İSLAM HUKUK METODOLOJİSİNDE EMİR VE NEHİY

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ
(İSLAM HUKUKU) ANABİLİM DALI
İSLAM HUKUK METODOLOJİSİNDE EMİR VE NEHİY
HÜKÜMLERİNİN HÜSÜN-KUBUH AÇISINDAN
TEMELLENDİRİLMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Fatih BAŞELMA
ANKARA
2012
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ
(İSLAM HUKUKU) ANABİLİM DALI
İSLAM HUKUK METODOLOJİSİNDE EMİR VE NEHİY
HÜKÜMLERİNİN HÜSÜN-KUBUH AÇISINDAN
TEMELLENDİRİLMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Fatih BAŞELMA
Tez Danışmanı:
Prof. Dr. Şamil DAĞCI
ANKARA
2012
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ……………………………………………………………………………….I
KISALTMALAR……………………………………………………………………III
GİRİŞ
A)
Araştırmanın Konusu…………………………………………………….1
B)
Araştırmanın Önemi ve Amacı…………………………………………..2
C)
Araştırmanın Kaynakları ………………………………………………..2
D)
Araştırmanın Yöntemi ve Sunulması………………………………….....4
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLAM HUKUK METODOLOJİSİNDE EMİR VE NEHİY
İ)
İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Nehiy Kavramları…………..7
A) Emir Kavramı……………………………………………………….10
1) Emrin Tanımı ve Mahiyeti……………………….……...........…10
B) Nehiy Kavramı……………………………………….......................12
1) Nehyin Tanımı ve Mahiyeti……………………………………..13
II)
Emir ve Nehyin İslam Hukuk Metodolojisindeki Yeri ve Önemi
(Emir ve Nehyin Usûldeki Konumu)…………………………………….13
III)
Emir ve Nehyin Yorumuna İlişkin Bazı Konular…………….……...17
IV)
Emir ve Nehiy İle İlişkisi Bağlamında Hüsün ve Kubuh’un
Kavramsal Çerçevesi…………………………………………………..19
A) Hüsn’ün Lügat Manası………………………………………………19
B) Kubh’un Lügat Manası……………………………………………...20
C) Teknik Bir Terim Olarak Hüsün ve Kubuh Kavramları…………….21
V)
Hüsün-Kubuh Tartışmasının Fikri Arka Planı ve Hukuk Düşüncesi
ile Münasebeti………………………………………………………….23
A) İslam Düşüncesinde Hüsün-Kubuh Teorisinin Ortaya Çıkış Süreci ve
Temel Tartışmalar…………………………………………………..25
B) Hüsün-Kubuh Meselesinin Hukuk Düşüncesi İle Münasebeti……...28
1) Çağdaş Hukuk Düşüncesinde Hukukun Menşei İle İlgili
Görüşler…………………………………………………….31
a) Hukuku Bilinçli Bir İradenin Ürünü Olarak Gören Hukuk
Teorileri…………………………………………………32
b) Hukuku İrade Dışı Bir Kaynağa Dayandıran
Teoriler……………………………………………...…..34
VI)
Hüsün-Kubuh Konusunun Klasik Kaynaklardaki Yeri ve İşleniş
Biçimi…………………………………………………………………...44
İKİNCİ BÖLÜM
EMİR VE NEHYİN HÜSÜN-KUBUH İLE İLİŞKİSİ
I)
Ontolojik Mahiyeti Açısından Emir ve Nehiy
(Emir ve Nehy’e Konu Olan Hükmün Tabii Niteliği Meselesi)………48
A) Mu’tezileye Göre Ontolojik Mahiyeti Açısından Emir ve Nehiy………..50
B) Mütekellim Usulcülerine Göre Ontolojik Mahiyeti Açısından Emir ve
Nehiy…………………………………………………………………….59
C) Hanefî-Ma’turidî Hukukçulara Göre Ontolojik Mahiyeti Açısından Emir
ve Nehiy…………………………………………………….....................66
II)
Hüsün ve Kubh’a Delâleti Bakımından Emir ve Nehiy
(Aklî Vücûb’un İmkanı Meselesi)……………………………………...77
A) Mu’tezileye Göre Hüsün ve Kubuh’a Delaleti Bakımından Emir ve
Nehiy…………………………………………………………………….78
B) Mütekellim Usulcülerine göre Hüsün ve Kubuh’a Delaleti Bakımından
Emir ve Nehiy……………………………………………………………88
C) Hanefî-Ma’turidî Usulcülere Göre Hüsün ve Kubuh’a Delaleti
Bakımından Emir ve Nehiy…………………………………………….102
D) Modernleşme Dönemi Hüsün-Kubuh
Tartışmaları……………………………………………………………119
III)
İbâha Alanının Hüsün-Kubuh ile İlişkisi…………………………....126
SONUÇ………………………………………….…………………………......133
KAYNAKÇA……………………………………..……………………………138
ÖZET………………………………………………………………………......148
ABSTRACT…………………………………………………………………...149
ÖNSÖZ
İslam düşünce tarihinin en önemli tartışma konularından birisi şüphesiz akıl- vahiy
ilişkisidir. Akıl ile vahiy arasında ne tür bir münasebetin bulunduğu, bu ikili
arasındaki hiyerarşik sıralamanın hangi taraf lehine yorumlanması gerektiği, aklın,
vahiyden bağımsız olarak hakikate ulaşıp ulaşamayacağı, aklın önermeleri ile vahyin
bildirimleri (naslar) arasında bir karşıtlıktan bahsedilip edilemeyeceği, ya da bu ikisi
arasında mutlak bir uyumun söz konusu olup olmadığı şeklindeki sorular, İslam
düşünürlerinin üzerinde etraflıca i’mâl-i fikr ettikleri ve bugün dahi üzerinde kafa
yormayı gerektiren çok kıymetli fikirler ürettikleri önemli sorulardır.
Akıl-vahiy münasebeti bağlamında ele alınan ve birçok tartışmanın zuhur etmesine
vesile olan hüsün-kubuh meselesi, gerek fıkıh usûlü gerekse kelam ilimleri alanında
ihtisas yapmış düşünürlerin gündeminde yer almış olan önemli bir meseledir.
Özellikle fıkıh usûlü ilminde kanun koyucunun kim olduğu ve Şâri’in emir ve
nehiylerinin mahiyeti bağlamında ele alınan hüsün-kubuh meselesi ve bu mesele
hakkında İslam hukukçularının benimsemiş olduğu fikirler, fıkıh usûlü ilminin diğer
birçok konusunu da yakından ilgilendirmiş ve klasik fıkıh usûlü teorisinin
oluşumunda bu konudaki kanaatlerin büyük tesiri olmuştur.
Hüsün-kubuh konusunda akla ağırlık ve öncelik verenler, fıkıh usûlünün diğer
meselelerinde ve Müslümanların karşılaştıkları problemlerin çözümünde de akla
öncelik vermiş ve aklın kullanım alanını geniş tutmaya çalışmışlar, hüsün-kubuh
konusunda aklı arka planda tutan ve nassları öne çıkaran yaklaşımlar ise fıkıh usulü
ilminin diğer konularında ve Müslümanların karşılaştıkları problemlerin çözümünde
nassları ön planda tutmuş ve nasslar çerçevesinde bir teori oluşturma ve çözüm
bulma yoluna gitmişlerdir.
Bu sebeple klasik fıkıh usulü ilminin ve ele aldığı problemlerin çözümünde
aklın ve vahyin ne tür bir münasebet içerisinde bulunduğu ve bu ikisinin İslam hukuk
teorisinde özellikle hukuki sorumluluk bağlamında nasıl ilişkilendirildiği konusunun
anlaşılması, hüsün-kubuh meselesini ve bu konuda ortaya konan görüşleri oldukça
önemli hale getirmektedir. Bu sebeple İslam hukuk metodolojisinde emir ve nehiy
normlarının hüsün-kubuh açısından temellendirilmesi konusunun tez olarak
çalışılmasını uygun gördük.
Bir hakikati teslim etmem gerekir ki hocamın rehberliğinde, hukuk disiplininin
temelini oluşturan “hüküm”ler ile bunların arka planında gizli olan ulvi amaçların
(makâsidü’s-şerîa) ve mantıksal gerekçelerin (ratio-legis) bütünlük içerisinde ele
alınması gerektiğini daha iyi anladım. Bu bakımdan tez konumun belirlenmesinden
başlayıp hazırlanması sürecindeki ufuk açıcı fikirleriyle bana rehberlik eden ve
hukuki formasyonumun inkişafında önemli katkıları bulunan hocam ve danışmanım
Prof. Dr. Şamil DAĞCI beyefendiye teşekkürü îfâ edilmesi gereken ahlaki bir görev
olarak görüyorum.
Fatih BAŞELMA
Ankara 2012
KISALTMALAR
A.g.e.
: Adı geçen eser.
A.g.m.
: Adı geçen makale.
A.g.t
: Adı geçen tez.
AÜHFD
: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi.
AÜİFD
: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
AÜİFY
: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.
b.
: Bin.
Bk.
: Bakınız.
b.t.y
: Basım yeri ve tarihi yok.
b.y.y
: Basım yeri yok.
c.
: Cilt.
CÜİFD
: Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
Çev
: Çeviren.
ÇİFD
: Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi.
DİA
: Diyanet İslam Ansiklopedisi.
EÜİFD
: Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.
KSU
: Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi.
Neşr
: Neşreden.
İ.Ü.H.F.M
: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası.
İ.Ü.H.F.Y
: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları.
Ö.
: Ölümü.
s.
: Sayfa.
T.D.V
: Türkiye Diyanet Vakfı.
Thk.
: Tahkik
Tsh.
: Tashih.
t.y.
: Tarih yok.
vb.
: ve benzeri.
vd.
: ve devamı.
y.e.y
: Yayın evi yok.
GİRİŞ
A) Araştırmanın Konusu
İnsanoğlunun yokluk sahnesinden varlık sahnesine çıkarıldığı andan itibaren
“iyi” ve “kötü” mefhumları tezahür etmeye başlamış, daha ilk insan Hz Âdem’den
itibaren insanlık tarihi iyi ile kötünün mücadelesine şahitlik etmiştir. Tarih boyunca
insan aklı “iyi” ve “kötü” mefhumları üzerinde derin tefekkürlere dalmış ve gerek
ahlak, gerek estetik, gerekse hukuk mantığı açısından iyi ile kötünün mahiyeti ve
kaynağının ne olduğuna ilişkin çeşitli izah tarzları geliştirmeye çalışmıştır.
Hüsün-kubuh, yani “iyi ve “kötü”nün kaynağı” meselesi Batı düşüncesinde
(özellikle ahlak felsefesi alanında) olduğu gibi İslam düşüncesinde de ilgiyle ele
alınmış ve tartışılmış bir meseledir. Bu konuda oldukça geniş bir literatür oluşmuş ve
farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu problemin özellikle İslam düşüncesinin iki
önemli disiplini olan fıkıh usûlü ve kelam disiplinlerinde ayrıntılı bir şekilde ele
alındığı ve tartışıldığı görülmektedir.
Esasen bizim araştırmamızın konusunu ve temel problemini teşkil eden husus,
meselenin hukuk mantığı ve düşüncesi ile ilişkisidir. Acaba İslam hukuk felsefesi
açısından bakıldığında emir ve nehiy hükümleri ile hüsün ve kubuh arasında ne tür
bir ilişki vardır? Bir başka ifade ile emrin hüsün, nehyin de kubuh ile ne tür bir
münasebeti bulunmaktadır? İyilik ve kötülük bizatihi eşyanın tabiatında var olan bir
özellik midir, yoksa eşya hakkında iyilik ve kötülük şeklindeki nitelendirmeler harici
midir? Eğer eşya harici bir etken ile iyi ya da kötü olarak niteleniyorsa bu etken, yani
iyi ve kötünün kaynağı nedir? Akıl, din, örf, haz ve zevk vs. bunlardan hangisi ya da
hangileri iyi ve kötünün kaynağını oluşturur?
Bahsi geçen soruları İslam düşüncesi açısından ele aldığımızda karşımıza iki
farklı alan çıkmaktadır: Akıl ve vahiy. Acaba iyi ve kötü aklen bilinebilir mi? Yoksa
iyi ve kötünün bilgi kaynağı vahiy midir? Bu bağlamda emir ve nehyin (Şer’i
hükmün) hüsün-hubuh ile ilişkisi nedir? Hüsün-kubuh, emir ve nehyi önceler mi,
1
yoksa emir ve nehyin bir neticesi midir? Yine bununla ilişkili olarak hukuki
sorumluluğun kaynağı ve genel olarak aklın şer’i hükümleri anlamadaki rolü nedir?
Akıl bir teşri kaynağı mı, yoksa bir bilgi vasıtası mıdır? gibi sorular çalışmamızda
cevabını aradığımız temel sorulardır.
B) Araştırmanın Önemi ve Amacı
Hüsün-kubuh tartışması İslam hukukunda aklın yetki ve önemi konusunda İslam
hukukçularının kanaatlerini ortaya koyması bakımından oldukça önemli bir
tartışmadır. Bir yönüyle ilahi bir yönüyle de beşeri bir hukuk olma özelliği gösteren
İslam hukukunda aklın ne tür bir fonksiyona sahip olduğunu ortaya koyması
bakımından hüsün-kubuh meselesi etrafında ortaya çıkan tartışmalar ve bu
tartışmaların tarihsel süreç içerisinde takip ettiği seyir, hukuk disiplinin temel
konularından birisi olan kurallar (norm) ve bunların kaynağı meselesinin anlaşılması
hususunda büyük bir öneme sahiptir.
Bizi böyle bir başlık altında çalışmaya sevk eden husus, Hüsün-kubuh
meselesinin daha çok kelamî ve felsefî açıdan ele alınmış olup, hukuk felsefesi
açısından (özellikle hukukun ve hukuki sorumluluğun kaynağı bağlamında) müstakil
bir başlık altında pek de çalışılmamış olmasıdır. Konunun bu şekilde müstakil bir
başlık altında çalışılmasının hüsün-kubuh meselesinin daha iyi anlaşılmasına ve
özellikle de İslam hukukçularının, ‘hukuki sorumluluğun kaynağı’ konusunda aklın
kullanım alanına ilişkin yaklaşımlarının daha iyi bilinmesine katkı sağlayacağı ümit
edilmektedir.
C) Araştırmanın Kaynakları
Çalışmamızın kaynaklarını klasik fıkıh usûlü eserleri oluşturmaktadır. Tezimizi
hazırlarken temsil niteliğini haiz klasik fıkıh usulü eserlerini esas alarak, Usûl-i Fıkh
tarihinde kaleme alınmış söz konusu eserlerde hüsün-kubuh meselesi ile ilgili temel
tartışma noktalarını, bu tartışmaların tarihi seyrini, tartışmanın taraflarının konu
2
etrafındaki temel görüşlerini mümkün mertebe her ekolün kendi kaynaklarından
hareketle ortaya koymaya gayret ettik. Ancak hüsün-kubuh meselesi aynı zamanda
kelam ilminin de önemli tartışma alanlarından birisi olduğu ve bu konuda görüş
beyan eden ekollerin saf birer hukuk ekolü olmayıp aynı zamanda kelâmî eğilimleri
ve bağlantıları da bulunduğu için bahsi geçen ekollerin kelam ilmine ait eserlerine de
yer yer başvurmak durumunda kaldık.
Bu bağlamda mu’tezilî düşünceyi yansıtması bakımından Kâdî Abdülcebbâr’ın
el-Muğnî fi Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl adlı 20 ciltlik eserinin özellikle konumuzu
ilgilendiren “Teklif” bahsine ayrılmış 11, “Ta’dil ve Tecvir” bahsine ayrılmış 6. ve
fıkıh usûlü konularına ayrılmış “eş-Şer’iyyât” başlıklı 17. Cildi ile yine aynı
müellifin Şerhu Usûli’l-Hamse
1
adlı eseri kaynaklarımız arasındadır. Ayrıca Yine
mu’tezilenin usul anlayışını ortaya koyması bakımından Ebu’l Hüseyn el-Basrî’nin
el-Mu’temed fî Usûl’i-Fıkh adlı eseri de başvurduğumuz bir başka fıkıh usûlü
eseridir. Tezimizde genel olarak mütekellimîn usulcülerinin anlayışını yansıtması
bakımından Bâkillânî’nin et-Takrîb ve’l-İrşâd (es-Sağîr), Cüveynî’nin el Burhân fî
Usûli’l-Fıkh, Gazâlî’nin el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Fahreddin Râzî’nin elMahsûl fî İlmi Usûli’l-Fıkh, Âmidî’nin el-İhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, Ebu’l-Velid
el-Bâcî’nin İhkâmu’l-Fusûl fî Ahkâmi’l-Usûl, Şâtıbî’nin el-Muvâfakât fî Usûli’şŞerî’a, İbnü’n-Neccâr,ın Şerhü’l-Kevkebi’l-Münîr, Kâdı Ebû Yâlâ’nın, el-‘Udde fî
Usûli’l-Fıkh, adlı eserlerine başvurduk. Cessâs’ın el Fusûl fi’l-Usûl, Debûsî’nin
Takvîmü’l-Edille fî Usûli’l-Fıkh, Serahsî’nin Usûl, Semerkandî’nin Mîzanü’l-Usûl
fî Netâici’l-‘Ukûl, Sadruşşeria’nın et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, Molla Fenâri’nin
Fusûlü’l-Bedâî’fî Usûli’ş-Şera’i ve Molla Hüsrev’in Mirâtü’l-Usûl fî şerhi
Mirkâti’l- Vusûl adlı eserleri ise tezimizde başvurduğumuz hanefî kaynaklar
arasındadır.
Bütün bunların yanı sıra özellikle bahsi geçen her üç yaklaşımın görüşlerini de
içinde barındıran çağdaş eserlerden Ali Haydar Efendi, Seyyid Bey ve İzmirli İsmail
Hakkı’nın Usul-i Fıkh Dersleri adlı eserlerinden de oldukça faydalandığımızı
1
Bu eserin Kâdî Abdülcebbâr’a nispeti ile ilgili olarak Bk. Orhan Şener Koloğlu, Cübbâîlerin Kelam
Sistemi, İSAM Yayınları, İstanbul 2011, s.26.
3
belirtelim. Ayrıca hüsün-kubuh konusu ile ilgili olarak yazılmış çeşitli tez ve
makalelere de özellikle konunun temel tartışma noktalarını tespit noktasında
tezimizde yer yer başvurduk.
Tezimizin kavramsal çerçevesini çizerken İbn Fâris’in, Mu’cemü’l-Mekâyisü’lLuğa, Râğıb el-İsfehânî’nin, el Müfredât fî Ğarîbi’l-Kurân, İbn Manzur’un,
Lisânü’l-Arab, Fîrûzâbâdî’nin, el-Kâmusu’l-Muhît,
Tehânevî’nin, Keşşâfu
İstâlâhâti’l-Funûn ve’l-Ulûm ve Zebîdî’nin, Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs,
adlı sözlüklerinden yararlandık.
D) Araştırmanın Yöntemi ve Sunulması
Bilindiği gibi hüsün-kubuh meselesi hem Hukuk hem de Kelam ilmini
ilgilendiren ve birçok konu ile yakından ilgili olan etraflı bir meseledir. Bu konuyu
bütün yönleri ile ele almak bir yüksek lisans tezinin sınırlarını elbette aşmaktadır. Bu
sebeple biz konuyu daha çok hukuk felsefesi açısından ve “hukuki sorumluluğun
kaynağı” etrafında ele aldık ve çalışmamızın merkezine “hukuki sorumluluğun
kaynağı” meselesini koyarak konuyu işlemeye, kaynaklardaki tartışmaları da bu
bağlamda ele almaya ve değerlendirmeye gayret ettik. Dolayısıyla tezimiz “hukuki
sorumluluğun kaynağı” meselesi ile sınırlandırılmıştır.
Tezimizin bu aşamaya gelmesinde öncelikli olarak konumuz ile ilgili çağdaş
makale, tez ve kitaplardan hüsün-kubuh konusunun tarihi seyir içerisinde ele alınışı
ve gelişimi ve konunun temel tartışma noktaları hakkında bazı ön okumalar yaptık.
Bu okumaların, konunun temel tartışma noktalarını ve temel başlıklarını anlamamız
hususunda oldukça faydalı olduğunu belirtmeliyiz. Ancak biz tezimizin içeriğini bu
ön okumalardan değil daha önce belirttiğimiz gibi klasik fıkıh usûlü eserlerinden elde
ettiğimiz verilere göre oluşturduk. Bu bağlamda mümkün mertebe klasik usul
eserlerinde yer alan hüsün-kubuh ile ilgili kısımların muhtevasını, konu ile ilgili
olarak İslam hukukçularının ortaya koymuş oldukları görüşleri, varsa aralarındaki
farklılıkları yansıtmaya çalıştık.
4
Genel olarak İslam hukuk tarihinde mezhep mensubiyeti, yani belli bir düşünce
ve bu düşünceyi biçimlendiren belli bir metedolojiyi benimsemiş fikrî teşekkül ya da
fikrî geleneğe bağlı olma ve onu savunup sürdürme temayülü oldukça yaygın olduğu
ve önemli görüldüğü için, konuyu yer yer şahısların görüşleri etrafında ele almakla
beraber, söz konusu müelliflerin hangi fikrî geleneği temsil ettiklerini belirtmeyi de
ihmal etmedik.
Hüsün-kubuh meselesinin hukuk düşüncesi ile münasebetini kurarken Batı hukuk
felsefesinde ortaya çıkan hukukun kaynağına ilişkin tartışmalara değindik. Zira biz
bu tartışmaların İslam düşüncesindeki karşılığının hüsün-kubuh meselesi olduğunu
düşünüyoruz. Ayrıca İslam düşüncesinde hüsün-kubuh meselesinin tartışılmasına
ortam hazırlayan ve bu konuda ilk düşünceleri ortaya koyan mu’tezile kelam
okulunun, özellikle Abbasiler dönemindeki tercüme faaliyetlerinin de etkisi ile Roma
ve Yunan düşüncesinden etkilenmiş olduğu bilinen bir gerçektir. Bu sebeple
konunun daha iyi anlaşılmasına katkısı olacağını ve bize bir mukayese imkânı
sunacağını düşündüğümüz için tezimizde bu konuya da yer verdik.
Tezimiz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde emir ve nehiy normu, emir
ve nehiy normlarının İslam hukuk metodolojisindeki yeri ve önemi, emir ve nehiy
konusuna ilişkin olarak bazı meseleler ile emir ve nehyin hüsün-kubuh kavramlarıyla
ilişkisi bağlamında hüsün ve kubuh kavramlarının tanımı, hüsün-kubuh tartışmasının
fikri arka planı ve hukuk düşüncesi ile münasebeti, bu bağlamda Batıda ortaya çıkan
hukukun kaynağına ilişkin tartışmalar, hüsün-kubuh konusunun klasik kaynaklarda
ele alış ve işleniş biçimi gibi konulara temas ettik. İkinci bölümde ise, emir ve nehye
konu olan hükümlerin ontolojik mahiyeti, hüsün ve kubh’ a delaleti bakımından emir
ve nehiy hükümleri ve ibâha alanın hüsün-kubuh problemi ile ilişkisi gibi konulara
yer verdik. Tezimizin sonuç bölümünde ise çalışmamız neticesinde konu ile ilgili
olarak elde ettiğimiz tespitleri sunduk.
5
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLAM HUKUK METODOLOJİSİNDE
EMİR VE NEHİY
6
İ) İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Nehiy Kavramları
Toplumsal bir varlık olan insanoğlu hayatını kendi hemcinsleri ile sürdürmek
zorundadır. Yüce Allah insanı böyle bir fıtrat üzerine yaratmıştır. Dolayısıyla insanın
toplum içinde ve onlarla birlikte yaşaması onun fıtratından gelen bir zorunluluktur.
Nitekim bu durum Kuran’ı-Kerimde de açıkça belirtilmiş ve insanın diğer insanlarla
bir münasebet (teâruf) halinde olması gerektiği ifade edilmiştir.2 Öte yandan
insanoğlu aynı zamanda her şey olmaya yani her şekilde davranmaya müsait bir fıtrat
üzere yaratıldığından dolayı, onda toplumsal yaşamı iyileştirmeye yönelik eğilimler
olduğu gibi onu bozmaya yönelik eğilimler de bulunmaktadır. İnsan diğerkâm bir
kişiliğe sahip olmak yanında bencil duygulara da sahip olduğu için, kendi çıkarı söz
konusu
olduğunda,
gücünü
başkalarının
zararına
kullanmaktan
da
geri
kalmamaktadır. Diğer bir ifade ile müşterek hayat ihtilaf doğuran bir yapı arz
etmektedir.3 Durum böyle olunca toplumda sürekli bir çıkar mücadelesi hâkim olur
ve bir toplumsal düzen kurulamaz. İşte bu yüzden insanın fıtratından kaynaklanan bu
karşıt eğilimleri dengede tutacak, onlara karşılıklı olarak bir takım hak ve
sorumluluklar yükleyecek ve böylece toplumsal münasebetleri belli bir düzene
sokacak bir takım kurallar4 gerekmektedir. Sosyal münasebetleri düzenleyen bu
kurallardan5 birisi de Hukuk kurallarıdır. Nitekim Hukuk kurallarının bu işlevini
ifade etmek üzere Hukuku, Müşterek hayatın ihtilaf doğuran mekanizmasını sulh
haline irca hususunda müracaat olunan teknik vasıta6 olarak tanımlayanlar olmuştur.
2
Hucûrât, 49/13.
3
Sulhi Dönmezer, “Hukuk ve Hayat”, İÜHFM, c. 21, Sayı 1-4 (1957), s. 424.
4
Ebû Hanife’ye nispet edilen “kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesidir” ( ‫) ﻣﻌﺮﻓﺔ اﻟﻨﻔﺲ ﻣﺎ ﻟﮭﺎ و ﻣﺎ ﻋﻠ ﮭﺎ‬
şeklindeki hukuk tanımı tam da hukukun bu işlevini dile getirmektedir. Bk. Molla Hüsrev,
Muhammed b. Feramuz b. Ali, Mir‘atü’l-Usûl fi Şerhi Mirkati’l-Vusûl (İzmiri’nin Haşiyesi ile
Birlikte), el-Matbaatü’l-Amire, İstanbul 1390, I, s.44. Ebu Hanife’nin tanımında geçen ‫ﻣﺎ ﻟﮭﺎ و ﻣﺎ ﻋﻠ ﮭﺎ‬
ifadelerinin “hak ve sorumluluklar” şeklindeki yorumu için Bk. Şamil Dağcı, İslam Ceza Hukukunda
Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, D.İ.B Yayınları, Ankara 1996, s.9.
5
Toplumsal düzeni sağlamaya yönelik diğer kurallar genel olarak din, ahlak, örf-adet ve görgü
kuralları şeklinde sınıflandırılmaktadır.
6
Dönmezer, “Hukuk ve Hayat”, s. 425.
7
Toplumdaki karşılıklı ilişkileri tanzim etme ve karşılıklı çıkar çatışmalarını belli bir
düzene sokma esnasında hukuka düşen görev, çatışan çıkarları olduğu gibi yansıtmak
değil, aksine bunlardan bazılarını diğerine üstün tutmak, çıkarlar arasında bir
değerlendirme yapmaktır. Hukukun buradaki temel ölçüsü ise adalet’tir. Buna göre
hukuk adaleti gerçekleştirmeye yönelmiş bir toplumsal düzen olarak tarif edilebilir.7
Hukuk bu düzen kurma görevini ise ancak “normatif” değeri haiz kurallar koyarak
yerine getirebilir.
Latince kökenli bir kelime olan “norm” sözcüğü kural, ilke, düstur, model, ölçü,
standart gibi anlamlara gelmektedir.8 Bir hukuk terimi olarak ise olması gerekeni
ifade eden irade beyanı9 olarak tanımlanmıştır. Mantık dili ile ifade edecek olursak
normlar yaptırmalı önermeler olup bireyin davranışlarını belli bir yöne doğru sevk
etme amacı gütmektedirler. Hukuk kurallarının bu şekilde olması gerekeni gösterme
özelliğine “Normatiflik” denmektedir. Zira hukuk normlardan müteşekkil bir
sistemdir.10 Norm ise herhangi bir kural değil, kendisine uyan şeyin tasvip edilip
uymayanın reddedileceği, ölçü vazifesi gören en üst kuraldır. O, alelade bir hukuk
kaidesi değildir. Kanun koyucunun dahi dikkate alması gereken ideal bir ölçüdür.11
Bu yönüyle hukuk kurallarının/normlarının iki temel karakterinden bahsedilebilir.
Bunlardan birincisi hukukun buyuruculuk karakteri, diğeri ise zorlayıcılık
karakteridir. Buyuruculuk karakterinin bir gereği olarak hukuk kuralları öğüt ve
tavsiye vermemekte, talepte bulunmaktadır. Çünkü biraz önce ifade edildiği gibi
hukuk kuralları, toplumsal yaşamı düzenleyip biçimlendirerek ona belli bir kimlik
kazandırma amacı güder ki bunun için hukukun normlarının buyurucu bir karakterde
7
Vecdi Aral, “Doğru Hukuk”, Yeni Türkiye ( Yargı Reformu Özel Sayısı), S.10 (1996), s. 929-930.
8
Robin Williams, “Norms (The Concept of Norms)” İnternational Enceyclopedia of Social Seciences,
Editor: David L.Sills, The Macmillan Company and The Free Press, USA 1968, XI, s.204.
9
Orhan Münir Çağıl, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş (Hukuk Başlangıcı Dersleri), I-II, İÜHF
Yayınları, İstanbul 1966, s.151.
10
Çağıl, Hukuk Metodolojisi Dersleri, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1952, s. 103.
11
Ernest Hirş, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Ankara 1949, s. 223, 225. İslam
Hukuku açısından bakıldığında kanun koyucunun (Şâri’in) hüküm ihdas ederken herhangi bir ölçü ile
kayıtlı olup olmadığı konusu bizim konumuz olan hüsün-kubuh tartışmasında da değinilen bir
konudur. İleride bu konu hakkındaki görüşlere yer vereceğiz.
8
olması zorunludur.12 Hukuk kurallarının buyurucu karakteri emir ve nehiy şeklinde
tezahür etmektedir. Buna göre hukuk kuralları ya bir şeyin yapılmasını (emir) ya da
yapılmamasını (nehiy) öngörür. Yani hukuk, emir ve nehiy formundaki kurallarıile
belli şeylerin yerine getirilmesini, belli şeylerden ise kaçınılmasını ister. Bu yönüyle
hukuk kaideleri
mantık zaviyesinden
bakıldığında
birer
“emir
önermesi”
mahiyetindedirler.13 Hukukun tecviz edici kuralları da aslında emredici kuralları
kapsamında değerlendirilebilir. Zira eğer hukuk kuralları bir kimseyi bir davranış
konusunda serbest bırakmış ise bu, diğerlerinin söz konusu davranışla ilgili olarak o
kişiye müdahale etmemesi gerektiğini ifade eden bir emir anlamına gelmektedir.14
Ayrıca hukukun bir de yaptırım gücü vardır ki bununla hukukun buyurucu
karakterdeki (emir ve nehiy şeklindeki) kurallarına uygun davranılmasını ve bunlara
riayet edilmesini sağlar. Zira olması gerekeni ifade eden hukuk, bu olması gereken
şeyin gerçekleşmemesi ihtimalini de hesaba katar ve normlara aykırı davranışlar için
bir takım müeyyideler uygular.15
İslam hukuk metodolojisinde ise “norm” kavramı “hüküm” ( ‫ ) ﻢﻜﺤﻟا‬terimi ile
karşılanmaktadır. İslam hukuk usûlünde hüküm kavramı başka birçok anlam ifade
etmenin yanında “hukuk/fıkıh kuralı” anlamına da gelmektedir.16 Bir fıkıh usûlü
terimi olarak “Hüküm” kavramı, kaynaklarda biri Hanefilere diğeri ise mütekellimîn
usulcülerine ait olmak üzere iki şekilde tanımlanmaktadır. Mütekellimîn usulcüleri
12
Abdülhak Kemal Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, İ.Ü.H.F. Yayınları, İstanbul 1958; Aral, Hukuk
ve Hukuk Bilimi Üzerine, Filiz Kitapevi, İstanbul 2001, s.56-57; Dağcı, a.g.e, s.10; Necip Bilge,
Hukuk Başlangıcı, Turhan Kitapevi, Ankara 2010, s.18-19
13
Hirş, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, 35. Burada emrin negatif versiyonu olan nehiy
de emir kapsamında değerlendirilmiştir. Nihayetinde nehiy de bir fiilin yapılmamasını emretmek
anlamındadır.
14
Bk. Çağıl, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş, s.152-155; Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, 12
Levha Yayınları, İstanbul 2010, s. 42-43, 56-61; Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Siyasal Kitapevi,
Ankara 2009, s.21.
15
16
Bk. Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s.190; Aral, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, s.66-67.
Talip Türcan, İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu, Ankara Okulu Yay, Ankara 2003,
s.63.
9
hükmü, Şari’in iktiza (bir şeyin yapılması/Emir ya da yapılmamasına/Nehiy yönelik
talep), tahyir ve vad’ açısından mükellefin fiillerine ilişkin hitabı şeklinde
tanımlarken17, Hanefiler hükmü Şari’in iktiza, tahyir ve vad’ açısından mükellefin
fiillerine ilişkin hitabının sonucu18 olarak tanımlamaktadırlar. Tanımlarda da
görüldüğü üzere mütekellimin usulcülerine göre hüküm bizzat hitabın kendisidir.
Hanefilere göre ise hitabın kendisi değil, mükellefin filline taalluk eden sonucudur.19
Özellikle Mütekellimîn usulcülerinin yapmış olduğu hüküm, “hitabın bizzat
kendisidir” şeklindeki tanım, olması gerekeni gösteren kural anlamında hukuk
normu ile benzerlik göstermektedir.20
A) Emir Kavramı
Hukuk kurallarının buyurucu karakterinin emir ve nehiy şeklinde tezahür ettiğini
belirtmiştik. Şimdi bunlardan “emr” in tanımı ve mahiyetini ele alacağız.
1) Emr’in Tanımı ve Mahiyeti
Köken bakımından Arapça bir kelime olup Türkçe ’ye de geçmiş bulunan
“Emr” (‫ )ﺮﻣأ‬kelimesi sözlükte temel olarak iki manaya tekabül etmektedir.
Bunlardan birincisi isim olarak “iş”, “olay” (‫ ;)ﺔﺛدﺎﺤﻟا‬ikincisi ise nehy kelimesinin
zıddı (‫ ) ﻧﻘ ﺾ اﻟﻨﮭﻰ‬anlamında fiil olarak “emretmek”, “buyurmak ”tır. Kelimenin
birinci anlamdaki çoğulu (‫)رﻮﻣﻷا‬, ikinci anlamdaki çoğulu ise ( ‫ )اﻷواﻣ ﺮ‬olarak
gelmektedir.21 “Emr” kelimesi farklı kalıplarda başka birçok manaya da gelmekle
17
(‫ ) ﻄﺧ ﻮھﺎب ﷲ ﺗﻌﺎﻟﻰ اﻟﻤﺘﻌﻠﻖ ﺑﺄﻓﻌﺎل اﻟﻤﻜﻠﻔ ﻦ ﺑﺄﻻﻗﺘﻀﺎء أو اﻟﺘﺨ ﺮ ﻊﺿﻮﻟا وأ‬Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdu’l-
Fuhûl min İlmi’l-Usûl, Thk: Mustafa Saîd el-Hinn-Muhiddin Dîb, Dâru’l-Kelimü’d-Tayyib, Dımaşk
2009, s. 46.
18
( ‫ ) ﻄﺧ ﺮﺛأﻮھﺎب ﷲ ﺗﻌﺎﻟﻰ اﻟﻤﺘﻌﻠﻖ ﺑﺄﻓﻌﺎل اﻟﻤﻜﻠﻔ ﻦ ﺑﺄﻻﻗﺘﻀﺎء أو اﻟﺘﺨ ﺮ أو اﻟﻮﺿﻊ‬Molla Hüsrev, , Mir‘atü’l-Usûl fi
Şerhi Mirkati’l-Vusûl (İzmirî’nin Haşiyesi ile Birlikte), II, s.398.
19
Ali İhsan Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu, Fecr Yayınları, Ankara
2009, s. 236-237; Beyânûni, Muhammed Ebu’l-Feth, “Hüküm” maddesi, DİA, c.18, s. 466.
20
21
Türcan, İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu, s.75.
İbn Fâris, Ahmed b. Fâris (390/1000), Mu’cemü’l-Mekâyisü’l-Luğa, Tkh: Abdüsselam Muhammed
Harun, Dâru’l-Fikr, 1979, b.y.y, I, s.137; İsfehânî, Râğıb, (565/1170), El Müfredât fî Ğarîbi’l-Kurân,
nşr: Mektebetü Nezzar Mustafa Elbani, b.t.y, I, s.30; İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem
10
beraber22 kelimenin aslı “emretti” manasında ‫ ﺮﻣأ‬dır. Türkçede kullanılan “âmir” ve
“memur” gibi kelimeler bundan türemiş olup “emreden” ve “kendisine emredilen”
anlamlarına gelmektedir.23 Emr kelimesi aynı zamanda “bir fiilin yapılmasının talep
edilmesi” ( ‫ ) ﻞﻌﻔﻟا ﺐﻠط ﻰﻠﻋ ﻻد‬24 ne delalet eden söz olarak da tanımlanmıştır.
“Emr” kelimesinin hukuk literatüründeki manası ise bazı farklılıklar olmakla birlikte
hemen hemen bütün usulcüler tarafından “ İsti’lâ cihetiyle bir şeyin yapılmasının
talep edilmesi” (‫ )ءﻼﻌﺘﺳﻻا ﺔﮭﺟ ﻰﻠﻋ ﻞﻌﻔﻟا ﺐﻠط‬, yani bir işin rütbece daha üstün olan
makam tarafından ona karşı üstün olduğunu bilerek ve buyurucu bir nida ile bir şeyin
kesin olarak yapılmasını daha alt bir makamdan talep etmesi şeklinde ifade
edilmiştir.25 Emreden kimseye “âmir”, emri alana “me’mur” ve emredilen, yani
memurdan yapılması istenen şeye ise “me’mûrun-bih” denmektedir. Buna göre bir
sözün Emir olarak değerlendirilebilmesi için bir takım şartlar yerine gelmiş
olmalıdır. Her şeyden önce emir sözlü olmalıdır. İşaret ve fiil yoluyla emir söz
(711/1311), Lisânü’l-Arab, Dâru’l-Meârif, Kahire, t.y, e-m-r Maddesi; Fîrûzâbâdî, Muhammed b
Ya’kup (817/h), el-Kâmusu’l-Muhît, Matbaâti’l-Emiriyye,1978, I, s.362; Yasin Câsim Muhaymed, elEmru ve’n-Nehyu İnde Ulemai’l-Arabiyyeti ve’l-Usûliyyin, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut 2001,
s.33-34.
22
“E-m-r” Kelimesinin diğer manaları için Bk. Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların
Yorumu, s.23-25.
23
24
Ali Ünal, Kuran’da Temel Kavramlar, Işık Akademi Yayınları, İzmir 2011, s.154.
Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali (v.1158/1745), Keşşâfu İstâlâhâti’l-Funûn ve’l-Ulûm, Thk ve Nşr:
Refik el-‘Acem- Ali Dehrûc, Mektebetü Lübnan Nâşirûn, Beyrut 1996, I, s.264; el-Muhaymed, elEmru ve’n-Nehyu, s.34; Zekiyyüddîn Şâ’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s.327.
25
Emrin söz konusu tanımları için Bk. Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (v.370/980), el-Fusûl fi’l-
Usûl, Thk: Uceyl Câsim en-Neşemî, Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, Kuveyt, 1994, II, s.79;
Şîrâzî, Ebû İshâk İbrâhim b. Ali, et-Tabsîra fî Usûli’l-Fıkh, Thk: Muhammed Hasan İsmail, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2003, s. 9; Gazâli, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (v.505/ 1111)
Mustasfâ (İslam Hukuk Metodolojisi), Çev: Yunus Apaydın, Klasik Yay, İstanbul 2006, II, s.47-48;
Âmidî, Seyfüddin Ali b. Ebî Ali (v.631/1234), el-İhkâm fî Usûli’l- Ahkâm, Thk: İbrahim Acûz,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 2005, I-II, s. 362; Kâdî Abdulcebbâr, Ebu’l-Hasen Abdülcebbâr b.
Ahmed (v.415/1024), Şerhu Usûli’l-Hamse, Thk: Abdulkerim Osman, Mektebetü Vehbe, Kahire
1988, s.141; el-Muhaymed, el-Emru ve’n-Nehyu, s. 38-40.
11
konusu olamaz. Ayrıca emir olacak söz yap, et gibi inşâî (yaratıcı) lafızlarla
olmalıdır. Emir katî surette istenmelidir ve emri veren kimse, emir verdiği kimse ile
eşit olmamalı, ondan daha yüksek bir dereceye sahip olmalı ve emrini bu cihetle
vermelidir.26 Bu şartları haiz olarak verilen emir ‘sarîh’, bunun dışında emir
kiplerinden değil de haber kiplerinden oluşan emirler ise ‘gayri sarîh’ olarak
isimlendirilmiştir.27
Modern hukukta da emir, “üstünlük yetki ve kudretini haiz bir merci tarafından
belli bir fiilin yapılması ya da yapılmamasına yönelik olarak ast durumundaki
kimseye yönelik irade beyanı”28 olarak tanımlanmaktadır. Buna göre Modern
hukuktaki emir tanımı ile İslam hukukundaki emir tanımının benzer olduğu
söylenebilir. Özellikle her iki hukuk literatüründe de emrin, âmir konumundaki üst
merci’den emri yerine getirmekle yükümlü olan me’mura yöneltilen buyurucu bir
irade beyanı olarak tanımlanması aradaki benzerliği göstermesi açısından dikkat
çekicidir.
B) Nehiy Kavramı
Hukuk kurallarının buyurucu karakterinin bir başka unsuru da negatif emir
normu diyebileceğimiz nehiy şeklindeki kurallardır.
26
Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, (Haz: Selçuk Camcı-Haydar Yıldırım), Işık Akademi Yayınları,
İstanbul 2011, s.47; Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyâtı Hakkında Bir Etüd (Çev: Baha Arıkan),
Diyanet İşleri Reisliği Yay, Ankara 1956, II, s. 132; Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, Nşr:
M.Çevik-K.Meral, Üçdal Neşriyat, İstanbul, t.y, s.41 vd; Şakir Hanbelî, Fıkıh Usûlü, s. 61-62;
Hayrettin Karaman, Fıkıh Usûlü, Ensar Neşriyat, İstanbul 2010, s.165.
27
Şakir Hanbelî, Fıkıh Usûlü, s. 63; Şâ’bân, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, Çev: İbrahim
Kafi Dönmez, T.D.V. Yayınları, Ankara 2005, s.327; Karaman, Fıkıh Usûlü, 166.
28
Sulhi Dönmezer-Sahir Erman, Nazarî ve Tatbîkî Ceza Hukuku: Genel Kısım, Beta Basım Yayın, 9.
Baskı, İstanbul 1986, II, s. 91; Ayhan Önder, Ceza Hukuku: Genel Hükümler, Beta Yayınları, İstanbul
1989,II, s.194.
12
1) Nehyin Tanımı ve Mahiyeti
“Nehy” ( ‫ ) ﻧﮭﻰ‬kelimesi sözlükte “emr” kelimesinin zıddı olarak “men etmek”
(‫)ﻣﻨﻊ‬, “engellemek” (‫ ) ﺮﺟﺰﻟا‬anlamlarına gelmektedir.29 Bir fıkıh usulü terimi olarak
ise “nehy”, tıpkı “emr” in tanımında olduğu gibi “Rütbece üstün olan bir makamın
ast bir makamdan bir şeyin yapılmamasını isti’lâ cihetiyle ve sözlü olarak talebine
delalet eden ifade” 30 olarak tanımlanabilir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi bir talebin
“Nehy” olarak isim kazanabilmesi için tıpkı “Emr” lafzında olduğu gibi talebin
üstten asta sözlü, ‘yapma’, ‘etme’ şeklinde yasaklayıcı, kesin ve buyurgan bir eda ile
ifade edilmesi gerekmektedir.31
“Neyh” kavramı, “emr” in negatif versiyonu, yani simetriği olduğu için onunla
aynı unsurlara sahiptir. Buna göre nehiyde bulunan kimseye yasaklayıcı manasında
“nâhi”, yasağa muhatab olan kimseye “menhî” ve yasaklanan şeye yani yasağın
konusuna da “ menhî-anh” denmektedir.32
II)
Emir ve Nehyin İslam Hukuk Metodolojisindeki Yeri ve
Önemi
Modern hukuk metodolojisi ve felsefesinde oldukça önemli bir yer tutan ve
hukukun temel yapı taşı olan hukuk kuralları (emir ve nehiyler) ve bunların
29
Cürcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed (816/1413), Kitâbu’t-Ta’rîfât, Mektebetü Lübnan, Beyrut
1985, s. 268; Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, IV, s.390; el-Muhaymed, el-Emru ve’n-Nehyu, s. 173.
30
( ‫ ) ءﻼﻌﺘﺳﻷا ﺔﮭﺟ ﻰﻠﻋ ﮫﻧود ﻮھ ﻦﻤﻣ ﻞﻌﻔﻟا ﻦﻋ ﻒﻜﻟا ﺐﻠط ﻰﻠﻋ ﻻﺪﻟا لﻮﻘﻟا‬Bk. Buhari, Abdulaziz b. Ahmed
(V.730/1330), Keşfü’l-Esrâr ‘an Usûli’l-Pezdevi, Thk: Muhammed el-Mu’tasımbillah, Dâru’lKitâbi’l-Arabî, Beyrut, t.y, I, s.252; Şevkânî, İrşâdu’l-Fuhûl, s. 305; el-Muhaymed, el-Emru ve’nNehyu, s. 176-177.
31
Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, s.122-123; Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s.156;
Yunus Apaydın, “Nehiy” maddesi, DİA, c. 32, s.545.
32
Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu, s. 49.
13
yorumlanması hususu33 benzer şekilde İslam hukukunda da önemle üzerinde durulan
bir husustur. Zira Allah’ın insanlığa yönelik hitabında ilk olarak dikkat çeken husus
şüphesiz hitabın emirler ve yasaklar şeklinde olmasıdır.34 İslam hukukunun temelini
teşkil eden nasslarda birçok hüküm emir ve nehiy sigasıyla belirtilmiştir. Ne var ki
söz konusu emir ve nehiy sigalarının manaya delâleti yoruma ihtiyaç bırakmayacak
şekilde her zaman açık ve belirgin olmayıp, bazen kapalılık arz etmekte35 bazen de
muhtemel bir kaç manaya işaret edebilmektedir. Dolayısıyla emir ve nehiy
normlarının manaya delaleti ve bu delalete göre onlardan hükümlerin çıkarılması
meselesi büyük önem arz etmektedir.36 İşte bu sebeple İslam hukukçuları naslardaki
bu emir ve nehiy hükümlerinin hangi manalara, hangi açılardan ve hangi sonuçları
doğuracak şekilde delalet ettiği üzerinde önemle durmuşlardır.
Öte yandan dini yükümlülüklerin/teklifin kaynağını emir ve nehiyler oluşturduğu
için –ki bizim çalışmamızın esas konusu budur. Yani dini yükümlülüğün kaynağının
ne olduğu meselesidir- emir ve nehiy şeklindeki hükümlerin mahiyetinin bilinmesi
ayrıca önem kazanmaktadır. Nitekim erken dönem Hanefi usulcülerinden Serahsî
(v.483/1090) eserine emir ve nehiy konusuyla başlamış ve (Söze bununla başlıyoruz)
zira kendisiyle söze başlanmayı en çok hak eden emir ve nehiydir. Çünkü imtihan
büyük ölçüde emir ve nehiyledir ve emir ve nehyin bilinmesi ile hükümler de (tam
anlamıyla) bilinmiş olur, (ve böylece) helal ve haram birbirinden ayrılır.37 Demiştir.
Serahsî’nin eserine bu konu ile başlaması ve bu ifadeleri, emir ve nehiy bahsinin
İslam hukuk metodolojisindeki yerini ve önemi göstermesi açısından oldukça önemli
olmakla beraber O’nun, emir ve nehyin bilinmesi ile hükümler de bilinir ifadesi bizce
33
Hukuk Normlarının Yorumlanması Hususundaki Görüşler için Bk. Kemal Gözler, Hukukun Genel
Teorisine Giriş: Hukuk Normlarının Geçerliliği ve Yorumu Sorunu, US-A Yayıncılık, Ankara 1998, s.
156-192.
34
Nuri Kahveci, “Fıkıh Usûlü Açısından Emrin Delâleti ve Emre Delâlet Eden Lafızlar Üzerine Bir
Değerlendirme”, KSU İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 14 (2009), s. 24.
35
Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu, s.4.
36
Salim Öğüt, “Emir” maddesi, DİA, c.11, s.119.
37
Serahsî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed (483/1090) Usûl, Thk: Ebu’l-Vefâ el-Efğâni, Dâru’l-Fikr,
Beyrut 2005, s. 8.
14
ayrıca bir öneme sahiptir. Zira bu ifade kanaatimizce emir ve nehyi bilen hukuku
bilir anlamına gelmektedir. Aynı şekilde İzmirli İsmail Hakkı Fıkıh Usûlüne ilişkin
eserinde emir
ve nehiy konusunu fıkıh usulünün “büyük babı” olarak
adlandırmaktadır.38
Dolayısıyla
hukuk
mefhumunun
anlaşılması,
hukukun
mantığının kavranması ve bir hukuk nosyonu kazanılması noktasında emir ve nehiy
konusunun, emir ve nehiy şeklindeki hükümlerin anlaşılması ve yorumlanması
meselesinin çok büyük bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bizim bu
çalışmamızda yaptığımız da esasen emir ve nehiy normlarının hüsün-kubuh
açısından nasıl yorumlandığını ortaya koymaya çalışmaktır ki bizi böyle bir
çalışmaya sevk eden hususlardan bir tanesi de Emir ve Nehiy konusunun bu denli
önemi haiz bir konu olmasıdır.
Bir terim olarak “fıkhın kökleri” anlamına gelen ve delillerden hüküm çıkarma
yöntem ve metodunu konu edinen39 fıkıh usûlü ilminde üzerinde önemle durulan
konuların başında, hukuki metinlerin lafızları itibariyle ele alınması ve anlaşılması
(elfâz bahisleri) gelmektedir. Zira yasa koyucunun (Şâri’) murâdını anlamanın yolu
her şeyden önce O’nun, kulların fiillerine ilişkin olarak va’z ettiği manaların ete
kemiğe bürünmüş, somutlaşmış hali olan lafzi ifadelerinin hangi manalara delalet
ettiğinin anlaşılmasından geçmektedir.40 Çünkü ancak bu şekilde naslardan hüküm
çıkarmak mümkün olmaktadır. Bu sebeple İslam hukukçuları, klasik usul
kitaplarında “elfâz bahisleri” olarak takdim edilen, ilahi hitabın, yani ‘lafızların
manaya delalet yollarının/şekillerinin üzerinde önemle durmuş ve hukuki metinlerde
yer alan lafızları, manaya delaletleri açısından taksime tâbi tutmuşlardır.
38
İsmail Hakkı İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, Matbaâ-i Hukûkiye, İstanbul 1329 s.3.
39
Muhammed Ebu Zehra, Fıkıh Usûlü, (Çev: Abdulkadir Şener), s.19,21. Fıkıh Usûlünün mevzuunun
deliller mi, hükümler mi, yoksa her ikisi mi olduğu hakkında Fıkıh Usûlü tarihinde ortaya çıkan
tartışmalar ve görüşler için Bk. A.Cüneyd Köksal, Fıkıh Usûlünün Mahiyeti ve Gayesi, İSAM
Yayınları, İstanbul 2008, s.97-103.
40
Nitekim Maliki bir hukukçu olan İbn Rüşd, Fıkıh usulünün esas itibari ile delillerin hükümlere
delalet yollarının incelenmesi ile ilgili olduğunu belirtmektedir. Bk. İbn Rüşd, Ebu’l- Velid
Muhammed el-Kurtubi (595/1199), ed-Darûrî fi Usûli’l-Fıkh: Muhtasaru’l-Müstesfâ, Thk:
Cemâlüddîn el-Alevî, Dâru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut 1994, s.40.
15
Klasik İslam hukuk müdevvenatı incelendiğinde İslam hukukçuları arasında
mütekellimin yöntemini benimsemiş olan kelâmî eğilimli hukukçuların, bu
taksimatta genel olarak Mantûkun Delâleti ve Mefhûmun Delâleti şeklinde ikili bir
tasnifi esas alırken41 Fukahâ yöntemini benimsemiş olan Hanefi hukukçuların ise
Lafzın; konulduğu mana bakımından, kullanıldığı mana bakımından, manaya açıklık
ve kapalılığı bakımından ve manaya delalet şekli bakımından olmak üzere dörtlü bir
tasnifi esas aldıkları görülmektedir.42
Bahsi geçen her iki taksim içerisinde mütekellimin usulcülerinin taksimatının
daha karmaşık, Hanefi hukukçuların taksimatının ise daha anlaşılır olması sebebiyle
biz Emir ve Nehyin İslam hukuk metodolojisi içindeki yerini, yani usul ilmindeki
konumunu izah ederken Hanefilerin tasnifini esas almış bulunuyoruz. Buna göre
bizim çalışma konumuzu oluşturan Emir ve Nehiy bahsi, Hanefilerin taksimatında
yer alan “Va’z olunduğu mana bakımından lafzın delaleti” kısmının bir alt başlığı
olan “Hâss” lafızların içerisinde ele alınmaktadır.43
41
Bu tasnifin ayrıntısı için Mütekellimin metoduna göre yazılmış usûl eserlerinin yanı sıra Bk. Davut
İltaş, Fıkıh Usûlünde Mütekellimîn Yönteminin Delâlet Anlayışı (Doktora Tezi), Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 2006.
42
Bk. Cassâs, el-Fusûl fi’l-Usûl, s.40-422; Serahsî, Usûl, s. 9-153; Sarduşşerîa’, Ubeydullah b.Mes’ûd
(v.747/1346), et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, (Taftazânî’nin et-Telvîh’inin içinde), Thk: Muhammed
Dervîş, Dâru’l-Erkâm Beyrut, t.y. I, s.56-375; Şâ’bân, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları s.
310; Şakir Hanbelî, Fıkıh Usûlü (Çev: Mustafa Yıldırım), İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları,
İzmir 2010, s.55.
Gerek Mütekellimin usulcülerinin gerekse Fukahâ yöntemini benimsemiş olan Hanefi usulcülerin
lafızların delâlet ettikleri mana bakımından sınıflandırılması hususunda takip ettikleri yöntem ile ilgili
olarak, her iki ekole ait örneklere sistematik bir bütünlük içerisinde yer veren Davut İltaş’ın Fıkıh
Usûlünde Mütekellimîn Yönteminin Delâlet Anlayışı adlı Doktora tezinin ekler kısmına bakılabilir.
43
Konumuzun dağılmaması açısından Hâs lafızlar ve bunların özellikleri hakkında herhangi bir
değerlendirme yapmadan sadece Emir ve Nehyi de kapsadığını söylemekle yetiniyoruz.
