmiyorum. Repliğimi söyledim, rahatladım ve fark ettim ki henüz Amerikalılar gelmemiş.
Sahne kenarında İngilizce öğretmenim duruyordu. “Tamam, olsun bir daha söylersin,
kimse bilmiyor oyun metnini.’’ dedi. Amerikalılar gelince repliği bir daha söyledim.
Sahneden indim kulise ağlamaya gidiyordum. Öğretmenim omzumdan tuttu, o kadar tatlı
gülümsüyordu ki. “Senden istediğim tek şey sahneye çıkmış olmandı, oraya gidip
beklesen bile benim için yeterdi. Teşekkür ederim.’’ dedi. O kadar tatlıydı ki
gülümsemesi, ben iyi bir şey yaptığımı zannettim. Kulise gidip kısa bir süre düşündüm.
Böyle yapması beni yüreklendirmişti. Geri dönüp, ikinci tabloya doğaçlama çıkmak
istediğimi söyledim ve izin verdi. Doğaçlama yaptım.
Yani tek bir gülümseme bütün hayatımı değiştirdi açıkçası. Sanırım eğitimci olmaya da o
sırada karar verdim, benim için dönüm noktasıydı o gülümseme. Üçüncü tabloda
arkadan yürüyen adam, dördüncü tabloda sevgilisiyle oturan adam, beşinci tabloda
kalabalık arasında duran adam gibi roller uydurup doğaçlama sahneye çıktım. Ve 14
yaşından bu yana aralıksız tiyatro yapıyorum. Lise 1’de, ben tiyatro yapacağım dedim,
hayatımda ilk tiyatro oyununu da o zaman izledim. Gittim okul tiyatrosu seçmelerine
katıldım, seçilemedim. Gidip yönetmene(Şener Kökkaya) “Çok istiyorum, bu benim
hayatım için çok önemli dedim. “Hoş geldin, sen de ekiptesin.’’ dedi. Tiyatroya devam
etmeye karar verdim. Hayatımda başardığım ilk olaydır bu.
B.B.: Birçok eğitim almışsınız. Tiyatro oyunculuğu için akademik eğitim şart
mıdır?
K.O. : Asla! Herhangi bir iş için eğitim şart. Ama tiyatro için konservatuar eğitimi şart
değil. Zaten Türkiye’de iyi bir konservatuar sistemi olduğunu düşünmüyorum. Sistem
yeniliğe açık değil. Genelde iş yapamayan hocalar bu bölümlerde eğitim vermekte.
Zaten devlet konservatuarında dört yıl eğitim alırken tiyatro yapmanız yasak, yani okul
dışında tiyatro yapamıyorsunuz.
Oyunculuk yeteneği dediğimiz şey herkeste var. Çünkü hepimiz çocuk olduk ve rol
oyunlarını defalarca oynadık. Tiyatro eğitimi dediğimiz şey şudur: size bir teknik, yöntem
öğretilir. Bir oyunu nasıl çözümleyeceksiniz, bir karakteri nasıl yaratacaksınız ve bunu
nasıl göstereceksiniz... Biz o yeteneğimizi birilerine gösterebilmek üzerine yeniden
düzenleriz. Eğitim bu konuda yardımcı olur. Ama konservatuarda sizi kaç kişi izleyecek,
sınıf arkadaşlarınız ve bir iki hocanız... Siz dört yıl boyunca en fazla on beş kişi için
kendinizi hazırlayacaksınız. Ama dünyada seyirci çeşitliliği o kadar fazla ki.
Konservatuarda kapalı kalarak tiyatro öğrendiğinizi sanıyorsunuz. Ben bunun doğru
olmadığını düşünüyorum. Eğer konservatuar eğitimi alırken, eş zamanlı olarak dışarıda
tiyatro yapılıyor olsa… Avrupa ülkelerinde öyledir mesela. Sizi zorunlu kılarlar, eğitime
başladığınızda tiyatro yapmak zorundasındır. Çünkü tiyatro dediğimiz şey, yaparak
öğrenilebilen bir şey. Sürekli seyirci kitlesine bir şey gösterilerek öğrenilebilecek bir
şeydir. O yüzden Türkiye’deki konservatuar sisteminin yararlı olduğunu düşünmüyorum.
