8 Mart`ları Yaratan ve Bugünlere Taşıyan Kadınların

advertisement
içindekiler
8 Mart’ları Yaratan ve Bugünlere Taşıyan
Kadınların İnancıyla
Güler Elveren. ......................................................................................................... 2
Kadınlar Günü’nün Fikir Annesi
“CLARA ZETKİN”
Başak Karaduman..............................................................................................4
Onlar Çalıp Çırptıkça Biz Yoksullaşıyoruz!
Sibel Özbudun........................................................................................................ 8
Sendikal Mücadelenin Yeniden İnşası
Kadınlarla Mümkün
Satı Burunucu Çalı......................................................................................... 12
Mobbing’in Kadın Çalışanlar İçin Anlamı
Melda Yaman...................................................................................................... 16
Özel Sayı Mart 2014
Kadın Mücadelesinin Geldiği Düzey
Eş Başkanlık Sistemi
Figen Aras................................................................................................................ 18
Sahibi ve
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Ömer Salih EROL
HDP Kocaeli büyükşehir Eş Başkan Adayı
Nilay Etiler ile Röportaj......................................................................... 21
TÜM BEL-SENDİKA
Yayına Hazırlayan:
Güler Elveren
Yönetim Yeri:
Sümer 2 Sokak No: 29/7 Kat: 4
Kızılay / ANKARA
Tel:
0312 230 59 39 - 230 62 33
Faks:
0.312 230 48 29-39
web:
www.tumbelsen.org.tr
E-posta:
[email protected]
Basım Tarihi: 03/03/2014
Basım Yeri: Hermes Tanıtım Ofset
Baskı Hizm. Ltd. Şti.
Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede
Yirmi Yedi Yıl: Kadın Dayanışma Vakfı
Gülsen Ülker......................................................................................................... 24
Cinsiyetçi Hukuk İçinde Kadın Avukat Olmak
Candan Dumrul................................................................................................ 27
Dünyadaki Barış Görüşmeleri ve Kadınlar
Nazan Üstündağ.............................................................................................. 30
Göçmenler ve Kadın
Cahide Sarı............................................................................................................. 35
Alternatif Bir Ekonomi Denemesi:
Jiyan Sabit Semt Pazarı.......................................................................... 39
Muhafazakarlığın Dönüşümü ve
Kadın Hakları...................................................................................................... 40
8 Mart’ları Yaratan
ve Bugünlere Taşıyan
Kadınların İnancıyla...
Güler Elveren
Tüm Bel-Sen Merkez Kadın Sekreteri
T
arih defterine bir not düşüldü. Sene: 1910, Yer: Kopenhang, II. Uluslararası (Enternasyonal) Sosyalist Kadınlar Konferansı. Düşülen not:
8 Mart 1857 yılında, Newyorklu yüzlerce dokuma işçisi kadının fabrikada başlattığı grev esnasında, kuşkulu bir biçimde çıkan yangında
yanan 129 kadın işçinin anısına 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü
olmalı. Konferansta kararlaşan bu öneriyi sunan ise, o dönemin efsane devrimcisi Clara Zetkin.
Hakları için mücadele eden kadınların ve işçilerin tercümanı Clara,
Almanya’da ve diğer Avrupa ülkeleri ve Rusya’da sürdürdüğü mücadele
sırasında “hayatın olduğu yerde savaşmak istiyorum” dedi. Her zaman
da sarf ettiği, dile getirdiği sözünün eri olarak yaşadı. Boydan boya savaş dolu bir yaşam yani… Kadın konusuna eğilmek Clara’yı o zamanki
tüm devrimcilerden ayıran, en belirgin özellik olmuştur. Aynı dönemdeki Polonyalı mücadeleci Roza Lüksemburg bile, kadın konusuna ilişkin
bir konu tartışıldığı zaman; “Clara’ya sorun” der, Clara’nın bu konudaki
ilgi ve yetkinliğini işaret ederdi.
Clara, kadın işçilerin sendikal örgüt oluşturabilmesi ve iş koşullarının
düzeltilebilmesi için, eşit ücret hakkı, seçme ve seçilme hakkı gibi kadınların toplumsal statüsünün değişimine dönük hak mücadelesinde,
Fransız devriminden sonra eril sisteme başkaldıran kadınların bayrağını
devralıp 20.yy’ın ortalarına kadar bu bayrağı hep yükseltir.
Clara’da somutlanan binlerce yıllık mücadle birikiminin sonucu 8
Mart’ın ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak ilan edilmesinin üzerinden tam 104 yıl geçti. 2014 yılının 8 Mart’ında aramızda olmasa bile
bu tarihin her dönemine tanıklık ederek nefes nefese mücadele vermiş ve bu mücadele ruhunu ölümsüz kılmış efsane kadın Sara yoldaşı
her şeyden önce saygı ve minnetle bir kez daha anıyorum. Çünkü Sara
2
Dünyanın her yerindeki
kadınlar aynı sloganlarla, aynı afişlerle sokaklara
çıkıyor, kadına yönelik taciz, tecavüz, ayrımcılığa,
güvencesizliğe, eşitsizliğe,
gözaltılara, savaşa ve kadın
katliamlarına karşı direniş
şarkılarını haykırıyor, aynı
özlemler için taleplerini sıralıyor.
yoldaş yaşamını baştanbaşa mücadeleyle örmüş, yaşamın yani
kadın olmanın hakkını vermeyi
başarmış bir hakikattir. Clara’nın
“hayatın olduğu her yerde savaşmak istiyorum” deyip tüm kadınlara bıraktığı mesajı, Sara yoldaş; ”Zaten Hep
Kavgaydı Yaşamım” diyerek yükselttiği direniş
mücadelesiyle on binlerce kadını etrafında toplamayı başarmıştır. Sara yoldaş, Tanrıça İnanna’nın
direniş çığlığını duymuş, Tiamat’a vurulan ölümcül darbeyi hissetmiş, Marya’nın kavgasına anlam
biçmiş, Hz. Meryem’in sessizliğini kabul etmemiş,
Hz. Ayşe’nin feryadını iliklerine kadar yaşamış,
Olimpe’den Clara’ya, Roza’ya, Alexandera’ya uzanan kadın uyanışlarını heyecanla karşılayarak, onlarla aynı yolun yoldaşı olmuş, tarihten süzülüp
gelen bir bilince dönüşmüştür.
Hayatı üreten kadınların, hayata yön verme etkinliğine ulaşmasıyla dünyada şiddet adına, tahakküm adına, sömürü adına dolayısıyla yoksulluk, fakirlik adına hiçbir sorunun kalmayacağı da giderek
anlaşılmaktadır. Kadınların tüm talepleri eşitlik,
özgürlük, adalet temelinde, barış, kardeşlik özlemleri, umutlarıyla belirlenmektedir. Kadınlarda herkese yetecek bir yürek, herkesi kucaklayacak bir
hoşgörü bulunmaktadır. Hayata, insanlığa kibirle,
kıskançlıkla değil sevgiyle, hoşgörüyle, empatiyle
yaklaşmakta, paylaşmayı, dayanışmayı hayatın
vazgeçilmezi saymaktadır. Bunun böyle olduğu 8
Mart alanlarındaki pankartlardan talepleriyle, bir
araya gelen her inançtan, etnik gruptan, sınıftan
kadınların uyumlu çeşitliliğinden anlamaktayız. 8
Mart etkinlikleri kadınların ortak bir dili olduğunu, ortak bir bilinci ve yüreği olduğunu, bu dille
konuşulunca birbirini anlama sorunlarının kalmayacağını, sorunların birbirini anlama temelinde
çözülebileceğini ortaya koymuştur. Dünyanın her
yerindeki kadınlar aynı sloganlarla, aynı afişlerle
sokaklara çıkıyor, kadına yönelik taciz, tecavüz,
ayrımcılığa, güvencesizliğe, eşitsizliğe, gözaltılara, savaşa ve kadın katliamlarına karşı direniş
şarkılarını haykırıyor, aynı özlemler için taleplerini
sıralıyor. Her yıl gerçekleşen 8 Mart etkinlikleri, tarihin ilk ve son sömürge ulusları kadınların
dünya çapında aynı talepler temelinde eyleme geçtiğini, bunun
yarınların büyük umudu olacağını
ortaya koymuştur.
Kadınların deri rengi, inancı, eğitim düzeyi, ekonomik geliri, mekânı ne olursa olsun tüm kadınlar özünde aynı talepler için mücadele etmekte, aynı özlemler peşinde koşmaktadır.
2014 yerel seçimlerin arifesinde olan ülkemizde
demokrasinin beşiği olarak kabul edilen yerel yönetimlerin kadın bakışı ve özgürlük anlayışı gerçek
tarihsel özüne dönüşeceğine inanıyoruz. Çünkü
kadınların talepleri insanlığın komünal dönemden
beridir özlemini çektiği ve bu uğurda canı pahasına mücadele ettiği talepleridir. Çünkü kadınların
özlemleri insanlığın özlemleridir. Çünkü kadınların
mücadelesi insanlığın mücadelesidir. Bunun böyle
olduğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılmakta, görülmekte ve kadınlar şahsında insanlığın ortaklaşmasına giden yolda buluşma yoğunlaşmaktadır.
Kadınların kurtuluş adına baktıkları yer kesinlikle doğrudur. İnsanlığın kurtuluşu kadın inkârı
üzerinden gelişen ataerkillik ve bunun dayandığı
iktidar ideolojisi olarak toplumsal cinsiyetçiliğin
aşılmasındadır. Toplumsal cinsiyetçilik aşılmadan
hiçbir sorunun aşılmayacağı, çünkü bütün sorunların bu ideolojiden beslendiği artık somuttur. Bu
nedenle tüm insanlık egemenlik, sömürge, işgal,
eşitsizlik, adaletsizlik karşısındaki mücadelesini
esas olarak toplumsal cinsiyetçilikle mücadele temeline oturtmalıdır.
Ülkemizde paralelinden derinine kadar her türlü
tekçi ve devletçi iktidar güçleri arasında süren
kirli savaş ortamında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde figüran olmayıp, kendi coğrafyamızda yaşayan halklarımızdan başlayarak bütün insanlık için
bir alternatif yaratmak istiyorsak; önümüzdeki
yerel seçimlerden başlamak üzere her alanda 8
Mart’ları yaratan kadınların inancı ve kararlığını
örnek alarak toplumsal cinsiyetçi anlayışla mücadele etmeli birleştirdiğimiz ellerimizle eşitlikçi
ve özgürlükçü yeni bir yaşamı şimdiden kurmaya
girişmeliyiz.
3
Kadınlar Günü’nün
Fikir Annesi
“CLARA ZETKİN”
Başak Karaduman
Tüm Bel-Sen İzmir 1 No’lu Şube Kadın Sek.
C
lara Zetkin geçtiğimiz yüzyılın en önemli kadın sosyalist kişiliklerinden
biridir. 19. ve 20. yüzyıl Marksizmine ömrünü adamış eylemcisi, düşünürü ve yazarıdır. Özellikle "kadın sorunu" çerçevesindeki mücadeleleri
ve bu alandaki makaleleri devrin sosyalistleri arasındaki erkek egemenliğine ve ataerkil düşünce ve tutumlara karşı bir isyan niteliğindedir.
Birinci Dünya Savaşında parlamentoda Almanya Sosyal Demokrat Partisinin kadın sorumlusuyken, savaş karşıtı tutumu nedeniyle partisiyle
ayrılığa düşmeyi göze alabilen cesur bir kadındır. 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün yaratıcısıdır. Birleşene kadar Doğu Almanya'nın 10 Mark
banknotlarının üstünde fotoğrafı yer almıştır.
Clara Zetkin, SPD'den yakın arkadaşı Rosa Luxemburg ile birlikte, kadınların oy hakkı ve fırsat eşitliği gibi konularda kadın politikasına
da eğilmiş, sosyal demokrat kadın hareketini geliştirmeye çalışmıştır. 1891'den 1917'ye kadar SDP'nin kadın gazetesi Die Gleichheit
(Eşitlik)’in editörlüğünü yapmıştır. 1907’de Uluslararası Sosyalist Kadınlar gününü organize eden Zetkin, tüm sosyalist partileri kadınların
oy hakkı için mücadele etmeye çağırmış, kadın haklarının korunması
için mücadele vermiştir. 1908 yılında New York Sosyal Demokrat Kadınlar Birliği bu çağrıya uyarak büyük bir gösteri gerçekleştirir. Bundan 104
yıl önce New York’ta 20 bin kadın işçi, çalışma koşullarını ve adaletsiz ücretleri kınamak için grev yaparlar. Şubat 1910’a kadar süren grev
sırasında polis 700 kadar kadını tutuklar. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde
Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal'e bağlı kadınlar
toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Clara Zetkin,
8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler
4
anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag- International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü"
olarak kutlanması önerisini getirmiş ve öneri oybirliğiyle kabul edilmiştir.
19 Mart 1911’de de Avrupalı sosyalistler ilk kez
bir uluslararası kadınlar gününü kutlayarak, İsviçre, Avusturya, Danimarka ve Almanya’da yaşayan
bir milyondan fazla kadına eşit haklar sağlanması
için seslerini yükseltir.
İlk Dünya Emekçi Kadınlar Günü protestolarından...
Kadınlar ve hatta erkekler bu günü "Kadınlar
gökyüzünün yarısını elinde tutuyor" pankartlarıyla
kutlamışlardır.
8 Mart için, ilk yıllarda belli bir tarih saptanmamış, fakat her zaman ilkbaharda anılıyordur. Rus
sosyalist kadınlar 23 Şubat 1917’de Petrograd’da
yapılan bir kadın hakları protestosunda “ekmek
ve barış” sloganlarıyla polisle çatışır. Eski Rus
takviminin 23 Şubat günü, Sovyet Devrimi’nden
sonra kabul edilen Bati takvimindeki 8 Mart’a
rastladığından, 1918’den itibaren Kadınlar Günü
8 Mart’ta kutlanmaya başlanır. Vladimir Lenin
1922’de Uluslararası Kadınlar Günü’nü bir komünist bayramı olarak ilan eder.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı
ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar
Günü, 1960’ların sonunda kadın hareketinin tekrar
canlanması, Birleşmiş Milletlerin 1975 yılını kadın
yılı olarak ilan etmesi ve bunu takiben 1975-1985
arasının kadınların on yılı olarak açıklanması ve
1977’de BM tarafından 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar
Günü” olarak kabul edilir. Bu gün dünyanın her
yerinde 8 Mart sadece kadınları hatırlamaya değil,
kadın hakları, kadın-erkek eşitsizliği ve kadına
karşı şiddet gibi sorunların da tartışılmasına vesile
olmaktadır.
Türkiye'de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez
1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlanır. 1975 yılında ve onu izleyen
yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşınır. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından
Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapılır. 12 Eylül
1980 Askeri Darbesi'nden sonra dört yıl süreyle
herhangi bir kutlama yapılmaz. 1984'ten itibaren
her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya
Kadınlar Günü" kutlanmaya devam edilmektedir.
5
8 Mart’ın fikir annesi ve "Yaşamın olduğu yerde savaşmak istiyorum" sloganın sahibi Clara Zetkin bu noktaya nasıl varmıştır? Her şey II.
Enternasyonal’in 1910 yılında yapılan kadın konferansında bir öneriyle başlar ancak hemen orada bitmez. Clara Zetkin 1857'de doğar. Fransız
burjuva devriminin etkisiyle serbest burjuva eğitim alarak büyür ve ilk gençlik çağından itibaren
sosyalizm düşüncesine sempati duymaya başlar.
İlk eşi Ossip Zetkin sayesinde, Clara işçi sınıfının
düşünce dünyasına daha fazla girer. Zetkin siyasete yöneldiği ilk günlerden itibaren emekçi kadınların konumlarıyla ilgili olur. İki soru üzerinde sürekli durdu: İlki sosyalist toplumda kadının
yeri nerededir? İkincisi, sosyalistler kadınları nasıl
uyandırıp mücadelenin içine çekebilirler?
Clara Zetkin, bir keresinde halka açık bir toplantıda konuşma sırası kendisine geldiğinde, o kadar
dolu olmasına rağmen, sesini hafifçe yükselterek,
konuşmaktan vazgeçtiğini söyler. Fakat, Paris'te
1889'daki II. Enternasyonal'in kuruluş kongresinde ismi okunduğunda bu korkuyu yener ve başlangıçta tutuk, sonra gittikçe kendisinden daha emin
ve daha akıcı bir dille, genç kızların ve kadınların
davasını temsil eder: "Sosyalistler bilmek zorundadır ki; günümüzdeki ekonomik gelişmede kadınların çalışması bir zorunluluktur... Sosyalistler
her şeyden önce bilmelidir ki, ekonomik bağımlılık
veya bağımsızlık, sosyal kölelik veya özgürlükle
ilintilidir.”
"İnsan suretindeki her şeyin kurtuluşunu slogan
edinmiş olanlar, insan cinsiyetinin bir yarısını
ekonomik bağımlılıkla siyasal ve sosyal köleliğe
mahkûm edemezler. İşçiler kapitalistler tarafından nasıl boyunduruk altına alınmışlarsa, kadın
da erkek tarafından öylesine boyunduruk altına
alınmıştır ve ekonomik özgürlüğüne kavuşmadığı
sürece de öyle kalacaktır. Kadınların ekonomik bağımsızlıkları için en gerekli şart çalışmaktır…..Ka-
6
dın işçiler kadının özgürlüğünün ayrı değil, büyük
sosyal sorunun bir parçası olduğundan tamamen
emindirler. Bu sorunun bugünkü toplumda hiçbir
zaman çözülemeyeceğinin, ancak toplumun köklü
değişiminden sonra bunun mümkün olabileceğinin de bilincindedirler... Kadının özgürlüğü, tüm
insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin
sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır.”
II. Enternasyonalin kuruluş etkinliğinde, dünya işçi
sınıfı temsilcilerinin bulunduğu bir yerde kadınların ezilmişliğine ilişkin böylesi bir konuşmanın
tarihi değeri çok önemlidir.