16
III)
Emir ve Neyin Yorumuna İlişkin Bazı Konular 44
Bu başlık altında emir ve nehyin siğası, emir ve nehyin mucebi (gereği), emir ve
nehyin delâleti gibi konulara kısmen değinilecektir.
Emir ve nehiy hükümlerinin ifade ediliş biçimi olarak değerlendirebileceğimiz
“Sîğa” konusu, İslam hukukçularının tartıştığı önemli konulardandır. Öyle ki İslam
hukukçuları böyle bir başlık etrafında emir ve nehiy konusunun tartışılıp
tartışılamayacağını, yani emir ve nehiy için bir siğadan bahsedilip edilemeyeceğini
dahi tartışmışlardır.45 Her ne kadar bu konuda farklı görüşler söylenmiş olsa da genel
olarak hem emr’in hem de nehy’in kendine has bir siğaya sahip olduğu fikri İslam
hukukçuları arasında genel manada kabul görmüştür.46 Emir ve nehyin siğası sarîh ve
gayrî sarîh olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan sarîh olana hakiki, gayri sarîh
olana ise mecazi denmektedir. Sarîh, yani hakiki olan emir ve nehyin mahiyeti,
yukarıda tanımlarında verdiğimiz şartları taşımalarıdır.47
Emir ve nehyin mûcebi yani gereği konusu da İslam hukukçuları arasında
etraflıca tartışılmış bir konudur. Acaba emir ve nehiy hükümleri vücûb, tahrîm,
kerâhat, nedb, irade, ibâha, mutlak talep veya mücerred izin gibi durumlardan
hangisine delâlet etmektedir sorusu İslam hukukçularını oldukça meşgul etmiştir.
44
Emir-nehiy konusu gerçekten fıkıh usulü ilminin en önemli ve en çetrefilli konularından olup
üzerinde uzun ve derin tahliller yapmayı gerektiren bir mahiyete sahiptir. Ne var ki bizim konumuz
teknik anlamda emir ve nehyi çalışmak değil, sadece emir ve nehiy normlarını, yine fıkıh usûlü
âlimlerinin yoğun mesai harcadıkları bir başka konu olan hüsün-kubuh açısından yani emir ve nehyi
kaynağı açısından ele almak ve incelemektir. Dolayısıyla bizim bu başlık altına vereceğimiz bilgiler
oldukça sınırlı ve yüzeysel bilgilerdir. Bu konuda daha geniş bilgi için Bk: Serahsî, Usûl, 9-75; Şîrâzî,
et-Tabsîra fî Usûli’l-Fıkh, s. 9-59.
45
Bu tartışmalar için Bk: Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu, s. 83-88.
46
Pala, a.g.e, s 87.
47
Emir ve nehyin hangi siğalarla gelip ne anlam ifade ettiği ile ilgili olarak Bk. Şakir Hanbelî, Fıkıh
Usûlü, s. 62-64; el-Muhaymed, el-Emru ve’n-Nehyu, s. 41-85; Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde
Emir ve Yasakların Yorumu, s.89-97, 98-111.
17
İslam hukukçularının büyük çoğunluğuna göre emir hükümleri vücûb ifade ederken,
nehiy hükümleri ise tahrîm ifade etmektedir.48
İslam hukukçuları emir ve nehyin siğası, emir ve nehyin mûcebi gibi hususların
yanında emir veya nehyin tekrara, Fevriyet (hemen yapma) ya da Terâhiye
(erteleme) delalet edip etmediği gibi hususları da ele alıp incelemişlerdir.
Emir ve nehyin tekrara delalet edip etmediği sorusu gündeme geldiğinde İslam
hukukçuları meseleye emir ve nehyin mutlak ve mukayyetliği açısından yaklaşmışlar
ve bu ikisi arasında belirgin bir ayrım yapmışlardır. Mutlak Emir kendisini sınırlayan
herhangi bir şart bulunmaksızın konulmuş olan emirdir. Mukayyed emir ise kendisini
çevreleyen ve sınırlandıran bir takım şartlarla beraber bulunan emirdir. Çoğu İslam
hukukçusu “mutlak” emir ve nehiy hükümlerinin tekrara, yani emredilen şeyin tekrar
tekrar yapılmasına delalet etmediğine, söz konusu emrin bir kere yerine getirilmesi
ile sorumluluğun kalktığına işaret etmektedir. Genel olarak Hanefiler ile Şâfiî
hukukçular (özellikle Âmidî, Beydâvî, Sübkî) ve maliki hukukçu İbnü’l-Hâcib bu
görüşü paylaşmaktadırlar.49 Şâfii, Şîrâzî ve genel olarak hanbeli hukukçular ise emir
ve nehyin tekrara delalet ettiği görüşünü savunmaktadırlar. Bazıları ise bu konuda
herhangi bir şey söylenemeyeceğini, durup beklemek gerektiğini ifade ederler.50
Mukayyet emir ve nehiy hükümlerine gelince, bunların tekrara delalet edip etmediği
noktasında oldukça farklı görüşler vardır.51
Emir ve nehiy başlığı altında İslam hukukçularının ele aldığı bir başka husus da
söz konusu hükümlerin fevriyet’ e mi yoksa terâhi’ ye mi delâlet ettiği hususudur.
48
Debûsî, Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer (v.430/1040), Takvîmü’l-Edilleti fî Usûli’l-Fıkh, Thk: Halil
Muhiddin el-Mîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut, 2007, s.36-37; Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s.
49. Emir ve Nehyin mucebi konusunda ortaya konan farklı görüşler ve delilleri için Bk. Seyyid Bey,
Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 48-57; el-Muhaymed, el-Emru ve’n-Nehyu, s. 89-104; Pala, İslam Hukuk
Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu, s.135-194.
49
el-Muhaymed, el-Emru ve’n-Nehyu, s. 133-134.
50
el-Muhaymed, a.g.e, s.135-136; Ömer Nasûhi Bilmen,, Hukûkı İslamiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye
Kâmusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul 1967, c.I, s.49; Pala, a.g.e, s.196,198,203.
51
Bu görüşler için Bk. Pala, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu, s. 204-211.
18
Fevr (‫ ) رﻮﻓ‬mükellefin, kendisinden yapılması istenen şeyi duyduğu anda hemen
ertelemeden onu yerine getirmesi, getirmediği takdirde sorumlu sayılmasını ifade
ederken, Terâhî ( ‫ ) ﻰﺧاﺮﺗ‬mükellefin, kendisinden yapılması istenen şeyi duyduğu
anda hemen değil de sonraki bir vakte erteleme salahiyetinin olması ve bu
ertelemeden dolayı sorumlu tutulmamasını52 ifade etmektedir. İslam hukukçularının
bu konuda da “fevr’e ya da terâhî’ye delâlet eder” veyahut da “her ikisine de delâlet
etmez, neye delalet ettiği ancak bir karine ile bilinebilir” şeklinde değişik görüşleri
vardır.53
IV)
Emir ve Nehiy İle İlişkisi Bağlamında Hüsün ve Kubuh’un
Kavramsal Çerçevesi
Bu başlık altında ilk olarak hüsün ve kubuh kavramlarının gerek sözlük gerekse
ıstılah manaları verilerek bu iki kavramdan kastedilen mananın ne olduğu ele
alınacaktır. Daha sonra hüsün-kubuh tartışmasının fikri arka planı ve hukuk
düşüncesi ile irtibatı ortaya konacak, hüsün-kubuh konusunun klasik kaynaklarda ele
alınış biçimi anlatılacaktır.
A) Hüsn’ün Lügat Manası
Arapça ‫( ﺣﺴﻦ‬hasüne) fiilinden türemiş bir kelime olup çoğulu ‫( ﻣﺤﺎﺳﻦ‬mehâsin)
olan “hüsn” kelimesi sözlükte güzel olmak, bir şeyin güzel olması, sevilen ve arzu
edilen şey54 anlamlarına gelmektedir. Rağib el- Isfehânî (ö.502/1108) hüsn
kelimesini arzu edilip beğenilen ve mutluk veren şey55 olarak tarif etmekte ve bu
beğeninin akıl, hevâ ve duygular tarafından olmak üzere üç cihetten oluştuğunu
52
Hınn, Mustafa Said, Eseru’l-İhtilafi fi’l-Kavâidi’l-Usûliyyeti fî İhtilâfi’l-Fukaha, Müessesetü’r-
Risale, Beyrut 1998, s.323.
53
Bu görüşler ve ayrıntıları için Bk. Pala, a.g.e, s. 212-226; Kahveci, “Fıkıh Usulü Açısından Emrin
Delaleti ve Emre Delalet Eden Lafızlar Üzerine Bir Değerlendirme”, s.49-51.
54
İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, II, s. 877; Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, IV, s. 210;
Zebîdî,
Muhammed Murtaza (1205/1790), Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Thk: Ali Hilâlî, Kuveyt 2001,
XXXIV, s. 418.
55
İsfehânî, Râğıb, (v.565/1170), el Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Nşr: Mektebetü Nezzar Mustafa
Elbâni, b.t.y, I, s.155.
19
belirtmektedir.56 Isfehânî kelimenin daha çok maddi varlıklarla ve olaylarla ilgili
olarak kullanıldığını ve halkın yaygın kullanımındaki manasının genelde “göze güzel
görünen”57 olduğunu söylemektedir. Bu manada hüsn, bir kimsenin yüz güzelliğinin
başkalarına hoş gelmesi ve onların nefislerinde ona karşı bir eğilim uyandırması
anlamında kullanılır. Bu açıdan bakıldığında hüsn kelimesinin öncelikle duyulara ve
nefse hitap ettiği söylenebilir.58 Ancak Isfehânî kelimenin Kuran’ı-Kerimde bu
şekilde estetik açıdan ( ‫ )ﺮﺼﺒﻟا ﺔﮭﺟ‬değil de daha ziyade ince anlayış, derin görüş
anlamında ( ‫“ ) ﻣﻦ ﺟﮭﺔ اﻟﺒﺼ ﺮة‬Basiret” açısından kullanıldığını belirtir.59
Kur'ân-ı Kerim'de hüsn kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 194 yerde geçmekte
ve "Güzel olmak, güzel karşılık görmek, güzel davranmak, iyilik yapmak, Allah'a
kulluk etmek, bolluk, genişlik, nimet, infak" gibi anlamlarda kullanılmaktadır.60
B) Kubh’un Lügat Manası
Hüsn kelimesinin zıddı olan61 ve kötü, fena, iğrenç, pis, nahoş, çirkin
(oldu/olan) anlamlarına gelen ‫( ﻗﺒﺢ‬kabuha) fiilinden türeyen “kubh” kelimesi
sözlükte gözün bakmaktan imtina ettiği, nefisin kaçındığı fiil ve durumlar62 olarak
tanımlanmaktadır.
Kubh kelimesi Kuran’ı-Kerim’de sadece bir yerde63 o da Firavun ve
arkadaşlarının ahiretteki durumlarını tasvir ederken ism’i-mef’ûl kalıbında pis ve
56
İsfehânî, aynı yer.
57
İsfehânî, a.g.e, s.155-156.
58
Ali Ünal, Kuran’da Temel Kavramlar, s. 283.
59
İsfehânî, a.g.e, s.155-156.
60
İlyas Çelabi, “Hüsün ve Kubuh” maddesi, DİA, C.19, s.60. Hüsn kelimesinin, türevleri ile birlikte
Kuran’ı Kerim terminolojisinde kullanım alanı ile ilgili olarak Bk. Izıtsu, Toshihiko, Kuranda Dini ve
Akli Kavramlar, Çev: Selahattin Ayaz, Pınar Yay, İstanbul 2010, s.333-340; Ali Ünal, Kuran’da
Temel Kavramlar, s 283-291.
61
İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, V, s.3508; Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, I, s.239; Zebîdî, Tâcu’l-
Arûs, VII, s.34.
62
İsfehânî, el Müfredât fî Ğarîbi’l-Kurân, III, s.505.
63
Kasâs 28/42.
20
necis anlamlarında kullanılmıştır. Söz konusu Ayet-i Kerime’de Yüce Allah Firavun
ve arkadaşlarını bu hal üzere (pis ve necis olarak) damgalayacağını bildirmektedir64
C) Teknik Bir Terim Olarak Hüsün-Kubuh Kavramları
Fıkhi ıstılahta hüsn ve kubh kavramları her biri farklı açılardan olmak üzere
genellikle şu beş mana da kullanılmaktadır:
1) Bir şeyin yetkinliği (kemâliyet) açısından.
Sıfat-ı kemâl ve sıfat-ı noksan olması bakımından hüsn kavramı bir şeyin
kemâliyetini, kubh kavramı ise noksanlığını ifade etmektedir. Örneğin ilim, insanı
yetkin kılması bakımından hüsn, cehalet ise insanı eksik bırakması bakımından kubh
olarak nitelendirilir.
2) Bir şeyin insan fıtratına uygun olup olmaması açısından.
Hüsün-kubuh kavram çifti bir başka açıdan “tab’a mülâyim veya münâfi olmak”
şeklinde ifade edilmektedir. Buna göre insanın tabiatına uygun olan, yani fıtrat olarak
hoşuna giden şey hüsn, insanın tabiatına uygun olmayan ve fıtraten hoş görmediği
şey ise kubh olarak isimlendirilir. Örneğin tatlı olan bir şey fıtraten insanın hoşuna
gitmesi bakımından hüsn, acı olan bir şey ise fıtraten insanın hoşlanmadığı bir şey
olması bakımından kubh’tur.
3) Bir şeyin amaca/menfaate uygun olup olmaması açısından
Hüsün-kubuh karvramlarının teknik tanımlarından birisi de garaza muvafık veya
muhâlif olmaktır. Örneğin Adalet insanın amaçladığı ve menfaatine uygun düşen bir
durum olması bakımından hüsn, Zulüm ise insanın arzulamadığı, menfaati ile
uyuşmayan bir durum olması bakımından kubh’tur.
4) İnsanlar nezdindeki değer ve önemi açısından
Hüsün-kubuh kavramları teknik olarak dünyada medh veya zemme vesile olmak
manasında da kullanılmıştır. Buna göre insanların övüp yücelttiği, takdir ettiği şeyler
64
İsfehânî, aynı yer.
21
hüsn, tasvip etmediği ve kınadığı şeyler is kubh olarak nitelendirilir. Bu mealden
olarak cömertlik insanların takdirine mazhar olması yönüyle hüsn, aynı şekilde
cimrilik de insanların tenkidine müstahak olması yönüyle kubh’tur.
5) Bir şeyin Allah nezdinde övgü veya yergiye sebep olması açısından
Dünyada medh veya zemme vesile olmak manası yanında Hüsün ve kubuh
kavramları Cenâb-ı Hakkın sevap veya ikabına müstahak olmak manasında da
kullanılmıaktadır. Mesela iman, ibadet, adalet, ihsan vb. şeyler Allah’ın övdüğü ve
kendilerine sevap bağladığı şeyler olması yönüyle hüsn, İnkâr, zulüm, yalan vb.
şeyler ise Allah’ın tasvip etmediği ve yapılması halinde kendilerine bir takım cezalar
bağladığı şeyler olması yönüyle kubh’tur. 65
Hüsn ve kubh’un yukarıdaki tanımlarından ilk dördü hakkında herhangi bir
ihtilaf bulunmamaktadır. Bu ilk dört anlamdaki hüsn ve kubh’un kaynağının akıl
olduğu hususunda İslam hukukçuları ortak bir kanaate sahiptirler. Buna göre bunlar
hakkında herhangi bir ilahi hitap bulunsun ya da bulunmasın insan aklı bu manadaki
hüsn ve kubh’u idrak edebilir.
Ancak hüsn-kubh’un dünyada zem veya övgü,
ahirette de sevap veya ikaba konu olması hususunda ihtilaf baş göstermektedir. Bu
anlamdaki, yani hukuki sorumluluk doğuracak manadaki hüsn ve kubh’un akli mi
yoksa şer’i mi olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. İleride bu konudaki
görüşleri tafsilatıyla ele alacağız.
65
Bk. Râzi, Fahrüddin Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer (v.606/1209), el-Mahsûl fî ‘İlmi Usûli’l-
Fıkh, Thk: Şuayb Arnavut, Müessesetü’r-Risâle, Dımaşk 2008, .I,s.29; Sadruşşerîa’, et-Tavdîh
(Taftazânî’nin et-Telvîh’inin içinde), I, s.374-375; Tehânevî, Keşşâfu İstâlâhâti’l-Funûn ve’l-Ulûm, I,
s.666; Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, s. 78-79; Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 110111; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s.5-9; Bilmen, Hukûkı İslamiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, I,
s.54; Şâ’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 274.
22
V)
Hüsün-Kubuh Tartışmasının Fikri Arka Planı ve Hukuk
Düşüncesi ile Münasebeti
Hüsün-kubuh meselesi neredeyse insanın varlık sahnesine çıkması ile eş zamanlı
olarak ortaya çıkmış bir meseledir. İnsanlık tarihinin erken dönemlerinden itibaren
bu konu tartışılmaya başlanmış,
giderek farklı boyutlar kazanmış ve çerçevesi
giderek genişlemiştir. Bu mesele gerek Batılı gerekse Doğulu anlamda birçok
medeniyetin gündemine girmiş bir meseledir.66 Bu açıdan bakıldığında hüsün-kubuh
meselesinin geçmişini çok eskilere götürmek mümkün olmakla birlikte meselenin
sistematik izahına ilişkin ilk teşebbüslerin Antik Yunanda ortaya çıktığı söylenebilir.
Bu konu Batı düşüncesinde özellikle ahlak ve bilgi felsefesi açısından ele alınmış ve
işlenmiştir. Buna göre ahlaki anlamda iyi ve kötünün ne olduğu ve kaynağını nereden
aldığı, aynı şekilde bilginin kaynağının ne olduğu ve mutlak manada hakikatin
bilgisine ulaşılıp ulaşılamayacağı gibi sorular etrafında pek çok filozof iyinin ve
kötünün izahına ilişkin çeşitli yorumlar yapmıştır. Bu izahlar yapılırken şüphesiz
aşkın (müteal) bir varlığa olan inanç ya da inançsızlık belirleyici olmuş ve bazıları iyi
ve kötünün kaynağını dini referans alarak açıklarken, bazıları da din dışı bir takım
temeller bulmaya çalışmıştır.
Yunan felsefesinde ilk defa67 insana ve insan düşüncesine ilişkin konulara yer
veren, Sofistler, “İnsan âlemdeki her şeyin ölçüsüdür” diyerek mutlak manada ve
genel geçer bir iyiden ve doğrudan bahsedilemeyeceğini, her insanın kendi
doğrularının bulunduğunu, âlemde ne kadar akıl varsa o kadar da hakikatin
66
Hüsün-kubuh konusunun İslam öncesi medeniyetler ele alınışıyla ilgili olarak Bk. İlyas Çelebi,
“Klasik Bir Kelam Praoblemi: Hüsün-Kubuh”, M.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 16-17 (19981999), s. 57-58.
67
Kamıran Birand, İlkçağ Felsefesi Tarihi, A.Ü.İ.F. Yayınları, Ankara 1958, s.30. Sofistler öncesinde
filozofların ilgisi tabiat olguları üzerine yönelmiş, âlemin varlık ve mahiyetine ilişkin izahlar onların
temel uğraşları haline gelmişti. Bu dönem ilginin doğrudan doğruya yalın tabiata yöneldiği dönemdir.
Bu dönemde bilgi, ahlak vs. gibi insan türünü ilgilendiren hususlara pek değinilmemiştir. Sofistler ise
insana yönelerek insanın ruhu, düşüncesi gibi konuları ele almaya, bir başka ifadeyle insan tabiatı ile
ilgilenmeye başlamışlardır. Bk. Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş (İkinci Kısım), A.Ü.İ.F. Yayınları,
Ankara 1958, s.199.
23
olduğunu, iyi ve kötünün objektif bir ölçüsünün bulunmadığını ve ölçüyü sübjektif
insan aklının oluşturduğunu iddia etmişleridir.68 Hakikatin varlığından şüphe ederek
felsefe tarihinde ilk sistemli şüpheciler
69
adını alan ve ahlaki yargıları bu şekilde
rölativist (izafi/göreceli) bir mantıkla izaha çalışan Sofistlere karşı, onlardan farklı
olarak “hakikat ”in peşine düşen Sokrates (M.Ö. 470-399), Platon (M.Ö. 427-347) ve
Aristoteles (M.Ö. 384-322) gibi İlk çağ filozofları ciddi eleştiriler getirmiş ve onların
bu göreceli hakikat anlayışlarına karşı çıkarak genel geçer ve objektif bir ahlak
nazariyesi oluşturmaya çalışmışlardır. Bu üç filozof genel olarak ahlaki yargıları
“akıl” ile temellendirme yoluna gitmişlerdir.70 Epiküros (M.Ö 341/271), John Locke
(1632-1704), David Hume (1711-1776) ve Stuart Mill (1806-1873) gibi filozoflar ise
ahlaki yargıları “duyular” ile temellendirmeye çalışmışlardır. Ahlak felsefesinin
temeline “haz”zı koyan Epikürcülere göre var olan tek iyi şey hazdır ve insan en
yüksek hazzı elde etmek için yaşamalıdır.71 Mill de Epikürcüler gibi ahlaki
davranışın temeline hazzı koymakta ve mutluluğu hazzın varlığı ya da acının
yokluğu ile özdeşleştirmektedir.72 Onun ahlak nazariyesindeki temel prensip “fayda”
prensibidir. Ancak onun kast ettiği fayda bireysel değil aynı zamanda toplumsal
faydadır.73 Hume’un ahlak anlayışına göre de ahlaki yargılara değerini veren
duygulardır. Akıl ahlaki olgulara herhangi bir değer biçemez. İnsan bir şeyin
ahlakiliğini ya da gayri ahlakiliğini ancak duyguları ve tutkuları ile anlayabilir.74
Henri Bergson (1859-1941) ve G.E. Moore gibi yakın dönem filozofları ise ahlaki
yargıları “sezgi” ile temellendirmekte ve ahlaki manada iyi ve kötüye ancak sezgi
yolu ile ulaşılabileceğini belirtmektedirler.75
68
Bk. G.Skirbekk - N.Gilje, Antik Yunadan Modern Döneme Felsefe Tarihi (Çev. Emrah Akbaş-Şule
Mutlu), Kesit Yayınları, İstanbul 2006, s.52-60; Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet
Vakfı Yay, Ankara 2009, s. 14-15.
69
Birand, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.31.
70
Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s.15.
71
Birand, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 107; G.Skirbekk - N.Gilje, Antik Yunadan Modern Döneme
Felsefe Tarihi, s. 127-128; Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s. 61;
72
Kılıç, a.g.e, s. 75, 76.
73
Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş (İkinci Kısım), s. 204-205.
74
Kılıç, “Olgu ve Değer Problemi” AÜİFD, Sayı XXXV, s. 393.
75
Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s.56.
24
Felsefe tarihinde ahlaki yargıları din ile temellendiren yaklaşımlar da vardır.
Özellikle Platon’un ilk defa bir şeyin Tanrı emrettiği için mi iyi olduğu, yoksa iyi
olduğu için mi Tanrı tarafından emredildiği şeklindeki sorusu üzerine ortaya çıkan
ve İslam düşüncesindeki karşılığı hüsün-kubuh olan “Euthyphro” etrafında
kümelenen tartışmalar neticesinde, ahlaki yargıları ilahi iradeye dayanarak izah eden
ahlak teorileri belirmiştir. Bunlar içerisinden Ockhamlı William (1285/1349) iyi ve
kötü hakkındaki bilgilerin kaynağını vahiy olarak benimserken, Thomas Aquinas
(1225/1274) iyi ve kötünün vahiyden bağımsız olarak da bilinebileceğini iddia
etmiştir.76
Daha önce de belirttiğimiz gibi batıdaki bu tartışmaların İslam düşüncesindeki
karşılığı bizim çalışma konumuz olan hüsün-kubuh problemidir.
A) İslam Düşüncesinde Hüsün-Kubuh Meselesinin Ortaya Çıkış Süreci
ve Temel Tartışmalar
Her biri farklı mizaç ve karakterde, farklı özelliklerle yaratılmış olan
insanoğlu, tabiatı gereği kendi hemcinsleri ile birlikte yaşamak zorundadır. Her bir
insan farklı arzu, istek ve eğilimlere sahip olduğundan ve kendi menfaatini her şeyin
önünde gördüğünden dolayı, toplum içerisinde bir takım çıkar çatışmalarının ve
ihtilafların baş göstermesi kaçınılmaz olmuştur. Nitekim tarihi tecrübe bize bunu
açıkça göstermektedir. Değişik bir çok sebebin yanında insanoğlunun özellikle
hâkimiyet ve egemenlik kurma arzusu, insanlık tarihi boyunca pek çok savaşın
görünürde olmayan gerçek nedeni olmuştur. Esasen farklı düşünceler ve farklı bakış
açıları insanlığın gelişme ve ilerlemesine katkı yapsa da - ki “Müsâdeme-i efkârdan
Bârika-i hakîkat doğar” ifadesi bu gerçeği çok veciz bir üslupla dile getirmektedir-,
ihtilafların aynı zamanda insanlığın tekâmül sürecini engelleyen pek çok olumsuz
etkisi de vardır.
76
G.Skirbekk - N.Gilje, Antik Yunadan Modern Döneme Felsefe Tarihi, s. 172; Kılıç, a.g.e, s. 86.
25
Tarihi süreç içerisinde İslam coğrafyasında Müslümanlar arasında da bazı
konularda ihtilaflar baş göstermiştir. Bu ihtilaflardan bir kısmı İslam medeniyetinin
ilmi ve fikri yönden ilerleme ve gelişmesine vesile olurken bir kısmı ise
Müslümanların birbirine düşmesine, hatta birbirini öldürecek düzeyde bölünmelerine
sebep olmuştur. Söz konusu ihtilafların ortaya çıkış sebepleriyle alakalı olarak pek
çok gerekçe saymak mümkündür. Öncelikle insanın fıtratından kaynaklanan
farklılıklar, yani farklı arzu, istek ve eğilimlere; farklı algı ve anlayış kapasitelerine
sahip olmaları gibi hususlar fikri tartışmaların ortaya çıkmasında önemli bir etken
olarak görülebilir. Yine İslam inancının temel kaynağı olan nassların bir kısmının
tümüyle açık olmayıp, farklı yorum ve tevillere imkan verecek bir mahiyet arz etmesi
de fikri ihtilafların oluşmasında önemli bir faktördür. Ayrıca zamanın ve şartların
değişmesi neticesinde ortaya çıkan yeni problemlere çözüm arayışları da tabii olarak
İslam âlimlerini meselelere daha önce bakmadıkları açılardan bakmaya ve yeni bakış
açıları ortaya koymaya zorlamıştır. Bu durum şüphesiz farklı görüşlerin ortaya
çıkmasında önemli bir etken olmuştur. Öte yandan İslam ümmetinin siyasal
hâkimiyet alanının genişlemesi sonucu İslam’a giren farklı din ve medeniyetlere
mensup kişilerin, eski inançlarının etkisinden kolay kolay kurtulamamış, dolayısıyla
da İslam’ı o eski inanışlarının etkisi ile anlamaya çalışmış olmaları da bir takım
ihtilafları beraberinde getirmiştir.77 Ancak bütün bunların ötesinde İslam dünyasında
çeşitli görüşlerin ve fırkaların ortaya çıkmasına daha büyük oranda tesir eden temel
faktör ise, Hz Peygamber (s.a.v) in vefatından sonra ortaya çıkan sosyal ve siyasi
karışıklıklardır. Öteden beri Arap toplumunda hâkim olan kabilecilik duygusu ve
hâkimiyet anlayışı sebebi ile ortaya çıkan siyasi hâkimiyeti ele geçirme mücadelesi,
özellikle Hz Osman’ın şehit edilmesinden sonra kızışmış ve Müslümanlar birbiriyle
çatışmaya başlamıştır. Bu süreçte Müslümanların kendi aralarında yaptıkları savaşlar
sonucunda ayrılıklar iyice belirginleşmiş ve taraflar birbirlerinin imanını dahi
sorgular hale gelmiştir. Bütün bu yaşananlar takip eden süreçte özellikle Emevilerin
iktidarı döneminde İslam ümmeti arasında oldukça hararetli tartışmalara sebep
olmuştur. Emevi yönetimi kendi politikalarından rahatsız olan halka karşı yaşadığı
77
Bk. Muhammed Ebu Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, (İslam Mezhepleri Tarihi), Çev.
Sıbğatullah Kaya, Anka Yayıncılık s.17-27.
26
meşruiyet problemini- zira gerek Muaviye’nin halife oluş biçimi gerekse Emevi
politikacılarının dini yaşantılarındaki serbest tavırlar sebebiyle halk onlara karşı pek
de sempati ile bakmıyordu- yaptıklarını “Allah’ın dilediği budur, kader böyle tecelli
ediyor” iddiasıyla aşmaya çalışıyor ve bunu bir devlet politikası olarak uyguluyordu.
İşte Emevilerin bu politikası karşısında İslam toplumunda insanın ilahi irade
karşısında özgür olup olmadığı sorusu etrafında tartışmalar baş göstermiş ve çeşitli
fırkalar ortaya çıkmıştır. Başlangıç safhasındaki bu tartışmalar ilerleyen dönemlerde
çerçevesini daha da genişleterek devam etmiş ve bugün dahi üzerinde tartıştığımız
önemli meseleler halini almıştır. Bütün bunlara bir de Abbasiler döneminde ortaya
çıkan “tercüme faaliyetleri” eklenince, Roma ve Yunan felsefesinden etkilenen İslam
düşünürleri (özellikle Mu’tezili âlimler) daha önce üzerinde durma gereği
hissetmedikleri “Allah’ın sıfatlarının mahiyeti”, “İlahi iradenin gücü karşısında
insanın irade ve fiil özgürlüğü” vs. gibi meseleleri gündemlerine almışlar ve
tartışmışlar, bu tartışmalar neticesinde çeşitli görüşler etrafında fikri kümelenmeler
oluşmuştur. Bunlar arasında özellikle Mu’tezile, Eş’ariye ve Maturidiye gibi ekoller
insanlar üzerinde etki bırakan fikirler üretmişleridir.
Söz konusu fırkaların üzerinde tartışma yaptıkları en önemli meselelerden
birisi “kader ve insanın özgürlüğü” meselesidir. Esasında kader meselesi insan aklını
her dönemde meşgul etmiş bir mesele olsa da, bahsi geçen nedenlerden dolayı söz
konusu dönemde üzerinde daha yoğun bir şekilde durulmuştur. Bu bağlamda insanın
fillerini özgür iradesine göre mi yoksa kendisi için belirlenmiş ezeli bir takvime göre
mi gerçekleştirdiği, ilahi fiillerde herhangi bir hikmet ve gayenin bulunup
bulunmadığı, insanın fiillerinin ortaya çıkmasında belirleyici olan faktörün ilahi irade
mi yoksa insanın kendi iradesi mi olduğu şeklinde pek çok soru ortaya atılmış ve
cevabı aranmıştır. İşte hüsün ve kubuh’un, aklî mi yoksa şer’î mi olduğu, bir başka
ifade ile bir şeyin iyi ya da kötü olarak değer kazanmasının kaynağında aklın mı
yoksa şer’in mi olduğu problemi bu tartışmalar neticesinde ortaya çıkmıştır. İstanbul
Dâru’l-Fünûn Hukuk Fakültesi öğretim üyesi olan ve aynı zamanda Cumhuriyetin ilk
yıllarında adalet bakanlığı görevinde bulunan Seyyid Bey'in ifadesi ile hüsün-kubuh
tartışmasının esası bu iki konuda (insanın özgür iradesi ile hareket edip etmediği ve
ilahi fillerde herhangi bir hikmetin bulunup bulunmadığı konusu) yaşanan
27
ihtilaflardır. Asıl tartışma konusu olan bunlardır. Hüsün-kubuh ise bu tartışmanın
fer'i niteliğindedir.78 Bu konudaki ihtilaflara ve neticelerine ileride değineceğiz.
B) Hüsün- Kubuh Meselesinin Hukuk Düşüncesi İle Münasebeti
Ahlaki yargıların niteliğine ve kaynağına ilişkin gerek batı düşüncesinde
gerekse İslam düşüncesinde ortaya çıkan tartışmalar hukuk düşüncesine de sirayet
etmiş ve benzer sorular toplumsal düzenin kaynağı olan hukuk mefhumu için de
sorulmuştur. Zira toplumsal düzeni tesis eden hukuk kurallarının hangi değer
ölçülerine göre belirlendiği ve hangi temel prensiplere dayandığı meselesi söz
konusu düzenin kurulmuş olmasından daha büyük bir önem arz etmektedir.79 Bir
mefhum olarak “hukuk” nedir ve ne şekilde oluşur? Hukuk kurallarının muhteva
bakımından sahip olması gereken özellikler nelerdir? Hukuk kurallarının hasenkabih, ahlakî-gayr-i ahlakî ya da âdil-gayr-i âdil olup olmamasının objektif bir
kriterinden bahsedilebilir mi? Bu anlamda bir hukuk kuralını bizim için geçerli ve
bağlayıcı kılan nedir? Özetle hukuk nereden ve ne şekilde neş’et etmektedir?
Şeklindeki sorular hukuk felsefesinin bu bağlamda ele aldığı temel sorulardır.
Böylece “hukukun kaynağı”80 meselesi hukuk felsefesinin önemli tartışma
alanlarından bir tanesi olmuş, hukukun kökenine ilişkin Batı düşüncesinde pek çok
teori ortaya çıkmıştır.
Batıdaki bu köken tartışmalarının İslam dünyasında tekabül ettiği konu ise
hüsün-kubuh konusudur. Eşyadaki/fiillerdeki ahlaki niteliklerin/değerlerin mahiyeti
ve kaynağı ve bu değerlerin hangi yollarla bilineceği meselesini ele alan hüsün78
Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 120.
79
Çağıl, “Ebedî Bir Problem Olarak Hayır ve Şer Tezadı, Ruhun Ebedîliği (Ölmezliği) ve Hukuk
İdesi”, İ.Ü.H.F.M, XXIII, Sayı 3-4, İstanbul 1958, s.431.
80
Burada hukukun kaynağı tabirinden kast edilen şey, hukukun “yaratıcı” kaynağı, yani kökenidir.
Bizim bu ifademiz hukuku biçimsel olarak açığa çıkaran şekli kaynakları değil, onu doğuran ve ortaya
çıkaran kaynakları kast etmektedir. Tıpkı bir akarsuyun toprağın yüzeyi ile buluşmasından önce daha
derinlerden gelmesi gibi, biçimsel olarak açığa çıkmadan önce de hukuk mefhumunun mahiyetine
ilişkin vicdanlarda bir takım yargılar mevcuttur. Dolayısıyla burada “kaynak” kavramı bir şeyin ilk
olarak neşet ettiği yer anlamındadır. Bu konuda Bk. Aral, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, s. 92.
28
kubuh tartışması, gerek İslam İslam hukukçularının gerekse kelamcıların
gündemlerine aldıkları bir meseledir. Hüsün-kubuh problemi, taşıdığı öneme binaen
her iki ilim çevresinin de gündemini meşgul etmiştir. Her iki ilim muhiti de bu
meselenin izahı noktasında yoğun mesai harcamış ve oldukça değerli görüşler
belirtmiştir. Bunun neticesinde çok zengin bir literatür oluştuğu görülmektedir.
Hüsün-kubuh konusunun kelam ve fıkıh usûlü ilimlerinden hangisinin aslî,
hangisinin tâli ( İstidrâdî= asli olmayan, dolaylı) konusu olduğu meselesi klasik
kaynaklarda tartışılmış bir konudur.81 Bazı usulcü ve fakihler-örneğin meşhur Hanefi
usulcü Pezdevî gibi- hüsün-kubuh konusunun kelami bir mesele olup, onun ele
alındığı mahallin Usulü’d-Dîn kitapları olduğunu, dolayısıyla fıkıh usûlü ilminin
kapsamına girmediğini ve fıkıh usûlünde tali olarak ele alındığını82 bazıları ise - bir
diğer Hanefi usulcü ve fakih olan Sadruşşeri‘a gibi- konun bir yönüyle kelam
ilminin, diğer yönüyle de fıkıh usûlü ilminin kapsamına girdiğini söylemişlerdir.83
Bu açıdan bakıldığında hüsün-kubuh meselesi, Allah’ın fiilleri, insanın irade ve fiil
özgürlüğü, Allah’ın aklen bilinmesi, bilgi kaynaklarında önceliğin akılda mı nakilde
mi olduğu, ilahi fiillerde adalet, hikmet ve illiyet gibi kelâm ilminin önemli birçok
meselesiyle ilişkilidir. Fakat aynı mesele usûl-i fıkıhta da teklifî hükmün kaynağının
ne olduğu (ki bizim çalışma konumuzu bu oluşturmaktadır), vacip, haram, mübah
gibi teklifî hükümlerin tariflerinin belirlenmesi, kıyas, ahkâmın ta’lili, nesih, tahsis,
sabî-i âkil’in hükmü, ehliyetin şartları gibi birçok usul meselesiyle de irtibatlıdır.
81
Şehrâni, Âyız b. Abdullah, et-Tahsin ve’t-Takbihü’l-Akliyyani ve Eseruhuma fî Mesâili Usuli’l-
Fıkıh, nşr. Künüz-ü İşbiliya, Riyad, I, s. 270.
82
Bk. Abdülaziz el-Buhari, Keşfü'l-esrâr an usûl-i Fahri’l-İslâm el-Pezdevî, Darü’l-Kütübi’l-
İlmiyye, Beyrut 1997, I, s.270.
83
Hanefi hukuk âlimi olan Sarduşşeria, hüsün-kubuh meselesinin usul ilminin, ma’kûl ve menkûl’ün
temel meselelerinden olduğunu söylemiş, Taftazani ise buradaki usulden kastın usul’ü-fıkıh,
ma’kulden kastın kelam ve menkûlden kastın da fıkıh ilmi olduğunu, zira bu meselenin Allah’ın
fillerinin hasen olup olmaması açısından kelam ilmiyle, emr’in hüsün, nehy’in de kubuh ile olan
münasebetinin ele alınıp incelenmesi açısından fıkıh usûlü İlmiyle irtibatlı olduğunu belirtmiştir. Bk.
Taftâzânî, Sa’deddin Mes’ûd b. Ömer, et-Telvîh ila keşf-i hakaiki’t-tenkîh, (Sadruşşeria’nın et-Tavdîh’
ile birlikte) I, 373, Beyrut, 1998. Bu konudaki diğer görüşler için Bk. Şehrâni, a.g.e, s.270-276.
29
Görüldüğü gibi Hüsün-kubuh meselesi kelam, felsefe ve hukuk ilimleri
arasında gidip gelen, hem kelami hem felsefi hem de hukuki karakteri haiz
interdisipliner bir meseledir. Yukarıda bahsi geçen hususlar açısından da hukuk
felsefesini ilgilendiren bir nitelik arz etmektedir. Özellikle kelam ilminde hüsünkubuh etrafında kümelenen tartışmalar ve ortaya konan görüşler, hukuk ilminde
aklın, şer’i hükmün kaynağı olup olamayacağı meselesini gündeme getirmiştir. Pek
çok klasik fıkıh usulü alimi hukuki manada hüsün-kubuh’un mahiyetini ve kelâmî,
hukukî, ahlâkî ve felsefî kapsamını ele alarak inceleme konusu yapmışlardır.
Esasen bizim de konumuzu oluşturan hukuki manada hüsün-kubuh meselesi
bir bakıma hukukta aklın yetki, görev ve sınırı meselesidir. Şer’i hükümlerin tayin ve
tespitinde aklın işlev ve önemi nedir? Acaba salt akli ilkeler şer’i teklife konu olabilir
mi? Biz hüsün-kubuh aklidir desek, bu akli olan şey teklif kapsamına girer mi? Bir
başka ifadeyle herhangi bir ilahi direktif olmaksızın, sırf akli diyebileceğimiz bir
bilme ve anlama faaliyetinden, uhrevi sorumluluk (mükâfât-mücâzât) doğuracak bir
hükme varılabilir mi? Aklın bu konuda bir yetkisi var mıdır? Bu konuda vahiyle olan
münasebeti (nakil karşısındaki konumu) nedir? “Akli vücûb” (zorunluluk) diye bir
şeyden bahsedilebilir mi, eğer edilirse akli vücûb şer’i vücâb’a tekaddüm eder mi?
gibi sorular İslam hukukçularının, bu bağlamda cevabını aradığı sorulardır. İşte bu
sorularla İslam hukukçuları hüsün-kubuh düşüncesi ile “sorumluk” arasındaki
münasebeti
kurmaya
çalışmışlardır.
Burada
hemen
belirtelim
ki,
İslam
hukukçularının tartıştıkları konu ahlaki açıdan iyi ve kötünün kaynağının ne
olduğundan ziyade, hukuki açıdan bağlayıcı olan iyi ve kötünün kaynağının, tabir-i
diğer ile İslam’da hukuki sorumluluğun kaynağının ne olduğu ve aklın tek başına,
vahiyden bağımsız olarak hukuki sorumluluğun kaynağı olup olamayacağı
konusudur.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi modern hukuk felsefesinde ele alınan hukukun
menşei problemi, İslam hukukunda hüsün-kubuh teorisine tekabül etmektedir.
Dolayısıyla bu çalışma kapsamında ele alacağımız konu, aslında İslam’da hukuk
normlarının kaynağının ne olduğu konusudur. Gerek modern hukuk düşüncesinde
gerekse İslam hukuk düşüncesinde olsun, her iki hukuk siteminde de bu konuda
30
gündeme gelen sorular birbirine benzemektedir. Bu sebeple konumuzla ilgili olması
açısından modern hukuk düşüncesinde ortaya çıkan hukukun kaynağına ilişkin
tartışmalara değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Şunu en başında ifade edelim ki
İslam hukuku, aşağıda ele alacağımız hukuk teorilerinden elbette ayrılmaktadır. Zira
İslam hukuku her şeyden önce ilahi bir hukuktur. Uzmanlık alanı ve meselelere
yaklaşımı her ne olursa olsun bütün İslam âlimlerine göre mutlak manada tek Hâkim
Allah’tır. Dolayısıyla İslam hukuku bu teorilerden tabii olarak farklıdır. Zira
bünyesinde Allah’ın mutlak hâkimiyeti şeklinde bir ön kabulü barındırmaktadır. Bu
sebeple İslam hukuku açısından hukukun menşei sorununu bu teoriler
çerçevesinde izaha kalkışmak elbette mümkün değildir. Ancak söz konusu teoriler
bize en azından hukukun kökenine ilişkin bir bakış açısı kazandırması ve bir
mukayese imkânı vermesi yönüyle de oldukça önemlidir. Bu sebeple konumuzla
ilgisi nispetinde bu görüşlere yer vermek istiyoruz.
1) Çağdaş Hukuk Düşüncesinde Hukukun Menşei İle İlgili Görüşler
Hukuk tarihi incelendiğinde hukukun kökeni meselesinin öteden beri önemli
bir sorun olarak gündemi meşgul ettiği görülmektedir. Hukuk tarihinde hukukun
kökenine ilişkin pek çok görüş ortaya çıkmıştır. Hukukçular ortaya koymuş oldukları
teoriler ile hukuk kurallarının bağlayıcılığını ve insanlar nezdindeki meşruiyetini
tesis etmeye çalışmışlardır.
Hukukun kaynağına ilişkin modern hukuk felsefesinde ortaya konan görüşleri
temel olarak iki başlık altında ele almak mümkündür. Bunlardan birincisi hukukun
kaynağını bilinçli bir iradede arayanlar, ikincisi ise irade dışı kaynak bulmaya
çalışanlardır.84
84
Abdülhak Kemal Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, İ.Ü.H.F. Yayınları, İstanbul 1949, s.10;
Necip Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 179.
31
a) Hukuku Bilinçli Bir İradenin Ürünü Olarak Gören Hukuk Teorileri
Bu başlık altında ele alınan teoriler hukukun kaynağına adres olarak “irade”
yi göstermektedirler. Bu anlayışa göre hukuk, bilinçli bir iradeden neş’et etmektedir.
Söz konusu iradenin ne olduğuna gelince, bu irade farklı şekillerde ortaya
çıkabilmektedir. Buna göre hukukun, kendilerinden neş’et ettiği irade tanrısal, kişisel
ya da genel irade olabilir. Ancak şunu belirtelim ki her üç yaklaşıma göre de söz
konusu irade, hukuk kurallarının tatbik edildiği insanların iradelerinin üstünde olan
“hâkim” bir iradedir.85
Hukukun kaynağına ilişkin olarak ortaya konan teoriler arasında en eski
teoriyi oluşturan86 Tanrı’nın iradesi kuramına göre sosyal hayatta olması gerekeni
belirleyen hukuk kuralları kaynağını tanrının peygamberler vasıtası ile insanlara
bildirdiği yüksek iradeden almaktadır.87 Kâinattaki her şeyi yaratan ve bir düzene
bağlayan tanrı, insana hayatının her anını kuşatan bir takım sorumluluklar
yüklemiştir. İnsan bu sorumlulukları yerine getirmekle mükelleftir. Bu sorumlukların
bir yönü ise sosyal hayattaki hukuk kurallarıdır. Hukuk kurallarına (normlara)
kaynaklık eden esas, tanrının bize peygamberler yoluyla ulaşan iradesidir. Hukuk
kuralları tanrının evrende tesis ettiği düzenin ilkelerinden doğmaktadır.88 O halde
mer’i hukuk kuralları tanrının iradesine göre va’z, ta’dîl ya da ilga olunmalıdır.89
Hukuku kişisel iradeye dayandıranlara göre ise hukukun kaynağı, egemenliği
elinde tutan siyasi otorite ya da devlettir. Hukuk kaynağını devletin otoritesinden
almaktadır. Hukuku oluşturan şey maddi-manevi gücün sahibi olan resmi otoritedir.90
Görüldüğü gibi burada kişisel iradeden kasıt gücü elinde tutan iradedir. Buna göre
85
Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, s.10
86
Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, s.141. Erken dönemlerden itibaren din kurallarına dayalı
hukuk düşüncesinin nasıl tezahür ettiği ile ilgili olarak Bk. Ahmet Ünsal, “Hukukun Temeli İle İlgili
Yaklaşımlar”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010/2, c. 9, sayı: 18, s. 6-15.
87
Necip Bilge, a.g.e, s. 180.
88
Hirş, Ernest, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Dersleri, (Güncel Dile Uyarlayan: Selçuk (Baran)
Veziroğlu), Ankara 1996, s.113-114; Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, s.141-142.
89
Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, s.10
90
Necip Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 181.
32
hukuk kurallarını maddi/siyasi gücü elinde tutanlar ihdas etmektedir. Yani hukukun
menşei maddi güç ve kuvvettir.91 Bu görüşün en hararetli savunucularından olan
Pascal, maddi güce dayalı hukuk anlayışını şu sözlerle temellendirmeye
çalışmaktadır: Hukuk dediğimiz şey bizzat kuvvetin kendisidir. Devlet ancak cebir ile
ayakta durabilen bir müessesedir. Toplumlar da bencillik, ikiyüzlülük ve maddi güce
dayalıdır. Bu sebeple güçlü olan hâkimdir. Güç herkesin boyun eğdiği, adalet ise
tartıştığı bir şeydir. Bu yüzden adil olan kuvvetli olmayacağı için, kuvvetli olan
adildir.92 Bu anlayışa göre bir hukuk kuralı muhtevası nasıl olursa olsun hâkim güç
tarafından ihdas edilmişse artık meşruiyet kazanmış demektir. Artık herkes bu kurala
uymak zorundadır.93 Görüldüğü gibi bu tip bir hukuk anlayışında mutlak bir keyfilik
hâkimdir. Gücü elinde tutan dilediği gibi kural ihdas edebilmektedir.
Temelleri J.J. Rousseu (1702-1778) tarafından atılan genel/umûmî irade
kuramına göre ise hukuk Tanrı’nın ve güçlünün iradesinden değil toplumun kendi
kendisi ile yaptı zımni sözleşmeden doğmaktadır. Buna göre insanlar karşılıklı olarak
bir takım haklarından feragat ederek, herkesin razı olacağı eşitliğe dayalı bir
toplumsal sözleşme yapmışlardır. İşte hukukun kaynağı toplumun genel iradesinin
ürünü olan bu toplumsal sözleşmedir.94 Bu teoriye göre hiçbir kuralla kayıtlı
olmaksızın yaşamanın getirdiği bir takım zorluklar ve tehlikelerin farkında olan ve
söz konusu zorlukların üstesinden tek başına gelemeyeceğini anlayan insanlar, bu
zorluklara muhatap olmamak adına bir takım isteklerinden, özgürlüklerinden
karşılıklı olarak vazgeçmişler ve zımnen başkalarının özgürlük alanına müdahale
etmeyecekleri konusunda anlaşmaya varmışlardır. İşte hukuk toplum arasındaki bu
zımni sözleşmeden neş’et etmektedir.95 Görüldüğü gibi bu teori hukuk normlarının
kaynağını toplum arasında var olduğunu iddia ettikleri muhal bir sözleşmeye
dayandırmaktadır.
91
Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, s. 11.
92
Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, İ.Ü.H.F. Yayınları, İstanbul 1958, s.73.
93
Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, s. 11.
94
Necip Bilge, a.g.e,s 182.
95
Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, s. 12-13.
33
b) Hukuku İrade Dışı Bir Kaynağa Dayandıran Teoriler
Hukuku bilinçli bir iradenin ürünü olmaktan uzak gören teorilere göre hukuk
hiçbir şekilde bilinçli bir iradenin ürünü değildir. Zira hukuk içkin bir halde zaten
tabiatta ve toplumda mevcuttur. Dolayısıyla somut bir takım hukuk kurallarının tespit
edilmesi
sadece
var
olanı
açığa
çıkarmaktan
değerlendirilebilecek üç yaklaşımdan bahsedilebilir.
96
ibarettir.
Bu
kapsamda
Birisi Tabii Hukuk teorisi,
ikincisi Sosyolojik Hukuk teorisi ve son olarak üçüncüsü de Tarihsel Hukuk
teorisidir. Bunlar içerisinde Tabii hukuk teorisi diğerlerine göre tarihsel süreçte daha
çok kabul görmüş ve uygulama alanı bulmuştur.
Tabii hukuk düşüncesine karşı bir tepki olarak Almanya’da ortaya çıkan ve
kuruculuğunu Savigny (1779-1861) nin üstlendiği Tarihsel hukuk ekolüne göre her
hukuk sistemi belirli bir sosyal ve tarihsel gelişimin ürünüdür. Her milletin
hukukunun, yine o milletin tecrübe ve deneyimleri ile yakın bir ilişkisi vardır. Dahası
hukuk toplumun bu deneyim ve tecrübeleri sonucunda gelişir. Buna göre hukukun
doğuşu ve gelişimi üç evreye ayrılmaktadır. Birinci evrede hukuk tıpkı dil gibi
spontane bir biçimde halkın vicdanından doğar ve kendisini örf ve adet kuralları
biçiminde gösterir. İkinci evrede ise devreye hukukçular girer ve halkın vicdanından
doğan ve kendisini örf ve adetler olarak gösteren kuralları yorumlayarak belli bir
sistematiğe kavuştururlar. Son evrede ise artık sistemleştirilen bu kurallar yazılı hale
getirilir. Dolayısıyla hukukun kaynağı insan aklı değildir. Hukuk kendiliğinden
neş’et eder ve gelişerek olgunlaşır. Hukukçu ise onu toplumun vicdanından bulup
çıkarır. Sonuç olarak hukukun kaynağı örf ve adetlerdir.97 Görüldüğü gibi Tarihsel
ekole göre hukuk kuralları milletlerin tabii eğilimlerinden ve ihtiyaçlarından zorunlu
olarak çıkmaktadır. Akıl ya da başka herhangi bir irade hukuka kaynaklık edemez.
Dolayısıyla hukuk normları millet tarafından ihdas edilmekte, yine millet tarafından
kaldırılmakta ya da değiştirilmekledir. Hukukun bir tekâmül süreci vardır. Bu süreç
96
Bilge, a.g.e, s. 183.
97
Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, s.210-213; Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 185; Bu görüşler “İslam
şeriatı hem ilahi hem ictimaidir” diyerek örf ve adet kurallarını hukukun kaynağı olarak gören Ziya
Gökalp’in düşünceleriyle mukayese edilebilir. Bk. Ziya Gökalp, “Fıkıh ve İctimaiyyat”, İslâm
Mecmuası, c. I, s. 40-44.
34
toplumun tarihi seyir içerisinde yaşadıklarını, yani tecrübelerini dikkate alarak ve
bunlardan anlamlı bir bütün oluşturarak tamamlanmakta ve hukuku doğurmaktadır.
Dolayısıyla her toplumun kendi tarihsel tecrübesine dayanan milli ve yerel bir hukuk
anlayışı vardır.98 Bu görüşler yazılı olmayan örf ve adet kurallarını, yazılı hukuk
kurallarına üstün tutması ve halkın benimsediği örf ve adetlerin her dönem ve şartta
iyi olmayıp değişmesi gerekebileceği açısından eleştirilmiştir.99 Ayrıca hukukun
teşekkülü sürecinde insanı, dolayısıyla aklı tamamen devre dışı görmesi de Tarihsel
hukuk ekolünün eleştirilen yönlerindendir.100 Bizim kanaatimize göre de insan
faktörünü bu denli devre dışı bırakmak hukuk kurallarının her şeyden önce insanlar
için olduğu gerçeğini görmemek demektir. Öte yandan tarihsel ve toplumsal
eğilimleri
hakikatin
yegâne
kaynağı
olarak
görmek,
hukuk
düşüncesinin
donuklaşmasına ve toplumsal ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalmasına sebep
olacaktır. Zira her dönemin kendi toplumsal şartları vardır ve hukuk düşüncesi bu
toplumsal şartlardan etkilenmektedir. O halde belli bir dönemin ya da toplumun
şartlarını aşan daha şümullü bir kaynak aranmalıdır.
Hukukun kaynağını toplumsal olgu ve olaylarda gören Sosyolojik hukuk
ekolüne göre ise hukuka kaynaklık eden şey insanın toplumsal bir varlık olması ve
bunun zorunlu neticesi olan toplumsal hayattır. Bu akım insanın toplumsal bir varlık
olarak yaratılmış olmasını ve bu sebeple bir topluluk içinde yaşamak zorunda
oluşunu hukukun yegâne kaynağı olarak görmektedir. Buna göre nerede bir toplum
varsa orada mutlaka bir hukuk vardır. Hukuk toplum arasındaki sosyal ilişkilerden
doğmaktadır. Bu anlayışa göre bir kuralın hukuki geçerlilik kazanabilmesi için, diğer
bir ifade ile hukuk kuralı olabilmesi için mutlaka devlet gücüne dayanması
gerekmemektedir. Toplumsal vicdana uygun olan her kural bağlayıcı bir hukuk
prensibidir.101 Aynı şekilde Sosyolojik hukuk ekolü de hukukun inşa sürecinde aklın
katkısını kabul etmemektedir.
98
Bk. Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, s. 16-17.
99
Bk. Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 216.
100
Yörük, Hukukun Umûmî Prensipleri, s. 17.