Eğer konservatuar eğitimi alırken dışarıda kaçak olarak tiyatro yapıyorsa öğrenci, o
zaman başarılı olabilir diye düşünüyorum.
B.B.: Bir sonraki soruya da biraz değinmiş olduk, oyunculuk bölümlerini yeterli
buluyor musunuz?
K.O.: Bulmuyorum, biraz detaylandıralım o zaman. Özel okullarda eğitim alan öğrenci
dışarıda tiyatro yapabiliyor. Çünkü dışarda tiyatro yapacak ki özel okulun parasını
ödeyebilsin. Burada da şöyle bir şey var. Genelde hocalar toplama oluyor. Yani hoca
devlet okulunda çalışırken oraya da geliyor ya da diziden vs. geliyor. Mutlaka asistanları
oluyor, genelde derslere onlara giriyor. O yüzden eğitim sekteye uğruyor. Onu da çok
doğru bulmuyorum. Ben hep şunu savunuyorum: Kişi kendini hangi alanda olursa olsun
geliştirebiliyorsa, kendi başına öğrenebiliyorsa, keşfedebiliyorsa, en büyük eğitim budur.
B.B.: Sinema ve tiyatro oyunculuğu ilişkisi üzerine bir teziniz var. Bundan biraz
bahsedebilir misiniz?
K.O.: Türkiye’de kaynak yok, hazırlarken çok zorlandım. Yabancı kaynakları kullandım
hep. Sinema ve tiyatro üzerine birikimlerim vardı, onları olabildiğince aktardım.
Röportajlara baktığımda mesela, biraz eski kafalı oyuncularımız, kimisi “üstat” diyebilir, Ben yaptığı işe bakarım. Yaşı benim için önemli değil.- çoğu şunu diyor: “Oyunculuk
oyunculuktur, sinemada ya da tiyatroda fark etmez.’’. Nasıl yani? O zaman oyunculuk
dediğimiz şey hentbol ve futbolda da aynı mı? Hayır, biri elle oynanıyor, biri ayakla
oynanıyor. Kuralları neredeyse benziyor ama biri daha küçük sahada oynanıyor, diğeri
daha büyük sahada oynanıyor. Hentbol ve futbol kadar farklıdır tiyatro ve sinema
oyunculuğu. Bir kere teknik olarak farklı, araçları farklı. Birinde aynı ortamda bir seyirci
kitlesi var ve siz onlarla bir yaşam paylaşıyorsunuz. Sinemada karşılıklı yaşam ortamı
sağlanmaz. Seyirciye oynamazsınız, kameraya oynarsınız. Benim seyircim yönetmendir,
diye bakabilirsiniz, bu da sizi mekanikleştirir. Ama bu mekanikliğin de bir doğalı vardır.
Şöyle düşününün; bir sevgilim var diyelim, ben onunla yüz yüze sohbet etmeyi severim.
Ona gerçekten bakarak konuşmayı severim. Hiç konuşmasak bile onu orada görmek
beni çok mutlu eder. Ortak yaşamımız vardır orada, aynı havayı soluyoruzdur.
Sevgilimle telefonla konuşmak zorunda kaldığım zamanlar da olur; telefonla konuşmayı
da severim. Ama burada etkileşim yalnızca işitseldir. Bir de hiç etkileşime girmeden,
bana videosunu çekip gönderdiğini düşünün... Görüyorum, ama etkileşim kuramıyorum.