Clara Zetkin sosyalist partilerde hakları için mücadele etmek isteyen kadınlara tercüman olmaktadır. “…kadınlar sosyalist bayrak altına girmişlerdir... Fakat onlar şimdi bu bayrak altında
duruyorlar ve burada kalacaklar! Burada özgürlükleri için, eşit haklara sahip insan olarak kabul
edilmeleri için savaşıyorlar…” Zetkin’in tutkuyla dile getirdiği talepler yankısız kalmaz. Alman
sosyal demokrasisi bir yıl sonra yeni programını
bitirdiğinde bu programın içinde kadının ekonomik, siyasal ve hukuksal eşitliği de vardır. Clara
Zetkin, emekçi kadın hareketini işçi sınıfının sosyalist mücadelesi altında toplama sorumluluğunu
yaşamı boyunca hisseder
8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını
öneren Clara Zetkin (solda) Rosa Luxemburg ile.
Zetkin bir yandan da kadın işçilerin çıkarını kollayan Eşitlik adlı bir derginin kurucu ortağı ve yöneticisi olur. 25 yıl boyunca bu dergide elinden
kalem düşmez. Eşitlik dergisinin yayın politikası,
kadınların sendikal hareket ve Parti’nin seçim propagandası çalışmalarında etkisini hemen gösterir.
Kadınlar sınıf mücadelesinde, toplumsal hayatta
dinamik bir güç olmaya başlar. Ağustos 1907’de
sosyalist kadınların ilk uluslararası toplantısına
14 ülkeden 56 delege katılır. Bu kadınlar Clara
Zetkin'i uluslararası sekreterliğe seçer ve Eşitlik
dergisini uluslararası yayın organı olarak belirlerler.
Dergide, iş süresinin kısaltılması, anneler ve
çocuklar için koruma kanunlarının çıkartılması,
fabrikalara kadın denetimcilerin yerleştirilmesi;
üretimi evinde yapan kadın işçilerin koşullarının
iyileştirilmesi; uşaklık düzeninin kaldırılması;
çocuk sömürüsünün bertaraf edilmesi gibi talepler
sürekli dillendirir.
Clara Zetkin yaşamı boyunca kadın ve çocuk sorunlarıyla ilgilenir. Kadın yoldaşlarının problemlerini dinleyip, işçi kadınların yaşam koşullarını
yakından izlemiştir. 1923 yılında sağlık durumu
giderek kötüleştir. Tüm hastalıklarına rağmen,
Clara Zetkin 1932 yılında Reichstag'ın en yaşlı
üyesi olarak yaptığı açılış konuşmasını yapar. Kelimenin tam anlamıyla son nefesine kadar çalışır,
20 Haziran 1933'de yaşama veda eder.
Emekçi kadınlar açısından önemli bir günü olarak
8 Mart’ın anlamı ve önemi bakımından devrimci kadınlar arasında ilk akla gelen isim olan Clara
Zetkin’in anısının yâd edilmesi, 8 Mart’ın anlamını
açısından önemlidir. Zira, kadın hakları mücadelesi uluslararası platformlarda, özellikle işçi sınıfı
mücadelesinin geliştiği Avrupa’da 19. yüzyılın son
çeyreği itibariyle, daha çok işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak gelişmiştir.
Son yıllarda 8 Mart’ın içini boşaltma, tüketim
nesnesine indirgeme ve kutlamalara dönüştürme
çabaları, emekçi ve sosyalist kadınların, feministlerin, demokratik kitle örgütü ve sendikaların 8
Mart’ı içeriğine uygun bir biçimde sahiplenmesinin önüne geçememiştir. Bugün 8 Mart, dünyanın
her yerinde ortak bir mücadele günü olarak erkek
egemen sömürü düzenine karşı bütün kadınlar tarafından benimsenmektedir.
New Yorklu kadınların sesini 1910 yılındaki konferansa ulaştıran ABD’li kadın emekçileri ve bu
çığlığı dünyanın kadınlarına ileten Clara Zetkin’i
sesini bugün hala duyuyoruz; çünkü eşit işe eşit
ücret, uzun çalışma sürelerinin kısaltılması temel
talebinin yanında, kadına yönelik şiddete, kadının
eve hapsedilmesine, bedeninin tahakküm altına
alınmasına ve diğer sorunlarına karşı hep birlikte,
sesimizi diğer kadınların sesiyle meydanlarda birleştirmeye devam ediyoruz.
7
Onlar Çalıp Çırptıkça
Biz Yoksullaşıyoruz!
Sibel Özbudun
Akademisyen,Antropolog
“İktidar yolsuzlaştırır.
Mutlak iktidar
X
mutlaka yolsuzlaştırır.”[1]
X. yüzyılın son onyıllarında, Dünya Bankası ve diğer ulusaşırı finans kurumları, özellikle “yükselen pazarlar” olarak kutsanan neo-liberal korsan
devletlerdeki rüşvet ve yolsuzlukların maliyetinin, onlara dayattıkları
“yapısal uyum programları”nın getirilerini asgarîleştirdiğini gördüğünden bu yana, “yolsuzluklar” başlığını, özellikle UNDP (Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı) gibi “şefkat” aygıtları eliyle gündeminde tutmakta.
Öyle ya, Çokuluslu Şirketler, el sürülmemiş ya da pek az el sürülmüş uçsuz bucaksız yeni kaynaklara (petrol, doğalgaz, su, yer altı zenginlikleri,
orman, tarımsal ürünler ve de aklınıza ne gelirse), el sürülmemiş ya da
pek az el sürülmüş pazarlara erişmek, neo-liberal rüzgârları arkasına
alıp bir an önce köşeyi dönme hırsındaki sınır tanımaz iktidarların giriştiği “çılgın” (ve ballı!) projelerden pay kapmak için ulusal bürokrasilere,
siyasetçilere, aracılara, yerel yönetimlere tonla rüşvet yedirmek zorunda
kalıyor; bu da yatırım maliyetlerini fena hâlde yükseltiyor. BM’nin kurumları son zamanlarda bunun derdinde…
Neo-liberal iklimin her derde deva formülü malûm, bu gibi “sosyal
projeler”i olabildiği kadar sivil toplumun sırtına yıkmak. Bu alanda da
büyük ölçüde öyle yapıyorlar.
BM ve paralel kuruluşların “yolsuzluk” vaazlarında popüler temalardan biri de, “toplumsal cinsiyet-yolsuzluk ilişkileri”. Konu en azından
2000’lerin başından bu yana, DB’nin gündeminde. Dönemin gözde saptaması, kadınların yolsuzluğa daha az yatkın oldukları yolunda. Örneğin
8
Banka’nın toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki
siyasa önerilerini kapsayan Engendering Development (Dünya Bankası, 2001: 96)’da, kadınların
siyasete katılımıyla yolsuzluk arasında ters orantı
olduğu, bunun ise kamuda kadın mevcudiyetini
güçlendirme konusunda yeni bir itki sağlayacağı
belirtiliyor. Williams College, Kalkınma Ekonomisi Merkezi’nden Anand Swamy ve arkadaşları
da benzer bir araştırmada aynı sonuca varıyorlar
(“Gender and Corruption”, Ağustos 2000): kadın
kamu görevlileri, yolsuzluğa daha az bulaşıyor!
Bu teze dayalı politikaları hayata geçiren ülkeler
yok değil; örneğin Peru’nun eski devlet başkanı
Fujimori 1998’de Lima’da trafiğin denetimini kadın trafik polislerinin eline bırakacağını açıklamış;
Meksika’da 2003’de kara ve deniz sınırlarındaki
gümrük denetimi tümüyle kadın personelin eline
terk edilmiş. Uganda’da ise, yerel yönetim sisteminde muhasebeye ilişkin görevler, büyük ölçüde
kadınlara tevcih edilmekteymiş.
Ancak kadınların yolsuzluğa daha az karıştığı yolundaki görüşe yönelik ihtiyat payları ve eleştiriler
de gecikmeksizin dile getirilmeye başlandı. Örneğin, Rice Üniversitesi’nden Justin Esarey ile Ulusal
Demokratik Enstitü’den Gina Chirillo,[2] bu saptamanın kısmî bir doğru olduğunu, ancak sorunun
siyasal bağlamdan soyutlanarak ele alınmaması
gerektiğini vurguluyorlar. Yazarlara göre kadınların siyasal görev ve sorumluluklar üstlenmesindeki
yoğunlukla yolsuzluk arasındaki ters orantı, ancak şeffaf ve “demokratik” sistemlerde geçerlidir.
Otokratik yönelimli ülkelerde ise, kadınlarla erkeklerin rüşvet ve yolsuzluk karşısındaki tavırlarında
bir farklılaşma gözlemlenmemektedir. Sussex Üniversitesi Kalkınma Araştırmaları Enstitüsü’nden
Anne Marie Goetz ise,[3] kadınların yolsuzluklara daha az karıştıkları vb. yollu genellemelerin
kadınların “daha iffetli, daha ahlâklı” vb. olduğu
yolundaki sağcı söylemlerin yeniden üretilmesinden öte bir anlam ifade etmeyeceği gibi, bunun
biyolojik-temelli bir önerme olduğu, kadınlar arasındaki etnik, sınıfsal vb. farklılaşmaları gözlerden
gizlediği itirazlarını dile getiriyor.
Kadınların -doğaları gereği- yolsuzluğa daha uzak
oldukları yönündeki saptamaya katılmak, Kösem
Sultan’lara, Hürrem Sultan’lara, Semra Özal’ın
Papatyaları’na, Tansu Çiller’lere ve son demlerde
de kirli çamaşırları her gün internet sitelerine, gazete sayfalarına ve ekranlara saçılan Chanel tesettürlü 4x4’lü yeni sosyeteye yataklık etmiş bir
ülkede, çok zor… Sorun elbette ki sınıfsal ve sınıfsal olarak ele alınmalı. Talan, yolsuzluk ve rüşvetin
bir sermaye birikim rejimini desteklediği ülke ve
evrelerde, politikada görünür ve (en azından görünüşte) hesap verebilir konumda olan erkeklerin,
eşleri ve evlatları(nın kurduğu şirketler, üzerine
yapılan gayrımenkuller sayesinde devasa servetler
devşirebildiği, yabancımız değil!
Zaten, kadınlar yolsuzluklara daha az mı, daha
çok mu bulaşıyorlar tarzı bir sorunun kendisi bir
mugalata. Soru, yolsuzluklardan hangi toplumsal
kesim(ler)in en fazla etkilendiği şeklinde sorulduğundaysa, işin rengi değişiyor.
Ergin Yıldızoğlu, rüşvet ve yolsuzluğun “bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan belirsizlik ortamında, ‘yasal boşluklarda’ aniden
çoğal”dığını[4] belirtirken, haklıdır. Bir adım daha
atalım, yolsuzluk ve rüşvet, kapitalist sistemin
farklı birikim rejimi evrelerini açan “ebelik” görevini üstlenmektedir adeta. Bizatihi kapitalizm, “ilkel birikim”ini talan, yağma ve korsanlıkla sağlamış değil midir? (Batı Avrupa kapitalizmi varlığını
İspanyol, Portekiz, İngiliz korsan gemilerinin Amerika kıtasından taşıdığı altınlara borçlu değil midir?) Rüşvet ve yolsuzluk ise, iç talan biçimleridir.
Ya da şöyle söyleyeyim; günümüzde yolsuzluk ve
rüşvet, bürokrasinin, burjuvazinin talan aracılığıyla sermaye birikimi sağlayan kesimleriyle kurduğu
ortaklığın adıdır. Sosyalist sistemin çöküşünün ardından Rusya’nın mafyatik kapitalizmi, birikimini
çeteleşmiş bir bürokrasinin sınır tanımayan talanından sağlamadı mı? Türkiye kapitalizminin ithal
ikameci rejimden neo-liberal rejime geçişi, Turgut
Özal önderliğinde bir kleptokrasiyi “küreselleşen”
Türkiye burjuvazisine eklemlemedi mi? Ve günümüzde, beş-on yıl öncesine dek Karayolları’ndan
elektrik direği ihalesi aldıklarında bayram yapan
müteahhitlik firmalarının bugün Kanal İstanbul,
9
Onlar çalıp çırptıkça, kadınlar, büzülen,
küçülen aile bütçelerini sürdürebilmek adına, ucuzlayan sebze artıklarını alabilmek
için akşam vakti pazar yerlerine koşuyor,
ekmeği üç kuruş daha ucuza alabilmek
için Halk Ekmekler önünde uzun kuyruklar oluşturuyor; doğalgazdan tasarruf için
kaloriferi iptal edip sobaya dönüyor, soba
zehirlenmesinden ailece can veriyor; onlar
yolsuzluklarla semirdikçe, kadınlar küçülen
iş yerlerinde işten çıkartılıyor, ya da boğaz
tokluğuna ter atölyelerinde günde 14 saate, taşeronluğa mahkûm ediliyorlar…
üçüncü havaalanı, üçüncü köprü, otoyollar gibi
işleri kapmada yarışması, yolsuzluklardan, rüşvetten arî düşünülebilir mi?
[Başbakan’ın talimatıyla Sabah-atv’nin satışı için
“salma” çıkartılıp iki ayda 630 milyon dolar toplanan şirketlere bakar mısınız: “İstanbul’un ‘Çılgın
Projesi’ Kanal İstanbul’un en önemli ayağı olarak
tanıtılan 3. havaalanının yapımını üstlenen müteahhitler Cengiz İnşaat, Limak İnşaat ve Kolin
İnşaat, demiryolu projelerinde aldığı ihaleler ile
tanınan Makyol İnşaat, IC İçtaş İnşaat ve Özaltın
İnşaat, vb.”[5] Onlar bile isyan ettiklerine göre…
[6]]
Hâl böyle olunca, Başbakan’ın “Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor
mu soyulmuyor mu? Ayakkabı kutusu içerisinde
söylenen olaylar, Halk Bankası’ndan alınan ya da
soyulan para değildir,”[7] demesi, laf-ı güzaftan
ibarettir; çünkü ayakkabı kutusundan çıkan paralar, siyasal iktidar ve onunla iç içe geçmiş bürokrasinin, ormanları, havayı, suyu, ekosistemi,
iklim dengesini talan, bunu yaparken de mevcut
yasal düzenlemeleri (ihale yasası, ÇED önlemleri
vb.) delik deşik eden müteahhitlerden (ya da genel adıyla burjuvaziden), bu talanın önünü açmak
karşılığında aldığı paydır; ve tümü de halkın cebinden çıkmaktadır: vergi ve artı emek olarak.
10
Bir başka deyişle, yolsuzluk, emekçi sınıflardan
sermaye sınıfına kaynak aktarımından başka bir
şey değildir. Şu an ete kemiğe büründüğü haliyle ise, halk kesimlerinde, bırakın kalkınmayı, nisbî
yoksulluğun daha da artmasına, sermaye ile emek
arasındaki servet uçurumunun daha da açılmasına
yol açmaktadır.
Kısacası, onlar çaldıkça, rüşvet yedikçe, yolsuzluk
yaptıkça biz yoksullaşıyoruz: biz emekçiler; en çok
da kadınlar.
Onlar çalıp çırptıkça, kadınlar, büzülen, küçülen
aile bütçelerini sürdürebilmek adına, ucuzlayan
sebze artıklarını alabilmek için akşam vakti pazar
yerlerine koşuyor, ekmeği üç kuruş daha ucuza
alabilmek için Halk Ekmekler önünde uzun kuyruklar oluşturuyor; doğalgazdan tasarruf için kaloriferi iptal edip sobaya dönüyor, soba zehirlenmesinden ailece can veriyor; onlar yolsuzluklarla
semirdikçe, kadınlar küçülen iş yerlerinde işten çıkartılıyor, ya da boğaz tokluğuna ter atölyelerinde
günde 14 saate, taşeronluğa mahkûm ediliyorlar…
Onlar bir yerlerimize “koydukça”, iflas eden esnaf,
işten çıkartılan işçi, gününü kahvede pinekleyerek
geçiren işsiz, hırsını evdeki karısından, çoluk-çocuğundan çıkartıyor; kadına yönelik şiddet, dizginlerinden boşanıyor…
Onlar SİT alanlarındaki yalılarının, villalarının sayısını katladıkça, icralık kiracıların sayısı artıyor;
konutlar, dükkânlar boşaltılıyor…
Onlar rüşvet yedikçe, halkın kaynaklarını
“haramîler”in cebine aktardıkça nedense hep bir
“pasta” olarak tahayyül ettikleri “millî gelir”den
aldıkları dilimler büyüdükçe büyüyor, işçileri, işsizleri, emekçileri, dargelirlileri, köylüleri ile büyük
çoğunluğun payına düşen kırıntılar seyreliyor.
Ve büyüyen, genleşen yoksulluk, dönüp dolaşıp
kadınları vuruyor. Toplumsal-cinsiyet duyarlı bütçe analizleri, örneğin, pek çok ülkede erkeklerin
kamu harcamalarından kadınlara göre daha fazla yararlandığını gösteriyor. Kadınlara hasredilen
programlara tahsis edilen bütçelerin, genel bütçe
içindeki payı zaten “ihmal edilebilir” bir düzeyde.
Evet, sorun “çalıyorsa benden çalıyor;
elâleme ne?” sığlığına sığdırılamayacak
kadar boyutlu. Çünkü yolsuzluk ve rüşvet salt “siyasal etik” ile ilişkili değil,
aynı zamanda sermaye birikim stratejileriyle ilgili görüngüler…
Onlar kamu kaynaklarını yağmaladıkça, bu pay
daha da küçülüyor.[8]
Ve nihayet, kamu görevlileri rüşvetten, yolsuzluktan beslendikçe, gündelik işleri yürütmek için
trafik polisinden hastane görevlisine, adliye memurundan karakoldaki polise rüşvet şebekeleri
gündelik kamusal yaşamı sarmaladıkça, kadınların
çocuklarını okutması, adlî işlerini çözümlemesi,
sağlık hizmetlerinden yararlanması güçleşiyor çocuğu için istenen kayıt parasını karşılayamadığı
için okul temizletilen, yatak bulamayıp hastane
hastane dolaştırılan kadınları düşünün lütfen…
Evet, sorun “çalıyorsa benden çalıyor; elâleme
ne?” sığlığına sığdırılamayacak kadar boyutlu.
