tc gazi üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü kamu yönetimi anabilim

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI
TÜRKİYE'DE SİYASAL İKTİDAR VE ÜNİVERSİTE İLİŞKİSİ YÖK
SONRASI BİR DEĞERLENDİRME
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Mesut Hayati AVAN
Danışman
Yrd. Doç. Dr. Belma TOKUROĞLU
ANKARA, 2013
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI
TÜRKİYE'DE SİYASAL İKTİDAR VE ÜNİVERSİTE İLİŞKİSİ YÖK
SONRASI BİR DEĞERLENDİRME
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Mesut Hayati AVAN
Danışman
Yrd. Doç. Dr. Belma TOKUROĞLU
ANKARA, 2013
i
ÖZET
AVAN, Mesut Hayati. Türkiye'de Siyasal İktidar ve Üniversite İlişkisi
YÖK Sonrası Bir Değerlendirme, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2013.
Bu çalışma siyasal iktidar ve meşruiyet arasındaki ilişkiyi ve siyasal
iktidarın kendisine toplumsal rıza arayışını siyasi düşünceler literatürü
bağlamında incelemektedir. Çalışmanın, ilk bölümü siyasal iktidar ve
meşruiyet
ilişkisinde
ortaya
atılan
tanımlar
ve
eleştiriler
üzerine
yoğunlaşmaktadır. Çalışma, meşruiyetin; statükonun haklılaştırılması, kendi
dışındakileri olumsuzlaması ve toplumun siyasal, sosyal ve ekonomik olarak
yeniden kurulması fonksiyonlarını tartışmaktadır. Bu çalışma, siyasal iktidar
geleneğinin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı yöntemleri üniversiteler
özelinde ele almaktadır.
Bu bağlamda devlet, ideoloji ve eğitim ilişkisini
incelediğimiz çalışmada, eğitimin fonksiyonları, ideoloji ve devlet ile ilişkileri
tartışılmaktadır. Eğitim, Türkiye gibi ideolojik arayışların ağır bastığı ülkelerde
yeni ideolojilerin gelişmesine etkide bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin
tarihsel sürecine baktığımızda eğitim kurumlarının resmi tarih anlayışının
oluşmasında geniş ölçüde kullanıldığını görürüz. Bu araçlardan biriside hiç
şüphesiz üniversiteler. Üniversitelerin en önemli misyonlarında birisi siyasal
hayat üzerine etkisi ve öğrencilerin siyasal konularla ilgili bilgi edinmelerini
sağlamasıdır.
Yüksek
öğretim,
ferdi
siyasal
hayata
hazırlayan
bir
organdır.Bunun içindir ki modern/ulus devletler, öncelikli olarak ele aldıkları
eğitim sistemiyle belirli bir vatandaş tipi üretmektedirler. Bu aynı zamanda
şunu gösteriyor, siyaset eğitimi planlıyor, eğitimde siyasetin meşruiyetine
zemin hazırlıyor.Eğitim kurumlarının en tepesinde bulunan üniversite Türkiye
deki siyasal hayatın hep merkezinde bulunmuştur.Türkiye de çok az şehrimizi
istisna sayabileceğimiz bir
üniversite sayısından bahsetmekteyiz.Yani
neredeyse her şehir de bir üniversite ve o üniversitenin fakülteleri, yüksek
okullarının varlığı ile ciddi bir kurumun varlığından söz edilmektedir.Sadece
bu örgütlenme biçiminin kendisi bile sosyal, siyasi ve kültürel acıdan
incelenmeyi hak etmektedir.Bir devlet politikası haline gelerek her ile bir
ii
üniversite açılması iktidarın meşruiyetini üniversiteler üzerinden yürütmesi
olarak nitelendirile bilir. Üniversitelerin toplumsal hayatta önemli bir yer
tutması siyasal iktidarın meşrulaştırma misyonunu üniversitelere yüklemesi
olarak değerlendirile bilir.
Anahtar sözcükler:
1. Siyaset,
2. Siyasal İktidar,
3. Meşruiyet,
4. Egemenlik,
5. Devlet,
6. Eğitim,
7. Üniversite.
iii
ABSTRACT
AVAN, Mesut Hayati. Assessment Of The Relationship Between
The
Current Political Power And The Universities Made After The Council
Of Higher Education İn Turkey, Master Thesis, Ankara, 2013.
This study attempts to explore the relation between political power and
legitimacy, and the political power’s seek for social consent for itself in the
context of political opinions literature. The first chapter of the study
concentrates on descriptions and criticisms come forward in the relation
between political power and legitimacy. The study discusses functions of the
legitimacy such as legitimated status quo, negation of out of itself, political,
social and economical reestablishment of the society. The study examines
methods used by political power tradition in order to legitimate itself on the
basis of universities. In the framework of the study through which the relation
among government, ideology and education analyzed, functions of the
education and their relations with the ideology and government discussed
within this context. One of the most important impacts of the education on
political institution is to form ideology. Education helps to improve new
ideologies in countries such Turkey where ideological seek is very common.
Considering historical process of the Republic of Turkey, educational
institutions widely used to bring a new conception of history. Undoubtedly,
universities are one of these means. One of the most important missions of
the universities is to enable students to learn about political issues and their
impact on the political life. Higher education is an organ that makes individual
ready for the political life. For this reason, modern/nation states create a
stereotype citizen first of all through the education system. This show that, at
the same time, politics plans education and so education prepares the
ground for legitimacy of politics. University which is at top of educational
institution in Turkey, always been at the center of political life. Turkey has a
great number of university with its some exceptional cities. In other words,
existance of a significant institution is undeniable since there is a university
iv
and so faculty and vocational school almost in every city. For that reason
alone, such form of organization’s itself deserves to be analyzed in terms of
society, politics and culture. As a government policy, establish a university in
each city is described that government implements its legitimacy over
universities. Fundamental role of universities in the social life is considered
that political powers assign their legitimization mission to universities.
Keywords:
1. Politics,
2. Political Power,
3. Legitimacy,
4. Sovereignty,
5. State,
6. Education
7. Universty,
ÖNSÖZ
Eğitim dolayımında bir çalışma yapmaya girişmek zannedildiği kadar
kolay değildir. Böyle bir ihtiyaç hissedilip çalışmalara başlandığı zaman
olayın ne kadar karmaşık ve içinden çıkılması zor bir konu olduğu ancak
konun içine yoğun bir şekilde girildiği zaman görülmektedir. Özellikle bu
güçlük, araştırma içinde konuyu ele alırken yaşadığımız literatür taramasında
kendini daha fazla hissettirmiştir. Sosyolojik bir kurum olarak eğitimi ele
almak ve eğitim kurumunun toplumsallığından kaynaklanan yapısal güçlük ile
yüksek öğretim gibi Türk toplum yapısında sürekli etkin olmuş bir kurumun
üzerine kalem oynatmak tahmin ettiğimden daha güç olmuştur.
Üniversite uzun yıllardan beri Türkiye'nin gündeminde kronikleşmiş ve
bu sorunla birlikte yaşamaya alışmış bir yüksek öğretim sendromu vardır.
Eğitim hayatının en üst noktasında yer alan ve her yıl milyonlarca gencin
peşinden koştuğu yüksek öğretim kurumları olarak üniversiteler; iş,kariyer,
statü gibi bir çok imkanı kendisine talip olan gençlere sunmak gibi reel
imkanların yanında aynı zamanda fikir, ideoloji, siyaset gibi reel karşılığı
olmayan entelektüel olanakları da ontolojik olarak kendisinde bulunduran
kurumlardır.
Ancak
üniversitelerin
Türkiye'de
kronikleşmiş
bünyesinde
bir
bulunan
üniversite
sorunun
imkanların
olması
gerçekleşip
gerçekleşmemesinin dışında; toplumun üniversiteden ve üniversite öğretim
üyelerinden beklentisinin çok yüksek olmasıdır. Türkiye'de siyasal tarihinden
kaynaklanan nedenler dolayısıyla çok yükseltilmiş beklentiler
ve çok
idealleştirilmiş bir üniversite kavramı bulunmaktadır. Üniversite sorunun
çözülmesinden söz edebilmek için sorunlara çözüm bulunması kadar,
üniversitelerden beklentilerin normalleştirilmesi ve gerçekleştirilebilir. Düzeye
getirilmesi gerekmektedir. Yüksek öğretime atfedilen bu anlam Üniversite toplum, üniversite - ekonomi dolayısıyla üniversite - siyaset ilişkisini de
beraberinde getirmektedir. Siyasal iktidarların kadim problemi olan meşruiyet
sorunun çözümünde dönemsel olarak sahneye çıkan kurumların içinde hiç
vi
şüphesiz eğitim kurumu da bulunmaktadır. Siyasal iktidarın kullandığı eğitim
kurumunun en etkin alanı olan üniversite siyaset sahnesine diğer eğitim
birimlerine göre daha belirgin olarak kendini göstermiştir. Bu ilişki; aydın iktidar,
akademi
ve
siyaset
gibi
çeşitli
başlıklar
bile
tek
başına
değerlendirilmeye uygun görülmüş ve çalışılmıştır. Tezde değinmeye
çalıştığımız; üniversitelerin kurulma amacı, misyonu, etki alanı, diğer
kurumlarla olan münasebetine de göz gezdirdiğimizde karşımıza ilk çıkan
kurum siyaset kurumu olmaktadır. Osmanlıda var olan aydınların batıya
gönderilip aldıkları eğitimle batılı hayat tarzını neredeyse Osmanlı toplumuna
anlatmak ve Osmanlı siyasetini meşrulaştırma misyonuna soyunmak aydın
siyaset ilişkisine kadim bir örnektir. Günümüzde bu ilişki yani iktidar ve
üniversite ilişkisi daha karışık ve daha istikrarlı bir boyutta oksimoron bir
görüntü vermektedir.
Bu bağlamda tezde, siyasal iktidarın kendisini meşru kılabilmek için
seçtiği enstrümanlardan biri olan yüksek öğretim kurumlarının siyaset ile
ilişkisi ve bu ilişkiden çıkan sonucun üniversitelerin misyonuna yansıması ele
alınacaktır.
Aynı
zamanda
siyasal
iktidarın
üniversiteleri
kullanarak
araçsallaştırması ve siyasal iktidarın varlığını sosyal bir kurum olan eğitimle
yani Üniversite ile meşrulaştırması incelenecektir. Tezde amaçlanan, siyaset
ve üniversite ilişkisi özelinde Türkiye deki yüksek öğretim kurumlarının
siyasal iktidara meşruiyet zemini hazırlayıp hazırlamadığını kavramsal
düzeyde ortaya koymak, aynı zamanda yüksek öğretim kurumlarının siyaset
ile olan ilişkisini betimleyerek üniversite siyaset ilişkisini analiz etmek bu
araştırmanın amacını oluşturacaktır.
Tezde, ilk olarak felsefe, sosyoloji ve
siyaset bilimi kavramları göz önünde tutularak üniversitelerin devlet
politikalarının uygulama alanlarında aldığı rol,siyasal iktidar ve üniversite;
siyaset ve meşruiyet kavramları arasındaki ilişkiyi incelenerek kavramlar
arasındaki ilişki teorik bir bakış açısı ile ele alınacaktır. Tezde Üniversite ve
siyasal meşruiyet kavramlarının bir birlerine etkisi,Siyasetin üniversiteyi
araçsallaştırması ve meşruiyet alanı oluşturması araştırmanın en temel
varsayımını oluşturmaktadır. Sonuç olarak Üniversitelerin geçirdiği tarihsel
vii
süreç, siyasetin doğası ve meşruiyet arama çabası hakkında farklı
kaynaklarda yer alan çok çeşitli kuramsal yaklaşımları inceleyerek elde edilen
sonuçları farklı bir sınıflandırma ve analiz altında birleştirmeyi amaçlayan bu
çalışma, geniş çaplı bir literatür taraması niteliği taşımaktadır.
Çalışmanın bitmesinde yardımlarını esirgemeyen tez danışmanım
sayın Yrd.Doc.Dr.Belma TOKUROĞLU'na teşekkürlerimi sunmayı bir borç
bilirim.
Mesut Hayati AVAN
viii
İÇİNDEKİLER
ÖZET ...............................................................................................................i
ABSTRACT ...................................................................................................iii
ÖNSÖZ ...........................................................................................................v
İÇİNDEKİLER ..............................................................................................viii
SİMGELER VE KISALTMALAR....................................................................xi
TABLOLAR LİSTESİ...................................................................................xiii
ŞEKİLLER LİSTESİ.....................................................................................xiv
GİRİŞ ..............................................................................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM
SİYASET VE MEŞRUİYET
1.1. İKTİDAR ve MEŞRUİYET....................................................................... 4
1.1.1. Siyasal İktidar .................................................................................. 5
1.1.2. Siyasal İktidarın Tanımı/İktidarın Devleti .......................................... 6
1.1.3. Siyasal İktidarın Gücü ...................................................................... 7
1.2. MEŞRUİYET ........................................................................................... 8
1.2.1. Meşruiyetin Tanımı: İktidarın Ruhu .................................................. 9
1.2.2. Meşruiyetin Gücü: Sürdürülebilir iktidar ......................................... 10
1.2.3. Modern Meşruiyet Arayışı .............................................................. 15
1.3. İDEOLOJİ ............................................................................................. 17
1.3.1. Siyasal Kültür, Dil ve Simge: Birlik, Bütünlük ve Uyum .................. 21
1.3.2. Devlet, İdeoloji ve Eğitim................................................................ 23
1.3.3. Eğitim ve Bilim: İdeolojik Hegemonya Alanı ................................... 24
İKİNCİ BÖLÜM
İKTİDAR, ÜNİVERSİTE VE AYDNLAR
2.1. İKTİDAR KARŞISINDA AYDIN ............................................................ 30
2.2. ÜNİVERSİTE ve AYDIN ....................................................................... 32
2.3. ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNİN ANLAMI ..................................................... 35
ix
2.4. TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE ve MENSUPLARI .................................... 38
2.5. ÜNİVERSİTE, ÖZERKLİK VE AKADEMİK ÖZGÜRLÜK
KAVRAMLARI ..................................................................................... 45
2.5.1. Türkiye Üniversitelerinin Konumu .................................................. 58
2.5.1.1. Tarihsel Gelişimi ..................................................................... 58
2.5.1.2. Türkiye’de Üniversite Sayısının Gelişimi ................................ 61
2.5.1.3. Yükseköğretimde Okullaşma Oranı ........................................ 67
2.5.1.4. Yükseköğretimde Yayın Sayıları............................................. 69
2.5.2. Vakıf Üniversiteleri ......................................................................... 71
2.5.3. Yükseköğretimin Yönetimi ............................................................. 75
2.5.4. Taşra Üniversitesinin Önemi .......................................................... 77
2.5.5. Üniversitelerin Bilgi Üretme İşlevi .................................................. 78
2.5.6. Üniversitelerin Sosyo-Kültürel İşlevleri .......................................... 79
2.5.7. Üniversitenin Üniversal Amaçları Yerel İhtiyaçları Kapsamıyor ..... 80
2.5.8. Yeni Kurulan Üniversitelerin Birincilleşen İkincil İşlevleri ............... 81
2.5.8.1. Üniversitelerin Kurulma Ölçütleri ............................................ 83
2.5.8.2. Ekonomik Etki ......................................................................... 83
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SİYASETİN MEŞRUİYET ARAYIŞI, ÜNİVERSİTE VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
3.1. SİYASAL İKTİDAR VE ÜNİVERSİTE ................................................... 88
3.1.1. Üniversite Yasaları Ekseninde Dönemin Siyasal İktidarının
Üniversite Sistemine Etkisi ...................................................................... 88
3.1.2. Üniversitelerin Kurulması Kararlarına Siyasal İktidarların Etkileri .. 91
3.1.3. Türkiye'de Üniversitelerin Durumu ................................................. 95
3.2. YÖK’Ü HAZIRLAYAN NEDENLER .................................................... 100
3.3. SİYASAL İKTİDAR VE YÜKSEK ÖĞRETİM...................................... 108
3.3.1. 12 Eylül Sonrası İ.Doğramacı Dönemi ......................................... 110
3.3.2. İ. Doğramacı - M. Sağlam (Dalgalı Dönem) ................................. 114
3.3.3. K. Gürüz - E. Teziç (28 Şubat Sonrası Dönem) ........................... 117
3.3.4. Yusuf Ziya Özcan (Normalleşme Süreci 2007- …) ...................... 131
x
3.4. YÖK DÖNEMİNDEKİ GELİŞMELERİN GENEL
DEĞERLENDİRİLMESİ ..................................................................... 136
SONUÇ .......................................................................................................143
KAYNAKÇA ...............................................................................................147
xi
SİMGELER VE KISALTMALAR
ABD
:
Amerika Birleşik Devletleri
AHCI
:
Edebiyat ve Beşeri Bilimler Atıf İndeksi
AK Parti
:
Adalet ve Kalkınma Partisi
ANAP
:
AOBP
:
Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı
AR-GE
:
Araştırma-Geliştirme
BYKP
:
Beş Yıllık Kalkınma Planı
CHP
:
DP
:
DPT
:
Devlet Planlama Teşkilatı
DYP
:
Doğru Yol Partisi
FP F
:
GSYH
:
Gayrısafî Yurtiçi Hâsıla
KKTC
:
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
MEB
:
Millî Eğitim Bakanlığı
MGK
:
MHP
:
MÖ
:
MYO
:
OBP
:
Ortaöğretim Başarı Puanı
ODTÜ
:
Ortadoğu Teknik Üniversitesi
OECD
:
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
ÖSS
:
Öğrenci Seçme Sınavı
ÖSYS
:
Öğrenci Seçme Yerleştirme Sistemi
S.B.F
:
SSCI
:
Sosyal Bilim Atıf İndeksi
ÖSYM
:
Öğrenci Seçme Yerleştirme Merkezi
SHP
:
Sosyal Demokrat Halkçı Parti
TBMM
:
Anavatan Partisi
Cumhuriyet Halk Partisi
Demokrat Parti
Fazilet Partisi
Millî Güvenlik Kurulu
Milliyetçi Hareket Partisi
Milattan Önce
Meslek Yüksekokulu
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Türkiye Büyük Millet Meclisi
xii
TÜBA
:
TÜİK
:
Türkiye İstatistik Kurumu
TÜMÖD
:
TÜSİAD
Tüm Öğretim Üyeleri Derneği
:
ULAKBİM
Türk Sanayici ve İşadamları Derneği
:
Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi
UNESCO
:
Birleşmiş Milletler, Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü
ÜAK
:
Üniversitelerarası Kurul
ÜDK
:
YDK
:
Yükseköğretim Düzenleme Kurulu
YÖK
:
Yükseköğretim Kurulu
Türkiye Bilimler Akademisi
Üniversite Denetleme Kurulu
xiii
TABLOLAR LİSTESİ
Tablo 1: OECD Ülkelerinde Özerklik Endeksleri .......................................... 57
Tablo 2: Türkiye’deki Üniversitelerin Listesi ................................................. 63
Tablo 3: Öğrenci Sayıları Özet Tablosu 2012-2013 Öğretim Yılı ................. 67
Tablo 4: 2010-2011 Öğretim Yılı Yüksek Öğretim Brüt Okullaşma Oranı
(%) ................................................................................................. 68
Tablo 5: Ülkelerin Yurtdışına Gönderdiği Öğrenci Sayıları (2001)................ 71
Tablo 6: Seçilmiş Ülkelerde Özel Yükseköğrenim Kuruluşlarındaki
öğrencilerin toplam öğrenci sayısı içindeki payı(%)........................ 72
Tablo 7: Kuruluş Yıllarına Göre Vakıf Üniversitelerinin Listesi ..................... 73
Tablo 8: Hükümetlere göre kurulan üniversite sayısı (1980-2011) ............. 137
xiv
ŞEKİLLER LİSTESİ
Şekil 1: Üniversite Misyonun Ayrıntılı Anlatımı ............................................. 49
Şekil 2: Türkiye’nin Uluslar Arası Atıf Endekslerince Taranan Bilimsel
Dergilerde Yayınlanan Makale Sayıları(2000-2010) ........................ 69
Şekil 3: Türkiye’nin Uluslar Arası Atıf Endekslerince Taranan Dergilerde
Yer Alan Türkiye Adresli Yayınların Sayısı İtibariyle Türkiye’nin
Dünya Sıralamasındaki Yeri ............................................................ 70
Şekil 4: Türkiye’de Yıllara Göre Öğretim Üyesi Ve Öğretim Elemanı
Başına Düşen Yayın Sayısı (2001-2010) ........................................ 70
GİRİŞ
Devlet, varlığını ve üzerine kurulduğu meşruiyet ilkelerini toplumsal
alanda sürekli hale dönüştürmek için ideoloji ve eğitim gibi araçları kullanır.
İdeoloji aracılığıyla siyasal iktidar kendi ilkelerini topluma dayatır. Eğitim de
bu dayatmanın kurumsal zeminini siyasal iktidara sunar. İdeolojiyi toplumu
düzenlemenin bir aracı olarak kullanan ideolojik devlet geleneğinde siyasal
iktidar,
kendi
ideolojik
elbisesini
bireylere
giydirme
imkanını
eğitim
alanlarında bulur. Siyasal iktidarın özü olan toplumsal birlik, bütünlük ve
uyum sağlama işlevi ideoloji ve eğitim kurumlarıyla gerçekleşir; çünkü birlik,
bütünlük ve uyum siyasal iktidara bütüncül bir iktidar alanı yaratarak total bir
evrenin düzenlenmesi imkanını verir. Bu yüzden hem ideoloji hem de eğitim
sistemi bu ilkelerin topluma dayatılması araçsallığına indirgenir. Bu durum,
siyasal iktidarın ideolojik ilkelerine mutlaklık ve kutsallık katarak eğitim
alanlarında topluma yayılmasını sağlar. Eğitim alanlarında öznelliğini
(varlığını/benliğini) nesnelliğe armağan etmeye koşullandırılmış birey/öğrenci,
siyasal iktidarın bilgi ve “gerçek”lerini mutlak doğrular olarak dayatan
ideoloji/öğreti ve toplumu bir bütün olarak düzenlemeye şartlanmış siyasal
iktidar/öğretmen buluşur.
