qwertyuiopasdfghjklzxcvbnmq wertyuiopasdfghjklzxcvbnmqw

advertisement
qwertyuiopasdfghjklzxcvbnmq
wertyuiopasdfghjklzxcvbnmqw
ertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwer
tyuiopasdfghjklzxcvbnmqwerty
uiopasdfghjklzxcvbnmqwertyui
TARİH BOYUNCA MÜSLÜMAN‐YAHUDİ opasdfghjklzxcvbnmqwertyuiop
İLİŞKİLERİ asdfghjklzxcvbnmqwertyuiopas
Doç. Dr. Nuh ASLANTAŞ dfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdf
ghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfgh
jklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjkl
zxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzx
cvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcv
bnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbn
mqwertyuiopasdfghjklzxcvbnm
qwertyuiopasdfghjklzxcvbnmq
wertyuiopasdfghjklzxcvbnmqw
ertyuiopasdfghjklzxcvbnmrtyui
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
Özgeçmişi:
Doç.Dr. Nuh ASLANTAŞ
1972 yılında Konya’da doğdu. İlköğrenimini İsmil Kasabası
Atatürk İlkokulu’nda tamamladıktan sonra, 1984 yılında Konya İmamHatip Lisesi’ne kaydoldu. 1991 yılında M.Ü. İlahiyat Fakültesi’ni kazandı.
1996 yılında fakülteden mezuniyetinden sonra Giresun’un Eynesil İlçesi
İmam Hatip Lisesi’nde bir yıl öğretmenlik yaptı. 24 Kasım 1997’de M.Ü.
İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi oldu.
M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Emevîler Döneminde Yahudiler”
(06.07.2000) isimli yüksek lisans tezini hazırladı. 21 Temmuz 2000-21
Mart 2001 tarihleri arasında Sahil Güvenlik Merkez Komutanlığı’nda
(Ankara) kısa dönem olarak askerlik görevini tamamladı. Yabancı
hükümetlerce Türk Hükümeti emrine verilen bursla, doktora araştırması
için dil öğrenmek ve sahasında akademik araştırmalar yapmak üzere 26
Ekim 2003-26 Haziran 2004 tarihleri arasında Hayfa Üniversitesi’nde
(İsrail) bulundu. M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Abbasiler ve
Fatımiler Döneminde Yahudiler (Dini-Hukuki ve Sosyal Hayat)”
(Temmuz 2007) başlıklı doktora tezini hazırladı. 3 Mart 2010-21 Kasım
2010 tarihleri arasında YÖK’ün “Yurtdışı doktora sonrası araştırma
programı” kapsamında Kudüs İbranî Üniversitesi ve Ben Zvi
Enstitüsü’nde (İsrail) “Osmanlı Tarihinden Bahseden İbranice Kronik ve
Risaleler” konusunda araştırma yaptı. 1 Nisan 2010 tarihinde doçent
unvanı aldı; 4 Mayıs 2011 tarihinde de kadroya atandı. Halen M.Ü.
İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim dalında öğretim üyesi olarak
görev yapmaktadır. Arapça, İngilizce ve İbranice bilen Arslantaş, evli ve
iki kız çocuğu babasıdır.
Başlıca yayınları şunlardır:
Kitaplar
1. Asr-ı Saadet’ten Kıssalar (1-2),
2. İslâm Dünyasında Depremler ve Algılanma Biçimleri,
3. Emeviler Döneminde Yahudiler,
4. Tudelalı Benjamin ve Ratisbonlu Petachia, Ortaçağ’da İki Yahudi
Seyyahın Avrupa,
5. Yahudiler ve Araplar, Çağlar Boyu İlişkileri,
6. İslâm Toplumunda Yahudiler, Abbâsî ve Fâtımî Dönemi Yahudilerinde
Hukukî,
7. İslâm Dünyasında Sâmirîler (Osmanlı Dönemine Kadar),
8. İslâm Dünyasında İktisadî ve İlmî Hayatta Yahudiler.
60
Nuh ASLANTAŞ
Konuşmacı: Doç. Dr. Nuh ASLANTAŞ
Tarih: 10.03.2011
Yer: Sabancı Kültür Merkezi
TARİH BOYUNCA
MÜSLÜMAN-YAHUDİ İLİŞKİLERİ
Nuh ARSLANTAŞ(*)
Müslümanlarla Yahudilerin ilişkileri Hz. Muhammed’in Medine’ye hicreti ile
başlamıştır. Hicretin ilk yılında yapılan nüfus sayımında Müslümanlar şehir nüfusunun
sadece yüzde on beşlik bir kısmını teşkil ediyordu. On bin nüfuslu olduğu belirtilen
şehrin kalanını ise müşrikler ve ağırlıklı olarak ise Yahudiler oluşturmaktaydı. Müslüman
nüfus Hz. Muhammed’in şehre hicreti teşviki ile zamanla artmıştır. Ehl-i kitap olmaları
dolayısıyla Yahudilerin şehirdeki Araplar üzerinde çok baskın siyasî, ekonomik ve sosyokültürel nüfuzları vardı.
Hicretin ilk yıllarında Müslüman-Yahudi ilişkileri çok gerilimli bir seyir takip
etmiştir. Yahudiler önce halkı şüpheye düşürerek kararsızları etkilemeye, daha sonra
toplumu kin ve düşmanlıkla doldurmaya ve nihayet Müslümanlara dil uzatarak hile ve
tuzaklar kurmak suretiyle ortadan kaldırma şeklinde bir strateji takip etmişlerdi.
Yahudilerin Hz. Muhammed ve Müslümanlara cephe almalarının sebeplerinden
özellikle üçü çok önemlidir:
1. O dönemde din adamlarının Yahudi cemaatleri üzerinde tartışmasız otoriteleri
vardı. Hz. Muhammed kendisine on din adamının inanması durumunda bütün
cemaatin onlara uyarak Müslüman olacağını, ancak Yahudi din adamlarının böyle
bir tutum içerisinde olmadığını ifade etmiştir. Kur’ân’da (Bakara 2/79) bir kısım
Yahudi din adamının dünyevî menfaatler uğruna gerçeği söylemeyerek halkı yanlış
yönlendirdiği ifade edilir.
2. Din adamlarının otoritesi yanında güçlü dinî ve kültürel gelenek de Yahudilerin
İslâm’a karşı olan direncini beslemiştir. Hz. Peygamber’in İslâm’a davet çağrısına
onlar “atalarının yollarından ayrılmayacakları” şeklinde cevap vermeleri (Bakara
2/170; Mâide 5/104), onların atalar mirasına sahip çıkmadaki hassasiyetini
göstermektedir.
(*)
Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. E‐posta: [email protected] 61
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
3. Yahudilerin Hz. Muhammed’e karşı çıkmasının bir sebebi de haset ve
kıskançlıkları idi. Son peygamberin Yahudilerden değil de Araplardan çıkması,
onların Hz. Muhammed’i kabul etmelerine engel olmuş ve her fırsatta kendisini
incitici tavır sergilemelerine yol açmıştır. Hatta bu haset, onları Mekkeli
müşriklerin şirkinin, öncüsü olmakla övündükleri ve tarih boyunca uğrunda pek
çok zulüm ve işkenceye katlandıkları tevhit inancından üstün olduğunu
söyleyebilecek bir yanlışlığa kadar götürmüştür.
Bu bilinçli karşı koyuşun bir sonucundan olsa gerek, İslâm kaynaklarında yer alan
rivayetlerde Yahudilerin Hz. Muhammed’e “Muhammed” ya da “Nebi” ve “Resül” gibi
peygamberliğini ifade edecek veya çağrıştıracak ifadelerden ziyade, genelde “Ebû Kâsım”
şeklinde hitap etmeleri dikkat çekmektedir. Böyle bir hitabın geliştirilmesini Hz.
