Suriye`de katliam devam ediyor

advertisement
Bizim Şehrin Bülteni
RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 10 SAYI: 40 Ocak - Şubat - Mart 2014
ISSN 1305 - 5356
Suriye’de katliam
devam ediyor...
14.154
767
Halep
988
Lazkiye
514
9.813
Qunaitra
7.603
1.328
İdlib
Rakka
6.181
Hama
Tartus
518
Al Hasaka
13.150
4.968
Deyr Az-Zour
Humus
28.514
Şam
63
Alsuwaida
Daraa
100 Bin’i aşkın şehit 2 Milyon Mülteci Kimyasal silahlarla 2 Bin şehit
Kalite ve hizmet odaklı çalışan filizfidan yapı
müşteri memnuniyetini ön planda tutan bir firmadır.
Bünyesindeki markalarla yapı sektöründe toptan ve
perakende hizmet vermektedir.
• Graniser seramik
• Ece vitrifiye,armatür ve banyo dolapları
• Penta armatür-Sanica banyo sistemleri
• Durul banyo sistemleri
• Art floor laminat parke
• Bumay cam mozaik ve inox bordür
• Zaffiro cam mozaik
• Japar
• Damla banyo dolapları
ve sayamadığımız birçok marka ile toptan ve perakende hizmet vermektedir.
Tel: 0264 241 39 04 - Fax: 0264 241 39 05
Küpçüler Mahallesi Karasu Yolu Caddesi No: 10/87 Erenler/SAKARYA
2
www.filizfidanyapi.com.tr
Seramik
Editörden
Yusuf E. ERDEM
Z
alim Esed rejiminin 2012 yılından beri devam eden saldırıları
nedeniyle evlerini terk ederek
kamplarda yaşamaya mahkûm
olan yüz binlerce insan açlıkla
pençeleşiyor. Suriyeli mültecilerin
yaşadığı bazı kamplarda insanlar
açlıktan kedi, köpek, eşek, aslan
eti yemek zorunda kalırken şimdi
buna bir de acil kışlık ihtiyaçlar
eklenince krizin boyutu ölümcül
noktalara ulaştı.
“Suriye’deki iç savaşın üçüncü
yılında, resmi rakamlara göre 1
milyonu çocuk 2 milyon Suriyeli
mülteci yokluk ve sefalet içerisinde
yaşam mücadelesi veriyor. Rejim
güçleri, bugüne kadar 120 binden
fazla insan öldürürken Suriye
Devlet Başkanı zalim Beşşar Esed,
ülkenin belli bölgelerine gıda geçişini yasaklayarak kendi halkının
yavaş yavaş ölmesini sağlıyor.
Rusya, Venezuela, Yunanistan, K.
Kore, Litvanya, İran, Lübnan ve
Yemen’den binlerce paralı asker ve
militan zalim Esed’le omuz omuza
Suriye halkını katlediyor.”
On binlerce Suriyeli de Türkiye,
Lübnan, Ürdün, Mısır ve Irak’ta ya
da Türkiye sınırına yakın bölgelerde sert kış şartları altında silahların susacağı günü bekliyor.
Şam Âlimler Birliği’nden
Türkiye halkına acil
yardım çağrısı!
Şam Âlimler Birliği Başkanı Usame er-Rıfaî Türkiye halkına acil
yardım çağrısı yaptı. er-Rifaî’nin
ümmeti İslamî sorumluluklarıyla
yüzleşmeye davet eden görüşlerinden bazıları şöyle:
“Müslümanlardan Suriye’deki açlığa karşı mallarıyla da harekete geçip, kalplerinde iman meşalesinin
hâlâ yanıyor olduğunu insanlık
âlemine göstermelerini bekliyoruz.
Âlem-i İslam Bilad-ı Şam’a sahip
çıkmalıdır. Unutmamak gerekir ki
Allah Teâlâ’nın “Müminler ancak
kardeştirler” ayeti kerimesiyle belirlediği kardeşliği, Efendimiz (sav)
“Sizden biri yanındaki komşusunun aç olduğunu bildiği halde (ona
yardım etmezse) mümin olamaz.”
hadis-i şerifiyle farziyet makamında bir sorumluluk olarak izah
etmiştir. Burada Allah Rasulü’nün
(sav) özellikle komşuyu zikretmesi, kişinin durumuna vakıf
olabileceği ve yardım edebileceği
en yakın insan olması hasebiyledir. Aslında bu nebevî buyruk
yeryüzünde yaşayan her Müslüman için geçerlidir, zira medya ve
iletişim araçları vasıtasıyla her
Müslüman bu olaylardan sesli ve
görüntülü bir şekilde haberdardır.
Ayrıca güvenilirlikleri sınanmış ve
tescil edilmiş hayır kuruluşlarımız
mevcutken artık bir özür kalmamıştır.”
Hürriyetlerine kavuşma ve şereflerini muhafaza edebilme adına
açlığa, soğuğa ve her nevi ızdıraba
göğüs gerip zalimlerin zulmüne
karşı destanlar yazan Suriyeli
kardeşlerinizin yanında olduğunuzu göstermenin en çok beklendiği
günlerdeyiz.
Türkiyeli müslümanlar gerçekten
İslam kardeşliğinin ne olduğunu
ve nasıl anlaşılması gerektiğini
Suriyeli kardeşlerinin yanında
yer alarak hatırlattılar. Suriyeli
kardeşlerine ve tüm insanlığa
yeniden Sahabe-i Kirâm’daki o
derin muhabbeti ve o yüce zatların
ruh hallerini de hatırlatmanın tam
zamanı.
Allah Teâlâ’dan tüm İslam âlemini
bu duygularla müzeyyen kılmasını talep ederiz. Şüphesiz ki O,
işiten, yakın olan ve duaları kabul
edendir.
Tüm dünyanın gözleri önünde
hergün katliama maruz bırakılan
Suriyeli kardeşlerimizin çağrısına
duyarsız kalmayalım.
Ada’da kalın…
3
iÇiNDEKiLER
6
MEMNUNİYETLE KABUL EDİLECEK HİZMETLERİN
RÜYASINI GÖRENLER NEREDE?
Abdullah BÜYÜK
10
MAHMUT SAMİ
RAMAZANOĞLU (k.s)
12
15
MÜTREFİN
Hamza TEKİN
18
"Vefatının 30. Yılı"
Sahir AKÇA
DERSHANE
TARTIŞMALARI
VE KAYBOLAN
KARDEŞLİK HUKUKU
Yusuf YAVUZYILMAZ
4
CENNETİN
HANIMEFENDİSİ;
HZ. FATIMA (r.a)
20
FAALİYETLERİMİZ
22
“AFRİKA’DA USÛL ÖĞRETİYORUZ”
24
HZ. İBRAHİM (a.s) ve İKRAM
Diversity Farklılık Derneği
Mustafa AYDIN
28
26
SUDAN
GÜNLÜĞÜMDEN - 2
Harun ÇALTIKOĞLU
ÇOCUKLARA
ÖYKÜLERLE
40 HADİS
Halil ATALAY
30 KAYBOLAN KARDEŞLİĞİMİZ
Mehmet KUZU
32
PEYGAMBERİMİZ HANGİ
ÜNİVESİTEDEN MEZUN OLMUŞTU?
Vehbi KARAKAŞ
34
ASR SURESİNDEN
MESAJLAR II
Emine ATLI
36
5VAKİT
5 FARKLI COĞRAFYA
Yusuf E. ERDEM
RİBAT EĞİTİM VAKFI
ADAPAZARI ŞUBESİ
YIL: 10 SAYI: 40
OCAK - ŞUBAT - MART 2014
RİBAT EĞİTİM VAKFI
Adapazarı Şûbesi Adına
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:
Sâhir AKÇA
Yayın Kurulu:
Sâhir AKÇA
Yusuf Ertuğrul ERDEM
Yusuf ERKAN
Cihan YILDIZ
Genel Yayın Yönetmeni:
Yusuf Ertuğrul ERDEM
Reklâm Sorumlusu:
Yusuf ERKAN
Tel: 0532 314 33 58
İrtibat Adresi:
Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6
(İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI
[email protected]
www.adabulteni.com
Telefax: 0264.277 19 46
Tasarım ve Baskı:
BURAK OFSET 0264 274 69 24
Sorumluluk:
Yayınlanan yazıların fikri sorumluluğu
yazarlara aittir.
Gönderilen yazılar iade edilmez.
İsim zikredilerek iktibas yapılabilir.
BASIM TARİHİ: ARALIK 2013
ISSN 1305 - 5356
5
Abdullah BÜYÜK
MEMNUNİYETLE KABUL
EDİLECEK HİZMETLERİN
RÜYASINI GÖRENLER NEREDE?
Bizim, uğruna canların feda olmak için yarıştığı bir rüyamız var. Adı ne bu
rüyanın? Cennet mi diyorsunuz? Hayır efendim, hizmet… Hizmetimiz ve
kulluğumuz, zaten bizim cennetimizdir.
S
evgili kardeşlerim, Dergimiz
vasıtasıyla sizlerle bir muhasebe yapmak, kendimize ve
hizmetlerimize bir başka pencereden bakmak, bir kere daha ahit
tazelemek, yeniden silkelenmek
ve bir kez daha “bismillah” deyip
heyecan soluklamak istiyoruz.
Ne yaşarsak yaşayalım, yorulma
nedir bilmeyiz biz. Gönlümüz,
rızası için nefes alıp verdiği yüce
Allah’ın memnuniyet izhar eden
bir nazarına muhatap olabilmek
için kafesinde kuş gibi çırpınıp
dururken, dilimizde de gördüğümüz bu hülyanın zikri duyulur.
Biz, O’na bakarız ve yalnız işimize odaklanırız. Hizmet ve kulluk
heyecanımıza balyoz indirmek
isteyenlerin bize doğru kalkan
ellerini hafifçe öper, sonra sırtlarını sıvazlayıp “selametle” deriz.
Ne incinir, ne incitiriz. Çünkü
bizim, uğruna canların feda
olmak için yarıştığı bir rüyamız
var. Adı ne bu rüyanın? Cennet
mi diyorsunuz? Hayır efendim,
hizmet… Hizmetimiz ve kulluğumuz, zaten bizim cennetimizdir.
Artık bizi bu cennetten çıkarmak
6
için kolumuzdan tutup kapıya
koymak isteseler de, o ilahî
güfteli marşımızı mırıldanmaya
devam ederiz. Taş olup ayağımıza batmaya, engel olup önümüze
çıkmaya adeta ant içmiş kardeşlerimizin kulaklarına eğilip, hülyalarımızı onlara da fısıldamaya
devam ederiz. Cimri değiliz biz. Kul gibi
başlayıp kul gibi bitecek hayatımızı yaşarken, kulluk pistine
attığımız ilk adımımızla son
adımımız arasında zerre kadar
fark olmaması için, gönlümüze
koyduğumuz aşk ve heyecan sermayesinden çevremizdeki herkes
tatsın isteriz. Hizmeti de, ondan
hâsıl olan muhabbet ve lezzeti de
herkesle paylaşmak derdindeyiz.
Tatmayanları bu sofranın başına
bir kez olsun oturtmak için nöbet
bekleriz. Zira biliriz ki, bir kere
tatsalar, bir kere istiğnayı bırakıp
dizlerini bükerek tribünlerden
mindere inseler, bir daha o kaşıkları ellerinden bırakamazlar.
Ve sonu bu sofraya çıkmayan her
sokağın başında gönüllü olarak
bekçilik yapıp “burası çıkmaz
sokak” ikazını ruhsuz levhalara
emanet edemezler. Bilin ki sofra
başında bir görünüp bir kaybolan birileri olmuşsa, aslında
ellerinde kaşık, başkalarının
arkasından beyhude koşturmuş
nasibi kıt kardeşlerinizdir. Kızmayın onlara, sadece merhamet
edin; çünkü ilahî varidatı ruha
inci gibi dizen lokmalardan hep
başkalarına vermek yerine bir
de kendi ağızlarına koysalardı,
asla sırtlarını dönüp bu maide-i
rabbanî’yi terk edemez, hele o
tabaklara tükürmeyi akıllarına
bile getiremezlerdi. Kopyacı değiliz biz. Bütün hizmetlerimiz, mutlaka bir ihtiyaç,
bir zaruret, bir maslahatla temellendirilmiştir. Karnımız acıkınca
yemek nasıl tevilsiz bir ihtiyaçsa,
hangi alanda bir hareket içine
girmişsek, emin olabilirsiniz ki
o sahada hizmet öylece ihtiyaç
halini aldığı içindir. Bizimki, ne
alışkanlıklar, ne adetler ve ne de
“Sıra bize geldi, bizim neyimiz
eksik” gibi sığ saikalara bağla-
namayacak kadar içten, orijinal;
eksikliğinden doğan ağrısı da,
ağrının şifa bulması için “Ne yapılabilir?” diye şakak zonklatan
beyin takımı da bizden olan bir
aksiyonun hikâyesidir. Bu ülke
halkının kardeşliğe, geleceği
imar edecek fedakârlık abidesi
hizmet erlerine, irşada, irfana,
su gibi, ekmek gibi ihtiyacı
olduğunu biliyoruz. Müslüman
bir hanımın tesettüre, Müslüman
ailelerin helal ve temiz kazanca,
Müslüman çocukların eğitime,
nihayet her Müslümanın imana
ve namaza ihtiyacı olduğundan
eminiz. Bu ihtiyaçların her biri
için ayrı ayrı projeler geliştirmeyi, her birine masamızda
hususî bir dosya açmayı vazife
biliriz. Merkez değil, şube olmanın
derdindeyiz biz. Çekim gücünü
elimizde bulunduralım, insanları
kendimize çağıralım, şovmenvari şirinlikler yaparak sahne
ışıklarını üstümüze çekelim,
tabelalarımızı allayıp pullayalım, hizmeti illa biz yapalım
kaygısını hiç duymadık biz.
Merkez olmak ne demek; bilakis,
Mescid-i Nebevî’den beslenen
bir devrimin, en sessiz sedasız
parçaları olabilmeyi, “Senin
aşkınla mecnunum, velakin iştiharım yok” diyen şair gibi ismi
cismi şöhret bulmamış, köküne
ve gövdesine sıkıca bağlı bir dal
olabilmeyi biricik iftiharımız
saydık. Yani biz, başarımızı ne
kadar merkezîleştiğimizle değil,
ne kadar şubeleştiğimizle ölçeriz.
Kâbe’nin emir eri gibi çalışmayı,
Türkiye’nin amiri gibi çalışmaya
bin defa yeğleriz.
Karaborsa yatırım yapmayız biz.
Hizmetimizi, onurlu ibadet kimliğimizi falsolu tercihlerle yanlış
Biz, hizmetimiz bir hafta
rüyamıza konuk olmasa
kendimizi kontrol eder,
niyet tazeler ve bunu bir
sorun addederiz.
adreslere kurban etmeyiz. Bunca
yorulup didindiğimiz, uğruna
hayatlarımızdan, vazgeçilmezlerimizden vazgeçtiğimiz hizmeti,
beklenti riskine kaptırmayız.
Kimseden alkışı, parmakla
gösterilmeyi, takdir edilmeyi,
hatta asgari insanî hürmeti
bile beklemeyiz. Zira biliriz ki
insan beklentiye bulaşmaya
görsün, artık doymak bilmez ve
hep daha çok takdir, daha çok
makam, daha çok saygı ister.
Hâlbuki biz, alacağımız ücretin
değil bir makamla, küçücük bir
tebessümle, bir teşekkürle, bir
saygı ifadesiyle bile bölünmesine
razı olmayız. Hizmet eserlerimizi, her yanı uçurum olan beklenti
vadisinin kenarına inşa etmeyiz.
En fazla Hz. İbrahim’in dediğini der, belki yüzü bu dünyaya
dönük tek beklentimizi, geride
bir “lisan-ı sıdk” yani hoş bir anı
ve yâd-ı cemil bırakmak olarak
tayin ederiz. Yani biz, işimizi
biliriz.
Hizmeti idareten üstlenmişlerle, görevini vasat bir “günü
kurtarma” mantığıyla icra
edenlerle, emaneti parmak
ucuyla kavramış, görenlere
“elinden ha düştü ha düşecek”
dedirten bir eda ile taşıyanlarla çalışamayız biz. Doğru,
böyleleriyle pek anlaşamayız biz.
Çünkü biz, hizmetimiz bir hafta
rüyamıza konuk olmasa kendimizi kontrol eder, niyet tazeler ve
bunu bir sorun addederiz. Bize,
gecesini gündüzünü, tatilini iş
gününü, zor zamanı ve iyi gününü, gençliğini ve ihtiyarlığını
aynı şuur rengine boyamış, hizmete yarı baygın gözlerle değil,
cam gibi parlayan, ışıl ışıl olduğu
halde ışığını arayan gözlerle bakanlar gerek. Bir elinde hizmeti,
bir elinde ferdî işlerini taşıyan
değil, hizmeti görünce iki elini
de hemen boşaltan kimseler gerek. Tutun ki iki kalbi olsa, birinde Allah’ın katından gönderdiği
dininin derdini taşırken, diğerine de kendi dertlerini koymaktan
utanan kimseler gerek.
Vasat bir netice çıkacak diye
boncuk boncuk terleyen, sunduğu çalışma şöyle böyle geçer
not alacak diye kalp ritimlerini
kaybeden ve başka değil, ancak
memnuniyetle kabul edilecek
hizmetlere imza atan Habiller
arıyoruz biz. Dahası, güzelce
kabul edilecek, pekiyi alacak
hizmetler sunmak bir yana, varlığını paket yapıp yüce Allah’ın
kapısına sunan ve neticede “Rabbi onu memnuniyetle kabul etti”
(Al-i İmran, 3/37) mukabelesine
aday olan Meryemler arıyoruz.