12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası kurulan Milli Güvenlik Konseyi
tarafından
hazırlanarak,
6
Kasım
1981
tarihinde
Resmi
Gazete’de
yayımlanan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, yükseköğretim sistemini
yeniden yapılandırmıştır. Bu yeni sistemin en önemli unsuru, yükseköğretimin
ulusal düzeyde sevk ve idaresi için Yükseköğretim Kurulu (YÖK) adıyla yeni
bir kurum kurulması ve böylece merkeziyetçi bir yapıyı esas almasıdır. 2547
sayılı Yükseköğretim Kanunu, o derece bu kurumla özdeşleşmiştir ki, bu
kanun “YÖK Kanunu” olarak da bilinir. YÖK’ün çok geniş yetkilere haiz
kılınması, başından itibaren tartışmalara yol açmış ve söz konusu yetkilerin
üniversitelerin “özerklik”lerini sonlandırdığı yaygın olarak dillendirilmiştir. YÖK
ile birlikte akademik ve idarî pozisyonlar yeniden tanımlanmış ve atama ile
yükselme usulleri yeniden belirlenmiştir. Böylece, eskiden öğretim üyelerinin
2
oylarıyla seçilen rektörler, YÖK’ün belirlediği adaylar arasından Cumhurbaşkanı tarafından atanmaya başlamıştır.
YÖK ile birlikte gelen sistem, sıklıkla olumsuz bir şey olarak görülüp
yükseköğretim sistemini “deforme” eden bir sistem olarak nitelendirilmiştir
(Tunçay, 1984:683). Öte yandan, YÖK ile birlikte, yükseköğretimde bir reform
yaşandığı ve önemli iyileştirmelerin gerçekleştirildiği de savunulmuştur
(TÜSİAD, 2003). 1981 yılı öncesi ve sonrası dönem karşılaştırıldığında, her
yönüyle önemli değişimler ve farklılıklar görülür. YÖK, kurulduğundan
günümüze değin, değişik zamanlarda ve zaman zaman alabildiğine şiddetli
tonlarda tartışmalara neden olmuştur. YÖK kimilerince üniversitelerde yaşanan sıkıntının “tek nedeni” olarak gösterilmiş ve üniversitelerin YÖK
dolayısıyla “gerici üretim merkezi” haline getirildiği savunulmuştur (“TÜMÖD:
Faşist YÖK yok edilmeli”, 2000). YÖK, “üniversitelerin MGK’sı” gibi ifadelerle
de nitelendirilmiştir (Coşkun, 2000). YÖK’e ilişkin eleştiriler, hemen her
dönem, çoğu zaman tekrar ve sloganlar eşliğinde gündemdeki yerini
korumuştur.
Kuruluşunun
akademisyen
üzerinden
yeni
henüz
kurulmuş
YÖK
birkaç
yıl
sistemi
geçmişken
üzerine
ünlü
yazdığı
bir
bir
değerlendirmede şöyle demiştir: “Pek çok bakımdan ülke yararlarına aykırı
olan ve toplumun, şimdiki yetkililerinin dışında kalan her kesimin yakındığı bu
sistemin ergeç değişeceğine şüphe yoktur.” (Tunçay, 1984:688). Ne var ki,
1990 sonrası tüm kalkınma planları ve neredeyse bütün hükümet
programlarında YÖK’ün yapısının değişeceği ifade edilmesine rağmen, bu
süre zarfında, YÖK’ün yapısını da değiştiren kapsamlı bir yükseköğretim
reformu gerçekleşmemiştir. YÖK’ü kaldırma vaadiyle iktidara gelen siyasi
partiler
bile,
YÖK’ün
yetkilerini
kısıtlamaya
dönük
köklü
adımlar
at(a)mamıştır. Gelinen noktada YÖK’e dönük tartışmalar güncelliğini
korumakta ve 30. yılını tamamlayan YÖK’e dönük yeni düzenlemeler, hem
akademisyenlerin
hem
de
siyasetçilerin
gündemindedir.
YÖK’ün
ve
yükseköğretim sisteminin yeniden bir düzenlemeye tabi tutulması ve sistemin
3
daha az merkeziyetçi hâle getirilmesi gerektiği yönünde büyük bir uzlaşı
olmasına rağmen, ne tür bir değişiklik veya reform yapılacağı konusunda
henüz somut bir alternatif ortada yoktur.
Bu çalışmada, Türkiye’nin mevcut yükseköğretim sisteminin durumunu
ve siyasal iktidarın üniversiteyle olan ilişkisini; üniversite ve YÖK bağlamında
ele almaya çalışmıştır. Çalışma Üniversitelerin sevk ve idaresinden sorumlu
bir üst kuruluş olan YÖK’e ilişkin tartışmaları tarihsel bağlamına oturtmak için,
öncelikle, yükseköğretim sisteminin tarihsel gelişimi içerisinde üniversite
sorununun ana temaları ele alınmıştır. Ardından, 1980 öncesi durum ele
alınarak, YÖK’ün kurulmasını hazırlayan süreç ve nedenler incelenmiştir.
Daha sonra, YÖK’ün kuruluş süreci ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu
ele alınmıştır. YÖK’ün kaldırılması veya yeniden yapılandırılması taleplerini
daha iyi ortaya koymak için, YÖK’ün ve YÖK’e dönük eleştirilerin gelişimi ve
evrimi; Cumhurbaşkanı, hükümet politikaları ve YÖK Başkanları arasındaki
ilişkiler
çerçevesinde
tartışılmıştır.
Son
olarak,
YÖK
dönemi
yükseköğretimdeki gelişmeler, özet bir şekilde sunulmuştur. Çalışma,
yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasına yönelik genel bir durum
analiziyle sonlandırılmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
SİYASET VE MEŞRUİYET
1.1. İKTİDAR ve MEŞRUİYET
İktidar, siyasi düşünceler tarihinin üzerinde en çok durulan, her
döneme ve her siyasal yapıda tanımı ve içeriğine göre değişikliğe uğratılan
bir kavramdır. Siyasetin temel sorunlarından biri olan iktidar olgusu
çözümlenmeden siyaset ve onunla ilgili tüm olguların çözülemeyeceği bir
gerçektir.
Siyasal
düşünceler
tarihi,
çeşitli
iktidar
kuramları,
iktidar
modellerinin mezarlığı gibidir. Bu yüzden iktidarın evrensel bir tanımını
bulmak oldukça zordur.
Siyaset biliminin temelini oluşturan iktidar ilişkileri düzleminde
meşruiyete atıf yapılmadan fikir beyan edilmemiştir. Meşruiyet, siyasal
iktidarın niçinliğini belirleyen en önemli üst anlamlandırmadır. Meşruiyet,
siyasal iktidarın varlık sebebi ve devam etmesinin tek güvencesidir. Siyasal
iktidarın yasa, emir ve eylemlerinin birey ve toplum nezdinde kabul görüp
uyulmasının tek dayanağıdır. Bu yüzden siyaset, devlet, iktidar ve
egemenliğin konuşulduğu her alan aynı zamanda meşruiyet alanıdır.
Siyasal iktidar toplumsal rızaya dönüşmedikçe bir zoru, bir zorunluluğu
ve bir zorbalığı temsil etmektedir. Bu yüzden tüm siyasal iktidarların temel
problemi, bireysel onama ve toplumsal rıza arayışıdır. İstisnai sayılabilecek
rasyonel demokrasi geleneği olan ülkeleri dışında siyasal düşünceler tarihi
siyasal iktidarların kendilerini haklılaştırma ve rasyonelleştirme tarihinden
başka bir şey değildir. Siyasal iktidarın kaçınılmaz olarak şu soruyu
cevaplaması gerekir ki eylemleri haklı, emirleri uyulabilir, cezaları katlanabilir,
hataları mazur görülebilir olsun veya aşkın bir nedensellik adına insanları
itaate nasıl sürükleyebildiğinin bahanesine onları inandırabilsin; neden ve ne
adına, hangi amaç ve ne/kim için yönetim, bu gücü kullanma hakkını ve
5
yetkisini nereden aldın? Çalışmanın bu bölümünde siyasal iktidar ve
meşruiyet ilişkisini ele alacağız.
1.1.1. Siyasal İktidar
Siyasal iktidar, bir yandan toplumun ne adına yönetileceği sorusuna
cevap verirken diğer yandan nasıl ve kim tarafından bu yönetimin
gerçekleştirileceğini belirler. Siyasal iktidar, iktidarın kaynaklığı konusundaki
çatışmaları, bu çatışmalar ile doğan güç kullanımını, bu gücün hangi temel
yasalar ile meşru kabul edileceğini ve toplumsal düzenin nasıl kurulacağını
ve yönetileceğini (Cox-Furlong/Page, 1985:9) belirleme alanıdır. Bu, dikkat
edildiğinde oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır. Siyasal iktidar, aslında
tüm siyasal ve onun ilişkilerinin belirlendiği temel düzlemdir ki meşruiyet,
şiddet, otorite, itaat, düzen, siyasal ve toplumsal yapılar onun içerisindedir.
İktidarın genel ve evrensel bir tanımını yapma çabası ortaya çok farklı
iktidar çözümlemelerinin çıkmasına neden olmuştur. İktidarı, Gramsci’nin
“hegemonya” ve Foucault’un “yönetsel-ussallık” kavramına gönderimle, tekboyutlu, tek-yönlü ve merkezi bir “eylem yapma ve dönüştürme kapasitesi”
olarak değil, fakat “ilişkisel, çok-boyutlu, çok-yönlü, üretken bir ilişki olarak
düşündüğümüz zaman anlam kazanır. İktidar, hem toplumsal etkinliğin
olasılığı, hem de bu olasılıkların “sınırı”nı belirleyen ilişkidir. (Keyman,
2000;27)
Bu
tanımlamaların,
kaynak
ideolojik
formasyonun
etkisi
ve
şekillendirmesi ile de yapıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Siyasal iktidarı
tanımlayış sorunu, bir ideoloji sorunudur. İdeolojilerin siyasal sisteme yönelik
bakış açıları, iktidarın yeri ve tanımı konusundaki bu farklılıkların temelini
oluşturmaktadır. Davranışçı yaklaşımda, siyasal süreçlerin ve etkilerinin
öncelikle bir 'karar verme' sorunu olarak bireylerin tercihlerinin rolü ele
alınırken, bireyci yaklaşımlar 'çıkar' güdüsünden yola çıkmaktadırlar.
Pozitivist yaklaşım ise iktidarı gözlemlenebilir ve çeşitli çatışma olguları
6
tarafından belirlenebilir bir durum olarak inceler. Bunların karşısında ise
Marx, Durkheim ve Pareto gibi düşünürlerin siyasal iktidarı bir grubun veya
sınıfın diğer grup ve sınıflar üzerindeki hakimiyetini sağlayan araçlar olarak
değerlendirmeleri söz konusudur. (King,1986: 141-143).
1.1.2. Siyasal İktidarın Tanımı/İktidarın Devleti
İktidarın tanımlanması konusunda karşımıza oldukça geniş bir literatür
çıkmaktadır. İktidar; psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve siyasal olarak ele
alınan temel bir kavram olması nedeniyle tüm bu unsurların onun tanımları
içerisinde değerlendirildiğini görmekteyiz. Bu yüzden iktidarı tanımlamak ve
çözümlemek için karşımıza yine yoğun bir kavramlar dizgesi çıkmaktadır.
Akal; iktidarı en genel anlamıyla "bazı kişi ve kümelerin, başka kişi ve
kümeler üzerindeki etkisi" (Akal, 1990:39) olarak ele alır. Bu iktidar tanımı iki
kişi arasındaki ilişkiye kadar indirgenebilecek bir tanımlama olup bir kişinin
diğeri üzerindeki yaptırım gücünü, müdahale yeteneğini ifade eder. Bu
durum, egemen olma, malik olma ve toplumsal ilişkileri buna göre
düzenlemeyi öngörür (Çam, 1994: 82). Bu tanımlamalardan çıkan en basit
sonuç, iktidarın bir eşitsizlik ilişkisi olduğu ve bu eşitsizlikle beraber zorun,
zorlamanın, baskının ve müdahalenin paralel geliştiğidir. İktidarın; gerek bir
etki, gerek eşitsiz güç ilişkilerine dayalı bir zor ve müdahale alanı, gerekse
toplumu düzenleme hak ve yetkisini ifade etsin iktidar ve itaat olarak iki taraf
halinde ortaya çıkan ilişki biçiminin mutlak anlamda kendisini kabul edilebilir
bir nedene, yasaya, ilkeye dayandırması gerekir. Bu olmadan siyasal iktidarın
zoru terörü, müdahalesi şiddeti, yasası zülmü ifade edecektir.
Duverger'ın tanımlamasında otorite ve meşruiyet kavramları iktidar
kavramıyla aynı önemle ele alınır. İktidar kullanıldığı toplumun normlarına,
inançlarına ve değerlerine uygun şekilde oluşan bir etki ya da güç biçimidir.
İktidarın temelinde yatan olgu ise, toplumun açık ya da kapalı bir biçimde
yöneticilerin varlığını kabullenmiş ve onları, 'o' olmasaydı yapamayacakları
7
bir şeyi yaptırmak üzere emir verme hakkıyla donatmış olmalarıdır
(Duverger,1980:125). Bartolli ise iktidarı "devleti ele geçiren kuvvetlerin bir
bütünü" olarak değerlendirdikten sonra bu iktidarın toplumsal bünyeyi bir
bütün olarak temsil etmesi, onun refahını sağlama yeteneğine olan inanç ve
bu inanç ile yasallaştırılmış olması (Çam, 1994:95) gerekliliğini vurgu
lamaktadır.
Günümüzde ise iktidarın bu tanımlamalarının çok sınırlı olduğu
eleştirisi getirilerek yeni tanımlamalar yapılmaktadır. Başta Foucault olmak
üzere,postmodern teoriler iktidarı resmi alanlardan toplumsal alanlara,
cinsellikten eğitime kadar uzanan çok geniş bir düzlem içerisinde ele
almaktadırlar. Onlara göre; iktidar, toplumsal bünyenin günlük pratiklerinde
kılcal damarlar şeklinde işleyen bir ilişkiler ağı olduğu için, toplumsal eylemler
ve uygulamalar içerisinde ele alınmalı ve iktidarın insan ve toplum üzerindeki
mahkûm edici güç eşitsizliğine dikkat edilmelidir (Fraser, 1989: 18).
1.1.3. Siyasal İktidarın Gücü
Güç, etki gibi kavramlar olgusal bir durumu ifade eder. İktidar ise
normatif bir gerçekliği anlatır. İktidarda, çeşitli değer, norm ve ilkelerle
beslenen bir buyurma-boyun eğme, emir-onay ilişkisi vardır. Güç ise fiziksel
veya diğer birçok unsurdan kaynaklanan eşitsiz bir duruma boyun eğmeyi
ifade eder. İktidar salt güce dayanıyorsa bu gücün sürekliliğinin olmaması
anlamına gelir. İktidar için en önemli özellik olan süreklilik, aynı zamanda
iktidarın meşruiyetini ifade eder. Bu anlamda gücün iktidar olarak kabul
edilmemesinin nedeni, salt güce dayanmasıdır. Bu yüzden gücün, doğal
olarak iktidarın gerçek güç olabilmesi için bu gücün kabul edilebilir bir
eşitsizlik nedenselliğine dayanması gerekir. Bu eşitsizliği sağlayan şey ise
güce iktidar sağlayan meşruiyettir. Bu sayede güç, iktidarın kullandığı bir araç
olarak onun normatif değerleri, ilkeleri ile donanır ve meşruluk kazanır
(Duverger,1980: 129). İktidarın diğer yönü ise insanların tehdit ve yasak
8
olmadan bir eylemi yapmasını anlatan etkidir. Devlet, modem anlamıyla
bölünmüş toplumun kurumsallaşmış siyasal iktidarına sahip olan, soyut
olarak ifade edilen egemenlik ve üstünlük anlayışıyla donanımlı bir
gerçekliktir. Burdeau, devleti "onu düşünenlerin kafalarında var kıldıkları bir
gerçeklik" (Akal,1990: 23) olarak ifade ederken devletin soyut, üstün ve
mutlak anlamına dikkat çekmektedir. Devlet, güç kullanma tekeline sahip,
zorlayıcı bir üstünlük olarak otorite ve düzenleyici bir iktidar demektir. "Devlet
iktidarın içindedir. Çünkü iktidar olmadan, otoritenin kurulması ve devam
ettirilmesi mümkün değildir." Devlet, otorite sahibi iktidardır. Otorite bir güç ve
kontrol aracı olarak emir verme, insanlar adına karar verme hakkını elinde
bulundurmak demektir. İktidar siyasal ve felsefi bir anlama ve içeriğe yönelik
bir tanımlama iken, otorite psikolojik ve sosyolojik olarak bir etkinliği ve
yetkinliği ifade etmektedir. Otorite, iktidarın yönetme hakkının yönetilenlerce
tanınması ve kabul edilmesi olarak tanımlar. Bu tanım iktidarın olmazsa
olmaz özelliği olan toplum tarafından onanması gerekliliğini vurgular.
Meşruiyet olgusunu karşımıza çıkartmaktadır. Bir toplumun sosyal, siyasal ve
ekonomik düzenlemelerin ve kurumsallaştırmaların haklılığı yönündeki
inancının süreklilik kazanmaya başlamasıyla meşruiyet ortaya çıkar. Siyasal
iktidarın toplumsal düzenlemeleri niçin, ne adına, hangi yasaya göre
yaptığının bilinmesi veya bunu ilan etmesi meşruiyetin temel özelliğidir.
Meşruiyet, insanların –niçin itaat edeceği sorununun cevabıdır. Bu yüzden
meşruiyet, siyasal iktidara içkin bir sorunsaldır. Ve doğal olarak da otorite,
meşru olan iktidarı (Dayer, 1993: 117) ifade etmektedir.
1.2. MEŞRUİYET
Siyaset biliminin temelini oluşturan siyasal iktidar ve onun eylemlerinin
nitelikleri konusu, aynı zamanda siyasal iktidarın kendisini ve eylemlerini
topluma kabul ettirme sorunudur. Bir meşruiyet kaynağı aramayan,
düzenleyici ya da uygulayıcı gücünü bir yasaya bağlı kılmayan siyasal iktidar
var olamaz. Bir ilkeye ya da yasaya gönderme yapılmadan siyasi iktidar
9
kullanılamaz, sürdürülemez İktidar, toplumu ne adına yönettiğini söylemeden,
toplumdan onaylamadan meşrulaşamaz. Aynı zamanda, hiçbir toplum da,
saygı duyduğu aşkın bir ilke adına var olmayan siyasi iktidara rıza göstermez
ve kendisini yönettirmez. Kısaca, otoritenin beslemediği bir güç ilişkisine
siyasi iktidar adı verilemeyeceği; otoritesiz gücün, yasasız uygulamanın,
ilkesiz kullanımın her türlü sosyal düzenlemeyi imkânsız kılan bir kaosa yol
açacağı (Akal,1991:7) gerçeğinden yola çıktığımızda, meşruiyet sorunuyla
yüz yüzeyiz demektir.
1.2.1. Meşruiyetin Tanımı: İktidarın Ruhu
Meşruiyet kavramının İngilizce' deki karşılığı Latince legitimus ve
legitimatio kelimelerinden türetilmiş "Iegitimacy" ve "Iegitimation" dır. Bu
kavram ilk kullanımı süresince, bir eylemi olumsuz olarak değerlendirme,
mevcut ahlaki ve geleneksel değerlere aykırılık anlamında, reddetme olarak
kullanılmıştır. Zamanla günümüzdeki kullanım alanına geçerek bir söz veya
eylemin
bir
kullanılmıştır.
'ilk
sebep'e
Birçok
uygunluğunun
düşünür,
değerlendirilmesi
meşruiyet
anlamında
tanımlamalarında
ve
yorumlamalarında kavramın bu yönüne, 'sebeplendirme' anlamına vurgu
yapmışlardır.
Meşruiyet, kavram olarak eylemlerin, ilişkilerin ve iddiaların toplumsal
kabul görecek hukuki, rasyonel, zorunlu, ahlaki, makul, doğal gerekçelere
dayandırılmasıdır. Bu, insanların temel bir yasaya göre düşünmeleri, hareket
etmeleri ve yargılanmaları anlamına gelir. Meşruiyet, siyasal iktidarın nüfuz
alanı olarak kabul edilir. Aynı zamanda, bir fiilin hangi ilkeye göre tasdik
edileceğinin referans kaynağını gösterir. Bu yüzden meşruiyet, siyasal olarak
eylemlerin ve inançların kabul edilebilir ölçütlerinin belirlenmesidir. Meşruiyet
olması gerekenler dünyasına ait gerekçelendirmelere ilişkindir. Meşruiyet,
siyasal iktidarın otoritesini dayandırdığı ve topluma deklare ederek kendini
bağımlı saydığı moral düzendir. Meşruiyet, aynı zamanda bir konsensüs
10
derecesini ve devlet içinde yaşayan insanların kuralları kabul etme ve siyasal
iktidarın bu kurallara adil bir şekilde uyduğuna inanmanın derecesini ifade
eder. Meşruiyet, siyasal iktidar ilişkilerinde, ahlaki düzenin ve inanç
sisteminin dayandığı, olması gerekenlerin ve bireylerin bu sistemde neye
göre, nasıl rol alacaklarının ve itaat edeceklerinin belirlenmesidir.