Yine de onun samimiyeti o videoda doğal bir görünümün var olmasını sağlar. Sinema
oyunculuğu da biraz böyledir. Tiyatroda tür değiştiği zaman bile kendini değiştirmek
zorundasındır. Sahnenin boyutu hatta ışık sistemi değiştiği zaman bile kendini
değiştirmek zorundasın. Bin kişiye oynuyorsanız başka, otuz kişiye oynarsanız başkadır.
Patrick Tucker Sinema-TV Sırları kitabında şunu söyler: “Söylenen en büyük yalan
şudur: Sinema oyunculuğu küçüktür, tiyatro oyunculuğu büyüktür’’. Hayır, alternatif
sahnede on kişiye oynarken ne kadar büyük olabilirim ben. Birçok açıdan
değerlendirilmesi ve bilimsel olarak incelenmesi gereken bir konuydu. Bu yüzden bu tezi
yazdım ve kitap olarak bastırdım. Bizim dünyaya sinema oyuncusu sunamamamızın en
büyük nedenlerinden biri bu. Sahne oyunculuğuyla kamera önü oyunculuğunu aynı şey
sanıyoruz. Değil.
B.B.: Türkiye’de oyunculuk nerede duruyor, tiyatro nerede duruyor ve Şehir
Tiyatrolarının durumu nedir?
K.O.: Türkiye’de tiyatro öyle duruyor. Dünyayı 100-150 yıl öncesinden takip ediyoruz.
Yeni bir kitap basıldı, Oyunculuğun Yolculuğu diye, herkese tavsiye ederim.
Stanislavski’den sonra, onun oyunculuk sistemini geliştiren ve aslında gerçekten var
eden sekiz insandan bahseder bu kitap. Onların metotlarından bahseder. Dünya o
metotları bile yemiş bitirmiş. Biz hala Stanislavski’nin kendisini anlamaya çalışıyoruz.
Onu anlamadık daha Türkiye’de. Yepyeni şeyler bulunmaya başlandı, sinematografik
görüntüyle tiyatroyu birleştirmeye başladı insanlar. Biz daha sinema ve tiyatro
oyunculuğunu ayırt edemiyoruz. O yüzden tiyatro öyle duruyor.
Sanat denilen şey Türkiye’de çok çetrefilli bir konu. Şafak Sezer’e sanatçı diyen bir
ülkeyiz. O yüzden sanat kavramının kendisini bir sorgulamamız gerekiyor. Sanat
Türkiye’de burjuva sınıfının yarattığı şekilde tanınıyor. Hâlbuki sanat, ilkel komünal
toplumlarda insanların maceralarını, deneyimlerini birbirlerine anlatması, onları
mağaralara resmetmesiydi. Yani sanat aynı zamanda bir var olma aracıydı.
Kapitalizmde sanat burjuvanın elindedir. Şafak Sezer zengin olduktan sonra insanlar
ona sanatçı demeye başladı. Bir sürü filmde oynayabiliyor ya o sanatçı oldu artık. Müthiş
insanlar var adı sanı duyulmamış, kültürel donanımı olan insanlar… Hiçbir şey
yapmasına gerek yok onların. Karşınıza geçip konuşuyor ve ağzınız açık dinliyorsunuz.
İnsanın kendisi nasıl estetik olur, nasıl bir donanım, nasıl bir güzellik.
Hayata/doğaya/insanlara dokunabiliyor. İşte o sanatçı; Şafak Sezer değil.
Şehir Tiyatroları’nın başına Süha Uygur’u getirdiler. Nejat Uygur’un oğlu, kendisi öyle
lanse ediyor. Geldi “Ben siyasetten anlamam, ben tiyatro yapacağım.” dedi. Arkadaşlar,
sanat dediğiniz şey politiktir. Çünkü birileri doğayı alır dönüştürür ve bir şey anlatır. Biri
gerçekliği alır ve söyler. Kitleye der ki “Fark etmiyorsunuz, fark edesiniz diye bu sanatı
yapıyoruz.”. Bir kitleye ulaşıyorsunuz; zaten bunun kendisi siyasaldır. O yüzden Süha
Uygur’un söylediği ezberletilmiş bir şey. Şehir Tiyatroları’na tepeden bir yönetmelik
dayatılıyor, repertuara iktidar karar verecek, sanatçılar da orada kukla olacak. İktidarın
istediği oyunlar oynanacak. Sanat dediğimiz şey özgür değilse, sanat falan değildir.