Muhammed’in kutsal kitaplarında bahsi geçen “Muhammed” ismini ya da sıfatını
unutturma veya gölgede bırakma gayreti olarak değerlendirmek mümkündür.
Yahudilerin Hz. Muhammed’e karşı çirkin tavırlarından biri de, konuşurken
ağızlarını eğip bükerek konuşmaları, bu arada küçük telaffuz oyunlarına başvurmaları idi.
Arapça ile İbranîcenin aynı kökene sahip olmasından kaynaklanan, bir kelimenin iki dilde
farklı anlama gelmesinin avantajını da kullanan Yahudiler, bu şekilde Hz. Muhammed ve
Müslümanları aşağılamaya çalışıyorlardı.
Konuyla ilgili bazı örnekler vermek yerinde olacaktır.
Hz. Muhammed’in Medine Yahudileriyle selâmlaştığı bilinmektedir. Ancak O’nun
iyi niyetli bu irtibat çabasına karşılık bazı Yahudiler, yaptıkları bir kelime oyunu ile
“selâm”ı “lânet”e çevirmek istemişlerdi. Hz. Ayşe’nin rivayetine göre Yahudiler Hz.
Muhammed’i gördüklerinde “es-Selâmü aleyke” (Esenlikte ol) yerine “es-Sâmü aleyke”
(Ölesice) şeklinde selâm verirlerdi. Buna rağmen Hz. Muhammed bu tür kimselerle
ilişkilerini kesmemiş, bu tür selâmlamalara(!) “Senin üzerine” manasına gelen “ve
aleyke/aleyküm” şeklinde mukabelede bulunmuştur.
Kur’ân’da müminlere Hz. Muhammed’e hitap ederken “Rai’nâ” değil de
“Unzurnâ” şeklinde hitap etmeleri emredilmiştir (Bakara 2/104: “… ‫ﻳَﺎ َأ ﱡﻳﻬَﺎ اﱠﻟﺬِﻳ َﻦ َﺁ َﻣﻨُﻮا ﻟَﺎ َﺗﻘُﻮﻟُﻮا‬
‫)”رَا ِﻋﻨَﺎ َوﻗُﻮﻟُﻮا اﻧْ ُﻈﺮْﻧَﺎ وَاﺳْ َﻤﻌُﻮا‬. Aslında “Rai’nâ” Arap toplumunda yaygın olarak kullanılan bir
hitap olup “Bizi dinle, bize kulak ver!” manasında idi. Yahudilerin bir kelime oyununa
binâen nâzil olduğu belirtilen ayette, Hz. Muhammed’e hitapta belli bir kalıbın
emredilmesi, hitabı Arapça anlamıyla kullanmayan Yahudilerin bir kelime oyunu
yaptıklarını göstermektedir. Yahudiler muhtemelen İbranîce “kötü”, “habis”, “hayırsız”
manasına gelen “ra’” (‫ )רע‬kelimesini Arapçadaki “biz” zamirine izafe edip biraz da
ayetteki ifadeye benzeterek “ra’nâ” şeklinde telaffuz ediyor, “şu bizim kötü”(!), “şu bizim
hayırsız”(!) manasına gelecek şekilde kullanıyorlardı. Tefsir kitaplarında yer alan bazı
yorumlarda detaya girilmeksizin “râi’nâ” ifadesinin Yahudi dilinde (İbranîcede) sövme
amaçlı kullanıldığı bilgileri de bu kanaati teyit etmektedir.
62
Nuh ASLANTAŞ
Kur’ân, Müslümanları teselli sadedinde İsrailoğulları tarihine bazı göndermeler
yaparak bunun yeni bir şey olmadığını, Yahudilerin atalarının da benzer davranışlar
sergilediklerini haber vermiştir. Meselâ Kur’ân’da Musa Peygamber’in Yahudilere bir
‫ ) ِﺣ ﱠ‬demelerini
kasabaya (Kudüs veya Erîha) girerken “Hatalarımızı affet” (hıtta/ٌ‫ﻄﺔ‬
emrettiği; ancak onların bunun yerine başka bir ifadeyi kullandıkları belirtilir (Bakara
2/58-59). Tefsîrlerde Yahudilerin kullandığı ifadenin “buğday” anlamına gelen “hınta”
olduğu kaydedilmiştir. İbranîce açısından düşünüldüğünde bu izahın oldukça yerinde ve
Yahudilerin zekice bir kelime oyunu yaptığı anlaşılmaktadır. Zira, İbranîcede “hitta”
kelimesi (hata/‫ )חטא‬ile “buğday” (hita/(‫ )חיטה‬kelimesi arasında yazılış ve telaffuz açısından
ancak çok dikkat edildiği takdirde anlaşılabilecek kadar bir farklılık vardır.
Bu noktada, zaman zaman Mekke müşriklere akıl veren Yahudilerin, onlardan
ödünç aldıkları bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Hz. Muhammed’e düşmanlıklarından
dolayı toplum nazarında küçük düşürmek amacıyla müşriklerin kullandığı bir yafta olan
“mecnun” ifadesi (Meselâ bkz. Hicr 15/6; Sâffât 37/36; Duhân 44/14; Tûr 52/29),
sonraki dönemlerde Yahudilerin Hz. Muhammed için kullandıkları özel bir isim haline
gelmiştir. Mühtedî Yahudi Samuel b. Yahya el-Mağribî’den öğrendiğimize göre İslâm
dünyasında Yahudiler kitaplarında Hz. Muhammed’ten, “Muhammed” ya da
“peygamberliğini çağrıştıracak bir isim”le kesinlikle bahsetmiyorlardı. el-Mağribî,
Yahudilerin yazdıkları kitaplarda Hz. Muhammed için iki sıfatı kullandıklarını belirtir:
ֻ ‫)מ‬. İbranîcede “ha-Pasul” “değersiz”, “muzır”, “gayr-ı
“ha-Pasul” (‫ )פָּסוּל‬ve “Meşoga’” (‫ְשׁגָּע‬
meşru” ve “özürlü”; “Meşoga’” ise “mecnun”, “meczub”, “deli”, “aklı başında olmayan”
ve “çıldırmış” gibi manalara gelmektedir. Abbasî dönemi Yahudi tarihçilerinden Natan
ha-Bavlî Kronik’inde Hz. Muhammed’ten bahsederken “ha-pasul”(!) ifadesini kullanır.
Eyyûbîler dönemi Yahudi din adamlarından Moşe ben Meymûn (Maimonides) da
Yemen’e yazdığı meşhur mektubunda (İgeret Teyman) Hz. Muhammed’in geleceğinin
Tevrat’ta müjdelendiğini tespit etmenin beyhude bir uğraş olduğunu belirtirken Hz.
Muhammed hakkında “Meşoga’”(!) ifadesini kullanmıştır.
el-Mağribî, Yahudilerin Kur’ân’ı Kerim için ise “kalon” (‫ )קָלוֹן‬kelimesini
kullandıklarını belirtir. İbranîcede bu kelime ise “edep yeri”(!) anlamı yanında “ayıp”,
“rezalet”, “utanç”, “namussuzluk”, “yüz karası”, “kepazelik”, “kötü”, “yoz” gibi
anlamlara gelmektedir.
Medine’deki Yahudilerin İslâmiyet’e olan haset ve düşmanlıkları onları öyle bir
noktaya getirmişti ki, Müslümanlarla mücadelelerindeki nihaî hedefi, onların “kökünü
kazımak” (soykırım) şeklinde koymuşlardı.
Bu gerilimli süreçte Hz. Muhammed Yahudilerin şehirdeki gücünü kırabilmek için
şu önemli tedbirleri almıştır:
1.