Düşünsenize Allah aşkına, insan,
kendisi gibi insan olanlarla
ilişkilerinde dahi, ekseriyetle
yaptığı işlerin, karşısındakini
memnun etmesi düşüncesiyle
hareket eder. Hediye alacaksa
“Hediye hediyedir, nasıl olursa
olsun” demez de, “Acaba nasıl bir
şey alsam onu daha çok memnun
ederim?” sorusunun cevabını
arar. Üstelik tam ona layık bir
hediye aldığını düşünse bile, alelade bir torba içinde vermez. Güzelce paketler, içine de dışına da
ayrı özen gösterir. Söyler misiniz,
hal böyleyken bu duyarlılığı yüce
Allah’a takdim ettiği amellerde
gösterenler nerede? Yine söyler
7
Söyler misiniz,
tesettürünü, namazını,
çocuk eğitimini, hizmet
başkanlığını, eşine karşı
vazifelerini baştan savma
yapmaktan titreyen, Rabbi
tarafından memnuniyetle
kabul edilecek hizmetlerin
rüyasını görenler nerede?
misiniz, tesettürünü, namazını,
çocuk eğitimini, hizmet başkanlığını, eşine karşı vazifelerini
baştan savma yapmaktan titreyen, Rabbi tarafından memnuniyetle kabul edilecek hizmetlerin
rüyasını görenler nerede?
kenara koyduğumuzda, sıradaki
hizmetin yolunu… Tıpkı bir vakit
namazı kılıp diğer vakti gözleyen
insanın hep namazdaymış muamelesi görmesi gibi, kendimizi
yeni bir hizmet ufkunu gözlediğimiz sürece uykuda sağdan sola
dönerken bile, hizmet yolculuğunda meşakkatle geçen uykusuz bir gecedeki halimizdeymiş
gibi hesap ederiz. Ancak bu
geniş niyet kimliğimizle 60-70
yıllık bir ömürle ebedî bir saadeti
satın alabileceğimizi aklımızdan
Afrika’ya hizmete
gitmekle, bir suyu
üç yudumda içmek
arasında ayrım yapmayız
Afrika’ya hizmete gitmekle, bir
biz. Ravza’yı ziyarete
suyu üç yudumda içmek arasında
gittiğimizde duyduğumuz
ayrım yapmayız biz. Ravza’yı ziheyecanla, gece yatmadan
yarete gittiğimizde duyduğumuz
evvel sağa dönüp
heyecanla, gece yatmadan evvel
sağa dönüp edeple bacaklarımızı edeple bacaklarımızı
kıvırdığımızda duyduğumuz
kıvırdığımızda
heyecan arasında fark görürsek
duyduğumuz heyecan
“estağfurullah” deriz. Çünkü
arasında fark görürsek
bizim biricik heyecan ve feveran
kaynağımız, hayatı Rasûlullah
“estağfurullah” deriz.
ile beraber yaşamaktır. Hele
Çünkü bizim biricik
söyleyin, bunu iman haline getirmiş kimseler olarak, hizmetler heyecan ve feveran
kaynağımız, hayatı
arasında büyük-küçük taksimatı
yapma fikri hayalimize uğrayabi- Rasûlullah ile beraber
lir mi bizim? Ne zaman heyecanı- yaşamaktır.
mızda bir kayma görsek, ruhumuzun tansiyonunda bir düşme,
yüreğimizin manevî gerginliğinde bir gevşeme fark etsek, hemen
kalbimizi yoklar, yerinde olup
olmadığını kontrol ederiz. Çünkü
biz biliriz ki, bir kalbi olan kimse,
dünyada olup bitenleri sinema
seyreder gibi izleyemez. Biz olsa olsa sadece bir şeyi
izleriz: Bir hizmeti tamamlayıp
8
çıkarmayız. Şimdi açıkça davet
ediyorum; bu kârlı alışverişin
yapıldığı pazarlara koşun. Bu
tezgâhlarda birkaç pula satılacağınızı bilseniz bile müjde size,
müjdeler size… Peki, böyle muazzam bir çarkın döndüğü yatırım
ve daha da önemlisi yüce Allah’a
yaklaşım şirketine ortak olmak
isteyen cesur girişimciler nerede?
Başlara taç olma sevdasında
değil, ayaklara paspas olma yarışındayız biz. Doğru, çok mümbit
bir araziye otağımızı kurmuşuz,
ancak bu ortaklık hemen bedelsiz
vehmedilmesin. Paspas olmayı
göze alamayanları çadır fazla misafir edemez. Hâkimiyetin değil
hâdimiyetin izini sürmeyi içine
sindiremeyenler, bu vadide saman alevi gibi bir parlayıp bir
sönmeye mahkûm olurlar. Hizmet seması, daha yukarı çıkmak
için hamle yapan yıldızlarının
elini bırakır, onlar da bir bir kayarlar. Ama tek derdi vazifesini
yapmak olanlar, Allah’ın izniyle
o semanın olmazsa olmazı kutup
yıldızı gibi daima en parlak yerde
ağırlanırlar.
Kıymetli okurlarımız; sözümüz
bir dertleşme ve halleşmeden
ibarettir. Girdiğimiz tertemiz
yeni yılı, temiz niyetlerle ve
memnuniyetle kabul edilecek
hizmetlerle geçirmek için peşin
peşin yapılmış bir ihtardan
başka bir şey değildir. Aradığımız hizmet insanlarının elimizi
uzattığımızda tutacağımız kadar
yakınımızda olduğunu, bu
satırları okuyan kardeşlerimizin
içinde gizli bulunduğunu biliyor,
Rabbimizden bu hüsn-ü zannımızı bir dua olarak kabul etmesini
niyaz ediyoruz…
Semerciler Mah. Saraçlar Sk. No:29 / ADAPAZARI
Tel: 0264 274 29 39 Gsm: 0505 297 60 50
Şube: Bosna Cd. No:22 Tel: 0264 270 19 25
e-mail:[email protected]
www.girgintekstil.net
www.evtekstilurunleri.net
www.evtekstilmagazam.com
MAHMUT SAMİ
RAMAZANOĞLU (k.s)
Necip Fazıl Kısakürek’in “Sami Efendi mi? O bir yağmur tanesi kadar ak
ve berraktır” sözleri ile hayranlığını ifade ettiği, hayatını İslam ve Kuran-ı
Kerim’e hizmete adayan son dönem Allah dostlarından Mahmud Sami
Ramazanoğlu Hazretlerini, vefatının 30. yıldönümü (12 Şubat) münasebetiyle
rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyoruz.
N
ecip Fazıl Kısakürek’in “Sami
Efendi mi? O bir yağmur tanesi kadar ak ve berraktır” sözleri
ile hayranlığını ifade ettiği, hayatını İslam ve Kuran-ı Kerim’e
hizmete adayan son dönem Allah
dostlarından Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerini, vefatının 30ncu yıldönümü münasebetiyle rahmet, minnet ve şükranla
yâd ediyoruz.
10
Sükûtu, edebi, tevazusu ve kalbî
hayatı ile sevenlerinin hayatında
derin tesirler bırakan Sami Efendi Hazretleri Kur’an-ı Kerim okumayı, az yemeyi, seherleri değerlendirmeyi, sürekli zikir halinde
bulunmayı, salih ve sadıklarla
beraber olmayı tavsiye ederlerdi…
1892 Yılında Adana’da Tepebağ
mahallesinde dünyaya gelmiştir.
Babası “Ramazanoğulları” diye
bilinen aileden Müctebâ Bey, dedesi Abdurrahman Bey, büyük
dedeleri İshak ve Hüseyin Efendilerdir. Annesi ise Ümmügülsüm
Hanım’dır. Sami Efendi’nin ecdadı Nureddin Şehid yoluyla Hz.
Hâlid b. Velid (r.a.) nesli ile münasebeti olduğu anlaşılmaktadır.
Sami Efendi, ilk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlamış,
yüksek tahsil için İstanbul’da
o zamanki adıyla Darü’l-Fünûn
Mektebi’ne yani İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirmiştir.
Zahir ilimlerini tamamladıktan
sonra Sami Efendi tasavvuf yoluna girmiş, Nakşî tekkesi Gümüşhaneli Dergâh’ında bir müddet
erbain ve riyâzatla meşgul olmuştur. Daha sonra arkadaşı Beşiktaş eski Müftüsü Fuad Efendi’nin
babası Rüşdü Efendi’nin delaletiyle Kelâmi Dergâhı Şeyhi ve
Meclis-i Meşâyıh Reisi M.Esad Erbili Hazretleri’ne intisâb etmiştir.
Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr-u sülûkunu tamamladıktan sonra hilâfetle irşada mezun olmuş, daha sonra memleketi
Adana’ya irşada gönderilmiştir.
Ramazanoğlu Mahmûd Sami
Efendi Hazretleri, tekkelerin kapatılmasından sonra Adana’da
bir yandan Câmi-i Kebir’de vaaz
ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütmüş, öte yandan da
bir kereste ticarethanesinin muhasebesini tutmuştur. Ailesinden
kalan büyük serveti almamış ve
“Hiçbir kimse kendi kazancından
daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir” hadîs-i şerifi gereğince
kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir.
1951 yılında İstanbul’a gelmiş ve
iki yıl kadar İstanbul’da kalmıştır. 1953 yılında önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç
Mehmed Efendi ile Şam’a gitmiş
ve oraya yerleşmiştir. Şam hicreti dokuz ay kadar sürmüştür,
ardından İstanbul’a gelmiş ve
önce Bayezid Laleli’ye, sonra da
Erenköy’e yerleşmiştir. Şam’dan
İstanbul’a gelişlerinde zevce-
leri Râbia Hanım’a: “İstanbul’a
tekrar geldik. Bizim gönlümüz
Medine’de atıyor. Âhir ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz” buyurmuşlar.
İstanbul’da bir yandan Erenköy
Zihnipaşa Camii’ndeki vaazları
ve husûsi sohbetleriyle irşad hizmetini yürütürken bir yandan da
Tahtakale’deki bir ticarethanenin muhasebesi ile ilgilenmiştir.
Onun bu vaaz, irşad ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından
insan istifade ederek feyz almış,
istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül
etmiştir.
M.Esad ERBİLİ Hazretleri
Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması sebebiyle uzlete çekilmiştir. İhvanı ile gerek devlethanesinde, gerekse Ramazan’da
hatimle kılınan teravih namazlarında ve diğer husûsi sohbetlerinde görüşmüştür.
1957 yılında kendilerine Eyüp
Sultan’dan kabir yeri almayı teklif
ettiklerinde: “Herkesi arzusuna
bıraksalar biz, Cennetû’l-Bakî’yi
arzu ederiz” buyurmuşlardı.
Cenab-ı Hak, sevdiği kulunun arzusunu kabul buyururmuş; 1979
yılında gönlündeki Resûlullah
aşkı ile tekrar hicret etmiştir. İstanbul’dayken yakalandığı hastalık, orada da nüksetmiştir. En
acılı, ağrılı zamanlarında bile hiçbir şikâyette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. 10 Cemaziyelevvel 1404/12
Şubat 1984 Pazar günü sabaha
karşı saat 04.30’da Medine-i
Münevvere’de vefat etmişler ve
Cennetü’l-Baki’ye defnolmuşlardır.
Mahmut TOPBAŞ Hazretleri
Osman Nuri TOPBAŞ Hocaefendi
11
Hamza TEKİN
CENNETİN HANIMEFENDİSİ;
HZ. FATIMA (r.a)
“Beytulahzan” isimli kitapta deniyor ki: “Fâtıma, nebi kırk yaşında iken
cemazul ahire’nin yirminci günü doğdu. Denir ki hazreti resûl miraca
çıktığında orada kendisine cennet meyvelerinin kokuları ikram edildi,
o cevherler resûlün sulbünde sperme dönüştü, yeryüzüne dönüp Hatice
ile beraber olduğunda Fâtıma’ya hamile kaldı. Dolayısıyla Fâtıma aslı
cennete dayanan dünya hurisidir.”1 Yüce resûl ne zaman cenneti arzularsa
Fâtıma’yı koklar ve onda cennet kokusunu, tuba ağacı kokusunu bulurdu.”
İ
nsanın yaratılış gereği ve cibilliyeti olan iki şey hiç bir zaman ve
hiçbir kimseden değişip kalkmaz:
“Sevgi ve nefret”, “beğenmek” ve
“iğrenmek”. Bunlar insanla hep
var olmaya devam etmiş ve edecektir. Anadan doğup ilk çığlığı
12
bastığı andan başlayıp son nefesini verdiği ölüm anına kadar bu
sürer gider. Meşrepler, meslekler, ideolojiler ve kabuller bazen
birleşip uyuştuğu gibi, bazen ise
nefretler ve ayrılıklar alıp başını
gider. Birilerine hoş gelen, tak-
dir toplayan bir başkası yanında
değersiz, önemsiz kabul edilir ve
edilmiştir. Bir nesil gelir birini ve
bir şeyi sever onu yüceltir, kutsar
ama bakarsınız bir zaman sonra
başka bir nesil gelir o yüceltileni
aşağılar, ret eder, ayıplar, lanet
Yoluna can feda Zehra
öyle bir şahsiyettir ki
başka hiçbir kimse ona
benzemez. Dolayısıyla
ondan bahsetmek ve onun
hakkında konuşmak da
kolay değildir. Nasıl kolay
olsun ki Allah ona yücelik
ve kıymet olarak büyük
nasıp vermiştir. Resûl ise
onu zirvelere yüceltmiştir.
eder. Evet işte böyle zamanın, görüşlerin, şahısların, ortamların ve
şartların değişmesiyle tutumlar ve
davranışlar da değişir durur. Ancak şaşılacak bir durum daha var
ki insanlar asırlar boyu belirli bir
şahsa sevgi ve nefret duyulmasında ikiye bölünürler. Bu son derece
hayret edilecek bir haldir. İnsanlar bu davranışlarıyla zımnen o
zatın büyüklüğünü göstermeye
çalışırlar.
Bunları neden yazıyorum? Çünkü
bugün size sevilmesi gereken biri
ile ilgili bazı şeyler söylemek istiyorum. İşte o, yüce resûlün (s.a.v)
sevgili kızı Fâtıma’dır (r.a).
Fâtıma öyle biridir ki onu sevgili
resûl sevmiş, saygı duymuş ve yüceltmiştir. O’ndan sonra da resûle
gönülden uyanlar ve onların yolunda gidenler onu sevmeye devam etmiştir. Evet, Fâtımatuzzehra
resûlün bir parçası, O’nun ciğer
paresi ve yanı başındaki canıdır.
O, kısa ömründe tertemiz bir iffet
abidesidir. Ömrünün kısalığına
rağmen kişiliği bir kutup olmuş, o
kişilik etrafında diller konuşmuş,
kalemler yazmaya devam etmiştir.
Bir gün hazreti resûl Fâtıma’nın
elini tutmuş olarak dışarı çıktı
ve şöyle buyurdu: “Bunu tanı-
yan tanır, tanımayan bilsin ki bu
Muhammed’in kızı Fatma’dır. O
benim bir parçamdır, kalbimin köşesidir, bedenim içindeki canımdır. Kim bunu üzer ve eza ederse
beni üzmüş ve eza etmiştir. Kim
beni üzerse Allah’ı üzmüştür.”1
Bu bir gerçektir; bu gerçekten
daha büyük ve daha değerli bir
gerçeği ise yüce Rab kitabı mecidinde bildirip buyuruyor ki:
“Allah’ın Resûlüne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir
azap vardır.”(Tevbe, 61). “Allah ve
Resûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve
onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzab, 57)
Yoluna can feda Zehra öyle bir
şahsiyettir ki başka hiçbir kimse
ona benzemez. Dolayısıyla ondan
bahsetmek ve onun hakkında konuşmak da kolay değildir. Nasıl
kolay olsun ki Allah ona yücelik
ve kıymet olarak büyük nasıp
vermiştir. Resûl ise onu zirvelere
yüceltmiştir. Tarih ona ait gerçekleri nakletmiş bazıları görmek istemese de ayrıntılı olarak en ince
noktalara kadar açıklamıştır. Bu
gerçeği gören her Müslümana
onu sevmek ve yüceltmek, tazim
ve tebcil etmek bir sorumluluktur. Çünkü bunu Mevlâ istiyor ve
şöyle buyuruyor: “İşte bu, Allah’ın
iman edip makbul ve güzel işler
yapan kullarına verdiği mutluluk
müjdesidir. De ki: Ben bu risalet ve
irşad hizmetinden ötürü, sizden
akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur…”
yani sizden sadece benim en yakın akrabalarıma (Ali, Fâtıma ve
evlatlarına) sevgi beslemenizi istiyorum.” de diyor.
Evet bu sevgiyi bizzat yüce nebi
bunlara göstermiş, çok zaman
Fâtıma’ya hitaben “Baban sana
kurban” demiştir.2
Hazreti resûlün ciğer paresi, babasının anası, resûl göçtükten
sonra kısa bir zaman da olsa
ondan geriye kalan tek çocuğu
Fâtımatüzzehra, Ebu Amr’ın elİstiab’da kaydettiğine göre Hazreti resûl 41 yaşında iken dünyaya
geldi. Yüce nebinin İbrahim hariç
tüm çocukları bi’setten, nebi olarak görevlendirilmeden önce doğmuştur.
İbni İshak, Fâtıma’nın Kureyş’in
Kâbe’yi tamir edip yaptığı sene
doğduğunu söylemektedir. Kâbe
Resûlün bi’setinden yedi sene önce
yeniden inşa edilmişti. Fâtıma’nın
bi’set senesi doğduğunu söyleyen
de vardır. Suyuti bunun daha doğru olma ihtimalinden bahsediyor.
Kâbe’nin tamiri esnasında resûl
hakem olarak Hacerülesvedi yeri-
Aişe (r.a) demiş ki;
“İnsanlar içinde
oturmasıyla-kalkmasıyla,
yüzüyle, yürümesiyle
Hazreti resûle Fâtıma’dan
daha çok benzeyen
kimseyi görmedim. Fâtıma
resûlün yanına geldiğinde
ayağa kalkar, onu öper,
kendi oturduğu yere
oturturdu.
ne koymuştu. O vakit resûlün yaşı
otuz beşti. Kırk yaşında ise kendisine nebilik verilmiştir. Dolayısıyla Fâtıma’nın doğumu bi’setten
beş sene önceye rastlamış olur.
İbni Cevzi ve başkaları bu görüşü
savunmaktadırlar. Beytin bina
edildiği senede olduğunu Medaini
kesin olarak söyler.3
13
“Beytulahzan” isimli kitapta deniyor ki: “Fâtıma, nebi kırk yaşında
iken cemazul ahire’nin yirminci
günü doğdu. Denir ki hazreti resûl
miraca çıktığında orada kendisine cennet meyvelerinin kokuları
ikram edildi, o cevherler resûlün
sulbünde sperme dönüştü, yeryüzüne dönüp Hatice ile beraber olduğunda Fâtıma’ya hamile kaldı.
Dolayısıyla Fâtıma aslı cennete
dayanan dünya hurisidir.”4
Yüce resûl ne zaman cenneti arzularsa Fâtıma’yı koklar ve onda
cennet kokusunu, tuba ağacı kokusunu bulurdu.”5
Hazreti resûl haktan gelen ilham
ile ona Fâtıma adını verdi. Çünkü Mevla onu ateşten uzak kılıp
ateşle onun arasını kesti. Deylemi’deki bir rivayette Ali demiş ki;
“Fâtıma isminin verilmesinin sebebi Mevla’nın onu ateşten perdelemesinden dolayıdır. Bu kelime
“fatm” dan türetilmiştir. “Fatm”
ise kesmek ayırmak ayrı kılmak
demektir.
Ayrıca Ona “Zehra” ismi de verilmiştir çünkü o, nebinin açan
çiçeği idi. Fâtıma’nın başka isimleri de var ki onu kitaplarda ve
rivayetlerde sıralanmış olarak
görüyoruz. Bunların dokuz tane
olduğu kaydedilmiştir ki şunlardır: 1- Mubâreke, 2- Rukiyye, 3Sıddıka, 4- Râdıye, 5- Merdıyye,
6- Muhaddise, 7- Zehra, 8- Tahire,
9- Ümmü Ebiha (babasının anası).
Fâtıma çocuklarının içinde nebiye
en yakın ve O’nun en çok sevdiği
ciğer paresi kızı idi. Hatta tüm insanlardan onu daha çok sevdiği
nakledilmiştir.
Tirmizi Büreyde’den, o da Aişe’den
naklediyor. Aişe (r.a) demiş ki;
“İnsanlar içinde oturmasıylakalkmasıyla, yüzüyle, yürümesiyle Hazreti resûle Fâtıma’dan daha
çok benzeyen kimseyi görmedim.
14
Fâtıma resûlün yanına geldiğinde ayağa kalkar, onu öper, kendi
oturduğu yere oturturdu.6
Hazreti resûl seferden döndüğünde ilk önce onu görür, sonra kendi
evine giderdi ki bu efendimizin
Fâtıma’ya olan sevgisinin derecesini gösteren bir davranışıdır.