B.B.: Türkiye’de tiyatro duruyor dedik. Hafta sonu ‘örgütlenme’ üzerine bir tiyatro
kurultayına katıldınız, çalışmanın kapsamından bahsedebilir misiniz?
K.O.: Bu aynı zamanda bir sınıf örgütlenmesidir. Burjuvalar, kapitalistler müthiş
örgütlüler. İstanbul Bienali’ne gidin, orada logolar dönüyor. Koç’lar, Eczacıbaşı’lar,
Sabancılar falan. O sırada oraya bir tahta parçası koymuşlar; post modern sanat onun
adı. Ona ne kadar para verildi, ne kadar alındı. Kara para mı aklandı orada bilmiyoruz.
Kenara pisuvar koymuşlar mesela, o sanat eseri(!). Ona post modern sanat diyorlar. Biz
bienale gittik, güldük eğlendik. Sakalını kaşıyanları falan gördük. Sonra Çukurcuma’dan
istiklale çıkacağız, yürürken bir kız çocuğu gördük. Sokakta yaşayan bir ailenin çocuğu
muhtemelen, 5 yaşında falandır. Çöpün yanına atılmış bir kanepeyi çekip götürmeye
çalışıyor. Bu hayatın gerçekliği, o pisuvarı oraya koymuşsun ben oradan ne
çıkaracağım. Hayatın gerçeğini görmedikten sonra sanat yalandan ibaret, sadece bir süs
eşyasıdır. Bir sürü toplumsal olay oluyor, televizyona bakıyorsunuz moda programları,
evlenme programları saçma sapan programlar. En son bombalanma olduğunda Survivor
iki kat farkla reyting rekoru kırdı.
Örgütlenme üzerine yaptığımız çalışmada ilerici olan sanatçılar olarak, kapitalistlerin
sanat diye dayattığı şey, iktidarın baskısı, toplumsal-siyasal olaylara karşı sanatı nasıl
daha bilinçlendiren bir araca dönüştürebiliriz ve daha büyük kitlelere ulaşabiliriz diye bir
araya geldik. Bir tiyatro sendikası kurmak gibi bir düşüncemiz var. İlk amacımız, bütün
sansüre uğrayan, borçlandırılan, hakkını alamayan, sahnesi kapatılan, sanat yapmaktan
korkan sanatçıları bir araya toplayıp onları yüreklendirmek. Biz bir aradayız ve gerçekleri
sanatla haykırabiliriz demek istiyoruz. Karşı örgütlenmelere bakıyorsunuz, çok ciddiler.
Bütün sahneler kapatıldı, kamu sahnesi diye bir şey yok. AKM kapalı, Taksim Sahnesi
kapalı, Muammer Karaca’yı işlevsiz hale getirdiler. Tarihi Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ni
yıkıp oraya bir mezar taşı diktiler. Bunun karşısında Zorlu Center’da 325 TL’ye Brecht
izlettirmek istiyorlar. Asgari ücretli bir insan izleyebilir mi? Bedava bilet verseler, oraya
girmeye çekinir. Ne yapacağım burada der. Biz tiyatro sendikası olarak insanları sanata
taşımak istiyoruz, hem de sanatı insanlara taşımak istiyoruz. Sanatla iç içe olmalarını
istiyoruz, yadırgamadan… Sanat pahalı bir şey olmamalı, pahalı olursa sadece AVM
içindeki sahnelerde tiyatro olur, nitekim artık öyle, insanlar AVM’lere gitmek zorunda
kalacak. Tiyatro Sendikası bütün bunlara karşı bir yapılanma olacak.