Hz. Muhammed hicretin ilk yıllarında kaleme alınan bir Vesika (Kitâb/Sahîfe)
(ülkemizde Medine Vesikası olarak bilinmektedir) ile Yahudileri siyasal anlamda
Müslümanlarla ortak hareket etmeye mecbur bırakmıştır. Söz konusu vesikada yer
63
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
alan şartlara göre Yahudiler kendi dinlerini özgürce yaşayabilecek,
anlaşmazlıklarını en üst yargı merci olarak Hz. Muhammed’e götürebilecek,
Müslümanlar aleyhine müşriklere veya onların müttefiklerine yardım ya da yataklık
etmeyeceklerdi.
2.
Hz. Muhammed’in Yahudilere karşı geliştirdiği bir diğer tedbir de ekonomik
sahada olmuştur. Hicret sırasında sahip oldukları pazar (Sûku Beni Kaynuka) ile
şehrin ekonomisine Yahudiler hakimdi. Hicretin ilk aylarında özellikle Mekkeli
Müslümanlar (Muhacirler) bu pazarı kullanmışlardı (Bkz. Buhârî, Büyû, 1, 49).
Ancak Hz. Muhammed Yahudi pazarına alternatif bir pazar kurmuş, ticareti
canlandırmak amacıyla pazar vergilerini de kaldırmıştı. Bu durum Müslüman
tüccarların da başarılı teşebbüsleriyle zamanla Yahudilerin ekonomik güçlerinin
kırılması ile sonuçlanmıştır.
3.
Hz. Muhammed’in Yahudilere karşı başarısında en dikkat çeken yön ise,
Yahudilerin o güne kadar Araplar üzerindeki psikolojik ve sosyo-kültürel etkilerini
kırmaya yönelik gayretleridir. Hz. Muhammed emir ve tavsiyeleriyle elbise
seçiminden traş biçimine, ibadet şeklinden günlük hayattaki davranış kalıplarına
kadar her konuda farklı bir toplum (ümmet) oluşturmaya gayret etmiş ve bunu da
başarmıştır.
Ancak şu hususun altı özellikle çizilmelidir: İslâm kaynaklarında Yahudilerin
sadece olumsuz yönleri anlatılmamış, bahsi geçen karakterlere uymayan yönlerine de
işaret edilmiştir. Onlardan samimi manada inanan, geceleri Allah’a ibadet edip halkı
iyiliğe ve doğruya çağıran, hayır işlerine koşan ve vahye sımsıkı sarılan kimselerin olduğu
da ifade edilmiştir (Âl-i İmrân 3/110-115; A’râf 7/168-170).
Öte yandan o dönem Müslüman-Yahudi ilişkileri de tamamen olumsuz ilişkiler
üzerine kurulmamıştı. Kaynaklarda Hz. Muhammed’le aynı toplumu paylaşmanın gereği
olarak medenî ilişkiler içerisinde olan Yahudilerden de bahsedilmektedir. Şerhlerde
“Cebrâil’i neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım” hadîsinin (Buhârî, Edeb 28;
Müslim, Birr 140-141) Yahudi bir komşuya iyilik yapılması dolayısıyla vârid olduğu
belirtilir. Hatta dağıtılmak üzere Hz. Muhammed’e getirilen sadakadan kendisine de
verilmesini isteyen bir Yahudiye “Müslümanların sadakasından sana bir şey düşmez” diyen Hz.
Muhammed’in “Onları hidayete erdirmek senin vazifen değil” (Bakara 2/272) ayetiyle uyarıldığı
rivayet edilir. Hz. Muhammed’in emrinde bir Yahudi çocuğun bulunduğu (Buhârî,
Cenâiz 80, Merdâ 11), Hz. Ayşe’nin yanına sık sık gelip giden bir Yahudi kadının olduğu
ve onun kabirde azap olacağı şeklindeki bilgiyi ilk defa bu Yahudi kadından öğrendiği
belirtilir. Kendilerine “Yerhamükümullah” (Allah size merhamet etsin) şeklinde dua
edeceği umuduyla Hz. Muhammed’in yanında yapmacıktan aksıran Yahudilerin varlığı da
bilinmektedir (Ebû Dâvûd, Edeb 93; Tirmizî, Edeb 3). Ayrıca Hz. Muhammed’in hasta
olan Yahudi komşularını ziyaret ettiği (Buhârî, Cenâiz 80, Merdâ 11; Ebû Dâvûd, Cenâiz
2), yanından geçen bir Yahudi cenazesi için insana verdiği değerden dolayı ayağa kalktığı
da kayıtlara geçmiştir (Buhârî, Cenâiz 49; Müslim, Cenâiz 24). O’nun vefât edinceye
kadar Medine’de kalan çoğu Yahudi ile iyi ilişkiler içerisinde olduğu bilinmektir. Hatta
64
Nuh ASLANTAŞ
Hz. Muhammed, zırhı otuz ölçek arpa karşılığında bir Yahudide rehin iken vefât etmişti
(Buhârî, Cihâd 89, Megâzî 86).
Medine’de Yahudilerle yaşanan olumsuz ilişkiler, ilk fetihlerle genişleyen İslâm
dünyasında hakimiyet altına alınan yeni Yahudi cemaatlerine hiçbir surette yansımamıştır.
Müslümanlar, Medine’deki olayları, Yahudilerin Hz. İsa’ya karşı tutumunu bahane eden
Hıristiyanlar gibi, bir kan davasına dönüştürerek ebedî düşmanlık konusu haline
getirmemişlerdir.
Bizans ve Sasânî devletlerinde istisnadan ziyade kural haline gelen baskı, zulüm ve
işkence altındaki Yahudiler, fatih Müslümanları mesihî coşkuyla kurtarıcı olarak kabul
etmişlerdir. Hz. Muhammed döneminde başlayan, Hulefâ-yi Raşidîn ile hızlanıp
Emevîler döneminde zirveye ulaşan fetihlerle, o dönem dünyasının büyük bir bölümü
İslâm hakimiyetine girmişti. Yeni idarede Yahudiler ne dünyadaki pisliğin ve
dejenerasyonun kaynağı görülmüş ne de dinî hayatlarını yaşamaları ve bayramlarını
kutlamaları yasaklanmıştı.
İslam fetihlerinin Yahudiler için her anlamda bir iyileşme olduğu tartışmasız kabul
gören bir olgudur. Yahudiler, İslâm idaresinde “zimme” adı verilen “hukukî bir teminât”la
belli bir statü kazanmış; kendilerine din, dil ve kültür hürriyeti tanındığı gibi, can ve mal
emniyetleri de sağlanmıştı. Zaman zaman yaşanan bazı tatsızlıklara rağmen (ki bu
tatsızlıklar aile içi kavgalara benzer şekilde devlet ile asıl unsuru teşkil eden Müslümanlar
arasında da yaşanmıştır) Yahudilerin bu statüsüne dikkat edilmeye çalışılmıştır. Bu statü
halife ve sultanların keyfiliğine bırakılmamış, Kur’ân ve Hz. Muhammed’in emir ve
uygulamaları ile bağlayıcı hale getirilmiştir.
Ortaçağ dünyasındaki Yahudi cemaatlerinin çoğunun Atlas Okyanusu’ndan Orta
Asya içlerine kadar uzanan geniş coğrafyaya hakim olan İslâm idaresinde yaşaması, İslam
hoşgörüsünün en somut tarihî ve sosyolojik delilidir. O dönemde dünyanın diğer
yerlerinde de Yahudiler vardı; ancak Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğu İslâm
dünyasında, Müslümanların hakimiyetinde yaşıyordu.
İslâm hakimiyetine girilmesinden sonra ilk İslâmî dönemde Müslümanlara
mesafeli duran Yahudiler, zamanla bu mesafeyi kaldırmaya başlamıştır. Ancak, özellikle
dinî çevrelerde asırların getirdiği “diğeri”ne karşı temkin ve teyakkuz hali, her zaman
devam etmiştir.