Bununla ilgili rivayet şöyledir:
Pakimi Nisaburi “Fedaili Fatımetüzzehra” isimli kitapta naklederek diyor ki: “Bize Ebulabbas Muhammed b. Yakub nakletti, dedi ki
bize Abbas b. Muhammed ed-Devri
haber verdi, dedi ki bize Yahya b.
İsmail el-Vasıti bildirdi. Dedi ki
bize Muhammed b. Fadl İbrahim
b. Kuaysden, o Nafi’den, o, İbni
Ömer’den naklen haber verip rivayet etti. İbni Ömer diyor ki “Hazreti resûl bir yolculuğa çıkarken en
son Fâtıma’ya uğrar öyle hareket
ederdi. Yolculuktan döndüğünde
ise ilk Fâtıma’ya uğrardı.(a.s)”7
Fâtıma’nın ve kocası Ali’nin
resûlün katında özel değeri vardı.
Numan b. Beşir naklediyor: “Bir
gün Ebubekir resûlün yanına girmeye izin isteyip içeri girdiğinde
Aişe yüksek ve kızgın bir sesle “Yemin olsun ki Fâtıma ve Ali
benden ve benim babamdan sana
iki veya üç kat daha fazla sevgili,
onları daha çok seviyorsun” diye
resûle çıkışıyordu. Ebubekir bunu
duyunca Aişe’ye kızarak “Ey Filanın kızı (bu cümle Ebubekir’in
söylediği kötü bir kelime karşılığı
olarak zikredilir) sen nasıl resûle
sesini yükseltirsin?” diye onu
azarladı.” (Hadisi Ahmet rivayet
etmiş senetteki ricalin sahih olduğunu söylemiştir.)8
Hazreti resûl Fâtıma ve Ali’ye hep
değer vermiş ve bunu da ölene kadar göstermiştir. İbni Abbas naklediyor: “Bir gün Hz. Resûl Ali ve
Fâtıma’nın yanına gelmişti; onları
şakalaşıp güler gördü. Efendimizi
Kaynaklar:
1. Şeblenci, Nurulebsar, s, 52. İhkakulhak,
10/ 184-222. Sünnet kitaplarında bir hayli
hadis sağlam senetlerle gelmiştir.
2. Harzemi, Maktelülhüseyn, s, 66; Hakim,
Müstedrek, 3/ 156; Orada “anan babam
sana feda” cümleleri ile geçmektedir
3. Ehlibeyt âlimlerinin geneli de bu görüş-
görünce sustular. Efendimiz onlara “Neden gülüyorsunuz” diye
sordu? Hemen Fâtıma cevap verdi;
dedi ki: “Canım sana feda babacığım! Biz Ali ile aramızda tartışıyor
ve ben ona resûlün yanında senden daha sevimliyim, beni senden
daha çok seviyor diyordum.” Efendimiz buyurdu ki; “Sevgili kızım
sen benim evladımsın sana karşı
çocuk sevgim var ama Ali benim
yanımda daha aziz ve daha değerli.”9
Fahri kâinat Fâtıma’ya diyordu ki;
“Allah sana ve evlatlarına azab
etmeyecektir.”10 Ali’den naklediliyor; Hazreti resûl dedi ki: “Kadınlar için en hayırlı olan nedir?”.
Orada bulunan kadınların hepsi
sustu Fâtıma’ya sordu? Fâtıma
dedi ki; “Kadınlar için hayırlı olan
onların erkeklere görünmemeleridir.” Bunu duyan resûl; “Fâtıma
benim bir parçamdır” buyurdu.
(Bu hadisi Bezzar rivayet etmiştir.)
“Ey maderi şâh-ı şüheda hazreti Zehra
Mahşerde muîni fukara hazreti Zehra
Her bir kuluna hazreti hak etti bir ihsan
Sensin bize ihsânı hudâ hazreti Zehra.
Arz eyledim ahvali perişanımı rahm et!
Bin şerm ile rüyada sana hazreti Zehra.
Hâşâ ki hilaf olsa senin va’di kerimin,
Vaad ettin inayetini ya hazreti Zehra.
Sultanı Rüsül valid-i zişanına arz et!
Bu zerreyi ey kâni atâ hazreti Zehra.
Affeyle suçum hûnu şehidân için olsun,
Ey zevce-i sultanı beka hazreti Zehra.
Reddeyleme durdum der’i lütfünde dahilek,
Leyla’yı kıl ihsana seza hazreti Zehra.11”
Rabbim rahmetini onun üzerinde
daim eylesin, bizi de onu sevmekten, ehli beyti kendimize rehber
ve örnek edinmekten uzak kılmasın inşallah.
tedir. Bi’setten beş sene önce doğduğunu
söylerler. Keşfulgumme de Bakırdan gelen
rivayette Fâtıma’nın bi’setten beş sene sonra doğduğu, o zamanlar Kureyş beyti inşa
etmekte idi der.
4. El-Bihar, c,43, s, 7.
5. El-Bihar, c,43, s,4.
6. el-Münavi, İthafussail, s,26.
7. Hakim, Fedaili Fatımetüzzehra, s, 37; elMüstedrek, c,3,s, 169.
8. İthafussail, s, 29.
9. Suyuti, Cem’ul-Cevami, 1/ 961.
10. Suyuti, Cem’ul-Cevami 1/ 170.
11. Leyla Hanım divanı s, 8. (Özel kitaplığımızda bulunan el yazması nüsha-Hamza
Tekin)
Sahir AKÇA
MÜTREFİN
Kur’ân-ı Kerim “Mütrefin” diye bir zümreden bahseder. Bunlar
yemesinde-içmesinde, yatmasında-kalkmasında aşırı aristokrat
davranan insanlardır. Allah, bir beldeyi helâk etmek istediğinde o
beldenin kaderine, mütrefini hâkim kılar. Neticede yemeyi, içmeyi ve
dünyadan kâm almayı gaye edinen bu insanlar, İlâhi azaba davetiye
çıkarır ve bütün beldenin felaketine sebebiyet verirler.
B
u açıdan mütevazı ve sade bir
hayat tarzıyla yetinip sonra da
Allah’ın ihsanlarını yine onun rızasını kazanma istikâmetinde değerlendirmek inanan zenginler için de
önemli bir esas olmalıdır. Çünkü,
israf çirkindir. Dolayısıyla, fakir ya
da zengin her mü’min, helâllerden
ve mubahlardan istifade ederken
bile aşırıya kaçarım ve tehlikeye
düşerim endişesiyle temkinli davranmalıdır.
Rasûlüllah (sav) ve Ashabı, özellikle belli bir dönemden sonra, her
türlü ferah yaşama imkânlarına
sâhip olmalarına rağmen, mütevazı ve zâhidâne bir hayatı tercih
etmişler ve buradaki her nimetin
hesabının âhirette sorulacağı inancıyla hep dünya-âhiret dengesini
gözeterek yaşamışlardır. Allah’ın
helâlinden ihsan ettiği nimetlere
karşı şükürle mukabelede bulunup,
sonra bu mala denk düşen bütün
hakları yerine getirirken, İslâm’ı
yüceltme ve insanlara faydalı olma
düşüncesinin dışında bir düşünceye girmemişler ve asla tûl-i emele
kapılmayıp, sürekli âhirete teveccüh etmişlerdir.
İnsanların çevre kültürü genellemesiyle elde ettikleri bazı peşin
hükümleri vardır. Doğru olduğuna inandıkları peşin hükümlerin tartışılmasına bile tahammül
edemezler. Sermaye sâhibi olan
çevrelerin, siyasî hayatı tanzim
etmesini esas alan ideolojiye kapitalizm denilir. Tarih boyunca
sermaye sâhiplerinin devlet gücünü ele geçirmek için her türlü hileye başvurdukları bilinmektedir.
Başta siyasî partiler olmak üzere;
toplum hayatında etkisi olan bütün
kuruluşları, kontrol altına almayı arzu etmektedirler. İnsanların
dünyevî ihtiraslarını kamçılamak
ve şehevî duygularını ön plâna çıkarmak, üretime ve tüketime tesir
eden bir faktördür. Bunun sürekliliğini sağlayabilmek için iktidarı
ele geçirmeyi ve muhalifleri zaafa
uğratmayı arzu ederler. Mütrefîn
zümresinin toplumun akıl hocası ve yöneticisi hâline gelebilmek
için her türlü yola başvurması
mümkündür. Adâleti reddeden ve
hukukun üstünlüğünü kabul etmeyen mütrefîn zümresinin, her
dönemde İslâm’a karşı savaş açtığı
malûmdur.
Bu hakikat muhkem nassla sabittir: “Biz hangi memlekete, gelecek
tehlikeleri haber verici bir Peygamber gönderdikse, mutlaka oranın
mütrefleri: “Biz sizin getirdiğiniz
şeyleri inkâr ediciyiz” dediler. Ve
“Biz hem servet, hem evlâd itibariyle daha güçlüyüz. Azaba uğratılacak da değiliz” dediler. De ki:
“Rabb’im dilediğine rızkı yayar ve
kısar, fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe, 34-36) Dikkat edilirse
burada, tekebbür eden gayr-i meşrû
sermaye sâhiplerinin, ideolojik
tercihleri ortaya konulmuştur. Yaşanan hadiseleri doğru tahlil edebilmek için, mütrefîn zümresinin
ihtiraslarını dikkate almak şarttır.
Sermaye sâhiplerinin haberleşme
vasıtalarını (Tv, Radyo, Gazeteler,
vs.) kullanarak, İslâm’a karşı sürdürdükleri savaş, bu gayr-i meşru
ihtiraslarının bir boyutudur.
Şimdi de kısaca Mütref’in ve türlerinin tarifine bir göz atalım:
Teref: Nimetle bolluk, rahat, refah
ve bolluk içinde yaşamak, Terefu:
Bolluk ve rahat içinde olmak, Terfetu: Nimet, Etrefethu’n Nime: Nimet
onu azdırdı (şımarttı), nimet ve
15
bolluğun şımarttığı, dünyânın lezzet ve şehvetlerinde yüzen kimse,
İtrâf: Nimet ve bolluğun bir insanı
azdırmasına denilir.
Mütref ise; Nimetin ve zenginliğin
şımartıp azdırdığı, şehvetlerine
dalmış, zorba, keyfinin istediğini
yapan, büyük günah işlemekte ısrar eden, âhireti yalanlayan, sapık,
yalancı, fâsık ve kâfir kimselerdir.
Nimetle azanlar - Mütrefîn,
Kur’ân-da “Ashab-ı Şimâl” olarak
nitelenen cehennemlik insanlardır. Bunlar; büyük günah işlemekte ısrar eden, öldükten sonra
dirilmeyi inkâr eden, sapık, yalanlayıcı, fâsık, zâlim, azgın, âsi, kâfir
kimselerdir.
Teref ve Mütrefin Üç Özelliği:
1.Teref; Nimetin verdiği şımarıklık, Mütref ise nimet ve bolluğun
şımarttığı kimsedir. 2.Teref; Nimet
sebebiyle azmak, Mütref ise nimetin azdırdığı kimsedir. 3.Teref;
dünyânın lezzetleri içinde bolluk
ve genişlik, Mütref ise dünyânın
lezzet ve şehvetlerinde bolluk ve
genişliğe kavuşmuş kimsedir.
Hakk’ı red ve tekzibe koşmak mütref’lerin âdetlerindendir. Lezzet
ve şehvetlere daldıklarından ve
nimetin vermiş olduğu şımarıklıktan ötürü, mütrefler âdetleri gereği,
herkesten önce Allah’ın Peygamberlerini yalanlamaya ve onların
getirdikleri Hakk’ı reddetmeye
koşarlar. Bunu yaparken de mal
ve çocuklarının çokluğuna, güç ve
makamlarının rahatlığına, taraflarının kalabalık oluşuna ve insanlar
arasındaki prestijlerine dayatır ve
bu meziyetlerini öne sürerler. Yukarıda meallerini verdiğimiz (Sebe,
34-36) âyetlerle Allah (cc) mütreflere uygunluk arzeden bir âdeti ve
onların, Allah’ın peygamberlerini
yalanlama ve Rabb’lerinden getirdiklerini reddetme konusundaki
tutum ve konumlarını ortaya koymaktadır.
16
Allah hiçbir kavme peygamber göndermemiştir ki, lider durumundaki
makam ve servet sâhibi mütrefler
onları yalanlamasın. Çünkü onlar,
çoğunlukla dünya süs ve ziynetiyle
bizzat meşgul oldukları, dünyanın
şehvetlerine düşkünlük kalplerini
galebe çaldığı ve kendileri gibi olmayanları da küçümsedikleri için,
kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayanların ilki olmuşlardır. Peygamberleri yalanlamayı
başkaları da yapmakla beraber,
mütreflere–varlıklılara nisbet edilmesinin sebebi ise; zenginlerin bu
sözü söyleme konusunda öncü konumunda olmalarıdır.
Onların Peygamberleri yalanlama
konusundaki gerekçelerini Allah
(c.c.) şöyle hikâye etmektedir: “Biz
malca ve evlatça daha çoğuz, biz
azaba uğratılacak değiliz.” (Sebe,
35)
Yâni, mallarımız ve çocuklarımız
sizden daha çoktur. Veya mal ve
çocuklarımız cidden çok fazla olduğundan (güç ve karar mercii)
hâkimlerin, emirlerin ve meliklerin korkusu, düşmanın galibiyeti
ve insanlara söz geçirmemek gibi
evlat ve mal çokluğunun verdiği
lezzeti acıya çeviren herhangi bir
azapla azaplanmayız. Bu varlıkla
şımarmışların (mütref) sözlerinin
özeti ve dayanakları şudur:
Onlar, içerisinde herhangi bir ceza
söz konusu olmayan nimetler içinde olduklarını iddia ederler. Bu
ise, yanlış kanaatlerince Allah’ın
onlara olan ikramının ve hoşnutluğunun bir delilidir. Hem sonra Allah (c.c), şirklerinden dolayı onlara
kızmış olsa idi bu nimetleri vermezdi. Allah onların bu gerekçelerini reddederek şöyle buyuruyor:
“De ki: ‘Rabb’im, dilediğine rızkı
yayar ve kısar “. Yâni Allah, dilediğinin rızkını genişletir veya daraltır. Allah’ın nice zenginleştirdiği
itaatkârlar ve fakirleştirdiği âsiler
vardır. Bütün bunları hikmet ve
dilemesi gereği yapar. Fakat insanların çoğu Allah’ın kullarına rızkı
daraltması ve geniş tutmasındaki
hikmeti bilmezler. Mütrefler, sâdece dünyânın lezzet
ve şehvetlerine önem verir ve bu
uğurda mal toplarlar. İnsanlarda bulunan çirkinliklere aldırış
etmezler. Bu çirkinlikler, onları
harekete geçirmediği gibi, insanları onlardan sakındırmazlar da.
Çünkü onların bütün meşgale ve
gayretleri yalnızca zevk-u sefadır.
Keşke âhiret hesabına ve âhiret
nimetleri uğruna çalışsalardı! Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizden
önceki nesillerden akıllı kimselerin, yeryüzünde bozgunculuk
yapmaktan menetmeleri gerekmez
miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek
az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise
kendilerine verilen refahın peşine
düşüp şımardılar ve suç işleyenler
olup çıktılar.” (Hud, 116)
Zulmedenlerden maksat, kötü
şeylerden
sakındırmayanlardır.
Yâni, dînin büyük bir rüknü olan
Emr-i Bi’l Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l
Münker’e önem vermeyenler. Ancak azgınlığa ve nimetlerle şımararak şehvetlere dalmaya, liderliği
ele geçirmeye, servet toplamaya,
rahat yaşamanın yollarını aramaya önem verir ve bu uğurda gayret
gösterirler. Âhirette kendilerine
fayda verecek diğer şeyleri terk
ederek arkalarına atarlar. Hakk’ı reddetmek ve Peygamberleri yalanlamak mütreflerin âdetleri,
şehvetlere dalmak, rahat yaşantı,
konfor ve toplumsal çirkeflikler
karşısında hareketsiz kalmak ise
hayat prensipleridir. Buna göre
onların, Müslüman topluma mâni
olma, dâvayı engelleme ve insanları ondan ürkütme gibi görevle vazifeli bir konumda oldukları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü
zenginlik ve refâh, Şehid Seyyid
Kutub’un tefsirinde dediği gibi;
“Kalbini katılaştırır, hassasiyetini
yok eder, fıtratını bozar ve perdeler.
Öyle ki, artık hidayet yollarını göremez, bâtılda ısrar eder, Hakk’a karşı kibirlenir, aydınlığa açılamaz.” Mütrefler, davetleri reddederken,
çoğu kez geçmiş büyüklerinin övünüp durdukları mal, evlat ve taraftar çokluğu, makam ve toplumdaki
mevkilerini gerekçe olarak öne
sürerler. Bu durumda yapılacak iş,
Kur’ânî üslûbla onları reddederek
bütün bunlara sabır göstermektir.
Çünkü Allah’a davet edenlerin bütün bu karşılaştıkları, gördükleri
Sünnetullâh’ın sâdece bir kısmıdır.
Nimetin azdırıp şımarttığı, Peygamberleri yalanlayan ve Allah’a
daveti reddeden mütrefler hakkındaki Sünnetullâh, Allah’ın onları
helak etmesi ve âhiret azabını tattıracağı gibi dünyevî azaba çarptırması şeklinde cereyan etmiştir.
Nitekim şu âyetler bu gerçeği ifâde
etmektedir: “(Halkı) zulmeden nice
şehri kırıp geçirdik ve onlardan
sonra başka bir topluluk getirdik.
Azabımızı hissettikleri zaman onlar, derhâl (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı. (Boşuna)
kaçmayın, içinde şımartıldığınız
(nimetler)e ve yurtlarınıza dönün,
çünkü sorguya çekileceksiniz!
“Eyvah bize, dediler, gerçekten biz
zulmedenlerdenmişiz!” Bu mırıldanmaları sürüp giderek biz onları, biçilmiş (ekin gibi) yaptık, sönüp
gittiler” (Enbiyâ, 11-15)
İsrâ, 16. ayette ise Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun
varlıklılarına emrederiz. Orada fısk
yaparlar. Böylece o ülkeye söz hak
olur, biz de orayı darmadağın ederiz” Bir toplumun içerisinde Allah’ın
nimetlerinin âdilâne dağıtılmaması ve gayr-ı meşru kazanç gibi yollarla bazıları, özellikle o topluma
hükmedenler aşırı oranda nimete
gark olurlar. Bunlar karşısında top-
lumun büyük çoğunluğu ise yoksulluk içinde kalır. Aşırı ölçülerde
nimet sâhibi olanlar, refahın verdiği gevşeklik ve âhireti unutmanın
sonucu her türlü ahlâksızlığı işlemeye başlar.
Şehid Seyyid Kutub bu durumu
“İslâm’da Sosyal Adâlet” adlı eserinde; “Bu servet bazen kalbi fesada uğratan, bedeni yok eden bir
lüks hâlini, bazen de şehvetler
hâlini alır. Bu şehvetler mala ihtiyacı bulunan başka bir kesimin mal
sâhiplerinin şehvetlerini doyurmaları, onların gurur ve kibirlerini okşamak için ırzlarını satmaları, ya
yaltaklanmaları veya kişiliklerini
yok etmeleri suretiyle yerine gelir.