101
Bk. Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, s. 145; “Hukuka İlişkin Değişik Görüşler ve
Bunların Değerlendirilmesi İle Birlikte Doğru Görülebilecek Bir Hukuk Anlayışı”, İÜHFM, C.39,
35
Bu iki ekolün dışında hukukun irade dışı bir kaynaktan doğduğunu savunun
üç görüş daha vardır ki bunlar Faydacı hukuk ekolü, Pozitivist hukuk ekolü ve
Realist hukuk ekolüdür.
Fikri arka planını Epikürcüler, Hobbes (1588/1679) ve Hume (1711/1776)
gibi filozofların hazcı fikirlerinden alan J. Bentham (1748/1832) ve J.S.Mill
(1773/1836) gibi filozofların temsil ettiği Faydacı hukuk akımına göre fayda/haz
hukukun yegâne kriteridir. Bu düşünceye göre, duyuların ahlaki yargıların
oluşmasında önemli bir etkisi vardır. Bazı algılar insana haz verirken bazıları ise acı
vermektedir. İnsan tabiatı gereği haz veren şeyleri arzu ederken, acı veren şeylerden
ise kaçmaktadır. Haz veren şeyler insanı mutlu kıldığı için iyi, doğru ve haklı olarak
görülebilir. Acı veren şeyler ise insanı mutsuz ettiği için kötü, haksız ve yanlıştır.
Dolayısıyla bir şeyin iyi ya da kötü oluşunun ölçüsü, o şeyin insana haz ya da acı
vermesidir. Haz doğuran davranış iyi, acı doğuran davranış kötüdür. Hukukun görevi
ise söylendiği gibi adaleti gerçekleştirmek değil ( Burada Tabii hukuk ekolünün
hukukun idesi adaleti gerçekleştirmektir şeklindeki görüşüne eleştirel bir gönderme
görülmektedir.), insanların mutlu olmasını sağlamaktır. Mutluluğun kaynağı haz
olduğuna göre hukuk –Tabii hukukçuların dediği gibi- soyut bir “adalet” idesine
değil, somut “fayda” idesine bağlanmalıdır. Bu sebeple hukukun tabiattan doğduğu
iddiası doğru değildir. Hukuk ancak insanların mutluluğunu temel amaç olarak
belirleyen devlet otoritesi ile yaptırıma bağlanmış pozitif hukuk kurallarından
doğar.102
Hukukta “değer” kavramına yer vermeyen teori olarak bilinen Pozitivist
teoriye göre hukukun bağlayıcılığının ahlaki bir temeli bulunup bulunmadığının,
eğer bulunuyorsa da bunun kaynağının ne olduğunun herhangi bir önemi yoktur.103
Sayı 1-4, İstanbul 1974, s. 311; Niyazi Öktem, “Hukuksal Pozitivizm Akımı”, İÜHFM, C.43, Sayı 14, İstanbul 1979, s. 276.
102
Bk. Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 235-244; Öktem, Sosyoloji ve Felsefenin Verileriyle Devlet
ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul 1995, Der Yay, 2. baskı, s. 262.
103
Güriz, a.g.e,s. 276.
36
Dolayısıyla hukuku –Tabii hukukçuların yaptığı gibi- bir değere (adalet)
dayandırmak
yanlıştır.
Hukukun
kaynağını
pozitif
gerekçelerde
aramak
gerekmektedir. Bu düşünceyi paylaşanlar içinde Kelsen (1881-1973) gibi hukuku sırf
yürürlükteki kurallara dayandıranlar (Hukuki Pozitivizm) olduğu gibi, onu mevcut
yasalardan ziyade onları ortaya çıkaran sosyal olaylara ve bunların gözlemlenmesine
dayandıranlar (Sosyolojik Pozitivizm/ August Comte-Spencer-Durkheim) da
bulunmaktadır.104 Hukuki pozitivistlere göre hukuk ancak yasa koyucu tarafından
konulmuş olan kurallardan ibarettir. Yani önemli olan hukukun va’z edilmiş olması,
yürürlükte bulunmasıdır. Bunu va’z eden gücün kim olduğu, hukuku hangi ölçülere
göre va’z ettiği, keyfi davranıp davranmadığının herhangi bir önemi yoktur.105 Bir
kuralın hukuk kuralı olarak addedilebilmesi için onun belirli bir hukuk düzenine
aidiyeti gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle eğer bir kural, belirli bir hukuk düzeninin
içinde yer alıyorsa o kural artık bağlayıcı bir hukuk kuralıdır. 106 Yani hukuk demek
mevcut mer’i hukuk, yani yürürlükteki yasalar demektir.
Realist hukuk ekolünün hukukun kaynağına ilişkin görüşü ise temelini
Pragmatist düşünceden almaktadır. Bu düşüncede hukukun kaynağı pratikteki
uygulamaya dayandırılır. Amerikan ve İskandinav hukuki realizmi şeklinde
bölümlenen bu teori sahiplerine göre gerçek hukuk, kanunlarda ifade edilen değil,
mahkemeler tarafından fiilen uygulanan hukuktur. Buna göre yargıçlar tarafından
fiilen uygulan kurallar hukukun kaynağını oluşturur. Ancak; burada problem yargıç
açısından hâlâ devam etmektedir. Zira bir yargıç bir kuralın bağlayıcı olup
olmadığını, henüz onu uygulamadan önce bilmek durumundadır. Hâlbuki bu anlayışa
göre yargıç neye göre davranacağını bilmemektedir. Önünde bağlayıcı bir kriter
olmadan yargıcın hangi kritere göre karar vereceği sorusu cevapsız kalmıştır.107
Bütün bu akımlardan başka hukuk tarihinde önemli ve sürekli bir yer edinen
ve hukukun kaynağını irade dışı bir yaklaşımla açıklayan bir başka akım daha vardır
104
Bilge, Hukuk Başlangıcı, s. 186.
105
Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, s. 146-147.
106
Kemal Gözler, Hukukun Genel Teorisine Giriş, s.73.
107
Gözler, a.g.e, s. 68-71-72.
37
ki o da Tabii Hukuk akımıdır. Konumuzla olan yakın ilgisi sebebiyle bu akımı
ayrıca ele almak istiyoruz.
Hukukun bir “değer” e dayanması gerektiği108 fikrini kendine çıkış noktası
olarak alan ve bunu “insanın doğası/tabiatı” şeklinde açıklayan Tabii hukuk teorisi,
hukuk tarihinde üzerinde en çok tartışmanın yapıldığı teoridir. Bu hukuk ekolünün
başlıca iki temel kavramı vardır ki bunlardan bir tanesi “insanın tabiatı”, diğeri ise
“akıl” dır.109 Tabii hukukçular bütün hukuk sitemlerinin dışında ve üstünde değişmez
ilkelerin, doğruların ve hakikatin kesin bir ölçüsünün var olduğuna inanmışlardır. Bu
görüşün temelinde hukukun, kendisini meydana getirenlerin irade ve arzularından
bağımsız bir objektiviteye sahip olduğu düşüncesi yatmaktadır.110 Buna göre
hakikatin mutlak ölçüsü olan, sabit ve değişmez bir takım esasları ihtiva eden, mevzu
hukukun üstünde bir “tabii” hukuk vardır. Bu hukuk mer’i hukukun üstünde ve
ondan önce eşyanın mahiyetinde sabit ve değişmez bir şekilde yer almaktadır. Kanun
koyucular bu hukuka, yani eşyanın mahiyetinde mündemiç olan tabii esaslara göre
kanunlar yapmalıdır. Mevzu hukuk bu esaslara göre tanzim edilmeli ve onun adil ya
da gayrı adil oluşu hakkındaki hüküm, bu esaslara uygun olup olmamasına göre
verilmelidir.111
Tabii/Doğal Hukuk düşüncesinin uzun bir tarihi geçmişi vardır. Adını 17. ve
18. Yüzyıllardaki tabii hukuk cereyanlarından almış olsa da tabii hukuk fikrine çok
eski dönemlerden, Antik Yunandan itibaren rastlanmaktadır. Bu bakımdan en eski
hukuk mektebi olduğu söylenebilir.112 Tabii hukuk düşüncesi tarihin farklı
dönemlerinde farklı şekillerde yorumlanmış, buradaki “tabii” kavramının insanın
tabiatı mı, tabii bir kuvvet olan akıl mı, yoksa fiziksel anlamda tabiat mı olduğu
108
Tarık Özbilgen, , “Tabiî Hukuk Görüşünden Sosyolojik Hukuk Görüşüne”, İÜHFM,
XXX/1-2’den ayrı bası, İstanbul 1964, s. 3–4.
109
Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 140.
110
Aral, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, s.8.
111
Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s.80-81.
112
Hirş, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Dersleri, s.105.
38
konusunda farklı görüşler öne sürülmüştür.113 Bu yönüyle tek tip bir tabii/doğal
hukuk anlayışından bahsetmek mümkün değildir. Esasen tabii hukuk düşüncesinde
akıl her zaman gündemdedir. Tartışılan konu ise aklın bir referansa ihtiyacı olup
olmadığı, eğer varsa bunun ne olduğu konusudur.
Bilindiği gibi Antik Yunan toplumu bütün ilginin doğaya ve doğa olaylarına
yöneldiği, her şeyin tabiat olaylarına göre değerlendirildiği bir toplumdur. Bir başka
ifade ile felsefi düşünce tabiata yönelmiştir. Bu sebeple İlk çağda tabii hukuk
düşüncesi Panteist bir dünya görüşü
114
temelinde izah edilmeye çalışılmış, hukuk
kuralları doğada hâkim olan mutlak ve değişmez kanunlara göre açıklanmıştır.115
Hukukun evrensel ve yüksek standartları tabiatta içkin halde bulunmaktadır.116 Bu
dönemde akım hukukun kaynağı olarak fiziki anlamda tabiatı görür. Hukuk her
şeyden evvel bu fiziki anlamda tabiatın gözlemlenmesinden çıkartılmaktadır.117
Özellikle Tanrı ile tabiatı özdeş gören Stoa felsefesi, tabiatta hâkim olan kanunların
doğru ve yanlışın ölçüsü olduğunu ve bu kanunlara uygun yaşamanın aklın gereği
olduğunu savunmuştur. Romalı bir Stoacı düşünür olan Çiçeron’un (M.Ö. 106/43)
ifadesi ile tabii hukuk, doğuştan gelen bir melekedir ve keşfedilebilir bir haldedir.
Hukuk, tabiat ile (âlemi düzenleyen akıl/logos ile) uyum halinde olan tabii akıldan
doğar. Hukuka kaynaklık eden şey, doğanın evrensel, tüm insanları kapsayan, sabit
ve değiştirilemez kanunlarıdır. Hukuk bu doğal kanunlardan türemektedir.118 Olması
gereken hukuk insanın ilahi akılla/logosla uyumunu sağlayan tabii aklın öngördüğü
doğal hukuktur.119
113
114
A. Cüneyd Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, İSAM Yayınları, İstanbul 2008, s. 205.
Panteist dünya görüşü hakkında Bk. Murtaza Korlaelçi, “Panteist Ahlak Anlayışı”, Felsefe
Dünyası, Sayı 23 (1997), s. 28-40.
115
Ali Bardakoğlu, “Tabii Hukuk Düşüncesi Açısından İslam Hukukçularını İstihsan ve Istıslah
Görüşü”, EÜİFD, c.3, Sayı 3 (1986), s.112
116
117
Köksal, a.g.e, s.205.
Selahattin Keyman, “Tabii Hukuk Doktrininin Epistemolojik Tahlili”, AÜHFD, C.47, Sayı 1,
1998, 23.
118
Bk. Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 81; Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 164; G.Skirbekk - N.Gilje,
Antik Yunadan Modern Döneme Felsefe Tarihi, s. 131-132.
119
Kasım Küküçalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşüncesi (Felsefî Temeller), İSAM Yayınları, s.83.
39
Orta çağda ise Tabii hukuk aşkın/müteal bir varlık olan Tanrı ile
irtibatlandırılmıştır. Zira İlk çağda tabiatla özdeş (panteist) bir tanrı anlayışı hâkim
olduğu ve tabiattaki yerleşik düzen tanrının bizzat kendisi ile özdeşleştirildiği için,
Tabii hukuk düşüncesi tabiattaki yerleşik düzen ile irtibatlandırılıyordu. Oysa Orta
çağda Hristiyanlığın etkisi ile tabiatla tanrının özdeş olduğu düşüncesi, yerini tabiatı
var eden/yaratan bir müteal tanrı düşüncesine bıraktı. İşte bu sebeple bu dönemde
Tabii hukuk “din” ekseninde yorumlanmış ve Tabii hukukun kaynağı olarak ilahi
irade gösterilmiştir.120 Zira Artık doğa yalın bir halde değil, onu var eden bir üst
irade ile yani Tanrı ile birlikte değerlendirilmekteydi. Bu sebeple Antik dönemin
tabiatla özdeş Tanrı tasavvuru kabul edilmemiştir. Stoa felsefesinin tabiatla özdeş
tanrı anlayışını reddetme sadedinde tabiatı reddeden Hıristiyanlık, aynı felsefenin
işlediği tabiatın maddi düzeninin, ona sinmiş olan evrensel akıl (logos) sayesinde
işlediği ve herkesin, her şeyin bu düzenden pay sahibi olduğu düşüncesini
reddetmedi. Böylece Tabii hukuk Hıristiyan ilahiyatına da uygun olarak kabul
edilmiş oldu. Hristiyanlık, Stoa felsefesinin Antik Yunan’dan devşirdiği tabii hukuka
dayalı temel hukuk görüşlerini kendisine mal etmişti. Nitekim Kilise'nin
büyüklerinden olan Saint Augustin( 354/430)’in tabii hukuk nazariyesi, Stoa
Felsefesinin önemli isimlerinden Çiçeron'un etkisi altında şekillenmiştir. Saint
Augustin, kanun hakkında Çiçeron'dan mülhem görüşleriyle, hakkın tabiattan
geldiğini, onu doğuran kaynağın akıl olmadığını, batıni bir kuvvet olarak insanın
içine perçinlendiğini söylemiştir. 121 Görüldüğü gibi Orta çağ tabii hukuk anlayışında
da natüralist bir hava sezilmektedir ancak aşkın bir tanrı fikri bu çağa hâkim olan
fikirdir. Dolayısıyla tabiat yaratılmış bir obje olarak muamele görmektedir. Tabiatı
yaratan bir irade vardır ki bu aşkın varlık olan Tanrıdır. Yani hukuk, Tanrı’nın
yarattığı tabii yasaların bir neticesidir. Hukuk kuralları bu şekilde ilahi iradeden
mülhem kabul edilince de toplumsal kuralların bu irade doğrultusunda, yani menşei
itibarıyla “ilahi” olan tabii hukuk doğrultusunda düzenlenmesi gerektiği söylenmiştir.
Bu söylemi dillendirenler birisi olan Saint Augustin ilahi tabii hukukun ezeli, sabit ve
120
Bardakoğlu, a.g.e, s.114.
121
Cengiz Otacı, “Tabii Hukukun Tabii Neticesi Ya da Laik Hukukun Kökleri”, Sayıştay Dergisi,
Sayı 54, s. 121,122.
40
değişmez ve evrensel olduğunu belirtmiş, hukukun bu tür bir ilahi kanundan neş’et
ettiğini ifade etmiştir. Ona göre kaynağı ezeli kanun olmayan bir dünyevi kanun
meşru değildir. Bu ezeli kanun da insanların vicdanlarında vardır. İşte her kanun
vicdanlardaki bu ezeli kanuna uygun olmalıdır.122 Bir başka ilahi tabii hukukçu
Thomas Aquinas’a (1255/1274) göre pozitif hukuk bu tabii hukuktan neş’et eder ve
pozitif hukukun içeriğini belirleyen tabii hukukun emirleridir.123 Hukuk kaideleri
arasında kaynak bakımından bir hiyerarşi kuran Aquinas, en üst sıraya ezeli ve ebedi
kanunu, yani âlemi bir nizam içinde yaratan ve ondaki nizamı devam ettiren
münasebetlere tamamen vakıf olan, insan aklının üstünde bir aklı, tanrının iradesini
koyar. İkinci sıraya ise her insanın tabiatında içkin bir halde var olan, iyi ve kötüyü
ayırt edip, iyi olanı tahakkuk, kötü olanı ise bertaraf etme melekesi olarak gördüğü
Tabii hukuk’u koyar. O, tabii kanunun aklın prensiplerinde aranması gerektiğini de
belirtir. Son olarak Beşeri kanun, yani mevzu hukuktan bahseden Aquinas, bunun
tabii kanunun esaslarına uygun olarak tanzim edilmesi gerektiğini belirtir. Yani
beşeri kanun insanların tabiatlarından getirdikleri imkân ve ihtiyaçlar dikkate
alınarak düzenlenmelidir.124 İlâhi ve tabiî hukukun vahiyden bağımsız olarak akıl
yoluyla da keşf olunabileceğini savunan Aquinas, Tanrı’nın da rasyonel olduğunu,
rasyonel ve iyi olanı arzu ettiğini, kötü olan bir şeyi arzulayamayacağını belirtir. Bu
sebeple iyi olan bir şey tanrı onu emrettiği için değil, zaten iyi olduğu için iyidir.125
Panteist dünya görüşünden teist dünya görüşüne geçişin yaşandığı bu dönemde aynı
zamanda, yaratıcı olan tanrının tabii hukuku değiştirip değiştiremeyeceği, ya da ona
aykırı bir takım kurallar belirleyip belirleyemeyeceği şeklinde bir takım sorular da
gündeme gelmiştir.126 Görüldüğü gibi ilahi tabii hukuk anlayışında da akıl
gündemdeki yerini korumaktadır. Ancak burada akıl ilahi tabii kanunları anlama ve
122
Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 81-82.
123
Orhan Münir Çağıl, “İnsan Hakları ve Tabii Hukuk”, İÜHFM, c.50, Sayı 1-4, s.82; Güriz, Hukuk
Felsefesi, s. 172.
124
Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 85-87.
125
G.Skirbekk - N.Gilje, Antik Yunadan Modern Döneme Felsefe Tarihi, s. 172; Ayrıca Bk. Yörük,
Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 88.
126
Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, s.205.
41
ondan bir takım ilkeler çıkarma bakımından işlevseldir. Aklın görevi ilahi nizamı
anlamaktır. Bu yönüyle akıl hukukun yaratıcı değil, keşf edici bir kaynağıdır.127
16. Yüzyıldan itibaren Reform ve Rönesans hareketlerinin de etkisiyle Tabii
hukuk teorisinde belirgin bir şekilde farklılaşma görülmüş ve hukukun kaynağı ilahi
iradenin elinden alınıp insan iradesine, akla verilmiştir. Artık akıl, tabii hukukun
kaynağı olması bakımından ilahi iradenin yerini almıştır. Böylece Tabii hukuk
anlayışı Rasyonalist bir kimliğe bürünmüş ve hukukun gerçek manada kaynağının
insan aklı olduğunu dillendirilmeye başlanmıştır. Ekolün en büyük sözcülerinden
birisi olan Hugo Grotius (1585-1645) ’a göre ilahi hukuk sadece ona inanlar için
geçerlidir, oysa tabii hukuk ilahi hukuktan daha önce içkin ve mutlak bir şekilde
insan aklında vardır.128 Ona göre bütün insanlığa hâkim değişmez nitelikleri haiz bir
takım tabiî hukuk ilkeleri vardır ki a priori olarak bilinirler. Bu tip bir tabii hukuk
ilkesi insanın aklî ve sosyal tabiatına uygun ve ona aykırı olmayan ilkedir. Buna göre
tabii hukuk aklın bir emridir. İnsan aklına aykırı olan bir şey ahlaki bakımdan da
kötüdür ve bu sebeple Tanrı tarafından da yasaklanmıştır. Tabiî hukuk aklın
öngördüğü şeydir. Tanrı dahi tabii hukuku değiştiremez. Nasıl ki Tanrı iki kere ikinin
beş olmasını sağlayamıyorsa, özü bakımından iyi olanı kötü, kötü olanı da iyi
yapamaz.129 Görüldüğü gibi bu anlayışta hukuk kurallarına kaynaklık eden ilahi irade
anlayışı ortadan kalmıştır. Hukuk, tanrının tüm zamanlarda irade buyurduğu şeydir
şeklindeki anlayış artık gündem dışıdır. Zira Tanrı zaten özünde iyi ve doğru olan
şeyi buyurmaktadır. Yani Tanrının iradesi de aklın iradesi doğrultusunda tecelli
etmektedir
130
Böylece Orta çağ tabii hukukundaki “keşfeden akıl” yerini “bilen ve
idrak eden akıl” a bırakmış oldu.131 Takip eden dönemlerde ise Tabii hukuk
düşüncesi Thomas Hobbes (1588-1679), J.Locke (1632-1704), J.J.Rousseau (1712-
127
Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s.88
128
Ali Bardakoğlu, “Tabii Hukuk Düşüncesi”, s.115.
129
Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 175-176. Grotius’un bu ifadeleri bize Mutezile’nin “Aslah” teorisini
hatırlatmaktadır.
130
Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, s. 98; G.Skirbekk - N.Gilje, Antik Yunadan Modern Döneme
Felsefe Tarihi, s. 237.
131
Otacı, “Tabii Hukukun Tabii Neticesi Ya da Laik Hukukun Kökleri”, s.125.
42
1778) gibi teorisyenleri eliyle daha da laik ve politik bir mahiyet kazanmıştır.132
Naturalist bir teoriden katı rasyonalist bir teoriye dönüşen akımda artık aklın sultası
hâkim olmuş, aklın kurallar ve kanunlar va’z etme gücünün bulunduğu söylenerek,
önceleri insanın tabiatındaki içkin hukuki ilkeleri keşf etmenin sadece bir vasıtası
olarak değerlendirilen akıl, bundan böyle insana hakikati gösteren yegâne kaynak
olarak tanınmıştır.133 Artık hukuk aklın ürettiği bir şey halini almıştır. 20. Yüzyıla
gelindiğinde ise tabii hukuk akımı yerini hukuku sırf yürürlükteki kurallardan ibaret
gören ve hukukta normları denetleyen bir “üst değer” anlayışına sıcak bakmayan
hukuki pozitivizme bırakmıştır.134 Bununla birlikte Tabii hukuku tekrar diriltme ve
hukuka değer yüklü bir mahiyet kazandırma gayretleri (Tabii Hukuk Rönesansı) de
vardır.135
Görüldüğü gibi Tabi hukuk düşüncesi zaman içerisinde çeşitli evrelerden geçerek
hukukun laik bir karakter kazanması ile sonuçlanmıştır. Tabii hukuk düşüncesinin
dikkat çeken yanı kanaatimizce, hukukun kaynağını herhangi bir hukuk siteminde
değil de bütün bu sistemleri aşan, olması gerekeni gösteren, adalet idesine matuf,
değişmez ve ideal bir külli “değer” de görmesidir. Tabii hukuk kuramının savunduğu
şey hukukun bir “üst değer”e dayanması ve yürürlükteki hukukun bu üst değere göre
tanzim edilmesidir. Aksi halde hukukta keyfiliğin doğacağına inanılmıştır. Bu
yönüyle tabii hukuk düşüncesinin temel amacının hukuk düşüncesini ahlaki bir
temele oturtmak, Pozitivist bir karakter kazanmasını ve katı formel bir hal almasını
önlemek, böylece hukuka bir ruh kazandırmak olduğu söylenebilir. Ne var ki bunda
başarılı olamamıştır.136
132
Adı geçen teorisyenlerin hukuk anlayışları için Bk. Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 179-198.
133
Çağıl, “İnsan Hakları ve Tabii Hukuk”, s. 100.
134
Bazı düşünürler Rasyonalist Tabii Hukuk düşüncesinin geçerliliğini kaybetmesini dünyevileşerek
ruhsuzlaşmasına bağlamaktadır. Bk. Orhan Münir Çağıl, “Hukuk Mefhumu ve Hukuk İdesine Dair
Bazı Düşünceler”, İÜHFM, C.23, Sayı 1-4, s.402.
135
Bu konudaki görüşler için Bk. Güriz, Hukuk Felsefesi, s. 349-375.
136
Bazı hukukçular Tabii hukuk kavramının hukukun laik bir karakter kazanmasında bir vasıta olarak
kullanıldığını belirtmektedirler ki (Bk. Otacı, “Tabii Hukukun Tabii Neticesi Ya da Laik Hukukun
Kökleri”, s. 133) tabii hukuk düşüncesinin tarihi süreçte takip ettiği seyir ve vardığı sonuca bakılırsa
bu tespit kanaatimizce doğru bir tespittir.
43
Öte yandan her ne kadar Tabii hukuk düşüncesi, kaynak olarak tabiata, ya da
ilahi iradeye göndermeler yapsa da bu düşüncede hukuk mefhumu, son tahlilde insan
aklı ile şekillenen bir mefhum olmaktan kurtulamamıştır. Bu noktada hukuku
kurgulamak akla düşmektedir ki, tabii hukuk özellikle ilahi iradeyi kaynak olarak
gören anlayışı bir tarafa bıraktıktan sonra “akılcı hukuk” ekolüne dönüşmüştür. Artık
hukukta “tabiat” ya da “din” gibi bir referans kaynağa ihtiyaç yoktur. Akıl, sadece
hukuk konusuna değil, insanı ilgilendiren her konuda tam yetkilidir. Hukuk da insanı
ilgilendiren en önemli alanlardan birisi olduğundan, hukuk alanında akıldan başka bir
referans arayışı anlamsız görülmüştür.137
İleride ayrıntılı bir şekilde ele alacağımız üzere Batıda özellikle tabii hukuk
düşüncesi etrafında yaşanan, hukuk kurallarına insan iradesinin mi yoksa ilahi
iradenin mi kaynaklık ettiği yönündeki tartışmalar benzer şekilde hüsün-kubuh
başlığı altında İslam hukuk Düşüncesinde de yaşanmıştır.
VI)
Hüsün-Kubuh Konusunun Klasik Kaynaklardaki Yeri ve
Ele Alınış Biçimi
Mezhepler tarihine ilişkin çalışmalarda ortaya koyulduğu vecihle, İslam düşünce
tarihinde ortaya çıkan her i’tikâdî ekolün tâbî olduğu bir fıkhi ekol, her fıkhi ekolün,
görüşlerini kendisine esas aldığı bir i’tikâdî ekol vardır. Bu durumu Ahmet Cevdet
Paşa’nın diliyle ifade edecek olursak mesele daha iyi anlaşılacaktır. Ahmet Cevdet
Paşa (1822/1895), İbn Haldun (1332/1406)’un yazmış olduğu Mukaddime’nin
Pirizâde tarafından başlanılan fakat yarım kalan tercümesinin kalan kısmını
tamamlamak için yaptığı tercümede, mezhepler arasında ihtilaflı olarak görülen
problemlerden “İrâde-i Cüz’iye” meselesine temas ederken esere bir dipnot şeklinde
şu ifadeleri yazmaktadır: Malum ola ki, Hanefiler Ma’türîdî, Şâfii’ler Eş’arî’dir.
Yani Ma’türîdî’nin usûl-ü itikadîyatı İmâm A’zâm ve tâbiîlerinin reyine muvafık
düşmüş olduğundan amelde Hanefi olanlar itikatta Ma’türîdî ve amelde Şâfiî olanlar
137
Otacı, a.g.m, s. 131.
44
itikatta Eş’arî’dir. Keza Ma’türîdî itikadında olanlar amelde Hanefi, Eş’arî
itikadında olanlar amelde Şafii’dir, demek olup yoksa İmam Azam hazretleri, İmam
Ma’turîdî hazretlerine, İmam Şâfiî İmam Eş’arî’ye tabii demek değildir. Zira İmam
Eş’arî ile İmam Ma’türîdî dört İmamdan sonra gelip Selef akâidini tahkîk ile
meydana çıkarmışlardır. Hatta Mu’tezile de ekser ahkâm-ı fıkhiyede Hanefi
mezhebindendir. Maliki ve Hanbelîler de Eş’arî mezhebindendir.138 İşte bu sebeple
hem kelâmî hem hukuki yönleri bulunan hüsün-kubuh meselesinde de bu durum
değişmemiş ve klasik usul kitaplarında konu ele alınırken fukahâ metodunu
benimsemiş olan hanefi hukukçular İmam Ma’turidi’nin görüşlerinden, mütekellimîn
yöntemini benimsemiş olan şâfiî, mâliki ve hanbelî hukukçular ise Eş’arilik’ten
esinlenerek meseleyi izaha çalışmışlardır. Mu’tezilenin ise şüphesiz hüsün-kubuh
meselesinde ayrı bir yeri vardır. Zira konuyu gündeme getirenler onlardır.139
Klasik usul kitaplarında hüsün-kubuh meselesi genellikle "Şer’i Hükümler" ana
başlığı altında " Hâkim" ve "Hüküm" alt başlıklarının kapsamında, bazen de "emir"
ve "nehiy" konularıyla birlikte ele alınmaktadır. Örneğin Hanefi hukukçu Serahsî
konuyu ‫ ﻓﺼﻞ ﻓﻰ ﺑ ﺎن ﻣﻘﺘﻀﻰ اﻷﻣﺮ ﻓﻰ ﺻﻔﺔ اﻟﺤﺴﻦ ﻟﻠﻤﺄﻣﻮر ﺑﮫ‬alt başlığıyla, “emir” ve “nehiy”
kapsamında ele alırken140, şâfii hukukçu Râzî ‫ﻓﻰ ان ﺣﺴﻦ اﻷﺷ ﺎء و ﻗﺒﺤﮭﺎ ﻻ ﺜﺒﺖ اﻻ ﺑﺎﻟﺸﺮع‬
şeklinde özel bir başlık açmıştır.141 Şevkâni ise konuya eserinin baş kısmında yer
alan “Hükümler” bahsinin “Hâkim” kısmında yer vermektedir.142 Çağdaş
hukukçulardan Ebû Zehra, Abdulvahhâb Hallâf, Zekiyyüddin Şa’ban gibi hukukçular
konuyu “Şer’i Hükümler” bahsinin “Hâkim” kısmında el alırken, Şâkir Hanbeli
“Emir” ve “Nehiy” başlığı altında konuya yer verir143 Dikkatli bir şekilde
138
Bk. İbn Haldun, Mukaddime, Trc. Ahmet Cevdet Paşa, III/69-70 (Dipnot).
139
Şehrâni, et-Tahsin ve’t-Takbih, I, s.239.
140
Bk. Serahsî, Usûl, s. 47.
141
Râzi, Fahrüddin Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer (v.606/1209), el-Mahsûl fî ‘İlmi Usûli’l-Fıkh,
Thk: Şuayb Arnavut, Müessesetü’r-Risâle, Dımaşk 2008, s. 26.
142
Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdu’l-Fuhûl min İlmi’l-Usûl, Thk: Mustafa Saîd el-Hinn-Muhiddin
Dîb, Dâru’l-Kelimü’d-Tayyib, Dımaşk 2009, s.42.
143
Bk. Şâ’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları, s.274; Şakir Hanbelî, Fıkıh Usûlü, s.83; Ebu Zehra,
Fıkıh Usûlü, s. 71; Abdulvahhâb Hallâf, İlmi Usuli’l-Fıkh, Mektebetü’d-Daveti’l-İslamiyye, 2002,
s.100
45
bakıldığında esasen Kelâmî eğilimleri olan Mu’tezilî, Şâfii, Mâliki ve Hanbelî
Hukukçuların konuyu ya müstakil bir başlık altında bütün yönleri ile ya da Şer’i
hüküm kapsamında hükmü koyanın kim olduğu sorusuyla irtibatlı olarak işledikleri
görülmektedir. Fukahâ yöntemini temsil eden hanefilerin ise meseleyi daha çok emir
ve nehyin yorumlanması sırasında tahlil ettikleri ve fürû’a yansıyan yönleri (âkil
çocuğun durumu, ehliyetin şartları gibi) ile ele aldıkları anlaşılmaktadır. Benimsemiş
oldukları metodolojik anlama gayretlerine uygun olarak hanefiler konuyu ameli
açıdan, diğerleri ise daha çok teorik açıdan ele almıştır. Konunun tartışılmasında
gündeme gelen diğer bazı başlıklar ise kendisine ilahi hitap ulaşmamış olan kimsenin
durumu, bununla bağlantılı olarak –ki bu, meselenin temel tartışma konusudur- aklın
şeriattaki yeri, önemi ve bağlayıcılığı, Allah’a herhangi bir kötülüğün atfedilip
edilemeyeceği, yine Allah’ın fiillerinde bir hikmetin bulunup bulunmadığı şeklinde
sıralanabilir.
Konunun bu şekilde ele alınışının yanı sıra hüsün-kubuh meselesinin müstakil
olarak ele alındığı eserler de vardır. Örneğin Meseleyi et-Tavdîh adlı eserinde
“Mukaddimât-ı Erbaa” halinde geniş bir şekilde ele alan hanefi hukukçu
Sadrüşşerîa’nın eserinin özellikle bu kısmının Haşiye ala Mebâhisi’l-Hüsn ve’l-Kubh
fi’t-Tavzîh ismiyle pek çok risalesi yazılmış, bu risaleler Hâşiye ale’l-Mukaddimâti’lErbaa adıyla bir araya toplanmıştır. Bunların dışında da özellikle bu meseleye tahsis
edilmiş pek çok risale vardır.144
İslam hukukçuları emir ve nehyi hüsün-kubuh açısından temellendirirken
konuyu biri ontolojik diğeri de epistemolojik olmak üzere iki açıdan ele almışlardır.
Bunlardan birincisi emir ve nehiy özünde hüsün ya da kubuh nitelikleriyle muttasıf
mıdır? sorusunu, ikincisi ise hüsün ve kubuh vasıfları, ahkâmın ef’ale taallukunu
gerektirir mi? sorusunu cevaplamaya yöneliktir.
144
Bu konudaki bilgiler için Bk. İlyas Çelebi, “Klasik Bir Kelam Problemi: Hüsün-Kubuh”, M.Ü
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 16-17, 1998-1999, s.57-57.
46
İKİNCİ BÖLÜM
EMİR VE NEHYİN HÜSÜN-KUBUH
İLE İLİŞKİSİ
47
I)
Ontolojik Mahiyeti Açısından Emir ve Nehiy Normları
(Emir ve Nehy’e Konu Olan Hükmün Tabii Niteliği Meselesi)
İslam hukuk metodolojisinde hukukun kaynağına ilişkin tartışmalar
çerçevesinde iki temel gerilim noktası ortaya çıkmaktadır ki bunların birisi akıl,
diğeri de vahiydir. Acaba akıl ve vahiyden hangisi hukuka kaynaklık eder? sorusu
tartışmanın odağını oluşturur.145 Bu bağlamda hukuk usulü ilminde emir ve nehyi
hüsün-kubuh açısından izaha kavuşturma ameliyesinde ilk olarak tartışılan konu emir
ve nehyin ontolojik mahiyeti konusudur. Şu hususu bir kez daha belirtelim ki hukuki
açıdan hüsün-kubuh meselesi, “bir şey emredildiği için mi iyidir yoksa iyi olduğu
için mi emredilmiştir” şeklindeki eşyanın değeri tartışması değildir. Burada tartışılan
husus bir fiili bizim için hukuki bakımdan, yani mükâfat ya da ceza almamıza sebep
olacak şekilde bağlayıcı kılanın ne olduğu meselesidir. Bununla birlikte eşyanın
değerine ilişkin kanaatlerin bu tartışmada ortaya konacak görüşleri doğrudan
etkilediği de muhakkaktır. Bu sebeple öncelikli olarak İslam hukukçularının eşyanın
ontolojik mahiyeti hakkındaki görüşlerini ele almak gerekir.
Hüsün-kubuh meselesinde ilk olarak tartışılan konu eşyanın özünde iyi-kötü,
güzel-çirkin şeklinde herhangi bir zâtî niteliğin bulunup bulunmadığı konusudur.
Acaba me’mûrun-bih (emr’in konusu) ve menhiyyün-‘anh’ (nehyin konusu) ın
özünde bizzat kendilerinden kaynaklanacak şekilde objektif bir “değer” den
bahsedilebilir mi? Yoksa “değer”, onlara dışarıdan eklenen bir nitelik midir? Diğer
bir ifade ile emir ve nehy’e konu olan fiiller hüsün ve kubuh ile muttasıf mıdır?
145
Burada kaynak kavramından, hukuku yaratan kaynakları, yani hukuk normlarının menşeini kast
ettiğimizi tekrar belirtelim. Hukukun şekli kaynakları bakımından ise İslam hukuk metodolojisinde örf
ve adetleri, faydayı (bireysel haz anlamında değil toplumsal fayda/Maslahat anlamında), hukuki
mutabakat (İcma’)’ı da içine alan pek çok kaynak teorisi geliştirilmiştir. Bu konuda geniş bilgi için
Bk. İbrahim Kâfi Dönmez, İslam Hukukunda Kaynak Kavramı ve VIII. Asır İslam Hukukçularının
Kaynak Kavramı Üzerindeki Metodolojik Ayrılıkları (Yayımlanmamış Doktora Tezi.), Atatürk
Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi, İstanbul 1981.
48
Hüsün ve kubuh’un eşyaya nispeti zâtî midir, yoksa ârızî midir? gibi sorular bu
kapsamda gündeme gelen sorulardır.
Şu hususu belirtmemiz gerekir ki emredilen şeyin hasen, nehyedilen şeyin ise
kabih olduğu konusunda hüsün-kubuh tartışmasının tarafları arasında herhangi bir
ihtilaf söz konusu değildir. İhtilaf, söz konusu niteliklerin ilahi hitaptan önce mi
yoksa ilahi hitap ile birlikte mi var olduğu konusundadır. Bu konuda temel olarak iki
eğilim bulunmaktadır. Bunlardan birincisi eşyaya atfedilen hüsün ve kubuh’ un zâtî
nitelikler olduğunu savunurken, ikincisi eşyadaki bu niteliklerin harici, yani ârızî
nitelikler olduğu görüşünü benimsemektedir.
Mezheplerin hüsün-kubuh tartışmasında ortaya koymuş oldukları temel
görüşlere geçmeden önce hüsün-kubuh konusu tartışılırken gündeme gelen ve esasen
konu hakkındaki kanaatlerin oluşmasında birincil derecede belirleyici olan ve
tartışmanın arka planını oluşturan bazı konulara temas etmekte fayda görüyoruz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi hüsün-kubuh tartışmasının teorik alt yapısını
oluşturan iki temel konu vardır. Bunlardan birisi “insanın fiilleri”, diğeri ise
“Allah’ın fiilleri” konusudur. Hüsün-kubuh tartışmasının tarafları konuyu öncelikle
insanın fiilleri bağlamında ele almışlardır. Acaba insan fiillerinde özgür müdür?
İnsan, fiillerini kendi özgür iradesine göre mi işler, yoksa insanın fiilleri önceden
belirlenmiş bir takvime göre mi işlemektedir? gibi sorular insanın fiilleri ile ilgili
olarak gündeme getirilen temel sorulardır. Yine bu bağlamda insanın fiillerinin
yaratıcısının kim olduğu sorusu da tartışma konusu olmuştur. Konunun ikinci ayağı
ise Allah’ın fiilleri ile ilgilidir. Tartışmanın tarafları yine insanın özgürlüğü ve
sorumluluğu bağlamında, insanın filleriyle beraber Allah’ın fiillerini de ele almışlar
ve ilahi fiillerde mutlak bir tahakkümün mü yoksa bir takım hikmetlerin mi
belirleyici olduğunu sorgulamışlardır. Acaba Allah’ın fiillerinin mahiyeti nedir? O,
tasarruflarını dilediğince, herhangi bir gaye gözetmeden mi yapar, yoksa O’nun,
fiillerinde gözettiği bir takım gayeler var mıdır? Allah, bir takım gayeleri gözeten ve
belli amaçlar doğrultusunda tasarrufta bulunan bir varlık olarak mı tanımlanmalı
yoksa gaye fikrinden uzak, fiillerinde hiçbir gâî illet bulunmayan, hikmetinden sual
49
olunmaz bir varlık olarak mı? Dahası Allah hakkındaki bu tip tanımlamalar ne
anlama gelmektedir? Allah’ın sıfatları ile ilgili olduğu anlaşılan bu sorgulamada
tarafların bazısı O’nun adalet ve hikmet sıfatına, bazısı ise irade ve kudret sıfatına
vurgu yaparak bu sorulara cevap bulmaya çalışmışlardır. Görüldüğü gibi hüsünkubuh tartışmasında konunun kulların fiilleri yanında Allah’ın fiilleri ile de
münasebeti kurulmuş ve konu bu açılardan ele alınmıştır. Hüsün-kubuh tartışmasında
ortaya atılan bütün bu sorular ve bunlara verilen cevaplar bu konudaki kanaatlerin
temelini oluşturmaktadır. İtikadi ve fıkhi mezheplerin hüsün-kubuh konusundaki
doktrinleri bu sorulara vermiş oldukları cevaplar doğrultusunda şekillenmiştir.
A) Mu’tezileye Göre Ontolojik Mahiyeti Açısından Emir ve Nehiy
Bilindiği gibi hüsün-kubuh konusunu ilk olarak tartışmaya açanlar, meşhur beş
ilkesi ve Yunan felsefe terminolojisine olan hâkimiyeti ile ön plana çıkan146 mu’tezilî
âlimler olmuştur. Felsefeye tutku derecesinde bağlı olan147 mu’tezilî düşünürlerin
hüsün-kubuh konusundaki görüşlerini açıklarken özellikle “insanın özgür iradesi ve
bu irade ile yaptıklarından sorumlu tutulması” ile “Allah’ın mutlak manada adil
olması” ilkelerinden hareket ettikleri görülmektedir.
Mu’tezilî bilginlere göre insan sorumlu bir varlıktır. Sorumluluğun ise bir takım
şartları
bulunmaktadır.
sorumluluğu (teklif),
Mu’tezilî
hukukçu
Kâdî
Abdülcebbâr
(415/1025)
“Herhangi bir zorlama olmaksızın, içerisinde bir takım
meşakkatleri barındırıyor olsa da, insanın faydasına olduğu için Şâri’in mükellefe bir
şeyi bildirmesi”148 şeklinde tanımlamaktadır.
Görüldüğü gibi İnsanın sorumlu
tutulabilmesi için onun özgür iradeye sahip olması ve emredilen şeyin yine onun
faydasına olması gibi bir takım şartlar aranmaktadır. Bu asgari şartları taşımayan bir
146
Wmontgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev: E. R. Fığlalı, Ankara 1981, s.226
147
Ramazan Altıntaş, “Mutezilede Akıl Anlayışı” (Sempozyum Bildirisi), Kelam İlminin Yeniden
İnşasında Geleneğin Yeri Sempozyumu, Elazığ 2004, s.319.
148
Bk. Mustafa Bozkurt, “Kâdî Abdülcebbâr’ın Teklif Anlayışı”, Dini Araştırmalar Dergisi, c. 9,
Sayı 26, s. 213.
50
teklif söz konusu olamaz. Dolayısıyla Allah’ın, kullarını özgür iradelerine bağlı
olarak sorumlu tutması gerekir.
Fiillerin özgür irade sonucu ortaya çıktığını izah sadedinde Kâdî Abdülcebbâr,
filleri övgüye ve yergiye müstahak olan ve olmayan fiiller şeklinde ikiye
ayırmaktadır. Övgüye ve yergiye layık olmayanlara örnek olarak uyku halindeyken
ya da temyiz gücü yokken veyahut zorunlu olarak yapılan fiilleri göstermekte,
hakkında
iyi-kötü
şeklinde
değerlendirmeler
yapılabilen,
dahası
bu
tip
değerlendirmelere konu olmayı hak eden filleri ise bilinçli ve isteğe bağlı olarak,
herhangi bir tahakküm altında kalmadan yapılan filler olarak nitelendirmektedir.149
Dolayısıyla ancak özgür irade sonucu herhangi bir baskı altında kalmaksızın yapılan
davranışlar iyi ya da kötü olarak nitelendirilebilir. Eğer özgür irade kalkmışsa artık
onların iyi ya da kötü şeklinde herhangi bir nitelikleri yoktur.150
Kâdî Abdülcebbâr’ın bu sözlerinden anlaşıldığına göre Mutezile açısından bir
davranışın iyi ya da kötü şeklinde nitelendirilebilmesi için öncelikle o davranışın
özgür irade sonucunda ortaya çıkması gerekmektedir. Aksi takdirde fiiller hakkında
bu tarz değerlendirmeler yapılamaz. Mu’tezilenin inancına göre insan mutlak bir
irade özgürlüğüne sahiptir ve bu iradesi ile fillerini icra etmektedir.151 Ayrıca yine
onlara göre insan fillerinin de yaratıcısıdır. Bu sebeple insanın fillerinin yaratılmasını
Allaha nispet etmek yanlıştır. Kâdî Abdülcebbâr’ın ( ‫ﻓﻰ ان اﻓﻌﺎل اﻟﻌﺒﺎد ﻻ ﺠﻮز ان ﺗﻮﺻﻒ‬
‫“ ) ﺑﺄﻧﮭﺎ ﻣﻦ ﷲ ﺗﻌﺎﻟﻰ‬kulların fiillerinin Allah’tan olduğu yönündeki nitelendirmeler caiz
değildir”152 şeklindeki ifadesinden anlaşılmaktadır ki ona göre fiillerin yaratıcısı
149
Kâdî Abdülcebbâr, Ebu’l-Hasan Ahmed b. El-Hemedânî (415/1025), Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, Thk.
Abdülkerim Osman, Mektebetü Vehbe, Kahire 1965, s.326.
150
Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s.94.
151
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s.323.
152
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 778. Mutezile Allah’ın fiilleri ile insanın filleri
şeklinde kategorik bir ayrım yapar ve Allah’ın her fiilinin iyi, insanın fillerinin ise hem iyi hem kötü
olabileceğini söyler. Burada mu’tezilenin derdi Allah’ı herhangi bir kötü fiilin faili olmaktan
korumaktır. Buna göre O’nun her fiili iyidir. Dahası iyi olmalıdır. Eğer biz bir defa onun kötü bir şey
yaptığını kabul edersek artık ondan emin olamayız. Mesela bize yalan söyleyip söylemediğinden,
vaadini yerine getirip getirmeyeceğinden, kötü olanı emredip iyi olanı yasaklayacağından, iyilere azap
51
Allah değil insandır. İnsan sorumlu bir varlıktır ve Allah’ın insanı bu şekilde
yaratmasının gayesi, ona sorumluluk vererek mükâfat kazanmasına vesile
olmaktır.153 Bunun bir gereği olarak da Allah insanlara kendi iradeleri ile seçecekleri
ve yapacakları davranışlara göre muamelede bulunmak üzere onları özgür
bırakmıştır.154
“Özgür irade” ye yapmış oldukları bu özel vurguyu belirttikten sonra
mu’tezilenin hüsün-kubuh konusundaki görüşlerine gelecek olursak, mu’tezilî
âlimler iyilik ve kötülük gibi değer yargılarının eşyanın tabiatından kaynaklandığını
ve bu niteliklerin eşyada özsel nitelikler olarak bulunduğunu iddia etmektedirler.155
Hüsün ve kubuh’un eşyanın tabiatında yer alan asli nitelikler olduğu fikrini ilk olarak
Cehm b. Safvan ortaya atmış156, daha sonra gelen mu’tezilî âlimler ise onun teorisini
geliştirilerek mezhebin söylemi haline getirmişlerdir.
Mezhebin önde gelen âlimlerimden Ebû Ali el Cübbâi (303/916), Allah’ın
emretmesi gereken her şeyin bizzat iyi, nehyetmesi gereken her şeyin de yine bizzat
kötü olduğunu belirtmiştir.157 Buna göre ilahi emir ve yasaklardan önce de fillerde
edip kötüleri mükâfatlandıracağından emin olamayız. İşte bu yüzden onun her fiili iyidir. Kötü filler
ona izafe edilemez. Bu sebeple Mutezile insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu iddia etmiştir.
Bk. Hulûsi Arslan, “Mu’tezilî Düşüncede İlahi Fiil-İnsani Fiil Ayrımı ve Bu ayrımın Temel
Kriterleri”, Dini Araştırmalar Dergisi, c.6, Sayı 16 ( 2003), s.69-70. Ayrıca Mu’tezilî düşünürler
insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğuna dair çeşitli ayetleri delil olarak kullandıkları gibi, Kuran’ıKerimde insanın fiillerinin yaratıcısı olarak Allah’ı işaret eden, ya da böyle yorumlanmaya müsait
olan ayetleri de tevil yoluna gitmişlerdir. Bu konuda Bk. Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî fî Ebvâbi’tTevhîd ve’l-Adl, VIII (el-Mahlûk), s.308-309.
153
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 510.
154
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 476; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 27-28.
155
Ebu’l-Hüseyn el-Basrî, Muhammed b.Ali (v.436/1044), el-Mu’temed fî Usûli’l-Fıkh, Nşr: Halîl el-
Mîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 2005, I, s.315; Cüveynî, İmâmü’l-Haremeyn Abdülmelik b.
Abdillah (v.478/1085), el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh, Thk: Abdülazim ed-Dîb, t.y.y, I, s.87; Gazâli,
Mustasfâ, s.89.
156
Ali Sâmi en-Neşşâr, Neş’etü’l-Fikri’l-Felsefî fi’l-İslami, Dâru’l-Ma’rife, Kahire, t.y, I, s.346.
157
Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, Ali b.İsmail, Makaltü’l-İslamiyyin ve’h tilafu’l-Musallin, Thk: Muhammed
Muhiddin Abdülhamit, Mektebetü’n-Nahzatü’l-Mısriyye, Kahire, t.y, II, s.45.
52
bir takım nitelikler mevcuttur ve bunlar aynı zamanda aklen idrak edilebilir
niteliktedir. Aklın bunları bilmek hususunda vahye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla
fiillerdeki nitelikleri belirleyen emir ve nehiyler değildir. Bilakis emir ve nehiyler
Şâri’ tarafından fillerin zatında bulunan bu hüsün ve kubuh sıfatları dikkate alınarak
tayin edilmektedir.158
Mu’tezileye göre akıl Allah’ın varlığı ve birliği, adaletin iyi olduğu, nimet verene
karşı şükretmenin gerektiği gibi hususların bizatihi iyi olduğunu ilahi hitabın gelmesi
bir yana, söz konusu durumlar üzerinde herhangi bir istidlalde bulunmaksızın dahi
bilebilir. Aynı şekilde küfür, zulüm, yalan, iyiliğe karşı kötülük, haksız yere cana
kıyma gibi fiiller de aklın, üzerinde herhangi bir tefekkürde bulunmaksızın
kötülüklerini idrak ettiği fiillerdendir. 159
Mu’tezilî düşüncede iddia edildiğine göre Allah ibtidâen eşyanın tabiatına iyilikkötülük şeklinde bir takım nitelikler yerleştirmenin yanında, insan aklına bunların
bilgisini yine de yerleştirmiştir.160 Bu sebeple fillerdeki nitelikler aslîdir ve akıl
kendinde var olan bu özellik dolayısıyla onları vahyin bilgisi olmadan da bilebilir.
Mu’tezileye göre zati nitelikleri açısından filler üç kısımdır. Birincisi bizzat iyi
olan filler ki Allah ancak böyle filleri emretmektedir. İkincisi bizatihi kötü olanlar ki,
Allah’ın bunları emretmesi söz konusu değildir. Üçüncüsü ise iyi ile kötü arasında
yer alanlardır. Nitelik itibarı ile iyi ile kötü arasında yer alan fiillerden Allah’ın
emrettikleri iyi, nehyettikleri ise kötüdür.161
Kâdî Abdülcebbâr, bir cildini teklif konusuna ayırdığı el-Muğnî adlı eserinde
insanın teklifle muhatap olabilmesi için, tekliften önce aklın br takım güzel ve çirkin
şeyleri bilmesi gerektiğini, örneğin zulmün, nankörlüğün, yalancılığın çirkin ve kötü;
158
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 310-311.
159
Seyyid Bey, “Mebahisi Hüsn ve Kubh”, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917 içinde), (Haz: Selçuk Camcı),
Işık Akademi Yay, İstanbul 2011. s. 460.
160
Fethi Kerim Kazanç, “Mutezilenin Ahlak Sisteminde Bilgi Nesnesi Olarak Değerler”, Kelamda
Bilgi Problemi (Sempozyum Bildirileri), Arasta Yayınları, Bursa 2003, s.188.
161
Ebu Zehra, Fıkıh Usûlü, s.72.
53
iyilik yapmanın ve nimete şükretmenin ise iyi ve güzel olduğunu bilmesi gerektiğini
söylemektedir. Ona göre eğer akıl tekliften önce bu tip konuların iyi ya da kötü
olduğu bilgisine sahip değilse bu, aklın bilmediği şeylerle sorumlu tutulması
anlamına gelir. Hâlbuki teklifin söz konusu olabilmesi için söz konusu bilgilerin
önceden var olması gerekir. Mesela Allah’ın mutlak manada iyi ve adil olduğunu
bilmek böyledir. Eğer akıl teklif öncesinde bunu bilmez ise, yani iyi ile kötüyü ayırt
edemezse o zaman Allah’ı kötü olmaktan nasıl ayırt edebilir?
162
Dolayısıyla
tekliften önce insanın aklında bir takım ön bilgiler bulunmalıdır ki insan ne ile
sorumlu olduğunu bilebilsin. İşte bu sebeple fiillerdeki nitelikler, onların zâtî
nitelikleri olarak ilahi hitaptan önce de mevcuttur.
Mu’tezilî âlimler, iyi-kötü şeklindeki nitelediklerin eşyanın kendi zatından
kaynaklandığını şu sözlerle savunmaktadırlar: Eğer eşyanın değeri bizatihi
kendisinden kaynaklanıyor olmasaydı Allah’ın bir din göndermesinin anlamı
olmazdı. Zira nitelikleri itibariyle aralarında herhangi bir fark bulunmayan iki şeyden
birini helal diğerini haram kılmanın bir hikmeti, anlamı ve faydası yoktur. Öte
yandan herhangi bir dini eğitimi olmayan insanlar da adaletin iyi, zulmün kötü
olduğunu bilmektedirler. Demek ki eşyadaki iyi ve kötü nitelikler Şâri’in bildirmesi
değil bizzat kendilerinden kaynaklanmaktadır.163 Ayrıca ilahi hitabın getirdiklerinin
kabulü, ancak o mesajı getiren peygamberin nübüvvetinin tasdik edilmesi ile
mümkün olur. Bu ise ancak akılla tasdik edilebilir. Zira peygamberin
peygamberliğinin doğruluğu için ek bir delil istemek devr (kısır döngü) ve teselsüle
yol açar ki bu bâtıl bir şeydir.164 O halde hüsün ve kubuh’un şer’den önce mevcut
olması gerekir.
Mu’tezilî hukukçu Kâdî Abdülcebbâr, eşyadaki niteliğin zati olduğunu ispat
sadedinde Kuran’ı-Kerimde yer alan165 “Allah adaleti ve iyiliği emreder, çirkinliği ve
162
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl, Thk: Mahmud Muhammed
Kâsım, t.y.y, XI (et-Teklîf ), s.384.
163
İlyas Çelebi, Hüsün ve Kubuh maddesi, DİA, c. 19, s. 61-62.
164
İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 26.
165
Nahl 90.