Yahudi cemaat yöneticilerinin cemaatle ilgili problemlerini, X. asırda randevu
almak, XII. asırda ise her hafta Perşembe günü yaptıkları mutat görüşme ile doğrudan
halifelere iletme imkânları vardı. Cemaat içi ihtilâflarda Abbâsî ve Fâtımî gibi Müslüman
idareciler Yahudilerin iç meselelerini kendilerine bırakmış, sadece arabuluculuk görevi
üstlenmişlerdir. Müslüman idareciler gayr-ı müslimlerin iç işlerine asla karışma taraftarı
değildi. Cemaat içi seçimler, tayinler ya da aziller hep cemaatin yetkisine bırakılmıştı.
Müslüman idareciler yeni tayinlerde cemaatin kesin kararını beklerdi. Halifelerin zaman
65
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
zaman başına buyruk emirlerine ise dönemin Müslüman hukukçuları karşı durmuş ve
engel olmuşlardır.
Müslümanlarla karşılaşmalarının ilk asrında “öteki”ne karşı asırların getirdiği
tereddütler sebebiyle yeni komşularına mesafeli duran Yahudiler, zamanla bu mesafeyi
kaldırmaya başlamıştır. Aynı toplumda birbirini daha yakından görme fırsatı, Yahudilerde
Talmudik dönemdeki “öteki”ne (Yahudi olmayan, goy) karşı katı tutum ile geliştirilen bazı
sert Talmudik kuralların, İslâmî dönemde yumuşamasına da sebep olmuştur.
Müslümanlar, hakları kanunlarla garanti altına alınan Yahudi komşularını asla
yabancı görmemişlerdir. Kaynaklarda Yahudilerle Müslümanların karışık mahallelerde
yaşamalarına ve komşuluk ilişkilerine dair pek çok örnek vardır. Müslüman ya da Yahudi,
komşularla bir araya gelmek, yiyip-içip eğlenmek yadırganan bir durum değildi. Sevinç
günleri gibi keder ve acılı günler de Müslüman ve Yahudiler arasındaki komşuluk
ilişkilerini ve yardımlaşmayı pekiştirmiştir. Müslüman bir komşudan kefen almak ya da
ondan cenazesini teçhiz etmesi için yardım talebinde bulunmak, hiç de yadsınan bir
durum değildi. Yahudiler için de Müslüman bir idareci, din adamı ya da komşusunun
cenazesine iştirak, normal bir durumdu. Müslümanlar arasında Yahudi fakirlere el
uzatmak, yetim-öksüz ya da duluna sahip çıkmak insanî bir vazifeden öte komşuluğun
gereği kabul edilirdi. Benzer tutum Yahudiler için de geçerliydi.
Kıtlık ve kuraklık gibi müşterek kader anlarında yağmur dualarına beraber çıkıldığı
gibi, her iki dince mübarek kabul edilen şahsiyetlerin kabirleri yan yana ziyaret edilir,
adaklar adanır, dualar yapılır, toplanan ortak paralarla tamir edilirdi. Müşterek manevî
hazzın en somut örneği, mübarek kabul edilen insanların mezarlarını ziyarette görülür.
Hatta bu insanlar hürmetine Yahudiler, Müslümanlardan saygı da görürdü.
Aynı toplumda yaşanması sebebiyle bazı problemler de eksik değildi. Fakat
Müslüman idareciler dinî aidiyetine bakmaksızın bütün vatandaşların durumlarıyla
ilgilenmeye çalışmışlardır. İslâm tarihinde Yahudilerin yaşadığı bazı sıkıntılar kesinlikle
genelleştirilemez. Bunlar istisna olup belli olaylarla sınırlı kalmıştır. Yahudilerin ara sıra
da olsa gördüğü bazı kısıtlamalar asla sürekli bir tavrın parçası olmamıştır. Bu sebeple
modern çağda “Yahudi karşıtlığı” şeklinde kullanılan “anti semitizm”, İslâm dünyasında
kesinlikle söz konusu olmamıştır. Bu terim, dünya milletleri içerisinde en fazla
Müslümanların yabancısı olduğu bir terimdir.
İslâmî dönemde Yahudiler daha çok kendi mahallelerinde, bet din ve sinagog
etrafında yoğunlaşan kümeler halinde adeta “devlet içinde devlet”, hatta ondan da öte bir
hayat sürmüşlerdir.
Bu dönemlerde Yahudi cemaatlerinin liderliğini, Yahudi tarihinde önemli yeri olan
millî veya dinî şahsiyetlerin neslinden gelen kimseler yapmıştır. Başlangıçta cemaatin
devlet nezdindeki yegâne temsilcisi re’sü’l-câlûttu. Ancak zamanla cemaat idaresine yeşivalar
da göz dikmiş; sık sık yaşanan mücadele ve rekabet sebebiyle de Halife Me’mûn
66
Nuh ASLANTAŞ
döneminde Yahudilerin yaşadığı yerler bu kurumlar arasında dört ayrı idarî bölgeye (reşut;
ç. reşuyot) ayrılmıştı. Fakat bu taksimâta rağmen yeşiva başkanları ya da re’sü’l-câlûtların
makam-mevki-hırsı ile maddiyâta düşkünlüğü, birbirinin yetki alanlarını kendi nüfûzuna
katma mücadelelerine yol açmıştır.
Her kurumun kendine bağlı cemaatleri vardı. Cemaatlere yöneticiler buralardan
atanırdı. Yerel cemaatler de bağlı bulundukları kurumları belli bir aidâtla desteklerdi.
Dinî ve siyasî liderler, devletle-cemaat arasındaki irtibatı temin eden kimselerdi.
Bu, İslâm idareleri açısından da pratik bir uygulamaydı. Yahudilere özerk yapılanma ve
kendi mahkemelerinde yargılanma hakkı tanınmıştı.
İslâmî dönemde şehirlerdeki cemaatler re’sü’l-câlûtluk ya da yeşivalara bağlıydı.
Sinagog çevresinde kümelenen Yahudi cemaatleri, bet dinler tarafından idare edilirdi.
Dinî ve sosyal hayatın merkezi olan sinagog, günlük ve haftalık ibadetlerin yanı
sıra cezaların verildiği ve uygulandığı, cemaate duyuruların yapıldığı, görevlilerin tayin
edildiği, bayramların kutlandığı, nişan ve nikâh akitlerinin yapıldığı çok fonksiyonlu bir
mekândı.
Bağlı bulundukları kurumlara düzenli olarak aidât gönderen cemaatler, merkezî
idareler tarafından yetiştirilen din adamları (dayanim) tarafından yönetilirdi. Merkezden
aldıkları bir icâzetle göreve başlayan bu din adamları, görev yerlerindeki cemaatten de
bazı kimseleri yardımcı seçerek bet din adı verilen yerel konsülü oluştururdu.
Bet dinler, yerel cemaatlerin her meselesinden sorumluydu. Cemaat içerisinde
yardımları toplar ve dağıtır; öksüz, yetim ve dulların zor durumda kalmamasına dikkat
eder, özellikle de dulların kötü yola düşmemesi için her türlü ihtiyaçlarını karşılardı. Bet
dinler cemaatin dinî kurallara uymasını da sağlar, cemaat içerisinde gayri ahlakî
davranışlara engel olurdu. Cemaat mensuplarının İslâm mahkemelerine gitmesine
şiddetle karşı olan bet dinler, satış, devir-teslim, vasiyet ve ticaret belgelerini tanzim ve
takip eder; tarafların kurallara uymasını da sağlardı. Bet dinler ayrıca şehirlerine getirilen
Yahudi köle ve esirlerin takibi ve bunların satın alınarak azat edilmeleriyle de ilgilenirdi.
Esirlerin gerekli ihtiyaçları karşılanır, memleketlerine gönderilirdi. Kölelerin durumuyla
da bet dinler ilgilenirdi. Bet dinler evdeki yemek ve diğer hizmetlerin dinî kurallara uygun
olarak yapılması için köle ve cariyelerin Yahudiliğe girmesine çok önem verirdi.