Ahlâksızlık ve buna bağlı olarak
içki, kumar, kadın ticareti, insafsızlık, şerefsizlik alır başını gider.”
diyerek çok güzel bir şekilde izah
ekmektedir.
Mütreflerin çoğaldığı bir yere
Allah’ın elçileri geldiğinde ilk karşı
çıkanlar bu mütrefler olur. Çünkü
davet edildikleri din onların refah
hâlini değiştirecek, vücutlarındaki
taşkın enerjiyi boşalttıkları kaynaklar kuruyacak ve refah içindeki
hayatları sona erecektir.
Çoğu kişi zengin olmak, uzun yaşamak, meşhur olmak ister nedense! Bazen bunlar dua ile istenen
belâya dönüşür. Aslında mü’mine
yakışan hayırlı bir ömür, hayırlı bir
ölüm dilemektir.
Haram katılmış mal, saadete vesile
olmaz, bu dünyayı değil âhireti de
berbat eder. Bakıyorsunuz şimdi
gençler makam, fiyakalı bir unvan
yazan kartvizit, iyi para kazanmak
ve o kazançla keyf almak, heyecanlanmak derdinde. Onu tanısınlar,
kariyeri, makamı, parası olsun ve
dünyadan zevk alsın. İşte bu da
mütrefin takımının hayat anlayışı,
yaşayışı ve böylece kendilerini dar
çerçeve hapsedişi.
Bunlar midelerini haramla doldurup şehvete dalar, malâyanî işlerle
Kaynaklar:
Abdurrahman DİLİPAK - Makaleler, Ali ÜNAL - Kur’ân’da Temel Kavramlar, Dinî Kavramlar
Sözlüğü - DİB. Yayınları, Yusuf KERİMOĞLU - Kelimeler-Kavramlar-1.
meşgul olur, toplumdan uzaklaşır,
yoksulu horlar, kibirlenirler. Çünkü
bunlar, harama el uzatanlar, hile
yapanlar, rüşvetle helâle haram katanlar, işlere fesat karıştıranlardır.
(Hud 116. ayeti hatırlayalım)
Anlaşılıyor ki, Allah’ın Peygamber
gönderdiği her beldenin lider durumundaki makam ve servet sâhibi
mütrefleri onları yalanlarlar. İnananları görünce biz de inandık deyip, ötekilerle başbaşa kalınca da;
“bizi onlara benzetmeyin, onları
idare ediyoruz” derler. Yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın denilince
de; “biz ıslah edicileriz” derler.
Unutmayalım, Allah bizleri mal,
can ve sevdiklerimizle, bazen artırarak bazen de eksilterek imtihan
eder. Eğer Allah’ın ipini bırakırsak,
O da bizim ipimizi bırakır ve o servetimiz bizim için dua ile istenen
belâ olur.
İnsanların servetlerini nasıl kazanıp, nerelerde harcadıklarına
bakmak lâzım. Mukaddeslerine
ihânet edenler kime ihânet etmez
ki? Zenginlerimizin hâline bakın!
Bunlar kime, neye sponsor oluyorlar, kazandıkları paraları nerelerde
harcıyorlar? Âhiret yurdunun servetini dünyada tüketiyorlar. Hangi
Müslüman’ın ne derdine derman
oluyorlar? Hani mallarımız, canlarımız, sevdiklerimiz Allah yolunda
feda olacaktı! Yüksek duvarlı lüks
evlere çekilip, camileri değiştirerek
ve yeni dostlar edinerek mi?
Bu iş böyle gitmez, biz âlemlere
rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin ümmetiyiz. Yeryüzünün
bütün açları ümmetin yetimidir.
“İnni küntü minezzâlimîn” diyerek
başlamalıyız işe. Biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmeden,
Allah hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir.
17
Yusuf YAVUZYILMAZ
DERSHANE
TARTIŞMALARI VE
KAYBOLAN
KARDEŞLİK HUKUKU
Hiç kuşkusuz eğitim alanında devasa sorunlar var. Eğitimin
içeriğinden verimliliğine kadar tartışılması gereken yığınla sorun var.
Son zamanlar gündemi işgal eden dershane tartışmalarının eğitimdeki
devasa sorunların tartışılmasına kapı aralaması beklenirdi. Ne yazık
ki, tartışmanın çok kısa sürede eğitimin dışına taşması, bu hayati
sorunun tartışılmasını gölgede bıraktı.
H
iç kuşkusuz dershaneler
mevcut çarpıklığın nedeni
değil sonucudur. Tartışmaya katılırken hem dershanelerin sistem
içindeki çarpıklığına dikkat çekmek hem de eğitimin temel sorunlarına yoğunlaşmak gerekir.
Eğitim konusunda öncelikle tartışılması gereken Tevhid-i Tedrisat
kanununun gerekliliği ve işlevidir.
Bu kanun geleneksel medrese eğitimini dışarıda bırakmak ve eğitimi
devlet eliyle tekelleştirmeye imkân
veren bir içerik taşımaktadır. Dolayısıyla bu haliyle otoriterdir, tek tipleştiricidir. Bu eğitim sisteminden
çoğulculuğa ve din eğitimine kapı
aralamak neredeyse imkânsızdır.
Bütün bu konuların tartışılmayıp konunun dershanelere hapsedilmesi ayrıca gözlerden kaçmamaktadır. Ne yazık ki, zaman
ilerledikçe konunun dershanelerle
18
sınırlı olmayıp, tartışmanın temelinde başka parametrelerin olduğu daha açıkçası tartışmanın arkasında bir iktidar hesaplaşması
olduğu net bir şekilde ortaya çıktı.
Cemaatin öteden beri geleneksel
olarak devlet bürokrasisini ele geçirme siyaseti ve bu konuda yaptığı
eylemler, yıllardır ulusalcı-Kemalist-laik elitler tarafından eleştiri
konusu yapılmıştır. Bu kesimler
cemaatin Amerika ve Ak Partiyle el
ele vererek Türkiye’yi dönüştürmeye çalıştığını yıllardır dillendiriyorlar. Ne yazık ki, gelinen noktada
bu kesimlerin temsilcileri olan ve
cemaati “F Tipi”, “Ilımlı İslamcı”,
“Amerikancı”, “Atatürk düşmanı,
gerici” olarak gören Yılmaz Özdil,
Uğur Dündar ve Metin Akpınar gibi
isimler, cemaate ait bir televizyonun ekranlarına çıkartıldığı, ders-
hanelerin kapatılmasının Türkiye
için bir felaket olacağını aktarıldığı
bile sanal âlemde yan yana getirilebiliyor. Bu ulusalcı kesimlerin tehlike olarak gördükleri Ak Parti’yi
iktidardan uzaklaştırmak için
önlerine gelen her fırsatı ilkesizce
kullanacaklarının işaretini veriyor. Asıl sorun cemaatin niyetleri
açıkça bilinen bu insanlara fırsat
verme konusundaki iştahıdır.
Şurası bir gerçek ki, muhafazakardindar siyasal aklın ve bu aklın
yönlendirdiği cemaatlerin öteden
beri “devletimizin iyi, ama onu
yönetenlerin kötü olduğu yolundaki tespitleri, öncelikli amaç olarak devlet bürokrasisine sağlam
adamlar yetiştirme anlayışını öne
çıkarmıştır. Bu amaç için yoğunlaşılacak araç ise eğitim alanıdır. İlk
olarak Nakşibendi Zahit Kotku’nun
Turgut Özal başta olmak üzere bazı
başarılı gençleri mühendislik alanına yönlendirmeler ile başlayan
süreç 1980’li yıllardan itibaren
günümüze değin devam etmiştir.
Burada yetişen nesil daha sonra
sosyologlar tarafından “mühendislerin iktidarı” olarak adlandırılacak ve Türkiye’nin önünü açacaktır. Öyle görülüyor ki, hukuk ve
siyasal alanların Ulusalcı-Kemalist-Laik elitler tarafından boşluk
bırakılmaksızın işgal edilmesi,
dindar aklı mühendislik alanına
yoğunlaştırmıştır.
Hiç kuşku yok ki; bir
gurubun veya cemaatin
iktidarın beğenmediği bir
tasarrufuna karşı eleştiri
hakkı, muhalefet hakkı
ve kamuoyu oluşturma
hakkı vardır. Ancak
bunu yaparken kardeşlik
hukukunu ve eleştiri
ahlakını gözden uzak
tutmamak gerekir.
Kuşkusuz bu politikada eleştirilecek bir yan yok. Her sivil toplum
örgütü ve cemaat kendine istediği
yöntemi seçip bu uğurda faaliyet
yapmakta serbesttir. Eleştirilecek
olan “Hizmet Hareketi” olarak
bilinen grubun kurulduğundan
beri iktidarlara karşı izlediği
ılımlı, uyumlu ve iktidarın niteliği ne olursa olsun çatışmadan
uzak siyaseti; İslami geçmişten
gelen, Türkiye’nin hukuki ve
demokratik değişimine damga
vuran, bürokrasi ve askeri vesayeti gerileten ve bunu sonucunda temsil ettiği dindar-muhafazakar kitleyi rahatlatan ve yeni
imkanlar açan bir iktidara karşı
terk etmiş olmasıdır. “Hizmet
Hareket”inin bu politika değişikliği elbette İslami camia tarafından
dikkatle izlenmektedir.
Ecevit için; “Eğer bana fırsat verilirse şefaat edeceğim ilk kişi”
diyen, 28 Şubat döneminde dindarlara kan kusturan MGK için;
“MGK içtihat makamıdır, yanılmalarında bile sevap vardır.” değerlendirmesini yapan cemaatin bu
değerlendirmelerini konjonktürel
koşulların sonucu olarak iyi niyetle değerlendirsek bile, Erdoğan için
“Firavun” benzetmesini nereye koyacağız? Yoksa Erdoğan Ecevit’ten
ve MGK kararlarından daha zararlı
bir kişi midir?
Zihinleri karıştıran bir başka soru
da, “Hizmet Hareketi”nin nispeten
zayıf koalisyon iktidarlarına karşı
bile ılımlı bir dil kullanırken, sayısal ve etki anlamında Türkiye’nin
en güçlü iktidarına karşı neden bu
kadar sert bir muhalefet yaptığıdır.
Zaman gazetesi başyazarı Hüseyin
Gülerce’nin “Boğazımızı sıkıyorlar,
bu eli tutmayalım mı?” mealindeki
açıklamaları da bir hayli tartışma
konusu oldu. İster istemez herkesin
aklına 28 Şubat dönemi uygulamaları ve cemaatin ılımlı ve sessiz siyaseti akla geldi. Elbette cemaatin
Müslümanlar daha fazla sıkıştırılmasın diye sert muhalefet yürütmekten imtina etmesi bir noktaya
kadar anlaşılabilir bir şeydir. Ama
neden Ak Parti iktidarına karşı
geçmişteki siyasetini ve yöntemini
terk ettiği de tartışılacaktır.
Hiç kuşku yok ki, bir gurubun veya
cemaatin iktidarın beğenmediği bir tasarrufuna karşı eleştiri
hakkı, muhalefet hakkı ve kamuoyu oluşturma hakkı vardır.
Ancak bunu yaparken kardeşlik
hukukunu ve eleştiri ahlakını
gözden uzak tutmamak gerekir.
Dershaneler konusunda iktidarın
politikalarını eleştireceğim derken, İslami camia ve cemaat hakkındaki düşünceleri bilinen Yılmaz
Özdil, Nur Serter, Uğur Dündar ve
Metin Akpınar paralelinde iktidara
yüklenmek hiç de ahlaki bir tavır
değildir.
Şurası açık ki, iktidar döneminde
cemaat hizmet yönünden en rahat
dönemlerini yaşamıştır. Özellikle
Anayasa oylamasında görüleceği
gibi Türkiye’nin demokratik dönüşümüne birlikte göğüs germişlerdir. İktidar da cemaat üzerinden
siyaset oluşturmaya çalışan ulusalcı-laik elitlere karşı cemaati
sürekli korumuştur. Bu biliniyorken 2004 yılındaki bir MGK kararını gündeme getirmek ve bunun
üzerinden iktidarı eleştirmek en
hafif deyimle insafsızlıktır.
“Kalbin Zümrüt Tepelerinde” tefekkür ederken
bu iktidar hırsı niye?
Eleştiri konusu yapılacaksa bu
konu doğrultusunda iktidarın izlediği politikalar ve aldığı kararlar
etrafında olmalıdır. 2006 yılından
itibaren MGK yapısında meydana gelen değişiklikleri, MGK’nun
gündeminin askerler ve zamanın
Cumhurbaşkanı tarafından belirlendiğini bilmemek, MGK’nun sivil
iktidarların sorgulandığı bir yer olduğundan habersiz olarak iktidarı
suçlamak insafsızlıktır. Unutulmamalıdır ki, iktidar din konusunda
izlediği politika nedeniyle “irtica”
ile suçlanarak hakkında kapatma
davası açılmıştır.
Anlaşılan o ki Dershane tartışması
bir iktidar hesaplaşmasına dönüştü. Akılda kalan soru şu oldu: “Kalbin Zümrüt Tepelerinde” tefekkür
ederken bu iktidar hırsı niye?
19
Faaliyetlerimiz
Kuzuluk Aile Kampı - 4
Sakarya Aile Derneği tarafından geleneksel hale getirilen ve bu yıl
27-29 Eylül 2013 tarihleri arasında 4ncüsü düzenlenen “Kuzuluk Aile
Kampı”na şehir içi ve şehir dışından 49 aile katıldı.
S
akarya Aile Derneği tarafından geleneksel hale
getirilen ve bu yıl 27-29 Eylül 2013 tarihleri
arasında 4ncüsü düzenlenen “Kuzuluk Aile
Kampı”na şehir içi ve şehir dışından 49 aile katıldı.
Kampın ilk günü saat 21:00’de Razamazan KAYAN
Hoca tarafından “İslami Harekette Aile” konulu bir
konferans düzenlendi.
İkinci günü saat 14:00’e kadar ailelere sosyal
aktiviteleri için serbest zaman verildi. Saat 14:00’de
ise Musaf SEYİTHAN hocamızın moderatörlüğünde
Adabülteni Dergisi yazarlarının katılımıyla “Birlikte
Yaşama Kültürümüz” konulu bir panel düzenlendi.
Panel kapsamında Mustafa AYDIN Hocamızın
“Birlikte Yaşamanın İslami Temelleri”, Yusuf
YAVUZYILMAZ Hocamızın “Batı ve Diğer
Medeniyetlerle Birlikte Yaşamak”, Mehmet KUZU
20
Hocamızın da “Medine Vesikası” sunumlarından
katılımcı aileler istifade ettiler.
Kampın son gününde Abdullah BÜYÜK
Hocaefendi’nin Vakıf görevlileriyle birlikte
gerçekleştirdiği genel değerlendirmeleri içeren
takdimi katılımcılara bundan sonraki yaşantıları
için ışık tuttu. Bu takdimin ardından kamp,
ailelerin bir dahaki sene tekrar buluşma dilekleriyle
birbirleriyle vedalaşmasıyla sona erdi.
Çaykışla Derneği
Çaykışla Eğitim Kültür Sosyal Yardımlaşma
ve Dayanışma Derneği 16 Ekim 2013 tarihinde halkımızın yoğun katılımıyla Erenler
İlçesine bağlı Çaykışla Mahallesinde faaliyetlerine başladı.
Dernek her hafta cumartesi ve pazar günleri 11:00 - 13:00 saatleri arasında 10-15 yaş
grubundaki kız ve erkek çocuklarına Kur’an
eğitimi ve ilmihal bilgisi vermektedir. Ayrıca
cumartesi günleri 13:00 - 15:00 saatleri
arasında kadınlara, pazar akşamları da saat
19:30’da erkeklere genel sohbet programları düzenlenmektedir.
Ahmet TOMOR
Hocaefendinin
sohbetinden kareler
21
“Afrika’da Usûl Öğretiyoruz”
“Biz Afrika’ya sadece yardım götürmüyoruz. Oranın dilini, dokusunu, kokusunu, coğrafyasını her
şeyini biliyoruz. Biz oraya usûl götürüyoruz.”
Diversity gönüllüleri…
Hazret-i Allah’ın emir buyurduğu
ibadetlerin bazısı yalnız yapılabilir;
ancak yardım almadan yapılamayan
ibadetler de var. Namaz, oruç ibadetleri belki yalnız ifa edilebilir; lakin
zekât, kurban ve sadaka ibadetini
gerçekleştirebilmek için başka bir
Müslümana ihtiyaç duyarız. DİVERSİTY (FARKLILIK) DERNEĞİ de tam
bu noktada devreye giriyor ve bu ihtiyacı Afrika Müslümanları adına gerçekleştiriyor.
Biz de bu yazımızda Diversity
Derneği’nin kurucusu İlahiyatçı Sosyolog Rıdvan Erdal ve dernekte gönüllü akademisyen olarak hizmet
eden Muammer Sivrikaya beylerle
Diversity Derneği ve faaliyetleri üzerine konuştuk. Diversity Derneği ne
yapıyor, faaliyetleri neler, niçin oradalar, Diversity farklılık demek, ama
bu nasıl bir farklılık” gibi aklımıza
gelen bütün soruları yöneltmeye çalıştık. Burada paylaştığımız cevapları
okuduğunuzda Afrika’nın sıcak ama
huzurlu, aç ama misafirperver, mazlum ama insaf sahibi, her halleriyle
Müslümanlardan gelecek yardımları
umutla bekleyen, zeytin gözlü insanlarına ait emsalsiz bir tabloyu karşınızda bulacaksınız.
Öncelikle Diversity nedir ya da
kimdir? diye sorarak başlayalım.
Rıdvan Bey:Diversity, farklılık demek. Yani “farklı ırkları, renkleri,
farklılıkları gözetmeksizin bir çatı altında toplayan” manasına kullanıyo-
22
ruz. Türkiye’de Diversity Derneği’ni
bir buçuk yıl önce kurduk. Ancak
Diversity’nin alt yapısı 12 yıldır devam eden bir çalışmanın ürünü diyebiliriz. Afrika kıtasında UICT (Üniversal İslamic and Cultural Trust)
adında bir vakfımız daha var. Bu vakıf bizim Afrika kıtasındaki en büyük
çözüm ortağımız. Afrika’nın doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde hangi ülkeye giderseniz gidin,
bir UICT personeli ya da Türkiye’deki
adıyla Diversity Derneği’nin Afrika’da
yaşayan gönüllüsü sizi havaalanında
karşılayacaktır. Bizim farkımız bu.
Muammer Bey: UICT’in farklı olarak Afrikalı çocuklara eğitim verme
misyonu var. Bu kurum çatısı altında, oradaki çocuklara İslam ahlakını öğretiyor ve onları İslam terbiyesi
üzerine yetiştiriyoruz. Bunun yanında gelen yardımların İslami usullere
uygun olarak dağıtılmasını da yine
bu vakfımız kanalıyla sağlıyoruz.
Sahip olduğumuz alt yapıyı herkesin
hizmetine sunuyoruz. Bunu muhataplarımızı kırmadan, incitmeden
münasip dille anlatarak yapıyoruz.
Afrika’da Beyaz Adam’ın
karnesi son derece siyah.
Diversity neden özellikle Afrika’da?