54
fenalığı ise yasaklar” ayetini ele almakta ve burada adalet ve iyilik ile çirkinlik ve
fenalığın emir ve nehiyden önce söz konusu olduğunu belirterek, bunun fillerdeki
niteliğin zati olduğuna dair bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade
etmektedir.166
Mu’tezileye göre bir şeyin iyi yada kötü olarak nitelendirilmesinde bir başka
önemli kriter de söz konusu fiilin sonucunda ortaya çıkan durumdur. Buna göre bir
davranış fayda doğuruyor ise iyi, zarar doğuruyor ise kötü olarak vasıflandırılır.167
İnsan ancak faydasına olan şeyleri yapmak, zararına olan şeylerden ise kaçınmak
ister. O halde faydalı olan şey iyi, zararlı olan şey ise kötüdür. Bu faydalı olanın iyi,
zararlı olanın ise kötü olduğu düşüncesinden hareketle Mu’tezile Allah’ın adaleti
gereği sadece insanların faydasına olan şeyleri yaratabileceğini iddia etmiştir.
Literatüre Aslah teorisi olarak giren bu düşünceye göre Allah Hakîmdir ve hakîm
olan bir varlığın hikmetsiz bir iş yapması düşünülemez. ( ‫) اﻟﺤﻜ ﻢ ﻻ ﻔﻌﻞ ﻓﻌﻼ اﻻ اﻟﺤﻜﻤﺔ‬
Hakîm olan, bir şeyi ancak iki sebepten dolayı yapar. Birincisi o işten kendisinin bir
yararı vardır, ikincisi ise o işin bir başkasına yararı vardır. Allah için yarardan
bahsedilemeyeceğine göre o halde Allah bir şeyi ancak kullarının faydası için
yapar.168 Kâdî Abdülcebbâr, Allah’ın hâkim ve adil olmasının, Onun kötü olan
herhangi bir şeyi murad etmeyeceği ve yapmayacağı, kendisine vacip olan hiçbir fiili
yapmaktan geri durmayacağı ve yaptığı her fiilin güzel olduğu anlamına geldiğini
belirttir.169 Yani kulları için en iyi olanı yapmak Allah için aynı zamanda onun
166
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, VI/I (et-Ta ‘dil ve’t-Tecvîr), s.12-13.
167
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 301.
168
Şehristânî, Abdülkerim (548/1153), Kitabu Nihayetü’l-İkdâm fî İlmi’l-Kelâm, t.y.y, s.397.
169
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 301. Allah’ın kötü bir şey yaratmaya kadir olup
olmadığı konusunda Mu’tezilî düşünürler farklı görüşler belirtmişlerdir. Örneğin Nazzâm (221/835)
Allah’ın herhangi bir kötü fiili yaratmaya güç ve kudret yetiremeyeceğini söylerken, Vâsıl b. Ata
(131/748), Ebu’l-Huzeyl el-Allâf (230/844) ve Kâdî Abdülcebbâr (415/1025) gibi Mu’tezilî
düşünürler ise Allah’ın kötü ve çirkin şeyleri yaratmaya gücü yettiği halde adil ve hakîm olduğu için
hikmeti gereği hiçbir zaman yaratmadığını ve de yaratmayacağını söylerler. Bk. Şehristânî, el-milel
ve’n-Nihal, c.1, s.47. Dolayısıyla Nazzâm’ın bu görüşünün sonraki Mu’tezilî düşünürler arasında
kabul görmediği söylenebilir. Nitekim Kâdî Abdülcebbâr, bu görüşün kabul görmediğini ve bu
konudaki genel kanaatin yapmayacak olsa bile yapmaya gücü yeteceği yönünde olduğunu
belirtmektedir. Bk. Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, VI/I (et-Ta ‘dil ve’t-Tecvîr), s. 128. Ancak gerek
55
adaletinin bir gereği olarak şarttır. Dolayısıyla Allah kullarına ancak onlar için
faydalı olan şeyleri emreder. Faydalı olanı ise daha önce belirtildiği gibi akıl tabiatı
gereği bilmektedir. Eşyanın tabiatına önceden iyi ve kötü şeklindeki nitelikler
yerleştirildiği için akıl, şer’ gelmeden önce de bunların farkındadır. Mu’tezile bunu
söylerken iki temel gayeyi gütmektedir. Birincisi Allah’ı kötülükten münezzeh
tutmak, ikincisi ise yine bu yolla insanın özgürlüğünü temellendirmek.
Allah’ın sadece kullarının faydasına olan şeyleri yaratacağı konusunda müttefik
olan Mu’tezilî âlimler bunun kapsamı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bağdat
mu’tezile ekolüne göre Allah dini ya da dünyevi bütün konularda kulları için en
faydalı olanı yaratmak zorundayken, Basra mu’tezile ekolü bu konuda daha esnek bir
tavır takınarak “Aslah” düşüncesinin kapsamını teklif kapsamına giren fiiller ile
sınırlandırmıştır.170 İşte bu yönüyle Basra mu’tezilesinin “Aslah” anlayışı Bağdat
mu’tezilesininkinden ayrılmaktadır. Basra mu’tezile ekolünün temsilcisi olan Kâdî
Abdülcebbâr Bağdat mu’tezile ekolünün “Aslah” anlayışına itiraz sadedinde çeşitli
deliller getirmektedir.171
Görüldüğü gibi mu’tezilenin hüsün-kubuh anlayışında fayda (‫ ) ﻧﻔﻊ‬kavramı hayati
bir öneme sahiptir. Ancak mu’tezile’nin bahsettiği fayda şahsi fayda değildir. Kâdî
Abdülcabbâr, hasen veya kabih olanı mutlak manada faydalı ya da zararlı olana
bağlamanın doğru olmadığını söylemekle beraber, güzeli güzel ya da çirkini çirkin
yapanın ise nihai anlamda, söz konusu fiillerin bir faydayı içermesi ve zarardan uzak
olması şeklinde ortaya çıktığını belirtmektedir. Buradaki fayda ve zarar ise özel değil
genel fayda ve zarardır.172
Nazzâm gibi Allah’ın herhangi bir kötü fiili yaratmaya gücü yoktur diyenler olsun, gerekse gücü yeter
ama yaratmaz diyenler olsun hepsinin ortak noktası Allah’ın alemde kötü bir şeyi yaratmayacağıdır. O
mutlak manada adildir ve ona kötü hiçbir fiil isnat edilemez. Bk. Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’lHamse, s.315.
170
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, XIV (el-Aslah-İstihkâku’z-Zem- et-Tevbe), s.53.
171
Söz konusu deliller için Bk. Orhan Şener Koloğlu, Cübbâîlerin Kelam Sistemi, İSAM Yayınları,
İstanbul 2011, s. 415-424.
172
Bk. Macit Yüksel, Mutezilede Hukuk Felsefesi, İnsan Yayınları İstanbul 2003, s.127.
56
Sonuç olarak mu’tezilenin genel kanaati şerrin vürudundan öncede eşyada hüsünkubuh sıfatının mevcut olduğu yönündedir.173 Buna göre emir ve nehiy normlarına
konu olan şeylerin ontolojik mahiyetleri zâtî bir nitelik arz etmektedir. Allah zatında
iyilik olan şeyleri emretmekte, zatında kötülük olan şeyleri yasaklamaktadır. Bir şey
zatında iyi olduğundan dolayı emredilmiş, ya da zatında kötü olduğu için
nehyedilmiştir.174
Şu hususu belirtelim ki her ne kadar mu’tezilî düşünürler hüsün ve kubuh
vasıflarının eşyada zâti olarak bulunduklarını söyleseler de, söz konusu vasıfların bir
yönüyle izâfi olduğu şeklinde değerlendirmeler de yapmışlardır. Örneğin Kâdî
Abdülcebbâr yalan, zulüm, nimet verene nankörlük gibi şeylerin bizatihi kötü
oldukları için kötü olduğunu, yoksa bunları kötü kılan şeyin, haklarında onların kötü
olduğunu ifade eden nasların bulunması olmadığını belirtikten sonra175 şu ifadelere
yer vermektedir: Bazı şeyler ise harici sebeplerle iyi ya da kötü olurlar. Örneğin bir
akıl yürütme işlemi olan nazar hayra dönük olarak kullanıldığında iyi, şerre yönelik
olarak kullanıldığında ise kötüdür.176
Kâdî Abdülcebbâr ’a göre güzel ya da çirkin olarak vasıflandırılacak her fiilin
ayrı ayrı ve farklı yönleri ile ele alınması gerekmektedir. Bir fiil bazı durumlarda iyi
bazı durumlarda kötü olabilmektedir. Bazen doğru söz kabih olabilir. Örneğin bir
kimse doğru söyleyerek kendine ya da bir başkasına zarar veriyorsa (Kâdî, burada
doğru söyleyerek masum bir insanın katline sebep olmayı kast ediyor olmalıdır) bu
durum onda harici bir kötülük vasfı meydana getirir. O zaman doğru söylemek kabih
olmuş olur. Dolayısıyla fiilleri, içinde bulundukları şartlar itibarıyla ve o şartları
dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir.177 Bir başka ifade ile hüsün ve kubuh
esasında fiillerin zâtî birer nitelikleri olmaktan ziyade fiilin çeşitli yönlerden
173
Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, s. 83; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s.25.
174
İzmirli, a.g.e, s.26.
175
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, VI/I (et-Ta’dil ve’t-Tecvir), s.61.
176
Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e, s. 63.
177
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, XVII (eş-Şeri’yyat), s.30-31.
57
kazandığı itibari vasıflardır178 denebilir. Yani bir şey haddizatında hasen ya da kabih
olsa da, hasen olanı çirkin, kabih olanı da güzel kılacak bazı harici yönler
olabilmektedir. İşte fiillerdeki bu yönler dikkate alınmalı ve bir şeyin iyi ya da kötü
olduğuna buna göre karar verilmelidir. Görüldüğü gibi mu’tezilî düşüncede fiillerin
ahlaki değer kazanması konusunda bağlam, yani fiillerin ilgili olduğu yönler ve
hususlar önemli bir ölçü olarak kabul görmektedir. Bir fiil ahlaki değerini içinde
bulunduğu bağlama göre kazanmaktadır.
Mutezilenin bu şekilde hüsün ve kubuh niteliklerinin fiillerin zati nitelikleri
oluşunu mutlak görmeyip, onlarda bir takım itibari yönlerin de bulunduğu şeklinde
açıklama yoluna gitmesinin önemli bir sebebi de “nesh” ve “önceki şeriatlerin bizim
açımızdan durumu” meselelerini izah kaygısıdır. Zira hüsün ve kubuh niteliklerinin
zâtî olup emir ve nehyin de bu niteliklere bağlı olduğunu ve Allah’ın sadece hüsün
ve kubuh niteliklerine sahip olan fiilleri emrettiği ya da nehyettiğini iddia etmek, söz
konusu meselelerin izahında mu’tezileyi sıkıntıya sokmaktadır. Eğer hüsün ve kubuh
zâtî nitelikler ise Cenab-ı Hakk’ın önceden emrettiği ya da nehyettiği bir şeyi ortadan
kaldırması mümkün değildir. Zira bu durumda Allah önceden hüsün ve kubuh
vasıflarından dolayı emrettiği veya nehyettiği bir şeyi artık emretmemekte veya
yasaklamamaktadır. Bu ise Cenab-ı Hakk’ın, fiillerdeki hüsün ve kubuh vasfına göre
değil başka bir şeye göre, mesela içinde bulunulan durum ve şartlara göre hareket
ettiği anlamına gelir. Oysa mu’tezileye göre Şâri’, hüsün vasfını taşıyan bir şeyi
emretmek, kubuh vasfını taşıyan bir şeyi ise nehyetmekle yükümlüdür. mu’tezilenin
Salah-Aslah teorisi bunu gerektirmektedir. Özellikle Kâdî Abdülcebbâr bu sıkıntıyı
aşmak için Allah’ın bir şeyi emretme ya da nehyetme konusunda kullarının
maslahatını esas aldığı, maslahatın ise içinde bulunulan durum ve şartlara göre
değişebilir, yani konjonktürel olduğu şeklinde bir formül geliştirmiştir. Bu durumda
söz konusu formüle göre her zaman ve her yerde sabit ve değişmez bir şekilde
geçerli olan bir iyilik-kötülük mefhumundan bahsedilemeyeceği için Mutezilenin,
178
Tahsin Görgün, “Hüsün-Kubuh Meselesi Kadı Abdulcebbar’ın Yaklaşım Şeklinin Tahlili Bir
Tasviri veya Toplumsal Varlığı Sürdürmenin Ma’kul Yolları Üzerine Bir Araştırma”,
Araştırmaları Dergisi, Sayı 5/2001, s. 92.
58
İslam
hüsün ve kubuh vasıflarının bazı yönleriyle itibari vasıflar olduğunu söylemekten
başka çaresi kalmamıştır.179
Görüldüğü gibi mu’tezile nazarında fillerin işleniş amacı ve diğer fillerle olan
münasebeti onların nitelik kazanmasında dikkate alınmaktadır. Dolayısıyla her iki
söylemi de –birincisi hüsün ve kubuh zati niteliklerdir. İkincisi ise fiillerin nitelikleri
onların irtibatlı oldukları yönlere göre değişebilirdir-
dikkate alındığında
mu’tezilenin mutlak manada bir zâtîlikten ziyade şartları dikkate alan ve bu şartlar
çerçevesinde bazı değişiklikler gösterebilen bir zâtîlik anlayışına sahip olduğunu
söylemek mümkün görünmektedir. Ancak prensip olarak fiiller emir ve nehiyden
önce iyi-kötü şeklinde bir takım vasıfları bünyesinde barındırmaktadır. Fiillerdeki
hüsün ve kubuh nitelikleri önceden fiillerin zatında mündemiçtir.
B) Mütekellim Usulcülerine Göre Ontolojik Mahiyeti Açısından Emir ve
Nehiy
Kelâmî eğilimleri ağır basan şâfiî, mâliki ve hanbelî hukukçular eşyanın ontolojik
yapısı hakkında mu’tezileden oldukça farklı görüşlere sahiptirler. Başta şâfiî
hukukçular olmak üzere mütekellimin usulcüleri mu’tezileyi bu görüşlerinden dolayı
yer yer keskin ifadeler kullanarak eleştirmişlerdir. Söz konusu ekollerin görüşlerinin
teşekkül etmesinde Ebu’l-Hasan el- Eş’arî (ö. 324/936)’nin önemli ölçüde tesiri
olduğunu bir kere daha hatırlatalım.
Mütekellim yöntemini benimsemiş usulcülerin hüsün-kubuh meselesini daha çok
“Şer’î hüküm” konusunun bir alt başlığı olan “Hâkim”, yani dinde hüküm koyucunun
kim olduğu başlığı kapsamında ele aldıkları görülmektedir.180 Ayrıca bu usülcülerin,
meseleyi ele alırken mu’tezilenin tezleri üzerinden ve onlara cevap vererek ele
aldıkları da dikkat çeken bir husustur. Mu’tezilenin öne sürdüğü görüşler içerisinden
179
Görgün, a.g.m, s. 106.
180
Muhammed Arûsî, el-Mesâilü'l-Müştereke Beyne Usuli'l-Fıkh ve Usulü'd-Din, Mektebetü’r-Rüşd,
t.y, s. 74.
59
özellikle Allah’ı bir takım gayeler gözeterek kulları için en iyi olanı yaratmaya
zorlayan “Aslah” teorisi, söz konusu usulcüler tarafından büyük tepki çekmiştir.
Esasen Mu’tezileye karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan ve yukarıda adı
geçen hukuk ekollerini önemli ölçüde etkileyen Eş’arî kelam okulunun kurucusu
Ebu’l-Hasan el- Eş’arî’ye göre “salâh-aslah-lütuf türünden hiçbir şey Allah Teâlâ
üzerine farz kılınamaz. O, kullarını ödüllendirme ve cezalandırmaya kâdir'dir. Onlara
lütuf ve keremde bulunmaya da muktedirdir. Sevap, nimet ve lütfun her şekli O'nun
lütfu kapsamına girer. Mükâfat ve cezanın her türlüsü onun adaletinin gereğidir: "O,
yaptığından sorumlu tutulamazken insanlar tutulabilir."181 Yine Ona göre Allah Teâlâ
hayır veya şer, yarar veya zarar olsun her şeyi murâd edebilmektedir. Allah’ın
iradesinden bağımsız olarak iyi-kötü şeklinde herhangi bir değerden bahsedilemez.
Bilakis fillere ahlaki değerini kazandıran yaratıcının iradesi, yani emir ve
nehiyleridir. Örneğin yalan söylemek sadece Allah onu kötü kıldığı için kötüdür.
Eğer Yüce Allah yalan söylemenin kötü olduğunu bildirmeseydi biz onun kötü
olduğunu bilemezdik. Daha da ötesinde eğer Allah Teâla yalan konuşmanın iyi bir
şey olduğunu bize bildirseydi, bu durumda biz yalanın iyi olduğunu kabul eder
herhangi bir itirazda bulunamazdık. Ayrıca âlemde tezahür eden iyi şeylerin olduğu
gibi kötü şeylerin de kaynağı Allah’tır. Yalnız burada kötülük insanlar açısındandır.
Yoksa Allah’ın filleri hakkında iyi-kötü şeklinde herhangi bir değerlendirme zaten
yapılamaz. Kötülük ancak insanın filleri hakkında geçerlidir. O da insanın, kendisine
çizilmiş olan sınırı aşması veya hakkı olmayan bir şeyi yapmasından kaynaklanır.
Allah’a ise sınır çizen bir güç ve kudret olmadığına ve olamayacağına göre, onun
fiilleri hakkında herhangi bir ahlaki değerlendirme yapılamaz.182 Mademki böyle bir
otorite yoktur, o halde Allah dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Yani Allah herhangi
bir hikmete, gayeye binaen iş yapmak durumunda değildir.
181
Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Tsh: Mahmud Fehmi Muhammed, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut
1992, s.88
182
Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s. 105-106.
60
Görüldüğü gibi burada mu’tezilenin “ Allah yaptığı her işte mutlaka bir gaye
gözetmelidir. O gaye de kullarının faydasına olanı yaratmaktır” şeklindeki iddiasına
açık ve net bir eleştiri vardır.
Mütekellimin usulcülerinin özellikle de şafii hukukçuların emir ve nehye
konu olan şeylerin ontolojik mahiyeti ile ilgili olarak savundukları temel görüş
“izâfilik” görüşüdür. Biraz önce ifade ettiğimiz gibi mütekellimin usulcüleri tezlerini
mu’tezilenin tezlerine bir aksülamel (karşıt görüş) olarak ortaya koymuşlardır. İşte
burada söz konusu olan “izafilik” teorisi de mu’tezilenin “eşyada önceden sabit ve
değişmez bir şekilde iyilik ya da kötülük özellikleri vardır” tezine karşı üretilmiştir.
Fillerdeki “izâfilik” teorisi bağlamında özellikle şafii hukukçu Gazâlî
(505/1111), dikkat çeken görüşler ileri sürmüştür. Meseleyi “hükmün hakikati”
başlığı altında ele alan Gazâlî, mu’tezilenin hüsün-kubuh’un elde ediliş yöntemlerine
ilişkin görüşlerini kısaca verdikten sonra, bir şey hakkında güzel ya da çirkin
şeklinde bir değerlendirme yapabilmek için öncelikle güzel ve çirkin kavramlarının
ne anlama geldiğinin bilinmesi gerektiğini belirterek hüsün-kubuh kavramlarını
amaca uygun olan, aykırı olan ve ne uygun ne de aykırı olan şeklinde yaygın
kullanım alnına göre tasnif etmiştir. Bu tasnif içerisinde amaca uygun fiiller güzel,
aykırı olan filler çirkin, amaca ne uygun ne de aykırı olanlar ise abes (faydasız)
olarak nitelendirilir. Buna göre bir fiil, failinin amacına uygun olması bakımından
güzel, o fiili yapanın amacına uygun olmaması bakımından çirkindir. O halde
güzellik ya da çirkinlik bir fiilin menfaate uygun olup olmaması üzerinden
tanımlanmaktadır. Ne var ki menfaate uygunluk kriteri objektif bir kriter olmayıp
sübjektif bir mahiyet arz eder. Zira bir fiil bir kimsenin menfaatine iken bir
başkasının aleyhine olabilir.183 Gazâlî burada değerlerin izafiliğine vurgu yaparak,
eğer bir şeyin güzel ya da çirkin olduğuna dair herhangi bir şer’i hitap yok ise, bu
durumda o şeyin güzel mi yoksa çirkin mi olduğuna ancak, kişiye sağaldığı fayda ya
da zarara göre karar verilebileceğini, fayda ve zararın ise sübjektif bir kriter olup
güzel ve çirkini belirleyen objektif bir kriter olması gerektiğini belirtmektedir. Daha
sonra Gazâlî, mu’tezilenin zulüm, nimete şükretmeme, yalan gibi şeylerdeki güzellik
183
Gazâlî, Mustasfâ, I, s.89-90.
61
ve çirkinliğin onların zati birer vasfı olup akılla zorunlu olarak bilindiği ve bütün akıl
sahiplerinin bu hususta fikir birliği ettiği iddiasını gündeme getirerek, güzellik ve
çirkinliğin zati bir vasıf olduğu iddiasının keyfi bir iddia olduğunu belirtmekte, örnek
olarak da bir kimsenin hayatını kurtarma amacıyla yalan söylemenin çirkin olmak bir
yana güzel hatta vacip olduğunu göstermektedir. Ona göre eğer güzellik ve çirkinlik
gerçekten zati birer vasıf olsalardı, bunların duruma göre değişmemeleri gerekirdi.
Oysa verilen örnekte de görüldüğü gibi bu vasıflar durumdan duruma değişebilen
vasıflardır. O halde eşyanın tabiatında önceden sabit olan mutlak ve değişmez
niteliklerin bulunduğu iddia edilemez.184
Gazâlî mu’tezilenin, değerlerin fillerin özüne ait vasıflar olduğu herkesçe
kabul görmüş bir husustur şeklindeki iddiasına da, eğer öyle olsa bizim de buna
katılmamız gerekirdi. Oysa biz bu konuda size katılmıyoruz. Demek ki bu husus sizin
iddia ettiğiniz gibi herkesin hem fikir olduğu bir husus değildir şeklinde cevap
vermektedir. Kaldı ki bütün akılların bu konuda ittifak ettiklerini kabul etmiş olsak
bile, bu durum söz konusu şeyin aklen zorunlu olarak idrak edilmesi gerektiği
anlamına gelmez. Çünkü insanlar zaruri olmayan konularda da ittifak edebilirler.
Ayrıca ittifakın sebepleri de herkes için aynı değildir. Herkes farklı bir açıdan aynı
görüşü paylaşıyor olabilir diyen Gazâlî, ortak kabulün de fiillerde zati bir nitelik
olduğu iddiasının dayanağı olamayacağını söylemektedir.185 Gazâlî’nin bu itirazı
ileride geleceği üzere hanefî-ma’turidî eğilimin de söylemine karşıt bit itirazdır. Zira
hanefi-ma’turidî hukukçular da mu’tezile gibi ortak kabul (akl-ı selim) ün fiillerde
zâtî niteliklerin bulunmasına gerekçe olabileceğini iddia etmektedirler.
Gazâlî ayrıca, fiillerdeki zâtî hüsün-kubuh düşüncesini bertaraf etmek
amacıyla konuyu bir de “vehm” kavramı üzerinden ele almaktadır. Buna göre insan
bir şey hakkında güzel ya da çirkin şeklinde bir değerlendirmede bulunduğunda çoğu
zaman kendi vehmine göre bu değerlendirmeyi yapar. İnsanın bu konuda vermiş
olduğu hüküm, onun kendi arzularından, heveslerinden, çıkarlarından bağımsız
değildir. Oysa insan bunun farkında olamaz. Vehm öyle bir şeydir ki, insanı etkisi
184
Gazâlî, a.g.e, I, s. 91-92.
185
Gazali, a.g.e, I, s. 92.
62
altına alır ancak insan bunun farkına varamaz. Örneğin bir kimse ölünün hareket
edemeyeceğini kesinlikle bildiği halde, sanki her an hareket edebilecekmiş vehmiyle
ölü bulunan evde yatamaz. İşte vehm böyle bir şeydir.186 Dolayısıyla vehm’e dayalı
bir hüsün-kubuh düşüncesi sağlıklı değildir.
Görüldüğü
gibi
Gazâlî
eşyada
zâtî olarak
herhangi
bir
niteliğin
bulunmadığını, bu yönde yapılacak bütün değerlendirmelerin sübjektif olduğunu,
kişiden kişiye, zamandan zamana ve içinde bulunulan koşullara göre bunların
değişiklik gösterebileceğini, dolayısıyla bu tip değerlendirmeler yapabilmek için
daha objektif kriterlerin benimsenmesi gerektiğini işaret etmektedir ki ona göre bu
kriter sadece şer’ olabilir.
Gazâlî’den önce Bâkıllânî (403/1013) ve Cüveynî (478/1085)’de de benzer
görüşlere rastlanmaktadır. Onlara göre de fiillerin zatında iyi ya da kötü, güzel ya da
çirkin şeklinde herhangi bir asli nitelik söz konusu değildir. Bir şey kendi zatından
dolayı iyi veya kötü olarak nitelendirilemez. Hüsün-kubuh nitelikleri eşyanın zâtına
ait özellikler değildir. Fillere niteliklerini kazandıran şey ilâhî emir ve yasaklardır.
Ne ilim, adalet, insaf, nimet verene şükretmek gibi fiiller kendi zâtından dolayı
hasen, ne de zulüm, cehalet, nimete nankörlük etmek gibi fiiller kendi zâtından
dolayı kabihtir. Söz konusu fiiller ancak Allah’ın onların hasen ya da kabih olduğuna
dair hükmünü bildirmesi ile hüsün ya da kubuh niteliklerini kazanırlar.187
Cüveynî’nin ifadesi ile hüsün ve kubuh ancak emir ve nehiy ile anlam
kazanmaktadır.188 Cüveynî fiillerdeki iyi-kötü şeklindeki değerlerin izafiliğini ispat
sadedinde haksız yere cana kıyma ile bir ceza olarak kısas yoluyla cana kıyma
fiillerini örnek vermektedir. Buna göre neticede her ikisi de ölüm ile sonuçlanan bu
iki fiil arasında herhangi bir fark yoktur. Ancak biz haksız yere cana kıymayı kötü,
186
Gazali, a.g.e, I, s. 94-95.
187
Bâkillânî, Ebû Bekr Muhammed b. Et-Tayyib (v.403/1012), et-Takrîb ve’l-İrşâd (es-Sağîr), Thk:
Abdülhamid b.Ali, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1998, I, s. 279; Cüveynî, İmâmü’l-Haremeyn
Abdülmelik b. Abdillah (v.478/1085), el-Burhân fî Usûli’l-Fıkh, Thk: Abdülazim ed-Dîb, t.y.y, I,
s.87.
188
Cüveynî, Kitabü’l-İrşad, Çev: A.B. Baloğlu-Sabri Yılmaz-Mehmet İlhan-Faruk Sancar, T.D.V.
ayınları, Ankara 2010, s.216.
63
kısas yoluyla cana kıymayı ise iyi olarak nitelendiririz. Demek ki fillerdeki nitelikler
onların zatından kaynaklanan ve değişmez objektif nitelikler değildir.189
Mütekellimin ekolüne mensup şâfiî bir hukukçu olan Âmidî (631/1233) de
benzer şekilde izâfilik düşüncesini devam ettirmekte ve fiillerde zatî olarak hüsün
veya kubuh özelliğinin bulunmadığını, hüsün ve kubuh’un izâfi nitelikler olup farklı
durumlara göre değişiklik gösterebileceğini, dolayısıyla bunların mutlak manada
fiillere
ait
özsel
belirtmektedir.
nitelikler
olduğunu
iddia
etmenin
mümkün olmadığını
190
Mütekellimîn usulcülerine göre fiiller eşittir. Özsel nitelikleri yoktur. Allah
onları nötr olarak yaratmıştır. Hüsün ve kubuh zâta ait nitelikler değildir. Yani
fiillerde zâtî ve değişmez olan bir takım nitelikler bulunmamaktadır. Bilakis fiillerin
sahip olduğu nitelikler zâtî olmayıp ‘ârızî ve izâfidirler. Farklı durumlara, şartlara ve
kişilere göre değişiklik gösterirler. Güzellik-çirkinlik, iyilik-kötülük ef’âlin zâtından
ve mahiyetinden neş’et etmemiştir. Bilakis onlar, şeriatın vürûduyla ahkâmı
şeriyyenin ef’âle taallukundan hasıl olan keyfiyetlerdir. Bu sebeple hakikatte insanın
fiillerinde güzellik-çirkinlik, iyilik-kötülük yoktur. Hüsün-kubuh hangi manada ele
alınırsa alınsın onlar sabit, değişmez ve zâtî vasıflar değildirler. Tam tersine izâfi ve
itibaridirler. Durumdan duruma, şahıstan şahısa değişiklik gösterirler. Mesela amaca
ya da tabiata uygunluk anlamında hüsün ve kubuh ele alınacak olsa, bazılarının
amacına uygun olan, diğerlerinin amacına uygun olmayabilir. O halde amacına
uygun olan kimse için o şey iyi iken, amacına uygun olmayan kimse için aynı şey
kötüdür. Yani insan tabiatı gereği kendi amacına uygun olanı iyi, uygun olmayanı
kötü olarak vasıflandırır. Başka etkenleri de dikkate alıp objektif bir karar veremez.
Aynı şekilde bir topluma göre iyi olan bir şey bir başka toplumda kötü olarak kabul
edilebilmektedir. Dolayısıyla bunun objektif bir ölçüsü yoktur. Bu sebeple bir şeyin
hüsün ya da kubuh sıfatıyla muttasıf olabilmesi için daha objektif bir ölçü gerekir ki
189
Cüveynî, Kitabü’l-İrşad, s.220.
190
Âmidî, Seyfüddin Ali b. Ebî Ali (v.631/1234), el-İhkâm fî Usûli’l- Ahkâm, Thk: İbrahim Acûz,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 2005, I-II, s.73-74.
64
bu ölçü şer’dir.191 Eğer hüsün-kubuh zâtî olsaydı durumdan duruma değişiklik
göstermezdi. Örneğin yalan söylemek kötü olduğu halde bir masumun hayatını
kurtarmak için söylendiğinde iyi, hatta gerekli olmaktadır. Aynı şekilde dövmek
tedip
için
olduğunda
iyi,
zarar
vermek
için
olduğunda
kötü
olarak
nitelendirilmektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki fiillerin zatında hüsün ya da kubuh
niteliği bulunmamaktadır.192
Öte yandan mu’tezilenin dediği gibi insan fillerinde özgür değildir. İnsanın
cüz’i iradesini yaratan da Allah’tır. Böyle bir durumda, yani insanın fillerini özgürce
hayata geçiremediği bir durumda hüsün ve kubuh’un zatiliğinden bahsedilemez.193
Eşyanın ontolojik mahiyetine ilişkin olarak mütekellimin usulcülerinin
mu’tezile karşısındaki en önemli itiraz noktalarından birisi de ilahi fiillerde hikmet
düşüncesidir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi mu’tezili düşüncede Allah Teâlâ
bütün fillerinde belli bir gayeyi gözeterek hareket etmekte ve kulları için en iyi olan,
onların faydasına olan şeyleri yaratmaktadır. Dahası böyle davranmak onun için bir
gerekliliktir. Mütekellimin usulcüleri mu’tezilenin bu düşüncesine şiddetle karşı
çıkmışlar ve bu düşüncenin Allah’ın kudret ve iradesini sınırlandırdığını, akla Allah
karşısında rol vermek anlamına geleceğini düşünmüşlerdir. Onlara göre Allah’ın
fillerinde hikmet bulunduğu doğrudur ancak bu onun için bir zorunluluk değildir.
Ayrıca Allah’ın fillerinde hikmet bulunması O’nun, fillerini belli bir gayeye göre
gerçekleştirdiği anlamına da gelmemektedir. Allah’ın fillerini yönlendiren herhangi
bir gayeden bahsetmek mümkün değildir. Onun filleri hiçbir gerekçeye
dayandırılamaz. Hiçbir amaçla malul değildir. Zira böyle bir şeyi düşünmek, onun
güç ve kudretine sınır getirmek, onu aciz kılmak olur ki bu asla düşünülemeyecek bir
şeydir. Bu sebeple ilahi filler herhangi bir amaca yönelik değildir. Aksine Allah’ın
filleri her şeyin yegane gerekçesidir.194
191
Seyyid Bey, Mebahisi Hüsn ve Kubh, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917 içinde), s.463-465.
192
Seyyid Bey, a.g.e, s. 466; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, 22.
193
Seyyid Bey, a.g.e,s 466.
194
Emrullah Yüksel, “İlahi Fiillerde Hikmet”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 8,
1988, s.50.
65
Mütekellimin usulcülerine göre Allah’ın hakîm olması, mu’tezilenin aksine
O’nun kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf etmesi anlamına gelir. Yani
tasarruflarında mu’tezile’nin dediği gibi belli bir gayeye bağlı değildir. Allah faili
muhtardır ve hiçbir şeyi yapmak ya da yapmamak zorunda değildir. O, alemde
dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Allah’ın fiillerinde gaye aramak abes bir şeydir.
İlahi fiillerde hikmetin bulunması ayrı bir şey, söz konusu hikmetin gerekçe olarak
görülmesi ayrı bir şeydir. Allah’ın fillerinde bir takım hikmetlerin bulunması O’nun,
fillerini belli bir amaca yönelik olarak gerçekleştirdiği anlamına gelmemektedir.
Yani Allah’ın fillerinde var olan hikmet, onun için yönlendirici ve sevk edici birer
gerekçe olarak değerlendirilemez. Allah asla belli bir gaye gütmekle itham
edilemez.195
Görüldüğü Mütekellimin usulcüleri, Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi
olmasından, yani la yüs’el bir pozisyonda bulunmasından hareketle âlemde dilediği
gibi tasarrufta bulunabileceği ve tasarruflarında hiç bir gayeyi gözetmeyeceğini
düşünmektedirler. Bu sebeple onlara göre, mu’tezilenin yaptığı gibi, Allah’ın fiilleri
ile eşyanın ontolojik mahiyeti arasında herhangi bir münasebet kurmak mümkün
değildir. Yani Allah, belli bir gaye gözeterek iş yapar diyerek fillerin zatında bulunan
bir hüsün-kubuh’tan bahsedilemez.
C) Hanefî-Ma’turidî Hukukçulara Göre Ontolojik Mahiyeti Açısından
Emir ve Nehiy
Fukaha metodunu benimsemiş bulunan hanefi hukuk ekolü ile bu ekolün
kalemlerini önemli ölçüde etkilemiş olan Ma’turidî kelam ekolünü bir çatı altında ele
almak mümkündür. Gerek Ebû Mansur el-Ma’turidî (v.333/944) nin görüşleri ile Ebû
Hanife’nin (v.150/767) görüşlerinin birbirine paralel olduğu, gerekse Ma’turîdiyye
ekolünün genelde hanefi hukukçular tarafından geliştirildiği ve devam ettirildiği göz
önünde bulundurulursa, Ma’turîdiyye kelam ekolünün hanefi hukuk ekolü ile sıkı bir
münasebet içinde olduğu, özellikle hüsün-kubuh konusunda akla verdikleri önem ve
195
Abdülkahir el-Bağdadi, Usûlü’d-dîn, Matbaatü’d-Devle, 1. Baskı, İstanbul, s. 150; Emrullah
Yüksel, “İlahi Fiillerde Hikmet”, s. 51, 65.
66
yer itibariyle metot birliğine sahip bu iki kelam ve fıkıh mezhebinin birbirlerini
tamamladıkları rahatlıkla söylenebilir. Hanefi usulcüler özellikle İslam hukuk
usulünde “hâkim” ve “şer’i hüküm” konusunu incelerken İmam Maturidi’den büyük
ölçüde yararlanmışlardır. Böylece bu usulcülerin de katkısıyla konu giderek
sistemleştirilmiş ve neticede mu’tezile ve eş’ariyye ekollerinin aşırılıklarından uzak,
daha çok mu’tezile görüşüne yakın üçüncü bir görüş ortaya çıkmıştır.196
Eşyanın ontolojik mahiyeti hakkında hanefi-ma’turidî geleneğin görüşleri
mu’tezilî anlayışa daha yakın görünmektedir. Buna göre eşyanın tabiatında güzellik
ve çirkinliğin zatî olarak bulunduğu konusunda hanefi-ma’turidî geleneğin mu’tezile
ile ittifak halinde olduğu söylenebilir.197
Ebû Mansûr Ma’turîdi’ye göre fiillerde bizzat güzellik-çirkinlik ve iyilik-kötülük
vasıfları vardır. Hüsün-kubuh’ un kaynağı olarak akıl ve insanın tabiatını gösteren
Ma’turidî, Allah’ın insanı bazı şeylerden nefret edecek, bazı şeylere de ilgi duyacak
şekilde yarattığını ve iyi ve kötü şeylerin bilgisini akla yerleştirdiğini ifade
etmektedir. Buna göre bazı şeylerin güzelliği bazı şeylerin de çirkinliği akılda
önceden sabittir. Örneğin adalet ve doğruluğun güzelliği, yalan ve zulmün çirkinliği
bu şeylerdendir. Bu ve bu gibi hususlar akla güzel ya da çirkin olarak
gösterilmiştir.198 İnsanın tabiatına gelince durum farklıdır. Tabiata hoş gelen her şey
akla hoş gelmemekte, tabiatın nefret ettiği bazı şeyler akla göre güzel olabilmektedir.
Yani bu ikisi arasında mutlak bir uyum aramak mümkün değildir. Akla göre güzel ve
çirkin olan, durum ve şartlara göre değişmezken, tabiata göre güzel ve çirkin olan
şartlara göre değişiklik göstermektedir.199 İmam Ma’turidî’nin eşyada var olduğunu
söylediği hüsün-kubuh vasıfları mutlak değildir. Ma’turidî hüsün-kubuh konusunda
196
Ali Bardakoğlu, “Hüsün ve Kubuh Konusunda Aklın Rolü ve İmam Ma’turidî”, Erciyes
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 4 (1987), Kayseri, s.70-71.
197
Seyyid Bey, “Mebâhisi Hüsn ve Kubh”, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917 içinde), 467; İlyas Çelebi,
D.İ.A “Hüsün ve Kubuh” maddesi, s. 62.
198
Mâturidî, Ebû Mansur, Kitâbü’t-Tevhîd, Nşr: Fethullah Huleyf, Beyrut, 1979. s. 178,181, 217-218.
199
Mâturidî, a.g.e, s 218,221-224; Bardakoğlu, “Hüsn ve Kubh Konusunda Aklın Rolü ve İmam
Maturidi”, s.70.
67
insanın tabiatına da yer verdiğinden dolayı insanın tabii eğilimlerinin değişebilir
olduğunu, bir kimse için kötü olan bir durumun bir başka açıdan veya bir başka
kimse için iyi olabileceğini belirtmekte ve âlemde her yönüyle mutlak manada bir
iyilik-kötülükten bahsedilemeyeceğini ifade etmektedir.200
İmam Ma’turidî ‘ye göre eşya ontolojik mahiyeti bakımından iki kısımdır.
Bunlardan birincisi zatı bakımından (lizatihi) güzel ya da çirkin olan, ikincisi ise
kendisinden doğacak sonuçlara bağlı olarak (liğayrihi) güzel veya çirkin olandır. Zâtı
bakımından güzel veya çirkin olanı akıl bilmekte güçlük çekmez. Mesela adaletin iyi
zulmün ise kötü olduğunu akıl bedihi olarak bilir. Ancak kendisine terettüb edecek
neticeler bakımından güzel ya da çirkin olanı bilmede akıl yetersiz kalır ve vahye
ihtiyaç duyar.201
Hanefi-ma’turidî usulcüler eşyanın ontolojik mahiyeti konusunda itirazlarını
mütekelllimîn usulcülerine yöneltirler ve karşıt görüşler ileri sürerler. Hanefima’turidî geleneğin kahir ekseriyetine göre hüsün ve kubuh nitelikleri eşyada zâtî
olarak mevcuttur. Onlara göre eğer böyle olmasa, yani ilahi hitap olmadan eşyanın
zatında iyilik-kötülük şeklinde herhangi bir nitelik bulunmasa doğruluk ile yalancılık
arasında mahiyetleri itibarıyla eşitlik olur, ilahi hitabın doğruluğu vacip, yalancılığı
ise haram kılmasının bir anlamı olmazdı. Zira aralarında zâtî nitelikleri bakımından
herhangi bir fark bulunmayan iki şeyden birini vacip diğerini ise haram kılmak
abestir ve bunun Cenab-ı Hakk’ın hikmetiyle uyuştuğunu söylemek mümkün
değildir. Aynı şekilde hüsün-kubuh eşyada haddizatında mevcut ve de aklen malum
olmasaydı beşeriyetin hafızasında iyilik ya da kötülük namına herhangi bir şey
bulunmaz, bu durumda da insanların belli bir din ve şeriata göre hareket etmelerini
istemenin, onların davranışlarını belli kurallara bağlamanın, arzu ettikleri şeyleri
yapmalarını engellemenin, böylece mutlak özgürlüklerini sınırlayarak onları bazı
davranışlardan mahrum bırakmanın bir anlamı olmazdı. Zira beşeri hafızada
herhangi bir ahlaki değer bulunmaksızın onları sorumlu tutmak ve yapmadıkları
200
Bk. Emine Öğük, Maturidinin Düşünce Sisteminde Şer-Hikmet İlişkisi, T.D.V. Yayınları, Ankara
2010, s.112, 135-136.
201
Mâturidî, Kitâbü’t-Tevhîd (Tercüme: Bekir Topaloğlu), İSAM Yay, Ankara 2005, s.251-252.
68
şeyler için onları cezalandırmak hikmet-i İlahi ile bağdaşmamaktadır. Ayrıca adalet
ve ihsan gibi hususların iyi, zulüm vs. gibi hususların ise kötü olduğu, bütün selim
akıl sahipleri nazarında bir ortak kabuldür. Öyle ki hiçbir ilahi hitaba muhatap
olmayan insanlar dahi, kendi adetleri, gelenekleri, amaçları ve istekleri farklı farklı
olmasına rağmen söz konusu şeylerin ontolojik mahiyetleri hakkında ihtilaf
etmemişlerdir. Eğer hüsün ve kubuh vasıfları eşyada bizzat bulunuyor olmasaydı,
inanan-inanmayan bütün akıl sahiplerinin böyle bir mutabakata varmaları mümkün
olmazdı. Söz konusu mutabakat bize gösteriyor ki hüsün ve kubuh vasıfları fiillerin
sıfat-ı zatiyyesindendir. Doğrudan fillerin zatından neş’et etmiştir. Yani hüsün ve
kubuh vasıfları fiillerin zati birer vasfıdır.202
Bu noktada bir hususun altını çizmekte fayda görüyoruz. Hanefi-ma’turidî
geleneğin bahsettiği zâtîlik mu’tezilenin bahsettiği zâtîlikten biraz farklıdır. Hanefima’turidî gelenekte zâtîlikten kast edilen mana, bir fiilin sonuçları itibarıyla kamu
yararına ve menfaatine uygun olup olmamasıdır. Yani genel olarak akıl sahiplerinin
söz konusu fiilin yararlı ve iyi olduğuna ya da zararlı ve kötü olduğuna kanat
getirmeleridir. Buna göre İyilik ve kötülük ister gerçekten eşyanın zatından olsun,
isterse harici bir etkenden neş’et etmiş olsun fark etmez. Mademki akl-ı selim (ortak
akıl) söz konusu fiilin iyi ya da kötü olduğunda müttefiktir, o halde o fiil artık evsaf-ı
zatiyyeden demektir. Bu konuda başka bir gerekçe aramaya lüzum yoktur. Yani bir
fiilin hüsün ya da kubuh vasıflarından birisi ile nitelendirilebilmesi için, söz konusu
fiilin insanların umûmî faydasına muvafakat veya muhalefeti yeterli bir nedendir.
Hanefi-maturidi usulcüler, mütekellimîn usulcülerinin fillerdeki değerlerin izafi
olduğu şeklindeki görüşlerine ihtirazi bir kayıt düşerek şunları ifade etmektedirler:
Hüsün-kubuh meselesinde belli bir şahsın, belli bir toplumun mizacı, amaçları, kabul
ya da itirazları esas alındığında bir şeyin sabit ve değişmez bir şekilde hüsün ve
kubuh sıfatları ile muttasıf olamayacağı kesindir. Şahıslara, kişisel ya da toplumsal
eğilimlere, âdet ve geleneklere, belli bir zaman ve mekânın şartlarına bağlı olan
konularda hüsün ve kubuh’un itibari olduğu da inkâr edilemez. Ancak şu da inkârı
mümkün olmayan bir hakikattir ki, kâinattaki her şeyde olduğu gibi insanın da
202
Seyyid Bey, “Mebahisi Hüsn ve Kubh”, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917 içinde), s.467-468.
69
kendine göre bir asli gayesi vardır. İnsanlık daima o asli gayeye müteveccihtir. Ve
bu gaye insanlığın başlangıcı ile kaimdir. Durum ve şartlara, âdetlere, kişilere,
toplumlara, zaman ve mekâna göre değişiklik göstermez. Bu gaye beşeriyetin
münteha-i kemâle, hakiki saadete ulaşmasıdır. Şu halde ef’alin hüsün-kubuh sıfatları
ile vasıflandırılması hususunda bu gaye esas ölçü olarak kabul edilirse, bu durumda
iyilik- kötülük gibi nitelikler her yerde ve her zaman aynı olan sabit ve değişmez
nitelikler olarak görülebilir. Buna göre söz konusu gayeye muvafık olan her şey iyi,
muhalif olan her şey ise kötü olarak kabul edilmelidir. İlim, adalet, ihsan gibi ortak
aklın hüsnüne kanaat getirdiği hususlar bu hakikate mebnidir. Kaldı ki mesela yalan
doğrudan doğruya zatından dolayı çirkindir. Onun çirkinliği kendi mahiyetinden
kaynaklanmaktadır. Yukarıda bahsedilen asli gayeye muhalif olması yönüyle de
çirkin olmakla beraber o, mücerret mahiyeti itibarıyla da çirkindir. Yani çirkinlik
onun zatında mündemiç bir vasf-ı zatidir. Aynı şekilde adalet, zulüm, doğruluk gibi
mefhumlar da böyledir. Onlar da zati olarak iyi veya kötüdürler. Bütün bunların
hüsün ve kubh’u zatlarında mündemiçtir. Bu sebeple de hiçbir zaman kendilerinden
ayrılmazlar.203
Hanefi-ma’turidî usulcüler, hüsün-kubuh’un itibariliğini savunan mütekellimin
usulcülerinin “yalanın, aslında kötü bir fiil olduğu halde bir masumun hayatını
kurtarma durumu söz konusu olduğunda iyi hatta vacip hale gelmesini nasıl
açıklayacaksınız?” şeklindeki sorusuna cevaben şunları ifade etmektedirler: Bahsi
geçen konuda çirkinlik vasfı yalandan kopmuş ve ayrılmış değildir. Yalan yine
kabihtir. Onun kabih olma vasfı devam etmektedir. Burada yalan söylemeyi tercih
etmenin sebebi daha büyük bir kötülüğü önleme arzusudur. Yani bu durum ehven-i
şerreyni ihtiyar kabilindendir. Ortada iki türlü fesâd vardır. Bunların birisi yalan
söylemek, diğeri ise bir mazlûmun hayatını kurtarmamak, onun canına kast
edilmesine göz yummaktır. Eğer buna göz yumulursa daha büyük bir mefsedet hâsıl
olacaktır. Bunu önlemek için zarureten yalan tercih edilmektedir. Dolayısıyla bu
örnekten hareketle hüsün-kubuh’un zâtî olamayacağı iddia edilemez. Zira bahsi
geçen olayda yalanın kötülüğü kendisinden ayrılmış değildir. Yalan hala zâtî olarak
kötüdür. Ne var ki yalan burada harici bir etkenden dolayı hüsün sıfatını kazanmıştır.
203
Seyyid Bey, a.g.e, s.469-471.
70
Ama bu asli bir nitelik değildir. Yalan asli olarak kabihtir. Bu şekilde aslen kabih
olup harici bir nedenden dolayı hüsün sıfatını alan fiillere “hüsün liğayrihi”
denmektedir. Bilvasıta güzel olmak, bizatihi çirkin olmaya engel değildir. Cihetler
başka başka olunca hüsün ve kubuh vasıflarının ikisinin birden bir fiilde toplanması
mümkündür. “Zaruretler memnu’ olan şeyleri mübah kılar” kaidesinin anlamı da
esasen budur. Yani bizzat kabih olan bir şey sonradan arızi bir nedenden dolayı
zarureti gidermek amacıyla hüsün sıfatını kazanır ve hasen olur. Aynı şekilde
“Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur”, “İki fesat tearuz ettiğinde ehaffını irtikâb ile
a’zâmının def’i çaresine bakılır” ve “Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehâf ile izâle olunur” gibi
kavâid-i fıkhiyye de hep bu esasın başka şekillerdeki ifadesidir. Öte yandan
mütekellimin usulcülerinin insanın fiillerinin özgür iradeye dayanmadığı, bu sebeple
de özgürlüğün olmadığı bir ortamda hüsün-kubuhtan bahsedilemeyeceği şeklindeki
beyanatlarına karşılık hanefi-ma’turidî usulcüler insanın, fiillerinde muzdar
olmadığını, fiillerini özgür iradesi ile ihtiyari bir şekilde gerçekleştirdiğini, aksini
iddia etmenin Allah’a mahsus fiillerin icrasını insandan beklemek anlamına gelip
bunun ise batıl olduğunu söylemekte, bu sebeple insanların, fiillerini icbar altında ve
özgür iradeleri olmaksızın gerçekleştirdiklerini söyleyerek fillerde hüsün-kubuh
niteliğini aramanın anlamsız olduğunu iddia etmenin mümkün olmadığını
belirtmektedirler.204
Fiillerdeki zâtîliğin mutlak olmadığını belirten hanefi hukukçular ontolojik
mahiyeti bakımından me’murun-bih ve menhiyyün-anh’ı hasen ve kabih olmaları
açısından lizatihi ve liğayrihi205 olmak üzere ikili bir tasnife tabi tutmaktadırlar. Buna
göre me’murun-bih hasen olması itibarıyla şu kısımlara ayrılmaktadır:
204
Seyyid Bey, a.g.e, s. 471-473; Çelebi, Hüsün ve Kubuh maddesi, s.62.
205
Lizatihi iyi ya da lizatihi kötü’nün anlamı iyilik ya da kötülüğü kendisine bağlı olan, yani iyi veya
kötü oluşunun sebebi yine kendisi olandır. Ligayrihi iyi ya da kötü’nün anlamı ise iyilik ya da
kötülüğü kendine bağlı olmayıp kendi zatından kaynaklanmayan, harici bir etken dolayısıyla iyilik ve
kötülük vasfı kazanandır.
71
1) Zatındaki Manadan Dolayı Güzel Olan Filler
Emre konu olan bazı fiiller vardır ki onlardaki hüsün sıfatı aslîdir. Yani bizzat
onların zatından kaynaklanmaktadır. (‫) ﺣﺴﻦ ﻟﻤﻌﻨﻰ ﻓﻰ ﻧﻔﺴﮫ‬. Bu tarz fiillere hasen lizatihi
denir. Hasen lizatihi fiiller de kendi arasında çeşitli bölümlere ayrılır.
a) Özü İtibarıyla Güzel Olan Fiiller
Kendisindeki güzellik vasfı kendi zatıyla kâim olan şeydir. Bu tarz hasen fiiller,
güzelliği asli olmayıp harici olan liğayrihi hasen fiillere hiçbir yönden benzerliği
olmayan fiillerdir. Bu özelliklerinden dolayı bu tür fiillere “hasen fî nefsihi
hakikaten” denmektedir. Örneğin iman, adalet, ihsan, doğruluk böyledir. Bunlar
bizatihi
güzel
şeylerdir.
Kendilerindeki
güzellik
bizzat
kendilerinden
kaynaklanmaktadır. Bu tür hasen fiiller de kendilerindeki hüsün vasfından
kaynaklanan icra yükümlülüğü hiçbir zaman kaybolmayan ve bazı durumlarda
kaybolabilen olmak üzere iki çeşittir. Mesela ikrâr ve tasdikten oluşan imanın bir
rüknü de dil ile ikrar rüknüdür. Ancak tehdit ve zorlama söz konusu olduğunda imanı
zahiren ikrar etme sorumluluğu kalkabilir. Burada dil ile ikrarın hüsün sıfatı devam
etmekle beraber icra yükümlülüğü kalkmaktadır. Aynı şekilde namaz ibadetinin icra
yükümlülüğü de hayız, nifas, baygınlık, kerahet vaktinin girmiş olması vs. gibi
durumlarda mükelleften düşmektedir. Ancak imanın bir diğer rüknü olan tasdik
hiçbir hal ve şartta mükelleften sakıt olmamaktadır. Zorlama hali söz konusu olsa
bile kişi kalben tasdikle mutlak surette mükelleftir.
b) Özündeki Güzelliğin Şer’î Hükme Bağlı Olduğu Fiiller
Bizzat zatları gereği hüsün sıfatını kazanmayıp, bir başka vasıta ile söz konusu
vasfı haiz olan fiillerdir. Mesela zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek gibi
ibadetler böyledir. Esasen zekat malda azalma, Oruç nefsin çeşitli lezzetlerden uzak
ve aç kalması, Hac uzun mesafeler kat ederek bedenin yorgun ve bitkin düşmesi ve
aynı zamanda mali bir külfet anlamına gelmektedir. İlk anda bütün bunlar kabih gibi
görünse de Zekât, ihtiyacı olanların ihtiyacını gidermek, oruç nefsi terbiye etmek,
72
hac kabeyi ta’zimden dolayı emredilmiştir. İşte bu tür fiiller kendilerinde bulunan
söz konusu faydalar sebebi ile emredilmiş olduklarından asli değil hükmi (Şari’in
hitabına binaen) anlamda hasendirler. Bu tarz fiiller aslında harici bir sebepten dolayı
hüsün vasfını kazanan liğayrihi hasen fiiller sınıfına benzemekle beraber bunların
hüsün vasfını kazanmasına vesile olan söz konusu vasıtalar dikkate alınmayıp, sırf
emredilmiş olmalarından dolayı yerine getirildikleri için hasen liğayrihi değil de
hasen lizatihi kapsamında değerlendirilmiş ve “hasen fî nefsihî hükmen” şeklinde
nitelendirilmiştir. 206
2) Harici Bir Sebepten Dolayı Güzel Olan Fiiller
Kendisindeki hüsün vasfı kendi zatından kaynaklanmayıp, harici bir nedenden
dolayı bu vasfı kazanan fiillerdir. Bu kapsamdaki fiiller mahiyetleri itibarıyla hasen
değildirler. Hatta mahiyet olarak kabih dahi olabilirler. Ancak harici bir etken söz
konusu fiilleri hasen yapmaktadır. Yani bu tarz fiiller hüsün sıfatlarını sonradan
kazanmıştırlar. Bu özellikleri sebebiyle bu tip fiillere ‫ﺣﺴﻦ ﻟﻤﻌﻦ ﻓﻰ ﻏ ﺮه‬, “harici bir
sebebe bağlı olan güzel fiiller” denmiştir. Örneğin cihâd ve kısâs haddi zatında
kabihtirler. Her ikisinde de insan nefsi için acı ve eziyet vardır. Ancak cihâd
saldırıları bertaraf etmek ve Allah’ın dinini yüceltmek, kısâs ise suç işlenmesine
engel olmak ve böylece toplumsal düzeni temin etmek yönlerinden hüsün sıfatını
kazanmışlardır. Aynı şekilde abdest namaz için gerekli olduğundan dolayı iyi vasfını
kazanmıştır.