B.B.: Zorlu Center’ın vizyonu herkesi sanatla buluşturmak olarak açıklanıyor ama
girişinden itibaren lüks görüntüsüyle insanların çekinmesine neden oluyor.
Ücretsiz ışık festivaline giderken bile insanlar çekiniyordu.
K.O.: 300 lira, 500 lira biletler; ben gidemem yani…
B.B.: 2014 yılında 1 Mayıs için sokak sanatı eylemleri düzenlediniz, sonrasında
nasıl tepkiler aldınız? Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
K.O.: 2013’te Gezi sürecinden sonra Gezi Sanatı’nı kurduk. Çünkü bu toplumsal bir
olaydı ve tüm ülke ayaktaydı. Bunun sanatla ifade edilmesi gerekiyordu. Sanatın bunu
kurcalaması ve bir şeye dönüştürmesi gerekiyordu. Bunun insanlara anlatması
gerekiyordu; neden böyle bir şey oldu diye. Biz de Gezi Sanatı’nı kurduk ve yaklaşık 17
sanat temelli eylem yaptık. Bütün amacımız insanlara bir bilinç aşılayabilmekti. Bu
eylemlerin hepsini sokakta yaptık. 27 Mart 2014’te Dünya Tiyatro Günü’nü İstiklal
Caddesi’nde biz organize ettik. Yaklaşık 6-7 saat süren bir etkinlikle kutladık. O
dönemde de Greif Fabrikası’nda bir grev vardı. O grevde işçilerle birlikte drama
atölyeleri düzenledik, sonunda da beş kısa oyun sahnelediler. Biz hem onlara destek
vermiş olduk hem de işçilerin birliğine katkıda bulunmuş olduk. Gezi Sanatı bu iki
örnekte olduğu gibi sanat temelli 17 eylem yaptı. Çok büyük yankı uyandırdı. Biz Tiyatro
Sendikası olarak da o dönemde olan hareketliliği devam ettirmek istiyoruz. Sanat temelli
eylemlerimiz devam edecek.
B.B.: Kamusal alanda sanat için yeni çalışmalarınız var mı?
K.O.: Şu an sokak oyunları devam ediyor. Çok büyük baskı görüyoruz. Oyuncular
tedirgin, ilk defa bu kadar tedirgin olduklarını görüyorum. Eskisi gibi haydi sokağa inelim,
şurada şu oyunu oynayalım, diyemiyoruz. Artık çıktığımız anda müdahale ediliyor.
Arkadaşlarımız gitar çalmak için Galatasaray Lisesi önünde toplandılar, gitarları kırılarak,
sürüklenerek gözaltına alındılar. Zaten oynamamıza izin vermiyorlar şimdi, ama biz
oynamaya devam edeceğiz. Onun dışında Hamlet Delisi diye bir oyun yapıyoruz Drama
Kumpanya olarak. Gündeme dair yazılmış bir oyun. Hamlet karakteri üzerinden
gündemdeki baskıları eleştiriyoruz. İnsanlara bilinç taşımaya çalışıyoruz yine.
B.B.: Çalışmalarınıza baktığımızda hem tiyatro oyunculuğu yapıyorsunuz, hem
sanat yönetmenliği yapıyorsunuz hem de oyun ve kitap yazıyorsunuz. Oldukça
üretkensiniz bu alanda. Hangisi sizin için daha keyifli? Nereden enerji
alıyorsunuz?
K.O.: Yıllarını sadece tiyatroya, tiyatro oyunculuğuna vermiş olanlar bana şöyle diyor:
‘“Bir insan sadece bir şey yapmalı; yazarsan yazarsındır, yönetmensen yönetmensindir’’.
Ben hiç öyle bir şey düşünmüyorum, enerjiniz, isteğiniz neye yetiyorsa onu yaparsınız.
Ve hepsi bana büyük keyif veriyor.