1.2.2. Meşruiyetin Gücü: Sürdürülebilir iktidar
Meşruiyet, siyasal iktidarın bütünsel olarak toplumu kuşatması ve
topluma yayılmasını sağlarken oluşturduğu dil, kullandığı söylem, yarattığı
sembolik ve mitolojik evren, üretilen toplumsal hiyerarşi ile bireysel yaşam
alanlarının da düzenlenmesine hizmet eder. Bunu, meşruiyetin fonksiyonel
aşamaları veya gücün topluma yayılması olarak ifade edebiliriz. Bu aşamalar
siyasal iktidarının süreklilik arayışının işaretleridir. İlk olarak, hayatın
anlamlandırılması ve doğrulanması ihtiyacının karşılanması gerekir. Burada
meşruiyet, amaca uygun objektifleştirilmiş bir dil ve söylem sistemi sunar.
İkinci aşamada duygusal meşruiyet gelir ki bu temel teorik söylemin var olan
toplumsal normlara uydurulmasıdır. Üçüncü düzey ise, bunun teorik
faaliyetlerle özelleştirilmiş bireylerde vücut bulmasıdır. Sembolik evrenler
meşruiyetin dördüncü düzlemini oluştururlar. Bunlar bir sembolik totalite /
bütünlük içinde kuşatılmış kurumsal düzen ve düşüncenin farklı uzmanlıkların
vücuda getirilmesi ve somutlaştırılmasıdır. Sembolik süreç, sosyal hayatın
düşünsel amaçlarının şekillenmesinden daha üste bir durumdur. Sembolik
evren insanların yaşamlarının hiyerarşisine öncelik vererek kurulan kurumsal
düzenin nihai meşruiyetini sağlar. Siyasal iktidarın meşruiyet arayışının
topluma yayılması konusunda farklı yaklaşımlar söz konusudur. Birinci
yaklaşım, meşruiyeti, siyasal iktidara itaat etmenin öğrenme/toplumsallaşma
süreci olarak tanımlar. İkinci yaklaşım kültürel materyalist yaklaşımdır ki
meşruiyeti toplumsal, ekonomik, ekolojik ve kültürel belirleyicilerin etkisinde
tanımlar. Üçüncü yaklaşım, bireylerin eylemlerinin ve kararlarının kendi
rasyonellikleri içinde kendi çıkarlarını düşünerek karar verdikleri bir süreç
11
olarak değerlendirir. Dördüncü yaklaşım, Marksist yaklaşım olup meşruiyetin
yönetici sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket ettiği değerlendirmesidir.
Beşinci yaklaşım olan sentetik yaklaşım ise yukarıdaki tüm unsurların hepsini
birden meşruiyeti tanımlamakta ve yorumlamakta kullanmaktadır. Hepsinde
ortak olan meşruiyetin temel fonksiyonları ise; zorlama ve baskı kapasitesi,
iktidarın haklılığına olan inancın beslenmesi, siyasal iktidarın toplumun
bütününün ve çıkarlarının temsilcisi olduğuna inancın güçlendirilmesidir.
Siyasal iktidarın meşruiyet arayışı, var olan durumu haklılaştırma, statükonun
kabulünü yaygınlaştırma ve kurulu düzeni güvence altına alma arayışıdır. Her
siyasal iktidar, kendisinin haklılığının ölçütlerini ve rasyonel gerekçelerini
araştırır. Daima, kendi iktidarının meşru olduğunu iktidarına yönelik
eleştirilere ve gasp isteklerine karşı savunur. Meşruiyetini yenileyerek
toplumsal alana ilan eder. Kendi meşruiyet tanımlamalarının içinde gayri
meşruluk alanı yaratarak öteki meşruiyet arayışlarını siyasa dışına atmaya
çalışır.
Siyasal
iktidar,
kendi
meşruiyet
alanını
tanımlarken
kendi
dışındakilerin de meşruluk alanını belirlemiş olmaktadır. Siyasal iktidarın bu
meşruiyet alanı, kendisine yönelik değerlendirmelerin de objektif kriterlerini
vererek siyasal sistem içerisindeki toplumsal ve siyasal faaliyetlerin sınırını
çizmiş olmaktadır. Bu sınır, gerek toplumun gerekse siyasal istemlerin
meşruiyet sınırıdır. Bu sınır içerisinde yapılan görüş, eleştiri ve faaliyetler
meşrudur. Diğerleri gayri meşru olarak sistemin dışına itilirler. Bu sistem
kurgusu
içerisinde
meşruiyet
bir
ideolojik
düzen
inşasına
dönüşür.
Dolayısıyla kendi dışındaki ideolojik meşruiyet arayışlarını da ötekileştirirler.
Ötekileştirme, siyasal iktidarın meşmiyetine alternatif meşruiyet arayışlarının
toplumsal değer ve zemin kazanmamasına yönelik bir tavırdır. Bu durum
daha ziyade ideolojik meşruiyete dayanan siyasal iktidarların başvurduğu bir
süreçtir. Bu iktidar tipinin meşruiyet arayışı, bir konsensüs olarak değil de
daha çok bir boyun eğiş olarak tanımlanabilir. Bu süreçte iktidarı yücelten her
teori, her eylem mutlak doğruluğa yükseltilir ve iktidarı eleştiren, ona meydan
okuyan her teori ve eylem de aşağılanır ve reddedilerek dışlanır. Siyasal
12
iktidarın temel sorunu, meşruiyet 'ilk sebep'lendirmesi ile siyasal güç ve
toplumsal düzen arasındaki birlik, bütünlük ve uyumu sağlamaktır. İşte
meşruiyetin ötekileştirme fonksiyonu da bu birlik, bütünlük ve uyumun
bozulmasını tehdit eden tüm unsurların toplumdan ve siyasadan sökülüp
atılması gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarın özü tekleşmek
ve tekelleştirmektir. Bu yüzden birlik, bütünlük ve uyum bu tekleşmenin bir
zorunluluğudur. Çünkü birlik, bütünlük ve uyum siyasal iktidara bütüncül bir
iktidar alanı yaratarak total bir evrenin düzenlenmesi imkanını verir. Bu
durum, siyasal iktidarın meşruiyet yasasına mutlaklık ve kutsallık katar.
Siyasal iktidarın varlık sebebi olan düzenliliğin zıddı olan kaos korkusuyla
birlik, bütünlük ve uyumun bozulması riski toplumun siyasal iktidara olan
ihtiyacını, dolayısıyla itaatini arttırır ve buna yönelik itiraz ve redIerin düşman
ilan edilip yok edilmesine meşruluk kazandırır. Bu karşıtlık yoluyla siyasal
iktidar toplumu bölücü ve bozguncu "ihanetlerden"/ötekilerden koruyan bir
misyona bürünür. Son tahlilde birlik, bütünlük ve uyumun koruyucusu siyasal
iktidar
ile
toplumun
ortak
düşmanları
olan
bireysellik,
parçalanmışlık, uyumsuzluk, bölücülük bu düzenin dışına
çoğulculuk,
atılır.
Bu
çatışmanın sürekliliği içinde, meşruiyet de yenilenerek süreklilik kazanır.
Hiçbir meşruiyet arayışı kendi dışında bir ilk sebep, bir yasa ve bir kaynak
kabul etmez. Bu yüzden diğer meşruiyet iddialarını düşman ilan edip
ötekileştirir. Siyasal iktidar, ötekileştirdikleri ilc olan mücadelesinin haklılığına
toplumu inandırdığından dolayı ötekilerle savaş, meşruiyetin bir misyonuna
dönüştürülür.
Bu
misyon
siyasal
iktidarın
halk
tarafından
daima
meşrulaştırılmasına kaynaklık eder. Bunun sonucunda meşruiyet, devamlı bir
teyakkuz ve savaş durumunu temsil eder.
Meşruiyetin savaş, siyasal iktidarın ötekileri yok etme süreci olarak
okunduğu düzende rıza yerine zor, ikna yerine tehdit, adaptasyon yerine
manipülasyon, güven yerine korku, uyum yerine şiddet ve bütünleşme yerine
yabancılaşma egemen olur. Siyasal iktidarın sürekliliğini sağlama uğraşı ile
toplum ve iktidar için ortak düşmanlar yaratmak meşruiyetinin sürekliliği
birbiriyle örtüşür.
13
Meşruiyetin diğer bir önemli fonksiyonu, toplumsal, siyasal ve
ekonomik kuruculuktur. Meşruiyet, oluşturduğu siyasal ve toplumsal bütünlük
dünyası içerisinde toplumsal düzenlemeler yapar ve bu düzenlemeler gereği
bireyin bu bütünlüğe entegrasyonunu sağlar. Meşruiyet, insanların her alanda
başvuracakları,
ona
değerlendirecekleri
davranacakları
göre
ve
sosyal,
ilkeleri
isimlendirebileceğimiz
hareket
siyasal,
belirler.
gibi,
edecekleri,
ekonomik
Bunu
bütünsel
hayatı
ona
göre
yapıda
ona
göre
dünya
görüşü
olarak
ortak
değerler
sistemi,
bilinç,
rasyonelleştirme olarak da ele alabiliriz. Bunlar meşruiyetin entegrasyon,
bütünleştirme ve uyumlulaştırma kriterlerini göstermektedir. İşte bu saikler ve
amaçlar doğrultusunda siyasal iktidar; siyasal, toplumsal ve ekonomik
alanları
kendi
himayesi
altında,
kendi
belirlediği
meşruiyet
'yasa'sı
doğrultusunda yeniden üretmeye yönelir. Siyasal iktidar, siyasal sistemle
içselleştirilmiş bireylerden oluşan bir toplumsal düzen yapılanması ister ve bu
sayede mutlak meşruiyete dönüşmeye çalışır. Siyasal iktidar meşruiyetini
kurmak ve sürekliliğini sağlamak için; meşruiyete uygun olmayan tüm hukuku
ortadan kaldırmak; meşruiyetıc çatışan, onu yalanlayabilecek bütün dinsel,
ahlaki, bilimsel inançları, teorileri, fikirleri, vicdanları yasaklamak; kendi
ideolojisini yaratmaya çalışmak: kendi doktrin elbisesini giydirmek için
gençleri zorla eğitmek; bütün düşmanları susturmak ve bütün iletişim
araçlarını ele geçirip kontrol etmek zorundadır. Her ne pahasına olursa olsun
meşruiyetin
kurulması
ve
sürdürülmesi
başlı
başına
bir
meşruiyet
yoksunluğunu gösterir. Eğer meşruiyet, tercihler ve rıza yerine zor ve
zorunluluk üzerine kuruluyorsa, doğası gereği yok demektir. Bireysel
özgürlükten ve toplumsal rızadan kaynaklanmayan siyasal iktidar meşru
olamaz. Tek meşruiyet kaynağının güce dayandırılması ve toplumu zorla
itaat ettirecek araçlara sahip olunması sadece baskıcı bir gücün varlığına
işarettir ve bu gücün adı ancak zorbalık, diktatörlük veya otokrasi olabilir.
Siyasal
iktidar,
elbette
meşruiyet
olmadan
da
kurulur
ancak
asla
sürdürülemez. Meşru iktidar, sürdürülebilir iktidardır. Bu yüzden her iktidar
kendi meşruiyetine olan inancı kurmak, geliştirmek ve sürdürebilmek için
uğraşır. Her iktidar var oluş kurucu meşruiyetini var kılış/toplumsal
14
düzenleme meşruiyeti haline dönüştürmek ister. Siyasal iktidar kendisini
koruma altına almak, çıkar birliğini korumak ve onun hedeflerine yönelik
muhalefeti, meşruiyetine yönelik eleştirileri ortadan kaldırmak için toplumda
birlik ve düzeni sağlamaya çalışır (Weber,1993:214).
Toplumsal birlik sağlama gerekliliği beraberinde bir siyasal ve
toplumsal evren oluşturmayı da zorunlu kılar. Entegrasyon dediğimiz bu
dünya kurgusu, tek biçimlileştirilmiş bir evrende çeşitli parçaları kendine göre
biçimlendiren, onları düzenleyen merkezi fikir ve anlamlar dünyasını ifade
eder ki modern iktidar söylemleriyle ortaya çıkan ideolojilerin meşruiyet
arayışı da bu ilk sebepten kaynaklanır. Meşruiyetin ilk biçimi, bilimsel bir
şekilde haklılaştırma ve sistematik fikirlerin, ideolojilerin ve ilkelerin üretilmesi
ve topluma dayatılmasıdır Daha sonra ise, tutarlı bir modelde bütün kurumlar,
normlar, değerler, düşünce sistemleriyle tekleştirilerek tasarlanmış, mantıki
anlamda entegrasyon sağlanır Bu açıdan bakıldığında, bir toplumsal düzen
kurma gücü iktidarı ve onu bütünleyen dünya görüşü ideoloji de birbirini
besleyen meşruiyet arayışıdır ve bu arayış siyasal iktidarın en küçük alanı
olan bireysel tercih ve özgürlükler dünyasını belirlemeye kadar indirgenir.
Doğası gereği bireysel hak ve özgürlüklere dayalı toplumsal rızanın siyasal
iktidarı belirleme meşruiyetini ters çevirerek meşruiyeti kendinden menkul
iktidar söylemine geri döneriz. Ye bu mutlak iktidarın; bireysel tercih, hak ve
özgürlükleri ve toplumsal rızanın ölçütlerini kendisinin belirlemesi gerektiği
meşruiyetine mahkum oluruz.
Unutulmamalı ki; siyasal iktidarın kendisine meşruiyet dayanakları
olarak gösterdiği ilkeler, bireyler ve toplum tarafımdan meşrulaştırılmadıkça
mutlak meşruiyete ulaşmaz. Bu yüzden, meşruiyet sorunu tek yönlü bir sorun
olarak kabul edilmelidir; bireysel tercihten toplumsal rızaya, toplumsal
rızadan siyasal iktidara. Machiavelli'yi modern meşruiyet arayışının öncüsü
yapan da belki onun yaptığı şu vurgulardır; " ... Prens, hiçbir zaman
kaypaklığını
şirin
göstermek
için
haklı
gerekçeler
bulmakta
darda
kalmamıştır. Prensin tüm iyi ve mükemmel meziyetlere sahip olması
15
gerekmez. Onlara sahipmiş gibi gözükmesi yeter" (Machiavelli,1994: 110).
"Prens her zaman aynı halkla yaşamak zorundadır. Bu yüzden kendisine
büyüklerden gelecek düşmanlığa karşı halkın desteğini hep sürdürmeye
çalışmalıdır" (Machiavelli, 1994: 77). Machiavelli' den çok daha önce Platon
iyi
ve
yararlı
yalan
dediği
"Madenler
Mitosu"
ile
aynı
amacın
gerçekleşmesine, yani toplumsal uyum ve kurulu düzenin kabul edilerek
hiyerarşik dengesizliğin meşrulaştırılmasına hizmet edecektir.
1.2.3. Modern Meşruiyet Arayışı
Modem devlet öncesindeki iktidar ve meşruiyet ilişkisinin, irrasyonel
gerekçelere dayandığı, modem devlet ile bu irrasyonelliğin yerine bilimsel
gerçekliğin hakim olduğu iddia edilmektedir. Modem öncesi siyasal ilişkilerin
doğaüstü güç eksenli olduğu ve toplum dışındaki güçlerin din, gelenek,
mitoloji ve önderlerin telkinleri ile toplumda içselleşmesi sonucu ortaya çıktığı
öne sürülmektedir. İktidar, bu toplumlarda kurumsallaşmamış ve süreklilik
kazanamamıştır. İktidarın beslendiği meşruiyet kaynakları da yine doğaüstü,
mistik, mitolojik ve dinseldir. Ortaçağdaki Papa ve İmparatorun ikili iktidarı,
modem devletin tek ve bölünmez iktidarını engellemektedir. Kralların
parçalanmış iktidar yerine tek, mutlak ve bölünmez iktidar ile tarih sahnesine
çıkmaları modern devletin kuruluşunun ilk aşamasıdır. Bu dönüşüm
döneminin düşünürü olan Machiavelli siyasal iktidarın niteliklerini, çıkar
ilişkilerini, amaç olan için siyasal iktidarın bir araç olarak kullanılacağını
(Cassirer, 1984: 141) ifade ederek devleti, olması gereken yüksek bir
meşruiyet amacına araç kılmıştır. Bu yeni dönem siyasal iktidara rasyonel
gerekçeler ve meşruiyet kaynaklarının araştırıldığı bir dönemdir. Eskinin
mitolojik, dinsel ve doğaüstü meşruiyet yasaları yeni çağın aydınlanmacı aklı
karşısında tutunamamıştır. Machiavelli' in insanı devletin otoritesi ve disiplini
altına alarak, neyin iyi neyin kötü olduğunu artık devletin belirleyeceği: eğitim,
din, insan ve ekonominin kendi başına bir erek olmayıp siyasal iktidarın bir
16
aracı olduğu (Ağaoğluları - Köker, 1991: 194)
söylemi, modern iktidarın
meşruiyet arayışının ilk işaretleridir.
Machiavelli ile yeni bir insan, yeni bir toplum anlayışına dayanan yeni
bir iktidar ve meşruiyet kurulmuştur. Dinsel olan dünyevi olandan dışlanmış,
kader yerini insanın iradesine bırakmıştır. Dinin egemenliği parçalayan
iktidarı yok edilerek "tek" bir iktidar ve meşruiyet söylemi ortaya çıkmıştır.
Fakat Machiavelli ile ortaya çıkan egemenliğin birliği ve bölünmezliği
kuramlarını eksikliğini
ve
meşruiyetin
rasyonel kaynaklığının/süreklilik
yokluğunu modern teorisyenler toplum sözleşmesi ile kapatacaktır.
Doğa biliminin her alanda kullanılmaya başlamasıyla birlikte siyasette
yeni bir yaklaşım gelişmiştir. Doğaya uygulanan bilgi siyasal alana da
uyarlanmıştır. Siyasal alan, bir rastlantılar alanı değil, doğal ilkelerden oluşan
doğal haklara tabi bir alandır. Stoa felsefesine kadar geriye giden doğal
düzen felsefesinde, kilisenin boşluğunu doldurmak için doğal bir din ve doğal
haklar anlayışı gelişmiştir. Bu anlayışın merkezinde ise insana ve insan
aklına olan büyük güven yer almaktadır. Tüm insanlar doğal haklara
sahiptirler ve bu haklarından dolayı da kendilerini yönetecek iktidarı belirleme
hakları vardır. İnsanın bu yeni duruşu, toplumsal düzenin özgür bireysel
eylemlerle oluştuğu ve yönetilenlerin gönüllü sözleşmeler aracılığıyla iktidara
itaat etmesinin gerekirliği düşüncesini geliştirmiştir.
Toplum sözleşmesi teorileri ile siyasal iktidar ilişkilerinin üzerine
oturduğu üç temel alan, üç meşruiyet kaynağı ortaya çıkmıştır: devlet, toplum
ve birey. Bu üç meşruiyet kaynağının temellendiği üç meşruiyet ilkesi/yasası/
amacı da doğal olarak ortaya çıkmıştır; güvenlik, eşitlik, özgürlük. Modern
siyasal iktidar meşruiyetinin kaynaklığını bu üç olgudan birini esas alarak
oluşturur Modern devlet teorilerinde siyasal iktidara rasyonel meşruiyet
kaynakları arayışı sürecinde bu üç olgunun esas alındığı kuramlarla
karşılaşırız. Özellikle toplum sözleşmesi meşruiyeti bağlamında bu üç
unsurdan kaynaklı arayışlar söz konusudur. Devleti, toplum sözleşmesinin
merkezine koyan Hobbes için meşruiyet, güvenlik demektir.
Güvenlik
17
kaynağına dayalı meşruiyet arayışının yol açtığı devlet modelleri de doğal
olarak otoriter ve totaliter bir kimlik alacaktır. (Hobbes. 1993:138) Rousseau
ise toplum sözleşmesi kuramında devletin meşruiyetini toplum kaynaklı
olarak kurar Eşitlik anlayışını temel alan bu argümanda toplumun tümünü
temsil eden genel irade ile siyasal iktidar özdeşleştirilir. Devlet toplum, toplum
devlet olur. Toplumsal ve siyasal eşitliği ve özdeşliği bozacak her türlü olgu
genel
iradenin
mutlaklığının
(Rousseau, 1966:10)
meşruiyeti
gereği
sistemin
dışına
itilir.
Bu kuram Sosyalist ve Kolektivist yönelimli siyasal
iktidar modellerine kaynaklık etmiştir. Bireyi ve bireysel hakları toplum
sözleşmesinin merkezine oturtan Locke ise güvenlik ve eşitlik yerine özgürlük
arayışını meşruiyet kaynaklığı olarak kabul eder Doğal haklar ve özgürlükler
tüm
siyasal
iktidar ilişkilerinin
meşruiyet
gerekçesidir
ve
bunlardan
kaynaklanmayan hiçbir hak ve yetki siyasal iktidar adına kullanılamaz(Locke,
1969: 166). Özgürlüğe dayalı devlet gelişiminin temel argümanı olan bu
meşruiyet arayışı Liberal ve demokratik devlet geleneklerinin temel ilkesi
olmuştur. Bu üçlü meşruiyet kaynağı ve ilkesini, modern devlet kuramcılarının
teorileri ışığında günümüz düşünürlerinin de yaklaşımıyla inceleyeceğiz.