Sahiplerine köle ve cariyelerine en geç 12 ay içerisinde Yahudiliği kabul ettirmelerini
emreden bet dinler, girmeyenlerin satılmasını da icbar ederdi.
Bet dinlerin sınırlı da olsa ceza verme yetkileri vardı. Başta Sebt (Şabat) olmak üzere
dinî ve ahlakî kuralların ihlâli ile alış verişlerde verilen sözün tutulmaması gibi
durumlarda kırbaç cezası veren bet dinler, günâh işleyenler ile bet dine karşı gelenlere ise
herem cezası verirdi. “Herhangi birini cemaatten atmak” anlamına gelen “herem”,
Yahudilerin sürgünde ihdâs ettiği en etkili yönetim ve baskı aracıydı. Dışarıdan
67
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
bakıldığında çok acımasız görünse de, cemaat açısından bakıldığında, cemaati bir arada
tutmada oldukça etkili bir yöntemdi. Yahudi tarihinde herem, cemaatin dinî, hukukî ve
ahlakî bütünlüğünü koruma açısından önemli bir işlev görmüştür. Yahudiler nereye
giderse gitsin aynı hukuka müracaat ettikleri için herem oldukça etkili bir ceza olmuştur.
Bet dinler cemaatin dini rahat bir ortamda yaşaması için gerekli düzeni kurmakla da
yükümlü idi. Parnas adı verilen görevliler cemaat içerisinde yardımları toplamak ve
dağıtmakla görevli idi. Bunlara “neeman” (mûtemet) adı verilen bir başka görevli grubu da
yardım ederdi. Bet dinler cemaatin Yahudiliğe göre helâl gıda (kaşer) ile beslenmesine de
dikkat ederdi. Cemaatin et ihtiyacı için “şohet” adı verilen görevliler tayin eder, hayvanlar
bunlar tarafından kesilirdi. Bet dinler ayrıca süt, peynir, ekmek gibi temel gıdaların bizzat
Yahudiler tarafından imâl edilmesini sağlar; bunların satılması için de belirli dükkânlar
tahsis ederdi. Kaşer gıda satmaları için ruhsat veren bet dinler, bu ruhsat karşılığında
dükkân sahiplerinden belli bir aidât da alırdı. Dükkânlar “bodek” adı verilen bet din
müfettişleri tarafından sık sık teftiş edilir; kuralları ihlâl eden ya da dikkatsiz davrananlar
kırbaçla cezalandırıldıktan sonra ruhsatları da iptal edilirdi.
İslâmî döneme gelinceye kadar asırlardır sürgün hayatı yaşayan ve değişik
milletlerden baskı gören Yahudiler, ayakta kalabilmenin yegâne sırrını, cemaati eğitmekte
bulmuştu. Sürgün ve baskılardan ders alan din adamları, sürgün hayatı devam ettiği
müddetçe eğitim ve öğretimin eylemden daha önemli olduğuna karar vermiş; beyhûde
isyanlar yerine cemaatin eğitimine ağırlık vermişlerdi. İslâmî dönemde Yahudi eğitiminin
temelini Tevrat ve Talmud öğrenimi teşkil etmekteydi. Çocukluktan başlayan eğitim
ilkokulda (bet ha-sefer) Tevrat; beytülmidras ve yeşivalarda Mişna ve Talmud merkezli idi.
Yeşivalar ayrıca yerel cemaatleri yönetecek din adamlarını da yetiştirir, dinî anlayış ve
uygulamalarını yerel cemaatlere yetiştirdikleri bu din adamları vasıtasıyla
yaygınlaştırırlardı.
Yahudiler İslâmî dönemde dinî hayatlarını rahat bir şekilde yaşamış, gereklerini de
herhangi bir engelle karşılaşmaksızın yerine getirmişlerdir. Fethinden sonra, Bizans
idaresi tarafından Yahudilere konan Kudüs’e girme yasağı kaldırıldığı gibi, Yahudilerin
şehre yerleşmesine de müsaade edilmişti. Bizans tarafından Yahudilerin hac mahalli olan
Zeytin dağına çıkma yasağı yine Müslümanlar tarafından kaldırılmıştı. İslâm döneminde
dünyanın dört bir yanından hac maksadıyla gelen Yahudilere herhangi bir engel
çıkarılmamıştır. Hatta o dönemlerde çok sıkı takip edilen ve şehirlerarası yolculuğa çıkan
kimselerin yanlarında bulundurmak zorunda olduğu “vergi ödedi belgesi” (berat) Kudüs’e
hac maksadıyla gelen hacılardan sorulmuyordu.
Kendilerine din ve vicdan hürriyeti verilerek tebaalığa kabul edilen Yahudilerin
mabetleri de güvence altındaydı. Bu mabetlerin bir kısmı İslâm öncesi dönemden
kalmışsa da, günümüzde dahi varlığını koruyan çoğu sinagog, İslâmî dönemde inşâ
edilmişti. Bazı müçtehitler Kûfe, Basra ve Bağdat gibi Müslümanlar tarafından kurulan
şehirlerde yeni kilise ve sinagogların kurulamayacağını ileri sürseler de, çoğu fıkıh ekolü,
68
Nuh ASLANTAŞ
nüfus artışı, yeni mahallelerin kurulması ve mahalle sakinlerinin çoğunluğunu gayri
müslimlerin oluşturması durumunda İslâm şehirlerinde de yeni kilise ve havraların inşâ
edilebileceğini belirtmiş; uygulama da bu doğrultuda olmuştur. İhtiyaç halinde, devletten
izin almak şartıyla, yeni mabetlerin inşâsı ya da deprem, yangın gibi doğal afetlerle tahrip
olan eskilerinin tamirine de herhangi bir engel getirilmemiştir. Fakat ihtiyaç dışı ya da
izinsiz yapılanlar zaman zaman yıkılmışsa da bunun bir istisna olduğu belirtilmelidir.
Sinagog giderleri cemaatin teberrusu, daha çok da vakfedilen ev ve iş yerlerinin
gelirleri ile karşılanırdı. Sinagoglarda cemaate ibadeti, “hazan” adı da verilen “şaliah
tisubur” yaptırırdı. Müslümanlardaki “imam”ların görevini haiz bu din adamı, halka ve
çocuklara temel dinî bilgileri de öğretirdi. Sinagoglarda, Müslümanlardaki kayyımların
görevlerini “şamaş” adı verilen kimseler yapardı. Bunlar, sinagogların bakım ve temizliği
ile ibadet saatlerinde mekânı ibadete hazırlamakla görevli idiler. Görevliler genelde
sinagog müştemilâtındaki evde (lojman) ikâmet eder, maaşlarını da cemaat sandığından
alırdı.
Yahudilerin mezarlık ve türbelerine de aynı güvence verilmişti. İslâm idaresinde
her Yahudi istediği yere gömülme hürriyetine sahipti ve nerede olursa olsun mezar
ziyaretlerine de herhangi bir engel getirilmemişti.
Yahudiler için bayram ve kutlamalar konusunda da herhangi bir engel söz konusu
değildi. Mukaddes günlerin en önemlisi olan Sebt (Şabat) günü, Yahudi mahallesinde
hayat dururdu. O gün, yemek de dahil herhangi bir işle meşgul olmak haram olduğu için
genelde ibadetle geçirilir; ibadet dışında kalan zamanlarda ise eş-dost ve komşular ziyaret
edilirdi. Sebt yasaklarını korumak ve kollamak bet dinlerin göreviydi. Bet dinler Sebt
yasaklarını ihlâl edenleri kırbaçlayarak cezalandırırdı. Benzer şekilde bayram günlerinde
de, günü, anlamına uygun olarak değerlendirebilmek için, herhangi bir iş yapmak yasaktı.