Hasen lizatihi olan fiillerin hukuki neticesi, yani hükmü vücub olup
sorumluluğun kalkması için onların ya eda edilmesi ya da edasına engel olacak
206
Buraya kadar olan taksimat hakkında Bk. Debûsî, Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer (v.430/1040),
Takvîmü’l-Edilleti fî Usûli’l-Fıkh, Thk: Halil Muhiddin el-Mîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut, 2007,
s.44-46; Serahsi, Usûl, s.47-49; Sarduşşerîa’, et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh, (Taftazânî’nin et-Telvîh’inin
içinde), I, s.408-417; Molla Fenari, Şemsüddin Muhammed b. Hamza (834/1430), Fusûlu’l-Bedâi’ fî
Usûl’i-Şerâi’ (Thk: Muhammed Hasan İsmail), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2006, I, s.233-238;
Molla Hüsrev, Mir’atü’l-Usul s. 64-68; Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, s. 90-103; Seyyid
Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 136-145; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s.59-77; Bilmen, Ömer Nasûhi,
Hukûkı İslamiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, I, s. 56-57; Şakir Hanbelî, Fıkıh Usûlü, s.83-84.
73
herhangi bir özrün bulunması gerekmektedir. Hasen liğayrihi olan fiiller ise
kendilerine hüsün vasfını kazandıran harici sebepler bulunduğu ve bu vasıtalar vacip
olduğu sürece söz konusu fiiller de vacip olur. Eğer kendilerine güzellik vasfını
kazandıran dış unsurlar bir şekilde sakıt olursa kendileri de sakıt olur. Vasıtalar
mevcut olup vacip iseler fiiller de vacip olurlar. Örneğin namaz vacip ise abdest de
vaciptir. Yok, vacip değilse abdest de vacip değildir.207
Kendisinin yukarıda bahsi geçen hasen türlerinden hangisinin kapsamına
girdiğine dair herhangi bir işaret bulunmayan karineden soyutlanmış mutlak emrin
hangi kategoriye dâhil edileceği hususunda ise farklı görüşler beyan edilmiştir.
Sadruşşerîa’ mutlak emrin hasen fi nefsihi hakikaten sınıfının hüsün vasfı
kendisinden hiçbir zaman ayrılmayan kısmına dâhil olması gerektiğini söylerken208
Debûsi ve Pezdevî gibi hukukçular mutlak emrin hasen fi nefsihi sınıfının hüsün
vasfı kendisinden ayrılabilen kısmında ele alınması gerektiğini209 beyan etmişlerdir.
Molla Hüsrev de Sadrüşşeria’nın kanaatini paylaşmaktadır.210
Hanefi hukukçular menhiyyün anh’i de benzer şekilde taksimata tabi
tutmuşlardır. Buna göre menhiyyün anh kabih olması bakımından şu kısımlara
ayrılmaktadır:
1) Özü İtibariyle Çirkin Olan Fiiller
Zatında kubuh vasfı ile muttasıf olan, çirkinliği bizzat kendisinden kaynaklanan
fiillerdir. ( ‫) ﻗﺒ ﺢ ﻟﻌ ﻨﮫ‬. Şunu belirtelim ki burada kubuh’tan kast edilen mana kubuh
vasfının menhiyyün anh’ın ayrılmaz bir vasfı olması değildir. Bilakis bu vasıf
değişebilir bir mahiyet arz eder. Bir fiil bazen iyi bazen kötü olabilmektedir. Örneğin
207
Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 146.
208
Sarduşşerîa’, et-Tavdîh, I, s.417-418.
209
Debûsî, Takvîmü’l-Edille, s.47; Pezdevî, Fahru’l-İslam Ebu’l-Usr Ali b. Muhammed b. Hüseyin
(482/1089), Kenzü’l-Vusûl ilâ Ma’rifeti’l-Usûl, Mir Muhammed Kütüphanesi, s.36.
210
Bk. Taftâzânî, et-Telvîh (Sadruşşeria’nın et-Tavdîh’ ile birlikte), I, s.417-418; Molla Hüsrev,
Mir’atü’l-Usul, s. 64-68; Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 147; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s.
78-80.
74
inkârın kötülüğü iman nimetine nankörlük anlamına gelmesinden, zulmün kötülüğü
bir şeyi yerli yerinde yapmamaktan kaynaklanmaktadır. Ancak puta tapıcılığın inkârı
ya da isyan edenler için azabın bulunması kötü değildir.211 Burada zâtîlikten kasıt,
söz konusu kubuh vasfını harici bir etkenden dolayı kazanılmış olmamasıdır. Kendi
zatından dolayı çirkin olan fiiller de kendi arasında ikiye ayrılmaktadır.
a) Çirkinliği Şer’e Bağlı Olmayan Fiiler
Kendisindeki kabih olma vasfı ilahi hitaptan önce sabit olup çirkinliği aklen
anlaşılabilen fiillerdir. Böyle fiillere literatürde “kabih li’aynihi vaz’en” denmektedir.
Örneğin inkâr, zulüm, yalancılık, cana kıyma, iyiliğe karşı kötülük gibi fiiller böyle
olup, söz konusu fiillerin hakkında onların kötü olduklarına dair herhangi bir nass
bulunmasa da akıl bunların kötülüğüne kani olabilir.
b) Şâri’in Özü İtibariyle Çirkin Kılığı Fiiller
Çirkinliği Şari’ tarafından bildirilip şer’ olmaksızın aklen çirkin olduğu
anlaşılamayan fiillerdir. Mesela şarabın ya da insanın satılması veyahut da abdestsiz
bir şekilde namaz kılınması bu tarz fiillerdendir. Söz konusu fiillerin kötü ve geçersiz
oldukları Şari’ tarafından bildirilmemiş olsaydı akıl tek başına bunların kubhuna
kanaat getiremezdi. Bu sebeple bu tür fiillere “kabih li’aynihi şer’an” denmiştir.
Örneğin eski bazı hukuk anlayışlarında hür bir kişinin borcu karşılığında
satılabileceği hükmüne yer verilmiştir. Demek ki akıl bunun meşru olmadığını
mücerreden anlayamamaktadır.
2) Harici Bir Nedenden Dolayı Çirkin Olan Fiiller
Çirkinliği zatından değil de zatı dışında harici bir unsurdan neş’et eden fiillerdir.
Bu tür fiillere ‫“ ﻗﺒ ﺢ ﻟﻐ ﺮه‬harici bir nedene bağlı olan çirkin fiiller” denmektedir.
Kabih li ğayrihi fiiller de iki kısma ayrılmaktadır.
211
Şakir Hanbelî, Fıkıh Usûlü, s. 93-94.
75
a) Kötülük Vasfı Kendinden Ayrılmayan Fiiller
Kendisindeki kötülük vasfı kendisinden hiçbir surette ayrılmayan fiillere vasfen
kabih liğayrihi denmektedir. Bu tür fiillerde menhiyyün anh’ı kabih kılan harici
sebep ondan hiçbir zaman ayrılmayacak şekilde onunla birlikte bulunmaktadır.
Mesela geçerli olmayacak şekilde yapılan bir alış-veriş akdi böyledir. Bir kimse
faizli alış-veriş yaptığında aslında akdin unsurları yerinde olmakla beraber söz
konusu unsurlardan biri olan bedelde sonradan beliren fazlalık akdi geçersiz
kılmaktadır. Esasen alış-veriş meşrudur ancak bu şekilde olanı meşru görülmemiştir.
İşte buradaki alış-verişin kabihliği bedeldeki kabihlik vasfından kaynaklanmaktadır.
Aynı şekilde bayram ve teşrik günlerinde oruç tutmak vasfen kabihtir. Zira bu günler
Allah’ın kullarına ikramı olup bu günlerde oruç tutmak yasaklanmıştır. Aslında oruç
tutmak bizatihi kabih değildir. Burada kabihliğe sebep olan harici unsur bayram ve
teşrik günleridir. Bu tür bir çirkinlik süreklidir ve oruç tutulması meşru görülmeyen
günlerde oruç tutmak sürekli kabih vasfıyla muttasıftır.
b) Kötülük Vasfı Kendisinden Ayrılabilen Fiiller
Kendisine kubuh vasfını kazandıran harici etkenin, kendisinden ayrılabildiği
kabih türüne mücâvereten kabih liğayrihi denmektedir. Mesela Cuma günü Cuma
namazı vaktinde yapılan alış-veriş akdi bu yönüyle kabihtir. Burada alış-verişi kabih
kılan özellik, söz konusu akdin namaz vaktinde namaza gitmeye engel olacak şekilde
yapılmasıdır. Söz konusu akit namaza gitme esnasında yolda da yapılabileceğinden,
yani kişinin namazına engel olmayacağından bu vasıf mücavir bir vasıf olup kabih
olarak nitelendirilen fiilden (Cuma vaktinde alış-veriş yapmak) ayrılabilmektedir.212
212
Kabih’in taksimatı için Bk. Debûsî, Takvîmü’l-Edille, s.52-53; Serahsi, Usûl, s.47-49; Sarduşşerîa’,
et-Tavdîh, I, s.457-458; Molla Fenari, Fusûlu’l-Bedâi’, I, s.238-239; Molla Hüsrev, Mir’atü’l-Usul fi
Şerhi Mirkati’l-Vusul (İzmiri’nin Haşiyesi ile Birlikte), I,s.318-322; Büyük Haydar Efendi, Usûl’iFıkh Desleri, s. 126-130; Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 158-162; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri,
s.133-137; Bilmen, Ömer Nasûhi, Hukûkı İslamiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, I, s. 64-65; Şakir
Hanbelî, Fıkıh Usûlü, s.93-96; Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyâtı Hakkında Bir Etüd, I, s. 210-211.
76
Buraya kadar anlatılanlar ışığında bir değerlendirme yapacak olursak, HanefiMa’turidî eğilime göre prensip olarak emir ve nehye konu olan şeyler bizzat
mahiyetleri itibarıyla hüsün ya da kubuh sıfatlarıyla muttasıftırlar. Şerrin vürudundan
önce eşyanın ve ef’alin tabiatında iyilik-kötülük vasfı bulunmaktadır ve akıl bunları
bir ölçüde idrak edebilir. Ancak şunu hemen belirtelim ki hanefi-ma’turidî gelenekte
her ne kadar hüsün-kubuh eşyada zati bir şekilde bulunan vasıflar olarak telakki
ediliyorsa da, onlar söz konusu vasıfların izafilik taşıdıklarını da kabul etmektedirler.
Onlara göre eşyanın ontolojik mahiyeti bir yönüyle zati bir yönüyle arızi bir nitelik
arz eder. Eşya zati olarak hüsün ya da kubuh sıfatları ile muttasıf olabileceği gibi,
harici bir nedenden dolayı da hüsün veya kubuh sıfatlarıyla muttasıf olabilmektedir.
Yani hüsün ve kubuh sıfatları, bir takım şartlara göre fiillerin zatına sonradan
eklenmiş bir şekilde değişiklik arz edebilmektedir. Ama her hâlükârda şerrin
vürudundan önce eşyanın tabiatında ve beşeriyetin hafızasında ister zati olsun ister
arızi olsun iyilik ve kötülük vasıfları ve mefhumları bulunmaktadır.
II)
Hüsün ve Kubuh’a Delâleti Bakımından Emir ve Nehiy
(Aklî Vücûb’un İmkânı Meselesi)
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi hüsün-kubuh tartışmasının iki sacayağından
bir tanesi eşyadaki ve fiillerdeki hüsün-kubuh vasıflarının onların zâtî nitelikleri olup
olmadığı meselesi, diğeri ise söz konusu vasıfların bilinme yolları bağlamında hüsün
ve kubuh’un aklen mi yoksa şer’en mi sabit olduğu meselesidir. Bir başka ifade ile
biz bir şeyin iyi-kötü ya da güzel-çirkin olduğunu nasıl biliriz? Bizim bu konudaki
bilgimizin kaynağı nedir? Akıl mı yoksa vahiy mi bize bu konuda kaynaklık
etmektedir? İnsan aklı tek başına vahyin bildirimleri olmaksızın iyi-kötünün bilgisine
ulaşabilir mi? Dahası ve esas önemli olan aklın bu konuda ulaştığı bilgi bizim için
hukuki manada bir sorumluluk doğurur mu? Seyyid Bey’in ifadesi ile hüsün ve
kubuh, ahkâmın ef’âle taallukunu istilzam eder mi etmez mi? İşe bu ve buna benzer
bütün sorular hüsün-kubuh tartışmasının bu ikinci başlığı altında ele alınmış ve
Hüsn-Kubh düşüncesinin hukuki sorumluluk ile ilişkisi, akıl ile vahyin bu ilişkide ne
77
tür bir öneme sahip oldukları, diğer bir ifade ile hukukta aklın kullanım alanı ve
yetkisi meselesi bu başlık altında incelenmiştir.
Şunu belirtelim ki eşyadaki hüsün ve kubuh vasıflarının onların zati birer
nitelikleri olup, sabit ve değişmez bir halde bulunduğunu ya da tam tersine fiillerdeki
hüsün-kubuh vasıflarının asli nitelikler olmayıp, durumdan duruma, kişiden kişiye
göre değişiklik gösteren izafi birer nitelik olduğunu düşünmek ile söz konusu
vasıflara ait bilginin kaynağının akıl ya da vahiy olduğunu düşünmek, tabir-i diğer ile
hukuki sorumluluğun kaynağının akıl veyahut da vahiy olduğunu savunmak arasında
zorunlu bir irtibat bulunmamaktadır. Örneğin mu’tezileye benzer şekilde fiillerdeki
değer hükümlerinin asli nitelikler olup söz konusu niteliklerin akılla bilindiğini, yani
bir şeyin emredilmiş olduğu için değil de iyi olduğu için emredilmiş olduğunu
savunan hanefi-ma’turidî hukukçular, mu’tezilenin aksine hukuki sorumluluğun yine
de sadece şer’i hitapla söz konusu olduğunu ve aklın tek başına ulaştığı bilginin
hukuki sorumluluk doğurmaya yetmeyeceğini belirtmişlerdir. Bu da bize gösteriyor
ki hüsün ve kubuh’un asli nitelikler olduğunu savunmak ile hukuki sorumluluğun
kaynağının akıl olduğunu savunmak arasında, birinin diğerini zorunlu kıldığı bir
sebep-sonuç ilişkisi mevcut değildir. Dahası mu’tezilî düşünürler böylesine zorunlu
bir bağın varlığını iddia etseler de hanefi-ma’turidî hukukçular böyle bir
zorunluluktan bahsedilemeyeceğini savunmuşlardır.
A) Mu’tezile’ye Göre Hüsün ve Kubuh’a Delaleti Bakımından Emir ve
Nehiy
İyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik şeklindeki kıymet hükümlerinin eşyanın
zatında213 sabit ve değişmez bir biçimde en başından itibaren var olduğunu savunan
mu’tezilî düşünürler, söz konusu değer hükümlerinin bilgisine de akılla
ulaşılabileceğine, bir şeyin iyi-kötü ya da güzel-çirkin olarak vasıflandırılması
hususunda aklın tek başına yeterli olduğuna ve aklın bu konuda ulaşmış olduğu
bilginin bizim için hukuki sorumluluk doğuracağına kânîdirler.
213
Mu’tezilenin zâtilikten neyi kast ettiğini daha önce ifade etmiştik. Bk. s.51-52
78
Mu’tezilenin genel kanaati böyle olmakla beraber ayrıntılarda mezhep içerisinde
değişik görüşler belirmiştir. Bağdat ve Basra ekolü şeklinde ikiye ayrılan mu’tezilî
kelam okulunun ilk temsilcileri hüsün-kubuh konusunda aklı merkeze alan keskin
ifadeler kullanırken, sonraki dönem mu’tezili düşünürler daha mutedil ve yumuşak
ifadeler kullanmışlar ve seleflerinin görüşlerini belli ölçüde revize etmeye
çalışmışlardır.214
Mu’tezilî hukukçu Kâdî Abdülcebbâr ’a göre bilgi, biri zaruri (zorunlu) diğeri ise
müktesep (kazanılmış) olmak üzere iki çeşittir. Zorunlu bilgi aklın, şer’i hitaba
ihtiyaç duymaksızın bilebileceği bilgilerdir. Örneğin zulüm, nimete karşı nankörlük
ve cehalet gibi hususların kötü olduğu bilgisi ile adalet, bilgi sahibi olma ve nimet
verene teşekkür gibi hususların iyi olduğu bilgisi bu türden bir bilgidir.215 Akıl bu tür
bilgileri vahye ihtiyaç duymaksızın bilebilir. Kazanılmış bilgiye gelince bu tür bilgi
ancak akıl yürütme (istidlal) ile mümkün olan bilgidir.216
Benzer şekilde Ebu’l-Hüseyn el-Basrî, delil ile elde edilen bilgiyi kaynağı
bakımından üçe ayırmaktadır. Buna göre bilgi sadece akıl ile bilinenler, sadece şer’
ile bilinenler ve son olarak hem akıl hem de şer’ ile bilinenler olmak üzere üç çeşittir.
Sadece akıl ile elde edilen bilgiler, akılda kendilerine ilişkin bir takım delillerin
bulunduğu bilgilerdir. Örneğin şerr’in doğruluğunu, Cenab-ı Hakk’ı ve sıfatlarını ve
onun çirkin herhangi bir şey yapmayacağını bilmek bu tür bir bilgidir. Bütün bu
214
Ebû Ali el Cübbai, Ebu Haşim el Cübbai, Kâdî Abdülcabbâr, Ebu’l-Hüseyn el-Basrî gibi sonraki
dönem mu’tezili düşünürlerin ilk dönemkilerden belirgin farkı aklı bir cevher değil de araz olarak
görmeleridir. Bunlar Aristocu akıl anlayışını (akıl kuvvedir) reddederek akla bir sınır çizmişlerdir.
Buna göre akıl sadece bilmeye imkân veren bir arazdır. Bk. Ramazan Altıntaş, Mutezilede Akı
Anlayışı (Sempozyum Bildirisi), Kelam İlminin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri, Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, 2004, s. 314-315. Ama akıl hala önemini korumaktadır ve sorumluluk için
vazgeçilmez bir şarttır. Bununla birlikte akıl bir kuvve değil yaratılmış bir şeydir. Bu düşünürler
fonksiyonel aklı önemsemişler, aklın ontolojik yapısından ziyade epistemolojik yapısı ile
ilgilenmişlerdir.
215
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, XII (et-Teklîf), s.59; VI/1(et-Ta’dîl ve’t-Tecvîr), s. 63; el-Muhît bi’t-
Teklîf, s.236.
216
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muhît bi’t-Teklîf, s. 235.
79
bilgiler aklen sabittir. Allah’ın tek olduğu, emanetin sahibine iade edilmesi gerektiği
gibi bilgiler ise hem akıl hem de şer’ ile bilinen bilgiler kategorisine girmektedir.
Sadece şer’ ile elde edilen bilgiler ise, akılda kendisi hakkında herhangi bir delil
bulunmayan, yalnızca şer’de delili bulunan bilgilerdir. Örneğin namazın farz, içkinin
haram olması gibi şer’i hikmetler, maslahat ve mefsedetler bu kabildendir.217
Fıkıh usûlüne ait görüşlerine yer verdiği eş-Şeri’yyât başlıklı eserinde hükümleri
akliyyât ve şeri’yyât şeklinde ikiye ayıran Kâdî Abdülcebbâr ’a göre akılla bilinen
hükümler akliyyât, şer‘ ile bilinen hükümler ise şeri’yyât kapsamındadır. Birinciler
aklî, ikinciler ise şer‘î hükümlerdir. Aklın zorunlu olarak ya da istidlal yolu ile
ulaştığı her hükmü şer’e izafe etmeye gerek yoktur. Zira aklın bu anlamda elde ettiği
hükümler hakkında şer‘ sadece teyid edici bir görev üstlenmekte ve yeni bir şey
söylememektedir. Bunun karşısında şer‘ olmaksızın tek başına akılla bilinemeyecek
hükümlere gelince bunlar sadece şer‘e nispet edilebilir.218 Bu tür bilgilerin tek
kaynağı ilahi hitaptır. Ayrıca eğer bir bilgiye hem akıl hem de şer’ yolu ile ulaşılmış
ise söz konusu bilgi yine şer‘e değil akla izafe edilmelidir. Şer‘î hükümler sadece
ama sadece aklın tek başına ulaşamadığı hükümler alanına hasredilmiştir.
Aklın ve vahyin, fiillerdeki güzellik ve çirkinliği açıklaması hususunda Şer’re
göre vacip, akla göre çirkin olan fiiller (namaz kılmak gibi), Şer’re göre güzel, akla
göre çirkin olan fiiller (nafile namazlar gibi), Şer’re göre vacip, akla göre güzel olan
fiiller (zekât ve kefaretler gibi), Şer’re göre çirkin, akla göre mubah olan fiiller
(oruçlu iken cinsel münasebette bulunmak veya yemek yemek gibi), Şer’re göre
çirkin, akla göre güzel olan fiiller (oruç günlerinde yoksulları doyurmak gibi), Şer’re
göre mubah, akla göre mahzur olan fiiller (hayvan boğazlamak gibi)
219
şeklinde bir
tasnif yaparak akıl ile vahyin öngördüğü hükümler arasında bir ihtilafın vaki
olabileceğini kabul eden Kâdî’ya göre böyle bir durumda akıl kendi görüşünden
vazgeçerek vahyin öngördüğü hükmün ma’kûliyetine inanır ve onu kabul eder.220
Akıl söz konusu fiillerin arkasındaki faydayı, yani onlarla elde edeceği sevabı
217
Ebu’l-Hüseyn el-Basri, el-Mutemed fî Usûli’l-Fıkh, II, s.327-328.
218
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, XVII (eş-Şeri’yyât), s. 101.
219
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, VI/1, s.64.
220
Kâdî Abdülcebbâr, aynı yer.
80
umarak onların iyi olduğuna kanaat getirir. Artık söz konusu şeylerin gerekliliği akıl
tarafından da anlamıştır. Görüldüğü gibi Kâdî Abdülcebbâr akla aykırıymış gibi
görünen ilahi emirleri de akli gerekçelere dayandırmaya çalışmaktadır. Bu minvalde
mesela akla hoş gelmeyen namaz ibadetinde biri onu eda ederek sevap kazanma,
diğeri de terkinden dolayı hâsıl olacak cezadan kurtulma yönüyle iki türlü maslahatın
bulunduğunu söylemekte, bu sebeple de artık söz konusu ibadetin aklen de gerekli
olduğunu belirtmektedir. Zira O’na göre bir şeyin vacip kılınmasını gerektirecek bir
maslahat bulunmadığı takdirde Allah’ın o şeyi vacip kılması düşünülemez. Çünkü
bu, çirkini güzel, güzeli çirkin kılmak anlamına gelir ki bu O’nun hakîm olması ile
bağdaşmamaktadır.221
Kâdî Abdülcebbâr ’a göre aklın bilgisi vahyin bilgisinden önce gelmektedir. Yani
aklın ulaştığı hükümler şer’î hükümlere takaddüm eder. Çünkü fiillere ait mubah,
mahzûr, mendûb ya da vacip gibi hükümler akılda önceden yerleşik bir vaziyette yer
almaktadır. Zulüm ve yalanın çirkinliğinin önceden akılda sabit olması örneğinde
olduğu gibi.222 Dolayısıyla hüsün ve kubuh emir ve nehyi öncelemekte, bir başka
ifade ile emir ve nehyin gerekçesi olmaktadır. Bu sebeple ilahi hitapla muhatap
olmasa bile akıl başta Allah’ın varlık ve birliği olmak üzere hüsün ve kubuh’unu
idrak ettiği konularda sorumludur.223 Nitekim Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni adlı
eserinin 14. Cildinde (el-Aslah-İstihkâku’zem-et-Tevbe) “Din olmaksızın mükellefin
ne ile sorumlu olduğunu bilmesi” şeklinde bir başlık açmakta ve konuyu burada
tartışmaktadır.224
Mu’tezilenin tahsin ve takbih teorisine göre hükümler, yani şer’i nitelemeler
eşyanın tabiatına bağlıdır. İlahi emir ve nehiyler bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna
karar vermez. Sadece eşyanın tabiatında zaten var olan iyilik ya da kötülük özelliğini
açığa çıkarır.225 Mu’tezileye göre hüsün ve kubuh emir ve nehyin medlûlü ve
muktezası olup akıl bu konuda hâkimdir. Yani şer’rin vürudundan önce fiillerde
221
222
Kâdı Abdulcabbar, el-Muğni, V (el-Fıraku Ğayru’l-İslamiyye), s. 134.
Kâdı Abdulcabbar, el-Muğni, VI/1 (et-Ta’dîl ve’t-Tecvîr), s. 47; XVII (eş-Şeri’yyât), s. 145-146.
223
Seyyid Bey, Usul-i Fıkh (Medhal), s. 474.
224
Kâdı Abdulcabbar, el-Muğni, XIV (el-Aslah-İstihkâku’zem-et-Tevbe), s. 152.
225
Kâdı Abdulcabbar, el-Muğni, VI/1 (et-Ta’dîl ve’t-Tecvîr), s.64.
81
hüsün ve kubuh nitelikleri vardır. Şer’ buna ancak delalet etmektedir. Bir fiil, emir ya
da nehiyden dolayı hüsün veya kubuh sıfatını kazanmış değildir. Bilakis o fiil
haddizatında hüsün ya da kubuh sıfatına sahip olduğu için emredilmiş ya da
yasaklanmıştır. Bir başka ifade ile emir ve nehiy dâldir. Yani me’mûrun bih ya da
menhiyyün anh’in hasen ya da kabih olduğunu gösterir. Bu konuda hâkim, mûcid ve
müessir olan akıldır. Şer’ ancak me’mûrun bih ve menhiyyün anh’de önceden var
olan hüsün ve kubuh niteliklerine işaret eder. Bu sebeple ilahi hitap olmasa bile akıl
bir şeyin hüsnüne ya da kubhuna karar verebilir. Yine akıl fiillerdeki bu hüsün ve
kubuh vasfını idrak ettiği gibi bir şeyin vacip ya da haram olduğuna da karar
verebilir.226 Yani fiillerin haddizatında hüsün ve kubuh sıfatları ile muttasıf olması
şer’i hükümlerin fiillere taallukunu gerektirir.227
Yukarıdaki görüşlerinden dolayı ehl-i sünnet âlimleri mu’tezileyi aklı mûcib ve
hâkim kılmakla itham etmişler ve eleştirmişlerse de durum pek de öyle
görünmemektedir. Zira sonraki dönem mu’tezilî hukukçulardan Kâdî Abdülcebbâr
ve Ebu’l-Hüseyn el-Basrî’nin, aklın vahiyden bağımsız olarak neleri bilip neleri
bilemeyeceği ve aklın mûcib ve hâkim olmasının ne anlama geldiği gibi konulardaki
ifadeleri dikkate alındığında söz konusu eleştirilerin doğru olmadığı görülmektedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi mu’tezilî düşünürler hüsün-kubuh konusundaki
görüşlerini beş temel ilkeden özellikle “adalet” ilkesi ile ilişkilendirerek ortaya
koymaktadırlar. Buna göre Cenab-ı Hakk mutlak manada adil olandır. Adalet ise iyi
ve güzel şeyler yapmak anlamına gelir. Bu sebeple Allah kullarının aleyhine
herhangi bir şey yapamaz. Zira bu O’nun mutlak adaletine aykırı bir durumdur.
Dahası Allah kulları için sadece iyi olanı değil, en iyi olanı yapmak durumundadır.
Bu Allah için O’nun bizzat kendi adaletinden kaynaklanan bir zorunluluktur.228
Dolayısıyla Allah’ın emir ve nehiyleri kulları için faydalı ve zararlı olanı
kapsamalıdır. Böylece bir şeyin iyi ya da kötü olmasının sebebi o şeyin faydalı ya da
226
Bk. Kâdî Abdülcebbâr, XVII (eş-Şeri’yyât), s. 97, 105; Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri,
s. 82-83; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s.25-26, 29.
227
Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 128.
228
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu Usuli’l-Hamse, s.132.
82
zararlı olmasına bağlanmaktadır. Bir fiil fayda sağlıyor ise iyi ve gerekli, zarar
veriyor ise kötü ve gereksizdir. Bir başka ifade ile faydalı olan şey vacip, zararlı olan
şey ise haramdır.229 Faydalı olanın tespiti ise akıl yoluyladır. Akıl bir şeyin faydalı
olduğuna kanaat getirdiyse o şey artık gereklidir. İnsan aklın bu konudaki hükmüne
uygun hareket ederse sevap kazanır. Uymadığı takdirde ise günahkâr olur.
Dolayısıyla aklın hüsün ya a kubuh’una karar verdiği fiil kişiye dünyada ve ahirette
övgü/sevap ve yergi/ceza ye muhatap olacak şekilde bir hukuki sorumluluk
yüklemektedir. Kişi artık aklen vacip, yani yapılması ya da yapılmaması faydalı ve
gerekli olan şeyleri yapmak veya yapmamak konusunda Allah’a karşı sorumludur.
Bu sorumluluğunu yerine getirip getirmemesine göre ahirette sevap veya ikâb’a
müstahak olacaktır.
İlk planda mu’tezilenin aklı hüküm ihdas edici olarak gördüğü zannedilse de
böyle değildir. Zira her ne kadar faydalı olan şeyin hüsün, zararlı olan şeyin ise
kubuh oluğu bilgisi aklımıza yerleştirilmiş ise de akıl her zaman maslahat ve
mefsedetin hangi fiilde olduğunu bilemez. İşte bu sebeple Allah fillerdeki maslahat
ve mefsedeti göstermek üzere peygamberlerini gönderir. Zira aklın iyi kötü
hakkındaki bilgisi geneldir, yani kısmidir. Vahyin bilgisi ise ayrıntıları bize haber
verir. İlahi hitap olmaksızın bir fiilin maslahat ya da mefsedet yönünün anlaşılması
mümkün değildir. Aklın bunu anlayabilmesi için şer’î hitap gereklidir.230
Kâdî Abdülcebbâr, esasen aklın da şer’i hitabın da eşyaya herhangi bir değer
yüklemediğini, eşyaya değer yükleyenin en başından itibaren Allah olduğunu, aklın
da şer’rin de bunu sadece bildirdiğini ifade etmektedir.231 Yine onun ifadesine göre
şer’i hitabın bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna hükmetmesi, o şeyin güzel ya da çirkin
olduğunu “bildirmesi”, aklın bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna hükmetmesi ise, aklın
o şeyin güzel ya da çirkin olduğunu “keşfetmesi” anlamına gelmektedir.
232
229
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, XIV (el-Aslah-İstihkâku’zem-et-Tevbe), s. 26.
230
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 565-566; Ebu’l-Hüseyn el-Basri, el-Mu’temed, II,
s.327-328.
231
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğni, VI/1(et-Ta’dîl ve’t-Tecvîr), s. 20-22; Çelebi, “Hüsün-Kubuh”
maddesi, s.61.
232
Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e, s.64-65.
83
Dolayısıyla her ne kadar mu’tezilenin anlayışında akıl bir takım bilgilere önceden
sahip olsa ve aklın ulaştığı bu bilgiler insan için hukuki sorumluluk doğursa da, bu
durum aklın onlara iyi-kötü, güzel çirkin şeklinde değer yüklediği anlamına
gelmemektedir. Fiillere değerini yükleyen Allah’tır. Ne şer’ ne de akıl fiillere değer
biçemez. Akıl da şer’ de hükmü va’z eden değil keşfeden ve açığa çıkarandır.
Onların yaptığı sadece fillerin zatında önceden var olan söz konusu vasıfları açığa
çıkarmaktır.233 Yani emir ya da nehiy fiillere iyilik ya da kötülük vasfı kazandırmaz.
Emir ve nehiy formundaki hükümler sadece fiillerdeki iyi ya da kötü olma özelliğine
işaret eder. Bir başka ifade ile zaten var olan duruma şahitlik ederler. Ne aklın ne de
dinin, eşyanın güzellik ya da çirkinliğine ilişkin bir değerlendirme yapma imkânı
yoktur. Akıl ve nakil bu konuda ancak durum tespiti yapabilirler, durum
değerlendirmesi değil. Buna göre mu’tezilenin aklı, hüsün ve kubuhu ispat ve inşa
edici değil aksine, bir kısım eşyada bizatihi bulunan hüsün ve kubhu keşfedici, ortaya
çıkarıcı ve idrak edici kabul etmekte ve hükmü hakiki anlamda değil mecaz olarak
akla nispet etmekte olduğu söylenebilir. Diğer bir ifadeyle, mu’tezileye göre fiillerin
zâtî sıfatları ve sabit değerleri vardır. Hüküm de fiildeki bu hüsün ve kubuh sıfatının
yansımasıdır.
234
Yani hükme kaynaklık eden fiillerin zatındaki bu hüsün ve kubuh
vasıflarıdır. Kâdî Abdülcebbâr’ ın burada klasik mu’tezilî çizgiden farklı olarak
naklin yanında aklı da hüsün ve kubuhu belirlemede tayin edici değil tespit edici
olarak görmesi dikkat çekicidir. Onun bu beyânâtını mu’tezilî düşüncedeki
yumuşamanın bir ifadesi olarak değerlendirmek mümkündür.
Kâdî Abdülcebbâr ’ın yukarıda yapmış olduğu tasnifte de görüldüğü üzere
mu’tezilenin, şer’in bildirmesine bağlı olarak anlaşılabilen bilgileri daha ziyade
ibadetlere ilişkin konulara hasrettiği görülmektedir. Ayrıca bu tür bilgilerde de hüsün
ve kubuh niteliklerini onlara yükleyen şer’ değildir. Hüsün ve kubuh nitelikleri yine
onların zatında mündemiçtir. Ancak akıl bunların bilgisine tek başına ulaşamamakta
ve vahyin yardımına ihtiyaç duymaktadır. Öte yandan Cenab-ı Hakk’ın bir şeyi
emretmesi ya da yasaklaması, yani emir ve nehiy sadece hüsün olanın hüsnü ile
kabih olanın kubhunu ortaya çıkarır, yoksa o şeyin hasen ya da kabih olmasını
233
234
Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e, s.64.
Ali Bardakoğlu, “Hüsün ve Kubuh Konusunda Aklın Rolü ve İmam Ma’turidî”, s.66.
84
sağlamaz
235
diyen Kâdî, aynı zamanda şer’rin bu konuda verdiği bilgilerin akılla
uyum içerisinde olması gerektiğini de belirtmektedir.236 Aynı şekilde Ebu’l-Hüseyn
el-Basrî akılın vahiyden önce ve ondan bağımsız olarak elde ettiği bilgi ile vahyin
bilgisi arasındaki irtibatı açıklama sadedinde bu ikili arasında bulunması gereken
uyumdan bahseder. Ona göre; bir meselenin hükmü hakkında önce akla müracaat
edilmeli ve aklın o mesele hakkındaki hükmü tespit edildikten sonra, aklın bu
hükmünün dini deliller karşısındaki durumu belirlenmelidir. Yani aklın ortaya
koyduğu hükmü din bozuyor mu bozmuyor mu ona bakılmalı, eğer hükmü bozucu
bir delil yoksa aklın verdiği hükme göre hareket edilmelidir. Aklın verdiği hükme
göre hareket edilmelidir çünkü aklın verdiği hüküm sonucu elde edilecek menfaat
dinin öngördüğü menfaatten farklı olsaydı, Şari’ bunu bize bildirirdi. Ancak, aklın
hükmü karşısında dinin verdiği hüküm farklı ise, bu durumda dinin öngördüğü
hükme göre hareket edilir. Zira akıl geçerli ve uygulanabilir bir hükme ancak nakli
delillerin aksine olmamak şartıyla ulaşabilir.237
Görüldüğü gibi mu’tezilî düşünürlerin hüsün-kubuh konusundaki kanaatleri bize
Batıda tabii hukuk düşüncesi etrafında hukukun kaynağına ilişkin olarak ortaya
konan görüşleri hatırlatmaktadır. Özellikle her iki yaklaşımda da bir takım ahlâkî
prensiplerin insan aklında ilâhî hitaptan önce mevcut ve bunların vahye ihtiyaç
duyulmaksızın akıl tarafından malum olduğu şeklindeki görüşler, mu’tezilî âlimlerin
tabii hukuk düşüncesine yakın oldukları şeklinde yorumlanmaya müsait bir hal arz
etmektedir. Ne var ki mu’tezilenin sahip olduğu bu akıl telakkisinin batıda ortaya
çıkan tabii hukuk anlayışına benzer şekilde, hukukun kaynağını mutlak olarak akılda
gören katı rasyonel bir telakki olduğu söylenebilir mi? şeklinde bir soru
sorulduğunda buna evet demek mümkün görünmemektedir. Mu’tezilenin hüsünkubuh teorisinde, dahası genel olarak din söyleminde akla çok önemli bir yer verdiği
muhakkaktır. Ancak bu durum onların özellikle Thomas Aquinas, Hugo Grotius,
Thomas Hobbes, J.Locke, J.J.Rousseau gibi düşünürlerin elinde tamamen pozitivist
bir karaktere bürünen tabii hukuk anlayışında olduğu gibi aklı mutlak manada hâkim
235
Kâdı Abdulcabbar, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 255.
236
Şehrâni, et-Tahsin ve Takbih, I, s.156.
237
Ebu’l-Huseyn el-Basri, el-Mu’temed, II, s.343; Bardakoğlu, a.g.m, s. 67.
85
ve mucib olarak gördükleri anlamına asla gelmemektedir. Her ne kadar ilahi hitaptan
önce eşyanın tabiatında onları hasen ya da kabih kılan bir takım kıymet hükümleri
varsa ve bunlar genel itibarıyla akıl tarafından vahye ihtiyaç duyulmaksızın biliniyor
ve aklın bu bilgisi hukuki sorumluluk doğuruyorsa da, akıl mutlak manada hüküm
tayin edici değildir. Mücerred, akıl hiçbir şekilde herhangi bir hüküm ihdas edemez.
Bu manada aklın mucib olarak tanımlanması mecazidir. Mu’tezile nazarında da
mutlak manada hâkim olan, kullarının sorumluluklarını tayin eden ve onlara bu
sorumluluklara uygun hareket edip etmemelerine göre bir takım mükâfat ve mücazat
ile karşılık verecek olan Allah’tır. Burada aklın mucip oluşu tıpkı Allah gibi
sorumluluk yüklemesi anlamına asla gelmemektedir. Olsa olsa Cenab-ı Hakk eşyanın
tabiatına bir takım şeylerin ahlaki kıymetlerini önceden yerleştirmiş, aklı da bunların
bilgisini elde edebilecek bir donanımda yaratmış olduğu ve söz konusu şeylerin,
Cenab-ı Hakk’ın bilinmesini ve buna uygun hareket edilmesini istediği temel diniahlaki prensipler olduğu için aklın bunları gerektirdiği ve aklın bu bilgisinin hukuki
sorumluluk doğurduğu söylenebilir. Yoksa mu’tezile nazarında da akıl tek başına
hukuk kurallarına kaynaklık edebiliyor değildir. Nitekim Kâdî Abdülcebbâr, faydalı
olan şeyin iyi, zararlı olan şeyin ise kötü olduğu bilgisinin akılda yerleşik olduğunu
ancak yine de hangi davranışın iyi hangi davranışın kötü olduğunu bilmenin tek
başına akılla mümkün olmadığını, zira aklın bilgisinin genel olup Allah’ın detayları
bildirmek üzere bize peygamberler gönderdiğini ifade etmektedir.238
Dolayısıyla mu’tezile’nin hüsün-kubuh teorisinde, bilinmesi gerekli olan bütün
genel prensipleri önceden akla yerleştirenin ve aklı bunları bilecek bir donanımda
yaratanın Allah olduğu, aklın bir takım şeylerin239 o da sadece genelinin bilgisine
vakıf olabileceği, fiillerdeki bütün yönler bilinmeden bir şey hakkında bu iyidir ya da
kötüdür şeklinde herhangi bir değerlendirme yapılamayıp, aklın da fiillerdeki bütün
238
Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 565.
239
Mu’tezili düşünürler aklın, vahyin bilgisine ihtiyaç duymaksızın bilebildiği şeylere daima Allah’ın
sıfatlarının ve Onun kötü hiçbir şeyi yapmayacağının bilinmesi, adaletin, doğru sözlü olmanın,
bilginin ve nimete şükretmenin zatında iyi, yalan söylemenin, nimete nankörlük etmenin, cehaletin ve
zulmün zatında kötü olduğunu örnek vermektedirler. Mutezilenin akıl “bazı şeylerin” hüsn ve
kubh’unu bilir sözündeki “bazı şeyler” den kastının bu örnekler ya da bunlara benzer örneklerle sınırlı
olduğu söylenebilir.
86
yönleri anlamak konusunda yetersiz kaldığı, bu sebeple vahyin bilgisine de mutlak
manada ihtiyaç duyulduğu gibi vurgular dikkate alındığında, Mutezili hukuk
düşüncesinde hukuki sorumluluğun kaynağı olarak aklın çok çok önemli bir
pozisyonda olmakla beraber tek başına böyle bir yükü kaldıramayacağına ve vahyin
yol gösterici ve yükünü hafifletici refakatine mutlak manada ihtiyaç duyduğuna
kanaat getirildiğini söylemek mümkündür. Özellikle Ebû Haşim el-Cübbâî, Kâdî
Abdulcabbâr ve Ebu’l-Hüseyn el-Basrî gibi müteahhirin mu’tezilî hukukçuların
ortaya koymuş olduğu görüşler mu’tezilenin hüsün-kubuh teroisini bu şekilde
anlaşılabilecek daha mu'tedil bir çizgiye çekmiştir.
Nitekim önceleri mu’tezileyi aklı mutlak hâkim ve mucip olarak görmekle itham
eden ehl-i sünnet ekolleri daha sonra bu düşüncelerinde değişikliğe gitmiş ve
mu’tezile de dâhil hiçbir ekolün aklı mutlak manada hâkim ve mucip görmediğini,
mu’tezilenin mucipten kastının haram ve vacip kılma değil idrak etme olduğunu
belirtme ihtiyacı hissetmişlerdir.240 Ancak şunu da belirtelim ki, mu’tezilî düşünürler
başka hiçbir ekolün yapmadığı kadar hukukta aklın yetki ve kullanım alanına vurgu
yapmışlar ve mümkün mertebe meseleleri akli gerekçeler ile izah etmeye
çalışmışlardır. Mu’tezilenin din anlayışında akıl hayati derecede bir kıymete mazhar
olmuştur.
Sonuç olarak İnsanın özgür bir varlık olduğunu ve fiillerini kendi iradesi ile
hayata geçirdiğini savunan mu’tezile, insan aklının doğuştan neyin iyi neyin kötü
olduğunu bilecek bir kabiliyet üzere yaratıldığını belirtmektedir. Buna göre İnsan
yaratılış
itibarıyla
iyi-kötü,
doğru-yanlış,
güzel-çirkin
şeklindeki
ayrımları
yapabilecek ve eşya hakkında söz konusu kıymet hükümlerini takdir edebilecek bir
istidada sahiptir. Akıl genel olarak eşyaya değer atfedebilecek bir donanımda
yaratılmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken husus aklın söz konusu yetkisinin genel
bir nitelik arz etmesidir. Akıl bu şekildeki değer hükümlerinin sadece genel bilgisine
sahip olabilir. İş ayrıntılara geldiğinde vahiy devreye girmektedir. Detaya ait
bilgilerde akıl vahyin bilgisine ihtiyaç duymaktadır. Akıl kendisine hukuki
sorumluluk yükleyen detay ve ayrıntıları kavramaktan acizdir. Bu konuda vahyin
240
Bk. Seyyid Bey, Usul-i Fıkh (Medhal), s. 461-462.
87
bilgisine muhtaçtır. Yani mu’tezileye göre her şeyi akılla bilmek mümkün değildir.
Ayrıca akılla elde edilen genel bilgilerin teyidi konusunda da vahye ihtiyaç vardır.
Allah iyi ve kötünün sadece genel bilgisini akla yüklemiştir hepsini değil. Aklın
vahiyden önce ve ondan bağımsız olarak bilgisine ulaştığı şeyler eşyanın geneline ait
bilgilerdir. Yoksa tek tek bütün şeylerin bilgisi akılda önceden sabit değildir. Akıl
bilmesi gereken asgari, bir başka ifade ile temel sorumlulukları müstakil olarak bilir.
Ayrıca aklın ulaştığı bu bilgi ile vahyin bilgisinin çelişmesi gerekmemektedir. Vahiy
akılla sabit olan bu bilgileri açığa çıkarır. İyi ve kötünün tayin ve tespiti hususunda
vahyin iki temel fonksiyonu bulunmaktadır. Birincisi aklın ulaştığı bilgilerin
doğruluğunu teyid ve te’kid, ikincisi ise aklın yetersiz kaldığı ayrıntılara ait
konularda aklı ikmal etmek.241
Böylece mu’tezilenin hüsün-kubuh teorisinde akıl ve vahyin birbirini
tamamlayan iki önemli unsur olup hukuki sorumluluğun kaynağının bu iki asılda
aranması gerektiği kanaatinin hâkim olduğu söylenebilir. Ancak yine de mu’tezilenin
akla yapmış olduğu vurgu itibariyle aklı bir adım daha önde tuttuğunu da söylemek
yanlış olmasa gerektir.
B) Mütekellim Usulcülerine göre Hüsün ve Kubuh’a Delaleti
Bakımından Emir ve Nehiy
Hukuk anlayışlarında kelamcı kimliklerinin etkisi altında kalan ve kelâmi
eğilimlerini bir metod olarak hukuk düşüncelerine yansıtan mütekellimin
usulcülerinin genel kanaatine göre fiillerin zatında hüsün-kubuh şeklinde herhangi
bir nitelik olmadığı gibi, aklın bir şeyin hasen mi yoksa kabih mi olduğunu tek başına
idrak etmesi de mümkün değildir. Ayrıca akıl hiçbir konuda ulaştığı bilgilerle insana
sorumluluk yükleyemez. Sorumluluğun yegâne kaynağı vahiydir. Vahyin direktifleri
olmaksızın insan hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz. Ayrıca emir ve nehiy hüsün ve
kubuh’a delalet etmez. Bilakis hüsün-kubuh emir ve nehyin mûcebidir. Bir şey
emredildiği için hüsün, nehyedildiği için de kubuh vasfını kazanmaktadır.
241
Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s. 99, 101
88
Dolayısıyla bir fiilin hasen ya da kabih olmasının temel kriteri, o fiilin Şari’
tarafından emredilmiş veya nehyedilmiş olmasıdır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Mütekellimin usulcüleri, nazariyesini
Mu’tezilenin iddialarını çürütmek gayesi üzerine temellendiren eş’ari kelam
okulunun kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’ den önemli ölçüde etkilenmişlerdir.
Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’ye göre bir şeyin hasen mi yoksa kabih mi olduğu akılla
bilinemez. Ayrıca akıl hiçbir şeyi vacip kılamamaktadır. Mesela Allah’ı bilmek akıl
ile olur ancak bunun vacipliği sadece şer’ ile sabittir. Aynı şekilde nimet verene
şükretmek de böyledir. Bütün bunlar ancak ve ancak şer’ ile kula vacip olurlar.242
eş’ari kelam okulunun bir başka temsilcisi olan Abdulkâhir el-Bağdadi’ye göre, ilahi
hitap olmaksızın herhangi bir sorumluluktan bahsedilemez. İlahi hitap gelemeden
önce insan, aklı ile Allah’ın varlığına ve birliğine, sıfatlarına, adalet ve hikmetine,
âlemin sonradan yaratılmış olduğuna kanaat getirmiş olsa bile bu durum onu sadece
mümin kılar. Bu gerçeklere sırf aklı ile ulaşmış olması Cenab-ı Hakk’ın ona herhangi
bir sevap vermesini gerektirmez. Buna rağmen eğer Allah Teâlâ o kulunu cennetine
koyarsa bu onun için bir lütuftur. Aynı şekilde bir kimse ilahi hitaptan önce bu tür
hakikatleri keşf edemese, ya da inkâr etse, o kimse sadece küfre girmiş olur. Bu
durum Cenab-ı Hakk’ın o kimseye ceza vermesini gerektirmez. Bununla birlikte
Allah’ın
o
kimseyi
değerlendirilemez.
cehennemine
atması
onun
için
bir
ceza
olarak
243
Fıkıh usulüne dair bize ulaşmış ilk yazılı eser er-Risale’nin müellifi ve Şâfiî
hukuk ekolünün kurucusu olan İmam Şâfiî (204/819)244 eserinde hüsün-kubuh
konusuna doğrudan temas etmese de Onun usul anlayışına bakıldığında hukuki
sorumluluğun
kaynağı
olarak
mutlak
manada
nasları
adres
gösterdiği
anlaşılmaktadır. Şâfiî mükelleflerin fillerine ilişkin hükümlerin kaynağı olarak dört
temel adresi işaret eder. Bunlar Kuran, Sünnet, İcmâ ve Kıyastır. Şâfiî asıllarını bu
242
Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, s.88.
243
Bağdadi, Usulü’d-Din, s. 24
244
İmam Şâfiî ve usul anlayışı hakkında bilgi için Bk. Şamil Dağcı, İmam Şâfiî (Hayatı ve Fıkıh
Usulü İlmindeki Yeri), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2004.
89
şekilde belirledikten sonra bir Müslüman’ın karşılaşabileceği her mesele ile ilgili
olarak nasslarda ya bağlayıcı (açık) bir hüküm, ya da o konuda o kimseyi doğru
çözüme kavuşturacak bir ‘delil’ olduğunu belirtir. Eğer bir konuda açık bir hüküm
varsa buna ‘ittiba’ edilmelidir. Eğer açık bir hüküm yoksa bu durumda yapılacak şey
ictihad ile o kimseyi doğru hükme ulaştıracak delil’i araştırmaktır. İctihad ise
kıyastır.245 Şafii, hiç kimsenin dini bilgi ifade eden bir kaynak (cihetü’l-ilm)
olmaksızın söz söyleme hakkının olmadığını belirttikten sonra dini bilginin adresi
olarak Haber (Kuran ve Sünnet), İcmâ ve Kıyası gösterir. Ona göre Hz Peygamber
dışında hiç kimse var olan bir kaynağa dayanmadan görüş beyan etme hakkına sahip
değildir. Peygamberden sonra da ilmin (fıkhi bilginin) tek bir kaynağı vardır ki o da
haberdir. Haberin kaynağı ise Kitap ve Sünnettir. İcmâ ve Kıyas ancak bu ikisine
dayalı olarak kabul edilebilir.246 Görüldüğü Şâfiî’nin usul anlayışında hukukun
yegane kaynağı Şer’dir. Hiçbir hüküm ilahi iradenin emir ve nehiylerinden müstakil
olamaz. Bütün şer’i hükümler bir şekilde vahye dayanmak durumundadır.
Maliki bir hukukçu olan Bâkıllânî’ye göre herhangi bir fiilin hüsün ya da kubuh
sıfatlarıyla muttasıf olmasının sebebi Allah’ın söz konusu fiilleri emretmiş ya da
nehyetmiş olmasıdır. Akıl kendi kendine hiçbir fiili hasen ya da kabih olarak
tanımlayamaz. Bu yetki sadece Şari’ye aittir.247 Şâr’i-i Teâlâ’nın izni olmaksızın akıl
ne bir şeyi vacip ya da haram ne de mübah kılabilir diyen bir diğer Maliki hukukçu
Bâcî, Müslümanların icmaı ile sabit olduğu üzere bir şeyi haram, vacip ya da mübah
kılanın mutlak surette Allah olduğunu belirtmektedir.248 Buna göre iyinin ve kötünün
tayin ve tespitinde aklın belirleyici bir etkisi yoktur. Aklın mutlak manada doğru ya
da yanlış olanı bilmesi ve de bunu yasaklaması veya serbest bırakması mümkün
değildir. Bir şeyi yasaklayacak olan da serbest bırakacak olan da sadece Allah’tır.
Eğer bunu akıl yapabiliyor olsaydı aklın öngördüğü hususlara aykırı herhangi bir
245
Şâfiî, Muhammed b. İdris er-Risale, thk: Abdulfettah el-Kebbare, Daru’n-Nefais, Beyrut 1999,
s.44.
246
Şâfiî, er-Risale, s.257-258.
247
Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-İrşaâd, I, s. 279.
248
Bâcî, Ebu’l-Velîd Sületman b.Halef (v.474/1081), İhkâmu’l-Fusûl fî Ahkâmi’l-Usûl, Thk:
Abdülmecid et-Türkî, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Tunus 2008, II, s.688.
90
şer’i hükmün bulunmaması gerekirdi. Oysa aklın öngöremediği ya da öngörse de
onun bu öngörüsü ile uyuşmayan pek çok şer’i hüküm vardır. Örneğin içkinin ve
domuz etinin kötü ve haram olduğunu akıl idrak edememekte aksine bunlar akla
faydalı görünmektedir. Eğer akıl bir şeyin iyi-kötü ya da faydalı veya zararlı
olduğunu tespit edebilseydi bütün bunların haram olmaması gerekirdi. Oysa bahsi
geçen hususlar açıkça haramdır. Demek ki akıl bir şeyin iyi ya da kötü, haram ya da
helal oluşuna kendi başına karar verememektedir.249
Şâfiî hukuk düşüncesinin önemli isimlerinden İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî
aklın hüküm verme konusunda tek başına yeterli olmadığını, vahyin bilgisinden
soyutlanmış bir akıl ile fiillerdeki hüsün ve kubuh vasıflarının anlaşılamayacağını,
dahası aklın böyle bir tespitte bulunamayacağını belirtir. Buna göre hüsün ve kubuh,
emir ve nehye bağlıdır. Şâri’in emri bir fiilin iyi, nehyi ise yine o fiilin kötü
olmasının gerçek nedenidir.250 Cüveynî iyi fiili failinin şeriat tarafından övüldüğü,
kötü fiili ise yine failinin şeriat tarafından yerildiği fiil olarak tanımlar251 ve böylece
iyi ve kötünün Şâri’in övgü ve yergisine bağlı olduğunu belirtmiş olur. Dolayısıyla
hüsün, Şâri’in emirlerinin vücûb, nedb ve ibâha; kubuh ise, hürmet ve kerâhet
şeklinde tezahür etmesidir. Bu sebeple bir şeyin hasen olması onun emredilmiş,
kabih olması da nehyedilmiş olması anlamına gelir.252
Mütekellimin yönteminin önemli temsilcilerinden birisi olan Gazâlî, emir ve
nehyin güzellik ve çirkinliğe delalet etmediğini, bilakis emrin me’murun bih’in
hüsnünü, nehyin de menhiyyün anh’ın kubhunu iktiza ettiğini belirtir. Zira emir
sigası ile kötü bir şey de istenebilir. Arap dilinde bu şekildeki kötü istekler de emir
olarak değerlendirilmiştir. Eğer emir bir şeyin güzel olduğuna delalet etseydi, kendisi
ile kötü bir şeyin yapılmasının istendiği talep emir olarak isimlendirilmezdi. Bu
sebeple emir ve nehiy bir şeyin hasen ya da kabih olduğuna delalet etmemekte, tam
tersine hasen “emrolunan”, kabih ise “nehyolunan” şey olmaktadır. Dolayısıyla
249
Bâcî, İhkâmu’l-Fusûl, II, s.687-691.