1.3. İDEOLOJİ
Devletin bireyi ve toplumu kurması ve düzenlemesinin en önemli
araçlarının başında ideoloji gelir. İdeolojinin gücü, siyasal iktidarın belirlediği
tanımlar ve amaçlar çerçevesinde toplumu kurma ve ona bir üst kimlik verme
konusundaki etkinliğinden kaynaklanmaktadır. İdeolojinin işlevi tek başına
bağımsız bir işlev değildir. Onun araçsallığı devletin amaçsallığı ile doğrudan
ilişkilidir. Devlet, toplumu belirlenmiş bir düzen içinde tutan, bu düzeni
koruyan, total bir birleştiricilik ile üst belirleyici olan ve bir dünya görüşü ile
toplumsal bütünlük ağlayan (Poulantzas, 1992:40-41) bir üst siyasal iktidar
alanıdır. Laclau, devlet tanımlarından yola çıkarak ideolojiyi
toplumsal
formasyonun birlik ve beraberliğini sağlayan ve devam ettiren, sistemin
toplumsal koşullarını sürdüren ve yeniden üreten ve devletle aynı amaca
18
yönelmiş bir düzen” (Laclau, 1998:73) olarak anımlamaktadır. Althusser de
ideolojiyi,
“toplumsal
formasyonun
belirleyicisi,
buna
göre
toplumu
dönüştürücü ve bireyleri bu ilişkiler ağı içerisinde yönlendirici egemen fikirler
ve tasarımlar sistemi” (Althusser, 1991:47) şeklinde tanımlar. Kısaca ideoloji,
insan düşüncesinin ve eyleminin amacını, bu amaçlara nasıl varılacağını
tanımlayan ve sosyal ve fiziki gerçeklerin niteliğini belirleyen bir değerlendirici
prensipler sistemi olarak tanımlanabilir.
İdeoloji, siyasal iktidarın toplumu şekillendirmesi, toplumun da siyasal
iktidarı değerlendirmesi açısından objektif kriterler sağlayan önemli bir
meşruiyet aracıdır. Fakat, ideolojilerin bir üst düzenleyici güç olarak devletin
belirleyici alanı içerisinde olmasından dolayı bu objektif kriterler çoğu zaman
subjektif değerlere dönüşmekte, devletin kendine ve eylemlerine meşruiyet
kazandırmak için farklı yorumlarına maruz kalmaktadır. Siyasal iktidar, belki
de ideolojinin meşruiyet kazandırmadaki bu esnekliğinden dolayı ona bağlı
bir görüntü arz etmektedir. Kendisiyle beraber değişen ideolojik tanımlamalar
ve yorumlar siyasal iktidar alanını genişletmektedir. Ayrıca ideolojiler, siyasal
iktidara her zaman topluma müdahale hakkını ve imkanını sunduğu için güçlü
bir meşruiyet aracıdır. Siyasal iktidar kendi meşruiyetinin kriterlerini ideolojiler
çerçevesinde belirler. Bu ideolojik çerçeve aynı zamanda toplumsal ve
siyasal eylemlerin de meşruiyet çerçevesini oluşturur. Bu anlamda ideolojiler,
devletin sistemi kontrol mekanizması olarak işlev görür. Toplumda ve
siyasada hangi düşüncenin ve eylemin meşruiyet sınırları içerisinde olduğuna
siyasal iktidarın ideolojisi karar verir.
Siyasal iktidarın en önemli fonksiyonlarından biri olan bütünleşmiş
düşüncelerden oluşan total bir sistem kurmak, siyasal iktidarın eylemlerini
doğrulamak, hayatı tanımlamak ve bu tanımlı hayatı bireylere haklı olarak
göstermek amacı ideoloji ile gerçekleştirilir. İdeoloji, iktidar ilişkilerini
gizleyerek tartışılmaz ve itiraz edilmez bir boyuta taşır. İdeoloji ile iktidar,
dogmatik inançlara, köklü ve zorunlu kabullere, mutlak gerçekliklere ve
değişmez ilkelere yükseltilir. İdeolojiler, görüş açısı, inanç sistemi, fikirsel
19
bütünlük değerlerinden aşkın olarak anlatım kesinliği, merkezi bir ahlaki veya
bilişsel eksen etrafında sistematik olarak kümelenme derecesi, geçmişin ve
çağın düşünce türleriyle yakınlığı, yeni unsurlara veya çeşitliliğe kapalılık
derecesi, davranışı etkilemeye çalışma derecesi, beraberinde getirdiği etki,
katılanlardan istenen fikir birliği, fikrin meşruluğunun ne oranda bir otoriteye
bağlandığı, inancı gerçekleştirmeyi üstüne almış bir kurumla ilişkisi en yüksek
bütünleştirici düşünce yapıları olarak iktidara çok boyutlu bir güç ve içerik
kazandırır.
İdeolojisi olmayan siyasal iktidarın toplumu kurma, statükoyu koruma
ve siyasal, toplumsal ve ekonomik mühendislik derecesi oldukça düşüktür.
Siyasal iktidar, bütünleştirici ve total anlamlar ve eylemler dünyası kurma
gücünü ideolojiler sayesinde kazanır. İdeolojiler de tıpkı yerine ikame
oldukları dinler gibi, çok güçlü bir iman gerektirir ve kendi dışındaki dünyaları
cehennem, kendi vaat ettiği dünyayı ise cennet olarak tasvir eder. Marx’ın
ifadesiyle ‘halkın afyonu’ olan dinlerin reddiyle ortaya çıkan toplumun afyon
ihtiyacını ideolojiler dinselleşerek gidermişlerdir. (Marx,1997:191) Bu yüzden
ideolojiler tüm insanlığa cennet vaadiyle, aynı dinselliğin ‘evrensellik’ ilkesinin
kullanılmasıyla da yukarıda ifade ettiğimiz totalitarizmin aracı olmuşlardır.
İdeolojiler toplumun ortak inanç ve iman sistemi, o toplumun hayatını
düzenleyen kültür, kollektivitenin ve içinde bulunulan şartların totalitesine
yönelmiş bir fikir sistemi, toplumu bu sisteme uygun olarak kurma süreci ve
yönelinen gelecekteki amaç dünyasının ilkeleriyle örülmüş ilişkiler ağı
(Parsons, 1951:349) olarak dinin tüm görevlerini üstlenmiş bulunmaktadır.
İdeolojilerin, siyasal iktidarı elinde bulunduran sınıfların kendi çıkarları
doğrultusunda toplumun gerçek ortamının dışında üretilmesinin onu bir
yalanlar ve ikiyüzlülükler dünyası olarak karşımıza çıkardığını ve iyiliğin,
mutluluğun ancak bu ideolojik ilkeler içinde sağlanabileceği iddiasının bir
yalanlar üst yapısı olduğu iddiası siyasal iktidar ilişkilerindeki eşitsizlikleri
koruma, sürdürme, gizleme ve maskeleme fonksiyonuna işaret eden bir
gerçekliktir. İdeolojiler, siyasal iktidarca belirlenen ilerleme, çağdaşlaşma, iyi
20
ve refah içinde adil bir toplum yaratma amaçlarına meşruiyet kazandırarak
daha iyi bir gelecek ve mevcut siyasal ve toplumsal yapıya süreklilik
kazandırmak için statükoyu koruyucu bir rol oynamaktadırlar. Bu rol, zamanla
insanlar daha iyiye gidecek, medeniyet seviyesi yükselecek, toplumu
ilerletecek daha etkin araçlar bulunacak iddiaları ile siyasal iktidarı elinde
bulunduran güçlerin siyasa ve toplum içindeki ayrıcalıklı yerini pekiştiren bir
roldür. Bu, geleceğin iyiliği ihtimaliyle bu güne meşruiyet kazandıran bir
durumdur. Bu rol ile birlikte siyasal iktidarın meşruiyeti sağlanmakla birlikte
siyasal iktidarın toplumu ilerletmek, medenileştirmek ve mutlu kılmak için
daha da güçlenerek siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlardaki egemenlik ve
müdahale imkânı arttırılmaktadır. Bu rol, topluma devletin belirlediği alanlar
dışında hareket hakkı ve imkânı tanımadığı için siyasal iktidarın total yönünü
içermektedir.
Tüm bu cevapların amacı, bireyleri var olan ideolojik dünyayı kabul
etmeye, ona boyun eğmeye ve onun dışındaki dünyaların gerçekleşmesinin
imkânsızlığına inandırmaktır. Bu dünya, bireylerin kaçınılmazlıklar ve
zorunluluklar dünyasıdır. Bu yönüyle ideoloji, geleneksel toplum haritalarının
modern çağlarda faydalarını yitirmeleri sonucu yeni bir toplum anlamları
haritası üretme çabasıdır. (Mardin, 1976:7)
İnsan, üretilen bu haritanın içerisinde üretilmiş bir araçtan başka bir
şey değildir. İnsan, bu aşkın ideolojik kuşatmanın ve kendisine verilmiş dünya
görüşünün karşısında sınırlı ve güçsüzdür. İnsan, sadece kendisine verilmiş
bu amaçlar doğrultusunda çalışması gereken bir köledir. Efendi ise, siyasi
düşünceler tarihi boyunca çeşitli isim ve sembollerle karşımıza çıkan siyasal
iktidar ve onun adına gücü kullananlardır.
Hegel bu durumu şöyle meşrulaştırır; “insan, tarihin içinde kendisinden
daha yüksek ve gizli bir kuvvet ve amaç için çalışır. İnsan, bu yüksek amacın
gerçekleşmesine yarayan bir araçtır, amacı belirleyen dinamik unsur ise
Geist (Tin) dir. İnsanlık tarihi, aslında soyut us olan Tinin kendini dünyada
idrak edişinin bir görüntüsünden ibarettir. Bu, dünya görüşü anlamındaki
21
‘Weltanschaung’dır.” (Gökberk, 1974:450) ‘Weltanschaung’; düşünsel içerik,
iddia ve ona göre konumlanma, ona göre hareket etmedir. ‘Weltanschaung’;
insanı, toplumu, siyasayı ve evreni yorumlayan katı ve kapılı toplumsal
mobilizasyon ve manipülasyon aracıdır. ‘Weltanschaung’; toplumun topyekûn
olarak tek bir ideolojik alan içerisinde sistemle bütünleşmiş bir şekilde ‘siyasal
iktidara göre’konuşlandırılmasıdır.
1.3.1. Siyasal Kültür, Dil ve Simge: Birlik, Bütünlük ve Uyum
İdeolojilerin belirlediği alanda, hem siyasal iktidara hem de topluma
yönelik ilkeleri, davranış kalıplarını ve siyasal ve toplumsal simgeleri,
sembolleri ve dili içine alan siyasal kültür, bu unsurların hangi amaçlara göre
kendisini tanımlayacağı sorununun cevaplarını oluşturmaktadır. Bir toplumun
siyasal kültürü aynı zamanda o toplumun siyasal iktidara yönelik olarak
geliştirdiği inanç, davranış, tutum, duygu ve değer yargılarının oluşturduğu
bütünü temsil eder.
Siyasal kültür sosyal, siyasal ve ekonomik alanda gerçekleşen tüm
belirleyicileri ve değişim dinamiklerini ifade eder. Siyasal kültür siyasal
değişmeyi, toplumsal değişmeyi, siyasal sisteme yönelen desteği, toplumla
devlet arasındaki ilişkiyi, siyasal baskıyı, siyasal iktidarı, siyasal eylemleri
içeren geniş bir alandır. Bu alanı belirleyen tek şey ise siyasal iktidarın
kurucu
ilkeleri
ve
ideolojik
yansımalarıdır.
Siyasi
kültür,
toplumun
geleneklerinin, toplum kurumlarının ruhunun, bireylerin arzu ve ortak
çıkarlarının ve liderlerinin siyasal davranışlarının rastlantısal bir tarihi tecrübe
olmayıp anlamlı bir bütün olarak birbirlerine uymalarını kontrol altında tutar.
Siyasal kültür hem bir toplumun top yekûn tarihinin, hem de toplumu
meydana getiren insanların sosyo-ekonomik yaşantılarının ürünü olarak
ideolojik ilkelere uyumlu bir bütünlük sergiler. (Yücekök, 1987:13)
Siyasal yapıyı hazırlayan ve halkın davranışlarına yön veren siyasi
kültürün en önemli unsuru inançlar ve kanaatlerdir. Sosyal yapı, dinsel
22
değerler, siyasal hedefler, ideolojik söylem ve dil birbiriyle iç içe geçmiş
siyasal kültür unsurlarıdır. Siyasal kültürün en önemli sorunu, kişilerin
kendilerini ne ölçüde siyasal ve toplumsal bütünlüğün bir parçası saydıkları
sorunudur. Eğer toplumun fertleri, kendilerini bu bütünlüğün birer üyesi
saymayıp bağlı hissetmiyorlarsa, siyasal gelişim çok ızdıraplı ve sürtüşmeli
bir süreç olarak belirecek ve meşruiyet krizleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda
toplumun fertleri ulusal sorunlar karşısında kaygısız, ilgisiz kalacak kendilerini
yalnızca çevrelerine ve ilksel kurumlara karşı sorumlu hissedeceklerdir.
Toplumun içine düştüğü herhangi bir sorunun muhatabı yine toplum olmadığı
takdirde çözüm güçleşecektir. Bu yüzden siyasal kültür, siyasal iktidarın
bütünleştirici ve uyumlulaştırıcı gücü karşısında yenilecek ve kendisini bu üst
belirleyici gücün eline teslim edecektir.
Siyasal iktidar, siyasal kültürün tamamında egemen olma istekliliğine
sahiptir. Bu yüzden, siyasal kültüre yönelik müdahalelerde bulunur. Siyasal
kültürü belirleyen üst meşruiyet yasası uyarınca siyasal kültürdeki değişimleri
kontrol altına alır. Çünkü siyasal kültür değişimi, siyasal iktidarın toplumsal ve
siyasal yapının değişmesini beraberinde getirir. Bu yüzden modern siyasal
iktidarlar sadece siyasal iktidar alanını değil, bir bütün olarak toplumun her
parçasını etkisi altına alır. Siyasal iktidar, bir parçada meydana gelecek
değişimlerin tüm parçaları etkilemesine ve kendisine göre şekillendirmesine
izin vermez. Bu yüzden siyasal kültürün bütünlüğünü ve uyumunu ideoloji
aracılığıyla koruma altına alır. İdeoloji ve siyasal kültür büyük ölçüde simge
ve dil aracılığıyla siyasal ve toplumsal hayatta yer eder.
Aynı zamanda ideoloji ve siyasal kültürler de düşüncenin öneminden
çıkan, ona dayanan temel görüntülerdir. İdeolojiler ve siyasal kültürler kendi
meşruiyet
yasalarını
topluma
kabul
ettirebilmek
için
sembollerden,
simgelerden ve dilden faydalanırlar. Kullanılan dil ve semboller, ‘dünya
görüşü’ içinde yer alan ve çok önemli toplumsal fonksiyon yerine getiren
unsurlardır. İnsanın etrafındaki kâinatı anlamasına yarayan bu ‘görüş’, bir
kültür bütünü olarak karşımıza çıkar. Kültürün oluşturduğu parçalara da
23
simge denir. Simgeler, topluma iki alanda rehberlik eder. Birincisi, bilgilerin
sistematikleştirilmesini mümkün kılan bilişsel çerçeveyi sağlar. İkincisi, iyikötü gibi ahlaki ve duygusal hayata bir düzen verir.
Her simge, her sembol, her kelime siyasal ve toplumsal alanda bir
düşünsel ve değersel çağrışımlar yaparak toplumda ortak bir kültür ve bilinç
yaratır. Bu kültür ve bilinç siyasal iktidarın ideolojik bütünselliği içerisinde
toplumda birlik, beraberlik ve uyum sağlar. Simgeler nesilden nesile aynı
toplumsal
davranışlarda
bulunmayı
öğretirler.
Simgeler,
dünyanın
algılanmasında kullanılan sistem gözlükleridirler. Öğrenme süreci bir yerde
simgeye bağlanır, simgeler birden çok kimsenin paylaştığı bir toplum haritası
oluşturur, simgeler toplumsal bazı çağrışımların taşıyıcısıdır, simgeler bu
açıdan ‘yüklü’ olarak işlevlerini gerçekleştirirler (Mardin, 1976:63).
1.3.2. Devlet, İdeoloji ve Eğitim
Simgelerin bu merkezi önemi, onların toplum içinde gördüğü çeşitli
işlevlerle ilgilidir. Bu işlevler; dünyamızın içindeki nesneleri sınıflandırma,
yaşadığımız toplulukta önemli tutulan değerlerin neler olduğunu hatırlatma ve
onlara uymaya zorlama, bu değerleri içerme, bazı hislerimizi boşaltma ve
açığa dökme, son olarak da bilişsel bir evren kurmadır. (Mardin, 1976:63)
Bunlar aynı zamanda siyasal iktidarın verili alanı içerisinde işlev görmesinden
dolayı toplumu kurucu ve düzenleyici yönde etki yapar. Bireyler, ideolojik
dünya içerisinde bu simgeleri ve onlara ait kültürün dilini toplumda hazır
olarak bulurlar ve toplumla uyumlulaşmak için onların belirlediği kurallara ve
ritüellere tabi olurlar. İdeoloji, kültür, simge, sembol ve bunların topluma
yönelmiş dilleri daima siyasal iktidarın meşruiyet yasasına/amaçsallığına tabi
olarak işlev görürler, yani bunlar siyasal iktidarın kendi yasasına toplumsal
kabul sağlamak için kullandığı araçlardır. Bu, bölünmüş ve parçalanmış
toplumsal unsurları temel ilkelere göre ve onların doğrultusunda birleştirme
araçsallığıdır. Bu araçsallığın kapsadığı girişimler şöyle sıralanabilir:
24
Dünya görüşlerinin anlatılması, ideoloji; ideolojik ilkelerin, değerlerinin
yeni nesillere aktarılması, eğitim; toplumsal birlik, bütünlük ve uyumu
pekiştiren merasimlerin devamlılığının sağlanması, ritüeller. İdeolojiler
simgelerin aktarma, koruma, değiştirme işlevlerini kullanarak topluma yeni bir
şekil ve anlam dünyası verme ve toplumsal düzenin aynı biçimde
sürdürülmesi
için
dünya
görüşünün
korunmasını
sağlarlar.
(Mardin,
1976:102-108) İdeolojik devlet, insanların statükoya uymalarını sağlamak için
ideolojik hegemonya, evreninin anlamlarını insanlara öğretmek için öğretici,
insanların bu anlamlara boyun eğmesine sağlamak için öğretim yerleri,
öğreticiliğin bir düzene bağlanması ve sürekliliğinin sağlanması için zorunlu
öğretim, öğretinin mevcut dünya görüşünün dışında anlamlanmaması ve
yorumlanmaması için disipline ihtiyaç duyar. Eğitim de işte bu fonksiyonların
bir bütün halinde gerçekleşmesi için üretilmiş bir düzeneğe dönüştürülerek
bireylerin siyasal iktidarın belirlemiş olduğu alanlar ve amaçlar içerisinde
üretilmesini temsil eder.
1.3.3. Eğitim ve Bilim: İdeolojik Hegemonya Alanı
Eğitim, devletin varlığını, gücünü ve temel ilkelerini topluma kabul
ettirebilmek için kullandığı en önemli ideolojik araçlardan birisidir. Devlet,
toplumsal düzenlemeyi belirlediği ideolojik amaçlar ve ilkeler çerçevesinde
yeniden kurmak için eğitimi kullanmaktadır.
Devlet, elinde bulundurduğu tüm imkânlarla topluma, kendi ideolojik
ilkelerini öğreten, toplumu bu ilkelere göre terbiye eden bir kurumu temsil
etmektedir. Eğitim aracılığıyla devlet, tüm halkın düşünce ve değer
yargılarının
bir
‘eritme
potası’
içinde
kaynaştırılıp
bütünleştirilmesini
gerçekleştirme amacına yönelmiştir. (Black, 1989:114) Bu yüzden devlet,
eğitimin tüm aşamalarında kendi ideolojik ilkelerini dayatır. İnsanlara,
belirlenen bu ideolojik sınırlar içinde yaşamalarını öğretir. İnsanların,
toplumsal kabul ve siyasal statü kazanmasının yolu bu yapacakları ve
25
yapamayacakları şeyleri öğrenmekten geçer. Bu anlamda eğitim, toplumsal
bir amaca ulaşmak için bir araç olarak kullanılır.
Eğitim süreci, insanın imal edilme sürecini ve fabrikasyonunu ifade
eder. Bu yönüyle eğitim kurumları, insanları programlama merkezleridir.
(Illich,1988:65-67)
Althusser,
siyasal
iktidarın
kendi
varlığını
devam
ettirebilmesi için baskı aygıtlarına ve ideolojik aygıtlara sahip olduğunu ve
bunları yoğun bir şekilde kullandığını ifade etmektedir. Devlet, baskı
aygıtlarına ve ideolojik aygıtlara dayanarak varlığını sürdürür. Devletin baskı
aygıtları, açık güç kullanımının veya zorlamanın bulunduğu alanlarda işleyen,
hukuk, mahkemeler, polis, ordu gibi kurumlardır. Devletin ideolojik aygıtları
ise aile, eğitim ve din gibi alanlarda siyasal iktidarın onanmasını devam
ettiren kurumlardır. Bu alanlar içerisinde bireyler adlandırılır, kimlik
kazandırılır ve devletin egemenlik alanına hapsedilir. (Althusser, 1991:27)
Devlet, eğitim kurumları aracılığıyla tüm toplumu kendi ideolojik ilkeleri
doğrultusunda kodlamakta, eğitmekte ve kendi ideolojik formlarından
kaynaklanan sembolleri, simgeleri ve dili topluma yaymaktadır.
Eğitim, bir toplumsal ve siyasal kontrol mekanizması olarak modern
devletle beraber çok yoğun ve etkin bir alana hâkim olmuştur. Modern
devletin öngördüğü egemenlik, ulus yaratma ve merkezi güçlü iktidar ilkeleri
eğitimi bu ilkelerin gerçekleştirme alanı olarak görmüştür. Bu yüzden eğitim;
siyasal ve toplumsal kabulün, statülerin, kişilik gelişiminin ve birey olmanın bir
yolu
olarak
siyasal
iktidarlar
tarafından
toplumsal
alana
dayatılan
zorunlulukların başında gelmektedir.