İslâm döneminde bayramlara özgü nümayişli kutlamalarla ilgili herhangi bir kısıtlama
kayıtlara geçmemiştir. Yahudilerin Purim’de Hâmân kuklalarını yaktığı, Hanuka’da her
gün birer ilave ile sekiz kandil yaktıkları, Çardaklar bayramında bahçelerine çardaklar
kurdukları bilgilerinin Müslüman müellifler tarafından da nakledilmesi, bayram
kutlamalarının serbestçe yapıldığını göstermektedir.
Yukarıda da belirtildiği üzere Müslümanlar, hakları hukukla garanti altına alınan
Yahudi komşularını asla yabancı görmemişlerdir. Bu bakış ve uygulama Yahudilerin
İslâm toplumuyla kaynaşmasını hızlandırmış; dolayısıyla Yahudiler o dönemin en iyi
zanaat, bürokrat veya ticaret erbabı haline gelmişlerdir.
Emevîler dönemi Yahudilerin İslâm toplumuna entegre süreci olarak kabul
edilebilir. Bu geçiş sürecinde Yahudiler, yeni kurulan şehirlere başlayan göç hareketleriyle
beraber İslâm toplumuyla da bütünleşmeye başlamışlardır. İslâm hukukunda gayri
müslimlerin seyahat, taşınma ve ikâmetleri konusunda herhangi bir engel bulunmadığı
için Yahudiler İslâm dünyasının her tarafına da dağılmış durumda idiler.
69
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
İslâm dünyasının ilk üç asrı (miladî VIII-X. asırlar), sosyo-kültürel ve iktisadî
açıdan muazzam bir canlılığa şahit olmuştur. Yaygın bir şehirleşmenin, para ekonomisine
dayalı canlı bir ticarî hayat ve yoğun nüfus hareketlerinin yaşandığı bu dönemde yeni
kurulan şehirlere başlayan akınla İslâm toplumuyla bütünleşmeye başlayan Yahudiler,
birkaç nesil sonra şehirlerdeki yeni imkânlar sayesinden toplumsal bir dönüşüm de
yaşamıştır. Meslekî gettoların olmaması sebebiyle başta ticaret olmak üzere istedikleri
mesleklerde rahatça faaliyet göstermiş, İslâm toplumuna tam anlamıyla entegrasyonlarına
paralel olarak değişik iş kollarına yönelmiş, bazılarında da sadece onlar söz sahibi
olmuşlardı. Yahudilerin Talmudik dönemden beri süregelen kırsal kültürden şehir
kültürüne geçişi de bu asırlarda gerçekleşmiştir. Bugünkü dünya ekonomisi, siyaseti ve
kültürel hayatındaki Yahudi katkısında, bu dönemlerde kazanılan bilgi ve tecrübenin
azımsanmayacak bir katkısının olduğunu söylemek mümkündür.
İslâm dünyasında gayri müslimler, her türlü mesleği icra etme hakkına sahip
oldukları gibi, ticaret yapma konusunda da Müslümanlarla eşit kabul edilmişlerdir. Şarap
veya domuz satmak gibi, İslâm dinince yasak olan bir takım iş kolları kendilerine serbest
olmakla beraber, bunları Müslümanların yerleşim merkezlerinde yapmalarına kısıtlama
getirilmiştir. Öte yandan bir Müslümanla gayri müslimin ortaklığında da herhangi bir
sakınca görülmemiş; faizli muamele sebebiyle ortaklıkta söz sahibinin Müslüman taraf
olmasına vurgu yapılmıştır.
İslâm toplumundaki bu uygulama ve anlayışlardan dolayı Yahudiler istedikleri
mesleklerde rahatça faaliyet göstermişlerdir. İslâm dünyasında, o dönem Avrupasında
olduğu gibi, meslekî gettolar hiçbir dönemde var olmamıştır. Dindaşları, Hıristiyanlar
tarafından bayağı işlerde çalıştırılırken, İslâm dünyası Yahudileri vezirlik gibi bürokrasinin
en üst noktası da dahil, kabiliyeti ve imkânı varsa, zanaat ve meslek gruplarının istediği
dalında faaliyet göstermişlerdir. Hatta İslâm dünyasında Yahudiler tekstil, keten ve ipek
imalâtı, kumaş boyacılığı, debbağlık ve işlenmiş dericilik, baharat, ıtriyat, boya ve vernik
işleri, ecza mamulleri, para basımı ve metal işleri, yağ, şarap, bal ve kurutulmuş gıda
maddeleri, Akdeniz’den ithal edilen mercan, Hindistan’dan getirilen incinin imalât ve
pazarlaması gibi, belli mesleklerde de söz sahibi olmuşlardır.
Talmudik dönemden beri özde ziraat ehli olan Yahudiler İslâmî dönemde Kûfe,
Basra, Fustât, Bağdat ve Kahire gibi kozmopolit şehirlerdeki değişim ve dönüşümlerle
meydana gelen yeni fırsatlar sayesinde, İslâm toplumuna tam anlamıyla entegrasyonlarına
paralel olarak değişik iş kollarına da yönelmişlerdir.
Öte yandan İslâm dünyasında herhangi bir kısıtlama olmamasına rağmen,
birtakım dinî sebep ve endişelerden dolayı bazı mesleklerin sadece Yahudiler tarafından
yapılması da dikkat çeken bir başka olgudur. Şarap, peynir, süt ve tereyağı imalâtı,
parşömen yapımı, berberlik, lokantacılık ve fırıncılık gibi bazı mesleklerin Yahudiler
tarafından yapılması dinî bir zorunluluk gibiydi.
70
Nuh ASLANTAŞ
İslâm dünyasında dini ve uyruğu ne olursa olsun kısa ya da uzun mesafe tüccarlar
asla yabancı olarak görülmemişlerdir. Dünya pazarlarına bu kadar giren meslekten tüccar
olan Müslümanların Yahudileri rakip olarak görmeleri için de hiçbir neden yoktu.
Müslümanlar, kârlarını ellerinden alır korkusuyla Yahudileri bertaraf etmeyi düşünmemiş;
aksine, başarılarına gıpta edilen bir meslektaş olarak görmüşlerdir.
İslâm dünyasındaki bu ekonomik hareketlilik Yahudileri öyle bir etkilemiştir ki,
temelde ziraat ehli olan, Bâbil sürgününde ve Helenistik dönemde de ticaret yapan
Yahudiler, İslâmî dönemde bizzat “tüccar sınıfı” olarak ortaya çıkmışlardır. Yahudilerin
İslâm ticaret medeniyetinin doğuşundan önce de kendilerine ait bir ticaret tecrübeleri
vardı. Ancak ticaret, Yahudi tarihinde X. ve özellikle de XI. asır ve sonrasında olduğu
kadar Yahudi nüfusun bu kadar geniş bir kısmını etkileyip içine almamıştı. Günümüzün
“Tüccar Yahudi” tipi İslâmî dönemde ortaya çıkmıştır.
Yahudilerin İslâmî dönemde ziraatçı ve şehirlerin kapalı küçük zanaat ve esnaf
tipinden, büyük sermayeleri kontrol eden uluslar arası tüccar ve banker tipine
dönüşümleri, Ortaçağ İslâm dünyasının Yahudilere sağladığı en büyük mükafat olmuştur.
Zira İslâm’ın gelişiyle Yahudilerin üzerindeki siyasî, idarî ve hukukî sınırlamalar kalkmış,
her alanda daha rahat hareket etme imkânı bulmuşlardır. Geniş coğrafyada istedikleri gibi
ticaret imkânı bulan Yahudiler, dindaşlarıyla irtibata geçmiş ve bu geniş coğrafyada dinî
âidiyet ekseninde örgütlenme imkânı bulmuşlardı. Zaten çoğunlukla şehirlerde zanaatkâr
ve esnaf olarak yaşayan ve dinî inançları gereği gıda üretimi, ibadet, dayanışma ve kefâlet
gibi Talmudik gelenekler de onların bu örgütlenmelerini hem teşvik etmiş hem de bu
örgütlenme için gerekli zemini hazırlamıştır.