Çünkü yolsuzluk ve rüşvet salt “siyasal etik” ile
ilişkili değil, aynı zamanda sermaye birikim stratejileriyle ilgili görüngüler…
Ve birileri, elimizdeki vakada “Anadolu Kaplanları”
küresel kapitalizme açılabilmek için sermaye biriktirdikçe hepimiz yoksullaşıyoruz; hele ki kadınlar!
NOTLAR
[1] Emerich Acton.
[2] Justin Esarey, Gina Chirillo “ ‘Fairer Sex’ or
Purity Myth? Corruption, Gender and Institutional
Context” Politics & Gender, 9 (2013), ss.361-389.
[3] Anne Marie Goetz, “Political Cleaners: How
Women are the New Anti-Corruption Force. Does
the Evidence Wash?” 2003.
[4] Ergin Yıldızoğlu, “Yolsuzluğun Ekonomi Politiği”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2014.
[5] “Sabah ve ATV İçin İşadamlarından İhale Karşılığı Para Toplanmış”, Zaman, 1 Şubat 2014.
[6] “Havuz”a 115 milyon dolar veren işadamı Nihat Özdemir şu tepkiyi gösteriyor: “Ben eve geldim var ya, hanımın falan kimsenin yüzüne bakmadım. Doğru böyle soyundum yatağa girdim.
Sabah uyandım. Ya bak benim burama geldi ya.
Dün bana işkenceydi ya.” (Zaman, 1 Şubat 2014.)
[7] “Başbakan Erdoğan Yolsuzluk İddialarına Cevap Verdi”, Cafesiyaset http://www.Cafesiyaset.
com/basbakan-erdogan-yolsuzluk-iddialarinacevap-verdi_400926.html#ixzz2t2hDelCp
[8] “Gender and Corruption: Are Women Less Corrupt?”, Uluslararası Şeffaflık Örgütü, 7 Mart 2000.
11
Sendikal Mücadelenin
Yeniden İnşası
Kadınlarla Mümkün
Satı Burunucu Çalı
Tüm Bel-Sen Örgütlenme Sekreteri
D
12
ünya sendikal hareketinin kadın hakları mücadelesi 1857’den bu yana
“eşit işe eşit ücret, sosyal güvence, eğitim ve kariyer fırsatlarında eşitlik,
kreş, bakımevi vb.” taleplerle sürüyor. Bunlara ek olarak bugün sosyal
güvenliğin tasfiyesi, esnek çalışma, çalışma koşullarının giderek kötüleşmesi, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, işyerleri de dâhil
olmak üzere her gün daha çok artan şiddet koşullarında yaşıyoruz.(!).
Sermaye sınıfı ve hükümeti AKP, kadın emeği istihdamının arttırılmasını
güvencesiz ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasına bağlıyor, istihdam
paketleri ile bizi daha da köleleştirmek istiyor. Ev içi ve bakım emeği
sömürüsünün yanı sıra ikincil görülen emeğimiz bir süredir daha çok
değersizleştirilerek daha çok koca ve aileye bağımlılık arttırılmaktadır.
Bu sürece bir de kapatılan kreşler, kaldırılan servisler, gece vardiyası,
fazla mesai, esnek çalışma ve performans değerlendirmeler eklenince
biz kadınlar için hayat bir kâbusa dönüşüyor. Muhafazakarlaşma ve gerici uygulamalar direk çalışma hayatına da siniyor.
Burjuva toplum ve aile içindeki ikincil ve ezilen
cins konumunu ortadan kaldırmadan bu duruma
ek olarak kadınları, emek pazarına üstelik daha
ucuz ve daha erken vazgeçilebilir emek gücü olarak sürmek, kadının üzerindeki yükü iki kat arttırmak. İşte modern burjuva toplumun kadına erkek
karşısında eşitlik getirdiği ve burjuva demokrasisinin kadını özgür kıldığı yalanının aslı astarı budur...
Yerel Yönetim İşkolunda Kadınlar
Başbakanlık Devlet Personel Başkanlığı verilerine
göre, kamuda kadınlar 2008 yılında %38.70 oranda çalışıyorken bugün bu oran %35.90’a düşmüş
durumda. Yine 2013 verilerine göre 100 kamu çalışanının 64'ü erkek, 36'sı kadındır. Yönetici düzeyinde ise %90 erkek yöneticiler olduğu görülüyor.
Ayrıca işe alımlarda ayrımcılık, işyerlerinde cinsel
taciz ve toplumsal cinsiyete bağlı mobing, fiziki
sözlü şiddet kamuda çalışan kadınlar için giderek
yaygınlaşıyor. Eğitim, sağlık, kültür-sanat, büro ve
yerel yönetim emekçisi kadınların hayatına her
gün daha çok şiddet yapışıyor. Kimi zaman özelleştirilen ve niteliksizleşen kamu hizmeti verirken,
kimi zaman amirler tarafından, kimi zaman mesai
arkadaşları tarafından şiddete uğruyoruz.
2013 yılında tutulan yetki tutanağına göre; yerel
yönetim işkolunda (işçi-taşeron statüsünde çalışanlar hariç) 2013 yılı için 94.671 erkek kamu
çalışanına rağmen kadın kamu görevlilerin sayısı
yalnızca 23.875. Yani işkolunda her 10 çalışandan
8’i erkek. Diyebiliriz ki kamuda 100 çalışandan sadece 36’sı kadınken bu durum yerel yönetim işkolunda iyice düşüyor ve işkolumuzda 100 çalışandan 80’i erkek iken kadın çalışan sayısı yalnızca 20
oluyor. Bu rakamların bile bize anlattığı o dur ki
yerel yönetim işkolundaki kadınların durumu diğer
işkollarından daha da kötüdür.
Kadın ve erkek emekçilerin sendikal örgütlülük
durumları karşılaştırıldığında erkek kamu görevlisinin 85.914’ünün (%90.75) ,23.875 kadın kamu
Sendikamız Tüm Bel-Sen’in imzaladığı
toplusözleşmelerde 8 Mart’ın tatil
olması, kadına yönelik şiddet ve
ayrımcılığa karşı yaptırımların ve işe
alımlarda kadın kotası uygulanması
biçimindeki kazanımların etkisi de
olmakla beraber sendika değiştirme
konusundaki onca baskıya rağmen
kadın emekçilerin KESK’e bağlı Tüm
Bel-sen’i üye olmak için seçmesi ve
ısrar etmesi mücadeleci yönlerini
görmek açısından önemli bir veridir.
görevlisinden 20.55’ünün (%86.09) örgütlü olduğu görülüyor. Diğer kamu işkollarından daha
kötü koşullarda ve daha çok baskıyla çalışmalarına karşılık yerel yönetim emekçisi kadınların aynı
zamanda ne kadar mücadeleci oldukları sendikal
tercihleri açısından da anlaşılır oluyor. Sendikalardaki Kadın üyelerin erkek üyelere oranı Bem
Bir-Sen’de %20.63, Türk Yerel Hizmet Sen’de
% 16.89, Tüm Bel-Sen’de % 35.05. Sendikamız
Tüm Bel-Sen’in imzaladığı toplusözleşmelerde 8
Mart’ın tatil olması, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığa karşı yaptırımların ve işe alımlarda kadın kotası uygulanması biçimindeki kazanımların
etkisi de olmakla beraber sendika değiştirme konusundaki onca baskıya rağmen kadın emekçilerin
KESK’e bağlı Tüm Bel-sen’i üye olmak için seçmesi
ve ısrar etmesi mücadeleci yönlerini görmek açısından önemli bir veridir. Oysa sendikamız yönetimlerinde temsiliyet açısından yaklaşıldığında
13
elbette yerel yönetim emekçisi kadınların hak ettikleri oranda temsil edilmedikleri görülüyor. Geçtiğimiz genel kurul sürecinde kadın sekreterliklerinin tüzük değişikliği ile güvence altına alınmış
olması kadınların sayısını arttırsa da hala yeterli
bir büyümeden söz edemeyiz. İşyerlerinde sürekli
bir kadın faaliyetinin olmayışı, iktidarlaşmalarda
kadın adayların ilk vazgeçilecekler olarak listelerde sonlarda sıralanması, ya da anlayışlar temelinde kadınların bir tercihe zorlanarak ya da kimi
yerlerde bu tercihi kendileri isteyerek yönetimlere
gelebilmesi yaşadığımız en önemli eksiklikler arasındadır. Oysa ihtiyacımız sendikal faaliyetimizin
bir parçası olarak sürekli ve kesintisiz bir kadın faaliyetini bu iktidarlaşmalardan bağımsız ve kadın
emekçilerin iradesine dayanarak sürdürmektir.
Yerel yönetim işkolunda çalışan kadınların hangi
yönetici kadrolarda ne oranda temsil edildikleri
biçiminde bir çalışma yok. Ancak bizim sendikal
mücadele süreci içinde tanıklık ettiğimiz görevde yükselmede yaşanan ayrımcılık, taciz, tehdit,
sürgün, mobing gibi saldırılar istatistiğini tutamayacağımız kadar yaygın ve en kötüsü de yerel
yönetim işkolunda olağan bir durum.
14
BİR İŞYERİ-SENDİKA KADIN ÇALIŞMASI NEDİR?
NE DEĞİLDİR?
İşte yukarda saydığımız bütün bu nedenlerle, yerel
yönetim işkolunda biz kadın emekçiler, örgütlenme ve sendikal mücadeleye daha çok ihtiyaç duymaktayız. Oysa çoğunluğu erkek olan yöneticiler
işyerinden kopmuş olan sözde sendikal faaliyeti,
zaten ancak erkeklerin gidebileceği saatlerde ve
ancak onların katılabileceği uzunlukta, işyerlerinden uzak sendika binalarında sürdürmektedirler.
Sendikal mücadelede dönüşümü ve ilerlemeyi
sağlayacak asıl güç biz kadın emekçilerdeyken,
bütün şubelerde sendikal faaliyetin aşağıdaki gibi
olması için mücadele etmeliyiz.
O halde;
İşyeri-sendika kadın çalışması sadece şube ya da
genel merkez binalarında değil, işyerlerinde ve
çalışma saatleri içinde yürütülebilir.
İşyeri kadın çalışması yalnızca aynı statüde çalışan
ve aynı sendika üyelerinin katılımıyla sınırlı
olan bir faaliyet değildir. Aynı işyerinde çalışan
kadın emekçilerin aynı zamanda kadın olmaktan
kaynaklı özgün talepleri vardır ve bu ortak talep-
leri onları kadrolu, sözleşmeli, taşeron demeden
ortak mücadelede birleştirecek yakıcılıktadır.
Sendika kadın çalışması belirli gün ve haftaların
çalışması ve kutlaması değildir. 8 Mart ve 25 Kasım dışında kadınları hatırlamayan, onlara seslenmeyen bir çalışma kadın çalışması olarak anlatılamaz.
Sendika kadın çalışması işyerlerinde sadece karma
toplantılarla sürdürülemez. Kadın emekçiler sadece kendilerinin katıldıkları toplantılarda kendilerini daha rahat ifade edebilmekte ve özgün taleplerini de konuşabilmektedirler.
Kadınlara seslenmek yalnızca kadınlar için bildiri,
afiş çıkarmak değildir. Sendikanın bütün yayınlarında kadınlara seslenmek, kadın emekçiler için
yaşanan saldırıların ne olduğunu ele almak, kadın
emekçilerin katılımına duyulan ihtiyacı ve önemi
her fırsatta ifade etmektir.
Sendikal sürecin tamamı için, sendikal demokrasinin gereği olarak kararlar nasıl ki işyerlerinde en geniş emekçilerle alınıp yönetim kurulları
yalnızca bunları hayata geçirecek yürütmelerden
başka bir şey değilse kadınlar için de bu durum
aynıdır.. İşyeri çalışmasıyla beslenen, buralardaki
kadınların iradesine dayanan kararlar işyeri
temsilciliği-şube-genel-merkez yönetim kurulları
tarafından hayata geçirilir.
Cinsiyetçi işbölümü dolayısıyla ikincil konumdaki
kadın emekçilerin işyeri temsilcisi, şube ve genel
merkez yöneticisi olmak üzere sendikal görevlere
gelmesi için teşvik edilmesi, kadın sekreterliklerinin istenmeyen bir görev olmaktan çıkarılarak en
etkin görev olarak işletilmesi önemlidir.
Kadın emekçilerin ne evde ne de işyerinde yaşadığı engelleme ve her türlü şiddeti, tacizi yok
sayarak bir sendikal faaliyet sürdürülemez. Giderek artan kadın cinayetleri ve her türlü şiddet,
düşündüğümüzden daha da yaygındır ve görünür
değildir. İş güvenceli ve örgütlü kadınlar dahi sokakta, işyerinde eşi, sevgilisi, amiri, mesai arka-
daşı, hizmet verdiği yurttaş, hatta sendikasının
yöneticisi tarafından şiddetle iç içedir. O halde
kadın emekçileri sendikal mücadeleye katmak için
evde, sokakta, işyerinde ve sendikada yaşanmakta
olan, şiddet, engelleme ve ayrımcılığa karşı mücadele etmek gerekir. Şiddeti uygulayanlar hakkında
hem işyerinde hem de sendikada alınacak önlemler, cezalandırmalar yönetmelik ve tüzüklerle tanımlanmalıdır.
İşten çıktıktan sonra olanca hızıyla çocuk, hasta,
yaşlı bakımı ve ev işleri diye genelleştirilen ancak
her gün saatler alan ve araştırmalara göre evde
de bir hafta boyunca 40 saatlik ikinci bir haftalık mesai tüketen kadın emekçiler kapitalizmin
yeniden üretimi süreciyle ikinci kez ezilmektedir.
O nedenle sendikalar ev işlerinin toplumsallaştırılması talebini yükselten bir mücadeleyi bütünlüklü
bir sendikal politika haline getirmelidir.
İşyerlerinde ve işyeri dışındaki örgütlü-örgütsüz
işçi, emekçi diğer kadınlarla ve kadın platformları
ile demokrasi ve barış mücadelesini de kapsayacak
bağımsız bir kadın hareketinin bileşeni olarak çalışmak bir işyeri-sendika kadın çalışmasının özelliği olmalıdır.
Toplu sözleşmelerde ücret artışlarının ötesine
geçilerek kadın çalışanların çıkarlarını gözetecek
hükümlere yer verilmesi (doğum izin sürelerinin
uzatılması, çalışma saatlerinin azaltılması, kreş
ve çocuk bakım yerlerinin açılması fazla mesai yaptırılmaması vb.), kadınların sendikalarının
çıkarlarını gözeten bir örgüt olarak benimsemesini
sağlayacaktır.
Sonuç olarak sendikamızda, bütçe, zaman, toplantı saati, ulaşılabilirlik ya da komisyon, komite,
tartışmaları her şey kadın emekçilerin katılımını
sağlamalı ve her araç onlara ulaşmak üzere kullanılmalıdır. Bütün bir faaliyetimizin kadın emekçilerle birleşen, daha çok mücadeleye ve karar
alma süreçlerine katan bir sendikal çalışma olması
umuduyla bütün kadın arkadaşların 8 Mart Dünya
Emekçi Kadınlar Gününü kutlarım.
15
Mobbing’in
Kadın Çalışanlar İçin
Anlamı
Yrd. Doç. Dr. Melda Yaman Öztürk
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
M
obbing iş yerinde çalışanlar arasındaki yıldırıcı davranışları açıklamak üzere kullanılmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) (2008)
İngiltere’de çalışanların yüzde 53’ünün mobbing mağduru olduğu, yüzde 78’inin ise mobbing’e tanık olduğu belirtmiştir.
Yapılan araştırmalar belediyelerde ve kamuda özellikle hizmet sektöründe yıldırmaya yol açan saldırgan davranışların (mobbing) sık yaşandığını ortaya koymuştur. Örneğin, bir araştırmada mobbing’in yüzde
37,3’ünün eğitim iş kolunda gerçekleştiği bulgulanmıştır. Eğitimin yanı
sıra belediyeler, kamu kurumları ve sağlık hizmetleri mobbing’in sıklıkla
yaşandığı çalışma alanlarıdır (aktaran, Toker Gökçe, 2006: 20). Avrupa
Komisyonu’nun Kadına Yönelik Şiddet raporunda (2010: 9) da sağlık ve
sosyal hizmetler alanında çalışanların (hemşire, sosyal hizmet görevlileri) mobbing ve diğer şiddet biçimlerine daha fazla maruz kaldığına
dikkat çekilmiştir. Eğitim ve sağlık çalışanlarının daha sık mobbing’e
uğraması bu iş kolunun özgül niteliklerinin yanı sıra kadın emeği yoğun
olmasıyla bağlantılıdır.
İş yerinde rekabet ve toplumsal cinsiyete bağlı rol ve davranışların
mobbing davranışı üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Dolaysıyla
mobbing kişisel bir sorun olmaktan öte toplumsal bir sorundur; dahası
ataerkil kapitalist topluma özgü bir sorundur, zira kadınlar için özgül
sonuçlar yaratmaktadır. Kadınlar toplumsal cinsiyete dayalı konumlarından ötürü iş yerlerinde çeşitli şiddet ve ayrımcılığa maruz kalabilmektedir. Ataerkil ilişkiler çerçevesinde kadınlar erkek şiddetinin çeşitli
biriçimlerine maruz kaldıkları gibi, toplumsal statü, itibar, otorite bakımından da erkeklerden aşağı konumlandırılırlar. Kadınlar, emeklerinin
değersiz bulunmasından sözlerinin kesilmesine, terfilerde ayrımcılıktan
cinsel tacize uzanan çeşitli biçimlerde mobbing ve şiddetle karşılaşmaktadır. Demek ki ataerkil kapitalist toplumun hiyerarşik ve sınıflı yapısı,
16
kadını aşağı konumlara yerleştirmekle kalmaz, bu
konumun “olanaklı” kıldığı çeşitli yıldırma ve yıpratma davranışlarına da zemin hazırlar.
de süregiden bir içeriğe sahiptir. Dolayısıyla kadınlar sırf kadın oldukları için daha sık mobbing’e
maruz kalırlar (Yaman Öztürk, 2012).