B.B.: Hepsi birbirini besliyor bir yandan da galiba.
K.O.: Evet. Ben spor yaparken lisanslı olarak basketbol oynadım, futbol da oynadım,
voleybol da oynadım. Hatta Türkiye şampiyonluğu yaşadık. Okulda öğretmenim ya
futbol ya basketbol ya da voleybol oyna diyordu. Hayır, ben üçünü de seviyorum,
enerjim yetiyorsa yaparım. Yaptım da!
Bir oyun yazıyorum, o oyunu yönetirken yazar olan bana kızıyorum. Çünkü yazarlık
başka bir şey, keyfi de başka. Yönetmenlik başka bir şey keyfi de başka, bir de yazıp
yönettiğim oyunda oynuyorsam, oyuncuyken, bu ne biçim oyun, diye yazan/yöneten
kendime kızıyorum. Çünkü başka şeyler onlar. Başka başka işler yapmayı seviyorum.
Tek bir şeye saplanıp kalabilecek, sadece oyunculuk yapabilecek biri değilim. Bence
tiyatroya bulaşan birinin, tiyatronun tüm bileşenlerine hâkim olması gerekiyor. Ben iyi
yapıyorum demiyorum. Ben öğrenmeye devam ediyorum. Bir gün iyi yapacağım.
B.B.: Sizin gibi üretken ve aydın bir kişinin eğitmen olarak insanlarla temas ediyor
olması çok önemli. Eğitmen olmak nasıl bir duygu?
K.O.: Müthiş. Ben paylaşmayı çok seviyorum. Çocukken karate öğrendim, gidip
mahalledeki daha küçük çocuklara öğrettim. Futbol öğrendim gidip daha küçük
çocuklara öğrettim. Bir de 14 yaşına kadar kekeme ve asosyal olup sessiz olmanın bir
karşılığı olarak çok konuşuyorum. Susmuyorum. Çok konuşuyorum, bari bir işe yarasın
diye eğitimciliği tercih ettim. Çocuklarla çalışmak müthiş bir enerji veriyor. Çocuklar çok
komik bir de. Onlar da bana çok komiksin diyorlar. İnsan yetiştiriyorsunuz. Bildiğim,
keşfettiğim, toparladığım şeyleri özellikle çocuklara verebilip iyi insanlar olmalarını
istiyorum. Benim sanat yapmamın temel amacı iyi bir insan olabilmek. Gençlerle
çalışırken de o zamana kadar keşfedemedikleri şeyleri keşfetmelerini istiyorum. Çünkü
ben de çok geç keşfettim, 14 yaşında. Hala devam ediyor keşfim, 14 yaşına kadar
toparlayamadığım şeyleri arıyorum hala. En az bir kişi de değişim görüyorsanız eğitim
verirken, müthiş bir keyif alıyorsunuz. Ben hiçbir zaman sanatçıyım dememişimdir.
Oyunculuktan, yönetmenlikten, yazarlıktan hiç para kazanmadım. Yaptığım şeyin de tam
alarak sanat olduğunu düşünmüyorum. Çok İyi örnekler var. Benim donanımım henüz o
iyi şeyi yapmaya müsait değil. Bir gün iyi bir şey yaptığımda, ben sanatçıyım diyebilirim,
belki. Ben oyun yazıyorum; oyun yazarı değilim. Oyunculuk yapıyorum; oyuncu
olduğumu iddia etmiyorum. Oynamayı seviyorum. Yönetmenlik yapıyorum; yönetmen
değilim. Sadece oyun yönetmeyi seven bir insanım. Bütün bunların bileşimi beni mutlu
ediyor. İyi insan olmamı da sağlıyorsa ne mutlu bana.
B.B.: Hocanızın size gülümsediği gibi siz de çocuklara gülümsüyorsunuz o
zaman…
K.O.: Evet, bütün mesele o işte. Her şey o gülümsemede gizli.