Belli ekonomik standart ve özgürlüğün yakalanması, Yahudileri bilim ve sanat
alanında da özgün eserler vermeye sevk etmiştir. Her din ve ırktan milletin kendini
rahatça ifade imkânı bulduğu İslam toplumundaki özgürlükçü ortamda Yahudiler İslâm
düşünce ve ifade tarzını benimsemiş, bu fikrî ve kültürel ortamdan etkilenmekle beraber
bu ortama belli oranda katkı da sağlamışlardır.
İslâmî döneme gelinceye kadar Yahudilerin etkilendiği yabancı kültür ve
medeniyetlerden en önemlisi, kökeni eski Yunan’a dayanan Helenizm olmuştur. Bin yıl
boyunca bu kültürden fazlasıyla etkilenen bazı Yahudiler bu dönemde Grekçeyi
benimseyerek kendi din ve kültürlerinin yeni bir yorumunu da yapmaya çalışmışlardır.
Ancak geleneksel Yahudilik Helen bilim ve düşüncesine kapılarını kapatmayı tercih
etmiş, putperest bir topluluğun mahsulü olan bu faaliyetlerden, “bozulmamak ve
kaybolmamak için uzak durma”yı yeğlemiştir. Önemli etkisine rağmen Yunan medeniyeti ile
temas, kültürel birliktelik bazında memnuniyet verecek şekilde sonuçlanmamıştı.
Yahudilerin tarihlerinde temasta bulunup en fazla etkisinde kaldığı medeniyet ise,
Ortaçağ dünyasına her manada hakim olan İslâm medeniyeti olmuştur. Yahudiler ve
71
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
Yahudilik, tarihi boyunca hiçbir zaman, İslâm medeniyetiyle olduğu kadar başka hiçbir
medeniyetle yakın ve verimli bir birliktelik yaşamamıştır.
Klâsik İslâmî dönem (Abbâsî ve Fâtımî dönemleri), Yahudi literatürünün en
zirvede ve en üretken olduğu dönem olarak öne çıkar. Şiir, dil ve edebî çalışmalar, İslâm
kültür ve medeniyetinin etkisinde gelişmiştir. Aslında Yahudi düşüncesini esasen, İslâm
bilim ve düşüncesinin, süzülerek Yahudi hayatına giriş yapan bilim ve düşünce olarak
nitelemek hiç de yanlış olmayacaktır. VIII ve XI. yüzyılda Arapça yazan Yahudi tabip,
matematikçi, astronom ve filozoflarla kelimenin tam anlamıyla “bilim”, tarihlerinde ilk
kez Yahudiler arasında bilinmeye ve kullanılmaya başlamıştır. Zira, İslâmî döneme
gelinceye kadar Yahudi bilim ve düşüncesi tamamen basit, pratik gözlemler ve
sonuçlarla, derinliği pek de önemli olmayan mitolojik düşüncelerden ibaretti. Talmud ve
Agada külliyâtında bahsi geçen bilimsel konulara hasredilmiş küçük de olsa kayda değer
herhangi sistematik bir risale mevcut değildir.
Bütün bu ilmî faaliyetler, belli ekonomik standardı ve özgürlüğü yakalamış bir
toplum tarafından gerçekleştirilmiştir ki, bunların ortaya çıkmasındaki en önemli etken de
İslâm medeniyetinin Yahudilere sağladığı ortamdır. Bu dönüşümün tamamlandığı asır, X.
asırdır ve bu asır Yahudi tarihi açısından da “Altın Çağ” kabul edilmektedir.
İslâm toplumunda sosyo-ekonomik açıdan dönüşüm yaşayan Yahudiler,
Müslümanların ulûm-ı dahîle adı verdikleri tıp, eczacılık, astronomi, astroloji ve felsefe gibi
beşerî bilimlerde de rol almışlardır. Bu dönemde dinen Yahudi olsalar da şeklen, ruhen
ve kültürel açıdan kesinlikle Yahudi değillerdi. Yahudiler İslâm düşünce ve ifade tarzını
bu dönemde benimsemiş, İslâm dünyasındaki fikrî ve kültürel ortamdan bu dönemde
etkilenmiş ve bu ortama belli oranda katkıyı da yine bu dönemde sağlamışlardır.
İslâm medeniyetinin zirvesi olarak kabul edilen IX ve X. asırlar, aslında
Yahudiliğin de her yönüyle tekâmülü anlamına geliyordu. Yahudi hukuku, ibadeti ile dinî
şiir ve edebiyatı bu asırlarda sistematik hale getirilmiş ve bu gün dahi elden düşmeyen ve
kaynak vazifesi gören klasik metinler bu asırlarda telif edilmiştir.
İbranîce bu dönemde Arapça örnek alınarak bilimsel bir şekilde çalışılmış, Ahd-i
Atîk’teki metinlerin doğru anlaşılması için belli kurallar geliştirilmişti. Dil çalışmalarının
edebî bir yan ürünü olan Yeni-İbrânî şiirinin (Neo-Hebraik) sosyal hayatta ve sinagogda
önemli fonksiyonlar icra etmeye başlaması da bu döneme dayanmaktadır.
İslâm dünyasındaki dinî-felsefî çalışmalar ve tartışmalar ile bilim ve kültürün,
Yahudileri de etkileyerek hummalı bir çalışmaya teşvik ettiği, ittifakla kabul edilen bir
husustur.
İslâm öncesinde olduğu gibi, İslâmî dönemden 2-3 asır sonrasına, yani Arapçanın
tamamen benimsenmesine kadar Yahudiler ibadet ve dinî metinlerde Aramîceyi
kullanmaya devam etmişlerdi. Arapçanın hakimiyetiyle beraber Talmud dilinin günlük
72
Nuh ASLANTAŞ
hayattan yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlaması, dinî metinlerin Yahudiler eliyle
Arapçaya tercüme edilmesi zaruretini ortaya çıkarmış; Tevrat, cemaatin kullanımı için
önde gelen din adamları tarafından tercüme edilmiştir.
Şiir, dil ve tefsîr gibi, Yahudi hukuku alanında yapılan çalışmalar da İslâm
dünyasındaki ilmî hareketlerden etkilenilen bir faaliyet alanı olarak öne çıkar. İslâmî
dönemde Yahudi din adamlarının en üretken oldukları saha, hukuk sahası olmuştur.
Yahudiler, özellikle Bağdat’taki İslâm hukuku üzerine yapılan yoğun faaliyetlerin de
etkisiyle kendi hukuklarını sistematik hale getirmeye çalışmışlardır.
İlk iki asrında İslâm dünyasında ortaya çıkan çeşitli fikrî tartışmalar Yahudi
cemaatlerini de derinden etkilemişti. Bu tartışmaların etkisiyle Yahudilerde de pek çok
yeni mezhep ve fikir hareketi ortaya çıkmıştır. Geleneksel Yahudilik (Rabbânîlik) bu
felsefî ve kelâmî tartışmalara uzun süre kapılarını kapasa da, İslâm dünyasında çeşitli
fırkalar tarafından savunulan kelâmî argümanların Yahudiliğe uygulanması ve netice
olarak Rabbânî cemaatlerin içinden çıkan fırkaların bazı Yahudi cemaatleri de etkisi altına
almaya başlaması, geleneksel Yahudiliği bir arayışa sürüklemiştir. Netice olarak İslâm
dünyasında Yahudiler, Yahudiliğin geleneksel dinî görüşlerini yorumlayarak aklî delillerle
temellendirmeye çalışırken aynı çizgide düşünen Müslüman meslektaşlarının felsefî ve
kelâmî argümanlarından faydalanmaktan da çekinmemişlerdir.