Çeşitli araştırmalarda kadınların mobbing’le daha
sıklıkla karşılaştığını ve mobbing uygulayıcısının
da daha çok erkekler olduğunu gösterilmiştir.
Örneğin, üçüncü Avrupa Çalışma Koşulları Araştırması son on iki ayda erkeklerin yüzde 7’sine
karşılık kadınların yüzde 10’unun mobbing’le karşılaştığını bildirmiştir (Avrupa Komisyonu, 2010:
79). Türkiye genelinde çeşitli illerden Milli Eğitim
Bakanlığı’na bağlı okullarda görev yapan kadın ve
erkek öğretmenlerle gerçekleştirilen araştırmanın sonuçları, kadınların erkeklerden daha fazla
mobbing’e uğradığını destekler niteliktedir (Toker
Gökçe, 2006: 136):
Kadınların iş yerinde maruz kaldıkları mobbing’i
dillendirmeleri, maruz kaldıkları ayrımcılık veya
şiddetten şikâyetçi olmaları da kolay değildir.
Mobbing uygulayıcının çoğu durumda üst pozisyondan bulunan bir erkek olması, kadınları iki bakımdan sessizliğe iter: Bir yandan kadınlar işlerini
kaybetme korkusuyla ses çıkaramazken (Avrupa
Komisyonu, 2010: 80), öbür yandan mobbing’in
bir erkekten gelmesi ve pek çok örnekte olduğu
gibi cinsel içerikli bir yanının da bulunması kadınların şikâyetçi olmasını engeller.
Kadın öğretmenler erkek öğretmenlerden daha sık
başkalarının yanında yüksek sesle azarlanmakta …
geçersiz nedenlerle sözlü olarak uyarılmakta, başkalarının yapmak istemediği işlerle görevlendirilmekte, aşırı iş yükü altına sokulmaktadır …
Bu araştırmada kadınların eğitim iş kolunda karşılaştığı öbür mobbing biçimlerine de yer verilmiştir: İftiraya uğramak, doğum yeri ile alay edilmesi,
onur kırıcı şakalara maruz kalmak, dini görüşün /
inancın hafife alınması, siyasi görüşle ilgili imada
bulunulması, cinsel içerikli şakalar, fiziksel şiddet
tehditi almak, gözünü korkutmak amacıyla hafif
şiddete uğramak, herhangi bir yerine fiziksel zarar
gelmesi (Toker Gökçe, 2006: 137).
Eğitim ve sağlık alanı kadın emeği yoğunlukdur
ve kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin uzantısı kabul edilen görevleri içerir. Ataerkil normlar
kadınların sabırlı, şefkatli, sevecen, güleç, sakin,
itaatkâr, boyun eğen olmasını buyurur. Yine bu
roller çerçevesinde kadına uygun görülen emek
etkinliği bakım işleri ile bağlantılı görevlerdir.
Eğitim ve sağlık çalışanlarının çoğunlukla kadın
olması ve ayrıca kadınların işyerinde statüsünün
erkeklerden daha düşük olması, kadını potansiyel
mobbing kurbanı haline gettirir. Mobbing, kadına yönelik ayrımcılık biçiminde iş görüşmesiyle
başlayabilen ve çalışma hayatında ayrımcılık, aşağılama, hor görme, yükselmeyi engelleme hatta
çalışmayı engelleme gibi çeşitli yıldırma biçimleri
altında, cinsel, fiziksel ve duygusal şiddet eşliğin-
Mobbing’in kadınlar için taşıdığı özgül önem,
mobbing’le mücadeleyi de kadınlar için özgül kılar.
Mobbing erkek şiddetinin bir biçimi olduğu ölçüde
mobbing’le mücadele erkek egemenliği ile mücadeledir. Dolayısıyla, mobbing’le mücadele feminist
mücadeleden bağımsız değildir; erkek egemenliği
sistemini deşifre ederek, erkek egemenliği ile mücadele ederek, feminist mücadeleyi destekler, feminist mücadelenin bir parçası haline gelir.
Mobbing erkek egemenliği kadar kapitalist toplumun da bir ürünüdür. Kapitalist toplumda insanların yaşadığı güvensizlik, yalnızlık, yalıtılmışlık ve
itildiği bencillik ve esas olarak çalışanlar arası rekabet ve yükselme hırsı da mobbing davranışlarını besler. Mobbing’le mücadelenin, bu bakımdan,
kapitalizmle mücadelenin bir hattına evrilmesi
büyük önem taşır.
KAYNAKÇA
Avrupa Komisyonu (European Commission) (2010) Violence
Against Women and the Role of Gender Equality, Social Inclusion and Health Strategies, Expert Group on Gender Equality and Social Inclusion, Health and Long-Term Care Issues
(EGGSI), Directorate-General for Employment, Social Affairs
and Equal Opportunities.
International Labour Organization (2008), “World of Work:
When Working Becomes Hazardous”, No.26, (Çevrimiçi)
http://www.ilo.org/ehost.
Toker Gökçe A. (2006) “İşyerinde Yıldırma: Özel ve Resmi İlköğretim Okulu Öğretmen ve Yöneticiler Üzerinde Yapılan Bir
Araştıma”, yayımlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi,
Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı.
Yaman Öztürk M. (2012) “Ataerkil Kapitalist Toplumda Mobbing”, SES Mobbing sayısı.
17
Kadın Mücadelesinin
Geldiği Düzey
Eş Başkanlık Sistemi
Figen Aras
Diyarbakır Kadın Akademisi
8
Mart ruhu kimi zaman sıkıştırılmış günlerde, kimi zaman binlerce yılın
yansıması gibi içimizi ısıtıyor. Kadınların tarih boyunca büyük kazanımları olduğunu bilmek, ağır bedellere rağmen yaratıcılıklarına sahip çıktıklarını görmek, erkek egemen siyasete karşı direndiklerini bilmek içini
ısıtıyor insanın...
Tarih kitapları binlerce yıldır direnen, örgütlenen, mücadele eden kadınların öykülerini yazmazlar, yazsalar bile satır arası yaparlar. Sahi neden
insanlar kadınların gerçekten direnip direnmediklerini sorma merakından uzaklaştırılmak istenir? Neden toplumsal mücadelede kadınların
öncü rolü görünür kılınmaz? Erkek aklıyla yazılan tarihin altını oyduğumuzda kadınların büyük direnişlerini görürüz. Beş bin yıllık erkek egemen devletçi sistemin yaratımları olan toplumsal cinsiyetçiliğin kodlamalarıyla ezilen, sömürülen,
tecavüze uğrayan, emeği görünmez kılınan kadınların direnişlerini görürüz. Erkek aklıyla yazılan tarihin altını oyduğumuzda bir şey daha görürüz:
Kadınlar hiç bir zaman zavallı, duygusal, beceriksiz, anne ve eş olmanın dışında toplumsal sorumluluk alma yeteneklerinden uzak varlıklar
değildi. Ve hatta bizi şaşırtan ipuçlarına yaklaşırız: Doğal toplum ve
neolitik dönem toplumsal ilişkilerinde kadının statüsü... İyi ki ana tanrıça heykelcikleri şekerle yapılmamış yoksa onlar da eriyip gidebilir ve
hafızalardan silinebilirdi. Dönemin toplumsal kimliğinin kendinde şe-
18
killendiği tanrıça kültüründe üretimin, paylaşımın,
adaletin, barışın sembollerini görürüz ve hatta
doğayla barışık yaşamanın ifadesi olan buğdayı,
yılanı, kuşları, güneşi... Biz kadınlar tarihsel toplumsal süreçte sınıflı toplumla gelişen devletçi mekanizmalarda büyük mücadeleler vermişiz. Kendi bedenimize, emeğimize,
irademize karşı geliştirilen saldırılara karşı büyük
direnişler... Toplumun öz yönetimden uzaklaştırılarak eve kapatılmalara karşı, bedenlerimizin tecavüz nesnesi olmasına karşı, emeğimizin görünmez kılınmasına karşı büyük kavgalar çıkarmışız.
Kadın aklıyla ve elimizdeki belgelere şüpheyle
yaklaşarak tarihi ele aldığımızda doğal toplum
sürecindeki eşitlik ve adaletin merkezinde kadının
varlık oluşumunun belirleyici olduğunu görebiliyoruz ama erkeği karşıtına almadan, ama doğayı
talan etmeden, ama farklılıkları koruyarak...
Sınıflı devletçi sistemlerin merkezi uygarlık düzeyinde toplumların tüm hücrelerine girmeye çalışması ile birlikte toplumun dinamik yapısı olan ve
bence hiç bir zaman yok olmamış olan değerleri gasp edilmek istenmiştir. Bu gasp olayı kadını
ele geçirmeden, etkisiz kılmadan mümkün olmayacaktı. Öyleyse egemenler kendi iktidarlarını ve
sömürü sistemlerini meşrulaştırmak ve sürdürebilmek için kadın kimliğine karşı savaş açacaktı
ve bu savaş sonucunda milyonlarca kadın öldürülecek, kadın kimliği cinsel meta, çocuk doğurma
aracı, ücretsiz ya da en düşük ücretli köle olacaktı. Kapitalist sistem, tüm dünyada, tüm toplumların
bütün hücrelerine girmeye çalışır. Bunu da yapabilmesi için milliyetçilik, cinsiyetçilik, yeri geldiğince dincilik ve bilimciliği kullanır. Kapitalist
sistem toplumu ele geçirmek için sadece açlığın,
yoksulluğun, çeşitli zor biçimlerinin yeterli olmayacağını bilir, daha da önemli olan zihinsel ikna
ve toplumsal inşayı gerçekleştirmek zorundadır.
Eş başkanlık sistemi iddiası kadın
mücadelesinin geldiği düzeyi açığa
çıkarıyor. Kadınların, egemenlerin
elinden çalmak istediği tüm
yaratımlarını hayata geçirmesi için
önemli bir fırsat olarak görünüyor.
Çünkü kadınlar, erkek siyasetinin
aklı çerçevesinde toplumsal yaşamın
yönetiminden uzaklaştırılıyor, iradeleri
kırılıyor ve “ kadın yapamaz” algısı
topluma empoze edilmek isteniyor. Ve kadınlar, egemenlerin kendi tanımlamalarının
sınırlarında yaşamalıdır. Kimi zaman fettan, kimi
zaman sözü dinlenirse şeytan, şefkatli anne, uslu
eş, gösterişli sevgili ama mutlak surette erkeğe köle olmayı kendine kader belleyen kadın tanımlaması sistemin kendini sürdürmesinde temel
ayaklardır.
Erkeklik yaratımı bence kadınlık yaratımından
daha zavallı noktada duruyor. Sistemin kendine
köleleştirdiği erkeklik, kadın üzerinden kendini
efendi, güçlü, iktidar sahibi yapmakta. Ve erkeklik,
iktidarını kaybetmekten korktuğu için bu gerçeklikle yüzleşmek istememekte.
Erkeklik olgusu ancak kadınların mücadelesi ile
açığa çıkarılacak ve böylece demokratik, ekolojik,
feminen bir yaşam örülecektir. Katliamlara varan kadın cinayetleri sürerken, tecavüzler meşrulaştırılırken, kadın emeği hiçleştirilirken ve kadın kimliği siyasetten uzak tutulmak
istenirken son süreçte seçimlerin gündeme gelmesiyle birlikte "eş başkanlık" sistemi neredeyse
tüm çevrelerin büyük ilgisiyle karşılanıyor.
Sanırım dünya tarihinde ilk defa bir hareket, tüm
belediye başkanlıklarında ve parti yönetimlerinde
eş başkanlığı hayata geçirme kararı alıyor. 19
Kadın iradesinin, erkek
egemen zihniyetinin tüm
geriliklerini parçalayacak
bir sisteme öncülük edeceği
heyecanı gittikçe artıyor.
Toplumsal varlık olan bizler;
dünya nüfusunun yarısını
oluşturuyor ve yaşamın
anlam gücünü ifade
ediyorsak öz yönetimlerde
sorumluluk almak tarihi bir
değerdedir.
Eş başkanlık sistemi iddiası kadın mücadelesinin geldiği düzeyi açığa çıkarıyor. Kadınların,
egemenlerin elinden çalmak
istediği tüm yaratımlarını hayata geçirmesi için önemli bir
fırsat olarak görünüyor. Çünkü
kadınlar, erkek siyasetinin aklı
çerçevesinde toplumsal yaşamın
yönetiminden uzaklaştırılıyor, iradeleri kırılıyor ve
" kadın yapamaz" algısı topluma empoze edilmek
isteniyor. Eş başkanlık sistemi ile birlikte demokratik yönetim olgusunun önemli düzeyde açığa çıkacağı
umudu her geçen yükseliyor. Toplumsal öz yönetimlerde kadınların kadın bakış açısıyla temsiliyeti; demokrasiyi, ekolojik dengenin dikkate alınmasını, kadın özgürlük mücadelesini yükseltmeyi
hedefliyor. Demokratik, ekolojik ve feminen bir
yaşam kadınların kendi iradeleriyle yönetimlerde
temsiliyet almalarıyla mümkün olacaktır. Klasik
belediyeciliği aşan, insanı ve doğayı birbirinden
ayırmadan, özgürlüğü ve eşitliği, farklılıkları koruyan bir paradigmayla hareket etmek ancak kadınların iradesiyle ve öncülüğüyle mümkün olacaktır. Eş başkanlık sisteminde kadınların geldiği düzey
ve iddiaları ortadadır da erkekler hangi temsiliyet ve iddia üzerinden eş başkan olacaklardır?
Var olan klasik erkeklikle mi eş başkanlık sistemi oluşacaktır? İktidarı kendinde somutlaştırmış,
kaba siyaset yapan, merkeziyetçi, farklılıklara
tahammül edemeyen erkek eş başkan mı yoksa
kadın özgürlük mücadelesini irade olarak görmekle
birlikte kendi erkekliğini sorgulayan ve toplumun
demokratik yönetiminde tüm tahakküm ilişkilerini
reddeden, sosyalist erkek olma iddiasını yaşamsal
pratiğinde ortaya koyan erkek mi? Bunu şimdiden
kestirmek mümkün değil ama gördüğümüz bir
şey varsa bu konuda kadınların hem kendi cins
20
bilinçlerini hayata geçirme
noktasında hem de erkeği
değiştirip
dönüştürmedeki
iddialarının çok güçlü olduğudur. Eş başkanlık sistemine sadece
sayısal temsiliyet olarak bakmak
bence çok yanılgılı bir yaklaşım.
Zihniyet devrimi yaratma iddiasında olmayan paradigmalar var olan sistemin
paradigmalarının sınırlarına takılıyor. Eş başkanlık
sistemi bir zihniyet paradigmasının hayata geçirilmesi olarak görülmelidir. Şekilde eşit görünen
temsiliyet özünde erkek egemenliğine mahkum
edilmişse bu sistem popülist olmaktan öteye gitmez. Kaldı ki burjuva siyasetinde bunu sıkça görmekteyiz. Kadınların cins dayanışmasını gerçekleştirdiği,
tüm tahakküm ilişkilerine karşı birlikte mücadele ettiği, erkeklere erkekliklerini sorgulattıkları bir
yaşam için önemli bir sayfa açılıyor. Sadece yerel yönetimlerde ve partilerde değil; sendikalarda,
derneklerde, meclislerde de eş başkanlık sisteminin uygulanması örgütlerin kendi iç demokrasilerini geliştireceği gibi toplumsal değişim ve dönüşümde de büyük etki yaratacaktır. Kadın iradesinin, erkek egemen zihniyetinin tüm
geriliklerini parçalayacak bir sisteme öncülük
edeceği heyecanı gittikçe artıyor. Toplumsal varlık
olan bizler; dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor
ve yaşamın anlam gücünü ifade ediyorsak öz yönetimlerde sorumluluk almak tarihi bir değerdedir. Tüm ezilmişlik ilişkileri bizim üzerimizden geliştiriliyorsa bununla mücadele etmek de bizlerin
yönetimlerde yer almasıyla mümkün görünüyor.
Toplumsal barışın, özgürlüğün, kadın erkek eşitliğinin hayat bulması tarihin en büyük ezilenleri
olan biz kadınların öncülüğünde gerçekleşmeyi
bekliyor. RÖPORTAJ
Yerel yönetimlere aday olan kadınları daha yakından tanımak kapsamında Kocaeli Şube
Kadın Sekreteri Fadime Günsel ve Güzide Saatçi tarafından HDP Kocaeli Büyükşehir
Belediye Eşbaşkan Adayı Nilay ETİLER ile röportaj gerçekleştirdi.
Kısa Özgeçmişiniz.
1969 yılında Gölcük’te doğdum. Tıp doktoru ve
halk sağlığı uzmanıyım. 2000 yılından beri Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesiyim.
Türk Tabipler Birliği başta olmak üzere çeşitli demokratik kitle örgütlerinde, yerel platformlarda
etkinliklerde bulundum.
Neden HDP’den aday oldunuz?
HDP’den aday olmamın nedenlerinin başında, şu
anda mevcut partiler arasında benim görüşlerimle en fazla uyuşan parti olması geliyor. Türkiye’de
yıllardır çözülemeyen bir Kürt sorunu var, mevcut
partilerin çözüm önerileri bu toplumun ihtiyacını
karşılayamadı. Artık herkes barış istiyor. Kadınlar,
barış sürecine katkı sunabilir. Dünyada örnekleri
var, bu türden sorunların çözümünde kadınların
katılımı çok önemli.