Rıdvan Bey: Afrika’da Beyaz
Adam’ın karnesi son derece siyah. Bu
cümlenin altını çiziyorum. O simsiyah karnenin üzerine, yeniden şemalar çizerek, yeniden şekiller çizerek,
yeniden puanlama sistemi koyarak
onların gönül dünyasında “Beyaz
insandan da Müslüman fert çıktı.”
demelerini sağlıyoruz.
Muammer Bey: Afrika, dünyanın bütün ülkelerinden yardım alan ve çok
farklı eğitim kurumlarının olduğu
bir yer. Son yıllarda Diversity olarak
bizim de hizmetlerimizin orada başlamasıyla o bölgelere alaka gösteren
insanların sayısı da arttı. Muhtelif
mecralarda, televizyonlarda, reklamlarda isimlerini gördüğümüz bütün
kuruluşlar Afrika’ya ilgi göstermeye
başladılar. Tabi herkesin bir ilgi alanı ve bu ilginin de bir hedefi var. Kimisi maddî, kimisi manevî gaye için
orada bulunuyorlar. Bizim gayemiz
ise onlardan çok farklı. Bizim birinci
gayemiz, Rasulüllah Efendimiz’in
Ashabı’nın oralara gitme gayeleri ne
ise odur. Yani insanların maddi ve
manevi ihtiyaçlarına katkıda bulunmak, onların dertleriyle dertlenmek,
halleriyle hâllenmek ve onları en güzel şekilde mütekamil bir insan olarak yetiştirip bu mazlum insanların
refah seviyesini yükseltmek.
Farklı olarak orada neler yapıyorsunuz?
Rıdvan Bey: Orada yaşayan, oradaki
insanlara hizmet veren, Somali’nin
gözyaşlarını silen, Kenya’nın ağlayan
çocuğunun başını okşayan, Güney
Afrika’daki mazlum siyahî kardeşinin imdadına yetişen, çölde kabilelerin yanına gidip ekmeğini paylaşan
ruha sahip bir ekibimiz var. Bu ekibin Afrika’da yaşıyor olması, bizim en
büyük farklılığımız. Yani biz sahadayız. Sadece belli zamanlarda oralara
gidip, topladığı yardımı o insanlara
ulaştıran ve bunu yapmak için de
oralardan yerli partnerler arayan bir
müessese değiliz. Şu anda 200 küsur
personel ile Afrika halkına hizmet verir vaziyetteyiz. Bu 200 personelin de
50’ye yakını yetiştirdiğimiz Afrikalı
gençlerden oluşuyor.
Muammer Bey: Afrika, insanların
orayı fark etme dönemlerinden bu
yana suistimallere maruz kalmış bir
coğrafya. Onlar her zaman gerçek
manada kendilerine el uzatacak insanlar aramışlar. Afrika’nın insanları mazlumdurlar, cahildirler; bu
cehaletinden dolayı zaman zaman da
acımasız ve vahşi olabilirler. Biz bu
insanlara gücümüz yettiği kadar yardım etmeye çalışıyoruz. Çin atasözü
olduğu söylenen bir söz var, “İnsanlara her gün balık verme yerine balık
tutmayı öğretin.” Buradan yardım
götürerek onları doyurmak, tembelliğe, dilenciliğe, hep almaya sevk eder;
vermeye sevk etmez. Bunun için sadece vermekle kalmıyor, yaptığımız
faaliyetlere onları da dahil ediyoruz.
Esas altını çizmek istediğimiz nokta
işte burası. Mesela, Afrika’daki kurban faaliyetlerimizin en güzel bölümü, oradaki insanları da kurban
kesmeye teşvik ediyor olmamız. Bu
hassasiyetin, bizi diğer kuruluşlardan ayıran önemli bir husus olduğunu düşünüyoruz.
Diversity sadece yardımları mı organize ediyor?
Muammer Bey: Yaptıklarımız sadece bunlar değil tabi ki. Afrika’da NGO
(Non Governmental Organisations)
isimli, hükümetten bağımsız olarak
çalışan uluslararası bir platformumuz var. Diversity Derneği olarak
bölge insanın ve orayla ilgilenenlerin
hayatında ne ihtiyaçları varsa hepsine yardımcı olalım istiyoruz. Tüccarsa ticaretle ilgili, ilim adamıysa
ilimle ilgili, üniversite öğrencisiyle
üniversiteyle ilgili…
Ayrıca Diversity Derneği yurt dışı
eğitim hizmetleri de veriyor. Yurt
dışında dil eğitimini kolaylaştıran
The Call (Contemporary Academic
Language Link cc) dil okulumuz
var. O dil okuluyla işbirliği çerçevesinde yazları gençler orada eğitim
alıyorlar. Yine güvenli yerlerde, kendi
yurtlarımızda öğrenci olarak kalarak
bilgilerini oradaki Afrikalılarla paylaşıyorlar. Bir nevi bilgi aktarımında
bulunuyorlar. Böylelikle yabancı dil-
lere karşı da bir aşinalık kazanıyorlar. İngilizce, Fransızca, Arapça gibi
dillerde belli bir seviyeye ulaşıyorlar.
Mesela, mimar bir arkadaşımız gelip
kendi alanında çalışmalar yapabiliyor. Oradaki yerli mimarlarla iş birliği yapıp çevredeki binaları inceliyorlar. Gerektiğinde onların ofislerinde
staj da yaptırıyoruz. Hayat görüşü,
teknik bilgileri, donanımları her yönden gelişiyor.
Bir de eğitim faaliyetleri var. Diversity Derneğinin eğitim alanında
farklılığı var mı?
Muammer Bey: “Bir kişinin kâmil
bir insan olarak A’dan Z’ye nasıl yaşayacağını öğreten ve yaşatan bir
müessese” manasına gelen, Holistic
Education Center denilen eğitim
müesseselerimiz var. Biz eğitime
böyle bakıyoruz, bizce eğitim budur.
Sadece normal mekânlarda öğretmen-alıcı karşısında meydana gelen
bir bilgi akışı, bilgi iletişimi değil.
Eğitim onu yaşayıp tatbikatını yapmaktır. Burada hepsi var. Kurban faaliyetlerimiz, Ramazan-ı şerif programı, zekât, bunun bir tatbikatı oluyor.
Mesela, biz Afrika’da insanlara nasıl
zekât verileceğini öğretiyoruz. Öyle
kurumlar var ki zekâtın nasıl hesaplanacağını bile bilmeden (bütün
makinelerini, borçlusunu, alacaklısını hiçbir hesaba
katmadan) hizmet
ediyoruz diye, oradaki masum vatandaşlarımızın tepesine biniyorlar. Zekât
mefhumunu kullanarak oraya rızkını
kazanmak için gitmiş
vatandaşımıza
zulmediyorlar. Cehaletin
neticesinde felaket bir
durum ortaya çıkıyor.
Düşünün ki, bir tarafta
incelik göstererek madenlerini elinden almış
misyonerler, diğer taraftan yanlış bilgilerini göstererek “Din budur.” diyerek İslamiyet’i suiistimal
eden insanlar var. Afrika yüzyıllarca
paradokslara maruz kalmış bir yer.
Ama Afrikalı kardeşlerimiz bu güzel müesseselerde aldıkları eğitimle
Kur’an-ı Kerim’in hayatlarında nasıl
tatbik edilmesi gerektiğini öğreniyorlar.
Son olarak, okuyucularımıza duyurmak istediğiniz şeyler var mı?
Rıdvan Bey:Diversity Derneği’nin
farklı şöyle bir kampanyası var: Kurbanının nasıl kesildiğini görmek isteyenlere, “Çevrenizden 50-100 adet
kurban toplayın, sizi de topladığınız
kurbanlarla Afrika’ya götürelim.” diyoruz. Geçtiğimiz yıllarda oraya
götürdüğümüz farklı derneklerden
insanlar oldu. Bize hep şunu dediler:
“Biz şimdiye kadar kurbanlarımızı
Diversity aracılığıyla Afrika’ya göndermediğimiz için çok pişmanız.”
Tabi bu insanlar orada kurban faaliyetini nasıl bir organizasyonla gerçekleştirdiğimizi gözleriyle gördüler.
Kurbanların kesilişine, dağıtılışına
bizzat şahit oldular. Dini vecibelere
gösterdiğimiz hassasiyet onları çok
etkiledi. Okurlarınıza son söz olarak
şunu söylemek istiyorum: Afrika anlatılmaz yaşanır. Gelin, görün, sizi
misafir edelim, yaşayın.
23
Mustafa AYDIN
HZ. İBRAHİM (a.s) ve İKRAM
Kur’an, insanlık tarihinin tevhid mücadelesinde “örnek alınacak
kişiliğe sahip” peygamberlerden biri ve “misafirlerin babası” olarak
anılan, misafiri gelmediği zaman üzülen, Hz. İbrahim’i model şahsiyet
olarak gösterir.
İ
nsanı “yaratan”1 ve ona “sayısız
nimetler”2 ve “ilim ikram eden,
en büyük kerem”3 sahibi “Allah’a
hamd”4 olsun. İnsanlığın “hiçbir
engele takılmayan rüzgârdan
daha cömerdi”5 ve “Uhud dağı
kadar altını olsa”6 da hepsini dağıtacak yüce ahlaka sahip olan
Resulullah’a salât ve selam olsun.
“İnsanlara adaleti, ihsanı ve yakınlara muhtaç oldukları şeyleri
vermeyi emreden”7, “Kitabın varisleri”8 olarak, İslam bizleri “israf ve cimrilikten”9 sakındırırken
insanlığa ikram ve ihsana teşvik
etmektedir.
Günümüz insanının bir kısmı
ise “malı toplayıp durmadan sayan”10 ve “malın üstünlük sebebi
olduğunu zanneden”11 batıl bir
iktisat ve ahlak anlayış içinde
bulunmaktadır. “Veren elin alan
elden üstün”12 olduğunu unutmuş, kendini ben merkezli yaşam
24
kaygısının ve yarışının içinde
bulmuştur. Diğer bir kısmı ise
Kutsal değerleri ve öğretileri önceleyerek sosyal hayattaki yerlerini almıştır. Bu Kutlu yolun yolcularını temsilen Kur’an, insanlık
tarihinin tevhid mücadelesinde
“örnek alınacak kişiliğe sahip”13
peygamberlerden biri ve “misafirlerin babası” olarak anılan,
misafiri gelmediği zaman üzülen,
Hz. İbrahim’i model şahsiyet olarak gösterir. O “Mekke halkı için
bereket ve emniyet duası”14 eden
bir peygamberdir. Kur’an-ı Kerim,
O mümtaz peygamberin hiç tanımadığı kişilere bile, son derece
misafirperver davrandığını bize
şöyle anlatmaktadır:
“(Resûlüm!) İbrahim’in ağırlanan misafirlerinin haberi sana
geldi mi? Hani onlar, İbrahim’in
yanına varmışlar ve ‘Selâm olsun sana!’ demişlerdi. O da ‘Size
de selâm olsun’ demiş, ‘Bunlar
tanınmamış (yabancı) kimseler’
(diye düşünmüştü). Hissettirmeden ailesinin yanına gidip, (pişirilmiş) semiz bir dana getirmişti.
Onu onlara sunup ‘Yemez misiniz?’ dedi. (Yemediklerini görünce) İbrahim’in içine bir korku düştü. Onlar, ‘korkma’ dediler ve onu
bilgin bir oğul ile müjdelediler.”15
Bu ayetler bizlere sadece tanıdığımız değil, tanımadığımız kişileri
de misafir olarak ağırlamanın
erdemi ve önemini öğretmekte,
ikramın da en güzelinin sunulmasını sözlü ve fiili olarak göstermektedir.
Misafirlik adabının gereklerinden
bir diğeri de ikramı kabul etmektir. Nitekim tutulan nafile orucun
ikram karşısında, sonradan kaza
edilmek üzere bozulabileceğine
dair verilen ruhsat; yapılan ikrama ve ikramı kabul etmenin de-
ğerine vurgu yapar niteliktedir.
Bir defasında Allah Resulu kendisine ikram edilen bir yemeği
ashabına ikram etmiş, onlar da
“iştahımız yok” diyerek karşılık
vermişlerdi. Bunun üzerine Resulullah, “Açlığı ve yalanı bir araya
getirmeyin!”16 buyurarak, insanları ikramı geri çevirmeme konusunda uyarmıştır.17
Peygamberimizin misafir kabul etmenin ve onlara ikramda
bulunmanın önemine dair şu
hadis-i şeriflerinin her biri de oldukça dikkat çekicidir:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan,
misafirine ikram etsin”18, “Misafir ağırlamayan kimsede hayır
yoktur”19 , “ Senin üzerinde misafirinin de hakkı vardır”20, “Yanınızda oruçlular iftar etsin. Yeme-
Hazreti İbrahim’e (a.s)
nispet edilen tencere
ğinizi iyi insanlar yesin. Melekler
de size dua etsin”21.
Gönülden ikram edenleri, örnek
gösterir mahiyetteki Kur’ânî ifadeleri konumuza odak noktası
Misafirlik adabının
gereklerinden bir diğeri
de ikramı kabul etmektir.
Nitekim tutulan nafile
orucun ikram karşısında,
sonradan kaza edilmek
üzere bozulabileceğine dair
verilen ruhsat; yapılan
ikrama ve ikramı kabul
etmenin değerine vurgu
yapar niteliktedir.
yapalım: “Kendilerinin ihtiyacı
olsa bile onları, kendilerine tercih
ederler”22, Kendilerinin beğenmediklerini vermezler”23, “Sevdiklerinden verirler”24, “Verdiklerinden dolayı minnet ve eziyet
yüklemezler”25 ve “Niyetleri sadece Allahın rızasını kazanmaktır”26.
Külfet ve gösterişten uzak olarak
yapılan ikram; kalbin, aklın, yüzün, dilin ve elin buluştuğu yüce
bir ahlaktır.
Güler yüz, tatlı dil ve ikramlarla
İslam’ın yüce ahlakını yaşayan
ve yaşatanlara müjdeler olsun.
1 Rahman, 55/3.
2 İbrahim, 14/34.
3 Alak, 96/3; İnfitar, 82/6.
4 Fatiha, 1/1.
5 Buhari, “Bedu’l-Vahy 5, 6”.
6 -Buhari, “Rikak 14”; Müslim, “Zekat 32”.
7 Nahl, 16/90.
8 Fatır, 25/32.
9 Furkan, 25/67.
10 Hümeze, 104/2.
11 Kehf, 18/34.
12 Müslim, “Zekat 97”; Tirmizi, “Zühd 32”.
13 Mümtehine, 60/4.
14 Bakara, 2/126.
15 Zariyat, 51/ 24-28.
16 İbni Mace, “Et’ime 23”.
17 Tirmizi, “Edeb 37”.
18 Buhârî, “Nikâh 80”, “Edeb 31, 85”, “Rikâk 23”; “Müslim,
“İmân 74, 75, 77”; Ayrıca bk. E bû Dâvûd, “Edeb
123”; Tirmizî, “Kıyâmet 50”; İbni Mâce, “Edeb 4”.
19 İbn Hanbel, IV, 157.
20 Ebû Dâvûd, “Salat 317”.
21 Ebû Dâvûd, “Et’ime, 54”.
22 Haşr, 59/9.
23 Bakara, 2/268.
24 Ali İmran, 3/92.
25 Bakara, 2/262-264.
26 İnsan, 76/9.
25
Harun ÇALTIKOĞLU
Genç kalemler
2
SUDAN
GÜNLÜĞÜMDEN
Yeni makalemle tekrar sizlerle birlikte olduğum
için Rabbime hamd olsun. Sudan’da altıncı
ayımdayım. Hala havalar çok sıcak. Klima ve
pervaneler durmadan çalışıyor. Kısa kollu elbiselerimizle dolaşıyoruz. Siz ise soğuktan üşümekte, sobalarınızın veya kaloriferlerinizin
başına geçmektesiniz.
S
omalili arkadaşlarım buraya da
kışın geldiğini söylediklerinde
“Ne kışı, görmüyor musun güneş
var!” sonradan fark ettim ki esen
rüzgârlar, hele hele sabahleyin esen
rüzgar onların üşümesine ve hasta
olmasına sebep oluyormuş.
Geçen yazımda Sudan’dan sizlere
kısada olsa bahsetmiştim. Bu sefer
de günlüğümü açıp buraya geldiğimden şu ana kadar geçen günlerin hepsini okuyup sizlere özet ola-
26
rak bazı olayları aktarmak istedim.
Ve bu olayları sizlere başlıklar altında sunmak istiyorum.
SUYUN DEĞERİ
Buraya gelene kadar suyun değerini çok iyi anlamamıştım. Ama burada suyu bulamayan insanları görünce ve o insanların bir damla su
alabilmek için çok uzun yollar kat
ettiğini duyunca, ne kadar büyük
nimetler içinde olduğumuzu anladım.
Ramazan ayının ortasında gelmiştik. Bizlere Türkiye’den ağabeylerimizin geldiğini, kuyu açılışına gideceğimiz
söylendi.
Hepimiz
hazırlanıp yola çıktık. Yaklaşık bir
buçuk saatlik yolculuk yaptık. Sıcaklık 40-45 derece civarındaydı.
Bizim susuzluktan ağzımız kurumaya başlamış, iftara kalan dakikaları sayıyorduk. Nereye baksan çöl,
hiçbir şey yoktu. Buralarda kimler
yaşar diye düşünürken, karşımıza
küçük, tek odalı topraktan yapılmış
evler çıktı. Etrafı dolaştık, hiçbir şey
yoktu. Ve burada 900 hane yaşadığını duyunca da çok şaşırmıştım.
Bu insanlar su ihtiyaçları olduğunda kilometrelerce yol yürüyorlarmış. Türkiye’den bir aile yardım elini uzatıp bu 900 hanelik köyün su
sıkıntısının çözülmesine vesile olmuş. Allah onlardan razı olsun. O
insanların kuyu açılırken sevinçlerini görmenizi isterdim. Sevinçlerinden kendi geleneksel oyunlarını
oynadılar. Türkiye’ye çok selamlar
yolladılar, dualar ettiler. Tabi biz onları görünce susuzluğumuzu unutup onları izlemiş, hallerimize şükreder olmuştuk. O gün iftara kadar
oradaki kardeşlerimizle beraber
olup, iftarımızı yaptıktan sonra evlerimize doğru yola çıkmıştık.
SEL FELAKETİ
Sudan’da yağmur neredeyse hiç
yağmaz. Her gün güneş tepenizden
size bakar. Sıcaktan insanlar bunalır. Bazen öyle bir duruma gelirsiniz
ki yağmur yağsa da bir serinlesek
dersiniz. Hiç beklemediğiniz bir
anda yağmur öyle bir şiddetli gelir
ki sokaklar, caddeler sel olur. Asıl
sorun ise topraktan ve yağmurdan
eriyen evleri olan fakir, çoğunluğu
Müslüman olan kardeşlerimiz evlerini, ailelerini kaybederler. Bunun
içindir ki, halkın çoğunluğu yağmur yağmasını istemez.