Eğitim, “terbiye olmakla, emir altına girmekle, itaat etmekle ve dahası
hizmetkârlıkla başlar ve bunu hedefler.” (Nietzsche, 1991:89) Rousseau’nun
ifade ettiği gibi, eğitim kurumları, en iyi toplumsal kurumlardır, insanı tabiattan
ayırmasını, ona izafi bir varlık vermek için mutlak varlığını kaldırmasını ve
‘ben’ini müşterek vahdet içerisine nakletmesini öğreten kurumlardır. Böylece,
her parça, artık kendisinin bir olduğuna değil, fakat birliğin bir kısmı olduğuna
ve ancak bütünde bir organ olabileceğine inanır (Rousseau, 1966:10) ve bu
26
inanç sayesinde toplumun birliği ve bütünlüğü devamlı bir hale dönüşmüş
olur.
Eğitim, siyasal iktidarın iletişim sorununun çözümüne de katkıda
bulunarak insanlar arasında ortak bir iletişim sistemi geliştirir. Siyasal sistem
ve birey arasındaki bu eğitim ilişkisi üç aşama ile gerçekleştirilir. Birinci
aşama harekete geçirmedir. Bu aşamada bireyler devletin çıkarları ve kendi
ihtiyaçları arasında sosyal gerçeklik içinde yeniden tanımlanır. İkinci aşama
yeniden yapılandırmadır; siyasal sistemin işler hale getirilmesi ile bireylerin
bu işleyişe uyumlulaştırılması, kurumsallaştırılmış düzen içerisinde yeni
kimlik ve ilişki ağı yaratılır. Üçüncü aşama ise taşımadır. Bu aşamada siyasal
sistemin korunması ve devam ettirilmesi amacıyla ritüeller, mitler, idoller ve
kahramanlardan oluşan bir sembolik evren oluşturulur. Bu üç aşama, üç farklı
fonksiyonu da beraberinde getirir. Kavramsallaştırma ile toplumsal birlik,
bütünlük ve uyumu sağlamak ve geliştirmek için ortak bir dil yaratılır.
Nesnelleştirme ile yeni rejimin kavramları ve gerçekliğine uygun bir
yapılanma içinde bireylerin sisteme katılımı ve uyumu sağlanır. Temsil ile
değişen şartları da göze alarak toplumsal, sembolik bir iletişim düzeni
oluşturulur. Bu düzeni kuracak ve devam ettirecek güç ise yine toplumsal
alandan kazanılacaktır. Bu yönüyle çocuklar ve gençler, hem ideolojinin
kurucu gücü ve enerjisini, hem de üzerlerine kurulacak siyasal iktidarın
devamının teminatı olarak eğitilirler. Bu, aslında toplumun bir bütün olarak
siyasal iktidarın propaganda süreci içerisine hapsedilmesidir.
‘Beşikten mezara kadar’ ifade edilen bu sürecin her aşamasında
toplum bilinçlendirilir, kendi bilincine vardırılır ki bu bilinç siyasal iktidara
mutlak itaat etme görevidir. Yani bu sürecin özü, tüm gerçeği tanımlama,
belirleme ve düzenleme yetkisinin öğreticiye ait olduğu düşüncesidir.
Böylece, siyasal iktidar ideolojisinin ruhu beşikten mezara kadar toplumun
düşün ve eylem dünyasının üstünde, siyasal iktidarın disiplinli, hiyerarşik,
buyurgan öğretisinin emrinde olmaktadır. Bu süreç sonunda bireylerin siyasal
27
iktidar ve onun ideolojisinden bağımsız düşünebilme, karar verme ve hareket
etme imkânı ve gücü ellerinden alınmış olmaktadır.
Eğitimin gücü, bilgi ve bilim tekelinin siyasal iktidar tarafından üretilip
kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Bilgi ve bilim üretme tekelinin siyasal
iktidarın kontrolünde olması, toplumu bu güce bağlı ve bağımlı kılmaktadır.
Toplumsal itaatin siyasal iktidara bağlı ve bağımlı olma derecesi, ona muhtaç
olma derecesi ne kadar artarsa siyasal iktidarın meşruluğu da o kadar
artacaktır. Eğitim ve dolayısıyla bilgi işte bu bağımlılığın en güçlü
alanlarından biri olarak siyasal iktidarın meşruiyetine hizmet eden araçların
başında
gelmektedir.
Bilgi
iktidarın
aracıdır.
İktidarı
beslemek
ve
güçlendirmek için işler. Bu nedenle her iktidar arayışıyla birlikte bilginin
araçsallığı da artar. Bilgiye duyulan ihtiyaç iktidara duyulan güç tutkusunun
artma derecesine bağlıdır. İktidar bilginin efendisi, egemeni olmak ister ve
onu hizmetinde tutmak için gerçek bilginin belirli bir miktarını devamlı kendi
kontrolünde tutar. Böylece bilgi bir moral güç değil bir iktidar gücüne dönüşür.
Bilgi bir hiyerarşidir ve bu hiyerarşinin en tepesinde devlet bulunur. Bilgi,
insanı tanımanın, onu düzenlemenin, dönüştürmenin ve manipüle etmenin bir
aracıdır. Bu yüzden tüm bilgi aktarım ve uygulayım süreçleri iktidar
hiyerarşisiyle belirlenir ve ona göre şekillenir. Bilginin egemenliği, doğal
olarak iktidarın egemenliği demektir. Hiçbir bilgi kendi içinde bir iktidar formu,
bir iktidar fonksiyonu ve diğer iktidar formlarına bağlı bulunan bir iletişim,
kayıt, insanları toplayıp kontrol etme ve kendi sistemini yayma düzeni
olmaksızın şekillenemez varlığını devam ettiremez.
Hiçbir iktidar da bilginin üretimi, düzenlenmesi, dağıtımı ve alıkonması
olmaksızın uygulanamaz, gerçekleşemez. Eğitim ve ideoloji birbiriyle
yakından ilgili olarak siyasal iktidarın kendi meşruiyet ilkelerine mutlaklık ve
kutsallık kazandırdığı araçlardır. Eğitim ve öğretim süresince “bilgi ve ‘gerçek’
onu üreten ve yayan kurumlarda merkezi bir güce dönüştürülür. Bu ‘gerçek’,
siyasal iktidar tarafından devamlı olarak tek gerçek olarak sunulur. Eğitim
28
kurumlarının yaygınlığı sayesinde devlet ideolojisi en ücra alanlara bile
yayılma imkânı bulur.
Bilgi de siyasal iktidarın ideolojisini meşrulaştırma işlevini üstlenir.
Devlet ideolojisi, eğitici ve öğretici kimliğiyle tüm topluma yayılır. Bilimin
siyasal iktidar ile yaptığı bu ittifak sonucu siyasal iktidar bilgiye bir mutlaklık
kazandırır. Bu mutlaklık aynı zamanda bilginin kutsanması, kutsallaştırılması
anlamına gelir. Siyasal iktidarın bilgiyi kontrolü ile oluşan ideoloji de, bu
bağlamda kutsallığı ve mutlaklığından dolayı eleştirilemezliğe yüceltilir. Bu
karşılıklı kutsamalar ile toplumsal itaat alanı zihinsel olarak da kontrol altına
alınmış olur. Bilim, siyasal iktidarın kontrolünde tüm eski kutsallıklardan
boşaltılan alanları doldurarak iktidarın en önemli aracı haline dönüşür. Bu
durum Comte’nin ifade ettiği şekliyle bilimin dinselleştirilmesidir. Bu
dinselleştirme, modernizmin ürettiği seküler bir mitoloji olarak siyasal iktidarın
meşrulaştırılmasının bir aracıdır. Bu aracın mutlaklığı, kutsallığı ve ‘gerçekliği’
nedeniyle insanın ve toplumun düzenlenmesinde Jakoben düzenleyicilik
düşüncesi meşruiyet bulur. Çünkü bu durum mutlaklığın, kutsallığın ve
‘gerçekliğin’ sahibi olan iktidara bunlardan yoksun olan, karanlıkta olan
toplumun aydınlatılması misyonunun meşruiyet ölçütüdür.
Bilginin
aydınlatıcılığı,
siyasal
iktidarın
ideolojisi
ile
birleşerek
toplumsal düzenleme gerçekleştirilir. Eğitim sürecinde, siyasal kültürün tüm
öğeleri küçük yaşlardan itibaren insanların dünyasına aktarılır. Bu bir nüfuz
etme olayıdır. Siyasal iktidar, ideolojisiyle, sembolleri ile kahramanları,
mitolojileri ile tabuları, ritüelleri, sloganları ve korkuları ile yoğun bir
propaganda ile insanların dünyasına egemen olur.
Eğitim sayesinde toplumsal itaat, bir bütün halinde ortak ilke ve
değerler etrafında siyasal iktidarla birlik ve beraberliğe kavuşturularak
meşrulaştırılır. Bu meşrulaştırma sürecinde bireylere verilen eğitim ile neyin
iyi neyin kötü, hangi davranışın meşru hangisinin meşru olmadığı öğretilerek
bireyin toplumsallaşması sağlanır. Böylece bireyler hem toplumsal hem de
siyasal olarak hangi yargısal ölçütlere göre yargılanacaklarını öğrenirler.
29
Platon, devletinde çocuk yaşta devşirilen insanların sıkı bir yasaklamalar
dünyası içerisinde eğitilerek “devletine karşı sadık, akıllı, uslu ve koruyucu
vatandaşların” yaratılmasını öngörür. (Platon, 1995:107) Eğitim,
siyasal
iktidarın kuruculuk aşamasından amaçların gerçekleştirilmesi için yapılan
toplumsal düzenlemelerin
son
aşamalarına
kadar toplumsal disiplini
sağlayarak siyasal iktidarın kayıtsız şartsız kabulünü sağlamaya yönelir.
Hegel’de eğitim bireyle devlet özdeşleşmesine kadar giden bir süreci
ifade eder. Ona göre insan, yalnızca devlette ussal varlığa kavuşur. Eğitimin
amacı, bireyi öznellikten kurtarıp ona devlet içinde nesnellik kazandırmaktır.
İnsan bütün insanlığını devlete borçludur; özü yalnızca oradadır. İnsan sahip
olduğu bütün değere, tüm tinsel gerçekliğe devlet sayesinde sahiptir. Onun
tinsel gerçekliği ancak böyle biçimlenir ve devletin tüzel yaşamında yerini alır.
Çünkü tek doğru, genel ve öznel istencin birliğidir. Bu da devlette ortaya
çıkar. Devlet erektir, ötekiler de aletleridir. O, insanları birbirine bağlayan
kutsallıktır. Tüm özel mutlulukların, isteklerin kendisine bağlı olduğu tek ve
aynı yaşamdır. O, büyük bir varlık, büyük bir erek, büyük bir içeriktir. (Hegel,
1991:113-114) Hegel’in bu ideolojik tarih yazımı Mannheim’ın ideolojik
dünyayı bir mitoloji kurgusu oluşturarak insanların dünyasında mitsel bir
anlamlar ve yasalar kurgusu düzenlemek olarak adlandırdığı siyasal mit
tanımlamasına en uygun düşen örnektir.
Weber, eğitim ve disiplini askeri yapılanmanın modernleştirilmiş bir
uzantısı olarak ele alırken eğitimin ve eğitim ile sağlanan disiplinin amacını;
(Weber, 1993:221-223) siyasal iktidarın eylemlerine rasyonellik kazandırmak,
çok sayıda insanın aynı şartlar ve ilkeler altında itaatini sağlamak,
yönetenlerin yönetilenlere karşı üstünlüklerini korumak ve devam ettirmek,
kurallara ve statükoya boyun eğmek, kahramana tapınmak, yöneticilere körü
körüne itaat etmek, tekdüzeleştirilmiş alışkanlıklar yaratmak, kitleleri birlik ve
bütünlük içinde psikolojik olarak koşullandırmak, ortak bir amaç, ortak bir
‘dava’ ve planlanmış bir hayata bağlamak, toplumsal bir ahlak, görev ve
sorumluluk
geliştirmek,
mekanikleştirilmiş
bir
örgütlenme
içerisinde
sürüklenip gitmeye mahkum etmek, toplum içerisinde uyumlulaştırılan
insanların bütünleşmesini sağlamak şeklinde sıralamaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM
İKTİDAR, ÜNİVERSİTE VE AYDNLAR
2.1. İKTİDAR KARŞISINDA AYDIN
...
Sanırım,
Stuttgart'da,
Kaiser
Wilhelm
Metal
Enstitüsü'nün
açılışınday-dı. Planck, Kaiser Wilhelm Gesellschaft'ın başkanı olarak açılışa
gelmişti. Bir konuşma yapması gerekiyordu. 1934 yılı içindeydik. Hepimiz
Planck'a bakıyor, açılışta ne yapacağını görmek istiyorduk. Çünkü, o sıralarda bu tür açılışlara, “Heil Hitler” ile başlamak resmi bir tutum hali-ne
getirilmişti. Planck kürsüde ayakta duruyordu. Elini yarım yukarı kaldırdı ve
sonra indirdi. Bunu ikinci bir kez daha yaptı. Sonra, nihayet eli tamamen
kalktı ve “Heil Hitler” dediği duyuldu....
(Fizikçi, P.P. Ewald'den aktaran Beyerschen, 1985: 11).
Bu yüzyılın başında kuramsal fizikte çığır açan bilim adamlarından
olan Max Planck'ın, yukarıda anlatılan olaydaki tutumu, iktidar karşısında
bilim adamının, düşünürün, akademisyenin çaresizliğinin ve zayıflığının ilginç
bir örneğidir. Benzer şekilde, Kral II. Friedrich Wilhelm tarafından “Kutsal
Kitabın ve Hristiyanlığın öğretilerini” çarpıtmakla suçlanan ve üstü kapalı
olarak tehdit edilen, Aydınlanma'nın temel şiarı olarak “aklını kullanma
cesaretini göster” diyen İmmanuel Kant, krala gönderdiği cevabında
“majestelerinin en sadık kulu” olarak, “kamuya açık konuşmalarımda,
üniversitedeki
derslerimde
ve
yazılarımda,
dine
ilişkin
konulardan
sakınacağımı açıklamak isterim” demişti (Kula, 1999: 44-45). Bacon, “scientia
potestas est” (bilgi güçtür) derken, herhalde bilginin iktidar getireceğini de
vurguluyordu. Ancak, genel olarak ortaya çıkan, yukarıdaki örneklerde de
görüldüğü üzere, bilginin ve bilgiyi temsil eden insanların iktidar karşısında
edilgen
bir
konumda
kalmalarıdır.
Öte
yandan
iktidar,
iktidarını
pekiştirebilmek için bilgiye, bilgi sahibine ihtiyaç duymaktadır. Bu bağlamda,
31
bugünkü şekliyle üniversite ulus-devletlerin tarih sahnesinde yerlerini almaya
başladığı 19. yüzyıl içerisinde millî kültürü oluşturmak, devlet idaresinde yer
alacak seçkinler yetiştirmek için ortaya çıkmıştır. Tarihsel olarak da bilginin
üretildiği en önemli kurumlardan biri akademi olmuştur. Üniversite birbiriyle
taban tabana zıt olan, iktidar sahiplerinin, iktidarlarına meşruiyet kazandırma
işlevi ile onların meşruiyetini sorgulama işlevini yerine getirmeye çalışan bir
kurum olarak gelişmiştir. Bu nedenle üniversite iktidar sahiplerinin hem en
çok güvendiği hem de en çok çekindiği kurumlardan biridir.
Belki klişe bir ifade olacak ama, üniversite öğretim görevlileri her
şeyden önce aydın olmalıdır. Burada aydın derken evrensel olduğuna
inanılan birtakım “gerçekler” adına halka öncülük eden, etmesi gereken,
kendi
kendini
halkı
aydınlatma
işleviyle
görevlendirmiş
bir
insanı
kastetmiyoruz. Foucault'un vurguladığı aydın anlayışını öne çıkarmak
istiyoruz. Yâni aydın, kendi bilimsel alanına ait “spesifik bilgisini, o bilginin ait
olduğu alanda iktidara karşı kullanabilen kişidir” (Keskin, 1998: 303). Aydın'ın
en önemli niteliği eleştirel olmasıdır; Cemil Meriç'in ifadesiyle, “hakikat
çarpıtıcısı” olmamasıdır. Aydın hem bilgili hem de eleştirel olmak zorunda
olduğundan, iktidar aydın üzerinde tahakküm kurmayı hedefler. Ancak kimi
“aydınlar” gönüllü olarak kendilerini iktidarın hizmetine sunduklarından, iktidar
onlar üzerinde tahakküm tesis etmeye çalışmaz, tam tersine onlara çeşitli
biçimlerde nimetler sunar. Saygın olarak görülen aydınların çoğu iktidara tâbi
olma eğilimindedir. İktidara tâbi olmayanlar aydın olarak görülmezler, muhalif
veya ideolojik olarak nitelendirilip marjinalleştirilirler. Bu iki zümre dışında,
“kraliçenin sâdık muhalefeti” anlamında iktidar sahipleri için bir işlev gören,
sözüm ona “muhalif” aydınlar vardır. Bunlar görünürde aykırı ve “muhalif”
olmakla beraber iktidarın sunduğu çeşitli nimetleri reddetmeyen, onlardan
sonuna
kadar
yararlanmayı
sürdüren
bir
tutum
takınırlar.
Batı
üniversitelerindeki Marksist, feminist, çevreci vs. aydınlar bu grubun en
somut örneğidir.
32
Bu çerçevede Gramsci'nin geleneksel ve organik entelektüeller
arasında yaptığı ayrım bize ışık tutabilir. Gramsci nesilden nesile aynı şeyleri
yapmayı ve öğretmeyi sürdüren öğretmen, din adamları ve yöneticileri
geleneksel entelektüeller olarak nitelemektedir. Organik entelektüeller ise
daha fazla güç kazanmak, çıkarlarını korumak ve geliştirmek için doğrudan
sınıflarla bağlantılı olan entelektüellerdir. Bir reklamcı bu manâda organik
entelektüeldir. Bunlar zihinleri değiştirmek, belli yönlere kanalize etmek veya
belli bir ürünü veya hizmeti satmak için çaba sarfederler. Dolayısıyla
geleneksel ve organik entelektüeller, istisnalar bir kenara bırakılacak olursa,
iktidar karşısında eleştirel tavır al(a)mazlar. Aydın bir mesajı, davranışı veya
düşünceyi kamuya, kamuda ve kamu için sunan, temsil eden, ifade oluşturan
bi-reydir. Bu ise can sıkıcı, rahatsız edici sorular, ortodoksiye karşı çıkma
(onu yeniden üretmektense) olmadan gerçekleşmez. Aydın hükümetler,
şirketler veya vakıflar tarafından kolaylıkla kendi çıkarları için kullanılabilen
bir varlık olmamalıdır. Aydın kolay formülleri, hazır reçeteleri, geleneksel ve
güçlü olan şeylerin görüşlerini aynen benimsememeli, eleştirel tutum
takınabilmelidir.
2.2. ÜNİVERSİTE ve AYDIN
Özerk üniversite kavramı ile genellikle ifade edilmek istenen,
üniversitenin gerek yönetsel, gerekse de bilimsel bakımdan devlete karşı
özerk olmasıdır. 1992'de Hacettepe Üniversitesi rektörü olan Yüksel Bozer
devlet üniversitesi oldukları için hesabın da devlete verilmesi gerektiği,
devletin olan biten her şeyden haberdar olması gerektiğini iddia etmişti
(Göker, 1999: 25). Üniversitelerin devlete bağlı olmaları, siyasi otoritenin
üniversitenin her şeyine karışma hakkını kendinde görmesi sonucunu
doğurmamalıdır. Bugün Türkiye'de merkez ve taşra devlet bürokrasisi
üniversiteyi sıradan bir devlet dairesi olarak görmektedir. Mesela, valilikler
rektörlüklere yaz mevsiminde ceket giyilmesine (amirin huzuruna çıkarken
hariç) gerek olmadığına dair tamimler gönderebilmektedir.
33
Yönetsel açıdan, üniversitelerin çeşitli devlet kurumları tarafından
kısmen denetlenmesi, bir noktaya kadar mazur görülebilir. Çünkü devlet
bütçesinden pay alan üniversitenin vergi ödeyen yurttaşlara karşı toplumsal
yükümlülüğü olduğu, aldığı parayı yurttaşlara en çok fay-da sağlayacak
şekilde harcaması gerektiği ileri sürülebilir. Ancak bu bilimsel özerkliği
engelleyebilir. Mesela doğrudan doğruya halk için faydalı bilgi üretmeyen
felsefe gibi alanlar, inşaat mühendisliği veya mimarlık gibi alanlarla
karşılaştırıldığında gereksiz veya daha az önemli görülebilir. Üniversite “hiçbir
işe yaramayan bilgi de” vermelidir. Buradaki “işe yaramayan bilgi” mevcut
iktisadi zihniyete göre işe yaramaz olarak nitelenen bilgidir (Kılıçbay, 1999:
19).
Üniversitenin özerk olması sadece devlet müdahalesine maruz
kalmamasıyla da sınırlandırılmamalıdır. Aynı derecede, ki bu günümüzde
daha vahim bir durum arz etmekte, üniversite özel sektör kuruluşları ve sivil
toplum kuruluşlarına karşı da özerkliğini koruyabilmelidir. Zamanımızda
bilimsel araştırmalar ile kapitalist piyasa arasında yakın bir ilişki vardır.
Araştırma fonlarının sağlanmasında özel sektör kuruluşlarının önemi gün
geçtikçe artmaktadır. Bu da beraberinde yapılan araştırmaların topluma mı
yoksa parayı bastıran kuruluşa mı daha çok fayda sağladığı sorusuna
gündeme getirmektedir. Bununla birlikte, üniversite sadece “parayı verenin,
düdüğü çalacağı” bir kurum olarak da düşünülmemelidir. Devlet sansürü
kadar piyasa sansürü de sakıncalıdır. Üniversite devletten aldığı bütçeden
başka, döner sermaye aracılığıyla kendisine kaynak yaratabilmeli, dışarıdan
proje almalı, dışarıya iş yapmalıdır. Ancak bu üniversitenin sadece para
kazanma amacına odaklanmış bir nevi şirket olarak düşünülmesine yol
açmamalıdır. Aksi takdirde üniversite mensupları özel kuruluşların Ar-Ge
personeli olarak görülebilir, üniversite de ticari kuruluş gibi algılanabilir.