Bir Kadın olarak adaylık sürecinde yaşadığınız
sorunlar nelerdir ?
HDP, kadın adayları destekleyen, cesaretlendiren
bir parti olduğu için adaylık sürecinde hiçbir sorun
yaşamadım.
Sizce Yerel Yönetimler ile Merkezi iktidarın ilişkileri nasıl olmalıdır?
Merkezi iktidar, yerel yönetimlerin üzerinde yaptırım, baskı unsuru olmaktan çok temel ekonomi po-
21
litikaları ile ilgili olmalı. Yerelde yaşayanlar kendi
yöneticilerini seçmeli, kendi sorunlarına kendi çözümlerini üretmeli. Yerellerin kendilerine göre özgünlükleri var, bunların yerel yönetime yansıması
gerekir. Bunun için yerel demokrasinin güçlenmesi
gerekir. Artık devlet baba, vatandaşların oğul olduğu paternalistik bir yönetim anlayışı gerilerde
kaldı. Vatandaşların yönetime katılma hakkı var,
katılmak istiyorlar, Gezi Parkı da bunu göstermedi
mi bize!
Kadınlar için nasıl bir kent hedefliyorsunuz? Kadınlar nasıl yerel yönetimlere katılacaklar?
Kadınlar için nasıl bir kent hedefliyorsunuz sorusunun yanıtını şöyle verelim: kadınlar için bir kent
hedefliyoruz. Çünkü kentler kadınlar için değildir.
Kocaeli için söyleyelim, bu kent genç, erkek işçiler için dizayn edilmiş bir kenttir. Kentin sokakları kadın, engelli, yaşlılar için düşünülmemiştir.
Kentlerde sadece evlerin için kadınlar içindir, kadınlar sadece orada özgürdür. Sokağa çöp atmak
için çıkmak bile belli kurallara bağlıdır. Hal böyle
olunca kentler kadınlar için olmuyor tabi. Otobüsler kadınlar için değil, çocuklu bir kadının ya da
pazardan dönen bir kadının otobüse inip binmesi
dünyanın en zor işlerinden biridir, mutlaka birinin
yardımı gerekir. Parklar kadınlar için değildir, kaldırımlar vs, örnekleri arttırmak mümkün. Bu ataerkil zihniyetin sonucudur. Aynı zihniyet kadınların
eşitsiz konumunun da nedenidir. Bunların hepsine
bir bütün olarak bakıp “kadınlar için güvenli bir
kent yaratacağız” dedik.
Kadınların yerel yönetime katılımının en temel aracı kadın meclisleri olacak. İlçelerde hatta
mahallelerde kurulacak kadın meclislerinin aldığı
kararları uygulama konusunda “kadın kurulları”
oluşturulması öngörülüyor. Kentteki bu kadın
kurulu, kadın meclislerinin aldığı uygulayıcısı ve
takipçisi olacak. Kadın kurulu, belediyelerde çalışan
22
kadınlar ve kadın meclislerinin temsilcilerinden
oluşacak.
Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bütçe hakkında ne düşünüyorsunuz? Belediye bütçesi hazırlanırken ilkeleriniz nasıl olacak?
Yapılan icraatlar erkek bakış açısıyla yapılıyor çünkü yöneticilerin neredeyse tamamı erkek. Yerel yönetimlerde karar vericilerin erkekler olması demek,
yapılan hizmetlerin kadınları göz önünde bulundurmadan yapılması demek. Bu aslında belediye
bütçelerinin kadınlar için harcanmaması anlamına da geliyor. Örneğin, bir meslek edindirme kursu
açıyor belediye, buna bir bütçe ayırıyor. Bakıyoruz
kurslara kadınlar için el iş, nakış, ebru vb. Bunlar
kadın için ancak bir hobi olabilir, meslek anlamına
gelmez. Sonuçta belediyenin yıllık çalışma raporu
açıldığında “biz kadınlara şu kadar meslek edindirme kursu açtık” denmiş oluyor.
Belediye bütçesini hazırlarken kadınların taleplerini göz önünde bulunduracağız. Bu da yetmez
elbette. Kadın-erkek eşitliği komisyonları ön görüyoruz, bu komisyonlar bütçenin eşitlikçi bir bütçe
olması açısından inceleme yapacaklar.
Yerel Yönetim emekçisi kadınların yönetimdeki
temsiliyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kocaeli için tüm yerel yönetimde çalışanların sadece %6’sı kadın, çoğu da memur. Dolayısıyla
yönetime katılmaları söz konusu değil. Nasıl bir
fabrikada ya da banka çalışıyorlar öyle her gün
işlerine gidip geliyorlar, pek çok sorunları var. Kadınlar için en önemli sorun da karar alma mekanizmalarının dışında olmak, sadece memur olmaktır.
Bu kadınların en fazla haksızlığa uğradığı konu.
Sadece kadın olduğu için bilgisi, becerisi, dağarcığını yok saydığımız toplumun yarısı, ne kadar yazık
değil mi? Yerel yönetimlerde istihdam noktasında
kadınlara pozitif ayrımcılık konusunda ilkesel ka-
rarımız var. Ayrıca biraz önce yukarda bahsettiğim
gibi belediye çalışanı kadınlar, kadın kurullarının
doğal üyesi olarak da yönetime katılacak.
Kadınların yaşadığı şiddetle mücadele ve toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün ortadan
kaldırılması için neler yapmayı düşünüyorsunuz? Sığınma evi, kreş çocuk ve yaşlı bakım evi,
ortak yemekhane ve çamaşırhaneler gibi düzenlemeler hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Kocaeli’de kadınlar için yapılacak çok şey var. Bu
kentin pek çok özelliği var, Türkiye’de kişi başına
düşen gelirin en fazla olduğu kent vb. Ama diğer bir
özelliği de şu: Marmara bölgesinde en fazla kadına
şiddetin olduğu il. Ayrıca kadın-erkek eşitsizliğinde beklenen sırada değil. Kocaeli bir emekçi kenti,
kadınların sorunları kısmen bununla da ilişkili. Ben
kadın bir aday olarak bu seçim çalışmasında ilk
olarak kadınlara bir mektup yazdım. Bu mektupta,
kadınların yaşadıkları sorunları ve bizim yapacak-
larımız yer alıyor. Öncelikle kadınları çalışan- çalışmayan kadın olarak değil, ücretli çalışan- evde
çalışan olarak ele alıyoruz. Temel yaklaşımımız
şöyle: biz belediye olarak kadınların sırtındaki yükü
paylaşacağız. Bu kadın-erkek eşitsizliği ile mücadele etmeyeceğiz anlamına gelmiyor elbette. Tüm
kadınların hayatını kolaylaştırmak için mahalle
kreşleri, ortak mutfaklar, çamaşırhaneler öngörüyoruz. Yine yaşlılar için gündüz bakımevleri açarak
kadınların kendilerine zaman ayırmalarını planladık. Kentin bütün ortak mekanlarını kadınlara göre
yeniden düzenleyeceğiz. Örneğin sokak aydınlatmaları, otobüs hatları, kaldırım yüksekliği vb. Elbette Kocaeli için kadın sığınma evleri çok önemli,
mahallerde ilk başvuru istasyonları da dahil olmak
üzere kadınları korumayı hedefliyoruz.
Not: Yerel yönetim seçimlerinde aday olan kadın belediye başkanları ile röportajlar kapsamında CHP Aydın Büyükşehir Belediye Başkan adayı Özlem ÇERÇİOĞLU ve BDP Diyarbakır Büyükşehir
Belediye Eş Başkan adayı Gülten KIŞANAK’tan da röportaj istedik;
ancak röportajlar dergimiz baskıya girdiği tarihe yetişmediği için
yayınlayamadık.
23
Kadına Yönelik Şiddetle
Mücadelede Yirmi Yedi Yıl:
Kadın Dayanışma Vakfı
Gülsen Ülker
Kadın Dayanışma Vakfı Gönüllüsü
Şiddetle mücadele etmenin hiç kolay olmadığını biliyoruz. 1987 senesine dayanan tarihimizden bugüne kadar şiddete karşı mücadelemizi yaşadığımız tüm zorluklara rağmen sürdürüyoruz. Toplumda ikincil olarak görülmemizden kaynaklanan şiddetin iktidar olan erkek egemenlikten beslenerek devam ettirildiğini, doğduğumuz andan itibaren başlayan ayrımcılığın
hayatlarımızı nasıl değiştirdiğini biliyoruz. En yakınlarımız, en güvendiğimiz insanlar tarafından eğitim hakkımız elimizden alınıyor, yetmiyor zorla evlendiriliyor, yetmiyor şiddet görüyor,
öldürülüyoruz. Türkiye’de yıllardır yapılan araştırmaların sonuçlarında ne yazık ki değişen çok
fazla bir şey yok. 2008 senesinde yapılan şiddet araştırmasında her 10 kadından 4’ünün şiddet
gördüğü sonucu 15 yıl önce yapılan şiddet araştırmalarında çıkan her 3 kadından 1’inin şiddet
gördüğü sonucundan çok farklı değil ne yazık ki.
Fakat bu olumsuz tablo yıldırmıyor bizleri. Bizler biliyoruz ki kadına yönelik şiddetle etkin mücadele, kadın örgütlerinin mücadele ve deneyimlerinin yanında devlet kurumlarının, hükümetlerin şiddeti önleme yönündeki kararlığı ve kaynak aktarımı ile mümkün olacaktır. Biz her
türlü platformda, evde, sokakta, işyerinde kadına yönelik şiddetin suç olduğunu, bu toplumda
yaşayan her bireyin şiddetin önlenmesiyle ilgili sorumluluk taşıdığını, yeni yasal düzenlemelerin gerekliliği kadar uygulamaların takibinin de yapılmasını, yargının erkek yargı olmaktan
çıkarılmasını, sığınma evleri ve danışma merkezlerinin sayılarının artırılması kadar koşullarının da iyileştirilmesini, kadın temsiliyetinin artırılmasını, medyanın yeniden ürettiği şiddetin
sonlandırılmasını ve eğitim sisteminde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yeniden üretilmemesini söylemeye devam edeceğiz.
Gelin seslerimizi birleştirelim, başka bir dünyayı birlikte yaratalım.
Yaşasın Kadın Dayanışması
24
Kadın Dayanışma Vakfı,
resmi kuruluşunu Mayıs
1993’te tamamladı ancak
kökeni; 80’lerin sonunda
Ankara’da onlarca kadının
bir araya geldiği ve “kadın olmak” “kadınlık” “aile
içi şiddet” gibi o güne dair
üzerine pek de konuşulmamış bir çok konuyu gündemi yapan “Kadın Tartışma
Grubu”nda yer almış aktivist kadınlara dayanmaktadır.
Vakfın kadına yönelik şiddetle mücadelede iki
temel amacı bulunmaktadır; birincisi, şiddete ve
özellikle ev içi şiddete maruz kalmış kadınlara danışmanlık ve yönlendirme yoluyla sığınma hizmetleri sunmak ve onlara hayatlarını yeniden kurma
süreçlerinde destek vermektir. İkincisi ise lobicilik
ve savunu faaliyetleri aracılığıyla kadına yönelik
şiddetin bir insan hakkı ihlali olduğu konusunda
kamuoyunda farkındalık yaratmak; hükümetlerin,
ilgili yasaları yürürlüğe koyarak ve kadınlar için
sunulan hizmetleri destekleyip finansman sağlayarak, kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması konusundaki sorumluluklarını yerine getirmesi için mücadele etmektir.
Kadın dayanışması oluşturmak yoluyla, başta ev
içi şiddet olmak üzere, kadınlara yönelik her türlü şiddeti ortadan kaldırmak için
mücadele eden Vakıf, kadına
yönelik şiddetle mücadelenin
temel araçları olan kadın danışma merkezini 1991’de ve
ilk bağımsız kadın sığınağını
1993 yılında açtı.
Kadın danışma merkezi çok
kısa süreler dışında hep açık
oldu. Merkezde binlerce kadına danışmanlık verildi,
başvuran kadınların ihtiyaçları doğrultusunda gerekli yönlendirmeler yapıldı.
Danışma merkezimize kadınlar daha çok, yaşadıkları şiddetle mücadele ederken ihtiyaç duydukları
bilgiyi edinebilmek, kendilerine destek olabilecek
kurum ve kuruluşlara ulaşabilmek, sığınmak, iş
bulmak, hukuki ve psikolojik danışmanlık almak,
çocuklarına ücretsiz kreş bulabilmek veya ihtiyaç
duydukları ekonomik desteğin kendilerine sağlanabilmesi gibi nedenlerle başvurmaktadır. Bu talepler doğrultusunda; hukuki danışmanlık talebi,
gönüllü avukatlarımız ve/veya Ankara Barosu Kadın Danışma Merkezi/Gelincik Projesi kapsamındaki hizmetlere yönlendirilerek karşılanmaktadır.
Psikolojik danışmanlık talep eden kadınlara merkezimizde danışmanlık verilmekte, bunun dışında
25
de merkezileştirilen hizmetler, gerekli altyapı da
hazırlanmamış olduğundan hem bizim merkezlerimizi ve çalışmalarımızı yok saymakta hem de
başvuran kadınların ihtiyaç duydukları desteği almalarını zorlaştırmaktadır.
Vakfın, kadın danışma merkezi ve
sığınak faaliyetinin yanı sıra kadına
yönelik şiddetle mücadele çerçevesinde
kamuoyuna ve medyaya yönelik
çalışmaları devam ediyor. Kadına
yönelik şiddetin meşruiyetini sona
erdirme yönünde toplumsal değişime
katkıda bulunma çalışmaları ile çeşitli
eğitim programlarıyla ev içi şiddetle
mücadele konusunda, danışma
merkezine gelen kadınlara, Vakıf
gönüllülerine ve meslek elemanlarına
yönelik bilinç yükseltme çalışmaları
sürdürülüyor.
gönüllü psikologlarımıza ya da acil durumlarda
hastanelerin psikiyatri kliniklerine yönlendirme
yapılmaktadır. Kadın danışma merkezine ekonomik destek, iş ve çocuklar için kreş talepleri ile
başvuran kadınlar için de gerekli bilgilendirme ve
yönlendirmeler yapılmaktadır.
Sığınak talep eden kadınlar açık olduğu dönemde vakfın sığınağına, bunun dışında devlete veya
yerel yönetimlerin sığınaklarına yönlendirilmiştir.
Ancak 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına
Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunda öngörülen Şiddet Önleme ve İzleme Merkezlerinin
yapılanmasında, bütün sığınak yönlendirmeleri
bu merkezler üzerinden yapılmaktadır. Bu şekil-
26
Kadın Dayanışma Vakfı’nın Altındağ Belediyesi ile
işbirliği halinde açtığı ilk bağımsız kadın sığınağı
(1993), 1994 yılı yerel seçimlerinde belediye yönetiminin değişmesi nedeniyle oldukça tartışmalı
bir şekilde kapanmış ve ardından Vakıf satın aldığı binasında faaliyetini bir süre daha devam ettirmiştir. Vakfın ikinci sığınak deneyimi de yine
yerel yönetimle işbirliği halinde gerçekleşmiş ve
2003’de Yenimahalle Belediyesi’nin mali desteği
ile ev içi şiddet gören kadınlar için sığınak, vakfın
binasında faaliyete geçmiştir. Ne yazık ki 2004 yılı
yerel seçimleri ile yönetimi değişen belediye sığınağa verdiği desteği bitirmiştir. 2009 yılında eski
yönetim iş başına gelmiş olmakla birlikte sığınak
işbirliği yönünde bir adım atılmamıştır. Sosyal demokrat yönetimlerin (SHP, CHP) işbaşında olduğu
dönemlerde destek almak mümkün olmakla birlikte sığınaklar ve daha geniş bir çerçevede kadına
yönelik şiddetle mücadele söz konusu olduğunda
yerel yönetimlerin pek de istekli olmadığı görülmüştür. Vakfın şu anda aktif olan bir sığınağı
mevcut. İnsan ticaretine maruz kalmış kadınlar
için Dışişleri Bakanlığının finansmanı ve Ankara
Büyükşehir Belediyesinin bina ve bina harcamaları için sağladığı katkıyla açmış olduğumuz sığınak
faaliyetini sürdürüyor.
Vakfın, kadın danışma merkezi ve sığınak faaliyetinin yanı sıra kadına yönelik şiddetle mücadele
çerçevesinde kamuoyuna ve medyaya yönelik çalışmaları devam ediyor. Kadına yönelik şiddetin
meşruiyetini sona erdirme yönünde toplumsal
değişime katkıda bulunma çalışmaları ile çeşitli eğitim programlarıyla ev içi şiddetle mücadele
konusunda, danışma merkezine gelen kadınlara,
Vakıf gönüllülerine ve meslek elemanlarına yönelik bilinç yükseltme çalışmaları sürdürülüyor.
Cinsiyetçi Hukuk İçinde
Kadın Avukat Olmak!
Candan Dumrul
Avukat
H
ayatın her alanında olduğu gibi, partiyarkal güç ilişkilerinin bir sonucu
olarak hem hukukun kendisi hem de işleyişi içinde bileşenlerine yaklaşımı
epeyce cinsiyetçidir. Hukukun cinsiyetçiliğine dair bugüne kadar bir
dolu şey yazıldı, çizildi, tartışıldı. Evet, hukuk sistemimiz kolluğundan
savcısına, savcısından yargıcına ve çoğu zaman da barosuna kadar
kadınlar aleyhine işleyen bir mekanizmadır. Bu mekanizmanın da gerek
fail gerekse mağdur olarak eline düşen kadınlara yaklaşımı, erkek mağdur ve faillere kıyasla ayrımcı ve düşmancadır. Ancak bu yazıda hukukun dışarıdaki kadınlara yaklaşımından değil, bizzat bu mekanizmaya
dahil kadınlara, kadın avukatlara yaklaşımından söz etmek istiyorum.