B.B.: Gelecek projelerinizden bahsedebilir misiniz?
K.O.: O kadar çok ki. Kafamda yazacağım 12 tane oyun var. Gündem o kadar değişiyor
ki, yazacak bir sürü şey var. Türkiye’de olup, bir şey yazamayan insanlara “Biraz kenara
çekilip zaman ayırın kendinize, yazmak zorunda hissedeceksiniz.” diyorum. İnsan yazıp,
anlatıp rahatlamak istiyor. Bilgisayarlarda çerezler birikiyor ya, onları silmek zorunda
kalırsınız çünkü hafızanızı yer, alanı kaplar virüs gibi. Yazdığım zaman ben alanı
boşaltmış oluyorum, o çerezleri siliyorum. Rahatlıyorum. Nietzsche diyor ya ‘“Ben
kitaplarımı yazdıktan sonra migren ağrılarından kurtuldum; kitaplarımı doğurdum.’’ diyor.
Sait Faik, “Yazmasaydım deli olacaktım.’’ diyor. Yazmak akıl sağlığı için de iyi bir şey
bence.
Yazma projelerim var. Eğitimcilik devam edecek. Hep yeni bir şey ortaya koymaya
çalışıyorum. Türkiye hala Stanislavski Sistemi’ni kavramaya çalışıyor. Oysa Stanislavski
“Bu benim sistemim, hatta buraya, bu coğrafyaya özgü.’’ diyor. ‘“Amerika’da yapılacaksa
başka bir şey yapılmalı.” diyor. Sekiz kişi çıkmış, temelde Stanislavski sistemini
kullanarak uyarlamışlar. Reddedip yeni sistemler çıkaranlar da var. Brecht ve diyalektik
tiyatro gibi. Ben de hep kafa yoruyorum. Bu coğrafyada, bu şartlar altında insanların
oyunculuğu daha iyi kavrayabilmesi için yeni bir metot yaratılmalı diye düşünüyorum. Bir
şey çıkacak galiba, belki yaşlanınca belki çok kısa bir zaman sonra.
B.B.: Eklemek istedikleriniz var mı?
K.O.: Bu röportajı benimle yaptığın için teşekkür ederim, bunları da anlatıp rahatlamış
oldum. Bunlar epeydir içimde olan şeylerdi. Son bir şey ekleyeceğim;
Sanat herkesindir. Bir kesimin değil. Sanatçıların da değildir. Zaten bir söz vardır:
“Sanatı sanatçılardan kurtarın!’’ diye. Augusto Boal “Tiyatro profesyonellere
bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.’’ diyor. Ben hep şunu savunuyorum: Bir sınıf, bir
tiyatro oyunu sahneleyebilir, bir müzik grubu oluşturabilir. Bunun için emek vermek
gerekir tabii ki. Bir aile kendi içinde tiyatro oyunu çıkartabilir. Bunun örneklerini gördüm.
Bunun adına aile tiyatrosu diyorum. Bir sorunu çözmek için ebeveynler çocuklarıyla 3-5
dakikalık bir oyun sahneliyorlar. Evin içinde, yan komşuya. Bir apartman tiyatro yapabilir,
apartman tiyatrosu olur. Ofistekiler, fabrikada çalışanlar bir oyun yapabilir. Hepimiz sanat
yapabiliriz; iyi ya da kötü, o ayrı. Bu ne kadar emek verdiğinle ilgilidir. Profesyonel olup
olmamakla ilgili değil. Amatör tiyatro dediğimiz, basit olan demek değildir. Amatör tiyatro,
profesyonel tiyatrodan daha ciddidir. Çünkü profesyoneller bunu para kazanmak için
yapar, amacı vardır, çıkarı vardır. Amatör tiyatro, para kazanmaz, gönüllü olduğu için
yapar. Bu yüzden daha ciddi çalışırlar. Çünkü zaten gönüllüdür. Teşekkür ediyorum.
4 Nisan 2016
Download