Firmalar birbirleriyle rekabet ederken, kendi ürünlerinin daha kaliteli olduğunu
göstermek için üniversiteleri para karşılığında kullanabilmektedir. Örneğin,
falanca üniversitede yapılan “deneyler” veya “araştırmalar” sonucunda A
markalı diş macununun dişleri daha iyi koruduğunun “ispatlandığı” teması
34
reklamlarda bolca kullanılmaktadır. Üniversitenin, yapması gereken çok daha
önemli işler varken, neden diş macunu veya deterjan “araştırmaları” ile
uğraştığı cevaplandırılması gereken bir sorudur.
Türkiye'de üniversite özerkliği, en büyük zararı “demokrasinin askıya
alındığı” dönemlerde görmüştür. Ancak demokrasiye yapılan müdahalelerin
en önemli destekçileri ve tahrikçilerinin arasında her dönemde hiç de
azımsanmayacak sayıda üniversite mensubunun olması son derece
düşündürücüdür. Örneğin, 27 Mayıs 1960 darbesinin en önemli destek
kaynaklarından birisi üniversite olmuştur. Dönemin darbecilere danışmanlık
yapmakta olan İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar, askerlerin bir
an evvel seçime gitme isteğine karşı çıkmış, askeri yönetimin uzamasından
yana tavır koymuştur. Darbecilerden General Cemal Madanoğlu, anayasa
yapmak için çağrılan akademisyenlere “Meclisi feshetmemeyi, kapısında
durup,
CHP'lilerle,
“bilimadamları”ndan,
masum
“olur
almayı”
DP'lileri
mu
Paşam,
meclisi
önerdiğinde,
sözde
kapatmazsanız,
siz
meşrulaşamazsınız” şeklinde cevap almıştır (Aydemir'den aktaran, Mazıcı,
1989: 200). 1960'daki 147 öğretim üyesinin tasfiyesinde, tasfiye edilenler
içinde Yavuz Abadan gibi 27 Mayısçıların düşüncelerine yakın, CHP sempatizanları bile vardı. İşin acı tarafı tasfiye listesinin dokuz “akademisyen”
tarafından hazırlanmasıydı. Tıp fakültelerinde “önleri açılmayan bir kısım
doçentler yükselmelerini sağlama almak için askerlerle işbirliğine gitmişlerdir”
(Abadan-Unat, 1996: 199).
Kişisel
üniversite
çekememezlik
mensuplarının
ve
ideolojik
birbirleriyle
olan
farklılıklardan
mücadelesi
kaynaklanan,
de
üniversite
camiasının hiç de yabancısı olmadığı şeyler olup, üniversite özerkliğine zarar
vermekte, üniversiteye dışarıdan yapılmak istenen müdahalelere meşruiyet
kazandırmaktadır. Bu konuda gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında pek
farklılık da yoktur. Mesela, 1960'ların başında College de France'nin ünlü
isimleri Sorbonne'de, de personae non gratae (istenmeyen kişi) idiler. Lisans
öğrencileri Gurvitch'in yanında Levi-Strauss'dan bahsedemezlerdi. Soğuk
35
Savaş döneminde bir akademisyen için herhangi bir eserde Marx'a bolca atıf
yapılması o eseri yazanın “komünist” olduğunun bir işareti sayılırken, bazen
de Marx'a atıfta bulunmamak veya az atıfta bulunmak sol eğilimli öğretim
elemanlarının kendileri gibi düşünmeyenleri aforoz etme nedeni olarak görülmekteydi.
Üniversite mensuplarının tasfiyeleri veya iktidarı kızdıran öğretim
elemanlarının şu veya bu şekilde cezalandırılması veya çeşitli haklardan
mahrum bırakılması sadece gelişmekte olan ülkelere mahsus bir uygulama
değildir. McCarthyciliğin Amerikan fikir âlemine bir kâbus gibi çöktüğü
1950'lerin başlarında California Üniversitesi, bütün çalışanlarına komünizme
karşı olduklarını belirten bir bağlılık yemini belgesi imzalamaları için baskı
yapmış, imzalamayı reddeden birkaç profesörü işten atmıştır (Rokovsky,
1994: 169). Tarihçi Howard Zinn, 1972'de Boston Üniversitesinin rektörünü
Vietnam savaşı için gönüllü toplaması için deniz piyadelerini kampüse davet
etmesi, ardından da bunu protesto edenleri tutuklatmak için polis çağırması
nedeniyle kınayınca boy hedefi haline gelmiştir; maaşı düşük tutulmuş, Paris
Üniversitesi'nden bir dönem hocalık için davet aldığında gitmesine izin
verilmemiştir (Zinn, 1998: 86). Bunlara rağmen gelişmiş bir bilim camiasının
olmadığı ülkelerle karşılaştırıldığında gelişmiş ve kendi içinde bütünleşmiş bir
bilimsel çevrenin bulunduğu ülkelerde devletin veya siyasi iktidarın bilimi
denetim altına alma ve müdahale etme çabaları geri püskürtülebilmektedir
(Vergin 1999: 39).
2.3. ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNİN ANLAMI
Artan ve gittikçe karmaşıklaşan toplumsal işbölümünün bir sonucu
olarak günümüzde uzmanlaşma son derece yaygınlaşmıştır. Bir insan belli
bir konuda uzman olabilir ama bu onun başka alanlarda bilgi sahibi olması
için bir engel teşkil etmemelidir. Uzmanlaşma insanın bir yönünü geliştirip,
diğer yönlerini güdük bırakmaktadır (Schiller'den aktaran Soykan, 1998: 157).
36
“Hayvanın bütün aşağılığı şundadır: O bir uzmandır. Yaptığını iyi yapar, fakat
başka bir şey yapamaz” (Bergson'dan aktaran Soykan, 1998: 158).
Üniversitelerde uzmanlık eğitiminin yanı sıra genel kültür eğitimi verilmesi
yararlı olacaktır. Üniversite mezunu, bir takım kalıp bilgilerle her şeyi
öğrendiği veya bildiği sanısı içindedir. Bu durum özellikle “iyi üniversite”
olarak bilinen kurumların mezunlarında ortaya çıkmaktadır. Günümüzde
üniversitede kültür öğretimi ve aktarımı neredeyse ikinci plana itilmiştir.
Üniversite mezunu, eğitim filozofu Gasset'in deyişiyle, “her zamankinden
daha bilgili ama her zamankinden daha kültür cahili doktor, mühendis ve
avukattan ibaret yeni bir barbar tipini temsil etmektedir”. Fizik fikrine (fizik
biliminin kendisine değil, yarattığı yaşamsal evren fikrine) tarih veya biyoloji
fikrine yabancı olan kişi kültürlü sayılmaz (Gasset, 1998: 41). Yüksek
matematik bilmek fizik bilimi yapmak için gereklidir ama insan olarak onu
anlamak için gerekli değildir. “Yüksek öğretim her şeyden önce kültür
öğretimidir. Üniversite öğretimi şu üç işlevden oluşmaktadır: Kültür aktarımı,
meslek eğitimi ve bilimsel araştırma ve yeni bilim adamlarının yetiştirilmesi
(Gasset, 1998: 43). Zamanımızda üniversitenin meslek eğitimi işlevi öne
çıkmış olup, kültür aktarımı geri plana itilmiştir. Bu durum gelişmekte olan
ülkelerde çok daha açıktır. Bir an evvel sanayileşme arzusu, sonuçları ne
olursa olsun, kalkınmacı bir düşüncenin benimsenmesi, üniversitelerin,
meslek
sahibi
yapan
yüksek
okullar
olarak
algılanması
sonucunu
doğurmaktadır. Zaten toplumun da üniversiteden beklediği budur. Başka bir
ifadeyle çocuklarına iyi bir yaşam sağlamayı garantileyecek bir meslek sahibi
yapması toplum tarafından üniversiteden beklenmektedir.
Akademisyenlerin iki kimliği vardır: Araştırmacı ve hoca. Genellikle bu
ikisi arasında bir çatışma olduğu görüşü yaygındır. Yani, iyi araştırmacı olan
akademisyenlerin, öğrencilere bilgi aktarma hususunda istekli olmadıkları,
bunu baştan savmak şeklinde algıladıkları veya asistanlarına bıraktıkları,
buna karşılık eğitmenlik yönü ağır basan akademisyenlerin ise fazla
araştırma ve yayın yapmadıkları genellikle belirtilir. 1945'den önce bazı
araştırmacılar
orta
eğitim
kurumlarında
ders
verirken,
günümüzde
37
araştırmacılar üniversite sisteminin ilk ya da alt kademesinde ders vermeyi
olabildiğince azaltmaya çalışmakta hatta bazıları eğitim yapılmayan veya
sadece lisansüstü çalışmaların yapıldığı kurumlarda çalışma eğilimine
girmektedir
(Gulbenkiyan
Komisyonu,
elemanlarının
araştırmalarının
tartışmalarının,
sınıfın
algılandığında,
öğretim-araştırma
1996:
sonuçlarını
“düşüncelerin
Usluata,
öğretim
öğrencileriyle
sınıfta
71).
denendiği
ikileminin
bir
ortadan
or-tam
olarak
kalkmasa
bile
azalacağını” belirtmektedir (Usluata 1997: 49). Ancak bunun gerçekleşmesi
bir dereceye kadar öğrencilerin de nitelikli olmasına bağlıdır. Eğer öğrenciler
belli bir düzeyde değillerse, derslerde entelektüel tartışma yapma imkânı
azalmaktadır. Eğitimde nitelikten ziyade nicel olguya daha fazla vurgu
yapılmaktadır. Bunun odak noktası da kaç öğrencinin sistemden geçtiği ve
hangi notları aldığıdır (Ritzer, 1998: 106). Örneğin, 9 Eylül Üniversitesi Tıp
Fakültesi Dekanı, Toplam Kalite Yönetimi uygulamaları sonucunda fakültede
geçer not olan 80 ve üstü not alanların oranının % 8'den % 93'e çıktığını
gururla belirtiyor (Star 11 Temmuz 1999). Nispeten kısa bir sürede başarı
oranındaki bu olağanüstü artış, akla nitelikten taviz verilip, verilmediği
sorusunu getirmektedir.
Türkiye gibi ülkelerde mühendislik ve işletme bölümleri, sosyal bilimler
ve kültürel disiplinlerle karşılaştırıldığında ayrıcalıklı ve üstün bir konumda
görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde yüksek öğretim işletmeciler, doktor,
avukat gibi profesyoneller, yöneticiler ve teknik elemanlar (mühendisler)
yetiştirme işleviyle sınırlı olup, faydacı bir yaklaşıma dayanmaktadır. Her
öğrencisine bir dizüstü bilgisayar verdiğini gururla ifade eden Sabancı
Üniversitesi'nin bu tutumu aslında gelişmekte olan ülkelerde makinelere karşı
duyulan hayranlığın sıradan bir göstergesidir. Burada makinelerin kendi
başlarına bilgi üretebileceği zımni olarak varsayılmaktadır. Zaten üniversiteler
kendilerini
tanıtırken,
kurumlarındaki
çağdaş
bilgisayar
eğitim
sayısındaki
verdiklerinin
artışla
bir
kanıtı
olarak
övünmektedir.
Ancak
bilgisayarların sayısı tek başına fazla bir anlam ifade etmemektedir. Önemli
olan
bu
makineleri
kullanan
öğretim
elemanların
ne
ürettiğidir
ve
38
öğrencilerine ne öğrettiğidir. Burada da nitelik ve nicelik sorunu karşımıza
çıkmaktadır.
Akademik
terfilerde
ve
değerlendirmelerde
yayınların
niteliğinden ziyade sayısına önem verilmektedir. Bol yayın içeren bir
özgeçmiş az yayına nazaran makbul görünmektedir. İşe alma ya da terfi
kararlarında uzun bir makale ve kitap listesiyle dolu bir özgeçmiş genellikle
kısa liste içerenlere tercih edilir. Niceliğe yapılan bu vurgu öğretim elemanını
yüksek
kalitede
olmayan
kitaplar
yayınlamaya,
aynı
fikri
önemsiz
değişikliklerle başka başlıklar altında yayınlamaya itmektedir (Ritzer, 1998:
109). Az ama nitelikli yayınları olan bir akademisyen reyting sisteminde iyi bir
yerde olmayabilir. Tek bir çalışma için yıllarca harcamak yerine her yıl bir
kitap çıkarmak bu nedenle daha mantıklı görünebilir.
2.4. TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE ve MENSUPLARI
Bir cumhuriyet aydını olan Türk akademisyeni, iktidarla sürekli olarak
yakın ilişkiler kurma-ya çalışmıştır. İktidar onu halkı aydınlatma misyonuyla
görevlendirmişti. Çünkü 1960 döneminde Ankara Üniversitesi S.B.F dekanı
olan Fehmi Yavuz'un deyişiyle “geri kalmış ülkelerde insanların kafasının içi
kirlenmiştir” (yayın yılı belirtilmemiş. s.90). Üniversite, bu kirliliği giderecek bir
camia olarak görülmüştür. İktidara yakın olma sevdası akademisyenin,
gündelik anlamıyla siyasetle çok fazla yakından ilgilenmesi sonucunu
doğurmuştu. Tek parti döneminde Türk İnkılap Tarihi Enstitüsünde görevli
bulunan ve aynı zamanda milletvekili olan dört profesörün (Mahmut Esat
Bozkurt, Yusuf Kemal Tengirşek, Hikmet Bayur ve Recep Peker) kabul edilen
bir yasa ile “bilim ile faal politika arasında” tercih yapmak durumunda kalınca,
hepsinin de siyaseti seçmesi ilginçtir (Abadan-Unat, 1996: 144). Halbuki,
üniversiteler siyasi ve günlük olaylara kendilerini fazla kaptırmamalıdır.
Sözgelimi, 1980 öncesinde her çeşit siyasal olay karşısında S.B.F.
Profesörler Kurulu bildiri yayınlamayı adet haline getirmişti. Bu tutum popülist
(yani halkçı) davranan, “kendi siyasi çıkarlarını her şeyin ötesinde gören ve
cahil halkı aldatan” siyasetçilere karşı kendilerini memleketin gerçek sahipleri
39
olarak gören bir anlayışı temsil etmekteydi. Burada siyasetle ilgilenmeyen,
ülkenin ve dünyanın önemli gündem maddelerine uzak kalan, kafasını kuma
gömmüş devekuşu gibi olan bir akademisyen kimliğini savunulduğu
sonucuna varılmamalıdır. Belirtmek istenen, üniversite, son derece kuramsal,
uygulama imkânı olamayan kısaca bir yarar sağlamayan konularla da
ilgilenebilmelidir. Akademisyen günün genel geçer moda konularıyla kendini
sınırlı tutmamalıdır.
Nur Vergin'e göre Türk akademisyenleri bir tanınma sorunu ile karşı
karşıya bulunmaktadır. Bunun en önemli nedeni “ona tanınma beratını
verecek olan ve böyle bir beratı vermede tek meşru makamı teşkil eden
oluşmuş ve tanımlanmış bir bilim camiasının bulunmamasıdır” (Vergin, 1999:
50). Böyle olunca, üniversite, hiyerarşisi yükselip, unvanları alıp, siyasete
atılmak veya piyasaya çıkmak tanınma arzusunu gerçekleştirmenin araçları
olmaktadır. Siyasete atılmak, milletvekili seçilmek, bakan olmak pek çok
akademisyenin
gönlünde
yatan
aslandır.
Öğretim
elemanı
olmanın
sağlamadığı gücü, itibarı, siyaset sağlamaktadır. Son yıllarda medyatik olmak
da öğretim elemanları arasında moda haline gelmiştir. Büyük bir gazetede
yazı yazmak, televizyonlarda, radyolarda programlar yapmak yaygınlık
kazanmaktadır. Yerine göre iktisatçılar, tarihçiler ve yerbilimciler medyatik
popülerlikte öne çıkmaktadır. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi'nden sonra
neredeyse her medya grubunun jeologları ve jeofizikçileri ortaya çıkmış, bu
akademisyenlerden bazıları söz konusu popülerliği maddi kazanca çevirme
konusunda son derece yetenekli olduklarını da göstermişlerdir.
Akademisyenler arasında “fast-thinker”, yani “malumatfuruş ekran
aydını” olmak, adeta imrenilen bir meziyet haline gelmektedir. Klişe
düşünceler ve öneriler, her konuda hazır düşünceleri olan bu tip “aydınlar”
tarafından öne sürülür. Medyatik bir kişilik kazanma arzusu birçok bilim
insanını ayrıntıya yer veren bilimsel analizler yerine çok kısa cümlelere
sığdırılan reçeteler sunmaya itmektedir (Abadan-Unat, 1996: 191). Bu çok
doğru ifadeleri söyleyen Abadan-Unat, Göç konusunda otuz yıl süre ile
40
uğraştığını, “sayısız uluslararası toplantılara davet edilecek, üç yabancı dilde
kitap ve kırkı aşan makaleler yayınlayacaktım” demeyi anılarında ihmal
etmemektedir (1996: 204). Yani, medyatik anlamda olmasa bile, tanınma,
akademisyenin en önemli arzularından biridir. Bu da, son derece doğal,
insanî bir arzudur. Uzun yıllarını kendince önemli bir konuya harcayan birinin
başkaları tarafından takdir edilmeyi beklemesi doğaldır. Ancak takdir edilecek
çalışmalar ortaya koymuş olanlar, bazıları bunu görecek kadar yaşamasa da,
eninde sonunda hak ettikleri ilgiye kavuşmaktadırlar. Geçtiğimiz günlerde
Türkiye'ye dönen ve kendisiyle röportaj yapmak isteyen basın mensuplarını
nazik bir dille reddeden Şerif Mardin, “bilim adamının az konuşup, çok
okuyan insan olduğunu ama Türkiye'de bunun tersi olduğunu” söylerken acı
bir gerçeğe parmak basmaktaydı.
Türk üniversite dünyasında öğretim elemanının işe alınmasında ve
yükseltilmesinde bilimsel kriterlerden ziyade ideolojik ve kişisel nedenlerin
daha önemli olduğu yaygın kabul gören bir iddiadır. Batıdaki akademisyenler
“publish or perish” ilkesini çok iyi bilmektedirler. Yani “ya yayın yaparsın, ya
da yok olursun”. Ayrıca akademik hayatımızda, paradoksal olarak, kişi
yükseldikçe tembellik hastalığı nüksetmektedir. Doçent veya Profesör olmayı
sağlayacak çalışmalar yapıldıktan sonra devlet üniversitelerinde daimi
kadroya atanmanın verdiği iş güvencesi bunun en önemli nedenleri
arasındadır.
Her ülkede her üniversite aynı nitelikte değildir. Bazı üniversiteler, ilk
kurulmanın
sağladığı
avantajlar,
tarihsel
olarak
önemli
mekânlarda
kurulmaları gibi nedenlerle yeni kurulan üniversitelere göre “prestij” sahibi
olarak görülmektedir. Ancak unutulmaması gereken itibar getiren bazı
özellikler zamanla aynı kurumların yeni kurumlar karşısında geri kalmalarının
nedenlerinden biri de olabilir. İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi
uzun yıllar tek ve merkezde olmanın avantajlarından yararlanmış ama
günümüzde yerlerini güçlü finansal kaynaklara sahip olan Bilkent gibi
kurumlara bırakmışlardır. Aynı şekilde yakın zamana kadar Türkiye'nin en
41
seçkin üniversitesi olarak bilinen Boğaziçi, bugün yeni rakipleri karşısında
zorlanmaktadır.
Boğaziçi'nin
araştırmaları
uluslararası
perspektiften
bakıldığında oldukça düşüktür. Bunun en önemli nedenleri arasında “biz en
iyisiyiz; bir numarayız” demenin tembelliğe ve atalete neden olma ihtimalinin
yüksek olmasını belirtebiliriz.
Boğaziçi Üniversitesi, yabancı uzmanlara hazırlattığı bir raporda
üniversitelerin farklı misyonları olduğunu belirterek, hepsinin aynı kurallara
tabi olmaması gerektiğini savunmaktadır. Aslında sözü edilen farklı misyona
sahip olma durumu fiilen ortaya çıkmaya başlamıştır. Türk Üniversite
sisteminin bir ucunda devlete ve özel sektöre çok da nitelikli olmayan teknik
eleman ve memur yetiştiren devler üniversiteleri, diğer ucunda da ağırlıklı
olarak özel sektörün orta ve üst düzey yönetici ihtiyacını karşılama amacına
dönük “pragmatist-akılcı-seçkinci” eğitim yer almaktadır (Nalçaoğlu 1999:
84). Türkiye'de 1992'ye kadar 28 üniversite vardı. O tarihte alınan bir kararla
Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde üniversiteler kuruldu. İlk yıllarda büyük
zorluklarla karşılaşan, prefabrik binalarda, barakalarda eğitim yapan bu
kurumlar günümüze kadar belli bir gelişme gösterebilmişlerdir. Özellikle
İstanbul ve Ankara gibi merkezlerde bulunan akademisyenler gözünde
“taşra” üniversiteleri birer “tabela” üniversitesidir. Bunlar, “üniversite adı
taşıyan binalar” şeklinde küçümsenmektedir. Zamanında İzmir'de bile
üniversite kurulurken İstanbul ve Ankara'da kümelenmiş öğretim elemanları
buna tepki göstermişti. Aynı şekilde Eskişehir, Bursa, Erzurum ve Kayseri
gibi şehirlerde kurulan üniversiteler de ilk yıllarında çok küçümsenmiştir.