Meseleyi de bu mekanizmanın seçilmiş tek organı olan, yasayla kurulu
meslek örgütü durumundaki Barolar üzerinden ele almayı amaçlıyorum.
Türkiye Barolar Birliği Kadın Hakları Komisyonu tarafından 18-19 Mart
2012 tarihinde Kadın Avukatlar Kurultayı düzenlenmiştir. Bu kurultay
öncesi yapılan bir anketin sonuçları basında çokça yer bulmuş ve başta
Ankara Barosu olmak üzere pek çok Baroda infial etkisi yaratmıştır. Bilimsel olmadığı ileri sürülen anket sonuçlarına göre;
Ankete katılan kadın avukatların %40’ı “meslek hayatınızda hiç şiddete maruz kaldınız mı” sorusuna “Evet” yanıtı vermiş,
Evet, yanıtı verenlere “Aşağıdaki şiddet türlerinden hangisine maruz
kaldınız” sorusu yöneltilmiştir.
Bu soruya %84’ü “taciz”, %12’si “cinsel konulu tehdit”, %4’ü ise
“tecavüz” yanıtını vermiştir.
27
Bilimsel olsun ya da olmasın sonuçlar oldukça
çarpıcıdır. Bu verilerle karşılaşan bir meslek örgütünün asıl ve öncelikli yapması gereken, şayet
anketin bilimsel ve doğru sonuçlar içermediğini
düşünüyorsa; aynı içerikte bir anketi üyesi kadın avukatlarla yapmak, elde edeceği sonuçlar
üzerinden bir risk haritası çıkartıp sorunla mücadelenin araçlarını geliştirmektir. Zira kadına yönelik şiddet her durumda ciddiye alınması gereken ve bu ülkede ne yazık ki oranları farklılaşsa
da varlığı asla inkar edilemeyen bir olgudur. Baroların da bu durumda asıl görevi; sorunu kabul
etmek, kadın avukatları bu şiddetten kurtulmuş ve
azade görmeksizin, gerekli tedbirleri alıp etkili bir
mekanizma yaratmaktır.
Peki, benim de üyesi olduğum Ankara Barosu ne
yapmıştır? Sonuçların Basına yansımasının ardından Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi yazılı
bir açıklama yapmış ve anket sonuçlarının doğruyu yansıtmadığını belirterek “kadın avukatların
asla güçsüz ve çaresiz olmadıklarını; aksine, kadın avukatların toplumda ciddiyet ve çalışmaları ile büyük takdir ve saygı gördüklerini, kadın avukatların toplumdaki itibarını ve mesleki
saygınlıklarını zedeleyecek her türlü yaklaşımı
ve meslekte ayrımcılığa yönelik her türlü tavrı
kabul etmediklerini” kamuoyuna duyurmuşlardır.
Aslında şaşırmamak gerek. İnkar bu ülkede çok
eski ve köklü bir devlet politikasıdır. Kendisini devlet geleneğinin sürdürücüsü sayan mevcut Baro
kadrosundan da daha fazlası haliyle beklenemez.
Yapılan açıklama, pek çok sakıncayı içinde barındırmaktadır. Öncelikle Ankara Barosu, kadın avukatların sorunlarını inkar edip sorumluluktan
kurtulmaya çalışmıştır. Öte yandan bu açıklama
ile benim de üyesi olduğum baro kadına yönelik
şiddete bakışını ortaya koymuştur. Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi’ne göre şiddete uğrayan
28
kadınlar, “GÜÇSÜZ ve ÇARESİZLER”dir. Kadın avukatlar güçsüz ve çaresiz olamayacaklarına göre
de şiddete uğramamaktadırlar. Ne muhteşem bir
analoji!
Sosyal Bilimlerin kıyısından kenarında geçmiş
herhangi biri bile bilir ki, sosyal bir sorunu
çözmenin ilk yolu o sorunu olgusal olarak kabul
etmektir. Oysaki benim meslek örgütüm, cinsiyetim sebebiyle şiddete uğradığımı/uğrayacağımı
dahi kabul etmemektedir ki, bununla mücadele
edebilsin! Bu yaklaşımın “tecavüze neden direnmedin?” diye soran ve şiddetin failine değil, mağduruna yönelen yargının diğer unsurlarının bakışından ne farkı vardır?
Şunu çok net biçimde ortaya koymak gerekir:
Kadın avukatlar, bu toplumun birer parçasıdırlar
ve kadına yönelik şiddete (her kadın gibi) maruz
kalırlar. Bu ne kadın avukatların çaresiz ve güçsüz
olduklarını gösterir, ne de utanılacak bir şeydir.
Bu sadece ülkemizde erkek şiddetinin yaş, statü,
meslek, sosyal konum ayrımı yapmaksızın tüm kadınları hedef aldığını ortaya koyar. Kaldı ki bilimsel bulgular şiddetin öznesinin şiddetin varlığını
belirlemediğini, yani eğitimli ve kendisini görece
“kurtulmuş” sayan kadınların da bunu yaşadığını,
ancak bununla mücadele konusunda eğitimsiz kadınlara nazaran daha az atak olduklarını ortaya
koymaktadır. Bunun nedeni eğitimli ve statü sahibi kadınların uğradıkları şiddetten utanmalarıdır. Oysaki kadına yönelik şiddetle asıl ve öncelikli
olarak mücadele etmesi gereken biz Kadın Avukatlar ve meslek örgütümüz olan Barolar bilmelilerdi ki; ne şiddete uğramak utanılacak bir şeydir
ne de şiddetin utancı bize aittir.
Barolarımız kadın avukatların diğer sorunları
konusunda da aynen şiddet konusunda
olduğu gibi sağır ve dilsizdir. Türkiye Barolar
Birliği Kadın Hakları Komisyonu tarafından 18-
19 Mart 2012 tarihinde
düzenlenen Kadın Avukatlar
Kurultayında Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezince
sunulan bir bildiride; Ankara
Barosunun 10.622 üyesinin 4.423’ünün kadın olduğu belirtilmiştir. Neredeyse
%50’yi bulan kadın avukat
sayısının Baro Kurullarında
eşit temsiliyetle karşılık bulmadığı açıktır. Barolarımızda değil eşit temsil, kota dahi tartışılıp
uygulanmamaktadır. Mevcut Baro Başkanlarının
sadece 4’ü kadındır. Bugüne kadar Türkiye Barolar
Birliğinin ise hiç kadın başkanı olmamıştır.
Kadın Avukatların, Baronun Yönetsel Kurullarına seçilebilmeleri, Mesleki Kurullarda rahatlıkla
çalışabilmeleri sadece kota ya da pozitif ayrımcılıkla sağlanamaz. Serbest meslek faaliyeti olan
avukatlığın, kadın avukatlar açısından ekonomik
sürdürülebilirliğini de güvence altına almak gerekir. Bunun için ise Baro Kreşi, kadın avukatlara
hamilelik dönemlerinde aidat ve sigorta muafiyeti
tanınması, yine bu dönemde bürolarındaki işlerin Baro tarafından belirlenecek bir dayanışma ağı
ile sürdürülmesi gibi çözümler üretilebilir. Yeter
ki biz kadın avukatların sadece cinsiyetimizden
dolayı farklı sorunlarımız ve ihtiyaçlarımız olduğu
bilinip, kabullenilsin. Oysaki Başkan seçimi odaklı Baro Genel Kurullarında, bu konuların adı dahi
anılmamakta, bizler cılız sesimizle bunları duyurmaya çalışmaktayız.
Cinsiyet ayrımcılığını Genel Kurullar dışında, baronun farklı etkinliklerinde, başka bağlamlarda
dile getiren ve Barolardan, Baro Başkanlarından
bununla mücadele konusunda farklı tavır bekleyenlerimiz ise disiplin cezaları ile baskılanmaktadırlar. Yani Baroların erkek aklı, kadın avukatlardan sadece oy veren edilgen seçmenler olmalarını
Cinsiyet ayrımcılığını Genel Kurullar
dışında, baronun farklı etkinliklerinde,
başka bağlamlarda dile getiren ve
Barolardan, Baro Başkanlarından
bununla mücadele konusunda farklı
tavır bekleyenlerimiz ise disiplin
cezaları ile baskılanmaktadırlar.
ve cinsiyetçilikle, erkek şiddetiyle mücadele konusunda talepkar olmamalarını beklemektedir. Bu
bağlamda, “kadın avukat olduğum için tacize uğradım” dememizin yok sayılmasıyla, “Baro Başkanı
toplu tecavüz davasında mağdurun karşısında olmamalıdır” dememizin cezalandırılmaya çalışması
aynı mantığın sonucudur. Çünkü cinsiyetçilik ve
kadın düşmanlığı, en çok öyle olmadığını iddia
edenlerin ürünü ve sorunudur.
Sonuç olarak, şunu bilmeliyiz ki; Barolar sadece bizim meslek örgütlerimiz değil, tüm toplumun demokratik hak ve özgürlüklerini savunması gereken kamu kurumlarıdır. Bu sebeple de,
Barolar içindeki cinsiyetçilik yahut cinsiyet körü
yaklaşımlar hepimizin sorunudur. Zira kendisi
kadınları görmeyen ve çoğu zaman kadın düşmanı
refleksler gösteren bir baronun kadın haklarının
kamusal mecrada savunusunu yapması bir trajediden öte anlam taşımayacaktır.
29
Dünyadaki Barış
Görüşmeleri ve Kadınlar
Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
D
ünyada 1990 ile 2012 arasında gerçekleşen 102 barış sürecinde 585
anlaşma imzalanmış. Ancak bu 102 sürece katılanların sadece %8i kadın. İmzacıların %3ü, arabulucuların-ki bu arabulucular genellikle sözde kadın erkek eşitliğinde büyük mesafe kat etmiş batı ülkelerinden
geliyorlar--% 3.2si, görüşmelere tanık olarak katılanların ise sadece
%5.5i kadın.
Kadınların bu dışlanmaya karşı yürüttükleri mücadele sonucunda
2000 yılında, BM Güvenlik Konseyi 1325 no’lu kararı alıyor. Buna göre
kadınlar barış görüşmeleri de dahil barışın tesisine yönelik tüm süreçlerde yer almalılar ve tüm barış anlaşmaları kadınların ve kız çocuklarının
güvenliğini sağlayacak maddeler barındırmalı. Aynı yıl Avrupa parlamentosu da benzer bir karar alıyor ve üye ülkelere gözlemci ve arabulucu heyetlerinde cinsiyet eşitliğini gözetmelerini tavsiye ediyor.
Ancak kadınların barış süreçlerinde temsilinde beklenen artma gerçekleşmiyor. Tam tersine. 2000’den önce gerçekleşen süreçlerde kadınların
katılımının daha bile fazla olduğu söylenebilir. Örneğin 2000’den önce
gerçekleşen El Salvador barış görüşmelerinde kadınlar “masaların” tümünde temsil ediliyor, Kuzey İrlanda’da kadınların %10’luk bir temsili
var. Güney Afrika’da ise hem barış görüşmelerini yürütenlerin hem de
Hakikat Komisyonlarında tanıklık yapan ve tanıklıkları değerlendirenlerin %50’si kadın. Bu üç örnekte de masaya oturanların sol eğilimli
özgürlük mücadeleleri olduğunu da belirtmek gerek. Oysa 2000’lerle
30
birlikte etnik çatışmalarda artış var ve bu tür çatışmalar, kadınları failleştirmekten çok kurbanlaştırıyor.
Kadınların müzakerelere katılımını iki ayrı başlıkta ele almak gerek. Bunlardan birincisi kadınların barış süreçlerine “cismen” katılımı-ki yukarıda bundan bahsettim. İkincisi ise mutabakatların
cinsiyet eşitliğine ne kadar duyarlı olduğu. Bu iki
başlık birbiri ile tam örtüşmüyor. Çünkü kadınların
katılımı kadın erkek eşitliğini gözeten düzenlemelerin anlaşmalara girmesini garantilemiyor. Ayrıca
kadınların katılımı konusu da farklı yöntemlerle
gerçekleşebiliyor. Kadınların temsili, savaşmış tarafları temsil eden delegasyonların içindeki kadın
sayısını arttırarak sağlanabilir. Ya da kadınlar, savaşta en fazla zarara uğrayan toplumsal kesim oldukları ve barış için en büyük mücadeleyi verenler
arasında yer aldıkları için, üçüncü bir taraf olarak
görüşmelere doğrudan kendilerini temsil ederek
ve ayrı bir kadınlar delegasyonu olarak katılıyor.
İmzalanan anlaşmaların içeriğine gelince; imzalanan anlaşmaların sadece %18i savaş zamanı kadınlara yönelik işlenmiş suçları, %16sı ise cinsiyet
eşitliğini söz konusu ediyor.
Kadınlar Niye Dışlanıyor?
Peki her yerde barış mücadelesinde önemli rol almış kadınlar nasıl oluyor da sürecin kendisinden
dışlanıyor? Bunun birinci sebebi, kadınların savaşın muhatabı olarak görülmemesi. Kadınlar savaşa ya katılmamışlar, ya da katılsalar dahi erkekler
tarafından temsil edildikleri var sayılıyor. Benzer
bir şekilde taraflar, kadınları ve kadın merkezli
konuları, savaşanların cinsiyet özgürlüğü için silaha davranmadıklarını hatırlatarak masanın dışında tutuyorlar. Cinsiyet eşitliği savaşın sebebi
olmadığına göre neden müzakerelerin gözetmek
zorunda olduğu bir mesele olsun? Oysa örneğin
Türkiye’de 2012 yılında Polis Akademisi bünye-
sinde bulunan Uluslararası Terörizm ve Sınır Aşan
Suçlar Araştırma Merkezi (UTSAM) tarafından
yapılan araştırmaya göre dahi kadınların gerillaya
gitmelerinin önemli sebeplerinden biri cinsiyet
eşitsizliğinden kaynaklı adaletsizlikler. Yani devlet
eliyle üretilmiş veriler dahi Kürt sorunu ile cinsiyet
eşitsizliğinin, Kürt özgürlük mücadelesi ile kadın
mücadelesinin iç içeliğini gösteriyor. Yani savaş
da, barış da, kadınları yakından ilgilendiriyor.
Kadınların katılımının kısıtlı olmasının üçüncü
sebebi, devlet ve muhalif grupların lider kadrolarında yer almamaları. Barış görüşmelerine katılanların yöneticiler olduğunu düşünürsek; tam da bu
sebeple kadınların sürece katılma ihtimalleri, özel
olarak gözetilmedikleri takdirde son derece düşük.
Son olarak barış görüşmeleri sadece kadınları
değil, bir çok toplumsal ezileni bileşenine katmıyor. Çünkü barış süreçlerinin tamamında aynı
Türkiye’de olduğu gibi sürecin hiç bir engele takılmaması, hassasiyetlere zarar vermemesi ve çabucak bir sona kavuşması isteniyor. Oysa hassasiyetler ne sınıflar, ne cinsiyetler ne de etnik gruplar
arasında eşit dağılmıyor. Engel olarak görülen,
geciktirici olarak değerlendirilen hep toplumsal
hiyerarşilerin alt kısmında yer alanların kaygıları,
talepleri ve hayalleri oluyor.
Araştırmalar kadınların ve sivil toplumun diğer bileşenlerinin barış süreçlerine katılmama-
31
çok savaşın açtığı yaraların tamiratı ve gündelik
yaşamın nasıl ezilenlere yer açacak şekilde kolaylaştırılacağı ile ilgileniyorlar.
sı halinde doğacak sonuçları da belirtiyor. Buna
göre katılımcılığın sağlanmadığı ve egemenliğin
paylaşımının cinsiyetler ve sınıflar arasında eşit
olarak dağıtılmadığı barış süreçleri başarıya ulaşsa dahi, toplumda anlamsızlık, ihanete uğramışlık, beklentilerin boşa çıkması ve baskılanma
hissi yaratıyor. Cinsiyet eşitliğinin yasal zeminin
sağlanmadığı ve savaş ile cinsiyet eşitsizliklerinin
ideolojik olarak ilişkilendirilmediği barış mutabakatları sonucunda “etnik” düşmanına dokunması yasaklanmış özneler toplum tarafından en
az cezalandırılan suça; kadına yönelik şiddete
yöneliyor. Ayrıca kadınların dışlandığı barış süreçleri savaşın yarattığı toplumsal kayıpları en az
tanıyan ve telafi ve tazmin mekanizmalarını en az
çalıştıran şekillerde sonuçlanıyor.
Kadınların barışın tesisi yönünde atılacak adımların kararlaştırıldığı süreçlere katılması cinsiyet temelli sorunların ve toplumun başka ezilen
kesimlerinin çıkarlarının gündeme getirilmesini
sağlıyor. Kadınlar için egemenlik paylaşımından
daha çok ve daha sıklıkla özgürlük için ödenmiş
bedeller, barışa yatırım yapılmış umutlar ve kayıplar önemli. Yani kadınlar, hangi topraklar üzerinde hangi araçlarla egemenlik kuracaklarından
32
Ayrıca kadınlar erkeklerin aklına gelmeyen bazı
konulara dikkat çekmeyi başarıyorlar. Örneğin yerinden yönetimin farklı türlerinde kadınların sağ
ideolojilerin yerel iktidara gelmesi durumunda ne
şekilde merkezi iktidarın araçlarını güvence olarak
kullanabilecekleri gibi. Uzmanlar kadınların barış
görüşmelerinin en erken safhalarında hatta görüşmelere başlanmadan örgütlenmesi, taleplerini
oluşturması ve geniş bir taban sağlaması gerektiğini de söylüyorlar. Aksi takdirde kadınlar, “masada” konuşulacak ve üzerine “kavga” edilecek maddelerin listesine kendi taleplerini sokamıyorlar.