İslâmî döneme gelinceye kadar Yahudilerin dinî alandaki çalışmaları daha çok
Talmud ve Agada üzerine yoğunlaşmıştı. İslâmî dönemle beraber, Müslümanların
Kur’ân’ı anlamak için dil çalışmalarına yönelmesi, bu çalışmaları örnek alan Yahudileri de
kutsal metinleri ve anadillerini araştırmaya ve öğrenmeye sevk etmiştir. İslâm’dan önce
İbranîce, Aramîce ve Yunanca yazan Yahudi din ve bilim adamları her nedense
İbranîceyi sistematik bir dil hale getirmemiş/getirememişlerdi. İslâmî dönemledir ki,
Müslümanların Arap dili ve grameri üzerine yaptığı hummalı araştırma ve çalışmalar,
gecikmeli de olsa Yahudileri harekete geçirmiştir. IX. asırdan itibaren İslâm dünyasında
Arap dili ve dilcilerinin en hararetli takipçileri, Yahudi dil bilimciler olmuştur.
Yahudilerin İbranî dili üzerine yaptığı çalışmalar sadece Arapça yazılması açısından değil,
metot ve terminoloji açısından da Arap dilcilerinin etkisiyle kaleme alınmıştı.
Tarih boyunca yazıda ve konuşmada çeşitli dilleri kullanan Yahudiler İslâmî
dönemde de Arapçayı benimseyip kullanmışlardır. Bu dönemde Yahudiler Tevrat dili
olması sebebiyle İbranîce, Talmud ve responsa dili olması sebebiyle Aramîce, ait oldukları
toplumun bir parçası olarak da Arapçayı (laşon Yişmaelim) kullanmışlardır.
İslâmî dönemde günlük hayatta kullanılmayan İbranîce sadece dinî ve edebî
literatürde kullanılmakta idi. Yahudiler ibadet dili olduğu için İslâmî dönemde
ibadetlerinde İbranîceyi kullanmaya devam etmişlerdir. Hatta bu dilde az da olsa telifât
yapmışlardır. Ancak 800’lerden itibaren hem konuşma hem de yazıda Aramîce yerini
73
Tarih Boyunca Müslüman-Yahudi İlişkileri
yavaş yavaş Arapçaya bırakmaya başlayacaktır. Bu yönelişteki en büyük etken, Arapçanın
artık bilim dili haline gelmesidir.
Günlük hayatı ve ilmî sahayı tamamen işgal eden Arapça, IX. asırdan itibaren dinî
alanı da tehdit eder hale gelmiş, İbranîce ve Aramîcenin hakim olduğu sahalarda dahi
Arapça kullanma eğilimi baş göstermiştir. Bu dönemlerde artık günlük hayatta Müslüman
halk ve idarecilerle irtibat kurmak isteyen Yahudilerin Arapça konuşması da kaçınılmaz
hale gelmiştir. Özellikle Yahudi tüccarların yazışmalarında kullandıkları dil neredeyse
tamamen Arapça idi.
Sa’diya ile beraber ilim dili özelliği kazanan Arapçanın benimsenmesi Yahudi
tarihinde bambaşka bir şekilde tezahür etmiştir. İslâmî döneme gelinceye kadar
Yahudiler, Arapça ile İbranîceyi kısmen mezcederek kısmen de müstakil, başka hiçbir dili
bu şekilde müşterek olarak kullanmamışlardır.
İslam dünyasında özellikle Moğol istilâsından sonra başlayan hızlı gerileme, Batıda
Osmanlıların İslâm dünyasının kaderini yeniden ellerine almaları ile tekrar yükselişe
geçmiştir. Doğu İslam dünyasında Abbasî, Fatımî ve Memlûk halklarının gerileme ve
çöküş kaderini paylaşan Yahudiler, Osmanlılarla birlikte yükseliş kaderine de ortak
olmuşlardır.
Roma-Bizans döneminden beri Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Romanyotlar;
Fatih, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde doğu bölgelerindeki toprak kazanımları ile
Osmanlı hakimiyetine giren Araplaşmış Yahudiler (Müsta’ravim/Mizrahim) ile kökenleri
sürgün ve iskânlara dayanan Aşkenaz ve Sıfarad Yahudi cemaatleri, varlıklarını Osmanlı
hakimiyetinde özgür bir şekilde devam ettirmişlerdir. Özellikle 1492 yılında İspanya’dan
sürülen Sıfarad Yahudileri, beraberlerinde getirdikleri insan gücü, bilgi ve zenginlikle,
küçülmekte olan Doğu Yahudileri için taze bir kan olmuş, dindaşlarının o sırada
yükselme süreci başlayan Avrupa dünyasına açılmalarını da sağlamışlardı. Sarayda
sultanların danışmanı, banker ya da hekimi olarak önemli vazifeler işgal eden Yahudiler,
XV. asrın sonu ile XVI. asırlarda aklî ve dinî ilimlerde de önemli başarılara imza
atmışlardır. Bu asırlar, Yahudilerin İslam dünyasındaki “İkinci Altın Çağı” kabul
edilebilir.
1700’lü yıllara kadar devam eden bu süreçte Yahudiler Avrupa’daki dindaşlarının
yaşadıkları baskı ortamından çok uzak liberal koşullar altında Osmanlılarla verimli bir
birliktelik sürdürmüşlerdir. 300 yıl boyunca Türkiye Yahudileri, o dönem Yahudi
dünyasının merkezi haline gelen ekoller oluşturarak İsrail halkının odağı olmuştur.
Ancak XVIII. asırdan itibaren Osmanlı topraklarında her alanda Yahudilerin
yerini Ermeni ve Rumlar almaya başlamış, zamanla sarayda nüfuz sahibi Yahudi
kalmamıştır. Ortaçağda Abbasî, Fatımî ve Memlûk Yahudilerinde olduğu gibi, Osmanlı
halkının gerileme ve çöküş dönemlerindeki kaderini, Türkiye Yahudileri de paylaşmıştır.
74
Nuh ASLANTAŞ
Özetlemek gerekirse; İslâmî dönem, Yahudi tarihi açısından çok önemli bir
dönem olarak öne çıkar. İslâm döneminde dünyadaki Yahudi nüfusunun önemli bir
kısmının yaşadığı İslâm dünyasında, Yahudilere büyük müsamaha gösterilmiştir.
Yahudiler dinlerine uygun olarak geçimlerini bu dönemde herhangi bir engelle
karşılaşmaksızın sağladıkları gibi, elde ettikleri ekonomik refah sayesinde ilmî
çalışmalarını da özgür bir biçimde yerine getirebilmişlerdir. Günümüzün tüccar ve
entelektüel Yahudi tipi İslâmî dönemde ortaya çıktığı gibi, Yahudiliğin İslâmî ilimlerin
esas alınarak yeniden şekillendirilmesi de bu dönemde yapılmıştır. Dolayısıyla İslâm
dünyası özelde Yahudiler genelde ise diğer din mensuplarıyla yaşayabilecek erdemli bir
tarihe, tarihî tecrübeye ve tarihî dinamiklere sahiptir. Son zamanlarda özellikle Batı’da
başlayan “yabancı” ve “Müslüman” karşıtlığının, bu erdemli tecrübeden alması gereken
önemli dersler vardır. Dünya, adaletli bir yönetim için Hz. Ömer’in takipçisi
Müslümanları beklemektedir.
Öte yandan Son zamanlarda özellikle Batı’da başlayan “yabancı” ve “Müslüman”
karşıtlığı ile entegrasyon adı altında yapılmaya çalışılan asimilasyon girişimlerinin bir arada
yaşamın güzel örnekleriyle dolu bu tecrübeden alması gereken önemli dersler vardır.
75
Download