Bugün bu şehirlerdeki üniversitelerin en azından bazı bölümleri, İstanbul ve
Ankara'daki rakipleriyle nitelik açısından rekabet edebilmektedir. Türkiye'nin
en
eski
üniversitesi
olan
İstanbul
Üniversitesi'ne
mensup
öğretim
elemanlarının 1994–1999 döneminde SSCI'da (sosyal bilim atıf indeksi) yer
alan makale sayısı sadece ve sadece 22 iken, Van 100. Yıl Üniversitesi'nin
makale sayısı 9'dur. Benzer şekilde Marmara Üniversitesi'nin 13, Gazi
Üniversitesi'nin 15, Dokuz Eylül Üniversitesi'nin 16 makalesi varken,
Pamukkale
Üniversitesi'nin
4,
Kocaeli
Üniversitesi'nin
2,
Sakarya
42
Üniversitesi'nin 2 makalesi yer almıştır. Bütün bu rakamlar, gerek imkânlar
gerekse öğretim elemanları sayısı bakımından, “taşra” üniversiteleri ile
kıyaslanması mümkün olmayan bazı “büyük” üniversitelerin içler acısı
durumunu gözler önüne sermektedir. 1992'de kurulan üniversitelerin de, en
azından bazıları, büyük gelişme potansiyeline sahiptir. Ancak küçük
şehirlerde kurulan üniversiteler bazen yerel güç odaklarının baskısına tâbi
kalmakta, bu kurumlar bir bilimsel kurumdan ziyade yörenin eğitimli, eğitimsiz
işsizlerine iş bulma kapısı olarak görülmektedir. Bunun en önemli
göstergelerinden biri de idari personel sayısındaki kabarıklıktır.
Bu noktada tartışmayı genel olmaktan çıkarıp, kendi çalışma alanımız
olan sosyal bilimlerin Türkiye'deki durumuna kısaca bir göz atalım.
Uluslararası bilim atıf indeksinde Türkiye, 1980-1990 arasında 40-45.
sıralarda iken 1998'de 25. sıraya yükselmiştir. SSCI, Sosyal Bilim Atıf İndeksi
ve AHCI, Edebiyat ve Beşeri Bilimler Atıf İndeksi'nde Türkiye'den sırasıyla
184 ve 33 makale 1997 yılında girmiştir. Aynı SCI, Bilim Atıf İndeksi'ne ise 4
bin 410 makale Türkiye'den girmiştir. Temel ve mühendislik bilimlerinde
Türkiye 27. sırada iken, sosyal bilimlerde 33. ve edebiyat alanında ise 35.
sıradadır (YÖK, 1999). Görüldüğü gibi sosyal bilimciler temel ve mühendislik
bilimleri ile uğraşanların arkasında kalmaktadır. Bunun nedenleri arasında
kaynakların daha ziyade mühendislik ve temel bilimlere tahsis edilmesi ve
sosyal bilim alanında yabancı bir dilde çalışma yapmanın çok daha zor
olmasını belirtebiliriz.
Türk sosyal biliminde aktarmacılık ve alıntı geleneği yaygındır. Bu bir
bakıma belli bir dönem için kaçınılmazdır. Çünkü kuramsal bilgi üreten
merkezler genellikle ABD ve Avrupa'da bulunmakta, Türkiye gibi ülkelerde
sosyal
bilimcinin
uyarlayabileceği
yapmaya
görgül
çalıştığı
çalışmalar
bunları
yapmaktan
öğrenip,
öteye
Türkiye'ye
geçmemektedir.
Çalışmaların yayınlanması konusu ise ayrı bir sorun kaynağıdır. Türkiye'de
dergicilik geleneği üniversite dışında gelişmiştir. Üniversite dergilerinin önemli
bir bölümü sadece o kurumdakilerin çalışmalarına yer vermekte, adeta bir
43
“kendin pişir, kendin ye” anlayışından öteye gidememektedir. Çalışmaların
sunulduğu önemli ortamlardan biri de kongrelerdir. Kongreler aynı veya
benzer konular üzerinde çalışan akademisyenlerin bir araya gelmelerini, bilgi
alışverişini sağlayan ortamlardır. Son yıllarda bu konuda Türkiye'de olumlu
gelişmeler yaşanmakta, protokol ve mülkî erkân kongrelerinden ciddi
tartışmaların yapılabildiği bilimsel kongrelere doğru bir gidiş yaşanmaktadır.
Türkiye'de sosyal bilimler alanındaki akademisyenlerin yayınlanan
kitaplarının önemli bir bölümü lisans öğrencileri için hazırlanan ders
kitaplarıdır. Burada ders kitabı yazma işini küçümsediğimiz
yargısı
çıkarılmamalıdır. Eleştirmeye çalıştığımız, kitap yazmayı ders kitabı yazmak
olarak algılayan anlayıştır. Bir de işin maddi boyutunu göz ardı etmemek
gerekir. Sadece o konuyla ilgilenenlerin dikkatini çekip, birkaç yılda ancak
birkaç yüz adet satabilecek araştırmaya veya kurama dayalı kitap yazmaktan
ziyade, sadece bağlı olduğu üniversitede bir yılda 1000 tane satan,
öğrencilerin almak zorunda bırakıldıkları ders kitabı yazmak daha kârlı bir
iştir. Bir de, başka üniversitelerde şu veya bu şekilde “rahleyi tedrisinizden
geçmiş meslektaşlarınız da aynı ders kitabını okuturlarsa maddi kazanç
imkânı artmaktadır. Çok az sayıda kişinin ilgi duyabileceği araştırmaları
yayınlamak bazı ciddi yayınevleri ile üniversitelerin kendi yayınevlerinin
yapabileceği iştir. Türkiye'de bu konuda bir zamanlar özellikle İstanbul ve
Ankara Üniversiteleri güzel örnekler vermiştir.
Sosyal bilim alanında yayınlardaki ortak bir hastalık gereksiz yere bol
kaynak kullanmaktır. Başka bir deyişle bir yayını okuyup, onun içindeki
kaynakları kendi okumuş gibi kendi yayınında referans vermek de maalesef
yaygındır. Sosyal bilimlerde, Ayşe Öncü'nün hoş ifadesiyle, “bavul turizmi”,
yani yabancı dilde üç beş kitap ve makale okuyup Türkçe “eser” verme ciddi
biçimde eleştirilmelidir (1998: 50). Ayrıca bazı akademisyenlerin neredeyse
her yıla bir hatta iki kitap sığdırdıkları bir dönem yaşıyoruz. Örneğin, iktisat
eğitimi almış bir akademisyen, iktisadın neredeyse bütün konuları ile ilgili
ders kitapları yazabilmektedir.
44
Türk sosyal bilimcileri arasında, nedenlerine ilişkin bir tartışmaya
girmeksizin, pozitivizmin yakın zamanlara kadar önemli bir ağırlığı olduğunu
söyleyebiliriz. Yalnız bu hususu belirtirken bazılarının yaptığı gibi pozitivizmi
bütün toplumsal kötülüklerin anası, devrini tamamlamış bir yaklaşım olarak
görmediğimizi de ifade etmek istiyoruz. Vurgulamaya çalıştığımız husus,
pozitivizmden başka araştırma geleneklerinin, kuramsal yaklaşımların da
sosyal bilimciler tarafından kullanılmasının gerekli olduğudur. Türk sosyal
biliminin duayenlerinden sayılan Nermin Abadan-Unat, anılarında başından
geçen bazı üzücü olaylar nedeniyle eve “...uğursuzluk getirir gerekçesi ile
kedi almak” istemediğinden bahsetmektedir (Abadan-Unat, 1996: 33). Ancak
anılarının sonlarına doğru “rasyonel düşünce sistemini, sosyal bilimlerin can
noktasını oluşturan görgül araştırma yöntemini geçersiz saydığımız gün,
mistisizm, batıl inançlar, hurafeler dünyasına düşmemiz mukadderdir. Bu
açıdan pozitivizmden vazgeçmeyi kabullenemem” şeklinde bir görüş beyan
etmektedir
(Abadan-Unat,
1996:
291).
Pozitivizmden
vazgeçmeyi
kabullenemeyen birisinin kedileri uğursuz sayması ilginçtir.
Akademik çalışmaların özerkliği, siyasî, toplumsal ve dinî gerekçelerle
engellenmemelidir. Yüksek öğrenim sistemi “doğru soru sorabilen” bireyler
yetiştirmeye odaklanmamalıdır (Bumin 1998: 235). Bu, belki ordu gibi
disiplinin ve emirlere itaatin ön planda olduğu bir kurumda zorunlu olabilir ki
burada bile gerektiğinde “yanlış” soru sorabilen subay adaylarının olması, bir
ordu
için
bazı
durumlarda
fayda
getirebilir.
Ancak
aynı
anlayışı
üniversitelerden beklemek son derece sakıncalıdır. İnsan ailede, iş hayatında
“yanlış” soru sorduğunda genellikle olumsuz tepkilerle karşılaşmaktadır. Hiç
değilse üniversite'de bu olmamalıdır. Üniversite, “bırakınız yapsınlar,
bırakınız geçsinler” düsturunun hayata geçirilmesi gereken, belki de tek
kurumdur.
45
2.5. ÜNİVERSİTE, ÖZERKLİK VE AKADEMİK ÖZGÜRLÜK KAVRAMLARI
Kavramların içeriği kişilere ve zamana bağlı olarak farklılık arz
edeceğinden, üniversite, özerklik ve özgürlük kavramlarını tarihi süreç
içerisinde ele almak, açıklamak zorunlu olmaktadır.
İslam
dünyasında,
Abbasi
Halifelerinden
Me’mun’un
(813-833)
Bağdat’ta açtığı, Dar’ül Hikme denilen akademi, ilk yükseköğretim kurumu
olarak kabul edilir. Bunu Beyt’ül-ilm, Darü’l-ilm adı verilen okullar izledi.
“Ders” teriminden türetilen, ders verilen yer anlamındaki “medrese” terimi
daha uzun süre kullanılmadı. Ders teriminden, dershane, müderris, dersiam
ve tedris gibi başka terimler de türetilmiştir. “Medrese”, İslam dünyasında,
üniversitenin işlevini yüklendi. Medrese Hıristiyan ortaçağı üniversitesinin
atası ve modeli olmuştur. Batı üniversitesinin temeli de ortaçağ Hıristiyan
üniversitesine dayanır. Bugün üniversitede kullanılan “rektör”, “dekan” gibi
terimler, başlangıçta yalnız kiliseye ait terimlerdi. Önce Hıristiyan ortaçağ
üniversitesine sızan medresenin nitelikleri, tarihi süreç boyunca taşınarak
oradan modern üniversitenin ve günümüzde çağdaş üniversitenin özüne bir
daha ayrılmamacasına sinmiştir. Şöyle ki “medrese” terimi, ders kökünden
gelir. Günümüzde de üniversitedeki her türlü eğitim-öğretim faaliyetinin
ölçüsü ders esas alınarak tanımlanmaktadır. Haftalık ders saati, öğretim
üyelerinin zorunlu ders yükü, lisans derecesini kazanmak için alınması
gereken toplam minimum kredi miktarı gibi kavramların temelinde, ders
bulunmaktadır. Bir kredi, 14-16 haftalık bir sömestre boyunca, haftalık sınıfta
bir saatlik ders anlamındadır. Kısacası, ders-kredi sistemi(course-credit
system), çoğu akademik faaliyetin ölçme ve hesaplama aracı, ölçü birimidir.
Üniversite eğitim-öğretimi özünü ders kavramında bulur. “Ders” kavramı, bir
şeyi anlamak üzere üzerine kapanmak anlamına gelmektedir. Medrese ve
üniversite arasındaki etkileşime, başka örnekler de verilebilir: Bugün tüm
üniversitelerde mezuniyet törenlerinde giyilen cüppenin benzerleri öğrenimini
başarı ile tamamlayan medrese öğrencileri de giymekteydi ve o zamanlar
buna onur cüppesi denilmekteydi. Medreselerin bir külliye(üniversite) halinde
46
düzenlendiği tarihteki ilk önemli örnek, Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün 1067
de Bağdat’ta kurdurduğu Nizamiye medreseleridir.
Tarihte üniversite anlamında ilk kurumlar medreseler olmakla birlikte,
bugünkü üniversitelerimiz medresenin bir devamı veya dönüşümü değildir.
Üniversitenin
ilk
örneklerinin,
Üniversitesi (1167),
Paris
Bologna
Üniversitesi
Üniversitesi(1170),
(1088),
olduğunu
Oxford
ileri sürenler
bulunduğu gibi, bilim tarihçisi J. D. Bernal, tarihte ilk üniversitenin
medreselerin kurulmasıyla başladığını belirtir. Bernal şöyle söyler: “Bilim,
tarihte ilk üniversiteler olan medreselerin kurulmasıyla yaygınlaşmıştır. Daha
önce Yunanlı düşünürlerin açmış oldukları okullar üniversiteden çok özel okul
niteliğindeydi. Aralarında sadece Museum özellikleri açısından üniversiteye
en çok benzeyeniydi ama, onun da eğitimden çok araştırma ağırlıklı bir işlevi
bulunuyordu.” Burada üniversite ile yükseköğretim kurumu arasındaki ayrımı
göz önüne alarak, Platon’un (428-347) kurduğu Akademia (MÖ 387),
Aristoteles’in
kurduğu
(384-322)
Lyseum
(lükaion)
[MÖ
334]
ve
İskenderiye’de Büyük İskender’in (356-323) kurdurduğu Museum (MÖ 330)
yükseköğretim kurumu olarak nitelenebilir.
Batı’da modern üniversitenin felsefi temelini, Alman düşünürü ve
devlet adamı, Wilhelm von Humbolt(1767-1835)’un, 19. yüzyılın başında
ortaya koydu. Humbolt, Mesleki öğretim ile araştırmanın birlikte yürütülmesi
ilkesine dayalı modern üniversiteyi Berlin modeli üniversiteyi (Humbold
Üniversitesi) kurmuştur. Berlin üniversitesi; diğer Alman üniversitelerine,
İsviçre, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İskandinav ülkelerine, 1871 den
sonra Fransa ve Anglosakson üniversite sisteminde örnek oldu(Gürüz,1994,
6-167)
Yükseköğretimin
alanının
önemli
bir
diğer
terimi
“akademik”
sözcüğüdür. Bu terim Platon’un (MÖ 427-347) akademia’sına (MÖ 387)
dayanır. Platon akademia’nın girişine şu sözleri yazmıştı: Ageometretos
medeis eisito! (Matematiksel-olanı kavramamış olan buraya girmesin!). Bu
ifade, akademia’nın matematiksel rasyonalist (akılcı) bir temele dayandığına
47
işaret eder. İspanyol filozof Ortega Y. Gasset şöyle der: “Üniversite, bir
kurum olarak, inşa edilmiş akıldır, bilimdir”. Üniversitenin rasyonel niteliğinin
temeli akademia’ya kadar gider. Modern bilim devrimi, bilimin iki temel
bileşeni olan rasyonel ve empirik bileşenlerden rasyonel olanın öncelikli rolü
dolayısıyla gerçekleşebilmiştir. Modern bilimin merkezinde Newton Mekaniği
bulunur. Hareketin birinci yasası olarak bilinen ve Galileo tarafından ortaya
konulmuş olan eylemsizlik ilkesine ancak rasyonel yolla ulaşılabilir. Eğer,
Galileo kendisini emprik yöntemle sınırlandırmış olsaydı eylemsizlik ilkesine
ulaşması olanaksızdı. Burada rasyonellik ile işaret edilen modern bilimin
matematiksel karakteridir. Çünkü matematiksel olan, rasyonel bir şeydir[9].
Çağımızın bilgi toplumunda, giderek sayısal ve sanal bir dünya gerçekliğin
yerine ikame edilmektedir. Kısacası matematiksel-olan gerçek dünyanın
alanını kendi lehine daraltmaktadır. Kant şöyle söyler: “.....herhangi bir tikel
doğa öğretisinde, ancak onda matematik bulunduğu ölçüde halis bilim
bulunabileceğini ileri sürüyorum”. Bir bilgi (bilim) kurumu olan üniversitenin
rasyonel niteliği Akademia’ya dayanır.
Bir kavramın seçikliği, değişmeyen çerçevesi veya özüdür. Bu öz
(form=idea), var olanı kendisi, yani “işte o” yapandır. Öz, kavramı diğer
kavramlardan ayırandır, seçikliğidir. Kavramın açıklığı, içeriği ise zaman
içinde değişebilir. Kavramlar ırmaklar gibi doğmakta, zaman vadisinde,
katılmalar ve ayrılmalar ile akmaktadır. Kavram, ırmağın bütünüdür.
Üniversite kavramının değişmeyen özünü, bilgi, rasyonalite ve ders
bileşenleri oluşturmaktadır. Ancak, bilgi içeriğindeki değişimler dolayısıyla,
Ortaçağ Üniversitesi, Modern Üniversite ve Çağdaş Üniversite ayrımı
yapılacaktır. Ortaçağ üniversitesi ile anlatılmak istenen, Medrese ve
Hıristiyan ortaçağ üniversitesidir.
Ortaçağ üniversitesi araştırma yapmaz. Mesleklerle ilgisi çok azdır.
Her şey genel kültürdür: Teoloji, felsefe, sanatlar gibi. Modern üniversite ise,
meslek ve araştırma işlevini üstlendi. Ancak, genel kültürü tamamen bir
tarafa bıraktı(Gasset,1997) Günümüz üniversite mezunu, kültürsüz bir
48
meslek adamıdır: Mühendis, doktor, avukat, bilim adamı. Bu feci hata arka
planında pozitivist felsefenin yattığı 19. yüzyıl üniversitesinin suçudur.
19. yy başında kurulan Humbold Üniversitesi “Modern üniversite”
olarak nitelendirilirse, 1980’ler den sonra üniversite yaşanan ve halen
sürmekte olan değişim ve dönüşümleri dile getirmek üzere günümüz
üniversitesine “Çağdaş Üniversite” nitelemesi yapılabilir.
Üniversite, aklın kurumsallaştırılmasıdır. Üniversitede her şeyden önce
bilim olmalıdır. Bir problemin ortaya konulması, hipotez ileri sürülmesi,
hipotezin sınanması araştırma faaliyeti içerisinde sürdürülür. Bilim bir
araştırmadır. Bilim keşiftir. Bilineni öğretmek ya da öğrenmek sahici anlamda
bilim değildir. Araştırma sonucunda çözüm elde edildikten sonra yapılacak
hiçbir şey bilim değildir. Çünkü bilim daha önce bilinmeyen (mevcut olmayan)
bir bilgi ortaya koymaktır. İnsanlığın bilgi birikimine yeni bir katkı yapmaktır.
Üniversite coşkuyla dolu bir atmosfere sahip olmalıdır. Bilim, feragat ve
fedakârlıkla yaşanan bir hayat tarzı, bir adanmışlık ister. Varlık; olağan bir
hayat tarzı karşısında gizinin ifşasına izin vermez, sıradan bir tutum
karşısında “keşf” vuku bulmaz. Bilim için gösterilen olağanüstü çaba
üniversitenin varlığının temelidir.
Üniversite bilgi için inşa edilen bir kurumdur. Üniversite bilimsel
faaliyetinde, esas itibariyle, uygulamaya, yarara yönelik bir amaç söz konusu
olmaksızın doğru bilgi (hakikat) peşindedir. Üniversite; (a) bilgiyi üretir,
(b)öğretir, c) sunar ve (d) yayar. Bu dört fonksiyon, üniversitenin varoluş
sebebi, misyonudur (M). Bilgi üretme işlevini araştırma-geliştirme (AR-GE)
faaliyetiyle, öğretme işlevini eğitim-öğretim faaliyetiyle, sunma işlevini
topluma danışmanlık yapma ve yayma işlevini yayın yapmak suretiyle yerine
getirir.
49
Şekil 1: Üniversite Misyonun Ayrıntılı Anlatımı
Kaynak: Günay;Günay Üniversitenin "Neliği, Akademik Özgürlük ve Üniversite Özerkliği"
2004
Sonuç olarak üniversite, bünyesinde bulundurduğu programlarda,
yüksek düzeyde eğitim-öğretim vererek ülkenin ihtiyaç duyduğu uluslararası
niteliklere sahip insan gücü yetiştiren, uluslararası ölçütlerde araştırmageliştirme ve innovasyon [yenile(n)me] yapabilen, bilim ve teknoloji üreten;
ulusal ve uluslararası yayın organlarında yayım yapan ve toplumun
sorunlarına bilgi ve danışmanlık desteği verebilen, fakülte, enstitü, bölüm ve
benzeri birimlerden oluşan, kamu tüzelkişiliğine sahip; özerk, özgür, yetkin ve
etkin bir yükseköğretim kurumudur.
Üniversitelerin özerkliği tartışılırken önce akademik özgürlükten
bahsedilir, Özerkliğin temelini akademik özgürlük oluşturur. Akademik
özgürlük ya da bilimsel özerklik kavramları, bir yükseköğretim kurumunu
üniversite yapan özelliklerin ve ölçütlerin belki de en önemlisidir. Üniversite
özerkliği daha çok akademik özgürlüklerin garantisi, bilimsel etkinliklerin dış
etki ve müdahalelerden korunması amacıyla savunulurken; üniversite
50
özerkliğinin temelinde akademik özgürlük yer almaktadır. Ancak, akademik
özgürlükle üniversite özerkliği eş anlamlı değildir. Birincisi bireyle, ikincisi
kurumla ilgilidir. Kurum özerkliğinin bulunmadığı bir yerde akademik özgürlük,
akademik özgürlüğün bulunmadığı bir yerde de kurumsal özerklik mevcut
olabilir. Örneğin, devletçi daha ağır bastığı Fransa gibi çoğu Avrupa
ülkesinde 1968’e kadar üniversite olmaması büyük bir sorun yaratmamıştır.
Hatta üniversitenin ortaya koyduğu çalışmalar ve ürettiği bilim göz önünde
bulundurulduğunda, akademik özgürlüğün bu ülkelerde, kurumsal özerkliğin
olduğu Amerikan üniversitelerinden daha fazla olduğu görülmektedir.(Timur,
2000:341-342).