Kadınların Barıştan Beklentileri
Kadınların barıştan ve görüşmelerden beklentilerine gelince; kadınlar öncelikli olarak barışma sırasında güvenlik güçleri tarafından kadınlara ve
çocuklara yönelecek şiddet eylemlerinin anlaşmayı bozmak için yeterli sebep olarak görülmesini,
diyaloğu sürdürecek taraflara toplumsal cinsiyet
eğitimi verilmesini, cinsiyet eşitliği duyarlı güvenlik sektörü reformu yapılmasını, güvenlik güçlerinin işlediği cinsel suçların af kapsamı dışında
bırakılarak ortaya çıkarılmasını, cezalandırılmasını, tazmin ve telafi edilmesini, zorunlu göçe
maruz kalmışlara özel güçlendirici programlar
oluşturulmasını, mayınların temizlenmesini ve
cinsiyet eşitliğini sağlayıcı anayasal düzenlemelerin gerçekleşmesini talep ediyorlar. Ayrıca kadın
gerillaların silahlarını bırakmayı tercih etmeleri
durumunda “girişlerinin” kadınlar gözetiminde
yapılması, kadın savcılar, hâkimler ve avukatların
tanıklığının sağlanmasını istiyorlar. Aksi takdirde
egemen kimliğin erkeklerinin, gerilla kadınlara kadın kimliklerini hatırlatıcı ve ayrımcı davranış ve
yorumlarıyla sıklıkla karşılaşılıyor.
Kadınlar barış ile ilgili düzenlemelerde
benimsenecek bakış açısının toplumu
savaş öncesi durumuna geri döndürmek olmadığının da altını çiziyorlar.
Örneğin travma programlarından beklenen kadın ve çocukların geçmişte
yaşadıkları hayata dönecek şekilde
sağıltılmaları değil. Tam tersine; savaşın ve mücadelenin hareketlendirdiği toplumsal kesimlerin ve bilhassa
kadınların özgür mücadele alanlarını
genişletecek şekilde güçlendirilmesi;
tüm uygulanacak cinsiyet eşitlikçi siyasetlerin temelini oluşturmalı.
Kadınlar barışın tesisi süreçlerine
kendilerini dâhil etmek için çok çeşitli yöntemler
benimsemiş. Afrika ile başlayalım. Afrika’da barış
anlaşmaları genelde toplumsal grupların tamamını içeriyor ve konu ediyor. Bunun sebeplerinden
biri buradaki savaşların etnik çatışma niteliği taşıması ve tüm halkı fail haline getirmesi. Bir diğer
sebebi ise burada çatışma sonrası çözüm sürecinin güvenlik şirketleri, yardım fonları ve gözlemci ülkeleri de dâhil eden uluslararası bir sektör yaratmış olması. Afrika kıtasında çatışmadan
kaynaklı çok çeşitli konularda (gözaltında taciz
tecavüz, mayınlar, zorunlu göç, kayıplar, ekolojik yıkım, silahlanma vs.) önemli bir teknik bilgi
birikimi, mücadelede olduğu gibi barışmada da
başvurulabilecek alternatif siyasi ve toplumsal
örgütlenmeler mevcut.
Kenya’da kadın temsiliyeti hem arabulucu hem
katılımcılar arasında %25 ve bu BM ile UNIFEM’in
şart koşmasıyla gerçekleşmiş. Sudan’da kadınların
resmi heyetlerde temsiliyetinin yanı sıra, kadınlar
kendi barış konferanslarını yapmış. Burundi’de kadınlar resmi süreçlere katılamayınca kendi barış
görüşmelerini yapıyorlar, bir taslakta anlaşıyorlar
ve bir deklerasyon yayınlıyorlar. Aynı sırada sa-
vaş tekrar patlak veriyor ve resmi görüşmeler son
buluyor. Ancak kadınlar görüşmelere devam ediyor. Resmi müzakere tekrar başladığında taraflar
kadınların taslak anlaşmasını temel olarak kabul
ediyorlar.
Guatemala’da da resmi görüşmelerin yanı sıra sivil toplum gözlemci, takipçi ve tartışmacı olarak
sürece dahil olmak amacıyla örgütleniyor ve hem
siyasi hem teknik konularla ilgili heyetler kuruyorlar. Bu heyetlerin tamamında kadınların eşit temsiliyeti sağlanıyor. Guatemala’da sivil toplumun
tarihe geçen hareketliliği sayesinde dünyanın en
çoğulcu ve eşitlikçi anlaşması ve anayasası hazırlanıyor. Ne yazık ki mutabakatın yasallaşması
erteleniyor ve nihayetinde askıya alınıyor.
Sri Lanka’da kadın örgütleri resmi kanalları zorlayıp sonuç alamayınca arabulucu konumunda olan
Norveç’i ikna ediyor ve onun baskısıyla heyetlere dâhil oluyor. Ancak kadınların tamamı cinsiyet
komisyonuna hapsediliyor. Toplumsal cinsiyet ile
diğer konular (egemenlik bölüşümü, yerinden yönetim, çatışma kaynaklı mağduriyetler) arasındaki
ilişki kurulamayınca da kadın sorunları yaptırımı
olmayan maddelerle sınırlı kalıyor.
33
Son olarak Kuzey İrlanda’da barış görüşmelerini
yürütecek heyetin belirlenmesi için seçime gidiliyor. Taraflar kadın aday göstermeyince, Protestan ve Katolik akademisyen, aktivist ve örgütlü
kadınlar bir araya gelerek Kuzey İrlanda Kadın
Koalisyonu’nu kuruyor ve partileşiyorlar. Parti aldığı oylar sayesinde 10 kişilik barış kurulu içine bir
kadını sokmayı başarıyor. Sonraki süreçte kadınlar
tarafından görevlendirilmiş ve seçilmiş bu temsilci
her konuda toplumsal cinsiyet sorununu gündemleştiriyor.
Ne Yapmalı?
Bu deneyimler bizlere neler öğretiyor ve ilgili
kuruluşlar kadınlara ne tavsiye ediyor? Kadınların barış sürecine katılma mücadelelerinde altını
çizmeleri gereken en önemli şey sürece katılmak
istemelerindeki sebebin sadece savaşın mağdurları olmaktan kaynaklanmadığı. Kadınların barış
görüşmelerine katılma taleplerini meşrulaştıran,
barış mücadelesinde biriktirmiş oldukları deneyim. Kadınlar deneyimleri, talepleri ve projeleri
olduğu için bu süreçte taraflar da. Uluslararası
kuruluşlar bu bilgiyi toplumsal tabana yaymanın
kadınların mücadelelerinde başarılı olmaları için
elzem olduğunu söylüyorlar. Kadın barış mücadelesi tarihini ve taleplerini anlatan kitaplar, barış
aktivisti kadınların söyleşileri, hayat hikâyeleri ve
görünürlüklerinin sağlanması kadınların katılım
taleplerinin desteklenmesinde önemli rol oynuyor.
Uluslararası destek de mücadeleye katkı sunuyor.
Kadınların görüşmelere konu olacak her konuda
teknik birikimlerini arttırmaları da gerekiyor. Yasa
yapımı kadar, her yasanın toplumsal eşitsizliklere
ve cinsiyet ilişkilerine nasıl yansıyacağı, uzlaşmaların kimleri yaralayacağı ya da kimlere ne fayda
sağlayacağı gibi konular teknikleştirilerek/dünya
çatışma çözüm yazınına tercüme edilerek, tartışılması gereken konular. Korucuların durumundan
34
göç mağdurlarının geri dönüşüne, tazmin ve
telafiden yargılanmalara kadar birçok konuda kadınların uzman görüşü hazırlaması gerekiyor.
Ancak bunların tümünden önemlisi kadınların toplumu örgütlemesi. Kadın mitingleri, sivil
alanda paralel görüşmeler, kadın konferansları
ve gölge anlaşmaların hazırlanması ve imzalanması, barışın kadınlaşması ve toplumsallaşması
için uygulanabilecek taktikler. Elbette bizim durumumuzda olduğu gibi gerillada ve sivilde bulunan kadınların kendi barış görüşmelerini yapması,
kendi anlaşmalarını oluşturması da izlenebilecek
bir yol. Kadınların görüşmeleri takip eden, tıkanıklıkları saptayan ve gidermeye yönelik tavsiyelerde
bulunan gözlem heyetleri kurması veya taraflarla
görüşmeler yapması da tavsiye edilen yöntemlerden.
Bugün dünyanın birçok bölgesinde bilhassa Latin
Amerika ve Afrika’da kadınlar bu alanda daha
fazla rol almak için iş birliği yapıyor ve mücadele
ediyorlar. Çünkü kadınların barışın tesisinde yer
almaları anlaşmaların niteliğini değiştiriyor. Barış
çoğu zaman savaşı taklit ediyor. Erkek egemen bilme biçimlerini, istihbarat ve spekülasyona dayalı
söylemleri, sırlara yakın ya da uzak olma üzerinden belirlenen hiyerarşileri yeniden üretiyor. Kadınların barış görüşmelerine katılmaları erkeklerin
sırlara, istihbarata, egemenliğe dayalı ittifaklarını
bozma potansiyeli taşıyor. Ama en önemlisi kadınların süreçlere dâhil olması fazlasıyla örnekte
görülen ve kadınları savaş sonrasında yeniden ev
içlerine, erkek merkezli toplumsal yapılara geri
gönderen bir kültürün ve yasal zeminin oluşmasını engelliyor. Son olarak kadınların paralel görüşmeleri ve gölge anlaşmaları daha somut, daha
eşitlikçi ve daha gerçekçi olabiliyor. Bu ise erkeklerin bozup durduğu barış süreçlerine başka türlü
bakmanın imkânını hazırlıyor.
Göçmenler ve Kadın
Cahide Sarı
Uluslararası Af Örgütü
H
90’lı yıllarda giderek tırmanan uluslararası göçün anlaşılmasını ve
siyaseten doğru okunması ile ilgili en önemli sorunlardan birini
toplumsal cinsiyet körlüğü oluşturuyor. Her mülteci nüfusunun en
az yarısını kadınlar ve kız çocukları oluşturur. Hatta belli ülkelere
bakıldığında göç eden nüfusun önemli bir kısmını kadınlar oluşturuyor.
Avrupa’da çocuk ve yaşlı bakımı gibi hizmetleri sunanların (yasal ya
da yasa dışı) azımsanmayacak bölümünü Güneydoğu Asyalı kadınlar
oluşturmaktadır.
Avrupa Birliği sınırlarına yasal olmayan yollardan giriş için kullanılan
pek çok nokta bulunuyor. Ancak özellikle Türkiye ve Güney Avrupa ülkelerinden yapılan girişlerin önlenmesine yönelik özel çalışmalar yürütülmektedir. Bu noktaları giriş için kullanan göçmenlerin çıkış noktaları genellikle İran, Irak, Afganistan, Suriye, Orta Asya ülkeleri ve Kuzey
Afrika ülkeleridir. AB sınır güvenliği için harcanan paranın önemli bir
bölümü bu yönlerden gelen göçü engellemek ya da kontrol etmek üzere
harcanıyor.
Sınır güvenliğinin giderek daha çok özel şirketlerden satın alınan hizmetler üzerinden gerçekleştirildiği bir süreç işletilmektedir. Genel olarak kontrolün de sınır noktasından geriye doğru kaydığını ifade edebiliriz. Göçü sınır noktasına gelmeden engelleyen ve kontrol altına almaya
çalışan yeni bir göç rejimi oldukça uzun zamandır iş başında bulunuyor.
Sınır güvenliğinin artmasının ve genişlemesinin en önemli sonucu, her
seferinde göçmenlerin daha yüksek riskler almalarıdır. Bu risklerden biri
de ölüm. Bununla birlikte denetim arttıkça sınır geçme faaliyetinin kendisi giderek uluslararası bir şebekeyi gerektirmekte ve sınır geçmek her
geçen gün daha yüksek fiyatlara satılan bir “hizmete” dönüşmektedir.
Sınırın bir tarafında büyük bütçeli uluslararası şirketler, diğer tarafında
35
da kayıt dışı biçimde faaliyet yürüten uluslar arası şebekeler yer almaktadır. Sınır geçme faaliyeti
oldukça uzun zamandır bireysel olarak gerçekleştirilen bir faaliyet olmaktan çıkmış, kayıtlı ya da
kayıt dışı olarak önemli bir rant ve ihlal alanına
dönüşmüştür.
Tüm bu güvenlik mekanizmalarının göçmeni tanımlayıp geldiği yere geri göndermek üzerinden
kurgulandığını görüyoruz. Dolayısıyla tanımlanamamak bu noktada göçmenler açısından önemli
bir silaha dönüşmektedir. Sahip oldukları pasaportlarıyla sınırı geçme hakkı tanınmayan, ne kadar uğraşsalar da vize alamayacak olan göçmenler, bugüne kadar kendilerini durdurmaktan başka
bir işe yaramayan pasaportlarını yakarak, denize
atarak geri gönderilme ihtimallerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Bir üçüncü dünya ülkesine ait pasaport, ona sahip olan bedeni sınırın
karşı tarafına geçmeden bu tarafta tutmaya yarar.
Bundan başka da bir işlevi yoktur. Dolayısıyla bir
göçmenin yapması gereken ilk şey bu engeli ortadan kaldırmaktır. Pasaportun imha edilmesi, uluslar arası göç hukukunun tam sınırında dikilmek,
beden ve isim arasındaki bağa odaklanarak insanı
bu noktadan kapan mekanizmayı bir süre için
durdurmak demektir. Her şeyi yerli yerine koyan
bir düzenleme mantığında, pasaportunuzun
alınmadığı bir ülkenin sınırlarında iseniz doğrudan
onu size veren ulus devletin sınırları içine geri
gönderilirsiniz. Her şey ait olduğu yerde durmalı!
Pasaportunuz yoksa ve siz kim olduğunuz konusunda bilgi vermiyorsanız ya da örneğin Burma
gibi AB ile sınır kontrolü konusunda işbirliği içinde
olmayan bir ülkeden veya Filistin ve Kuzey Kıbrıs
gibi ulus devlet statüsü tam anlamıyla kabul edilmeyen ülkelerden geldiğinizi ifade ediyorsanız (bu
yöntemler göçmenler tarafından yoğun biçimde
kullanılmaktadır) sizi geriye doğru fırlatan mekanizmadan kurtulursunuz, ancak sizi durduran mekanizmaya yakalanırsınız yani kampa. Kamplarda
uzun süre alıkonan göçmenlerin azımsanmayacak
bir kısmı kamplardan kaçmakta ve hayatının geri
kalanını tümüyle “kaçak” geçirmektedir.
Bilindiği gibi Türkiye sadece Avrupa ülkelerinden
gelen göçmenlere mülteci statüsü vererek onlarla ilgili bir takım yükümlülükleri üstlenmektedir.
Ancak Türkiye’ye asıl göçmen akınının yaşandığı
ve Türkiye’nin doğusunda ya da güneyinde bulunan ülkelerden gelen göçmenler, başka bir ülke-
36
de iltica hakkı kazanana dek Türkiye’de sığınmacı
statüsünde yaşamaktadırlar. Sığınmacılara sunulan hizmetler, tanınan haklar ve devletin sığınmacılara dönük yükümlülükleri göçmenlerin ihtiyaç
duydukları korumayı gerçekten sağlayabilecek düzeyden oldukça uzaktır. Bu nedenle başta kadınlar
ve çocuklar olmak üzere Türkiye’de göçmenlerin
yaşam koşullarının insan onuruyla bağdaşmadığını ve devletin sorumluluklarını tam anlamıyla
yerine getirmeyerek göçmenlerin insanca yaşam
hakkından faydalanmasını engellediğini belirtmeliyiz. Göçmen kadınlar Türkiye’ye gelmelerinden
itibaren sorunlarla kendi imkanlarıyla başa çıkmak
zorunda kalmaktadırlar. Oysa göçmen kadınların
durumu çoğu zaman diğer göçmen gruplarına
göre çok daha hassas olabilmekte ve tehlikeye
açık konumda bırakılmaları yaşamlarında kalıcı
sorunlara neden olabilmektedir.
Kendilerini yoğun biçimde yasadışı bir hayata
mahkum eden sınır güvenlik uygulamaları nedeniyle hayatta kalabilmek amacıyla oldukça kötü
çalışma ve yaşam koşullarına razı olan göçmenler,
işsizliğin giderek tırmandığı dönemlerin ilk ve en
önemli günah keçileri olmaktadır. Dolayısıyla sınırın genellikle yasa dışı bir biçimde fiziksel olarak
aşılmış olması beraberinde toplumsal sınır çizgilerinin giderek kalınlaşmasına neden olabilmektedir.
Sınır güvenlik uygulamaları nedeniyle yasa dışılaştırılan göçmenler içinde yaşadıkları toplumun
yürüyen sınır çizgilerine dönüştürülmektedirler. Siyasal krizlerin eşlik ettiği ekonomik krizler
göçmenlerin canavarlaştırılması yönündeki eğilimi
tırmandırmaktadır. Suriye’de yaşanan siyasal
krizin ardından Türkiye’ye gelen göçmenlerin
azımsanmayacak bir kısmı yasa dışı ve güvencesiz
işgücüne dahil olmuştur. Türkiye’deki genel yaşam
koşullarının daha da zorlaşmasıyla birlikte bu kesimlere yönelik dışlayıcı mekanizmaların işbaşında
olacağını tahmin etmek pek zor değildir.
Kadın Göçmenler:
Kadınlara yönelik şiddetin yoğun olması ve bazı
devletlerin kadınların insan haklarını korumada
isteksiz olması, korumaması, savaş ve şiddet olayları dünyadaki kadın göçmen sayısının fazla olmasına neden olmuştur. Dünyadaki göçmen nüfusunun %70’ini kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.
Birleşmiş Milletler verilerine göre son iki buçuk
yılda 2 milyon 249 bin Suriyeli ülkesini terk ede-
rek komşu ülkelerde sığınma arıyor. Toplam mülteci nüfusunun yüzde 51’ini kadın ve kız çocukları
oluşturuyor. Kadınlar da bütün göçmenler gibi, baskı zulüm ve korku içinde oldukları için kaçmaktadır.