Bir keresinde Sudan’ın başkenti
Hartum’da şiddetli bir yağmur yağmıştı. Binlerce insan zor durumda
kalmış, can kayıpları meydana gelmişti. Günler sonra Ribat Aşevi ile
sel bölgesine yiyecek dağıtmaya gittik. Günlerdir aç olan insanlar, yiyecekleri ellerine aldıkları gibi yiyorlardı. Bir annenin küçük kızına
aldığı yiyeceği yedirdiğini görünce
çok duygulanmıştım. Belki de onlarda selde evlerini kaybetmiş, gündüzün şiddetli sıcağında dışarıda
yaşıyorlardı. Kim bilir yeni evlerini
kaç gün sonra yapacaklardı. Rabbim onların yardımcısı olsun.
KURBAN BAYRAMI
Sudan’da bayram sabahı sessiz bir
hareketlilik olur. Müslüman kardeşlerimiz, yeni elbiselerini giyer, güzel kokularını sürünür, bayram namazını eda etmek için yollara
dökülürler. Bayram namazlarını
mescid veya camilerde değil de büyük (futbol sahası gibi) alanlarda
kılarlar.
Bizler de bayram sabahı, ailemizden ayrı bayram yapacağımız için
değişik duygular içinde hazırlanıp,
Afrika Üniversitesi’nin futbol sahasına gittik. Çok sayıda farklı ülkeden gelen kardeşlerimizle aynı saflarda bayram namazını eda ettik.
Kahvaltımızı yaptıktan sonra Türkiye’deki hayırsever kardeşlerimizin göndermiş olduğu kurbanlıkların kesim ve dağıtım işlerine
yardımcı olduk. Poşetlenen etleri
fakir olan Müslüman kardeşlerimize dağıttık. Belki de çoğunun evine
günlerdir et değil, yiyecek dahi girmemiştir. Etleri dağıttığımız kişiler
çok seviniyorlar, günlerdir gülmeyen yüzleri gülmeye başlıyordu. Bizim yanımızdan ayrılmıyorlar, dua
edip duruyorlardı. Ne yapacağımızı
şaşırmış, onların mutluluklarına
ortak olmuştuk. Kurbanlıkları gönderen hayırsever kardeşlerimizden
Allah razı olsun. O insanların hüzünlü yüzlerini güldürdüğünüz gibi
Allah da ahirette sizlerin yüzünü
güldürsün.
SUDAN OLAYLARI
Son olarak Sudan’daki fakir halkın
sıkıntılarından biri hatta en büyüğü
olan, hükümetin yaptığı yüzde yüzlük zammı ve bunun sonucunda çıkan olaylardan az da olsa bahsedip
yazıma son vermek istiyorum.
İnsanların çoğu fakir. Çalıştıkları
yerlerden çok az maaş alıyorlar. Ve
sel felaketinin üzerinden az bir zaman sonra hükümet akaryakıt ve
benzine verdiği desteği kaldırıyor,
bunun sonucunda da en başta gıda
ürünleri olmak üzere yüzde yüzlük
zamlar geliyor. Yani bu demek oluyor ki günde iki ekmeği zar zor evine getiren, bundan sonra yarım ekmeği bile getirmekte zorluk çekecek.
Artık sabredemeyen halk sokağa
dökülüyor. Protesto için çıkıyorlar
ama bazı grupların kışkırtmalarıyla
olaylar daha da büyüyor. Çok sayıda
dükkan yağmalanıyor, can kayıpları oluyordu. Bir hafta olaylar hiç
durmadı. Ne oldu bilmiyorum ama
bir hafta sonra sokakları sessizlik
kapladı. Zamlar düştü diye düşündüm ama daha öyle de bir şey yokmuş. Sanırım halk biraz daha böyle
yaşamayı kabullendi. Bu olayların
üzerinden iki ay geçti. Zamlar aynı.
Hiçbir olay yok. İnşallah olay olmadan bu durum düzelir.
Kısaca kardeşlerim buradaki Müslüman kardeşlerimiz zor durumda.
Karınlarını doyurmak için değil yaşamak için uğraşıyorlar. Suları, yiyecekleri yok. Hükümetten ve buradaki zenginlerden de bir fayda yok.
Yine her zaman olduğu gibi iş bize
düşüyor. Buraya yardımlarda vesile
olan herhangi dernek ve vakıflarla
buradaki kardeşlerinizin ellerinden
tutabilirsiniz. Allah’a emanete olun,
bir dahaki yazımda görüşmek dileğiyle…
27
Halil ATALAY
Çocuklara Öykülerle 40 HADiS
4. HADiS
"Namaz, cennetin
anahtarıdır"(1)
"Namazı dosdoğru kıl. Kuşkusuz
namaz, ahlâksızlıktan ve
kötülükten alıkoyar."
28
S
evgili Peygamberimizin “Namazın dindeki yeri, vü­cutta
başın yeri gibidir.”(2) buyurarak
önemine dik­kat çektiği ve “Beş
vakit namaz, birinizin kapısının
önünden akan nehir gibidir... O
kişi günde beş defa o nehirde
yıkanırsa, bu onda kirden bir
eser bırakır mı?”(3) diye insanı
cennete ha­zırlamasını vurguladığı namaz, gerçek bir temizleyici
ve günah­lardan koruyucu bir
ibadettir. Rabbimiz: “Namazı
dosdoğru kıl. Kuşkusuz namaz,
ahlâksızlıktan ve kötülükten
alıkoyar.” (29 Ankebut, 45) buyurmuştur.
Ensardan bir genç beş vakit
namazı Hz. Peygamberle birlikte
kılıyordu ama her türlü kötülüğü de yapıyordu. Durum Hz.
Peygamber’e iletilince: “Kuşkusuz namazı, onu kötülükten ahkor.” buyurmuştur. Hakikaten bu
genç, çok geçmeden tövbe etmiş;
durumu düzelerek zahid ashabın
içinde yer almıştır.”(4) Büyük bilginlerden Ebu Osman En-Nehdi
anlatıyor: Bir gün Selman-ı Fârisi
(r.a.) ile bir ağacın altında oturu­
yorduk. Selman ağaçtan kuru bir
dal kopardı ve onu yaprakları
dökülünceye kadar salladı. Ben
de kendisine bakıyordum.
“Ebu Osman!” dedi. “Neden böyle
yaptığımı sormaya­cak mısın?”
Ben de “Neden öyle yapıyorsun?”
diye sordum. Şunları söyledi:
“Bir gün Peygamber Efendimizle
böyle bir ağacın gölgesinde oturuyorduk. Benim yaptığım gibi,
ağaçtan kuru bir dal kopardı ve
onu yaprakları dökülünceye kadar salladı. Sonra bana dönerek:”
“Selman!” diye seslendi. “Neden
böyle yaptığımı sorma­yacak
mısın?”
Ben de “Neden böyle yapıyorsun
ya Rasülallah” diye sordum.
“Bir Müslüman güzelce abdest
alır ve beş vakit namazı kılarsa,
günahları işte bu yapraklar gibi
dökülür.” buyurdu. Ar­dından
da şu âyeti okudu: “Gündüzün
iki ucunda ve gece­nin gündüze
yakın saatlerinde namaz kıl.
Çünkü iyilik­ler kötülükleri giderir. Bu buyruklar, Allah (c.c.)’a
ina­nanlara bir öğüttür.” (11 Hud,
114) (5)
"Gündüzün iki ucunda
ve gece­nin gündüze
yakın saatlerinde namaz
kıl. Çünkü iyilik­ler
kötülükleri giderir. Bu
buyruklar, Allah (c.c.)'a
ina­nanlara bir öğüttür."
(11 Hud, 114)
Namaz öyle bir ibadettir ki kötüleri bile yola getirir. İşte bunun
öyküsü: Bir grup soyguncu
pusuda bir kervan bekli­yorlardı.
O sırada Fudayl b. Iyaz bir ağacın
altında ibadetle meş­guldü. Fudayl hem soygunculuk yapıyor,
hem de namazı terk etmiyordu.
Arkadaşlarıyla beraber bir kervanı çevirdiler. Ker­vancılardan
biri, kervanın sarıldığını görünce, kervandaki bütün altınları
topladı. Kenarda birinin namaz
kıldığını görüp yanı­na gitti.
Namaz kıldığı için onu emin
(güvenilir) görüp:
“Bunları sana emanet ediyorum.
Sonra gelir alırım.” dedi.
Fudayl: “Şuraya koy!” dedi.
Sonra kervanın yanına döndü.
Soyguncuların kervanı soyduklarını, üzerlerinde bulunan diğer
Kaynaklar:
1- Münziri, et- Terğib ve't-Terhib 1/ 364; Münavî, Feyzu'l- Kadir 3/ 550 (4257).
2- Münziri, age., 1/ 365; Münavî, age. 6/ 381 (9705).
3- Darimi, Salât 1.
malları aldıklarını gör­dü. Kervan
yoluna devam edecekti. O şahıs,
altınlarını almaya geldi. Namaz
kılanı soyguncuların yanında
görünce, onların başkanı olduğunu anlayınca içinden: “Eyvah!
Kuzuyu kurda emanet etmişim.”
diye düşündü.
İşte bu sırada soyguncuların
başı: “Altınları koyduğun yerden
al.” dedi.
Adam altınlarını noksansız
koyduğu yerden aldı. Gözle­rine
inanamadı. Sevinerek gitti. Soyguncular sordu:
“Başkan, altınları niye verdin?”
“Bu adam beni iyi bir kimse
sanıp altınları bana emanet etti.
Emanete hıyanet olmaz.”
Namazla eşkıyalık bir arada
yürümez, ya namaz kötülük­ten el
çektirir yahut eşkiyalık namazdan alıkoyar.
Cenab-ı Hak, doğru namazın bütün kötülüklerden alıko­yacağını
haber vermektedir. Fudayl
da kıldığı namaz bereketiyle
eşkiyalıktan, kötülükten el çekip
hidâyete kavuşmuş ve evliya­nın
büyüklerinden olmuştur.
Sevgili canlar, namaz cennetin
anahtarıdır. Sakın o anah­tarı elimizden bırakmayalım. Bırakırsak, cennetin kapısını açamayız.
29
Mehmet KUZU
KAYBOLAN
KARDEŞLİĞİMİZ…
İbni Arabî’nin “Sevgi benim dinim ve imanımdır” sözüyle birlikte,
Mevlana’nın “sevginin acıyı tatlı, bakırı altın, bulanıklığı duru, derdi
deva, dikeni gül, sirkeyi mey, zindanı gülistan, narı nur, üzüntüyü
neşe, kahrı lütuf, ölüyü diri, kralı kul haline getiren bir güce sahip”
bulunmasını belirten ifadeleri sevginin müminin varlığı için ne kadar
önemli olduğunu gösteriyordu.
M
ekke dönemi, vahiyle kalbi hayatın dirilişinin mücadele seyrini gösterir. O döneme ait işkence
tabloları, imana sahip olabilmek
için insanı olgunlaştıran belki de
önemli lütuflardan biriydi. Bu çile
ile dolu başlangıç kâmil bir imanın
lezzetini tatmanın da göstergesiydi.
Hicretle birlikte Medine’ye taşınanlar, imana ait değerden başka bir
şey yanlarına alamadılar. Zaten
onların bundan başkasına ihtiyaçları yoktu. Her biri on üç yıllık
mücadele zarfında Allah’ın Resulü
tarafından eğitilmiş, mürşit seviyesine çıkarılmışlardı. Esasen onlar,
öyle bir topluluğun üyeleri idiler ki,
bu toplulukta bir arada yaşamak,
kabile asabiyetiyle sağlanabiliyordu. Şairin ”İster zalim olsun ister
mazlum, kandaşın olan kişinin yardımına koş”, mısrası bunu göstermektedir. Kabile asabiyetinin ortasında büyüyen bu insanları imanın
oluşturduğu içi sevgiyle beslenen
yeni bir kardeşlik, birbirleriyle kucaklaştırdı. Her biri farklı kültürden, farklı kabiledendi. Mekke’nin
alışık olmadığı yeni bir topluluk
oluştu. Mekke’nin bütün zulümlerine tahammül bu birliktelikle
sağlandı. Müşrikler yeni toplumun
değerlerini göremediler. Gördükleri
30
güzellikler karşısında kıskançlık,
haset ateşiyle yanarak nefretlerini
artırdılar. Orada dayanışma içinde olan müminler topluluğu vardı.
Ama hissettikleri güzellikleri bir
arada yaşama imkânları yoktu.
Hicret böyle bir arayışın neticesiydi. Allah’ın insanlığa bir ikramıydı. Medine hicret yurdu olarak,
İbrahim (as)’in Kâbe’yi inşasıyla
hazırlanmaya başlanmıştı. Yahudilerin bölünmüşlükleri, Evs ve
Hazreç topluluklarının iç çatışmaları, Medine’nin, Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde bulunması bu
durumun göstergesiydi. Hz.Aişe
annemizin Buas harbiyle alakalı
söylediği “Buas harpleri, peygambere Allah’ın lütfüdür”, beyanı hakikati net görmemizi sağlıyor. Hicret, insanlığa da büyük bir lütuftu.
Onunla insanlık bir arada adil bir
şekilde yaşamanın esaslarını gördü. Medine’ye hicret eden muhacirleri Evs ve Hazrec kabilelerinden
Müslüman olanlar, dimağları donduracak bir sevgiyle karşıladılar.
Efendimizi gördükleri ilk andan bu
yana Medine’nin yeniden inşasını
sağlayacak tek kişinin bu Peygamber olduğunu anlamışlardı. Hanelerini onlara açtılar. Ellerinde var
olanları ortaya döktüler. En önem-
lisi de gönüllerinde tutuşturdukları
sevgi ateşiydi.
Artık kardeşleri yurtlarındaydı. Onları bağırlarına bastılar. Kendilerinin mürşitleri olarak görüyorlardı.
Oysaki kadim Arap geleneğinde
Hılf anlaşmaları vardı. Zayıf kabileler güçlü kabilelerle anlaşırlardı.
Böylece maddi, manevi desteğe
sahip olurlardı. Bu tür anlaşmalarda artık himaye altına giren kabile
ismini terk eder, himayesine girdiği
kabilenin mevlası olurdu. Bir nevi
asimilasyondu bu. Şimdi Ensar’ın
yeni kardeşlerini kucaklayışı ise
çok farklıydı. Onlar artık eşit kardeşlerdi. Efendimizin Medine’de
takip ettiği strateji de bunu gösteriyordu. Hicretle gelip yeni bir topluluk meydana getiren Müslümanların önlerindeki engelleri kaldırmak
için önemli toplumsal kararlar aldı.
Evvela Müslüman olmayan unsurların tepkilerini azaltacak adımlar
atıldı. Sayıları dört bin olan Yahudilerle iyi ilişkiler kurulmak istendi.
Cenazeleri geçerken ayağa kalkıp
saygı gösterilmesi, Beytul Maktis’in
kıble olarak kabulü gibi uygulamalar, Ehli kitap olarak onlara verilen
değeri simgeliyordu. Müşrik Arapların ise tepkisi sinsi bir hal alana
kadar şaşkınlık içindeydi. Mekkeli
Müşrikler zaman kaybetmeden Medineli Müslümanlara tehdit mektubu gönderdiler. Ret cevabı alınca
da, Yahudilerle, müşrik Araplara
aynı mektubu gönderdiler. Bu kritik
durumda Efendimiz (sav) fetanetli
adımlar attı.
Mescidi Nebevi’nin inşasıyla birlikte ona aynı avluda ev yaptılar. Ayrıca mescidi yurt gibi kullanacak bir
eğitim mekânıyla bütünleştirdiler.
Bu ilk beş aylık dönemde efendimiz evvele insanların birbirleriyle
kaynaşmasını sağlayacak selamlaşmanın yaygınlaştırılmasını istedi. Tanıyıp tanımadığı herkese
selam vererek onunla bir iletişim
kuruluyordu. Tebliğ için olan önemi
yanında, selamla esasen karşılıklı
sevginin canlandırılması hedefleniyordu. Sevgi kardeşliğin iksiriydi. Vahiy, iman kardeşliği için müminlere birbirlerini sevmelerini
emrediyordu. Cennete girebilmeyi
iman etmeye, imanı da birbirini
Allah için sevmeye bağlıyordu.
İbni Arabî’nin “Sevgi benim dinim
ve imanımdır” sözüyle birlikte,
Mevlana’nın “sevginin acıyı tatlı,
bakırı altın, bulanıklığı duru, derdi
deva, dikeni gül, sirkeyi mey, zindanı gülistan, narı nur, üzüntüyü
neşe, kahrı lütuf, ölüyü diri, kralı
kul haline getiren bir güce sahip”
bulunmasını belirten ifadeleri sevginin müminin varlığı için ne kadar
önemli olduğunu gösteriyordu.
Hicretten yaklaşık beş ay sonra, henüz mescidin inşaatı devam ediyordu. Efendimiz, Enes bin Malik’in
evinde, Ensar ve Muhacirin önde
gelen temsilcilerini topladı. Ensar ve Muhacirleri birbirleriyle
kardeş olmaya davet etti. İşte bu
kardeşlik anlaşmasına “Muahhat” deniliyor. Miras hukukunu
da içine alan bu akitleşme yeni
toplumun en güçlü omurgası oluyordu. Enfal suresi 75. ayetle miras
ortaklığı kaldırıldıktan sonra; iman
kardeşliği ana esaslarıyla kaldı:
Medine dönemi mali sıkıntıları
böylelikle azaltılmış oldu. Gurbetin
olumsuz etkileri kaldırıldı. Ensar’ın
eğitimi bu sayede çok daha hızlı
gerçekleşti. En önemlisi de bu kar-
deşlik akdi bir arada yaşamanın
olmazsa olmazı olarak insanlığa
miras olarak bırakıldı. Bu sayede
Medine’deki tepkiler durduruldu.
Mekke’nin şantajları etkisizleştirildi. Civar putperest Arap ve Yahudi
topluluklarının olumsuz adımlar
atmalarına mani olundu. Bu kardeşlik bağıyla kenetlenen Ensar ve
Muhacirler sonraki zaman diliminde, Medine’ye organize edilecek
bütün hareketlenmeleri göğüsleyecektir. Medine Vesikasının ana
esası bu kardeşliktir. Yahudi ve
diğer unsurlarla bir arada yaşama
anlaşması önemli olmakla birlikte,
bu muahhat vazgeçilmez unsurdur.
Yahudilerin vesikaya dâhili, güçlü
Müslüman topluluklar
arasında kol gezen fitnenin
zararlarının, İslam’a
yapılan tüm dış saldırıların
bertaraf edilebilmesi
için yeniden iman
kardeşliğimizi diriltmemiz
gerekmektedir.
kardeşlik akdinin sonucudur.
Yahudi şairler yeni toplumun güç
kaynağını tespitte gecikmediler.
Kabilecilik taassubunu harekete geçirerek topluluğun birliğini bozmak
istediler. Buas harbi günleri üzerinden yapılan provakasyonlar etkili
oldu. Genç Evs ve Hazrecliler karşı
karşıya geldiler. Efendimiz (sav)
olayı öğrenince üzüldü. Allah’ın onların üzerindeki lütfunu hatırlattı,
sonra cahiliye taassubuna geriye
mi dönmek istediklerini sordu. Hatalarını anladılar… Kucaklaştılar...
Beni Mustalıkoğulları seferinde de
benzer durum yaşandı. Ensar’la
Muhacirler çok basit bir sebepten
dolayı yine karşı karşıya geldi.
İman kardeşliğini zedeleyen bu tablolar Allah Resulü’nü çok üzüyordu.