250
Cüveyni, el-Burhân, I, s. 87; Kitâbü't-telhis fî usuli'l-fıkh, s.57.
251
Cüveyni, Kitabü’l-İrşâd, s. 214.
252
Cüveyni, a.g.e, s.214, 220.
91
güzellik ve çirkinlik gibi kıymet hükümleri emir ve nehyin gerekçesi değil
neticesidir.253 Gazâlî’nin bu ifadelerinden anlaşıldığına göre bir talebin emir ya da
nehiy olarak nitelendirilmesi, talebin muhteva olarak iyi ya da kötü olmasına bağlı
değildir. Aksine talebi iyi veya kötü yapan şey bizatihi emir veya nehiydir. Yani bir
fiile emir taalluk etmiş ise o fiil güzel, nehiy taalluk etmiş ise söz konusu fiil
çirkindir. Yine Ona göre şer’ varid olana, yani Allah Teâlâ bir peygamber gönderene
kadar insanoğlu hükümlerden müstağnidir. Yani insanın fiillerini sınırlandıran, onları
belli şekillerde davranmaya iten herhangi bir kural yoktur. Bu durum ilahi hitap
gelinceye kadar devam eder. Ne zaman ki ilahi hitap gelir işte o zaman insan için
sorumluluk baş gösterir.254
Vâcib’i yapılması yapılmamasına ağır basan şey olarak tanımlayan Gazâlî, vacip
kılanın müreccih, müreccihin ise Allah olduğundan bahseder.255 Buna göre yapmayı
terk etmeye tercih ettiren Allah’tır. Akıl ise ancak tarif eden (mu’arrif) dir.256 Yine
Gazalî mu’tezilenin aklı “dâ’î”, yani Şâri’i hüküm koymaya davet ve sevk eden
olarak tanımlamasının yanlış olduğunu ve esasen aklın “hâdî”, yani yol gösteren257
olarak tanımlanması gerektiğini belirtir. Şer’in vârid olmasından önce fiillerin
hükmünün ne olduğu konusuna değinen Gazâlî, ibâha ve hazr gibi görüşlerden
hiçbirinin doğru olmadığını, şer’ vârid olmadan ne fiillerin mübahlığından ve
mücerred aklın fiilleri mübah kılabileceğinden, ne de tahrimden ve aklın herhangi bir
fiilin haramlığına hükmedebileceğinden bahsedilemeyeceğini söyler. Şer’rin
vürûdundan önce fiillerin hazr ve ibâha hükümlerinden hangisi kapsamında
olduğunun bilinemeyeceğini savunan kararsızların görüşünü ise, hükmün hali hazırda
bulunmayıp şer’rin vârid olmasına bağlı olduğunu kast etme ihtimalleri itibarıyla
doğru, haram ya da mubahtan biri olmakla beraber hangisi olduğunun bilinmediğini
kast etmeleri itibarıyla ise yanlış kabul eder. Zira ona göre hüküm hitaba râcidir ve
ancak hitapla vardır.258
253
Gazali, el-Mustasfâ, II, s.70.
254
Gazali, A.g.e, I, s.333.
255
Gazali, A.g.e, I, s.99.
256
Gazali, A.g.e, I, s.101.
257
Gazali, A.g.e, I, s. 98.
258
Gazali, A.g.e, I, s. 101-104.
92
Bir başka şâfiî-mütekellim usulcü olan Âmidî’ye göre de fiiller zati olarak hüsün
ve kubuh vasıflarıyla nitelendirilemeyeceği gibi akıl da hiçbir şekilde bir fiili hasen
ya da kabih kılamaz.259 Allah’ı bilmek ve nimet verene şükretmek de dâhil olmak
üzere bir şeyin kullara vacip olmasının kaynağı akıl değil şer’dir. Şer’rin vürûdundan
önce fiillerin herhangi bir hükmü yoktur.260 Mu’tezilenin iddia ettiği gibi akıl mûcip
veya
muharrim
değildir.
Zira
göndermedikçe azap etmeyeceğini
261
Allah
Teâlâ
Kuran’ı-Kerim’de
peygamber
bildirmektedir. Kuran’ın bu ifadesi peygamber
gelmeden önce herhangi bir ceza ya da mükâfatın bulunmadığına delalet eder. Bu ise
vücûb ve hürmet gibi hükümlerin peygamberin ilahi emirlerle gelmesi sonrasında
sabit olmasını gerektirir. Zira mükâfat ve ceza ancak vacibin ya da haramın ifası
veya terki durumunda söz konusu olur. Mademki ilahi hitap olmaksızın mükâfat ve
mücazat söz konusu değildir, o halde sorumluk da yoktur. Bu sebeple akıl şer’rin
vürûdundan önce insana herhangi bir sorumluluk yükleyemez. 262
Görüldüğü gibi Âmidî’nin ifadelerine göre şeri hükümlerin, yani hukuki
sorumluluğun dayandığı temel ilke, bir başka ifade ile hukuki sorumluluğun kaynağı
va’d ve vâ’id’tir. Dolayısıyla bir şeyin yapılmasını ya da yapılmamasını bildiren her
hangi bir emir ve bunlara terettüb edecek olan mükâfat ve mücazat olmadığı sürece
akıl hiçbir şeyi bilemez. Bir şeyin bizim için vücûb ifade edebilmesinin yegâne şartı
o şeyin ifası durumunda bir sevabın veya terki durumunda bir ‘ikâbın mukadder
olduğunu bildiren ilahi bir hitabın bulunmasıdır. Bu her konuda böyledir. Allah’ı
bilmede de akıl tek başına sorumlu değildir. Allah’ın tasdiki akılla gerçekleşir ve bu
konuda aklı işletmek vaciptir. Ancak bunun için öncelikle şer’re ihtiyaç vardır. Akıl
bunu kendi başına salt kendi önermeleri ile yapamaz. Çünkü aklen Allah’ın bilinmesi
vacip olsaydı buna uyulmadığı takdirde azap gerekli olurdu. Hâlbuki ayet peygamber
olmadan azabın olmayacağını bildiriyor. Demek ki akıl insana böyle bir sorumluluk
259
Âmidî, el-İhkâm, I, s.76.
260
Âmidî, a.g.e, I, s. 78-79, 81.
261
İsra 15.
262
Amidi, el-İhkâm, I, 82. Maliki hukukçu Karâfî de aynı görüşleri paylaşmaktadır. Bk. Karâfî,
Şihâbüddîn Ahmed b. İdris (684/1285), Şerhu Tenkîhi’l-Fusûl, Dâru’l-Fikr, Beyrut 2003 s. 75-76, 77.
93
yüklememektedir. İnsan ilk ve öncelikli olarak âlemin yaratıldığını ve yaratıcısının
Allah olduğunu bilmelidir. Bu insan için vaciptir. Ancak bunun vacip olduğunu biz
aklen değil şer’en bilebiliriz. Bize bunun vacip olduğunu bildiren şer’i bir hitap
gereklidir ki biz böyle bir vücûbtan bahsedebilelim. Bu anlamdaki bir akıl yürütmeyi
ise biz ancak Kuran’ın, aklın kullanılmasına ilişkin tavsiyeleri ile temellendirebiliriz.
Bundan da anlaşılıyor ki aklın kendi başına bilmesi hukuki bir sonuç doğurmaz.
Hukuki bir sonucun doğması için şer’ şarttır. Şer’ olmaksızın akıl tek başına insana
herhangi bir sorumluluk yükleyemez. Dolayısıyla akıl hâkim, yani hüküm koyucu
değildir, aklın teşri yetkisi yoktur. O halde akli vücûb da söz konusu olamaz.
Mütekellimîn yönteminin mâlikî temsilcisi olan Şâtıbî’ye göre de şer’i
hükümlerin tayini hususunda belirleyici olan aklın değil naklin yargılarıdır. Akıl bu
hususta sadece yardımcı konumundadır. Teşri faaliyetinde akıl sadece nakli delillerle
birlikte ve şer’i hükümlerin illetini tespitte kullanılır. Tek başına bağımsız bir delil
olarak kullanılamaz. Zira akıl hiçbir şekilde Şari’ değildir.263 Şatıbi’ye göre aklın bir
şeyde bulunduğunu iddia ettiği fayda ve zararı mutlak manada birbirinden ayırmak
mümkün değildir. Durum böyle olunca fayda ve zarar hâkimiyet katsayısına, yani
çoğunlukta olup olmadığına göre belirlenmelidir. Eğer fayda yönü ağır basıyorsa o
fiilin faydalı, zarar yönü ağır basıyor ise zararlı olduğuna kanaat getirilir. Dolayısıyla
fiillerin iyi mi yoksa kötü mü olduğunun akılla tespiti esnasında kısmi fayda ve zarar
dikkate alınmamaktadır. Buna karşılık naslarla sabit olan emir ve yasaklarda fayda
ya da zarar karışık değil saf ve katıksız bir haldedir. Yani emredilen bir fiilde kısmi
bir zarara veyahut nehyedilen bir fiilde kısmi bir faydanın bulunması söz konusu
değildir.264 Şâtıbî bu sözleriyle aklın fiillerdeki fayda ve zararı tespit konusunda
yeterli olmadığını, bu sebeple de bir şey hakkında kesin olarak bu iyidir/faydalıdır ya
da kötüdür/zararlıdır şeklinde net bir değerlendirmede bulunamayacağını, buna
karşılık emir ve nehiy normlarının bildirdiği şeylerdeki fayda ve zararın, yani hüsn
ve kubh’un kat’i olduğunu izaha etmeye çalışmaktadır.
263
Şâtıbî, Ebu İshak, el-Muvafakat fi Usuli’ş-Şeri’a, Thk: Abdullah Dıraz, Daru’l-Fikri’l-Arabi, t.y, I,
s.29, 34.
264
Şâtıbî, a.g.e, II, s. 339-341.
94
Şâtıbî bazılarının –Mu’tezileyi kast ediyor- ahirete ilişkin fayda ve zararın şer’,
dünyadaki fayda ve zararın ise akıl ve tecrübe yolu ile bilineceğini düşünüp, buna
bağlı olarak faydalı ve zararlı olanı öğrenmek isteyenin aklın bilgisine müracaat
etmesi ve onun verdiği hükme göre hareket etmesi gerektiğini iddia ettiklerini
bildirdikten sonra, ahirete yönelik fayda ve zararın şer’ ile bilinmesi hususunu kabul
etmekle beraber dünya hayatına ilişkin fayda ve zararın salt akılla bilinebilirliğinin
tamamen değil kısmen doğru olacağını söylemektedir. Zira şeriat sadece ahirete
yönelik fayda ve zararların bilgisini değil aynı zamanda dünya hayatına yönelik
fayda ve zararların bilgisini de içermektedir. Kaldı ki tecrübe ile sabit olduğu üzere
aklın dünyadaki bütün faydalı ve zararlı hususları tek başına bilmesi mümkün
değildir.265 Buradaki görüşleri ile Mu’tezilî çizgiye yakın bir duruş sergilediği sezilen
Şâtıbî eserinin ilerleyen sayfalarında şu sözlere yer verir: “Faydalı ve zararlı olanı
belirleyen Şâri’dir. Çünkü faydalar akli değillerdir. Ancak şer’ yoluyla bilinebilirler.
Kula düşen görev kendisindeki fayda ve zararı anlasa da anlamasa da emredilen ve
nehyedilen şeye tabi olmaktır. Doğru olan budur. Böylece kul, faydalı ve zararlı olanı
bilmeyi her şeyi bütün ayrıntıları ile bilen Şâri’ye havale etmiş, amelini kısmi
faydalara hapsolmaktan korumuş olur. Fiillerin akli olarak birbirine eşit olduğunu ve
aklın güzel-çirkin veya hayır ve şer olanı bilme kabiliyetinin olmadığını belirten
Şâtıbî 266 şer’i meselelerde aklın kullanım alanı ile ilgili olarak şu ifadelere yer verir:
“Bu konuda akıl tâbî olan nakil ise tâbî olunan konumundadır. Nakil akıldan önce
gelmektedir. Herhangi bir şer’i hükme ulaşma konusunda akıl ancak naklin kendisine
çizmiş olduğu sınırlar ölçüsünde faaliyette bulunabilir. Zaten şeriat demek
mükellefin fiillerine ilişkin olarak bir takım sınırların tayin edilmiş olması demektir.
Bu sebeple akıl, vahyin kendisine çizmiş olduğu sınırı hiçbir zaman aşmamalıdır.
Dolayısıyla diğer meselelerde olduğu gibi hüsün-kubuh konusunda da akıl yetkili
değildir.267
265
Şâtıbî, a.g.e, II, s.359-360.
266
Şâtıbî, a.g.e, II, s.615, 650-651,
267
Şâtıbî, el Muvâfakât /İslami İlimler Metodolojisi (Çev. Mehmet Erdoğan), İz Yayıncılık, İstanbul
2010, I, s. 78.
95
Mütekellimin
metodunu
benimsemiş
usulcüler
arasında
hanbeli
hukuk
düşüncesini temsil eden Kâdî Ebû Ya’lâ ( 458-1066), Necmüddin Tûfî (716-1316),
İbnü’n-Neccâr (972/1564) gibi hukukçulara göre fiillerdeki hüsün ve kubuh’u tayin
konusunda akıl yetkili değildir. Kâdî Ebû Ya’lâ, hocası Temîmî’nin aklın hüsün ve
kubhunu idrak ettiği aklen vacip ya da haram olan şeyler ( nimete şükrün ve adaletin
hasen, nimeti inkâr ve zulmün kabih olması gibi) konusunda şer’in de aklın bu
kabulüne uygun hükümler getirmesi gerektiği yönündeki görüşlerini belirttikten
sonra kendisinin bu fikre katılmadığını, çünkü hüsün ve kubuh kavramlarının kişiden
kişiye ve durumdan duruma değişen itibari kavramlar olduğunu, neyin hasen neyin
kabih olduğu konusunda akılların ittifak edemediklerini belirtir. Yine ona göre Şari’-i
Teâlâ Peygamber göndermeksizin, yani şer’i hitap olmaksızın azap etmeyeceğini
bildirmektedir. Bu da şer' olmadan sorumluluk olmayacağı anlamına gelir. Ayrıca
hocaları Ahmed b. Habel’in Peygamberden gelen haberler akılla değil şer’ ile
sabittir. Ona ancak ittiba edilir sözünü hatırlatan Ebû Ya’lâ, aklın kesinlikle mucip
olamayacağını ve hiçbir şeyi vacip ya da haram kılamayacağını söyler.268
Bir başka hanbelî hukukçu olan İbnü’n-Neccâr, övgü ve yergiye, sevap ve ikâba
sebep olacak manada hüsün ve kubuh’un şer’i olduğunu, aklın hiçbir şekilde hiçbir
şeyi hasen, kabih, vacip ya da haram kılamayacağını hocası Ahmed b. Hanbel’in
yukarıda bahsi geçen ifadesini hatırlatarak savunur. O aynı şekilde marifetullah ve
nimete şükür gibi konuların da şer’i olduğunu ve aklın bu konuda bir dahli
bulunmadığını belirtir.269 Ona göre Mu’tezilenin aklın mûcib olduğu sözünden kastı,
aklın mutlak manada bir şeyi vacip ya da haram kılması değil, Şâri’in insanlardan
faydalı olan şeyleri yapmaları, zararlı olan şeylerden ise kaçınmaları gerektiği
yönündeki talebini aklın idrak edebilmesidir. İbnü’n-Neccâr ayrıca, mu’tezilenin,
akıl icab ve tahrimi idrak edebilir mi? sorusu ile Şâr’i-i Teâlâ’ya kulları için en
faydalı olanı yaratması vacip midir? Sorusunu tartıştığını ifade eder.270 Onun bu
268
Ebû Ya’lâ, Muhammed b. Hüseyn, el-‘Udde fî Usûl’i-Fıkh (Thk: Ahmed b. Ali el Mubârekî), y.e.y,
3. Baskı Riyad 1993, IV, s. 1258-1260.
269
İbnü’n-Neccâr, Muhammed b. Ahmed b. Abdülaziz, Şerhü’l-Kevkebi’l-Münîr (Thk: Muhammed
Zuhayli/Nezîh Hammâd), Mektebetü’l-Ubeykân, Riyad 1993, I, s.301, 309.
270
İbnü’n-Neccâr, a.g.e, I, s. 303.
96
ifadelerinden anlaşıldığına göre tartışılan konu aklın bir şeyi vâcib ya da haram kılıp
kılamayacağı değil, vacip ya da haramı bilip bilemeyeceğidir.
Hanbeli hukuk düşüncesinin önemli isimlerinden Necmüddin Tûfî,
aklın
noksan bir varlık olduğunu, bu yönüyle re’sen herhangi bir şer’i hüküm ihdas
edemeyeceğini, aklın ancak bir rehber ve yol gösterici olarak işlev görebileceğini
belirtir. Bu sebeple akıl mûcib olmaz. Ona göre akıl ancak, şer’i hitap gelmeden önce
insan için herhangi bir sorumluluğun yani mükellefiyetin bulunmadığına delalet
edebilir ki bunun adı istishâbtır. Örneğin akıl altıncı bir vakit namazın varlığından
bahsedemez. Çünkü namazın beş vakit ile sınırlı olduğunu bildiren deliller vardır. Bu
sebeple akıl kendi kendine sorumluluk yükleyecek bir bilgi üretemez.271
İbnü’n-Neccâr’ın belirttiğine göre hanbelî hukuk ekolünü temsil eden Ebu’l
Hasan et-Temîmî, Kelvezâni, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım gibi isimler ise aklın
fiillerdeki hüsün ve kubuh niteliklerini idrak etmek yanında, bir şeyi vacip ya da
haram kılabileceğini de kabul etmektedirler.272 Ancak hanbeli hukukçuların
çoğunluğuna göre akıl bir şeyi kendiliğinden hasen, kabih, haram ya da vacip
kılamaz.273
Şâfiî hukuk düşüncesinin önemli simalarından Fahreddin Râzî, mensubu olduğu
fikir ailesinden ayrılarak aklî vücûbun imkânı konusunda mu’tezileye yakın bir görüş
benimsemiştir. Râzî, İsra suresi 15. ayeti tefsir ederken söz konusu ayetin genellikle
ilahi hitap olmaksızın sevap ve ikâb’ın da olmayacağı, bu sebeple de şer’rin
vürûdundan önce aklın herhangi bir konuda sorumluluk doğuracak şekilde bir hükme
ulaşamayacağı şeklinde anlaşıldığını, aslında bunun zayıf bir değerlendirme
olduğunu belirtir ve bu konudaki kanaatini açıklar. Ona göre aklî vücûb olmadan şeri
vücûb mümkün değildir. Şöyle ki: Bir peygamber peygamberliğini ilan ve iddia edip
271
Tûfî, Necmüddin İbn Sa’id, Şerhu Muhtasari’r-Ravda (Abdülmuhsin et-Türki), Müessesetü’r-
Risâle, Beyrut 1990, III, s.152.
272
Bk. İbnü’n-Neccâr, a.g.e, I, s. 302.
273
İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdülhalîm, el-Müsvedde fî Usûl’il-Fıkh (Thk: Muhammed Muhiddin
Abdülhamit), Mektebetü’l-Medeni, t.y.y, s. 473.
97
çeşitli mucizeler gösterdiğinde muhataplarının onun bu iddiasını dinlemesi vacip
olur. Bu vaciblik ya aklîdir ya da şer’îdir. Eğer aklî ise, akli vücûb bu şekilde sabit
olmuş olur. Yok, eğer şer’î olarak vaciptir denirse bu mümkün değildir. Zira bu
durumda şer’î hüküm nedir? Sorusu gündeme gelmektedir. Eğer şeri hükmün o
kimsenin bizzat bu peygamberlik iddiası olduğu söylenirse bu sözü kabul etmek
mümkün değildir. Çünkü bu, bir şeyi yine o şeyle ispat etmeye çalışmak demektir ki
bu durumda bir kısır döngü (teselsül) ortaya çıkacaktır. Çünkü henüz ortada şer’
yoktur. Henüz daha şer’in kabulü gerçekleşmemişken şer’i delilden bahsedilemez.
Bu sebeple şer’î vücûb’un hayat bulması için (en azından nübüvvetin ispatı
konusunda) akli vücûbu kabul etmek zorunludur. Aksi halde hiçbir peygamber
peygamberliğini kimseye kabul ettiremez. Ayrıca Râzî, söz konusu ayeti de mensubu
olduğu Eş’ari kelam ailesinden farklı bir şekilde yorumlayarak buradaki resûl
kelimesinin bir anlamda “akıl” olarak yorumlanabileceğini, buna göre ayetin
anlamının biz akıl elçisi göndermedikçe (insana akıl gibi bir ölçü vermedikçe) azap
edecek değiliz şeklinde anlaşılabileceğini belirtir.274 Özellikle nübüvvetin ispatı
konusunda aklî vücûbu mümkün hatta gerekli gören Râzî, Mahsûl adlı fıkıh usulü
eserinde şer’i hitaptan bağımsız olarak aklın, kişiye herhangi bir sorumluluk
yükleyemeyeceğini, dolayısıyla aklın bağımsız bir teşri kaynağı olmayacağını
belirtmektedir.275 Dolayısıyla Râzî’nin, aklî vücûbun imkânını sadece nübüvvetin
ispatı hususunda kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Burada şunu belirtelim ki mütekellimin usülcüleri aklı lüzumsuz görüyor
değillerdir. Onlar sadece aklı hukuki sorumluluk doğurması, bir aşka ifade ile teşri
kaynağı olması açısından yetersiz görürler. Yoksa dinin anlaşılması hususunda akıl
çok değerlidir. Nitekim şer’i hükümleri anlamada akıl önemli bir vasıtadır. Şer’i
hitabı anlayacak olan o’dur. Akıl pek çok şeyin bilinmesi ve anlaşılması hususunda
önemli bir araçtır. Ma’rifetullah başta olmak üzere pek çok konu akılla bilinmektedir.
Bu sebeple aklın mutlak surette işletilmesi gerekir. Mesela Gazâlî, İlahi hitap gelene
kadar herhangi bir sorumluluğun bulunmadığı bilgisinin aklî bir bilgi olduğunu
274
Fahreddin Râzî, Mefatihu’l-Gayb, Daru’l-Fikr, 1981, C. XX, s.174
275
Razi, el-Mahsul, I, s.26.
98
söyler276 Yine O, vahiy ve akıl arasında karşılıklı bir yardımlaşmanın gerekliliğini
savunmaktadır. Ona göre vahyin aklı kaybetmesi gözün nurunu kaybetmesi gibidir.
Nasıl ki gözün nurunun kaybolmasıyla göz ışığını da kaybediyorsa, aynı şekilde
vahiy de aklı kaybederse kendi kaybolur. Aksi durumda yani aklın vahyi kaybetmesi
durumunda ise, gözün ışıksızlıktan dolayı görmekten aciz kalması gibi akıl da pek
çok şeyi görmekten aciz kalır.277 Gazâlî, Şifau’l-Ğalil adlı eserinde aklın faydalı ve
zararlı olanın bilgisini elde edip, faydalı olanı almak ve zararlı olandan kaçınmak
hususunda oldukça yetenekli olduğunu inkâr etmediklerini278 belirtmektedir. Aynı
şekilde Gazâlî öncesinde mütekellimîn usulünün biri mâlikî diğeri şâfiî koluna
mensup iki önemli ismi olan Bâkıllânî ve Cüveynî gibi hukukçular kendilerinin,
aklın vahiyden bağımsız olarak fiillerdeki iyi ya da kötü yönleri hiçbir şekilde
anlayamayacağı yönündeki ifadelerinden kast edilen mananın, hukuki sorumluk
doğuracak, yani kendisine sevap ya da günah terettüb edecek şekildeki iyi ve kötü
yönler olduğunu, yoksa aklın hiçbir şekilde faydalı olanı zararlı olandan ayıramayıp,
eşyadaki hiçbir güzelliği –örneğin bir şiirin güzelliğini- fark edemeyeceğini kast
etmediklerini belirtmektedirler.279 Ancak öyle sanıldığı gibi doğuştan, hukuki değer
biçecek şekilde iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilecek bir akli kabiliyetin
bulunduğunu söylemek de mümkün değildir. İnsan aklı tek başına objektif/bağlayıcı
değer yargısında bulunamaz. Aklın böyle bir yetkisi yoktur. Fiillere değer biçecek
yetkili tek merci Şâri’-i Teâlâ’dır.
Bâkıllânî -şiir örneğinde olduğu gibi- aklın, insanın beğeni ya da nefret
duygusuna dayalı olarak verdiği sübjektif değer yargılarını da eleştirir ve “hiçbir
mümin bir şey kendi nefsine hoş veya kötü geliyor diye o şeyin hasen ya da kabih
olduğunu iddia etmemelidir. Zira insan tabiatı eşya hakkında nazar etmek ve
araştırma yapmaktan uzak durup keyfine ve rahatına göre yaşamaya, şehvetini tatmin
edecek fiilleri (zina, içki vs.) işlemeye meyillidir. Oysa bütün bu fiiller nefse hoş
276
Gazâlî, el-Mustasfâ, I, s.333
277
Süleyman Hayri Bolay, Aristo Metafiziği ile Gazâlî Metafiziğinin Karşılaştırılması, Kalem Yay.,
İstanbul 1980, s. 241
278
Gazâlî, Şifaü’l-Ğalil fi Beyan’i-Şebehi ve’l-Muhil ve Mesalik’i-Ta’lil, t.y.y, s.162-163
279
Bâkıllânî, et-Takrib ve’l-İrşâd, I, s. 284; Cüveynî, el-Burhân, I, 91-92.
99
gelse de çirkindirler. Yine nefis Allah’ın varlık ve birliğini gösteren deliller üzerinde
tefekküre dalmaktan sarf-ı nazar etmekte, Oruç, Namaz, Hac ve buna benzer pek çok
ibadetten hoşlanmamaktadır. Oysa bütün bunlar nefsin meyletmediği hoşuna
gitmeyen fiiller olsa da güzeldirler. Görüldüğü gibi nefsin temayülleri bir şeyin iyi ya
da kötü olduğunu anlamada genellikle doğru bir sonuca ulaşamaya engel olmaktadır.
O halde mümin, bir şeyin hasen mi yoksa kabih mi olduğunu bu yolla anlamaya
çalışmamalıdır”280 der.
Özetle mütekellimîn usulcülerine göre şer’rin vürûdundan önce, yani ilahi hitap
olmaksızın insanın fiillerine herhangi bir şer’i hüküm taalluk etmemektedir. Bu
sebeple ilahi hitap olmaksızın insan hiçbir şeyle sorumlu değildir. Dolayısıyla vahyin
bildirimi olmadan insanın fillerine taalluk edecek vücûb, hürmet, ibâha gibi herhangi
bir şer’i hüküm söz konusu olamaz. Zira her şeyden önce akıl vahiyden bağımsız
olarak fiillerdeki hüsün ve kubuh’u idrak edememektedir. Dolayısıyla bir fiilin iyi mi
kötü mü olduğunu tek başına bilemeyen akıl- kaldı ki şer’i hitaptan önce fiillerde
böyle bir nitelikten zaten bahsedilemez- şer’i hükümlerin fiillere taallukunu, yani
söz konusu fiilin doğurduğu hukuki sonucu hayli hayli bilemez.281 Bu sebeple hukuki
sorumluluğun yegâne kaynağı mutlak surette naslardır.
Bu sebeple mütekellimîn usulcülerine göre hüsün ve kubuh emir ve nehyin
mucebidir. Diğer bir ifade ile bu sıfatlar ancak emir ve nehiyle sabit olur. Şâri’in
emir ve nehiy formundaki hitabından önce hüsün ve kubuh yoktur. Me’murun bih
hüsün sıfatını ancak emirle, menhiyyün anh da kubuh sıfatını ancak nehiyle kazanır.
Dolayısıyla emir ve nehiy mûcib, hüsün ve kubuh ise mucebtir.282 Hüsün ve kubuh
şer’ ile sabit olduğu gibi, bir fiili vâcib, mendûb, haram ya da mekrûh kılan da
şer’dir. Akıl ne bir fiilin hüsün ve kubuh yönünü mutlak surette idrak edebilir ne de
bir fiili vâcib, mendûb, haram veya mübâh kılabilir. Zira akıl müdrik bile değilken
onun hâkim olması düşünülemez. Ancak akıl ilahi hitabın doğruluğunun anlaşılması
280
Bâkıllânî, a.g.e, s. 285.
281
Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh Desleri s. 126-128.
282
İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 21.
100
hususunda önemli bir vasıtadır.283 Fiiller özünde nötr olmaları yönüyle eşittirler.
Dolayısıyla zati olarak hüsün ve kubuh sıfatları ile muttasıf değillerdir. Kıymet
hükümlerini icâd ve ihdâs eden emir ve nehiy olup, bu konuda akıl değil şer’
müessirdir. Aklın bu konuda belirleyici bir rolü yoktur. Ancak bu, aklın lüzumsuz
olduğu anlamına da gelmemektedir. Akıl emir ve nehyin bildirdiği hüsün ve kubuh’u
anlama konusunda önemli bir araçtır. Akıl olmadan hüsün ve kubuh’u ihdas eden
şer’i hitap anlaşılamaz. Bununla birlikte akıl ihdas eden değil fehm edendir. Yani bir
vasıtadır. Tıpkı zifiri karanlık bir ortamda birbirini görmeyen iki insanın bir kandil
vasıtası ile birbirini görmesi örneğinde olduğu gibi. Nasıl ki görme fiili üzerinde
kandilin herhangi bir tesiri yoksa- zira tesiri olsaydı a’mâ bir kimsenin de kandil
vasıtası ile görmesi gerekirdi. Oysa bu mümkün değildir- ve kandil sadece bir vasıta
ise, tıpkı bunun gibi akıl da, şer’in müessiri olduğu hüsün ve kubuh’u anlama
konusunda sadece bir vasıtadır. Dolayısıyla akıl, bir şey hakkında bu hasendir ya da
kabihtir şeklinde hüküm vermek kabiliyetinden yoksundur. Bunu ancak şer’
yapabilir. Akıl ise şer’in bu dediğini anlamaya muktedir bir vasıta olmaktan
ibarettir.284 Bu sebeple sırf akla göre fiillere hüküm biçmek mümkün değildir. O
halde mükellefiyetin, yani hukuki sorumluluğun kaynağı akıl değil şer’dir.
Seyyid Bey’in ifadesi ile mütekelliminin nazarında zikrolunan manaya göre hüsn
ve kubh, yani iyilik ve kötülük aklî ve nefsü’l-emrî değildir, şer’îdir. Şeirattan kat’-ı
nazar edildiği surette esasen ve nefsü’l-emirde ef’âl ve harekât-ı beşeriyede iyilikkötülük yoktur. İyilik-kötülük, hitâbât-ı şer’iyyenin ef’al-i mükellefîne taalluku ile
hâsıl olan mevzuat-ı şer’iyyedendir. Şer’in vürudundan evvel akl-ı beşer, münferiden
ve müstakillen ef’alin hüsn ve kubhunu idrak edemez. Onun için hüsn emr-i Şari’in,
Kubh da nehy-i Şari’in mucip ve eseridir. Yani me’murun bih olan ef’al, Cenab-ı
Hak tarafından emrolunduğu için iyi ve güzel olmuştur. Menhiyyün anh olan ef’al de
nehyolunduğu için çirkin olmuştur. Yoksa esasen ve haddizatında güzel veya çirkin
olduğu için emir veya nehiy olunmuş değildir. Aklın bu bapta asla dahl ve tesiri
yoktur. Akıl ancak hitâbât-ı şer’iyyeyi fehm ve idrake alettir.285
283
İzmirli, A.g.e, s. 24.
284
Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, s. 81-82.
285
Seyyid Bey, “Mebâhisi Hüsn ve Kubh”, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917 içinde), s.460.
101
C) Hanefî-Ma’turidî Usulcülere Göre Hüsün ve Kubuh’a Delaleti
Bakımından Emir ve Nehiy
Hanefî-ma’turidî bilginlerin genel kanaatine göre hüsün ve kubuh emir ve nehyin
medlulüdür. Yani emir bir şeyin hüsnüne, nehiy de kubhuna delalet eder. Bir şey iyi
olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de nehyedilmiştir. Çünkü hakîm olan
Cenab-ı Hakk’ın kötü olan bir şeyi emredip iyi olan bir şeyi yasaklaması
düşünülemez. Ancak bu, hukuki sonuç doğuracak manadaki hüsün ve kubuh’un
tespitinde aklın hâkim oluğu anlamına da gelmemektedir. Bilakis bu konuda tek
hâkim Şâri’dir. Şâri’in emir ve nehiy yönündeki iradesi olmaksızın akıl hiçbir şeyi
vâcib ya da haram kılamaz. Aklın böyle bir yetkisi yoktur. Zira akıl münferiden
Cenab-ı Hakk’ın bir fiilin ifasını ya da terkini sevap veya günaha bağladığını
bilemez. Evet, akıl bir şeyin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilir ancak, iyi olanı
yapmanın, kötü olandan da kaçınmanın gerekli olduğunu, dahası insanın bu konudaki
tutumunun dini yaptırıma bağlandığını bilemez. Ancak ma’rifetullah bundan
müstesnadır. Şâri’i Teâlâ’nın emir ve nehyi olmasa da mücerred akıl Allah’ın varlık
ve birliğini anlamakla mükelleftir. Dolayısıyla akıl tek başına hukuki sorumluluğa
kaynaklık edemez.
Kitâbu’t-Tevhîd adlı eserinin giriş kısmında iyi ile kötü, güzel ile çirkin ve
faydalı ile zararlı olanın birbirinden ayrılması hususunda çeşitli görüşlerin
bulunduğunu ve bu görüşlerden bazılarının iyilik ve kötülüğü zihinde sabit olan
şeylere, bazılarının ise sadece Allah’tan ilham olunan şeylere göre amel edilmesi
gerektiğini savunduğu bilgisini veren İmam Ma’turidî, bilginin kaynaklarını
duyular (iyân), haber ve nazar (istidlal) olarak 3’e ayırmaktadır.286 Bunlardan
duyuları bilginin temel vasıtası; haberi, bilgi vasıtaları arasında kendisinden daha
doğru ve kalbi tatmin edecek bir başka vasıta bulunmayan, istidlali ise önceki iki
vasıtayı denetleyen ve hakikatin kendisi ile tam manasıyla gün yüzüne çıktığı
vasıta287 olarak tanımlayan Ma’turidî, bilgiyi genel itibarıyla bu üç kaynağın ortak
286
Ma’turidî, Kitabu’t-Tevhîd ( 2005), s. 9.
287
A.g.e, s. 10-13.
102
ürünü olarak görmektedir. Söz konusu kaynaklar arasında istidlal, yani akıl
yürütmeye ayrı bir yer veren Ma’turidî ’ye göre akıl, bilginin diğer iki kaynağını
oluşturan duyular ve haberin getirdiği bilgilerin sıhhatini ölçen bir denetçi
konumundadır.288 Ona göre hakikatin bilgisine ulaşmak için duyuların ve haberin
sağladığı veriler üzerinde aklın tefekkürü gereklidir ki bu da ancak istidlal yoluyla
olur. Bu sebeple eşyadaki hüsün ve kubuh’un tespiti dâhil her konuda akıl yürütmek
zorunludur.289
Fiilleri özünde iyi ya da kötü olan ile doğurduğu sonuçlara veya ihtiyaçlara göre
iyi ya da kötü olan290 şeklinde ikiye ayıran Ma’turidî ’ye göre akıl bazı hususların
güzellik ve çirkinliğini doğrudan ya da doğurduğu sonuçlara ve ihtiyaca bağlı olarak
kavrarken, aklın güzellik ve çirkinliğini kavrayamadığı bazı hususlar da vardır. Aklın
doğrudan hasen ya da kabih olduğunu anladığı fiillere örnek olarak adalet, doğruluk
ve nimet verene şükretme gibi hususları gösteren Ma’turidî, bunların özünde ve
değişmez olarak iyi, yalan ve zulüm gibi fillerin ise yine özünde kötü olduğunu
söyler. Aklın güzellik ve çirkinliğini söz konusu fiillerin doğurduğu sonuçlar ya da
ihtiyaçlara verdiği cevaplar yolu ile bildiği fiillere ise bozgunculuk yapan bir kimseyi
cezalandırmayı örnek olarak gösterir. Bütün bu hususların hasen ve kabih oluşu
aklidir.291 Ancak bir de aklın iyilik ve kötülüğünü kavrayamadığı bir takım hususlar
vardır ki, söz konusu bu fiillerin ahlaki niteliklerini tayin konusunda akıl herhangi bir
tespitte bulunamaz. Bu tür fiillerin iyilik ve kötülüğü ancak Şâri’i Teâlâ’nın emir ve
nehiyleri ile bilinir. Örneğin hayvanların kurban edilmesi böyle bir fiildir.292
Eşyanın sahip olduğu niteliklerin akla nispeti hususunda mümteni’/imkânsız,
vâcip/zorunlu ve mümkün kavramlarını kullanan Ma’turidî ’ye göre, aklen zorunlu
ya da imkânsız olan bir şeyi vahyin başka türlü bildirmesi mümkün değildir. Aklen
mümkün olan konularda ise vahiy aklın ulaştığı bilgiden farklı ya da ona aykırı bir
288
A.g.e, s. 13.
289
A.g.e, s. 15.
290
A.g.e, s. 252.
291
A.g.e, s. 224, 251.
292
Aynı yer.
103
hüküm getirebilir. Çünkü bu tip durumlar (mesela hayvan boğazlama gibi) iyilik ve
kötülüğü mümkün makamında olan, yani aklın iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar
veremediği, her iki ihtimali de barındıran durumlardır. Bu sebeple bu tip durumlarda
en doğru bilgiyi şer’ vermektedir.293
Bu ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla genel olarak iyi ve kötünün tespitinde
aklı294 bir ölçü olarak gören Ma’turidî, insan aklının güzel olanı güzel görme, çirkin
olanı da çirkin görme özelliğinin bulunduğunu, faydalıyı zararlı olandan ayırt edecek
ve yarar getireceği umulmayan bir şeyi yapmaktan imtina edecek bir tabiatta
yaratıldığını belirtir. Bununla birlikte O, insanın insan olmasından kaynaklanan acı,
keder, üzüntü, sevinç, hırs, tutku, nefis, şehvet vb. gibi bir takım özelliklerinin, çeşitli
dünya meşgalelerinin, nefsani arzuların baskın olmasının her birinin ayrı ayrı aklı
meşgul ettiğini ve aklın bu kabiliyetlerini sekteye uğrattığını ve böylece aklı her
alandaki hakikati kavramaktan alıkoyup doğru karar veremez hale getirdiğini söyler.
Bu sebeple aklın doğru ve objektif kararlar verebilmesi için vahyin yol
göstericiliğine ihtiyacı vardır.295 Zira ona göre Peygamberlerin getirdikleri emir ve
nehiylerde insan aklının kavrayamadığı ve muhtevasını anlamaktan aciz kaldığı nice
hikmetler bulunmaktadır.296 Bu düşüncesini te’kid sadedinde aklın, kabiliyetleri belli
ve sınırlı bir varlık olduğunu ve kendisine çizilen sınırı aşamayacağını belirten
Ma’turidî, bazı durumlarda aklın kendi sınırları dâhilinde olan hususları dahi
293
A.g.e, s. 229-230, 251-252,
294
Ma’turidî ’nin iyi ve kötünün tespitinde bir ölçü olarak gördüğü akıl mücerred akıldan farklıdır.
Ma’turidî mücerred aklı değil de pratik aklı, yani aklın işlevsel hali olan istidlali esas almaktadır. Ona
göre iyi ve kötünün bilgisine ulaşmada asıl olan akıl yürütmedir. Çünkü akıl mücerred haliyle iyi ve
kötüyü kavrayamamakta, duyuların ve haberin bilgisine ve onlar üzerinde istidlale ihtiyaç
duymaktadır. İstidlal bu iki bilgi kaynağı üzerinde yapılan değerlendirme ameliyesine verilen addır.
Ma’turidî mücerred aklı yeterli görmeyip duyuların ve haberin verilerine ve aklın bu verileri işlemesi
gerektiğine inandığından olsa gerek akıl değil “nazar” kavramından bahseder. Zira ona göre önemli
olan insanda aklın bulunması değil işletilmesidir. Çünkü akıl analiz ve sentez yapma kabiliyeti ile
yaratılmıştır. İnsanın aklın bu kabiliyetini âtıl bırakmaması ve kullanması gerekmektedir. Aklın bu
kabiliyetine istidlal denir. İşte hüsün-kubuh konusunda tartışılan akıl bu akıldır. Bk. Özcan,
Ma’turidîde Bilgi Problemi, s.91-92.
295
Ma’turidî, A.g.e, s. 127-128, 228; Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, s.122.
296
A.g.e, s. 129.
104
anlamaktan aciz kalabileceğini söylemektedir. Ayrıca akla yukarıda bahsettiğimiz
türden bir takım arızaların isabet edebilmesi yanında onun inceleyeceği konuların
karmaşık ve kapalı olması durumu da dikkate alındığında aklın tek başına hakikatleri
kavrayamayacağı anlaşılır.297 Akıl ne kadar yetenekli olursa olsun yine de sınırlıdır.
Ayrıca aklı örten bir takım nefsani arzular vardır. Bu yönüyle nefsani duygular aklın
rakibi kılınmıştır diyen Ma’turidî, aklın bütün çabasını ona sarf edeceği sürekli bir
çalıma endişesi taşıması gerektiğinden bahseder
298
ve böylece işlevsel akla bir kere
daha vurgu yapmış olur.
İmam Ma’turidî Cenab-ı Hakk’ın doğruluk ve adaletin güzel, zulüm ve yalanın
ise çirkin olduğu bilgisini akıllara kazıdığını, bunlardan ilkinin değerli ikincisinin ise
basit ve değersiz olduğunu kalplere yerleştirdiğini söyledikten sonra bunun bir gereği
olarak ilk önce ilahi emir ve nehiylerin, ardından da sevap ve günahın gereklilik
kazandığını, aklın yolunu takip edenin mükâfat, nefsi temayüllerine uyanın ise
mücazata müstahak olacağını belirtmektedir.299 Görüldüğü gibi Ma’turidî’ye göre
emir ve nehiy aklın hüsün ve kubuh bilgisine sahip olduğu şey üzerine gelmekte
ancak aklın bu bilgisine hukuki nitelik kazandıran, yani yapılması halinde ödül
yapılmaması halinde ceza gerektiren şer’ olmaktadır. Her ne kadar akıl fiillerin
hüsün ve kubhunu bilse de bu bilgiyi bağlayıcı hale getiren şer’dir. Şer’ olmaksızın
aklın ulaştığı bilginin bağlayıcılığı yoktur. Dolayısıyla mubah, haram, vâcib gibi şer’i
hükümler söz konusu olduğunda bilgi kaynaklarından “ haber” in devreye girdiğini
söyleyen Ma’turidî,300 ilahi iradeden bağımsız olarak hüsün ve kubuh niteliklerinin
(bağlayıcı şekilde) var olduğu iddia edilirse, âlemdeki her şeyin yine ilahi iradenin
müdahalesi olmaksızın var olması da iddia edilebilir ki böyle bir iddia İslam sınırları
dâhilinde kalmaya imkân vermemektedir301 der.
Bu düşünceleri ile hanefî hukukçular üzerinde önemli ölçüde iz bırakmış olan
İmam Ma’turidî, fiillerin güzelliği-çirkinliği ve bunların bilgisine ulaşmanın imkânı
297
A.g.e, s. 146, 229.
298
A.g.e, s. 231.
299
A.g.e, s. 224.
300
A.g.e, s. 229.
301
A.g.e, s. 293.
105
ve yolları gibi konularda her üç bilgi kaynağına da ihtiyaç bulunduğunu, bununla
birlikte aklın ayrı bir öneme sahip olduğunu, zira bir şeyin hakikatinin bilinmesi için
o şeyin üzerinde derin bir tefekküre (istidlal/nazar) ihtiyaç bulunduğunu belirtir.302
Ancak akıl her şeyi tek başına kavrayamayacağından vahyin bilgisine de ihtiyaç
vardır. Akıl iyi ve kötüyü ancak genel itibarıyla bilir. Bir fiilin sevap ya da ikâb
doğurabilmesi için akla uygun olması gerekse de hukuki sorumluluğu doğuran emir
ve nehiy formundaki ilahi emirlerdir. Bu sebeple akıl çok gerekli ve dinde müstakil
bir değeri haiz olmakla birlikte iyi ve kötünün tespitinde mutlak bir kaynak
olamaz.303 Ma’turidî, dine dair bilgiyi hukuki ve itikadi şeklinde ikiye ayırarak
yukarıda belirttiğimiz şekilde hukuki bilginin kaynağını nakil, itikadi bilginin
(burada itikadi bilgiden kasıt vahyin yardımını almaksızın aklın tek başına Allah’ın
varlığı bilgisine ulaşmaktır) kaynağını ise akıl olarak deklare eder. Ona göre akıl,
ilahi yardım olmaksızın sırf kendisindeki istidlal özelliği ile Allah’ı tanıyabilir.304
Ancak hukuki bilgi söz konusu olduğunda vahin bilgisi yegâne kaynak olarak
devreye girer. Yani hukuki manada iyi ve kötü ile ilgili olarak aklın fonksiyonu tayin
ve teklif değil, tespit ve temyizdir.305 Bu sebeple aklın güzel gördüğünü emretmek
de, çirkin gördüğünü yasaklamak da Allaha vacip değil ancak münasip olabilir. Diğer
bir ifadeyle, Allah’ın mükelleflerin fiili hakkındaki hükmünün, akıllarımızın bu fiilde
idrak ettiği güzellik ve çirkinlik yönünde olması zorunlu değildir. Fiilin akıl
tarafından hüsün ve kubuh sıfatlarıyla vasıflandırılması, Allah’ın da buna uymasını
gerektirmez.306 Ancak genel olarak Allah aklın iyi gördüğünü emr, kötü gördüğünü
de nehyeder.
İmam Ma’turidî’nin yukarıda bahsettiğimiz fikirlerinden büyük ölçüde istifade
ederek kaleme alınmış klasik hanefi fıkıh usûlü eserlerine baktığımızda Hanefi
hukuk çevrelerinde kabul gören teoriye göre hüsnün emrin, kubhun da nehyin
medlulü olduğu görülmektedir. Buna göre hanefî hukuk anlayışında emir bir şeyin
302
Özcan, Ma’turidîde Bilgi Problemi, s. 90.
303
A.g.e, s. 211.
304
A.g.e, s. 172; Bardakoğlu, “Hüsün ve Kubuh Konusunda Aklın Rolü ve İmam Ma’turidî”, s.72.
305
Emine Öğük, Ma’turidînin Düşünce Sisteminde Şer-Hikmet İlişkisi, TDV Yayınları, Ankara 2010,
s. 151.
306
Bardakoğlu, a.g.m, s. 72.
106
güzelliğine, nehiy de o şeyin kötülüğüne delalet eder. O şeyde iyilik veya kötülük
özelliklerinin önceden var olduğunu gösterir.
Hüsün-kubuh konusuna eserinde müstakil bir başlık altında yer vermese de
konuya ilişkin olarak “Umumun Aklın Delâletiyle Tahsisi”, “Neshin Caiz Olduğu ve
Caiz Olmadığı Durumlar Hakkında Söz”, “Sem‘-i Hitaptan Önce Eşyanın
Ahkâmında -Hazr ve İbâhada- Söz”, “Nazarın Zorunluluğu ve Taklidin Zemmi
Hakkında Söz” gibi başlıklar altında söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla usul
anlayışında aklın bilgisine önemli bir yer verdiği görülen erken dönem hanefî
hukukçularından Cessâs, (370/929) usul hakkında yazmış olduğu el-Fusûl fi’l-Usûl
adlı eserinde teorik olarak aklın bir bilgi kaynağı olduğunu
307
ortaya koyduktan
sonra onun dini bilgiye kaynaklık edip edemeyeceğine de değinmektedir. Mükellefin
fiillerinin akla göre ahkâmı308 nın vacip, mahzur ve mübah olmak üzere üç çeşit
olduğunu söyleyen Cessâs’a göre Allah’ın birliğine inanmak, Peygamberin
peygamberliğini tasdik etmek, nimet verene karşı şükrünü yerine getirmek, adil
olmak gibi fiiller aklen vacip, nimete karşı nankörlük, yalancılık ve nübüvveti inkâr
gibi fiiller de yine aklen mahzûrdur. Bu konularda şer’in aklın hükümlerine aykırı bir
hüküm va’z etmesi düşünülemez. Bilakis şer’ bunları tekid ve teyid eden hükümler
va’z eder. Zira bu tür bilgiler değişikliği kabul etmez. Bir başka ifadeyle bu tür
fiillerin hüsün ve kubuh’u zatidir. Bu sebeple şer’ de söz konusu fiiller hakkında aynı
hükmü verir. Ayrıca akıl hüccetullahtır. Aklın hüsnüne karar verdiği şey hasen,
kubhuna karar verdiği şey de kabihtir. Aynı şekilde şer’ de hüccetullahtır. Bu iki
hüccetullah’ın çatışması düşünülemez. İşte bu sebeple şer’in aklın vacip dediğine
haram, haram dediğine de vacip demesi caiz değildir. Bir de zatında hüsün ya da
kubuh niteliği taşımayan ve değişikliği kabul eden bir takım fiiller vardır ki akıl
bunların hüsnüne ya da kubhuna durum ve şartları, maslahat ve mefsedeti dikkate
alarak karar vermektedir. Ancak akıl bunları kesin olarak bilmediği ve harici şartları
dikkate aldığı, yani konjonktüre göre karar verdiği için vahiy bu tip bilgilerde değişik
307
Cessâs’ın aklın bilgi kaynağı olması hakkındaki görüşleri için Bk. Cessâs, el-Fusûl fi’l-Usûl, III, s.
369-373.
308
Bu tabir Murteza Bedir’e aittir.
107
hükümler koyabilir.
309
İlk planda aklı hüküm koyucu görüyor gibi görünen Cessâs
esasen aklın teşri kaynağı olamayacağını, sadece şer’î hükümlere delalet
edebileceğini söyler.310 Ona göre bir fiili vacip kılan da mahzur kılan da mübah kılan
da ancak Şâri’-i Teâlâ’dır.311 Akıl ise söz konusu hükümlerin açığa çıkarılması
hususunda önemli bir yardımcı konumundadır. Dolayısıyla hukuki sorumluluk söz
konusu olduğunda esas olan vahyin bildirimleridir.
Yine erken dönem hanefi usulünün önemli isimlerinden birisi olan Debûsî (ö.
430/1039), usul hakkında yazmış olduğu Takvimü’l-Edille” adlı eserinde Şâr’i
tarafından emredilen şeylerin yerine getirilmesinin gerekli oluşunu, emre konu olan
fiilin yani me’murun bih’in hakikatte hüsün sıfatına sahip olmasına bağlamakta ve
bunun Şâri’in hikmet sahibi bir varlık olmasının zorunlu sonucu olduğunu
söylemektedir. Yani Şâri’ Teâlâ hakîm olduğu ve kötü olan bir şeyi emretmeyeceği
için onun emretmiş olduğu şeyin aslen iyi olması gerekir. O halde akıl emir ve
nehiydeki hüsün ve kubh’u anlıyor olmalıdır.312 Akıl ile vahiy arasındaki münasebeti
delil kavramı üzerinden tahlil eden ve delilleri akli ve nakli olmak üzere ikili bir
tasnife tabii tutan Debûsî, şer’î hükümlerin onları bildiren ilahi emir ve nehiyler
olmadan sırf akılla bilinip bilinemeyeceği ile ilgili olarak ortaya konan görüşleri
kısaca belirttikten sonra kendi görüşünü şu şekilde ifade etmektedir: Aklen sabittir ki,
böyle bir durumda kişi, Allah'a iman etmesi ve Cenab-ı Hakk'ın kendisini O’na
kulluk etmesi için yarattığını bilmesi gerekir. Ayrıca yine bu kimse Cenab-ı Hakk’ın
emir ve nehiylerine itaat etmenin gerekli olduğuna da kanaat getirmelidir.313 Aklı,
kalbin delillere ulaşmak konusunda kendisi ile nazar ettiği göğüsteki bir nur314 olarak
tanımlayan Debûsî, göz nasıl ışık sayesinde görüyorsa kalp de akıl sayesinde görür
demektedir. Aklı kalp ile olan münasebeti bağlamında ele alan Debûsî, onu kalbe yol
gösteren bir nur olarak görmektedir. Öte yandan O, akıl ile şer’i iki hüccetullah
olarak görür ve bu iki delilin birbiri ile çelişmeyeceğini, aksine birbirini
309
Cessâs, el-Fusûl fi’l-Usûl, II, s. 203; III, s. 248; IV, s. 301.
310
Cessâs, A.g.e,s. III, s. 247.
311
Cessâs, A.g.e,s. III, s. 252.
312
Debûsî, Takvimü’l-Edille, s. 44.
313
Debûsî, A.g.e, s. 462.
314
A.g.e, s. 465.
108
destekleyecek mahiyette hükümler vereceğini, bu sebeple de aklın gerekli gördüğü
hususlarda şer’in aklın bu öngörüsüne aykırı hükümler koyamayacağını söyler. Ona
göre şer’in bir şeyi haram kılması aklın da o şeyin haram kılınmasını uygun
gördüğüne işaret eder.315 Bu ifadeleriyle şer’in aklın öngörüleri doğrultusunda
hüküm verdiğini ima ederek mu’tezilî düşünceye paralel durduğu316 sezilse de
hukuki sorumluluk söz konusu olduğunda O aklı yeterli görmemektedir. Nitekim
“aklın dini hususlarda vücûbiyetine hükmettiği konular hakkındaki söz” başlığı
altında aklın vâcib olduğuna hükmettiği konuları sıralarken şer’den önce hukuki
sorumluluğun olamayacağını açıkça belirtir.317 (‫) دﻷا ﻧ ﺎ ﺎﻧﺮﻛذ ﺪﻘﻓاء ﻻ ﺠﺐ ﻗﺒﻞ اﻟﺸﺮع‬
Görüldüğü gibi Debûsî’ye göre fiillerde aslen hüsün ve kubuh nitelikleri var olup
akıl fiillerdeki bu hüsün ve kubuh’u anlıyor olsa da, o hükmü koyan makamında
değildir.318
Hanefi hukukunun Cessâs ve Debûsî’den sonraki önemli isimlerinden birisi olan
Serahsî, (483/1090) de selefi Debûsî’nin akıl tanımına katılır ve aklı kalbe yol
gösteren bir nur olarak gördüğünü belirtir. Ancak O, selefi Debûsî’nin düşmediği
kaydı düşerek aklın bu konudaki kılavuzluğunun bağlayıcı/zorunlu olmadığını
söyler. Akıl bu noktada belirleyici değil ancak yol göstericidir. Kalp aklın aracılığı
ama son kertede Allah’ın yardımı ile idrak eder. 319 Ayrıca Serahsî kendileri nezdinde
aklın zatı itibariyle mûcib kabul edilmediğini, emrin şer’en/hukuken mutlak manada
hüsün sıfatı ile muttasıf olduğunu, ancak bu vasfın me’murun bih’in kendi zatından
315
316
A.g.e, s. 458.