Ancak kadınlar, erkeklerden farklı olarak 1951
Sözleşmesi’nde özel olarak yer verilmeyen toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık, sosyal ve kültürel önyargılardan kaynaklanan baskı ve zulüm,
geleneklerle ilişkili bedensel ve ruhsal sağlıklarını
bozan zarar verici uygulamalar, cinsel istismar,
cinsel şiddet, aile içi şiddet gibi esas olarak kadın olmalarından kaynaklı zulüm ve baskılardan
kaçmak için de ülkelerini terk etmek ve başka bir
ülkeye sığınmak zorunda kalırlar. Kadınlar; evlerinin, ülkelerinin ve çoğu zaman da ailelerinin
korumasından da yoksun kalır ve savunmasız bir
duruma düşerler. Bazı kadın göçmenler de diğer
kadın göçmenlerden çok daha fazla korunmaya
ihtiyaç duyabilirler.
Ülkelerini terk ettikten ya da terk etmeye
zorlandıktan sonra da sorunlar genelde devam
etmektedir. Sığınılan ülkelerde de sığınmacılara
yönelik ayrımcı muameleler kadınlara yönelik
ayrımcılık ile tırmanabilmektedir. “Başta Suriye
olmak üzere Afganistan, İran, Irak ve Somali
gibi ülkelerde yaşanan çatışmalardan etkilenen
kadınlar hem kendi güvenlikleri hem de çocukların
güvenliklerini sağlamaya çalışıyor. Kadınların
yaşadıkları bölgelerdeki güvensiz ortamda
cinsel taciz ve tecavüzle karşılaşma ihtimali
çok yüksek. Uluslararası Koruma amacıyla farklı
ülkelere göç ederek mülteci kamplarında ve ya
şehirlerde yaşayan kadınlara devletler tarafından
yeterli bir koruma sağlanmıyor. Eğitim, sağlık,
barınma ve gıda ihtiyaçları için gerekli kaynaklar
yaratılmıyor. Ayrıca sığındıkları ülkelerde taciz,
tecavüz ve zorla evlendirme ile karşı karşıya kalan
kadınların sayısının arttığı iddialarına her gün
yenisi ekleniyor” (http://www.amnesty.org.tr/ai/
node/2307).
Göçmenler ve Sendikalar:
Kendilerine çalışma hakkı tanınmaması nedeniyle ülkemizde ve başka pek çok ülkede göçmenler
kayıt dışı çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Kadınların daha yoğun biçimde çalıştığı evde bakım
hizmetlerinde, göçmenleri cinsel istismardan koruyacak ve cinsel istismarın yaşanmamasını sağlayacak yasal bir mekanizma bulunmamaktadır.
Avrupa ülkelerindeki sendikaların, bu ihlallerle
karşılaşan kadınların sorunlarını gündemleştirmekte ve ihlal önleyici mekanizmaların hayata
geçirilmesi için hükümetlere baskı yapmakta oldukça yetersiz kaldığını biliyoruz. Bu insanlık dışı
tablonun ortaya çıkmasında emek örgütlerinin
payını şu şekilde açıklamak mümkündür:
1-Göçmenler ve özellikle kadın göçmenler genelde sendikalılaşma oranının oldukça düşük olduğu
ya da hiç olmadığı sektörlerde iş bulabilmektedir
(evde bakım hizmeti ve seks işçiliği gibi). Dolayısıyla sendikaların ihlallerle ilgili bir çalışma yürütmesinin önündeki en önemli engel örgütsel kapasitedir.
2-Göçmenlerin yasal çalışma hakkına kavuşması
oldukça zor olduğundan pek çoğu kayıt dışı bi-
37
çimde çalışmaktadır ve hem ülkemizdeki sendikaların hem de diğer ülkelerdeki sendikaların kayıt
dışı alana dair çalışmaları oldukça sınırlıdır ve bu
alana yönelik özel bir stratejileri bulunmamaktadır ya da strateji eksikliği bu sendikalar tarafından
sorun olarak bile görünmemektedir. Dolayısıyla bu
alandaki sorunlar görmezden gelinmeye devam
etmektedir.
3- Sendika üyesi olmak yalnızca vatandaşlık hakkı
bulunanlara tanınan bir haktır ve göçmenler en
baştan bu alandan zaten dışlanmışlardır. Sendikal
faaliyetin yasal vatandaşlık ve yasal çalışma hakkı
bulunanlarla sınırlanması sonucunda sendikaya
en çok ihtiyaç duyan göçmenler ve özellikle kadın
göçmenlerin örgütlenme ve insanca yaşam hakkı
tanınmamakta ve bu durum kendini “yasal” örgütlenme alanıyla sınırlayan sendikalar için bir sorun
teşkil etmemektedir.
4-Göçmenler, iş yerinde diğer emekçiler tarafından ayrımcılığa uğramakta, düşmanlaştırılmakta
ve göçmenlerle göçmen olmayan işçiler arasında
dayanışma yerine rekabet bulunmaktadır. Oldukça kötü çalışma ve yaşam şartları ile karşı karşıya
kalacağını bilmesine rağmen ülkesini terk etmek
zorunda kalmış ve geldiği ülkelerde insanlık dışı
koşullarla çoğu zaman tek başına mücadele etmek
durumunda olan, yaşadığı sorunları çözebilmek ve
kamuoyu oluşturabilmek adına ihtiyaç duyduğu
yasal örgütlenme mekanizmalarından dışlanmış
bir göçmenin diğer işçilerden çok daha ucuza çalışmak dışında bir alternatifi olmamaktadır. Ancak
bu durum diğer işçiler ve emekçiler tarafından
göçmenlerin düşmanlaştırılmasına ve çoğu kez
saldırıya açık hale gelmelerine neden olmaktadır.
Bu saldırıların ekonomik kriz ve işsizliğin yoğun
olduğu dönemlerde arttığı herkesin malumudur.
Sendikaların en önemli görevi bu iki kesim arasında var olan rekabet ilişkisinin dayanışma ile ortadan kaldırılmasını sağlamaktır.
5-Sendikal mücadeleyi ve faaliyeti sadece belli bir emekçi grubunun ekonomik kazanımlarının
arttırılması ile sınırlı gören sendikal anlayış, işyerindeki, sokaktaki ayrımcılığı ve göçmen işçilere yönelik toplumsal dışlamayı yok saymakta ve
38
bunlarla mücadeleyi sendikal mücadele alanının
içinde görmemektedir.
6-Göçmenlere yönelik faaliyetler yürüten sendikalar da çoğu kez göçmenleri toptan değerlendirmelerle analiz etmeye kalkışmakta, kadın
göçmenlerin yanı sıra eşcinsel göçmenlerin özel
olarak deneyimledikleri sorunlar da bu toptancı
analizlerde kaybolup gitmektedir.
Bu çürümüş ya da gerçek bir stratejiden yoksun
sendikal anlayışların hiçbirinin, bugün milyonlara ulaşan göçmen akını karşısında daha fazla var
olma imkânı bulunmamaktadır.
Göç ile ilgili çalışmalar yürüten ulusal ve uluslararası kuruluşların en önemli çabası “eksik” statülendirmenin giderilmesi şeklinde iken göçmenlerin örgütlediği yeni dayanışma ve direniş biçimi,
bizzat statünün sorun haline getirilmesi etrafında
inşa edilmektedir.
Evrensel eşitlik ilkesi ile siyasi ve toplumsal eşitsizlikler arasındaki açığın siyasallaştırılması çerçevesinde sınır yalnızca kontrolün değil aynı zamanda
göçmenliğe ilişkin “fazlanın” da iş başında olduğu
bir uzamdır. Bu uzamın sınırları, yani sınırın sınırları, her an ihlal edilerek yeniden belirlenmekte,
siyasalın sınırlarını hedef alan eşitlik istemi çok
çeşitli biçimler altında yeniden örgütlenmekte ve
içerisi ve dışarısının siyasal anlamı yeniden inşa
edilmektedir. Bu bağlamda ulus-devlet iktidarına referansla
tanımlanan vatandaşlık ve yine ulus devletler ve
uluslararası kurumların oluşturduğu küresel iktidar mekanizmalarına referansla tanımlanan göçmenliğe ilişkin statüleri sorunsallaştıran yeni bir
dayanışma biçiminin yaygınlaştırılmasına ve bu
hareketin politik taleplerinin statüsüzlük etrafında daha çok şekillendirilmesine ihtiyaç vardır. Bu
yeni dayanışma biçiminin, en alta hiçbir statüsü
olmayanların ve en üste de en avantajlı vatandaşlık kategorilerinin yerleştirildiği, altı ve üstü olan
hiyerarşik yapıyı yeniden üreten tüm mekanizmaların reddiyle mümkün olabileceğini belirtmek isterim.
Alternatif Bir Ekonomi Denemesi:
Jiyan Sabit Semt Pazarı
Sema Koç
Bildiğiniz gibi her ekonomik anlayış bir politik düşünce sistemine
dayanmaktadır. Günümüzde hâkim
olan neo-liberal ekonomik politikalar ile topraklarımızın tüm doğal
kaynakları sömürülmekte, dolayısıyla doğası tahrip edilmekte. Ne ahlak,
ne de insan hakkı tanımayan, para
haricinde hiçbir değere saygı duymayan, emeğin karşılığını bulamadığı bu sistem bu coğrafyada birey,
toplum ve doğa arasında binyıllara
dayanan uyumu kar hırsıyla yok etmektedir.
Bir sistemi istediğimiz kadar eleştirebiliriz ama ekonomik üretimine
alternatif yaratamadığımız sürece
o sistemi aşmamız mümkün değildir. Doğrusu toplumsal ihtiyaçları
fark edip ihtiyaçlar doğrultusunda
bunları karşılamaya çalışmaktır.
Bu açıdan mevcut işsizliği ortadan
kaldıracak, halkın kendi özgücüne
dayalı ve aynı zamanda demokratik
örgütlülüğünü oluşturacak, dayanışma temelinde bir ekonomik güç
birliği potansiyelini açığa çıkarmak
gerekmektedir. Demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplumda üretim ya da bölüşüm açısından
bilinçli, şeffaf, değiştirilebilir ve
bütünleşmiş yani topyekûn ahlaki
bir ekonomiyi örgütlemek zorunludur. İnsanların ekonomik meselelere
sadece birer üretici ya da tüketici
düzeyinde değil toplumsal mutluluk
hedefine bağlı bireyler olarak yaklaşması gerekir.
İnsanın emeğinin karşılığını aldığı,
doğanın kendisine yabancılaşmayı aştığı, kadının bütün toplumsal
alanlarda yerini aldığı, kendisini
ifadeye kavuşturduğu, şehrin her
sokağında soluk alabildiği özgür bir
yaşam ancak böyle filizlenebilir. Bu
açıdan önemli olan özgürleşen kadın bilincinin güzelliğini de şehrin
ve hayatın her yanında ortaya çıkarmaktır.
Bu açıdan Bağlar’ın temel altyapı
sorunları toplumsal sorunlarından
bağımsız değildir. Bu bakış açısıyla
bir bir altyapı sorunlarını çözmeye,
çalışırken diğer yandan da toplumsal dönüşüm için çözüm yolları açmaya çalışıyoruz.
Bugün artık şehirlerde trafiği aksatacak alanlardan ziyade mahallelerde ihtiyaca cevap verecek sabit semt
pazarları gerekmektedir. Haftanın
bir günü çalışan atıl yapılar olmaktan ziyade haftanın diğer günlerinde de çalışan böylece halka ucuz,
sağlıklı, doğal ürünlerin güvenli koşullarda sunulabildiği aynı zamanda
toplumsal iletişimin ve etkileşimin
geliştirilebileceği mekânlara ihtiyaç
vardır.
Bütün bunlar esas alınarak Diyarbakır Bağlar’da Jiyan sabit semt pazarı;
546 m2 kapalı alanı ve alt yapısı ile
halkımızın hizmetine sunulmuştur.
İçinde yer alan toplam 104 tezgâhta
214 kadın arkadaşımız Çarşamba
günü hariç her gün çalışmaktadır.
Sayının çok oluşunun sebebi çalışan
kadın arkadaşlarımızın hemen hepsi
çocuk sahibi olmaları aslında kendi
içinde ayrı bir dayanışmayı da getirmektedir, her kadın bir yedeği ile bu
işe geliyor. Pazar yerimiz 13 stanttan oluşmaktadır; her standın içinde
8 kadın arkadaşımız çalışmakta ve
bu 8 kadının kendi aralarında seçtiği
bir temsilci ile sorunlar yine pazarcı
esnafının kendi aralarından seçtikleri 5 asil 5 yedek üyeden oluşan
üst yönetime aktarılmaktadır. Pazar
yönetimine 5 asil üye ile birlikte 1
Belediye Başkan Yardımcısı, Kültür
Müdürü ve Belediyeden bir kadın
arkadaşımız koordinatör dâhil edilmiştir.
Bu Pazaryeri satıcılarının tümü kadın olan ilk pazardır. Bu proje ile
hem Bağlar’ın giderek gelişen bu
kesiminde pazar yeri problemine
son veriyoruz; hem de Bağlar’da
yaşayan kadınların kalıcı istihdamı
için bir adım atmış oluyoruz. Tüm
çalışanları kadınlardan oluşan Jiyan
sabit semt pazarı kadınlar için bir
yaşam alanı olmuştur. Şimdilik sayısı yalnızca bir ama umuyoruz açılacak benzer semt pazarları için öncü
olacak ve örnek teşkil edecektir.
Bağlar’daki örneği yaygınlaştırarak
özlemini duyduğumuz özgür yaşamı
her yerde bugünden inşa etmeliyiz.
Toplumsal dayanışmanın, güç birliğinin gelişmesine katkıda bulunacak
bu hizmetler hep beraber demokratik kurtuluşumuz için birer zemin
oluşturmasını umut ediyoruz.
39
Muhafazakarlığın
Dönüşümü ve Kadın Hakları
Berfin Abdaloğlu
Geleneği muhafaza etmek üzerine kurulu devlet
düzeninin en önemli dayanaklarından biri ailenin
ve kadın bedeninin denetimidir. Cumhuriyetin kurulması ile yeni bir format alan modernleşme projesi cinsiyet rejimi açısından her ne kadar görece
iyileştirmeler içerse de özü itibarı ile muhafazakâr
yapısından vazgeçmemiştir. Bunun en önemli nedeni yeni kurulan laik erkek sistemin sadakatini
yüceltmek ve devam ettirmektir. 1926’da Medeni Kanunun çıkmasına 1933 ve 1934’te oy hakkı
eşitliğini sağlayan anayasa değişikliğine rağmen
kadınların o dönem siyasal ve kamusal temsiliyetlerinin önü sürekli engellenmiştir. Somut örneklerinden biri 1923’te kurulan ve kısa zaman sonra aşırı talepleri olduğu ileri sürülerek kapatılan
Kadınlar Halk Fırkasının ardından siyasal yaşama
dâhil olan Türk kadınlar birliği ilk seçimde Nezihe Muhiddini aday olarak göstermiştir. Ve fakat
Cumhuriyet Gazetesi bu durumu “Havva'nın kızları, Meclis'e girip yılın manto modasını tartışacak”
diyerek alaya alır (Türk Hukuk sitesi / Kadın Hakları Çalışma Grubu )
Türkiye kurulalı beri kadın hakları bir adım ileri iki adım geri gitmiştir. Bundan yirmi dört yıl
önce kadınlar “438’e karşı” kampanya ile ciddi
bir başarı elde etmişti şimdi ise çok kısa bir zaman önce tecavüz sonucu doğan çocuğa devlet
bakar gibi kadın bedeni üzerinden fütursuzca bir
politik anlayış devam etmektedir. Sürekli kendini yeniden üreten muhafazakâr devlet sistemi
haklar konusunda bir o kadar geri adım atmaktadır. Belli aralıklarla çıkan torba kanunlarda ileri
demokrasi pratikleri öne sürülürken aslında kadını
eve daha çok bağlayan geleneksel aile normlarını
pekiştiren yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Yeni
muhafazakâr yönetim biçimi bir yandan kadını
40
dışarı çıkarırken öte yandan aynı kadını dışarıda
nasıl denetleyeceğini mevcut iktidar aygıtları ile
birlikte belirlemektedir.
1990 yılına kadar TMK 159.maddesine göre evli
kadınlara, ev dışında çalışabilmek için kocalarından izin alma zorunluluğu getirmekteydi. Kadın
hareketinin çabalarıyla bu madde 29.11.1990 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilince
bu zorunluluk ortadan kalktı. Son tartışılan düzenlemelerin içeriğine göre kadının çocuk sayısına
bağlı evden çalışma modeli, ücretsiz izin süresinin
uzatılması vb. uygulama tartışmaları aile içinde ve
işgücü piyasasındaki cinsiyetçi iş bölümünü derinleştirmekte ve kadının evden bağımsız bir yaşam
sürdürmelerini engellemektedir. Ayrıca kadınların
çalışma yaşamındaki taleplerini bir hak olarak
değil muhafazakâr algı sonucu bir yardım olarak
görmektedir.
Burada mevcut uygulamaların hepsini sıralamak çok mümkün değil. Cinsiyet eşitsizliğini
ve heteroseksüel devlet ve toplum geleneğini
tersyüz etmenin en önemli ayağı liberal sağ/sol
muhafazakârlığın karşısında demokrasiden yana
tavrı güçlendirmek ve toplumsallaştırmaktır.
Özellikle kadının iradesinin ve bedeninin
denetiminin pekiştirilmesi için uygulanmak
istenen politikaların asıl olarak neyi amaçladığı iyi
görülmelidir.
Yolsuzluk ve rüşvetle bulanmış başarısız, otokratik iktidarın geçmişte olduğu gibi kirli uygulamalarını halklar üzerinden örtbas etmelerine izin
vermemeliyiz. Bu açıdan demokratik bir toplumun
oluşmasının en önemli koşulu özgürleşen ve örgütlenen kadındır.
Download