Ancak bu olayların varlığı Müslüman toplumlara bir uyarı niteliği
taşıdığından önemliydi. Fitne ka-
mil toplulukları da sarsacak etkiye
sahipti. Topluluklarda fertler gibi
imtihana tabi olacaklardır.
Kardeşliğin korunup kollanması
gerekir. Vahiy bu konuda en önemli uyarıcıydı. Evvela insan fıtratına
yerleştirilen duygular kontrol altına alınmalıdır. Birinci derecede
öfkenin kardeşliği öldürebileceği
görülmelidir. “Öfkenizi yutunuz,
bağışlayınız” ölçüsü unutulmamalı. Baştan aşağıya Hucurat suresi
bu uyarılarla doludur. Tecessüs etmemek, ayıp ve kusur aramamak;
gıybetten, zandan uzak durmak;
insanları çekiştirmemek, kardeşliği koruma adına yapılan uyarıların bir kısmıdır. Efendimiz (sav)’in
vefatından önce Hira dağında, sahabeye yaptığı konuşmada, önemli
bir hususa daha dikkat çekiyordu.
“Ashabım ben sizin tekrar şirke döneceğinizden korkmuyorum ancak
dünyevileşmenizden korkuyorum.”
Dünyevileşmek bencilliği getirir.
Bencillik ise kardeşliği öldürür.
Kıskançlık, hasedi, haset de nefreti
doğurur. Bunlar ise kardeşliği öldüren virüslerdir.
Ne yazık ki bugün İslam toplumunun parçalanmışlık hali, iman
kardeşliğinin içinin boşatılmasından kaynaklanmaktadır. Onun için
aynı düşünceden insanların bile
bir arada uzun süre bulunmaları
mümkün olamamaktadır. Filistinli
Müslümanların iç burkan durumları kaybedilen iman kardeşliğinin
neticesi değil mi? Suriye, Mısır,
Tunus gibi İslam ülkelerini sorunlarına ve çözümüne bu bakışla
yaklaşmak gerekir. İslam kardeşliğinin korunmasında herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Bilhassa,
insanlara ilmi rehberlik yapanlar,
konuşmaları ve yazılarında dikkatli olmalıdırlar. Öfkeleri kabartacak,
ayrışmayı tahrik edecek her tavrın,
birlikte İslami hayatı yaşamayı engelleyeceği bilinmelidir. Müslüman
topluluklar arasında kol gezen fitnenin zararlarının, İslam’a yapılan
tüm dış saldırıların bertaraf edilebilmesi için yeniden iman kardeşliğimizi diriltmemiz gerekmektedir.
31
Vehbi KARAKAŞ
PEYGAMBERİMİZ
HANGİ ÜNİVERSİTEDEN
MEZUN OLMUŞTU?(III)
İnsanlık, insanlık âlemine insanca yaşamayı öğreten öğretmeni kaybetti. Veya
onu arama, bulma, tanıma, anlama, yaşama zahmetine katlanmadı. O öğretmen
Hz. Muhammed’di (s.a.v).
21- O’nun yanında, O’nun dininde
hiç kimse imtiyazlı durumda değildi. O’na göre herkes tarağın dişleri
gibi eşitti. O’nun dininde, O’nun
yanında takvası ve Allah’a sevdası
olanlar üstündü; parası, makamı ve
şöhreti olanlar değil.
22- Herkesi sevdi, herkes tarafından sevildi. Ashabı buna şahit;
ailesi, çocukları, torunları buna şahit, komşuları, kabilesi buna şahit,
veda hutbesinin muhatabı olan yüz
binler buna şahit, hacerü’l-esved
buna şahit, kuru kütük buna şahit, uhud dağı buna şahit; hatifler,
ağaçlar, taşlar, güvercinler, kuşlar
buna şahit; mucizeleri buna şahit,
kâinatın zerreleri ve küreleri buna
şahit. Allah Teala hepsine şahit.
Bunların hepsine misal vermeye
kalksam, bu makale makale olmaktan çıkar, kitaba dönüşür. İnşaallah
bir gün o kitap da gelir.
23- Peygamberimiz, Habibullah’tı.
Allah’ın sevgilisi idi. Allah Onu sevmişti. Çünkü O, tam Allah’ın istediği gibi bir kuldu. İşte bunun için Allah Onu, alınması gereken güzel bir
model, uyulması gereken güzel bir
örnek gösterdi. Onu örnek almayan
ve Onu sevmeyen Allah’ın sevgilisi
olamayacaktı. Allah’ın sevmediği
insan da cennete giremeyecekti.
32
24- Peygamberimiz, üstünde konuşma yaptığı kütüğü terk edip
minbere çıkınca, bu ayrılığa dayanamayan kütük, mescid dolusu
Ashabın gözleri önünde ağlamaya
başladı. Efendimiz, minberden inip
kütüğün yanına gitti. Onu okşadı,
teskin ve teselli etti, kütük sustu.
Peygamberimiz: “Bunu çok görmeyin, Allah’ın Rasulü’ne alışan her
şey, ondan ayrı düşünce işte böyle
ağlar.” buyurdu. Sonra kütüğe sordu: “Hangisini istersin: Dünyaya
dikilmek mi, cennete dikilmek
mi?” Kütük, cenneti istedi. Efendimiz de: “Seni cennete diktim” dedi.
Sonra Efendimiz emir buyurdu, kütük minberin altına konuldu. Sonra
ashabına döndü: “Bu kütük, beka
yurdunu fena yurduna (ahireti dünyaya) tercih etti.” buyurdu.
Daha sonra bir Hasan-ı Basri gelecek, bu olayı talebelerine anlattıktan sonra: “Dikkat edin çocuklar,
dikkat edin. Eğer bu kuru kütük
kadar olamazsak, çok ayıp olur, çok
yazık olur bize!” diyecek.
25- Peygamberimiz, ordusuyla sefere giderken yolda yeni doğum
yapmış köpek ve yavrularını gördü.
Onlar rahatsız olmasın diye, onların başına nöbetçi dikti. Ordusunun
yolunu değiştirdi.
Bu muhabbet fedaileri ordusunun
sultanı Peygamberimiz, acaba hangi üniversiteden mezun olmuştu?
26- Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz, sadece Araplara değil,
âlemlere rahmetti. Tıpkı güneş gibi,
hava gibi, toprak gibi, su gibi. Bu ve
benzeri nimetlerden nasıl kâfirler,
münafıklar, fasıklar ve müfsitler
istifade ediyorsa Peygamberimizden de herkes istifade ediyordu.
Müminlere rahmetti; çünkü hidayetlerine vesile olmuştu. Münafıklara rahmetti; onları çok iyi bildiği
halde onları öldürtmedi. Kâfirlere
rahmetti; çünkü onların cezasının
ahirete bırakılmasına vesile oldu.
Hayvanata, nebatata ve cemadata
rahmetti; çünkü her şey onun yüzü
suyu hürmetine yaratılmıştı. Eğer
onu getirmek Yüce Allah’ın kudsî
gayesinde olmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı ve Allah hiçbir şeyi yaratmayacaktı.
27- Bir eli vardı ki o el kimi zaman
zikirhane oluyordu; avucuna aldığı
taş ve toprak Allah Allah Allah diye
zikrediyordu. Aynı el, kimi zaman
cephane oluyordu; avucuna aldığı taş ve toprak düşmana kurşun,
bomba ve gülle gibi gidiyordu. Aynı
el, kimi zaman da eczahane oluyordu; hangi hastaya deyse o hasta iyileşiyor, sağlığa kavuşuyordu.
Celal ile kalktığı vakit aynı eli ile
ayı ikiye bölüyor; cemal ile döndüğü zaman da aynı elin parmakları
on musluklu çeşme oluyor, su akıtıyordu. Demek bu elin sahibinin
Allah katında hatırı çok büyüktü ki
o ele Allah bu mucizeleri vermişti.
Öyle anlaşılıyordu ki bu el ile biat
edenler bahtiyar olacaklardı. İşte
bu sebepten dolayıdır ki Allah, Peygambere biatı, kendine biat saymıştı. Çünkü Peygamber Allah’ın sözcüsü ve temsilcisiydi. Onu sevmek,
Allah’ı sevmekti, Onu reddetmek te,
Allah’ı reddetmekti.
koydu. Cehaleti kaldırdı, ilmi koydu. Şiddeti kaldırdı, hilmi koydu.
Hiyaneti kaldırdı, emaneti koydu.
Tembelliği kaldırdı, çalışkanlığı
koydu. Gayr-i meşru eğlenceleri kaldırdı, meşru ve masum eğlenceleri
getirdi. Üstünlerin hukukunu kaldırdı, hukukun üstünlüğü ilkesini
getirdi. Herkesi isar ahlakına kavuşturdu. Helaket ve felaket asrını
saadet asrına dönüştürdü. 23 sene
gibi kısa bir zamanda bu olumlu inkılabı gerçekleştiren bu Şanlı Peygamber acaba hangi üniversiteden
mezun olmuştu?
28- Hz. Peygamber, Allah Teala’nın
kanunlarının çiğnenmesine fırsat
vermiyor; şeriatın kanunlarını ihlal
eden kızı Fatma da olsa hak ettiği
cezayı vereceğini söylüyordu. Allah
Teala da, Hz. Peygamber’in hatırının çiğnenmesine razı olmuyor, bu
cürmü işleyen, onu taşlayan Ebuleheb ve benzerlerini kınayan sure
ve ayetler indiriyor, Ebuleheb ve
benzerlerinin ellerinin kuruyacağını, iflah olamayacaklarını haber
veriyordu.
30- Polonyalı bilim adamı Kopernik, âlemin merkezini dünyadan
güneşe taşımış. Merkez güneş, dünya ve ay gibi gezegenler de onun
peykidir, demiş. Bu görüş fizik
ve kozmik açıdan doğru olabilir.
Türkiye’li ilim adamı Vehbi KARAKAŞ da âlemin merkezi dünyadır,
diyor. Çünkü dünya bir saraydır.
Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin
köşküdür. Güneş bu sarayın ve bu
köşkün lambasıdır. Hz. Muhammed
(s.a.v) Efendimiz nerde ise merkez
orasıdır. Kâinat ve içindekiler onun
peykidir. Zaten Kur’an da, güneşin
kâinat sarayının tavanında insanın
emrine verilmiş bir lamba olduğunu söylemiştir. İnsan saray için de-
29- Her konuda en büyük, en güzel
inkılabı o yaptı. Kötüyü kaldırdı,
iyiyi koydu. Zulmü kaldırdı, adaleti koydu. Karanlığı kaldırdı, nuru
ğil, saray insan için vardır. Öyleyse
merkez, saraydaki sultandır. Saraydaki her şey sultan içindir. Lamba
nasıl merkez olabilir?
31- Allah’ın iki güneşi var, biri gök
yüzünde biri de yer yüzünde. Yeryüzünün güneşi Peygamberimizdir. Gökteki güneş ışığını yerdekinden almıştır. Yani yerler, gökler,
gökteki güneşler Hz. Peygamber’in
yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
32- O şanlı Peygamber, dünyaya gelirken, “ümmetî ümmetî” diyerek
geldi. Ümmetini dünya ve ahiret
cehenneminden kurtarmak için geliyordu. Ömür boyu hep “ümmetî”
dedi. Yerde “ümmeti” dedi. Göklere çıkt, Miraç’ta “ümmetî” dedi.
Dünyadan giderken “ümmetî”
dedi. Ahirette “ümmetî” diyecek.
Her zaman ve her yerde ümmetini düşünen bir Peygamberi acaba
ümmeti ne kadar düşünmektedir?
Onun için ne yapmaktadır. Onun
davasına hizmetin neresindedir?
Bir muhasebe yapmanın ve bunu
düşünmenin vaktidir.
O şanlı ve ihtişamlı Peygamberin ümmeti üzerindeki hakkına
karşılık ben birkaç başlıkla vazifelerimizi hatırlatayım:
a-Allah Tealâ’dan sonra her şeyden çok onu sevmeli,
b-Salat ve selamlarla onu sık sık anmalı,
c-Onun sevdiklerini sevmeli, sevmediklerini sevmemeli,
d-Bid’atçılardan uzak durmalı, onlara ancak onları
bid’atten kurtarmak maksadıyla yaklaşmalı,
e-Emr-i bilma’rûf, nehy-i anilmünker görevini yapmalı,
yani iyiliği yaşayıp emretmeli, kötülükten uzak durup
sakındırmalıdır,
f-İslam’ın, Kur’an’ın ve sünnetin alimi olmalı veya böylesi alimlerin dizinin dibine çökmeli. Bu asırda en şaşmaz ve şaşırtmaz alimlerden biri Risale-i Nur’dur. Onu
bulmalı, onu bulan alimlere takılmalıdır.
g-Farzları yapmalı, yasaklardan kaçmalıdır,
ğ-Sabırlı ve şükürlü olmalıdır,
h-Hakk’ın hatırını her şeyden üstün tutmalıdır,
i-Takvayı şiar edinmelidir,
ı-Kur’an ve Sünnetin ölçülerine göre yaşamalı, yemeli,
içmeli, örtünmelidir,
j-Ta’dil-i erkân ve huşû ile namaz kılmalı,
k-İlim ve hilim sahibi olmalı,
l-Peygamber ahlakıyla ahlaklanmalıdır,
m-Kendisi için değil, başkaları için yaşamalıdır; kısaca
söyleyecek olursak:
-Helallerle yetinmeli, haramlara tenezzül etmemelidir.
-Kur’an, Cevşen ve iman hakikatlerine tahsis etmemiz
gereken zamanı televizyon dizilerine ve benzeri eylence aletlerinin abur-cubur programlarına harcayarak
zamanı israf etmemeli. Ahirete müflis olarak gitme
tehlikesiyle karşılaşılabilir. Allah bu akıbetten hepimizi
korusun.
-Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in yaşama tarzını, hayat tarzı olarak seçmelidir.
Allah hepimizi bu hususta muvaffak eylesin.
33
Emine ATLI
KUR’AN’IN IŞIĞINDA ASR SURESİNDEN MESAJLAR II
İNSANIN HÜSRANDAN
KURTULUŞ REÇETESİ:
Rabbimiz bizlere dünya ticarethanesinde kullanacağımız ana sermaye olan
ömrü ve karşılıksız sayısız nimeti verdikten sonra, bu sermayeyi mirasyedi
tavrıyla heba etmememiz için de dört maddelik hüsrana düşmeme reçetesi
veriyor. 1. İman, 2. Salih amel, 3. Hakkı tavsiye, 4. Sabrı tavsiye.
G
eçtiğimiz sayıda “asr” kelimesinin açılımında, zamanda
ikindi ve ikindisinde insanı ele
almış, ikindi insanına mesajlar
sunmuştuk. Bültenimizin bu yeni
sayısında da asrın mesajını incelemeye devam edip, sure içinde dikkatimizi çeken ana unsurlar olan,
zaman -ki geçen sayıda işledik- insan, hüsran, iman, salihat, hukuk
ve sabrı ele alıp inşallah bitirmeye
çalışacağız.
Vahyin hedef kitlesi insan, amacı
insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek. Rabbimiz surenin başında asra yemin ettikten
sonra, bütün insanların bir hüsran
içinde olduğunu beyan etmektedir.
Tarih insanla başladı ve insanla
bitecek. Tarihi canlandıran insan
ya hüsrana ya felaha kavuşacaktır. Burada herhangi bir insandan
bahsedilmiyor, insan “el” takısıyla
geliyor. “el insan”, yani tarihi canlandıran, akıl edebilen, farkındalığı olan, bilinçli, irade sahibi, karı
zararı bilme yeteneğine sahip olan
insan, dünyevileşme bataklığında,
zararda, hüsrandadır diyor.
34
“Hüsran”ı incelediğimizde ticari
bir terim olduğunu görüyoruz. Ticarette hüsran, Türkçe deyimi ile
iflas; ana sermayeyi de kaybetmek,
yeniden yatırım yapma imkânı olmamak demektir. Rabbimiz bizlere
dünya ticarethanesinde kullanacağımız ana sermaye olan ömrü ve
karşılıksız sayısız nimeti verdikten
sonra, bu sermayeyi mirasyedi tavrıyla heba etmememiz için de dört
maddelik hüsrana düşmeme reçetesi veriyor. 1. İman, 2. Salih amel,
3. Hakkı tavsiye, 4. Sabrı tavsiye.
Ancak bu reçete uygulanmayınca
iflas yani hüsran kaçınılmaz oluyor.
Bilgeye sormuşlar; “dünyada kalıcı olan nedir, geçici olan nedir”
diye. Cevap vermiş; “kalıcı olan,
geçici olandan çıkarılacak sonuçtur”. Nice insanlar vardır, kısa da
olsa bir ömürde bir asır zenginliği
yaşayan, dünyada salihatlarıyla
Salihler arasına yazılıp ahirette Salihlerle beraber olan. Nice insanlar
da vardır ki, bir asır da yaşasa, üç
günlük ömür kısırlığıyla dünyadan
göçen. İşte hüsran, bu insanın ahirette ömür torbasını bomboş görün-
ce hissettiği duygunun adıdır ve o,
hüsrana uğrayanlarla beraberdir.
Araplarda vakti yönetene “ebulvakt” (vaktin babası), vakti öldürenlere ise “meyyitül-müteharrik”
(yaşayan ölü) denir. Kendimize bakalım acaba zamanın babası mıyız,
onu yöneten, ya da zamane çocuğu
muyuz zamana ayak uydurup koyun gibi güdülen. Ve sonuçta görüyoruz ki Rabbin huzuruna kendi
ömrünün ve vaktinin katili olarak
çıkmaktır hüsran. Hasan Basri;
“Ölüm kadar hiç şüphesi olmayan,
ama sanki kesin değilmiş gibi şüpheye yakın kat-i bir şey görmedim”
diyor. Kesin öleceğini bilse de insan, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşam
sürmenin neticesidir hüsran.
Her birimiz kişisel bir tarih oluşturuyoruz. Ne bulduk şu dünyada,
neler bırakıyoruz dünyaya iyi bakmalıyız. Medeniyet ya da kişisel
tarih oluşturmak isteyen insanı
Allah bilgisiz ve modelsiz bırakmamıştır. Hüsrandaki insan ise asla
medeniyet oluşturamaz. Allah-u
Teala insanın dünyevileşme bataklığından ve hüsrandan kurtuluş
için ya da hiç düşmemesi için üçüncü ayette insana dört şart sunuyor
demiştik. Alemi ervahtan cennet
yurduna ulaşmak için yola çıkarılan insanoğlunun imtihan alanı
olan yeryüzünde, hüsran bataklığına düşmemesinin ve son istasyon
olan “darusselam”a (cennetin bir
adı) varmanın olmazsa olmaz ilk
şartı, öncelikle iman biletini alıp,
onunla güzergahı tüm yeryüzü
olan salihat trenine binmektir. Ancak bu yolculukta sürekli uyumak,
uyuşmak, adı TV olan pencereden
etrafı manzara seyreder gibi seyredip boş yorumlarda bulunmak yok.
İnsan asli görevlerinden olan 3. ve
4. Şartı unutmayacak. Öncelikle
kendisine, sonra çevresindeki yol
arkadaşlarına, mola verdiği duraklardaki insanlara ve karşılaştığı
herkese, zorlu imtihan şartlarına
karşı, hakkı ve sabrı tavsiye edecek
ki, haksızlığa uğramadan, haksızlık etmeden, kazasız belasız, günah
bataklıklarında ciddi yaralar alıp
da cehennem yoğun bakım servisinin tedavisine maruz kalmadan,
direkt son durağı olan “darusselam” istasyonuna varabilsin.