Debûsî’nin Mutezili düşünce ile olan münasebeti hakkında Bk. Murteza Bedir, “Hanefî Usûlünün
Kuruluş Aşamasında Akıl-Vahiy İlişkisi ya da Hüsün-Kubuh Problemi”, İmâm-ı Azam Ebû Hanife ve
Düşünce Sistemi (Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri) (ed. İbrahim Hatiboğlu, Bursa 2005) içinde, II,
s. 163.
317
Debûsî, a.g.e, s. 451.
318
Debûsî’nin delil anlayışı müstakil olarak çalışılmayı gerektirecek bir mahiyette sahiptir. Bu konu
hakkında geniş bilgi için Bk. Erdoğan Sarıtepe, Takvîmü'l-Edille Temelinde Debûsî'nin Delil Anlayışı
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007.
319
Serahsî, Usûl, s. 268. Bu şekildeki akıl tariflerinin sonraki dönem Hanefi Usulcülerinde de benzer
şekilde tekrarlandığı görülmektedir. Bk. Sadruşşeria’, Tavzîh, II, s. 338; Molla Fenârî, Fusûlü’lBedâi’‘, I, s. 285; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-Usûl, s.309
109
kaynaklanmayıp bizzat emir sîğasından kaynaklandığını söylemektedir.320 Emir
hakkındaki aynı durum emrin negatif versiyonu olan nehiy için de geçerlidir.321
Bir başka hanefî hukukçu olan Abdülaziz el-Buharî (ö. 730/1330) Pezdevî’nin
Kenzü’l-Vusûl ilâ Ma’rifeti’l-Usûl’üne şerh olarak yazdığı Keşfü’l-Esrâr’ adlı
eserinde hüsün-kubuh’un hanefilere göre dinin medlûlatından olduğunu, yani emir ve
nehyin hüsün ve kubuh’a delalet ettiğini belirtmektedir.322 Ayrıca O, bazı hanefî
fukahasının dediği gibi me’murun bih’in hüsnünün aklen sabit olduğunu
söyleyemeyeceğini, çünkü aklı bizzat vacip kılıcı olarak görmediğini ifade eder. Ona
ve genel olarak hanefilere göre akıl bir takım şeylerin hüsün ve kubuh’unu bazen zati
olarak bazen de harici bir şekilde idrak edebilirse de, hukuki mana hüsün ve kubuh
ancak emirle sabit olmaktadır.323
Hanefi hukukçular arasında hüsün-kubuh meselesini en kapsamlı şekilde ele alan
hukukçu Hicri 8. asırda yaşamış olan Sadruşşeria’ (747/1346) dır. Sadruşşeria’ fıkıh
usulü hakkında yazmış olduğu Tenkîhu’l-Usûl adlı eserini şerh etmek üzere yine
kendi yazmış olduğu et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh adlı eserinde konuyu etraflı bir
şekilde dört ayrı mukaddime eşliğinde incelemiştir. Konunun başında hüsün-kubuh
meselesinin usul meselelerinin asıl konularından, aklî ve naklî ilimlerin önemli
meselelerinden olduğunu belirten Sadruşşeria’, konunun esasen kelam ilminin
meşhur problemlerinden birisi olan cebir ve kader meselesi ile irtibatlı olduğunu
ifade etmektedir. Cebir ve kader meselesinin çok derin ve sır bir mesele olduğunu
söyleyen müellif, bu konuda orta yolun bir türlü tutturulamadığını, kendisinin de
bundan uzak olduğunu, ancak yine de konuya vakıf olduğu kadarıyla değinmek
istediğini belirtir.324
320
( ‫) و ھﺬا اﻟﻮﺻﻒ ﻏ ﺮ ﺛﺎﺑﺖ ﻟﻠﻤﺄﻣﻮر ﺑﮫ ﺑﻨﻔﺴﮫ‬. Serahsî, Usûl, s. 47.
321
Serahsî, Usûl, s. 63.
322
Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-Esrar, I, s. 183.
323
‫) تﺎﻋوﺮﺸﻤﻟا ﻦﺴﺣ ﻧ ﺎ ﺖﺒﺜﻓ ﺑﺄﻟﻤﺮ‬, Buharî, Keşfü’l-Esrar, I, s. 183.
324
Sarduşşerîa’, et-Tavdîh, I, s. 373-374.
110
Sadruşşeria’, daha önce bahsettiğimiz şekliyle hüsün-kubuh kavramlarının usul
ilminde genel olarak insanın tabiatına uygun ya da aykırı olma, bir şeyin kemal ya da
noksanlık sıfatı olma ve bir de dünyada övgü ve yergiyi, ahirette ise sevap ve cezayı
gerektirme anlamlarında kullanıldığını belirtmekte, ilk iki anlamdaki hüsünkubuh’un aklen idraki konusunda herhangi bir uyuşmazlığın bulunmadığını, ihtilaf
noktasının
üçüncü
manada
kilitlendiğini
söylemektedir.325
Mu’’tezile
ve
mütekellimîn usulcülerine göre hüsün ve kubuh’un ne anlama geldiğini ve onların bu
konudaki genel kanaatinin ne olduğunu belirttikten sonra müellifimiz, özellikle
mütekellimîn
usulcülerinden
Fahreddin
Râzî’nin,
insanın
fiillerinde
özgür
olmadığını, bu sebeple de fiillerde iyilik-kötülük gibi bir takım nitelikler
aranamayacağını
savunduğu
“eylemlerin
mecburiliği”
hakkındaki
görüşleri
üzerinden konuyu değerlendirmeye başlar. Bilindiği gibi Fahreddin Râzî el-Mahsul
adlı fıkıh usulü eserinde kulların fiillerinde ihtiyar sahibi olmadıklarını izah ve ispat
sadedinde özetle şunları ifade etmektedir: Aklen bir fiilin kabih olduğu iddiası
geçersiz bir iddiadır. Zira bir kimse kabih olan bir fiili işlemeye ya kâdirdir ya da
değildir. Eğer kâdir değilse bu durumda o fiil ızdırari, yani zorunlu olmuş olur. Eğer
o kimse söz konusu fiili terk etme konusunda bir güce sahipse, yani onu terk etmeye
kâdir ise bu durumda o kimse o fiili ya bir “müreccih”, yani tercih ettirici bir sebep
olmaksızın yapmaktan vazgeçer (yani fiili terk etmesi için herhangi bir itici güç
yoktur). Bu durum var ve yok olması mümkün olan bir fiilin sebepsiz yere, tesadüfen
(‫ )اﺗﻔﺎﻗ ﺎ‬var olması anlamına gelir ki bu kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü varlığı
ve yokluğu ihtimal olarak eşit olan bir durumun varlık yönünde tezahür edebilmesi
için bir gerekçeye ihtiyacı vardır. Ya da o kimse söz konusu fiilden bir müreccih,
yani kendisini o fiili terke zorlayan bir itici güç sebebi ile vazgeçer. Ancak bu tercih
ettirici sebebi de tercih ettiren bir başka tercih sebebi olmalıdır ki bu durum Şâri’in
iradesine kadar bir silsile halinde devam eder. O halde söz konusu fiil yine ızdırari
bir fiil olmaktadır. Izdırari ya da tesadüfi bir fiil hakkında hüsün ya da kubuh
niteliklerinden bahsedilemeyeceği ise açıktır. Çünkü hüsün-kubuh sıfatları ancak
ihtiyari olan fiillerde söz konusudur. O halde ihtiyari olmayan bir fiil için akıl hüsün
ve kubuhtan bahsedemez.326
325
Sarduşşerîa’, a.g.e, s. 374-475.
326
Râzî, el-Mahsûl, I, s.124-127.
111
Sadruşşeria’, Râzî’nin bu teorisini çökertmeye, yani insanın eylemlerinde zorunlu
değil, özgür bir irade ile hareket ettiğini ispat etmeye çalışmaktadır. Sadruşşeria’ da
tıpkı Râzî gibi mümkün bir fiilin ortaya çıkabilmesi için tercih ettirici bir sebebin
bulunması gerektiğini, tercih ettirici bir sebep olmaksızın bir fiilin var olmasının
mümkün olmadığını belirtir.327 Ancak O, bunun Râzî’nin dediği gibi zorunlu olarak
Allah’ın iradesine dayanmadığını söyler. Ona göre bir fiilin varlık sahnesine çıkması
iki seçenekten birinin tercih edilmesi ile mümkündür. Bu tercih ise insanın iradesine
bağlıdır. İradenin görevi iki seçenekten birini diğerine tercih etmektir. İrade burada
artık nihai bir karara varır (îka’). Râzî’nin dediği gibi iradeyi de o karara varmaya
sevk eden başka bir müreccihe gerek yoktur. Yani söz konusu iki şıktan birisini
seçmek konusunda irade özgürdür.328 Bir başka ifadeyle fiilin seçimi kula aittir. Fiili
var eden ise Şâr’idir. Kul ne zaman bir fiili yapmayı murâd etse, Allah kulda o fiili
yapacak güç ve kudreti yaratır. Yani fiil Allah’ın yaratması, kulun ise yapması ile
ortaya çıkmaktadır.329 Sadruşşeria’ bu noktada bir yanlış anlaşılmanın (Allah’ın
yaratmasının kulun iradesine bağlı olduğu şeklindeki bir mananın) önüne geçmek
için kulun tercihinin fiilin oluşumunda tam olarak değil kısmi bir şekilde ( ‫ان اﻷﺧﺘ ﺎر‬
‫ ) ﻟ ﺲ ﺑﻤﺆﺛﺮ ﺗﺎم ﺑﻞ ھﻮ ﺟﺰء اﻟﻤﺆﺛﺮ‬330 etkili olduğunu da belirtmektedir.
Sadruşşeria’ mütekellimîn usulcülerine, hüsün ve kubuh’un bir şeyin kemal ve
noksanlık sıfatı olması bakımından aklî olduğunu kabul ediyorsunuz ama övgü ve
yergiye, sevap ve ikâba gerekçe olması bakımından aklî olduğunu kabul
etmiyorsunuz. Hâlbuki olgunluk övülen noksanlık ise yerilen bir şeydir. Olgun bir
kimse bununla övünür. Sizin bu tavrınız ne yaman bir çelişkidir 331 şeklinde bir itiraz
daha yönelttikten sonra eleştiri oklarını mu’tezileye çevirir. Mu’tezile ile mensubu
olduğu hanefi hukuk ekolünden bazılarına göre bir takım fiillerin iyilik ve
kötülüğünün ya o fiilin zatından ya da ondaki harici bir nitelikten kaynaklandığını ve
327
Sarduşşerîa’, et-Tavdîh, I, s. 386, 394.
328
Sarduşşerîa’, A.g.e, I, s. 395.
329
A.g.e, I, s. 398, 401, 403.
330
A.g.e, I, s. 401.
331
A.g.e, I, s. 404.
112
bunun akılla idrak edilebildiğini belirten Sadruşşeria’, bunun için nübüvvetin tasdiki
örneğini verir. Buna göre bir Peygamber Peygamberliğini ilan ettiğinde onun bu
iddiasının tasdik edilmesi gerekir. Bu gereklilik ya aklidir ya da şer’idir. Şayet bunun
akli bir gereklilik olduğu kabul edilirse akli vücûb zaten sabit olmuş olur. Yok, eğer
bu gerekliliğin şer’i olduğu söylenirse bu kabul edilemez. Zira bu durum
kısırdöngüye yol açar. Şöyle ki bu doğrulamanın şer’i olarak gerekli olabilmesi için
önce doğrulamanın şer’i olarak gerekli olduğunun kabul edilmesi gerekir. Bunun
kabulü ise ancak Peygamberin, bunun şer’i olarak gerekli olduğunu bildiren sözünü
kabul ile mümkündür. Peygamberin bu sözünün kabul edilmesi için de yine
Peygamberin bu sözünün kabul edilmesi gerektiğini bildiren bir başka şer’i delile
ihtiyaç vardır. Görüldüğü gibi bu durum sonsuza kadar devam eder. O halde biz
aklen Peygamberin sözünün kabul edilmesi gerektiği kanaatine varmalıyız ki onun
sözü bizim için bir anlam ifade etsin ve böylece Peygamberliği sabit olmuş olsun.332
O halde nübüvvetin kabulü aklen vaciptir. Bunun aklen vacip olması akli vücûbun
mümkün olduğunu gösterir. Demek ki akla göre iyi ve kötüden bahsedilebilmektedir.
Çünkü bir şey aklen vacip oluyorsa o şey aklen iyidir demektir.333 Sadruşşeria’
mu’tezile ile kendileri arasındaki farka da değinmekte ve mu’tezilenin hüsün-kubuh
konusunda aklı hâkim gördüğünü, şer’i hitap olmasa bile aklın bazı fiilleri insanlara
vâcib, mübâh ya da haram kılabileceğini iddia ettiklerini söylemekte, kendilerinin ise
bu fikre katılmadıklarını ve hüsün-kubuh konusunda aklı hâkim görmediklerini, bu
konuda tek yetkili olanın şer’ olduğuna ve aklın Şâr’in hitabını anlamada ancak bir
vasıta olabileceğine inandıklarını334 belirtmektedir. O, hükmü koyanın Şâr’i
olduğunu ve aklın, Şâri’in hüsün ve kubh’una hükmettiği pek çok şeyi
anlayamadığını söyler ve aklın bunları anlamasının vahyin vereceği bilgiye bağlı
olduğunu belirtir. Bunun yanında akıl bazı fiilleri idrak edebilir ancak bu idrak
mu’tezilenin dediği gibi tevlîd yoluyla değildir. Yani akıl bilgiyi kendisi doğuramaz.
Çünkü insanın bir şeyi yoktan var etme gücü yoktur.335 Öte yandan Sadruşşeria’
332
A.g.e, I, s. 404 - 406. Aynı örneği Râzî de vermektedir.
333
A.g.e, I, s. 406 - 407.
334
( ‫ﺔﻟ ا ﻞﻘﻌﻟا و ﻰﻟﺎﻌﺗ ﷲ ﻮھ ﺎﻤﮭﺑ ﻢﻜﺤﻟا ﺎﻧﺪﻨﻋ و ﺎﻤﮭﺑ ﻢﻠﻌﻠﻟ ﺐﺟﻮﻣ ﺢﺒﻘﻟا و ﻦﺴﺤﻟا ﺎﺑ ﻢﻛﺎﺣ ﻞﻘﻌﻟا ﺔﻟﺰﺘﻌﻤﻟا ﺪﻨﻋ‬
‫)ﻟﻠﻌﻠﻢ ﺑﮭﻤﺎ‬. Sarduşşerîa’, a.g.e, I, s. 407.
335
Sarduşşerîa’, a.g.e, I, s. 407- 408.
113
fiillerin ya zati olarak ya da harici bir nedenden dolayı hüsün ya da kubuh
niteliklerine sahip olduklarını, yani şer’i hitaptan önce fiillerde iyi ve kötü
özelliklerinin bulunduğunu ve şer’i hitabın buna göre geldiğini, dolayısıyla
Mütekellimîn usulcülerinin iddia ettiği gibi bir şeyin emredildiği için iyi ya da
nehyedildiği için kötü olduğunun söylenemeyeceğini, bilakis bir şeyin iyi ya da kötü
olduğu için emredilmiş veya nehyedilmiş olduğunun söylenmesi gerektiğini de
belirtir.336
Yukarıda ele aldığımız görüşleri ile Sadruşşeria’ mensubu olduğu hanefima’turidî hukuk geleneğini devam ettirmekte ve mezhepteki hâkim görüşün
savunuculuğunu yapmaktadır. Onun bu açıklamalarıyla hanefi hukuk düşüncesinde
hukuki sorumluluğun kaynağının akla değil vahye dayandırıldığı bir kere daha
görülmektedir.
Hanefi hukuk düşüncesinin Osmanlı dönemindeki iki önemli temsilcisi olan
Molla Fenârî ve Molla Hüsrev, yukarıda zikrolunan klasik hanefi usul eserlerindeki
muhtevayı eserlerine yansıtmış ve hem kendi mezheplerinin hem de diğer
mezheplerin görüşlerini meczettikleri çok kıymetli eserler yazmışlardır. Osmanlının
ilk şeyhülislamı olan Molla Fenârî (834/1430) , fıkıh usulü hakkında yazmış olduğu
Fusûlü’l-Bedâi’ fî Usûli’ş-Şerâî’ adlı eserinde kendinden önceki hemen bütün
kaynaklardan yararlanmış, farklı görüşleri bünyesinde barındıran ve okuyucuya
mukayese imkânı veren muazzam bir eser kaleme almıştır.
Eserinde hüsün-kubuh konusunu “hâkim” başlığı altında ele alan Molla Fenârî,
tıpkı selefleri gibi hüsün ve kubuh kavramlarının amaca uygun olma ya da olmama,
insan tabiatına uygun olma ya da olmama ve bir de dünyada övgü veya yergiye,
ahirette ise sevap veya ikâba sebep olma anlamlarında kullanıldığını, ilk iki
anlamdaki hüsün ve kubuh’un aklî olduğu konusunda tarafların herhangi bir
ihtilafının bulunmadığını ve tartışmanın üçüncü anlam üzerinde yoğunlaştığını ifade
etmektedir.337 Fenârî, mütekellimîn usul çevrelerinde hüsün-kubuh konusunun şer’i
336
Sarduşşerîa’, a.g.e, I, s. 414 – 415.
337
Molla Fenârî, Fusûlü’l-Bedâi’ fî Usûli’ş-Şerâî’, I, s. 181.
114
olduğu, şer’in vürûdundan önce aklın fiillerdeki hüsün ve kubuh’u anlayamayacağı,
aklın şer’i hitabı anlamak hususunda bir alet olmaktan öte bir anlam ifade etmediği,
dolayısıyla şer’ olmadan ne me’murun bih’in hüsnünün ne de menhiyyün anh’ın
kubhunun bilinemeyeceği fikrinin yaygınlık kazandığını belirtir. Mu’tezilenin aklı
bütün hükümlerin müsbit’i, yani ispat edicisi, şer’i ise bazı hükümlerin mübeyyin’i,
yani açıklayıcısı olarak gördüğünü söyleyen Fenârî, tercih ettiği görüşün ise mensubu
olduğu hanefi mezhebinin yaygın görüşü olan aklın hâkim ve mûcib değil ancak şer’i
hitabı anlama konusunda bir alet ve müdrik olabileceği yönündeki görüş olduğunu
ifade eder. Fenârî aklın, şer’ olmaksızın bir takım fiillerin hüsün ve kubh’unu
bilebileceğini ancak bunun mu’tezilenin iddia ettiği gibi tevlîd ya da icâb yoluyla
değil, doğru bir akıl yürütme sonucunda Allah’ın yardımıyla gerçekleştiğini söyler.
Ayrıca O, mutezilenin aklın müsbit, şer’in ise mübeyyin olduğu yönündeki
söyleminin gerçeği yansıtmadığını, aksine hükümlerin hepsinde şer’in müsbit,
bazısında ise aklın mübeyyin olduğunu ifade eder. Ona göre akıl mûcib değil ancak
müdrik/fehm eden olabilir.338 Ayrıca aklın hüsün ve kubuh’u anlamadaki etkisi
mutlak değildir. Mutlak manada mûcib ve hâkim olan yalnızca şer’dir.339
Hanefi hukuk düşüncesinin şeyhülislamlık makamındaki temsilcilerinden bir
diğeri olan Molla Hüsrev (885/1480) de, fıkıh usulü hakkında yazmış olduğu
Mirkâtü’l-Vüsûl ilâ İlmi’l-Usûl ve bu eserine yine kendisinin şerh olarak yazmış
olduğu Mir’âtü’l-Usûl fî Şerh’i-Mirkâti’l-Vüsûl adlı eserlerinde hüsün-kubuh
konusunu ele almış ve hanefi hukukçuların konu ile ilgili görüşlerine yer vermiştir.
Tartıştığımız konu dünyada takdir ya da kınama, ahirette ise sevap ya da ikâb
doğurması yönüyle hüsün ve kubuh’un kaynağının ne olduğu, bir başka ifadeyle
mükellefin fiillerine taalluk eden vücûb, hürmet vb. gibi hükümlerin şer’i mi yoksa
akli mi olduğu konusudur340 diyen Molla Hüsrev, mütekellimîn usulcülerinin aklı –
mu’tezilede olduğu gibi- hüsün-kubuh konusunda hâkim olarak görmediklerini, yine
onların aklı -hanefiler gibi- şer’i hitaptan önce fiillerdeki hüsün ve kubuh’u idrak
338
A.g.e, I, s. 180-181.
339
A.g.e, I, s. 182.
340
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-Usûl, Şirket-i Sahâfiyye-i Osmâniye Matbaâsı, İstanbul 1321, s. 304-305.
115
edici olarak da görmediklerini, belki vârid olan şer’i hitabı anlamada bir alet olarak
kabul ettiklerini belirtir.341 Mu’tezilenin ise aklı bir şeyin hüsnünü ya da kubhunu
tayin ve tespitte hâkim olarak gördüğünü söyleyen müellif, bunun anlamının şer’in
herhangi bir önemi bulunmadığı şeklinde anlaşılmaması gerektiğini, belki Şâri’ bir
şeyi vacip ya da haram kılmasa da akıl vacip ya da haram kılabilir şeklinde
anlaşılabileceğini belirtir.342 Tartışmanın detaylarını ayrıntıları ile ele alan Molla
Hüsrev mensubu olduğu hanefi mezhebi âlimlerinin bu iki uç yaklaşımdan uzak
olduğunu ve orta yolu benimsediğini belirtir ve mezhebin görüşünü açıklar. Buna
göre şer’i hitaptan önce hüsün ya da kubuh nitelikleri akıl tarafından idrak edilsin ya
da edilmesin bütün şer’i hükümlerin tek hâkimi Şâr’idir. Akıl bu konuda ancak vasıta
olabilir. Akıl kendi kendini kullanmaktan aciz ve kendini işletecek bir faile muhtaç
olan bir alettir. Böyle bir varlık nasıl mutlak manada hâkim olabilir? 343 diyen Molla
Hüsrev’e göre akıl bazı fiillerin hüsün ya da kubhunu şer’ onları bildirmeden önce de
ama doğrudan ama düşünerek bilebilir. Bazılarını ise ancak şer’ bildirdikten sonra
anlayabilir. Ancak akıl bir fiilin hasen mi yoksa kabih mi olduğunu şer’i hitaptan
önce ister bilsin ister bilmesin hüsün ve kubuh emrin medlûlüdür. Yani hüsün ve
kubuh vasıfları mütekellimîn usulcülerinin iddia ettiklerinin aksine şer’in
vürûdundan önce de sabittir ve akıl bunlardan bazılarını idrak edebilir. Bu sebeple
akıl sadece şer’i hitabı anlamaya yarayan bir vasıtadan ibaret değildir. Ancak
mu’tezilenin dediği gibi hâkim de değildir. Aklın bu bilgisinin hukuki bir netice
doğurması için şer’e ihtiyaç vardır. Şer’ olmadan akıl ulaştığı bu bilgi ile insana
hukuki sorumluluk yükleyemez.344
Molla Hüsrev hanefi fukahasından bazılarının hüsün-kubuh konusunda
mu’tezileye katıldığının ifade edildiğini belirtmektedir ki bunlardan bir tanesi
Mîzânü’l-Usûl fî Netâici’l-Ukûl adlı eserin sahibi olan Alâuddîn es-Semerkandî (
539/1144) dir. Semerkandî eserinde küfr, iman, adalet, ibadet etmenin gerekli oluşu
341
A.g.e, s. 305.
342
A.g.e, s. 305-306.
343
A.g.e, s. 309. Molla Hüsrev burada İbni Sînâ’nın akıl hakkındaki görüşüne atıfta bulunarak onun
bile aklı alet olarak görüp hâkim kabul etmediğini söyler ve Mu’tezilenin aklı hâkim gören anlayışına
hayret ettiğini belirtir. Bk. Aynı yer.
344
A.g.e, s. 63- 64.
116
gibi aklın hüsün ve kubhunu idrak ettiği konularda hüsün ve kubuh’un emir ve
nehyin medlulü olduğunu, diğer konularda, yani aklın hüsün ve kubhunu idrak
edemediği konularda ise (şer’i ahkâmın çoğu böyledir) ise emir ve nehyin mûcebi
olduğunu belirtmektedir.345
Hukuki sorumluluğun kaynağı olması bakımından hüsün ve kubuh’u emir ve
nehyin medlûlü olarak gören hanefî-ma’turidî gelenek, Allah’ın aklen bilinmesi ve
sabi-i âkil’in iman etmekle sorumlu olup olmayacağı gibi konularda ise farklı
görüşler beyan etmişlerdir. Bu konuda mezhebin kurucusu olan İmam-ı Azam Ebû
Hanife (150/767)’den iki görüş rivayet edilmektedir. Bunların birinde Ebu Hanife,
Yeryüzünü ve gökleri, kendi nefsini ve Allah’ın yaratmış olduğu diğer mahlûkatı fark
eden bir kimsenin Allah’ı bilmeme lüksü yoktur. Böyle bir kimse ancak fer’i konulara
ilişkin yükümlülükler konusunda mazur görülebilir derken, diğerinde ise Eğer Allah
Teâlâ herhangi bir Peygamber göndermiş olmasaydı yine de insan, aklı ile kendisini
bir yaratanın olduğunu bilmesi gerekirdi demektedir.346 Ebu Hanife’nin bu sözlerini
kendi zaviyelerinden değerlendiren İmam Ma’turidî ve genel olarak Irak hanefi
fukahası ma’rifetullah ve sabi-i âkil’in iman etmesi hususunda aklı yetkili ve sorumlu
görürken, çoğunluğu oluşturan Semerkand ve Buhâra hanefileri bu konuda aklı
yetkin ve sorumlu olarak görmemektedirler.347 Özellikle Debûsi, Pezdevî ve Serahsî
gibi hanefi uleması bilhassa sabi-i âkil konusunda İmam Ma’turidî’den ayrılarak
sabi-i âkil’in imanla mükellef olmadığını, buluğ çağına ermiş olanların (sinn-i bulûğ)
sorumlu tutulabilmeleri içinse âlemdeki eşya ve olaylar üzerinde düşünecek, onları
bir var edenin olduğunu anlayacak ve bunu izah edecek bir istidlal sürecinden
geçmeleri gerektiğini belirtmektedirler. Ancak bu haldeki bir kimse söz konusu
tefekkür sürecinden önce küfre ya da şirke düşmüş ise bu durumda Cenab-ı Hakk’ın
cezasını hak eder. Zira onun küfre ve şirke düşmesi tersinden bakıldığında Allah’ın
345
Semerkandî, Alâüddîn Ebu Bekr Muhammed b. Mîzânü’l-Usûl fî Netâici’l-Ukûl, Ahmed, Thk:
Abdülmelik Abdurrahman es-Sa’dî, t.y.y, I, s.251.
346
Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l-Esrâr, IV, s. 330
347
Molla Hüsrev, a.g.e, s. 64.
117
varlık ve birliğini kavramış olduğunu gösterir. Bu sebeple artık o kimse mazur
sayılamaz.348
Özetle hanefî-ma’turidî gelenekte hâkim olan kanaate göre akıl bir şeyin hasen ya
da kabih olduğunu idrak etsin ya da etmesin – ki onlara göre akıl bazı fillerdeki
hüsün ve kubuh’u bazen doğrudan bazen de üzerinde düşünerek kavrayabilmektedirhüsün ve kubuh sıfatları emir ve nehyin medlûlüdür. Yani bir fiil söz konusu sıfatlar
sebebi ile Şâr’i tarafından emredilir ya da nehyedilir. Çünkü Şâri’-i Teâlâ hakîmdir.
O, emrettiği şeyleri iyi olduğu için emrederken, nehyettiği şeyleri de kötü olduğu için
nehyeder. Aklın hükmü tayin konusunda belirleyici bir etkisi yoktur ve akıl
Mu’tezilenin iddia ettiği gibi hâkim değildir. Ancak Mütekellimin usulcülerinin
dediği gibi o sadece Şâr’i’in hitabını anlamaya yarayan bir alet de değildir. Bilakis
Şâri’in hitabından önce de akıl fiillerdeki hüsün ve kubuh’u idrak edebilir. Ne var ki
vâcib, haram, mübah gibi hükümler ancak Şâr'i'in bunları bildiren hitabı ile sabit
olur. Şer’ öncesinde aklın ulaştığı bilgilere herhangi bir hüküm terettüp etmez.
Esasen Şâr’i’in emir ve nehiyleri aklî anlamda da hasen ve kabihtir. Ancak aklın
hasen ya da kabih gördüğünü şer’i olarak da hasen ya da kabih kılan ilahi hitap, yani
emir ve nehiydir. Her ne kadar hüsün-kubuh nitelikleri emir ve nehyin sonucu
(mucebi) değil de gerekçesi (medlulü) olsa ve akıl bunları idrak edebilse de aklın
hüsün-kubuh hakkındaki bilgisi ancak şer tarafından teyid ve te’kid edilmek sureti ile
bağlayıcı olabilir. Aksi halde aklın bu bilgisinin –Allah’a iman dışında- hiçbir
bağlayıcılığı yoktur. Bu sebeple hukuki manada sorumluluğun yegâne kaynağı emir
ve nehiydir. Bu konuda hâkimiyet mutlak manada şer ’dedir. Salt akla dayalı bir
hukuki sorumluluktan bahsedilemez. Görüldüğü gibi hanife hukukçular Allah’a iman
sorumluluğu ile ameli (şer’i/hukuki) sorumluluğu birbirinden ayırmakta, birincisini
akla ikincisini ise şer’i hitabın varlığına dayandırmaktadırlar. Yani Allah’a iman
konusunda akıl mûcib, hukuki sorumluluk söz konusu olduğunda ise akıl müdrik,
şer’ mûcibtir. Bu konuda akıl şer’in bildirimlerine muhtaçtır.349
348
Seyyid Bey, “Mebahisi Hüsn ve Kubh”, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917 içinde), s. 477-478.
349
Bk. Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, s. 83-86; Seyyid Bey, “Mebahisi Hüsn ve Kubh”,
Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917 içinde), s. 477-479; İzmirli, Usûl’i-Fıkh Dersleri, s. 36-41.
118
D) Modernleşme Dönemi Hüsün-Kubuh Tartışmaları
Hüsün-kubuh meselesi kanunlaştırma faaliyetlerinin yoğun bir şekilde hızlandığı
Tanzimat dönemi aydınları arasında da çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bilindiği gibi
18. Yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle katı rasyonel ve pozitivist bir karaktere
bürünen Tabii hukuk anlayışı doğrultusunda hukuku tamamen insanın tabii
temayülleri ile aklın ilkelerine dayandırma arayışları neticesinde batıda ortaya çıkan
modern kanunlaştırma (kodifikasyon) faaliyetleri, yaklaşık yarım asır sonra Osmanlı
devletinde de etkisini hissettirmiş ve benzer bir süreç Osmanlı hukuk çevrelerinde de
yaşanmaya başlanmıştır. Avrupa’daki bu kanunlaştırma faaliyetlerinin etkisi ile
Osmanlıda da bir takım kanunlaştırma girişimleri baş göstermiştir. Şüphesiz bunun
en önemli sebeplerinden bir tanesi Osmanlı devletinin batı dünyası karşısında aldığı
askeri-siyasi yenilgiler neticesinde zayıflaması ve tekrar eski gücüne kavuşmak için
her alanda olduğu gibi hukuk alanında da bir takım yeniliklere ihtiyaç duymasıdır.
Bu dönemde Osmanlı devletinin hâkim hukuk anlayışı olan İslam hukuku, Batı
dünyasından iktibas edilen modern kanunlar doğrultusunda bir evrim geçirmiş ve
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte yerini batıdan alınan kanunlara bırakmıştır.350
Hukuki alanda ortaya çıkan bu modernizasyon ve iyileştirme arayışları
çerçevesinde dönemin aydınları da sürece fikirleriyle katılmışlar ve böylece hukuki
düzenlemelerin hangi esaslara göre tayin ve tespit edilmesi gerektiği konusunda
İslamcılar, Türkçüler ve Avrupacılar gibi pek çok fikri cereyan ortaya çıkmıştır.
Hukukta koşulsuz yeniliği savunanlar ile geleneğe bağlı kalarak yenileşmeyi
savunanların fikri mücadelesine sahne olan İslam Mecmuası, Türk Yurdu, Sırâd-ı
Müstakîm, Sebilü’r-reşâd, İctihâd, Hürriyet-i Fikriyye, İlm-i Hukuk ve Mukayese-i
Kavânîn gibi dergiler tarafların, görüşlerini karşılıklı olarak beyan ettikleri önemli
yayın organları arasındadır. Söz konusu dergiler de bu tartışmalarda taraf olarak yer
almışlar ve sayfalarını taraf oldukları isimlere açmışlardır.
Hukukun modernizasyonuna ilişkin çeşitli fikirlerin ortaya atıldığı bu dönemde
sosyolog kimliği ve “İctimâ’î Usûl-i Fıkıh” teorisiyle sürece dâhil olan Türkçülerin
350
Bk. Abdullah Demir, Türk Hukuk Tarihi, Yitik Hazine Yayınları, İstanbul 2011, s.237-239.
119
önde gelen ismi Ziya Gökalp (1875/1924), konuyla ilgili olarak İslam Mecmuasında
yazdığı yazılarla dikkatleri üzerine çekmiştir. Dönemin aydınlarından Halim Sâbit ve
Mustafa Şeref de Ziya Gökalp’in görüşleri doğrultusunda ona destek veren yazılar
yazmışlardır. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının ortaya koymuş olduğu bu görüşler
karşısında İslamcı cepheyi temsil eden İzmirli İsmail Hakkı ise Sebilü’r-reşâd ve Sırâd-ı
Müstakîm dergilerinde yazmış olduğu yazılarla Gökalp ve arkadaşlarına çeşitli
eleştiriler getirmiş, hukukun klasik teorilere bağlı kalarak modernize edilmesi
gerektiğini savunmuştur.
Hukukta yenilik arayışları çerçevesinde klasik fıkıh usûlü teorisinin sosyolojik
açıdan yeniden ele alınması ve değerlendirilmesi gerektiğini belirten ve bu konudaki
görüşlerini “Fıkıh ve İctimâiyyât”, “İctimâ’î Usûl’i-Fıkh”, “Hüsün ve Kubuh”, “Örf
Nedir? ” ve “Kıymet Hükümleri ve Örf” adlı makalelerinde açıklayan Gökalp,
ictimâ’î kaideler manzumesi dediği351 Örf’ü teorisine çıkış noktası yapmıştır. Ona
göre örf aynı zamanda faydalı ve zararlı olanı belirlemenin de ölçüsü olan bir
kıymettir. Fıkhın naslara dayalı usûlü yanında ictimâ’î kaidelere dayalı bir usûlünün
de olması gerektiğini belirten352 Gökalp, bu yönüyle fıkhın bir açıdan vahye diğer
açıdan ictimâ’î kurallara dayandığını söyler. Buna göre İslâm şeriatı hem ilahî, hem de
ictimâ’îdir.353 “Müslümanlar nasların bildirdiği emirlere ve nehiylere uymak
mecburiyetinde oldukları gibi ma‘rûf olanı emr ve münker olanı nehy etmekle de
mükelleftirler. Ma‘rûf ve münker ise, ictimâ’î vicdanın tahsîn ya da takbîh ettiği
amellerden ibarettir”
354
diyen Gökalp, örf tabirinin sadece naslar tarafından
meşruluğu kabul edilen kurallar anlamına gelmeyip, umumi vicdanın iyi ya da kötü
olarak kabul ettiği prensipleri de şamil olduğunu ifade eder.355 Görüldüğü gibi
Gökalp toplumun umûmî kanaatini örf, örfü ise hukukta bir kaynak olarak kabul
etmektedir. Nitekim O, “Fıkhın iki kaynağı vardır. Bunlardan birisi naslar, diğeri ise
351
Ziya Gökalp, “Örf Nedir”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, Sayı: 10, s. 291.
352
Gökalp, “İctimâ’î Usûl-i Fıkh”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, Sayı: 3, s. 86.
353
Gökalp, “Fıkıh ve İctimâ’îyyât”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, Sayı: 2, s. 42
354
Gökalp, “Fıkıh ve İctimâ’îyyât”, s.42.
120
Örftür”356 der. Ona göre şeriatın naslara dayanan kısmı değişmeye kapalı olsa da örfe
dayalı olan kısmı her zaman değişmeye açıktır.357 Bu sebeple halkın teamülleri
doğrultusunda bu alanda bir takım değişiklikler yapılabilir ve yapılmalıdır. Hatta O,
“Bazı fakihlere göre nas örften mütevellit ise mevrid-i nasta bile ictihâda cevaz
vardır”358 diyerek örfün fıkıhtaki sahasının sanılandan da geniş olduğunu iddia eder.
Örfün hukuktaki yerine bu şekilde vurgu yapan Gökalp, hüsün-kubuh teorisini de
örfe dayandırmaktadır. Mükelleflerin fiillerinin nef’ ve zarar ile hüsün ve kubuh
olmak üzere iki açıdan incelenebileceğini belirten Gökalp, fiilleri hüsün-kubuh
açısından ele alan ilmin fıkıh (usûlü) ilmi olduğunu belirtir.359 Böylece O, nef’ ve
zarar ile hüsün ve kubuhu birbirinden ayırmış olmaktadır. Gökalp bu ayrımı
mu’tezileye karşı yapar. Bilindiği gibi mu’tezilî anlayışta bir fiilin hasen ya da kabih
olarak nitelendirilmesi hususunda o fiilin ortaya çıkardığı netice belirleyici bir etkiye
sahiptir. Buna göre faydalı olan iyi, zararlı olan ise kötüdür. “Bir fiilin faydalı ya da
zararlı olduğunu tespit etmek ile hasen ya da kabih olduğu tespit etmek birbirinden
farklı şeylerdir” diyen Gökalp, iyi olan bir fiilin fayda doğurduğu için değil, iyi
olduğuna inanıldığı için iyi olduğunu söyler. Her ne kadar iyi olan fiil toplumsal
açıdan aynı zamanda faydalı da olsa, onun iyiliği faydasından kaynaklanmamaktadır.
Zira fayda ile kayıtlı olan bir davranış iyi olarak nitelendirilemez. İyinin her türlü
kayıttan uzak ve mutlak olması gerekmektedir.360 Mu’tezilenin hüsün-kubuh
anlayışında akıl, ehl-i sünnetin hüsün-kubuh anlayışında ise akıl müdrik olmakla
beraber şer’ hâkimdir diyen Gökalp, hüsün-kubuh’un akli olduğu yönündeki fikri
kabul etmez ve hüsün-kubuh akıl üstüdür361 der. O aklın, sahip olduğu ilmi tecrübe
ile eşyanın kıymet ve keyfiyetine dair bir takım prensipler koyabileceğini kabul etse
de, yine de aklın fiillere kıymet biçemeyeceğini ve onların özelliklerini temyiz
355
Gökalp, “Örf Nedir”, s.291.
356
A.g..m, s. 43, 44.
357
A.g..m, s. 42.
358
A.g..m, s. 42.
359
A.g..m, s. 40.
360
A.g..m, s. 41.
361
A.g..m, s. 42.
121
edemeyeceğini savunur.362 Hüsün-kubuhun şer’e dayalı olduğunu söyleyen Gökalp,
şer’in ise fiillerdeki hüsün ve kubuh’u iki ölçüye göre tayin ve tespit ettiğini belirtir.
Bunlardan birincisi naslar, ikincisi ise örf ’tür. Naslar Kuran ve Sünnetten, Örf ise
toplumsal vicdandan müteşekkildir.363 Dolayısıyla fiillerdeki hüsün ve kubuh
niteliklerini tayin ve tespit eden naslar ve örf’tür. Görüldüğü gibi Gökalp’in hüsünkubuh anlayışı örfe dayalıdır. Çünkü O, yukarıda da belirttiğimiz gibi örfün
kapsamını mümkün olduğu kadar genişletmekte, naslara da şamil hale getirmeye
çalışmaktadır. Hüsün-kubuh açısından mükellefin fiillerine terettüb eden hükümleri
naslara göre vâcib ve haramdan, örfe göre ise ma’rûf ve münkerden ibaret gören
Gökalp, Mübahı ise ne vâcib, ne haram, ne ma‘rûf, ne de münker olarak
nitelendirilmeyen fiiller kategorisine dâhil eder.364 Dolayısıyla Gökalp’in hüsün-kubuh
anlayışında ma’rûf vâcibe, münker ise harama tekabül etmektedir. Buna göre toplumsal
vicdanın ma’rûf olarak kabul ettiği şeyler hasen ve vâcib, münker kabul ettiği şeyler ise
kabih ve haramdır.
Fikri ve siyasi tartışmaların yoğun olduğu ve her alanda reform denecek ölçüde
değişikliğin gündeme geldiği bir dönemde yaşayan Gökalp, hukuk alanında bir takım
reformların yapılması gerektiğini savunmuş, mevcut hukuk anlayışının toplumsal
taleplere karşılık veremediğini düşünmüştür. Çağın ihtiyaç ve şartlarına uygun yeni
bir hukuk (fıkıh) oluşturulmasına olan inancı ve sosyolog kimliği onu yukarıda
açıklamaya çalıştığımız görüşleri savunmaya itmiştir.
Bahsi geçen fikirleri ile
hukukun kaynağını toplumsal teamüllerde gören Sosyolojik ve Tarihçi hukuk
ekollerinden ve özellikle Emile Durkheim’ın pozitivist fikirlerinden ve ahlak
anlayışından etkilendiği anlaşılan365 Gökalp, hüsün-kubuh konusunda Kitap ve
Sünnet ile örf’ü temel ölçü olarak görmektedir. Buna göre hukuki manada hüsünkubuh naslar ile örf’e dayanmaktadır. Ancak Onun, klasik usul teorisinde bağımsız
362
Gökalp, “Hüsün ve Kubuh”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, Sayı: 8, s.230.
363
Gökalp, “Fıkıh ve İctimâ’îyyât”, s. 42.
364
A.g..m, s. 42.
365
Ziya Gökalpteki pozitivist etkiler hakkında Bk. Murtaza Korlaelçi, “Ziya Gökalp’teki pozitivist
etkiler”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 8 (1992), s.59-72.
122
bir kaynak olarak görülmeyen örf vurgusu nassları gölgede bırakmıştır. Gökalp, yeni
hukukun örf esas alınarak tanzim edilmesi gerektiği tezini savunmuştur.366
Örfe hukukta müstakil bir kaynak olma hüviyeti kazandıran Gökalp’e karşı
İslamcı kanadın önemli savunucularından olan İzmirli İsmail Hakkı esaslı eleştiriler
getirmektedir. Hukukta yeniliğe olan ihtiyacı Gökalp gibi kendisi de hisseden
İzmirli, değişimin ne yönde ve hangi esaslar çerçevesinde olması gerektiği
konusunda ise Gökalp’ten farklı düşünür. Gökalp’i özellikle usûl’i-fıkh hakkındaki
kanaatleri sebebiyle metodoloji bakımından şiddetle eleştiren İzmirli İsmail Hakkı,
örfün fıkıh usulündeki yerini ele almış ve Gökalp’in örf konusundaki görüşlerinin
klasik usul anlayışındaki örf düşüncesi ile bağdaşmadığını izah etmeye çalışmıştır.
Esasen gerek Gökalp ve arkadaşları olsun gerekse İzmirli olsun hepsi hukukta bir
değişim ihtiyacından bahsetmişlerdir. Ancak söz konusu değişimin yöntemi
hususunda taraflar arasındaki görüş farklılıkları ihtilafa dönüşmüştür. Gökalp ve
arkadaşları karşısında İzmirli, hukuktaki değişimin klasik anlayış doğrultusunda
şekillenmesi gerektiği kanaatindedir. Örfün hukuktaki yerine dair bir makale yazan
ve bu konuda her mezhebin görüşlerine ayrı ayrı değinen367 İzmirli, örf’ün hukukta
delil değeri olduğunu ancak ona sadece hakkında nass bulunmayan konularda ve
naslara aykırı olmayacak şekilde müracaat edilebileceğini belirtir. Ona göre her ne
kadar örfün sahası geniş ise de yine de nasslar ile sınırlıdır ve naslara muhalif bir örf
delil olamaz. Örf’ü nassların yerine koymak ya da nassların yerini doldurabileceğini
iddia etmek ve böylece delil değeri bakımından örften daha güçlü olan delilleri ihmal
etmek klasik fıkıh usulü ile bağdaşmaz diyen İzmirli, Gökalp ve arkadaşlarının iddia
ettikleri gibi ma’rûf ve münker’in insanlarının örf ve adetlerinin emrettiği şeyler
olmadığını, bilakis ma’rûf’un akılın bilip ser’in tahsîn ettigi; münkerin de, yine akılın
bilip ser’in takbîh ettiği şey olduğunu söyler. Ona göre bu anlamlara gelen ma’rûf ve
366
Dönemin aydınlarından Halim Sabit ve Mustafa Şeref gibi isimler de çeşitli makaleleri ile Ziya
Gökalp’e destek vermişlerdir. Bk. Abdülkadir Şener, “İctimâ’î Usûl’i-Fıkh Tartışmaları”, T.D.V.
İzmirli İsmail Hakkı Sempozyumu, Ankara 1996, s. 319.
367
Bk. İsmail Hakkı (İzmirli), “Örfün Nazar-ı Şer’îdeki Mevkii”, Sebîlürreşâd, İstanbul 1330,
XII/293, s. 129-133
123
münkeri insanların teamüllerine bağlamak, örf ve âdetin ma’rûf dediğini vâcib, münker
dediğini ise haram ile mukayese etmek büyük bir hatadır.368
Gökalp’in örf hakkındaki görüşlerine itiraz sadedinde hüsün-kubuh konusuna da
değinen İzmirli, bu konudaki görüşlerini Iraklı bir öğrencisinin “hüsün ve kubuh
hakkında ehl-i sünnet mezhebi neden ibârettir?” şeklindeki sorusuna cevaben
Sebîlürreşâdda yazdığı “Fıkıh ve Fetâvâ” adlı makale ile yine Sebîlürreşâd
mecmuasında yazdığı “ictimâ’î Usul-i Fıkha İhtiyaç Var mıdır?” başlıklı
makalelerinde dile getirmektedir. Hüsün-kubuh kavramlarının klasik usul anlayışında
dört farklı manada kullanıldığını belirten İzmirli bunlardan üçünün aklen idrak edildiği
konusunda İslam hukukçuları arasında herhangi bir görüş ayrılığının bulunmadığını,
ihtilafın sadece dördüncü manadaki hüsün-kubuh konusunda vaki olduğunu söyler. Buna
göre sıfat-ı kemâl anlamındaki hüsün ile sıfat-ı noksân anlamındaki kubuh (ilmin hasen,
cehaletin kabih olması gibi), garaza muvafık olma anlamındaki hüsün ile garaza muhalif
olma anlamındaki kubuh (bir ülkenin ordusunun galip gelmesinin hasen, yenilmesinin
kabih olması gibi) ve tab’a mülâyim olma anlamındaki hüsün ile tab’a münâfî olma
anlamındaki kubuh (lezzetin hasen, acının ise kabih olması gibi) aklîdir ve bu konularda
şer’ vârid olmasa da akıl onların hasen veya kabîh olduğuna hükmedebilir. Bu
manalardaki hüsün-kubuh konusunda şer’ mutlak manada belirleyici değildir. Bu
konu İslam âlimleri arasında üzerinde ittifak edilmiş bir konudur.369 Dünyada medh
ve zemme, âhirette ise sevap ve ikâba müstahak olma (itaatin hasen, isyanın kabih
olması gibi) anlamındaki hüsün ve kubuh konusu ise İslam hukukçuları arasında
ihtilaflı bir konudur. Mu’tezile’nin bu manadaki hüsün-kubuh konusunda aklı hâkim
gördüğünü belirten İzmirli, ehl-i sünnet mezheplerinden eş’ariler/mütekellimîn
usulcüleri ile hanefî-ma’turidîdiler arasında görüş ayrılığının bulunduğunu ifade eder.
Buna göre daha önce de izah etmiş olduğumuz gibi Mütekellimîn usulcüleri nazarında
şâr’i’in emir ya da nehyi olmaksızın hüsün ya da kubuhtan bahsedilemez. Hüsün-kubuh
vasıfları ancak şer’î hitaptan sonra söz konusu olabilir. Bir şey hüsün sıfatını ancak
Şâr’i’in emri, kubuh sıfatını da yine sadece Şâr’i’in nehyi ile kazanır. Dolayısıyla hüsünkubuh konusunda hâkim olan akıl değil şer’dir. Akıl bu manadaki hüsün-kubuhu tek
368
İzmirli, “Örfün Nazar-ı Şer’ideki Mevkii”, s.129-133.
369
İzmirli, “Fıkıh ve Fetâvâ”, Sebîlürresâd, İstanbul 1330, XII/292, s. 94; “İctimâ’î Usul-i Fıkha
İhtiyaç Var mıdır?” XII/298, s. 212.
124
başına anlayamaz. O, ancak Şâr’i’in bu konudaki hitabını anlamak hususunda yeterli
olabilir. Aklın bunun ötesinde herhangi bir yetkisi yoktur. Ayrıca bazı hanefilerin de
böyle düşündüğünü belirten İzmirli, Ebû Mansûr Ma’turidi ile Irak Hanefî ulemasının ise
ma’rifetullah’ın vücûbu konusunda aklı hâkim, ameli konularda ise aklı sadece müdrik
olarak gördüklerini söyler. Buna göre akıl ma’rifetullah konusunda mûcib iken ameli
konularda mûcib değil müdriktir. İzmirli, sahib-i Mîzân olarak takdim ettiği Hanefî
hukukçusu Semerkandî’nin ise aklı adalet ve ihsân gibi alken idrâk olunan konularda
hâkim, aklen idrak olunamayan konularda (özellikle şer’î amelî konular) şer’î hitabı
anlamanın bir vasıtası olarak kabul ettiğini belirtir. Hanefilerin genel kanaatini “bu
mezhepte hüsün-kubuh konusunda akıl müdrik olsa da hâkim olan şer’dir” sözleriyle
ifade eden İzmirli, Ebû Zeyd ed-Debûsî, Fahrulislâm Pezdevî, Sadrüsşerîa’, Molla
Fenârî, Molla Hüsrev ve İbn Kemâl Paşa gibi hukukçuların bu kanaatte olduğunu
belirtir. Buna göre akıl bir fiilin fayda ve zararını temyiz ve bunun sonucunda hüsün ve
kubhunu takdir etse de söz konusu fiil hakkında bu vaciptir ya da haramdır şeklinde bir
hüküm veremez. Böyle bir hükmü vermeye aklın gücü yetmemektedir. Bu hükümler
ancak Şâr’i’in verebileceği hükümlerdir. 370
Klasik usul anlayışında hüsün-kubuh etrafında ortaya çıkan tartışmaları ve kanaatleri
bu şekilde gündeme getiren İzmirli, Gökalp ve arkadaşlarının “hüsün ve kubuhun biri
naslara diğeri ise örfe dayanan iki kaynağı vardır” şeklindeki iddialarına itiraz eder ve
İslam hukuku açısından hüsün-kubuhun tek bir kaynağı olduğunu, bunun da sadece
şeriat olduğunu belirtir.371 Fıkıh bir taraftan vahye, diğer taraftan örfe dayanır. Bu
sebeple İslâm şeriatı hem ilahi hem toplumsaldır diyen Gökalp’in bu iddiasının bâtıl
olduğunu belirten İzmirli, Fıkhın bir taraftan vahye, diğer taraftan örfe dayandığının
söylenemeyeceğini, belki bir taraftan vahye, diğer taraftan kişisel görüşe (re’y),
dayandığının söylenebileceğini ifade eder.372 Görüldüğü gibi İzmirli, Gökalp ve
arkadaşlarının örf ile temellendirmeye çalıştıkları hüsün-kubuh konusunda klasik
usul anlayışındaki tartışmalar çerçevesinde kalınması gerektiğini belirterek örfe
müstakil bir delil olma hüviyeti kazandırma gayretlerine itiraz etmektedir. O, yeni bir
fıkıh usûlü meydana getirmenin gereğine inansa da Gökalp ve arkadaşlarının ortaya
370
İzmirli, “Fıkıh ve Fetâvâ”, s.94-97.
371
İzmirli, “Örfün Nazar-ı Şer’îdeki Mevkii”, s. 133.
372
İzmirli, “İctimâ’î Usul-i Fıkha İhtiyaç Var mıdır?”, s.214.
125
atmış olduğu “İctimâ’î Usûl’i-Fıkh” tartışmalarını lüzumsuz görmekte ve bunun
hiçbir fayda doğurmayacağını belirtmektedir. Ona göre diğer bütün konularda olduğu
gibi örf ve adetler konusunda da müctehidlerin ortaya koymuş oldukları görüşlere
bağlı kalınması gerekmektedir. Ancak böyle bir “ictimâ’î usûl’i-fıkıh” yeni bir hukuk
oluşturmak için faydalı olabilir.373
III) İbâha Alanının Hüsün-Kubuh ile İlişkisi
Hüsün-kubuh meselesinin ilgili olduğu bir başka konu da ibâha konusudur.
Nitekim Seyyid Bey ibâha konusunun hüsün-kubuh meselesi ile çok yakın bir
münasebetinin olduğunu belirtmektedir.374 Hakkında her hangi bir şer’î hüküm
bulunmayan, bir başka ifade ile Şar’i’in emir ya da nehiy formundaki hitabına konu
olmayan fiillere hangi hükmün verileceği ve ilahi irade tarafından mübah olduğu
belirtilen bir fiilin hüsün ya da kubuh vasıfları ile muttasıf olup olmadıkları konusu
İslam hukukçularının üzerinde durdukları önemli konular arasındadır. Klasik usul
eserlerinde İslam hukukçuları ibâha alanının şer’î hüküm kapsamında değerlendirilip
değerlendirilemeyeceğinden, ibâha’nın hüsün ve kubuh ile muttasıf olup olmadığına
kadar pek çok soruya cevap aramışlardır. Şunu belirtelim ki bizim bu bapta ele
aldığımız ve hakkındaki görüşlere yer verdiğimiz ibâha,
ibâha-i şer’iyye olup
Şar’i’in hitabı ile sabit olan ibâhadır. İbâha’nın bir başka türü olan ibâha-i asliyye ise
şer’i hitaptan önce sabit olan ibâhadır ki bu ibâha türü ayrı bir tartışma konusudur.
Bilindiği gibi İslam hukukçuları mükellefin fiilleri ile ilgili olarak üç temel
kategoriden bahsetmektedirler. Vâcib, haram ve mübah. Yani Şâri’ mükelleflere ya
bir şeyin yapılmasını ya da yapılmamasını emretmekte veyahut da yapılıp
yapılmaması konusunda mükellefleri serbest bırakmaktadır. Buna göre Şâri’in
mükelleflerden yapmalarını istediği, ifâsı sevap terki ceza doğuran fiilin hükmü
vâcib; Şâri’in mükelleflerden yapmamalarını istediği, ifası ceza terki sevap doğuran
fiilin hükmü haram; Şâr’i’in yapılması ya da yapılmaması konusunda herhangi bir
373
A.g.m, s. 215-216.