Üçüncü ayetteki “amele” kelimesi
bilinçli bir eylemi ifade eder. Yani
o el insan planlı-programlı, farkında olarak salihat yapar demektir. “Salaha” kelimesi ise; iyilik,
düzeltme, onarma, tüm ferdi ve
toplumsal güzellikleri kapsayan,
soyut, somut, tüm hasenata şamil
bir kavramdır. Salihat güzellikler
anlamındaki kendine yönelik, sınırlı iyilik ve ibadetler manasına
gelen hasenatı da kapsamaktadır.
İmandan hemen sonra gelmesi gereken salihat, niyet taşıyan bilinçli
eylemlerin adıdır. Mevlana “sizi
harekete geçirmeyen imanın, sizi
sırattan geçirmesine imkân yoktur” derken, sırattan geçebilmek
için harekete geçip, önce kendimizi
sonra toplumu düzelten, onaran Salih insan olmamız gerektiğine vur-
gu yapmaktadır. Topluma, aldığın
kadarını verirsen adalet, eksik verirsen rezalet, fazla verirsen fazilet
olur ki bize yakışan da budur.
Arapça “vesaye” kelimesinden türeyen “tevasav” kelimesi; bir şeyi
bir şeye iletmek, önerilerde bulunmak, vasiyet etmek manalarını
taşır. Tefaul babının özelliklerini
taşıyan kelime, karşılıklı tavsiyeleşme anlamına gelir. Dikkatimizi
çekiyor, neden insanların kalplerini yumuşatacak hayırlı şeyler söylemek manasındaki “veaze” (vaaz
ettiler) gelmedi. Neden diğerinin
faydasına olan bir şeyi araştırıp
bulmak ve ortaya çıkarma anlamındaki “nesaha” (nasihat ettiler)
değil. Yine niye, buyurmak, emretmek manasındaki “emera” (emrettiler) değil de, “tevasav” (tavsiyeleştiler) kelimesi geldi? İşte
müminler birbirinin hem toprağı,
hem bahçıvanıdırlar. Görüyoruz ki
tavsiyeleşmede hiyerarşi, pramatik sistem yok. Müminler kardeştir
düsturu var. Birbirinin elinden tutmak var. Saf sistemiyle aynı düzlemde olmak var. Ve hak üzere bir
diyalog oluşturmak var.
Bugün bir ailede bile hak üzere bir
diyalog yok. Çoğu zaman ailede
hak değil güçler konuşuyor. Roller
farklı olabilir anne, baba, çocuk
vs. Ancak din kardeşliği düsturu
göz ardı edilmemelidir. “Tevasav”
fiili isteşlidir. Farklı zaman ve konumlarda roller değişebilir. Aynı
bağlamda karşılıklı olması gerektiğini gösterir. “Benim dediğim
doğrudur”, “ben babayım” veya
“anneyim” tutumu, iletişimi parçalar. Zira ben, veya senle başlayan
cümleler bomba gibidirler. Bu, ya
bencil ya suçlayıcı bir dildir. Ben,
sen değil; biz olmayı öğrenmeliyiz.
Allah dünyevileşmeye karşı, mıknatısı kıble olan bir pusula veriyor
insana. Bu pusula da iman, sahibini
diri tutan aktif özne. Salihat, imanı
besleyen su kaynakları. Tavsiyeleşme; iyi ve hayırda birlikte olma
güzelliğidir. Tavsiyeleşme tevhidi
toplumun temel ilkesidir. Diğerinin
olumsuzluklarını düzeltme üzerine
odaklandığında, fonksiyonunu icra
edemezsin. Ve de bu nasihat olur ki
bundan da kimse hoşlanmaz.
El hakk: uygun ve uyumluluk, gerçek, hakikat, olması gerektiği şekilde olan demektir. O tavsiyeleşenler
gerçek üzere konuşurlar, uygun
olanı tavsiye ederler, olması gerektiği şekilde olanı tavsiye ederler.
Hakkı da sabrı da tavsiyeleştiler.
Neden, ayrıca sabrı tavsiyeleştiler? “Sabera” bir şeyi sıkı sıkı tutup
bağlamak, direnmek, cüret etmek,
hapsetmek vb. manasındadır. Kavramsal sabrı, eylemsel olarak ne
kadar anlıyoruz? Sabır yüklenmek
değildir. Sabır; tecelli etmekte olan
hikmetleri fark etmek ve tecelli
edecek olanları beklemektir. Sabır,
asla mecburen teslimiyet değildir.
Sabır, nefsin talimatlarına karşı
direnmektir. Sabır, Saffat 99. ayette
“ben rabbime gidiyorum o bana yol
gösterecek” diyen İbrahim (as)’ın
yaptığıdır. Bu ayet prensibimiz
olması gereken bir sabır cümlesidir. İnsan sıkıntı anında dosta,
bolluk anında sevgiliye ihtiyaç
duyar. Rab; insanın sıkıntı anındaki dostudur. Sabır; yaş bir odunun ateşe direnip direnip sonunda
onurlu bir şekilde kül olmasıdır. Bu
yok olmak değildir. Küller güllere
dönüşür. Sabır; son çare değil, her
daim çözümdür. Sabır; Allah’a güvenmektir. Sabır; Allah’ın güvencesi altında olduğunu hissetmektir.
Sabır; “Allah’ın yardımı ne zaman”
diyen akla, “şüphesiz Allah’ın yardımı çok yakındır” diye cevap vermektir.
21. asırda, ömrünün ikindisini yaşayan dünyamızdaki tüm imanlı
gönüllerin, salihat yolunda, sabırla, hakk üzere kalması temennisiyle…
35
5
VAKİT
FARKLI COĞRAFYA
Yusuf E. ERDEM
10-15 Ekim 2013 tarihleri arasında SATBA (Güney Afrika Türk İşadamları
Derneği) tarafından düzenlenen “Türk Günü” etkinlikleri için Güney Afrika
Cumhuriyeti’nin önemli şehirlerinden Johannesburg’taydım. 10 bin kilometrelik mesafeyi İstanbul-Mısır-Johannesburg aktarmalı uçuşla 23 saatte
(aktarmadaki beklemeler dâhil) oldukça zahmetli sayılabilecek şekilde tamamladık. Bu yazı 10-15 Ekim 2013 tarihleri arasında Johannesburg’taki
izlenimlerimi içermektedir.
Güney Afrika Cumhuriyeti
2 milli marş, 3 başkent, 9 eyalet ve
11 resmi dile sahip Güney Afrika
Cumhuriyeti, Afrika kıtasının en
güneyinde yer alır. Devlet bir etkinliği halka duyurmak için 9 ayrı dilde afiş hazırlıyor. 49 milyon civarındaki nüfusun %78’i zenci, %9’u
beyaz, % 9’u melez, %3’e yakını
Asyalı olan ve 1994 yılındaki rejim
değişikliğine kadar ırkçılık esasına
dayalı sistemle yönetilen Güney Afrika Cumhuriyeti’nde zengin-fakir
arasındaki uçurum çok büyük. Genel yaygın eğitim dili İngilizce, Afrikans ve Zulu dilleri.
Güney Afrika’da 15nci yüzyılda köle
ticareti ile başlayan sömürge düzeni
20nci yüzyılın sonuna kadar ırkçı
bir yönetim anlayışıyla devam etti.
Beyaz ırkın üstünlüğüne dayanan
ayrımcılık, 1958 yılında apartheid
(ırk ayrımı) sistemi ile yasalaştırıldı. İnsanların renklerine göre sınıflandırılması esasına dayanan bu
sistemde beyaz azınlık dışında kalan siyahlar ikinci sınıf vatandaş
olarak kabul ediliyordu. Bunun sonucu olarak ülkede yaşayan siyah-
36
lar acımasız kurallara uymak zorunda
bırakıldılar.
Devletin
sunduğu sağlık ve eğitim hizmetlerinden siyahlar beyazlara göre daha
az faydalanıyor, siyahların herhangi bir siyasi faaliyet yapmalarına
izin verilmiyordu. Siyahlar parti
kuramıyor, parlamentoda temsil
edilemiyordu. Irkçı yönetime karşı
verilen mücadele çeşitli örgütler ve
oluşturulan kongrelerle (Afrika
Ulusal Kongresi, Pan Afrika Kongresi) yıllarca devam etti. Kimi zaman
kanlı çatışmaların yaşandığı uzun
direniş sürecinin ardından nihayet
Mayıs 1994’te özgürlükçü bir yönetime, çok partili demokratik sisteme
geçildi.
Yılda 600 ton altın çıkarılan ülke,
dünya altın üretiminin %65’ini karşılıyor. 5 gr altın için 1 ton kaya işleniyor. 1886 yılında bulunan altın
bugün 3.777 metre derinlikten çıkarılıyor artık. 100’den fazla elmas
atölyesinin bulunduğu ülke aynı
zamanda tam anlamıyla bir elmas
diyarı.
Johannesburg
Dünyada İsrail’den sonra en fazla
Yahudi nüfusa sahip bir şehir. Dünyanın servet dengesinin önemli
araçlarından kabul edilebilecek altın, elmas deyip böyle bir karlı kazançta Yahudinin olmaması şaşırtıcı olurdu zaten. Ülke genelinde saat
18:00’den sonra güvenlik nedeniyle
insanların dışarıya çıktığı pek nadir
görülüyor. Suç oranı çok yüksek bir
şehir olsa da yıllardır Yahudilerin
yaşadığı mahallelerde herhangi bir
adi olay bile gerçekleşmemesi de ilginç doğrusu. Güvenlik ihtiyacı sigorta, bankacılık ve güvenlik sektörlerini revaçta gruplar yapmış.
Dünyanın en güvensiz şehri gibi
lanse edilen Johannesburg’ta yatırımcıların buralara gelmemesi için
suni bir kaos ortamı oluşturulmuşa
benziyor.
Johannesburg’da 1 milyona yakın
Müslüman arasında 5 bine yakın
Türk var. Türk işadamlarının kurduğu SATBA (Güney Afrika Türk İşadamları Derneği) Türkiye’den gidenlerin rahatlıkla kontak kurabileceği,
yardım alabileceği, fedakâr insanların görev yaptığı güzel bir teşkilat.
Nizamiye Medresesi’nde Cuma Namazı
İlk gün
10 Ekim Perşembe günü İstanbul
Yeşilköy havalimanından yolculuğumuz başladı. Mısır Havayolları ile
Kahire’ye
vardık.
Burada
Johannesburg’a gidecek uçağımızı
beklerken hizmet için Madagaskar’a
gitmek üzere yola çıkmış Fethiyeli
Paşa Ali ve arkadaşlarıyla tanışma
fırsatı bulduk. Onlardan Madagaskar ile ilgili bilgiler aldık. Hz.Osman
(r.a) döneminde İslam’ı tebliğ için
tebliğci istenmiş, o mübarek zat da
oğlunu geri dönmemek üzere oralara göndermiş ve bereketli çalışmalar neticesinde Madagaskar’ın tamamı Müslüman olmuş. 1700’lü
yıllarda Fransızlar 700 bin Madagaskarlı müslümanı şehit ettikten
sonra şimdiki 25 milyonluk nüfusta
%20 dolaylarında azınlıkta kalmış
Müslümanlar. Bu coğrafyaya tekrar
İslamı hâkim kılmak için kardeşlerimizin yaptığı çalışmaları duydukça mutlu olduk. Allah yardımcıları
olsun.
11 Ekim Cuma günü Johannesburg
havalimanında bizi UICT (Universal Islamic and Cultural Trust) Vakfı
İlk ve son Osmanlı Konsolosu
Mehmet Remzi Efendi’nin Kabri
gönüllülerinden Abdullah DENGİZ
Bey büyük bir konukseverlikle kucaklayarak karşıladı. “Afrika’nın
doğusunda, batısında, güneyinde,
kuzeyinde hangi ülkeye giderseniz
gidin, bir UICT personeli ya da Türkiye’deki
adıyla
Diversity
Derneği’nin Afrika’da yaşayan gönüllüsü sizi havaalanında karşılayacaktır. Bizim farkımız bu.” dedikleri kadar var gerçekten de.
Oteldeki kısa bir dinlenmeden sonra Cuma namazı için Nizamiye
Medresesi’ne geçtik. Hayırsever işadamı Ali KATIRCIOĞLU tarafından
yaptırılan Medrese, 2011 yılında
Selimiye modeliyle inşa edilmiş büyük bir külliye; İslam Okulu, Tıp
Merkezi ve Alışveriş Merkezinin de
içinde bulunduğu geniş bir alanda
kurulu. Cuma namazını Hintli bir
imamın ardında eda ettik. Hutbenin ve duanın ardından sünnet kılınmadan 2 rekâtlık farz namaz kılınıyor, daha sonra ise herkes
sünnetleri kendi başına ayrıca kılıyor.
Cuma namazını müteakip külliye
içerisinde metfun Osmanlı’nın Güney Afrika’ya gönderdiği ilk ve son
konsolos Mehmet Remzi Efendi’nin
kabrini ziyaretten sonra, Diversitiy
(Farklılık) Derneği gönüllüsü Abdullah DENGİZ kardeşim hizmet
yerlerini bize gezdirdi. Orada diğer
gönüllü hocalarımızı, medrese eğitimi alan öğrencileri görme-tanışma imkânı bulduk.
UICT’in farklı olarak Afrikalı çocuklara eğitim verme misyonu var. Bu
kurum çatısı altında, oradaki çocuklara İslam ahlakını öğretiyor ve
onları İslam terbiyesi üzerine yetiştiriyor. Bunun yanında gelen yardımların İslami usullere uygun olarak dağıtılması da yine bu vakıf
kanalıyla sağlanıyor. Birinci gayeleri, Rasulüllah Efendimiz’in (s.a.v)
Ashabı’nın (r.a) oralara gitme gaye-
UICT Derneği’nden Abdullah
Dengiz Kardeşimle
leri ne ise o. İnsanların maddi ve
manevi ihtiyaçlarına katkıda bulunmak, onların dertleriyle dertlenmek, halleriyle hâllenmek ve onları
en güzel şekilde mütekâmil bir insan olarak yetiştirip bu mazlum insanların refah seviyesini yükseltmek. Şu anda 200 küsur personel
ile Afrika halkına hizmet verir vaziyetteki Vakfın, bu 200 personelin
50’ye yakını yetiştirdikleri Afrikalı
gençlerden oluşuyor. Allah yar ve
yardımcıları olsun. Onları tanımaktan büyük mutluluk duydum.
İkinci gün
“Türk Günü” etkinliklerinde hanım
kardeşlerimiz hamur işlerini yapmış, Vakıf-Dernek yararına satma
telaşındaydılar. İki gün içinde (1213 Ekim 2013) 15 bine yakın ziyaretçi bu hayır çarşısındaydı. Türk
Günü etkinlikleri çerçevesinde Sakarya Büyükşehir Belediyesi Mehter Ekibinin konseri büyük ilgi ve
coşkuyla takip edildi.
37
Cuma Namazı sonrası Johannesburg’lu
müslümanlar mehteri ilgiyle takip etti
Editörümüz hayırsever
Ali Katırcıoğlu ile birlikte
Kültür ve Sos. İşl. Müdürü Faruk ŞİŞMAN’ın
liderliğindeki Sakarya Büyükşehir Belediyesi
Mehter Takımı’nın Jahannesburg hatırası
38
Etkinlikten artan zamanlarda etkinlik alanının hemen yanında bulunan Askeri Müzeyi gezdik. Savaşın izlerini taşıyan çeşitli fotoğraf,
silah araç ve gereçlerinin sergilendiği kısa bir müze ziyareti bile bizlere Güney Afrikalıların işgal altındaki durumlarını görme fırsatı
sağladı. Buradaki altın ve elmas yataklarının kokularını almış Portekizliler, Hollandalılar ve en sonunda İngilizlerin yerli halka
çektirdikleri zulümleri bu kısa
müze ziyaretinde hatırlamak mümkün.
Üçüncü gün
Üçüncü gün ziyaretlerimiz Aslan
Park gezisiyle başladı. Ziyarette sevme kastıyla yaklaştığım bir aslana
baldırı kaptırınca “aslanın büyüğüküçüğü olmaz; aslan aslandır” deyimini hafızama nakşettim. Hele Beyaz Aslanları aileleriyle birlikte
doğal ortamında görünce ürktüm
gerçekten de. Hz.Hamza’nın (r.a)
tek başına çölde aslan avladığını
hatırlayınca ne kadar büyük cesarete sahip olduğunu yakından hissettim. Mini bir safariyle diğer hayvanları yakından görme fırsatı da
bulduk.
Dördüncü gün
Tema Park’ta altın madenlerine inildi. Burada
altının
hikâyesi canlı
olarak anlatıldı
ve nasıl külçe
haline getirildiğini gördük.
Johannesburg
Hayvanat
Bahçesi’nde
değişik hayvanları doğal
ortamında
görmek
de
ayrı bir zevkti. Abdullah Bey bizlere
Vakfın kurban kesimi yaptığı yeri
ve kurbanda kesilecek hayvanları
gösterdi.
Diversity Derneği’nin farklı bir
kampanyası olduğunu Türkiye’deyken duymuştum. Dernek yetkililerinin bir dergideki röportajlarında şu
ifadelerini size de aktarmak isterim: “Kurbanının nasıl kesildiğini
görmek isteyenlere, ‘Çevrenizden
50-100 adet kurban toplayın, sizi de
topladığınız kurbanlarla Afrika’ya
götürelim.’ diyoruz. Geçtiğimiz yıllarda oraya götürdüğümüz farklı
derneklerden insanlar oldu. Bize
hep şunu dediler: ‘Biz şimdiye kadar kurbanlarımızı Diversity aracılığıyla Afrika’ya göndermediğimiz
için çok pişmanız.’ Tabi bu insanlar
orada kurban faaliyetini nasıl bir
organizasyonla gerçekleştirdiğimizi gözleriyle gördüler. Kurbanların
kesilişine, dağıtılışına bizzat şahit
oldular. Dini vecibelere gösterdiğimiz hassasiyet onları çok etkiledi.”
Arafe günü üzerimizde bulunan
kurban vekâletlerini Abdullah Bey
vasıtasıyla çalışmalarını yerinde
gördüğümüz
UICT/Diversity
Derneği’ne verdik. Mehter ekibinden bazı kardeşlerimiz de kurban
ibadetlerini burada yerine getirdiler. Allah kabul etsin.
Beşinci gün, eve dönüş…
14 Ekim gecesi Johannesburg’da akşam ve yatsı namazını kılarak uçağa bindik. Sabah namazında Kahire’deydik. Sabah ve Bayram
Namazlarımızı Kahire’de kıldık.
Öğlen namazında İstanbul’da, ikindi namazında ise Adapazarı’ndaydık elhamdülillah. Her vakti değişik bir coğrafyada kılma imkânını
bizlere bahşeden yüce Rabbime
sonsuz şükürler olsun. Yaptığımız
ibadetleri kabul buyursun.
Mutluluğa Açılan Kapılar
Asem Mobilyacılar Sanayi Sitesi No: 197 Serdivan / SAKARYA
Tel: 0 264 211 21 82 Fax: 0 264 211 21 83
[email protected]
www.erdemsan.com
Winsa
Yusuf Erkan
0532 314 33 58
Download