374
Seyyid Bey, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917), s. 80.
126
direktifte bulunmadığı, ifası ya da terki Şâr’i nazarında herhangi bir hukuki sonuç
doğurmayan fiilin hükmü ise mübahtır.375
“Açığa çıkmak”, “geniş olmak” anlamlarındaki “b-v-h” fiilinden türemiş olan
ibâha kelimesi sözlükte “açığa çıkarmak”, “genişletmek”, “serbest bırakmak”, “yetki
vermek” gibi anlamlara gelmektedir.376
Fıkhi ıstılahta ise ibâha, Şâri’in yapılmasını ya da terkini talep etmediği ve
mükellefin yapmak ya da yapmamak konusunda serbest bırakıldığı durum377 olarak
tanımlanır. Cessâs ibâha’yı ifası sevap terki de günah gerektirmeyen fiil378 olarak
tanımlamaktadır. Bütün bu tanımların ortak noktası ibâha’nın mükellefin yapıp
yapmama konusunda serbest kaldığı ve ifası ya da terkinin herhangi bir hükme
bağlanmadı türden fiiller olduğudur. Mu’tezilî hukukçu Kâdî Abdülcebbâr ise
mübah’ı doğrudan ya da dolaylı olarak herhangi bir menfaat doğuran ve zarardan
beri’ olan fiil379 olarak tanımlar.
Genel
olarak
İslam
hukukçuları
ibâha’yı
şer’î
hükümler
kapsamında
değerlendirmektedirler.380 Ancak Mu’tezileden bazıları buna itiraz etmiştir. Örneğin
Mu’tezileden
Kâbî
(319/931)’ye
göre
dinde
mübah
diye
bir
hüküm
bulunmamaktadır. Çünkü İslam’da mükellefin yapmakla yapmamak arasında serbest
olduğu bir durum yoktur. Bir şey ya yapılmalı ya da yapılmamalıdır. Dinde
yapılması ile yapılmaması birbirine denk olan bir durumdan bahsedilemez.
Fiillerdeki zarar ve menfaat birbirine tam olarak eşit olmadığından dolayı Şâri’-i
Teâlâ menfaati zararından çok olan şeyin yapılmasını, zararı menfaatinden çok olan
375
Bk. Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl, s. 46-47.
376
İbn Fâris, Mu’cemü’l-Mekâyisü’l-Luğa, I, s.315; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, I, s.834; Tehânevî,
Keşşâfu İstâlâhâti’l-Funûn ve’l-Ulûm, I, s.79.
377
Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-İrşâd, II, s.17; Gazâlî, Mustasfâ, I, s.107; Âmidî, İhkâm, I, s.106; Şâtıbî, el
Muvâfakât /İslami İlimler Metodolojisi, I, s. 101; Tehânevî, Keşşâf, I, s.78.
378
Cessâs, el-Fusûl, III, s.247. Hanbeli Hukukçu Ebû Ya’lâ’nın tanımı da aynıdır. Bk. el-‘Udde fî
Usûli’l-Fıkh, I, s.167.
379
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XVII (eş-Şer’iyyât), s. 146.
380
Gazâlî, Mustasfâ, I, s. 122; Âmidî, İhkâm, I, s. 107; Tehânevî, Keşşâf, I, s. 79.
127
şeyin ise terk edilmesini emretmiştir. Dolayısıyla övülmeyi de kınanmayı da
gerektirmeyen bir durumdan bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki mükelleflerin,
yaptıkları her işte gözettikleri bir takım faydalar vardır. Bir kimse bir fiili ya sevap
kazanmak ya da cezadan kurtulmak için yapar. O halde ifası ya da terki herhangi bir
hukuki sonuç doğurmayan bir fiilden bahsedilemez.381 İşte bu sebeple şer’i hükümler
arasında Mübah diye bir hüküm yoktur. Her fiil sahip olduğu fayda ya da zarar
katsayısına göre emredildiği ya da nehyedildiği için mübah emir kapsamındadır.
382
Görüldüğü gibi mu’tezileden Kâbî ve ona tabi olanlara göre dinde hükmü boş
bırakılmış bir alan olmadığından mübah emir kapsamında değerlendirilmiştir.
İslam hukukçularının genel kanaatine göre ise emir kavramı yapma ya da
yapmama yönünde bir talep içerdiğinden dolayı mübah emir kapsamında
değerlendirilemez. Zira mübahta böyle bir talep bulunmamaktadır.383 Mübah’ı şer’i
hükümler kapsamında değerlendiren Gazâlî, nasıl ki vâcib cevaz anlamına
gelmiyorsa mübah da emir anlamına gelmez diyerek emrin bir talep içerdiğini ve bir
gereğinin olduğunu, mübahta ise ne bir talep ne de bir gereklilik bulunmadığını
belirterek384 Mübah’ın emir kapsamında değerlendirilemeyeceği yönündeki genel
kanaate katılır. Mâlikî bir hukukçu olan Şâtıbî’ye göre de mübah talep kabilinden
değildir. Ona göre Şâr’i’in mübah olan bir fiilin işlenmesi ya da terki konusunda
herhangi bir tercihi yoktur. Şâri’ bunu mükellefin tercihine bırakmıştır. Mükellef
tercihini hangisinden yana kullanırsa Şâri’in tercihi de o yöndedir. Bu sebeple
Şâtıbî’ye göre mübah’ın mübah olması ciheti ile işlenmesi ya da terki talep
edilmemektedir.385 Bununla birlikte O mübah’ın ancak cüz’î olarak, yani harici
unsurlardan soyutlanmış bir şekilde düşünüldüğünde böyle olduğunu, harici unsurlar
devreye girdiğinde, yani külli olarak düşünüldüğünde ise (örneğin işlenmesi ya da
terki talep edilen bir fiile hizmet etmesi halinde) ifâ ya da terk yönünde talebe konu
olabileceğini belirtir. Buna göre mübah eğer bir başka fiile hizmet ediyorsa o fiilin
381
Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, S.54.
382
Âmidî, İhkâm, I, s. 108; Tehânevî, Keşşâf, I, s. 79.
383
Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-İrşâd, II, s.17; Âmidî, İhkâm, I, s. 107.
384
Gazâlî, Mustasfâ, I, s. 120.
385
Şâtıbî, el Muvâfakât /İslami İlimler Metodolojisi, I, s.114, 116, 120.
128
hükmüne nisbetle hüküm kazanmaktadır.386 Hanbelî hukukçu İbnü’n-Neccâr da
mübah’ın emir kapsamında değerlendirilemeyeceğini, Kâbî’nin bu konuda yalnız
kaldığını belirtmektedir.387
İbâha alanının hüsün-kubuh ile ilişkisine, yani akli mi yoksa şer’î mi olduğu
konusuna gelince, mu’tezili hukukçu Ebu’l-Hüseyn el-Basri, mükellefin fiillerinin
akla göre hasen ve kabih olmak üzere ikiye ayrıldığını, bunlardan hasen’in de îfâsı
terkine tercih edilen ve edilmeyen şeklinde iki kısım olduğunu ve îfâsı terkine aklî
olarak tercih edilmeyen hasene mübah dendiğini 388 belirtir. Buna göre mübah hasen
kapsamındadır ve aklîdir. Ebu’l-Hüseyn el-Basri’nin hocası Kâdî Abdülcebbâr da
mübah’ın akla uygun olarak gerçekleşen fiiller ( ‫و ان ﺗﻜﻮن اﻷﺑﺎﺣﺔ ﺟﺎر ﺔ ﻋﻠﻰ طﺮوق اﻟﻌﻘﻞ‬
)389 olduğunu söylemektedir. Mu’tezileye göre içinde fayda barındıran ve kişiye
herhangi bir zararı olmayan her fiil aklî olarak mübahtır. Zira mu’tezilenin
anlayışında mübah, mendûb, mahzûr ve vâcib gibi hükümler akılda yerleşik bir halde
şer’den önce mevcuttur. Daha önce de belirttiğimiz gibi mu’tezili düşüncede aslolan
bir fiilin fayda ya da zarar yönüdür. Örneğin bir kimse bir başkasına kendi
mülkünden faydalanmak konusunda izin verse, ancak bu durumun o kimseye
herhangi bir faydasının olmadığı ve zarar vereceği sabit olsa bu durumda o fiil yine
de mübah değil mahzûr hükmünü alır.390 Dolayısıyla mu’tezilî anlayışta emir ve
nehiyde olduğu gibi mübahta da fayda kavramı kilit bir rol oynamaktadır. Kâbî gibi
bir takım mu’tezilî âlimlere göre İbâha bir şeyin îfâsı ya da terki konusunda mükellef
için herhangi bir sıkıtının bulunmaması demektir. Şâri’ bir şeyin mübah olduğunu
bildirerek bu konuda herhangi bir sıkıtının bulunmadığını haber vermektedir.
Hâlbuki sıkıntının bulunmadığı şer’den önce de sabittir. Yani şer’ söz konusu fiilin
hükmünü değiştirmemekte ve aynı hal üzere devam ettiğini bildirmektedir. Demek ki
ibâha konusunda şer’ yeni bir şey söylemez. O halde ibâha alanı şer’i değil aklîdir.391
386
Şâtıbî, a.g.e, I, s.130-132.
387
İbnü’n-Neccâr, Şerhu’l-Kevkebi’l-Münîr, I, s.424.
388
Ebu’l-Hüseyn el-Basri, el-Mu’temed, II, s.315.
389
Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XVII (eş-Şer’iyyât), s. 144.
390
Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e, s.145, 147.
391
Râzî, el-Mahsûl, I, s.237; Âmidî, İhkâm, I, s. 108.
129
Özetle mu’tezilî anlayışta ibâha alanı şer’in herhangi bir müdahalede
bulunmadığı, aklın da îfâsı ve terkini eşit düzeyde gördüğü davranışlar olarak392
tanımlanabilir. Buna göre mübah, aklın yapılması ya da terki konusunda birini
diğerine tercih etmediği, şer’in de aklın bu kanısı değiştirecek herhangi bir şey
söylemediği alandır.
İbaha alanının şer’i olduğunu düşünen mütekellimîn usulcülerinden Bâkıllânî
mübah’ın hasen mi yoksa kabih mi olduğu konusunda herhangi bir değerlendirme
yapılamayacağını, zira mübah bir fiili işleyen kimsenin övüleceği ya da terk edenin
yerileceğine dair herhangi bir delilin bulunmadığını söyler.393 Her mübah’ın bir
mübîh’i gerektirdiğini belirten Gazâlî ise, söz konusu mübîh’in Şâri’ olduğunu ve
Şâri’in hitabı olmaksızın mubahtan bahsedilemeyeceğini ifade etmektedir.394 Buna
göre bir fiilin yapılmasının ya da yapılmamasının serbest olduğuna dair ilahi bir hitap
yok ise mubahtan bahsedilemez. Gazâlî, “mübih akıldır, akıl çirkini haram, güzeli
vâcib, ne çirkin ne de güzel olanı ise mübah kılar, yani serbest bırakır” iddiasına ise
“akıl, çirkin ya da güzel olanı tespit edemez ki mübah kılsın” şeklinde cevap
vermektedir.395 Ona göre vâcib ve haramda olduğu gibi mübah hükmü için de şer
gereklidir. Çünkü ibâha’nın anlamı Şâri’’in “yapıp yapmamak konusunda
serbestsiniz. İster yapın ister yapmayın” şeklindeki HİTABIDIR ve mübah,
serbestliği şer’ yolu ile bilinen durumdur.396 Gazâli ibâha’nın hasen mi yoksa kabih
mi olduğu sorusuna ise hasenin, bir kimsenin yapmak ya da yapmamak konusunda
serbest olduğu şey anlamında kullanılması durumunda mübah’ın hasen olduğunu,
hasenin, yapanın övgüyü hak ettiği şey anlamında kullanılması halinde ise mübah’ın
hasen kapsamında görülemeyeceğini397 belirterek cevap verir.
392
Mübah’ı Şâr’i’in
Talip Türcan, “Sünnî ve Mu’tezilî Fıkıh Usûlünün Tanımlanmasında Bir Kriter Olarak Şer’ilik
Algısı ve İbâha Alanının Şer’ iliği Sorunu Bağlamında Bir Örnekleme”, Ma’rife, Yıl 5, Sayı 3 (2005),
s.210.
393
Bâkıllânî, et-Takrîb ve’l-İrşâd, II, s.20.
394
Gazâlî, Mustasfâ, I, s. 101.
395
Gazâlî, aynı yer.
396
Gazâlî, a.g.e, I, s.104, 121.
397
Gazâlî, a.g.e, I, s. 121.
130
iktizaya taalluk etmeyen hitabı398 olarak tanımlayan Âmidî’ye ve Râzî’ye göre de
mübah Şâri’in hitabıdır ve şer’den önce ibâhadan bahsetmek mümkün değildir.399
İbâha‘nın hüsün-kubuh ile ilişkisi konusunda Râzî ve Âmidî, Gazâlî’ye benzer
ifadeler kullanmaktadırlar.
Mütekellimin usulcülerinin yukarıdaki ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla onlara
göre ibâha alanı ifası ya da terkine Şâri’ tarafından izin verilen davranışlar alanıdır.
Bir davranışın mübah olup olmadığı tıpkı emir ve nehiyde olduğu gibi şer’i hitaba
bağlıdır. Bu sebeple ifası ya da terkinin mübah olduğuna dair şer’i hitap olmayan bir
fiil hakkında aklen onun mübah olduğu söylenemez. Çünkü mübah şer’i olarak
bildirilen şeydir. Bu düşüncelerine uygun olarak onlar şer’i hükmü Şari’in iktiza (bir
şeyin yapılması/emir, ya da yapılmamasına/nehiy yönelik talep), tahyir ve vad’
açısından mükellefin fiillerine ilişkin hitabı
400
olarak tanımlamaktadırlar.
Tanımlardan da anlaşıldığı üzere “tahyir” hitap kapsamındadır.
Mübahı ifası ve terki Şâri’ nazarında eşit olan şey401 olarak tanımlayan hanefi
hukukçuların ibâha alanının hüsün-kubuh ile ilişkisi hakkında açık görüşleri
kaynaklarda yer almamakla beraber onların Şari’in iktiza (bir şeyin yapılması/emir,
ya da yapılmamasına/nehiy yönelik talep), tahyir (bir şeyi yapıp yapmama
konusunda serbest bırakma) ve vad’ açısından mükellefin fiillerine ilişkin hitabının
sonucu402 şeklindeki şer’i hüküm tanımından ve hüsün-kubuh konusundaki genel
knaatlerinden ibâha alanını ilahi hitap kapsamında gördükleri anlaşılmaktadır.
398
Âmidî, İhkâm, I, s. 85.
399
Râzî, el-Mahsûl, I, s.237; Âmidî, a.g.e, I, s.107.
400
Bk. Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdu’l-Fuhûl min İlmi’l-Usûl, Thk: Mustafa Saîd el-Hinn-
Muhiddin Dîb, Dâru’l-Kelimü’d-Tayyib, Dımaşk 2009, s. 42. ( ‫ﻄﺧ ﻮھﺎب ﷲ ﺗﻌﺎﻟﻰ اﻟﻤﺘﻌﻠﻖ ﺑﺄﻓﻌﺎل اﻟﻤﻜﻠﻔ ﻦ‬
‫) وأ ءﺎﻀﺘﻗﻻﺄﺑ اﻟﺘﺨ ﺮ ﻊﺿﻮﻟا وأ‬
401
Sadruşşerîa’, et-Tavdîh, II, s.271; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-Usûl, s. 278.
402
Bk. Molla Hüsrev, Mir’atü’l-Usûl, (İzmirî’nin Haşiyesi ile Birlikte), II, s.398. ( ‫ﻄﺧ ﺮﺛأﻮھﻰﻟﺎﻌﺗ ﷲ بﺎ‬
‫) اﻟﻤﺘﻌﻠﻖ ﺑﺄﻓﻌﺎل اﻟﻤﻜﻠﻔ ﻦ ﺑﺄﻻﻗﺘﻀﺎء أو اﻟﺘﺨ ﺮ أو اﻟﻮﺿﻊ‬
131
Dolayısıyla mütekellim ve hanefi usulcülerine göre mübah, Şâri’in vacip ya da
haram kılmadığı veya hakkında herhangi bir hüküm vermediği fiiller değil, aksine
bizzat mübah olduğunu belirttiği fiillerdir. Onlar ibâha ile Şâri’in mükellefi bir şeyi
yapma
ve
terk
etme
arasında
muhayyer
bırakma
şeklindeki
hitabını
kastetmektedirler. Bu sebeple onların nezdinde ibâha alanı da tıpkı emir ve nehiy
normlarında olduğu gibi aklî değil şer’îdir.
132
SONUÇ
İnsanlık tarihinin kadim problemlerinden birisi olan iyi ve kötünün
kaynağının ne olduğu, insanın eşyaya atfettiği değer ile bu değerin insana yüklediği
sorumluluk arasında ne tür bir münasebetin bulunduğu konularının tartışıldığı hüsünkubuh meselesi, gerek batı gerekse İslam düşüncesinde pek çok ilmi disiplin
içerisinde ele alınan ve üzerinde yoğun tartışmalar yaşanan önemli bir meseledir.
Batı düşüncesinde özellikle ahlak ve hukuk felsefesi alanında gündeme gelen hüsünkubuh tartışmaları, İslam düşüncesinde ise özellikle fıkıh usûlü ve kelam
disiplinlerinde ele alınmış ve incelenmiştir. Esasen “ahlâkî anlamda iyi ve kötü
nedir?” “bir davranışı ahlaki anlamda İyi ve kötü kılan şeyin kaynağı nedir?” gibi
felsefi sorular etrafında ortaya çıkan ve gelişen tartışma, zamanla hukuk düşüncesine
de sirayet etmiş ve hukuki manada iyi ve kötünün kaynağının ne olduğu, bir şeyi
hukuki açıdan iyi ve kötü yapanın, hukuk kurallarını bizim için bağlayıcı kılanın, bir
diğer ifadeyle hukuki sorumluluk doğuracak şekilde hukuk kurallarına kaynaklık
eden şeyin ne olduğu gibi sorular gündeme gelmiş ve tartışma hukuki bir boyut
kazanmıştır.
Hukuk tarihi incelendiğinde hukukun kaynağının ne olduğuna ilişkin olarak
pek çok görüşün ortaya çıktığı görülmektedir. Bu görüşlerden bazıları toplumsal
hayatı düzenleyen hukuk kurallarının kaynağını bilinçli bir iradeye dayandırırken,
bazıları da irade dışı bir takım kaynaklar aramaya yönelmiştir. Hukuk kurallarının
kaynağını bilinçli ve muayyen bir iradenin dışında arayanlar teoriler içerisinde
hukukun bir “değer”e dayanması gerektiği fikrini kendisine çıkış notası olarak alan
Tabii hukuk nazariyesine göre insanların tabiatlarından gelen sabit ve değişmez,
objektif bir takım prensipler ve ölçüler vardır. İşte hukuk bu tabii ölçülerden neş’et
etmektedir. Bu teoriye göre akıl her türlü kaidenin mutlak ölçüsü olduğu gibi
hukukun da gerçek manada kaynağını oluşturmaktadır.
Batıda yaşanan bu tartışmaların İslam düşüncesindeki karşılığı olan ve teorik
zemini insanın özgür bir iradeye sahip olup olmadığı ve ilahi fiillerde herhangi bir
gayenin bulunup bulunmadığı şeklindeki felsefi-kelâmî sorulara dayanan hüsün-
133
kubuh tartışması, İslam düşüncesinde biri ontolojik diğeri ise epistemolojik mahiyet
arz eden iki temel soru etrafında ele alınmış ve incelenmiştir. Bunlardan birincisi
eşyanın tabiatında zati olarak iyi-kötü şeklinde herhangi bir objektif değerin bulunup
bulunmadığı (eşyanın ontolojik mahiyeti), ikincisi ise iyi ve kötünün bilgisine hangi
yolla ulaşılacağı, bir başka ifadeyle iyi ve kötünün kaynağının ne olduğu sorusudur
(eşyanın epistemolojik mahiyeti).
Çalışmamız neticesinde ulaştığımız sonuca göre bütün teorisini beş temel
prensip üzerine inşa eden, Allah’ın mutlak adaletini her şeyin üstünde tutan ve bütün
izahlarını akli bir temele dayandırmayı kendisine gaye edinen mu’tezile ekolü
prensipte hüsün-kubuh niteliklerinin eşyanın tabiatında önceden sabit ve değişmez
bir şekilde var olduğu fikrini savunmakta, aklın da söz konusu nitelikleri idrak
edebilecek bir özellikte yaratıldığını, dolayısıyla şer’i hitap olmasa da aklın eşyadaki
bu hüsn ve kubh niteliklerini bilebileceğini ve aklın bu bilgisinin bizim için bağlayıcı
olduğunu iddia etmektedir. Şafii, maliki ve hanbeli hukukçulardan mürekkep
mütekellimin usulcüleri ise eşyanın tabiatında şer’i hitaptan önce objektif bir değer
bulunmayıp eşyaya değer yükleyenin şer’ olduğunu iddia etmekte, şer’i hitap
olmaksızın aklın hiçbir şeyin hüsn ve kubh’nu idrak edemeyeceğini, dolayısıyla
akılın, şer’i hükümlerin fiillere taallukunu, yani söz konusu fiillerin doğurduğu
hukuki sonucu bilemeyeceğini iddia etmektedirler. Tartışmanın taraflarından birisi
olan hanefi-ma’turidî yaklaşım da mu’tezilenin görüşüne paralel bir şekilde prensip
olarak şerrin vürudundan önce eşyanın tabiatında ve beşeriyetin hafızasında ister zati
olsun ister ‘ârızî olsun iyilik ve kötülük vasıfları ve mefhumları mevcut olduğunu
düşünmektedir. Eşyanın ontolojik mahiyetine ilişkin görüşleri ile mu’tezili
düşünceye paralel duran hanefi-ma’turidi hukukçular, iş hukuki sorumluluğun
kaynağına gelince mütekellimin usulcülerininin görüşlerine yakın bir görüş
benimsemektedirler. Hanefi-Maturidi bilginlerin genel kanaatine göre Şâri’in emir ve
nehiy yönündeki iradesi olmaksızın akıl hiçbir şeyi vacip ya da haram kılamaz. Aklın
böyle bir yetkisi yoktur.
Eşyanın ontolojik mahiyetine ilişkin olarak ortaya koymuş oldukları görşler
incelendiğinde her üç yaklaşımın da ontolojik açıdan bir takım harici şartlara göre
134
değişiklik gösterebilen daha esnek bir hüsün-kubuh anlayışa sahip olduğu
söylenebilir. Her üç anlayışa göre de mutlak manada hasen ya da kabih olan sadece
ilahi irade tarafından emredilen ya da nehyedilen şeylerdir. Bunun dışında mutlak
manada objektif bir değer yoktur. Bizim kanaatimize göre de eşyanın ya da fiillerin
niteliği mutlak ve değişmez değildir. Fiilleri onları çevreleyen dış şartlardan
kesinlikle ayrı düşünmemek gerekir. Aksine her bir fiili irtibat halinde olduğu şartları
dikkate alarak değerlendirmek gerkir. Gerçekten de bazı durumlarda iyi olan bir
davranış bazı durumlarda kötü olabilmektedir. Bu yönüyle değerlerin izafi olduğu
fikri doğrudur. Ancak Mütekellimin usulcülerinin dediği gibi eşyanın ya da ef’âlin
bütün yönleri ile nötr ve izafi olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Eşya
tamamen değer yüklü olmadığı gibi tamamen nötr de değildir. İnsanlığın ortak
aklının iyi ya da kötülüğüne ittifâken karar verdiği, vicdanlarda yer etmiş bir takım
evrensel değerlerin var olduğu muhakkaktır. Bu sebeple Hanefi-Maturidi yaklaşım
bizce daha makul, mutedil ve gerçekçi bir yaklaşımdır.
Aklın fiillerdeki hüsün ve kubuh niteliklerini idrak edip edemeyeceği ve aklın
bu bilgisinin hukuki sorumluluk doğurmaya yetip yetmeyeceği konusunda da
kanaatimiz hanefi-ma’turidî hukukçuların kanaatiyle paraleldir. Bizim kanaatimize
göre de akıl, pek çok şeyi bilecek bir istidada sahiptir ve fiillerdeki hüsün ve kubuh’u
da bilir. Ama bu onun her şeyin bilgisine sahip olacağı ya da sahibi olduğu bilgi
hususunda yanılmayacağı anlamına da gelmemektedir. Akıl pek çok doğru hükme
ulaştığı gibi yanlış bir takım sonuçlara da ulaşır. Ayrıca her ne kadar akıl iyi ile kötü
arasındaki kategorik ayrımın farkına varsa da, tercihini her zaman iyiden yana
kullanmamakta, bazen harici bir takım faktörlerin etkisi ile kötü olana da tevessül
edebilmektedir. Zira o her türlü tahrip ve tahrike açık bir mahiyette yaratılmıştır. Onu
asli mecrasından saptıracak harici etkilere karşı her zaman doğru tepkiler
verememektedir. Nitekim insanın varlık sahnesine çıktığı andan itibaren bütün
kötülüklerin altında aklı başında insanların imzası vardır. Bu sebeple insan aklının bu
yanılabilirlik hakkını teslim etmek gerekir. Eğer akıl her türlü sorumluluğun kaynağı
olarak görülürse bu aklı üstesinden gelemeyeceği ağır bir yük ile töhmet altına
sokmak anlamına gelir. Kaldı ki sırf vahiy gibi bir olgunun ve peygamberlik gibi bir
135
kurumun var olması, aklın bu dünyadaki sorumlulukların üstesinden tek başına
gelemeyeceğinin ve bu konuda yetersiz kalacağının yeterli bir delilidir.
Öte yandan akıl yaratılışı itibarıyla mütekamil bir varlık da değildir. O, bir
takım nâkısalar ile maluldür. Bu sebeple her şeyde olduğu gibi insan aklının da bir
tekâmül süreci vardır. İnsan aklı her dönemde biraz daha gelişmekte, yaptığı
izahlarla her an kendini aşmaktadır. Geçmişte oldukça makul ve mantıklı kabul
edilen pek çok akli prensip bugün geçerliliğini yitirmiştir. Bugün için aklın ulaştığı
en önemi hakikat dediğimiz bilgiler belki yüzyıllar sonra tarihte kalmış birer saçma
düşünceye dönüşecek, bugün aklen ulaşılması imkânsız görülen şeyler asırlar sonra
birer basit bilgiye dönüşecektir. Çünkü akıl da tekâmül etmekte, tecrübe kazanmakta
ve olgunlaşmaktadır. Dolayısıyla aklı mutlak ölçü olarak almak sağlıklı bir davranış
değildir.
Şunu belirtelim ki bütün bu tartışmalar neticesinde ortaya çıkan ve
tartışmanın tarafları arasında gerek aklı merkeze alıp vahye önceleyenlerden, gerekse
vahin bildirimlerini her şeyin önünde tutanlardan olsun, hemen hiç kimsenin itiraz
etmediği nihai netice ise, hem aklın hem vahyin gereksiz olmadığı, dahası hakikate
ulaşma yolunda ikisinin de inkâr edilemeyecek ölçüde gerekli olduğu neticesidir.
Hüsün-kubuh niteliklerini mu’tezile ve hanefi-ma’turidî hukukçular gibi
vahyin bildirimi öncesinde fiillerin özünde var kabul etmek vahyin gereksiz ve
lüzumsuz olduğu anlamına gelmediği gibi, söz konusu vasıfların ilahi emirler
sonrasında oluştuğunu iddia etmek de aklı lüzumsuz ve gereksiz görmek anlamına
gelmemektedir. Hüsn-kubh niteliklerinin vahiy gelmeden de biliniyor kabul edilmesi
hiçbir zaman vahyi bildirime ihtiyaç duyulmayacağı şeklinde anlaşılmamıştır. Aynı
şekilde hüsn-kubh vasıflarının ancak vahyin bildirimi ile sabit olduğu fikri hiçbir
kesim
tarafından
aklın
büsbütün
atıl
bir
vaziyette
beklediği
şeklinde
değerlendirilmemiştir. Ne mu’tezilenin, ilahi hitabı lüzumsuz hale getirecek şekilde
her şeyi akla dayandırmak gibi bir amacı vardır, ne de mütekellimin usulcüleri her
türlü kıymet hükmünü şer’e dayandırarak aklı atıl bırakmaya çalışmaktadır.
136
Dolayısıyla İslam düşüncesinde hiçbir zaman batıdakine benzer şekilde bir akıl
anlayışı olmamıştır. Müslüman düşünürlerin bahsettiği akıl batı düşüncesinde hâkim
olan ve özellikle Dercartes, Spinoza, Leibniz ve Wolff gibi düşünürlerin hararetle
savunuculuğunu yaptıkları “rasyonel akıl” değil,
safiyetini yitirmemiş
ve
bozulmamış olan “akl-ı selîm” dir. Özellikle mu’tezili düşünürlerin hüsn-kubh
yaklaşımının batıdaki tabii hukuk anlayışı ile benzeştiği yönler olsa da mu’tezileye
gönül vermiş olanlar da dâhil hiçbir Müslüman düşünür hiçbir zaman batı
düşüncesinde olduğu gibi katı rasyonalist bir bakış açısına sahip olmamıştır. Hüsünkubuh teorisinde akla aşırı güven duyarak ona çok önemli bir mevki tahsis edip,
konuyu büyük ölçüde aklın prensiplerine göre izah etmeye çalışsa da mu’tezilenin
naslardan kopuk bir hakikat kurgusu yaptıkları söylenemez. Onların hukukun
kaynağına ilişkin olarak ortaya koymuş olduğu fikirler hiçbir zaman batı
düşüncesindeki gibi laik-seküler bir hukuk oluşturma gayesine matuf olmamıştır.
Mu’tezile hüsün-kubuh hakkındaki kanaatleriyle insanın özgür ve sorumlu bir varlık
olduğunun akli izahını yapmaya çalışmış, bazı noktalarda aklın sınırlarını zorlasa da
ona tabii hukuk düşüncesindeki gibi tam bir yetki vermemiştir. Dolayısıyla İslam
düşüncesinde dinden tamamen bağımsız bir hukuk ve ahlak anlayışının varlığı
mu’tezili düşünürler de dâhil hiç kimse tarafından kabul görmemektedir. Bu sebeple
insan aklı vahiyden bağımsız olarak herhangi bir hukuk kuralı ihdas edebilir
mi? sorusuna esasen her üç ekol de hayır cevabını vermektedirler. Zira İslam
düşüncesinde akıl ile vahiy birbirinin alternatifi olmayan, biri diğerinin yerine ikame
edilemeyen ve birbiri ile uyum sağlayan iki önemli kıymet olarak kabul edilmektedir.
Akıl ile vahyin sahip olduğu ortak bir zemin İslam düşüncesinde her zaman mümkün
görünmüştür. Bununla birlikte hak ve hakikatin tayin ve tespitinde aklın gerekli ama
yetersiz bir değer olduğu da üzerinde önemle durulan bir husustur. Akıl ne hiçbir
şeyi anlayamayacak, keşf edemeyecek ve kavrayamayacak kadar aciz, güçsüz ve
yetersiz; ne de her şeyi idrak ve izah edebilecek kadar güçlü ve yeterlidir. Aksine akıl
her şeyi anlamak, kavramak ve izah etmek için gerekli ama bir o kadar da
yetersizidir. Bu sebeple de vahyin ışık ve aydınlığına muhtaçtır. Bunun karşısında
vahyin de aklın idrak ve anlayışına muhtaç olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
137
KAYNAKÇA
Abdulcebbâr, Kâdî Ebu’l-Hasen Abdülcebbâr b. Ahmed (v.415/1024), el-Muğnî fî
Ebvâbi’t-Tevhîdi ve’l-‘Adl,
-------------------, VI/1 (et-Ta’dîl ve’t-Tecvîr), Neşr: A.Fuad Ehvânî, el-Müessesetü’lMısriyyetü’l-Âmme, Kahire 1962.
-------------------, XI (et-Teklîf), M.Ali en-Neccâr-Abdülhalim en-Neccâr, Dâru’lMısriyye, Kahire 1965
-------------------, XIV (el-Aslah-İstihkâku’z-Zem- et-Tevbe), Neşr: Musrafa es-Sekkâ,
Dâru’l-Mısriyye, Kahire 1965
-------------------, XVII (eş-Şer’iyyât), Neşr: Emin el-Hûli, Müessesetü’l Mısriyyetü’lÂmme, Kahire 1963.
-------------------, Şerhu Usûli’l-Hamse, Thk: Abdulkerim Osman, Mektebetü Vehbe,
Kahire, 1965-1988.
Âmidî, Seyfüddin Ali b. Ebî Ali (v.631/1234), el-İhkâm fî Usûli’l- Ahkâm, Thk:
İbrahim Acûz, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 2005.
Aral, Vecdi, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, Filiz Kitapevi, İstanbul 2001.
------, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul 2010.
------, “Hukuka İlişkin Değişik Görüşler ve Bunların Değerlendirilmesi İle Birlikte Doğru
Görülebilecek Bir Hukuk Anlayışı”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuâsı,
c.39.
Arslan, Hulusi “Mu’tezilî Düşüncede İlahi Fiil-İnsani Fiil Ayrımı ve Bu ayrımın
Temel Kriterleri”, Dini Araştırmalar Dergisi, c.6, Sayı 16 ( 2003).
Arûsî, Muhammed el-Mesâilü'l-Müştereke Beyne Usuli'l-Fıkh ve Usulü'd-Din,
Mektebetü’r-Rüşd, t.y.
Bâcî, Ebu’l-Velîd Sületman b.Halef (v.474/1081), İhkâmu’l-Fusûl fî Ahkâmi’l-Usûl,
Thk: Abdülmecid et-Türkî, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Tunus 2008.
138
Bâkillânî, Ebû Bekr Muhammed b. Et-Tayyib (v.403/1012), et-Takrîb ve’l-İrşâd (esSağîr), Thk: Abdülhamid b.Ali, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1998.
Basrî, Ebu’l-Hüseyn Muhammed b.Ali (v.436/1044), el-Mu’temed fî Usûli’l-Fıkh,
Nşr: Halîl el-Mîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 2005.
Bardakoğlu, Ali, “Hüsn ve Kubh Konusunda Aklın Rolü ve İmam Maturidi”,
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4 (1987), Kayseri, s. 59-75
---------------- Tabii Hukuk Düşüncesi Açısından İslam Hukukçularını İstihsan ve Istıslah
Görüşü, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.3, Sayı. 3, 1986.
Bilmen, Ömer Nasûhi, Hukûkı İslamiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, Bilmen
Yayınevi, İstanbul 1967, c. I.
Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı, Turhan Kitapevi, Ankara 2010.
Birand, Kamıran, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, Ankara 1958.
Bozkurt, Mustafa, “Kadı Abdülcebbar’ın Teklif Anlayışı”,
Dini Araştırmalar
Dergisi, c. 9, Sayı 26.
Buhari, Abdulaziz b. Ahmed (V.730/1330), Keşfü’l-Esrâr ‘an Usûli’l-Pezdevi, Thk:
Muhammed el-Mu’tasımbillah, Darü’l-Kütübü’l- İlmiyye, Beyrut 1997.
Büyük Haydar Efendi, Usûl’i-Fıkh Desleri, Nşr: M.Çevik-K.Meral, Üçdal
Neşriyat, İstanbul, t.y.
Cassâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (v.370/980), el-Fusûl fi’l-Usûl, Thk: Uceyl Câsim
en-Neşemî, Vezâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, Kuveyt, 1994.
139
Cevherî, İsmail b. Hammâd, es-Sıhah, Thk: Ahmed Abdülğafur Ata, Dâru’l-İmi’lMülayin, Beyrut 1984.
Cürcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed (v.816/1413), Şerhu’l-Mevâkıf,
Matbaâtus’-Saâde, Mısır 1907.
------------, Kitâbu’t-Târîfât, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1985.
Cüveynî, İmâmü’l-Haremeyn Abdülmelik b. Abdillah (v.478/1085), el-Burhân fî
Usûli’l-Fıkh, Thk: Abdülazim ed-Dîb, t.y.y.
------------, Kitabü’l-İrşad, Çev: A.B. Baloğlu-Sabri Yılmaz-Mehmet İlhan-Faruk Sancar,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2010.
Çağıl, Orhan Münir, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş (Hukuk Başlangıcı Dersleri), III, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul 1966.
---------, “İnsan Hakları ve Tabii Hukuk”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Mecmuâsı, c.50, Sayı 1-4
---------, “Hukuk Mefhumu ve Hukuk İdesine Dair Bazı Düşünceler”, İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuâsı, c.23, Sayı 1-4.
---------, “Ebedî Bir Problem Olarak Hayır ve Şer Tezadı, Ruhun Ebedîliği
(Ölmezliği) ve Hukuk İdesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuâsı c. 23,
Sayı 3-4, İstanbul 1958.
Çelebi, İlyas, “Hüsün ve Kubuh” maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.19.
-------------------“Klasik Bir Kelam Problemi: Hüsün-Kubuh”, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 16-17 (1998-1999).
Dağcı, Şamil, İmam Şâfiî (Hayatı ve Fıkıh Usulü İlmindeki Yeri), Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2004.
Debûsî, Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer (v.430/1040), Takvîmü’l-Edilleti fî Usûli’lFıkh, Thk: Halil Muhiddin el-Mîs, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut, 2007.
Dönmezer, Sulhi, “Hukuk ve Hayat”, İÜHFM, C.21, Sayı 1-4, 1957.
140
-------------, Sulhi Dönmezer-Sahir Erman, Nazarî ve Tatbîkî Ceza Hukuku: Genel
Kısım, Beta Basım Yayın, 9. Baskı, İstanbul 1986.
Ebû Yâlâ, el-Kâdı Muhammed b. El-Hüseyn (v.458/1066), el-‘Udde fî Usûli’l-Fıkh,
Thk: Ahmed b. Ali el-Mubâreki, Riyad 1993.
Ebû Zehrâ, Muhammed, Fıkıh Usûlü (Çev: Abdülkadir Şener) Fecr Yay, Ankara
2009.
----------------, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, (İslam Mezhepleri Tarihi), Çev. Sıbğatullah
Kaya), Anka Yayıncılık.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Ensar neşriyat, İstanbul 2010.
Fenârî, Molla Şemsüddin Muhammed b. Hamza (v.834/h), Fusûlu’l-Bedâi’ fî
Usûli’ş-Şerâi’, Thk: Muhammed Hasan İbrahim, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut
2006.
Fîrûzâbâdî, Muhammed b Ya’kup (v.817/h), el-Kâmusu’l-Muhît, Matbaâti’lEmiriyye,1978
Gazâli, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed (v.505/h), el-Mustasfâ min ‘İlmi’lUsûl, t.y.y.
---------, el-Mustasfâ (İslam Hukuk Metodolojisi), Çev: Yunus Apaydın, Klasik Yay,
İstanbul 2006.
Gökalp, Ziya, “Fıkıh ve İctimâ’îyyât”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, S.2.
-------------------,“İctimâ’î Usûl-i Fıkh”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, S. 3.
-------------------,“Hüsün ve Kubuh”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, S. 8.
-------------------,“Örf Nedir”, İslam Mecmuası, İstanbul 1330-1333, I, S. 10.
141
Görgün, Tahsin, “Hüsün-Kubuh Meselesi Kadı Abdulcebbar’ın Yaklaşım Şeklinin
Tahlili Bir Tasviri veya Toplumsal Varlığı Sürdürmenin Ma’kul Yolları Üzerine Bir
Araştırma”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı 5 2001. 59-108.
G.Skirbekk-N.Gilje, Antik Yunadan Modern Döneme Felsefe Tarihi (Çev. Emrah
Akbaş-Şule Mutlu), Kesit Yayınları, İstanbul 2006.
Güriz, Adnan, Hukuk Felsefesi, Siyasal Kitapevi, Ankara 2009.
Hınn, Mustafa Said, Eseru’l-İhtilafi fi’l-Kavâidi’l-Usûliyyeti fi’htilâi’l-Fukaha,
Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1998.
Hirş, Ernest, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Dersleri, Ankara 1949.
İbn Fâris, Ahmed b. Fâris (v.390/1000), Mu’cemü’l-Mekâyisü’l-Luğa, Tkh:
Abdüsselam Muhammed Harun, Dâru’l-Fikr, 1979, y.y.
İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed (v.456/1063), el-İhkâm fî Usûli’l- Ahkâm,
Ahmed Muhammed Şâkir, t.y.y.
İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem (v.711/1311), Lisânü’l-Arab, Dâru’l-Meârif,
Kahire, t.y.
İbnü’n-Neccâr, Muhammed b. Ahmed b. Abdülaziz, Şerhü’l-Kevkebi’l-Münîr (Thk:
Muhammed Zuhayli/Nezîh Hammâd), Mektebetü’l-Ubeykân, Riyad 1993.
İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdülhalîm, el-Müsvedde fî Usûl’il-Fıkh (Thk:
Muhammed Muhiddin Abdülhamit), Mektebetü’l-Medeni, t.y.y.
İsfeânî, Râğıb, El Müfredât fî Ğarîbi^l-Kurân (Kuran Istılahları Sözlüğü), Çev:
Abdülbaki Güneş-Mehmet Yolcu, Çıra Yay, 2006.
142
İzmirli, İsmail Hakkı, Usûl’i-Fıkh Dersleri, Matbaâ-i Hukûkiye, İstanbul 1329.
-----------, “Fıkıh ve Fetâvâ”, Sebîlürresâd, İstanbul 1330, XII/292.
-----------, “Örfün Nazar-ı Şer’îdeki Mevkii”, Sebîlürreşâd, İstanbul 1330, XII/293.
-----------, “İctimâ’î Usul-i Fıkha İhtiyaç Var mıdır?” Sebîlürreşâd, İstanbul 1330, XII/298.
Izıtsu, Toshihiko, Kuranda Dini ve Akli Kavramlar, Çev: Selahattin Ayaz, Pınar
Yay, İstanbul 2010.
Kahveci, Nuri “Fıkıh Usulü Açısından Emrin Delaleti ve Emre Delalet Eden Lafızlar
Üzerine Bir Değerlendirme”, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, S.14 (2009).
Kazanç, Fethi Kerim “Mutezilenin Ahlak Sisteminde Bilgi Nesnesi Olarak
Değerler”, Kelamda Bilgi Problemi (Sempozyum Bildirileri), Arasta Yayınları,
Bursa 2003.
Keyman, Selahattin, “Tabii Hukuk Doktrininin Epistemolojik Tahlili”, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, c.47, Sayı 1, 1998.
Kılıç, Recep, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yay, Ankara 2009.
-----------------“Olgu ve Değer Problemi” AÜİFD, Sayı XXXV.
Koloğlu, Orhan Şener, Cübbâîlerin Kelam Sistemi, İslam Araştırmaları Merkezi
Yayınları, İstanbul 2011.
Korlaelçi, Murtaza “Panteist Ahlak Anlayışı”, Felsefe Dünyası, Sayı. 23 (1997), s.
28-40.
Köksal, A.Cüneyd, Fıkıh Usûlünün Mahiyeti ve Gayesi, İslam Araştırmaları Merkezi
Yayınları, İstanbul 2008.
Mâturidî, Ebû Mansur, Kitâbü’t-Tevhîd (Tercüme: Bekir Topaloğlu), İslam
Araştırmaları Merkezi Yayınları, Ankara 2005.
143
------------- Kitâbü’t-Tevhîd, Nşr: Fethullah Huleyf, Beyrut, 1979.
Molla Hüsrev, Muhammed b. Feramuz b. Ali, Mir’atü’l-Usul fi Şerhi Mirkati’lVusul (İzmiri’nin Haşiyesi ile Birlikte), el-Matbaatü’l-Amire, İstanbul 1390.
--------------------- Mir’atü’l-Usul fi Şerhi Mirkati’l-Vusul, Şirket-i Sahâfiyye-i
Osmâniye Matbaâsı, İstanbul 1321.
Molla Fenari, Şemsüddin Muhammed b. Hamza (834/1430), Fusûlu’l-Bedâi’ fî Usûl’iŞerâi’ (Thk: Muhammed Hasan İsmail), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2006,
Muhaymed, Yasin Casim, el-Emru ve’n-Nehyu İnde Ulemai’l-Arabiyyeti ve’lUsûliyyin, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut 2001.
Otacı, Cengiz “Tabii Hukukun Tabii Neticesi Ya da Laik Hukukun Kökleri”,
Sayıştay Dergisi, Sayı 54, ss. 113-135.
Öğük, Emine, Maturidinin Düşünce Sisteminde Şer-Hikmet İlişkisi, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara 2010.
Öktem, Niyazi, Sosyoloji ve Felsefenin Verileriyle Devlet ve Hukuk Felsefesi
Akımları, Der Yayınları, İstanbul 1995, 2. Baskı.
----------- “Hukuksal Pozitivizm Akımı”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Mecmuâsı, c.43.
Önder, Ayhan, Ceza Hukuku: Genel Hükümler, Beta Yayınları, İstanbul 1989.
Özcan, Hanifi, Mâturîdîde Bilgi Problemi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, İstanbul 1998.
Pala, Ali İhsan, İslam Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu, Fecr Yay,
Ankara 2009.
144
Pezdevi, Fahru’l-İslam Ebu’l-Usr Ali b. Muhammed b. Hüseyin (482/1089), Kenzü’l-Vusûl
ilâ Ma’rifeti’l-Usûl, Mir Muhammed Kütüphanesi, t.y.
Râzi, Fahrüddin Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer (v.606/1209), el-Mahsûl fî ‘İlmi
Usûli’l-Fıkh, Thk: Şuayb Arnavut, Müessesetü’r-Risâle, Dımaşk 2008.
Sarduşşerîa’, Ubeydullah b.Mes’ûd (v.747/1346), et-Tavdîh Şerhu’t-Tenkîh,
(Taftazânî’nin et-Telvîh’inin içinde), Thk: Muhammed Dervîş, Dâru’l-Erkâm
Beyrut, t.y.
Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyâtı Hakkında Bir Etüd (Çev: Baha Arıkan),
Diyanet İşleri Reisliği Yay, Ankara 1956, I-II.
Semerkandî, Alâüddîn Ebu Bekr Muhammed b. Mîzânü’l-Usûl fî Netâici’l-Ukûl,
Ahmed, Thk: Abdlmelik Abdurrahman es-Sa’dî, t.y.y.
Serahsî, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed, (v.490/1097), Usûlu’s-Serahsî, Thk:
Ebu’l-Vefâ el-Efğâni, Dâru’l-Fikr, Beyrut 2005.
Seyyid Bey, Mehmed, Usûl’i-Fıkh (Medhal 1917), (Haz: Selçuk Camcı),
Işık
Akademi Yay, İstanbul 2011.
----------------, Usûl’i-Fıkh Dersleri, (Haz: Selçuk Camcı-Haydar Yıldırım), Işık
Akademi Yay, İstanbul 2011.
Şâ’bân, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları (Çev: İbrahim Kâfî Dönmez),
Türkiye Diyanet Vakfı Yay, Ankara 2006.
Şâkir Hanbeli, Fıkıh Usûlü (Çev. Mustafa Yıldırım), İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, İzmir 2010.
Şatıbi, Ebu İshak, el-Muvafakat fi Usuli’ş-Şeri’a, Thk: Abdullah Dıraz, Daru’lFikri’l-Arabi, t.y.
145
--------, el Muvâfakât /İslami İlimler Metodolojisi (Çev. Mehmet Erdoğan), İz
Yayıncılık, İstanbul 2010.
Şehrâni, Âyız b. Abdullah, et-Tahsin ve’t-Takbihü’l-Akliyyani ve Eseruhuma fî
Mesâili Usuli’l-Fıkıh, nşr. Künüz-ü İşbiliya, Riyad.
Şehristani, Abdülkerim (548/1153), Kitabu Nihayetü’l-İkdâm fî İlmi’l-Kelâm, t.y.y.
------------- el-Milel ve’n-Nihal, Tsh: Mahmud Fehmi Muhammed, Daru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut 1992.
Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdu’l-Fuhûl min İlmi’l-Usûl, Thk: Mustafa Saîd elHinn-Muhiddin Dîb, Dâru’l-Kelimü’d-Tayyib, Dımaşk 2009.
Şîrâzî, Ebû İshâk İbrâhîm b. Ali (v.476/1083), et-Tabsîra fî Usûli’l-Fıkh, Thk:
Muhammed Hasan İbrahim, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye Beyrut 2003.
Taftâzânî, Sâduddîn Mes’ûd b. Ömer (v.792/1390), et-Telvîh ilâ Keşfi Hakâiki’tTenkîh, Thk: Muhammed Adnan Derviş, Dâru’l-Erkâm, Beyrut, ty.
Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali (v.1158/1745), Keşşâfu İstâlâhâti’l-Funûn ve’lUlûm, Thk ve Nşr: Refik el-‘Acem- Ali Dehrûc, Mektebetü Lübnan Nâşirûn, Beyrut
1996.
Türcan, Talip, İslam Hukuk Biliminde Hukuk Normu, Ankara Okulu Yay, Ankara
2003.
-----------, İslam Hukuk Biliminde Norm-Amaç İlişkisi, Ankara Okulu Yay, Ankara
2009.
-----------, “Sünnî ve Mu’tezilî Fıkıh Usûlünün Tanımlanmasında Bir Kriter Olarak
Şer’ilik Algısı ve İbâha Alanının Şer’iliği Sorunu Bağlamında Bir Örnekleme”,
Ma’rife, Yıl 5, Sayı 3 (2005), ss. 195-211.
146
Tûfî,
Necmüddin İbn Sa’id,
Şerhu
Muhtasari’r-Ravda
(Abdülmuhsin
et-Türki),
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1990.
Uludağ, Süleyman, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Türkiye Diyanet Vakfı
Yay, Ankara 1997.
Ülken, Hilmi Ziya, Felsefeye Giriş (İkinci Kısım), Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1958.
Ünal, Ali, Kuran’da Temel Kavramlar, Işık Akademi Yay, İzmir 2011.
Ünsal, Ahmet, “Hukukun Temeli İle İlgili Yaklaşımlar”, Hitit Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2010/2, c. 9, sayı: 18, ss. 6-23.
Yörük, Abdülhak Kemal, Hukukun Umûmî Prensipleri, İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları, İstanbul 1949.
---------- Hukuk Felsefesi Dersleri, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları,
İstanbul 1958.
Yüksel, Emrullah “İlahi Fiillerde Hikmet”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Sayı 8, 1988,
Yüksel, Macit, Mutezilede Hukuk Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.
Zebîdî, Muhammed Murtaza (1205/1790), Tâcu’l-Arûsmin Cevâhiri’l-Kâmûs, Thk:
Ali Hilâlî, Kuveyt 2001.
147
ÖZET
Akılla vahiy arasında ne tür bir münasebetin bulunduğu konusu İslam
düşüncesinin önemli tartışma konularındandır. Bu tartışmanın yansımalarından birisi
olan hüsün-kubuh meselesi, iyilik ve kötülüğün kaynağının ne olduğu (akıl mı vahiy
mi) sorusuna cevap aranan mühim bir meseledir.
Bu çalışmada İslam düşüncesinin iki önemli entelektüel disiplini olan Kelam ve
fıkıh usûlü ilimlerinde kendisine yer bulmuş hüsün-kubuh probleminin, İslam hukuk
metodolojisinde ne şekilde ele alındığı incelemiş, İslam hukukçularının emir ve
nehiy
normlarını
hüsün-kubuh
açısından
temellendiren
yaklaşımlarına
yer
verilmiştir.
Hüsün-Kubuh meselesi fıkıh usûlü ilminde“ hukuki sorumluluğun kaynağı”
bağlamında ele alınmış ve tartışılmıştır. Tartışmanın taraflarından birisi olan
Mu’tezilenin teorisine göre hüsün-kubuh nitelikleri fiillerin zâtî nitelikleri olup, söz
konusu nitelikler fiillerde aklen bilinebilir bir şekilde ilahi hitaptan önce mevcuttur.
Akıl fiillerdeki hüsün ve kubuh niteliklerini ilahi hitap olmadan da idrak edebilir. Bu
yönüyle hüsün-kubuh aklîdir. Ayrıca aklın bu idraki kişi için bağlayıcıdır ve hukuki
sorumluluk doğurmaktadır. Mütekellimîn usulcüleri ise hüsün-kubuh vasıflarının
fiillerin zatından kaynaklanan vasıflar olmadığını ve ilahi hitap neticesinde ortaya
çıktığını savunmaktadırlar. Buna göre akıl, fiillerdeki hüsün ve kubuh niteliklerini
şer’i hitap olmaksızın idrak edemez. Yani hüsün ve kubuh aklî değil şer’idir.
Dolayısıyla hukuki sorumluluğun kaynağı da akıl değil şer’dir. Hanefî-Ma’turidî
hukukçuların kanaatine göre ise hüsün ve kubuh niteliklerinin fiillerde ilahi hitaptan
önce bulunması ve aklın bunları idrak etmesi mümkünse de, aklın bu bilgisi hukuki
sorumluluk doğurmak için yeterli değildir. Bir kimsenin hukuki manada sorumlu
tutula bilmesi için şer’i hitap gereklidir. Bu sebeple hukuki sorumluluğun kaynağı
akıl değil şer’dir.
148
ABSTRACT
The relation between human mind and divine inspiration is one of the
important discussion topics in Islamic philosophy. One of the reflections of this
discussion is problem of husun-kubuh and this problem looks for an answer to the
question: what is the source of kindness and evil? (Is it human mind or is it divine
inspiration?)
In this study, the problem of husun-kubuh, which took place in two
significant intellectual disciplines of Islamic philosophy, kelam(Word) and Islamic
law way disciplines, is analysed about how it’s considered in islamic law
methodology and study includes the approaches of Islamic legists’ emir and nehiy
norms in aspect of basis of husun-kubuh problem.
Husun-kubuh problem is considered and discussed in the basis of “Source of
lawful responsibility” in Islamic law way discipline. One of the sides of the
discussion, according to mu’tezile’s theory, husun-kubuh’s qualities are proper
qualities of people and these qualities already exist in people as known with mind
before the divine address. Mind could notice the husun and kubuh qualities without
the divine inspiration. In this way, husun-kubuh is logical. Additionally this notice of
mind is binder for person and brings forth a lawful responsibility. On the other hand
people of way of mutekellim defends that husun-kubuh qualities are not originated
from personality and it springs from the divine inspiration. According to this, human
mind can not notice the husun and kubuh qualities in people without the divine
inspiration. This means husun and kubuh is not logical, it is divine. And according
to opinion of hanefi-ma’turidi thinkers; it is possible that husun and kubuh qualities
could take place in people before the divine addressing and human mind could notice
them but knowledge of human mind about this is not enough to rise a responsibility.
A divine inspiration is required to hold someone responsible in the meanings of law.
And by this reason the source of lawful responsibility is not human mind, it is divine.
149
Download