Akademik özgürlük, akademiyada çalışan bireyin özgürlüğünün
sağlanması
ile
ilgili
olup,
üniversiteyi,
üniversite
yapan
en
temel
kavramlardan biridir. Akademik özgürlük kavramı 1850’lerde ilk defa
Almanya’da ortaya çıkmıştır. 1850 tarihli Prusya anayasası “bilim ve bilim
öğretimi serbesttir” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Amerikan Üniversite
Profesörleri Derneğine göre üniversite öğretim elemanlarının sahip olması
gereken akademik özgürlüğün üç temel boyutu vardır :
a) Araştırma yapmak ve bunların sonuçlarını yayınlamak
b) Sınıfta neyi, nasıl anlatacağına karar vermek
c) Araştırma ve düşüncelerinden dolayı kurumsal sansüre ve baskıya
maruz kalmamak UNESCO’da akademik özgürlüğü, akademik topluluğun
başkalarının siyasi, felsefi veya epistemolojik inanç ve düşüncelerine bağımlı
olmaksızın, kendi fikirlerine göre bilimsel araştırmalarını yapabilmeleri olarak
ifade etmektedir. Benzer şekilde, akademik özgürlük, bilimsel çalışmaların
kontrolünün üniversite dışı kurumlar yerine bilim insanlarınca bilimsel ölçütler
kullanılarak yapılması anlamına gelmektedir (Yalçın 2002:117). Akademik
özgürlük,
akademisyenin
düşüncelerini
ifade
ve/veya
etmesinde
bilim
adamının
serbestliğe
sahip
çalışmalarında
olması
ve
şeklinde
anlaşılmaktadır. Akademik özgürlük ile iş güvencesine veya kadroya (tenure)
51
sahip olmak arasında sıkı bir ilişki vardır. Zira iş güvencesinin olmadığı bir
durumda özgürce davranma olasılığı zayıflamaktadır. İngiltere’de 1988’de
yürürlüğe giren Eğitim Reformu Kanunu’nda “üniversite öğretim üyeleri
işlerine kaybetme tehlikesine maruz kalmaksızın, bilinenleri sorgulama ve
çelişkili görüşlere sahip olma hakkına sahiptir” denmektedir. Öte yandan,
akademik özgürlük mutlak bir kavram olarak da düşünülmemelidir. Genel
olarak tüm özgürlüklerde olduğu gibi, sorumluluk ve sınırlamalar da içerir.
Dışsal bir baskıya maruz kalmadan akademisyenin bilimsel etik kurallarına
uyması
ve
toplumsal
bir
sorumluluk
taşıdığının
bilincinde
olması
gerekmektedir. Eğer akademisyenler kendilerine tanınan özgürlükleri ve
hakları istismar edecek şekilde kullanırlarsa, bu özgürlük ve hakların iktidar
sahipleri tarafından kısıtlanma olasılığı ortaya çıkacaktır. Bu nedenle
üniversite içi bilimsel ve etiksel denetim mekanizmaları hayati bir öneme
sahiptir.
Akademik özgürlük doğası gereği, her türden iktidar sahibi için bir
tehdit oluşturur. Üniversite mensuplarının tasfiyeleri veya iktidarı kızdıran
öğretim elemanlarının şu veya bu şekilde cezalandırılması veya çeşitli
haklardan mahrum bırakılması sadece Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere
mahsus bir uygulama değildir. McCarthyciliğin Amerikan fikir alemine bir
kabus gibi çöktüğü 1950’lerin başlarında California Üniversitesi bütün
çalışanlarına komünizme karşı olduklarını belirten bir bağlılık yemini belgesi
imzalamaları için baskı yapmış, imzalamayı reddeden birkaç profesörü işten
atmıştır (Rokovsky, 1994:169). Tarihçi Howard Zinn 1972’de Boston
Üniversitesi’nin rektörünü Vietnam savaşı için gönüllü toplaması için deniz
piyadelerini kampüse davet etmesi, ardından da bunu protesto edenleri
tutuklatmak için polis çağırması nedeniyle kınayınca boy hedefi haline
gelmiştir. Maaşı düşük tutulmuş, Paris Üniversitesi’nden bir dönem hocalık
için davet aldığında gitmesine izin verilmemiştir (Zinn, 1998: 86). Bunlara
rağmen gelişmiş bir bilim camiasının olmadığı ülkelerle karşılaştırıldığında,
gelişmiş ve kendi içinde bütünleşmiş bir bilimsel çevrenin bulunduğu
52
ülkelerde devletin veya siyasi iktidarın bilimi denetim altına alma ve
müdahale etme çabaları geri püskürtülebilmektedir (Vergin 1999: 39).
Akademik özgürlük, üniversite özerkliği için en temel ölçüt olmakla
birlikte, diğer özerklik koşullarına karşı da bir denge unsuru oluşturur. Yani
kurumsal özerkliği artıracak bazı koşullar, akademik özerkliği zedeleyebilir ya
da tehdit edebilir, Örneğin, üniversitenin işlevlerinden biri, insanlığın değil de
içinde bulunduğu toplumun yararına şeklinde tanımlanırsa, özerk bir
üniversitede, bilimsel olmayan bilgi de üretilebilir. Yani tüm insanlık yaşamını
tehdit edebilecek, ancak belli bir grubun veya otoritenin siparişiyle ve onların
istekleri çıkarları doğrultusunda üretilen bilgi, bilimsel özerkliğin ruhuna ters
düşecektir. Üniversite özerkliğinin temel amacı, akademik özgürlüğü güvence
altına almak ve sınırlarını genişletmektir. Ancak, çoğu zaman kurumsal
özerkliğin düzeyi ile akademik özgürlüğün düzeyi arasında bir korelasyon
olmayabilir. Üniversitenin kurumsal özerkliği ile üyelerinin özgürlüğü, sıkça
karıştırılan kavramlardır. Bu iki kavram, zaman zaman birbirlerine önkoşul ya
da zemin oluştururken, çoğu zaman farklı düzeylerde de bir arada
bulunabilirler. Akademik özgürlük, daha ziyade bilim insanın kafasında,
anlayışında, bakış açısında oluştuğu tamamen özerk olmayan bir ortamda da
yeşerebilir ya da kurumsal özerklik her zaman akademik özgürlüğün
güvencesi olmayabilir.
Üniversiteler, bir bilgi kurumu ve akademik elemanlar topluluğu olarak,
toplumun kendilerine yüklediği sorumluluğu yerine getirebilmeleri için uygun
çalışma ortam ve koşullarının sağlanmasına ihtiyaç duyarlar. Bu uygun koşul
ve ortam tanımlaması üniversite özerkliği ve akademik özgürlük şeklinde
tanımlanan iki kavramla açıklanır. Üniversiteyi diğer kamu kurumlarından
ayıran temel özellik ise bu iki kavrama yaptığı vurgu ve verdiği önemle
belirlenmektedir.
UNESCO’nun 1997’deki Tavsiye Kararında akademik özgürlük, bütün
yükseköğretim personelinin görevlerini "devletten ya da diğer herhangi bir
kaynaktan baskı görme korkusu taşımadan yerine getirme hakkı"(mad.27)
53
olarak tanımlanmaktadır. Bu kararda devletin potansiyel ya da fiili bir
müdahale ya da baskı kaynağı olarak veya insan hakları ihlalleri(insan
haklarının çiğnenmesi ya da kullanılmasının engellenmesi) ile akademik
özgürlük
tehdit
oluşturacağına
yer
verilmektedir.
Kararda, akademik
özgürlüğe ve onun güvencelerine yer vermeyen bir yüksek öğretim sisteminin
de başlı başına bir tehdit oluşturduğu, bu nedenle akademik özgürlüğün
akademik topluluğun diğer üyelerine karşı da korunması gereken bireysel bir
hak olduğu belirtilerek, bu bireysel hakkın özerk bir üniversitenin yetkili
organları tarafından çiğnenmesinin de pekâlâ mümkün belirtilmektedir,
(Alpkaya2001) Tavsiye Kararı ışığında yaptığı akademik özgürlük analizinde,
akademik özgürlük için tehdit oluşturabilecek diğer toplumsal güçleri, yere ve
zamana
bağlı
olarak
değişmekle
birlikte,
bugün
için
eğitimin
metalaştırılmasına paralel olarak, bu alanda giderek daha fazla etkinlik
kazanan ulusal ve uluslar arası sermaye ve temsilcileri (Alpkaya, 2001:236237) olarak belirtmektedir. Tavsiye Kararında da belirtildiği gibi, akademik
özgürlüğü kısıtlayıcı unsurlar ya da özgürlüğe yönelik tehditler, sadece
üniversite
dışından
gelmez,
üniversitenin
ve
akademisyenin
kendisi
tarafından da yaratılabilir. Akademik özgürlük, öncelikle bilim insanının
kafasında, anlayışında, bakış açısında oluşur. Kafasını, düşüncesini
özgürleştirememiş bir akademisyen için kendisine ve kurumuna sağlanmış
olan özgürlüğün fazla bir anlamı yoktur. Önemli olan bu özgürlüğü
kullanabilmek ve daha fazlasını yaratabilmektir. Bilim insanının buna
öncelikle
ihtiyaç
duyması
gerekir.
Emmanuel
Kant'ın
belirttiği
gibi
aydınlanmış bilinç her türlü otorite karşısında kendisini bağımsız hisseder
(Arat,1990:59).
Üniversite ve özerklik, üniversitenin tarih sahnesinde görülmesinden
itibaren hep birlikte ele alınan iki olgu ve iki kavram olagelmiştir. Üniversite
için özerklik sürekli aranan, hep daha fazlasına ulaşılmak istenen bir hedeftir.
Özerklik kavramı, üniversitenin içinde bulunduğu zamana, topluma ve
koşullara göre yorumlanmış iktidarlar ve üniversiteler arasında zaman zaman
alınıp verilen bir erk olarak görülmüş, ancak üniversiteler tarafından hep
54
istenmiş ve arzulanmıştır. Düzeyi, hiçbir zaman yeterli görülmemiştir. Çünkü
bu, üniversitenin bir kazanımı ve gücü olarak görülmektedir.
Özerklik kavramı sözlüklerde (autonomy, muhtariyet), kendi kendini
düzenleyen, dış denetten uzak, kendi davranışlarına yön vermede ya da
onları düzenlemede bireyin sahip olduğu göreli bağımsızlık, dış denetim
olmaksızın
davranışta
bulunma
serbestliği
olarak
tanımlanırken
(Öncül,2000:890; özerk kuruluş(self-government, muhtariyet), belli sınırlar
içinde ve merkezi bir güç çerçevesinde kendini, kendi kanunlarıyla idare eden
kuruluş" olarak tanımlanmaktadır.(Okyanus, 1970: 2253).
Özerklik kavramı, genellikle kurumsal düzeyde ele alınan bir
kavramdır. Ancak, bazen kişiler düzeyinde kullanıldığına da rastlanmaktadır.
Örneğin özerklik, bir kişinin veya grubun görevlerini yerine getirmesine izin
verecek ve diğer gruplardan farklı kimliğini korumaya yetecek miktarda
bağımsız olmasıdır. Yönetim hukukunda özerklik, bir kanun ile herhangi bir
teşkilat, kurum veya kuruluşa kendi kendini yönetme hakkının tanınması,
diğer bir ifade ile kamu kurum ve kuruluşlarına üstlendikleri hizmetleri
kendilerinin
düzenleyebilmesi
ve
bunların
gerektirdiği
düzenlemeleri
kendilerinin yapabilmesi olanağının tanınmasıdır. (Kalabalık, 1998: 612).
Özerklik (autonomy), serbestçe öğretim ve araştırma hürriyetidir.
Özerklik, üniversitede dinamik, yapıcı ve yaratıcı bir bilim ortamı hazırlama;
daha nitelikli araştırma ve öğretim yapma, ülkeye daha yararlı aydınlar
yetiştirme ve ülke kültürünü geliştirmek için başlıca vasıtadır. Bu, ağır
sorumluluk yükleyen bir vasıtadır. Fakat hiçbir zaman üniversiteyi toplumun
etkisinden sıyırıp, sırça köşkten ideolojik eleştiriler yapan bir düşünce
merkezi haline getirme veya topluma karşı yapılacak tahriklerin ocağı haline
getirme vasıtası ya da sıçrama tahtası da değildir. Üniversiteyi hem dinamik
ve güçlü kılma hem de zorlamadan topluma daha fazla yaklaştırma ve daha
yararlı kılma aracı olan özerklik, hiçbir zaman mutlak anlamdaki devlet
özerkliği gibi de düşünülemez (WUS, Bologna,1971,1975)
55
Özerklik, farklılığa izin veren bir kavramdır. Özerklik, karar verme
sürecinin bir özelliğidir. Bir yükseköğretim kurumunun özerkliği, yerel
durumlar ve koşullara bağlı olarak değişebilir. Ayrıca zaman içinde de
değişebilir. Özerklik, özsel(içeriksel) açıdan, bir yükseköğretim kurumunun
kendi amaçlarını ve programını belirleme gücü olarak tanımlanırken;
prosedürsel açıdan, yükseköğretim kurumunun amaçlarını ve programını
gerçekleştireceği araçları belirleme gücü olarak tanımlanmaktadır.(UNESCO
1992: 24-25).
Özerklik, aslında hizmetlerde etkinliği ve verimliliği gerçekleştirmenin
bir aracıdır. Özerklik, bazı makam ve kişilere otorite, nüfuz veya şahsi çıkar
sağlama aracı olarak da kullanılamaz. Yani özerklik yasal çerçevede kalmalı
ve kamu yararına kullanılmalıdır(Tortop, 1996: 21). Bu nedenle üniversiteye
verilecek özerklik, sadece yönetimin örgüt yapısı ve yasalarla değil, onları
uygulayan kişilerin olgunluk, yetenek ve bilgi düzeyleri ile de sınırlı olacaktır.
Üniversite özerkliği denildiğinde kurum içi demokrasi ve üniversitedeki
özgürlük ortamı koşulları akla gelir. Özerklik genelde bir yönetim kavramı
olarak ele alınırken; bilim için özgürlük ifadesi kullanılmaktadır (Korkut,
1983,212) Dolayısıyla özerklik, öğretim üyelerine mahsus kişisel bir yetki
olmayıp, tüm olarak kurumsal bir nitelik taşımaktadır, kurumun kendi
kendisini yönetmesiyle ilgilidir. UNESCO’nun 11 Kasım 1997’de aldığı
"Yüksek Öğretim Personelinin statüsüne ilişkin Tavsiye Kararı"nda özerklik
"yüksek öğretim
kurumlarının akademik çalışmaları, işleyiş kuralları,
yönetimleri ve diğer faaliyetleri bakımından etkili bir karar almak için gerekli
kendi kendini yönetme" şeklinde tanımlanmaktadır (Tavsiye Kararı, Mad,179
Bu tanımda da belirtildiği gibi özerklik kurumsal bir yetkidir.(Alpkaya,2001:
231)
Özgürlük; ifade ve fikir özgürlüğü; özerklik ise, irade veya fiil
(uygulama) özgürlüğü olarak nitelenebilir. Özgürlük ve özerklik iki taraflıdır,
öğretim üyesinin kafasının içindeki özgürlük ve özerklik ile yasal statünün
tanıdığı özgürlük ve özerklik birlikte olursa anlamlı olur. Otoriter veya totaliter
56
yapılarda üniversite özerkliği ve akademik özgürlük sınırlandırılmış olabilir.
Benzer bir sonuç, bizzat bilim adamından da kaynaklanabilir. Eğer bilim
adamı otoriteyi içselleştirmişse orada (dışsal) özgürlüğün varlığının fazlaca
bir anlamı olmaz. Üniversitenin içeriğini kendisinin seçmesi özerklik, bilimsel
uğraş alanını ve dile getirmenin sınırlarını belirleme serbestliği akademik
özgürlüktür. Akademik özgürlük, bilgi üretimi ve bilginin iletilmesi yoluyla güç
kazanır. Üniversiteler, moral olarak eleştiri hakkına da sahiptirler. Burada
dengenin sağlanması önemlidir. Sınırsız hürriyet yoktur. Özgürlüğün limitleri
(sınırları), hesap verilebilirlik ve yerindelik (pertinence) ile belirlenir.
Uluslararası Üniversiteler Birliği’nin 31 Ağustos- 6 Eylül 1965 tarihleri
arasında Tokyo'da yaptığı bir toplantıda, üniversite özerkliğinden söz
edebilmek için gerekli olan özerklik ölçütleri,
•
Üniversitenin kendisini ilgilendiren bütün seçim ve atamaları bizzat
kendisinin yapması,
•
Okutacağı öğrencilerin seçiminin tümüyle bizzat kendisine ait olması,
•
Eğitim programlarını bizzat kendisin hazırlaması, vereceği diploma ve
belgelerin hangi düzeydeki bilgi ve maharetin karşılığı olarak verilmesi
gerektiğini
kendisinin
yönetmeliklerle
tayin
belirlenmiş
etmesi,
olsa
da,
bunlar
kanun,
tüzük
hazırlanmalarında
ve
temel
sorumluluğun ilgili üniversiteye verilmiş olması,
•
Araştırma programlarını istediği gibi düzenleyebilmesi,
•
Bütçesini geniş yetki sınırları içerisinde istediği gibi kullanabilmesi,
şeklinde tanımlanırken (Göksel, 1976, 9); OECD tarafından 1980’li
yıllarda yapılan ve 12 Avrupa ülkesindeki 52 yükseköğretim kurumunu
kapsayan bir araştırmada da (OECD,1980), üniversite yönetimi ile ilgili
20 konuda nihai kararların hangi mercilerce alındığına dayanılarak
geliştirilen Özerklik Endeksi"nde;
•
Üniversite yöneticisinin görevlendirilme yöntemi ve yetkileri,
•
Profesörlerin ve diğer öğretim üyelerinin atanması,
•
Öğretim üyelerinin bir üst maaş kademesine geçirilmesi,
57
•
Yeni bir fakülte kurulması yetkisi,
• Öğretim üyesi kadrolarının fakülteler arasında
• Öğretim üyesi kadrolarının diğer birimler arasında dağıtılması,
• Bir fakülte içindeki sarf malzemelerinin öğretim ve araştırma
faaliyetlerine tahsisi yetkisi,
•
Bir eğitim programında ders değişikliği yapılması,
• Bir fakültede yeni bir eğitim programının uygulamaya konması,
• Bir araştırma projesinin kabulü gibi konularda üniversitenin tam yetkili
olması durumu(Jodot, 1980:4-16) üniversite özerkliğinin önemli
göstergeleri olarak belirtilmiştir.
Tablo 1: OECD Ülkelerinde Özerklik Endeksleri
Kaynak: OECD: Education Data Base, 2005.
58
2.5.1. Türkiye Üniversitelerinin Konumu
2.5.1.1. Tarihsel Gelişimi
Türkiye’de üniversitenin tarihsel gelişimine bakıldığında sırasıyla
Fransa, Almanya, Avusturya ve ABD’nin etkili olduğu görülmektedir.
Üniversite kavramı temel olarak Cumhuriyet öncesi ve sonrası olmak üzere
iki dönem halinde ele alınmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun üniversitesi
olan, 1845 tarihinde ortaya çıkan ve “bilim yurdu” anlamına gelen darülfünun
(Timur, 2000: 81; Koçer, 1987) ilk olarak 1863’te açılabilmiştir (Akyüz, 2006:
168). Defalarca açılıp kapanan darülfünun2 1923’ten 1932’ye kadar geçen
süre içinde de varlığını sürdürmüş, daha sonra Cumhuriyet yönetim ve
ilkelerine ayak uyduramadığı belirtilerek 1933’de 2252 sayılı Yasa’yla
kapatılmış ve yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı İstanbul
Üniversitesi kurulmuştur (Tanilli, 1991: 379-380). Cumhuriyet öncesi
dönemde Fransız etkisi zamanla yerini Alman etkisine bırakmıştır. Fransız dili
ve kültürünün, 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına kadar etkili olduğu
belirtilmektedir. Fransız öğretmenler Birinci Dünya Savaşı sonrasında
darülfünunda görev yapmaya devam ettiği belirtilmektedir. Avusturya ve
Almanya etkisi ise, aynı dönemde tıp okullarının gelişmesinde görülmüştür
(Widmann, 2000: 57-59). Üniversite sözcüğü ülkemizde ilk kez 1933 yılında
yapılan hukuksal düzenleme ile birlikte kullanılmıştır. Bu dönemde üniversite
özerk değildir. (Ataünal, 1993:40; Hatiboğlu, 2000: 114; İnönü, 2005). Bu
reform ile Humboldt modeli bir üniversite kurulmak istenmiştir (Tekeli, 2003:
138). Nedenler birisi, 1933 yılı başında Nazi baskısı nedeniyle Almanya’dan
gelen
40
kadar
bilim
adamının
İstanbul
Üniversitesi’nde
göreve
başlamalarıdır (Hatiboğlu, 1995: 97-101; İnönü, 2005). Üniversitelere ilişkin
ikinci köklü değişiklik 1946 tarihli 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’dur.
Yasa’da üniversiteler “Yüksek araştırma ve öğretim birlikleri” olarak
tanımlanmıştır. Bu yasa ile üniversitelerin bilimsel ve yönetsel anlamda
özerkliği yeniden getirilmiş, tüzel kişiliği tanınmıştır. Ancak tam bir yönetsel
özerklik söz konusu olmamıştır (Gök, 1998: 76; Ortaylı, 2001: 79). 1960’da
59
çıkarılan 114 sayılı Yasa ile 147 öğretim üyesi ve yardımcısı tasfiye edilmiş,
dört öğretim üyesi başka üniversitelere sürgüne gönderilmiştir.(Hatiboğlu,
2000: 225-226; Arslan, 2004: 350). Aynı yıl çıkarılan 115 sayılı Yasa ile 4936
sayılı Yasa’nın 40 maddesinde değişiklik yapılmış, üç geçici madde
eklenmiştir. Özerklik geniş bir tanımlamayla Anayasaya girmiş, bilimsel ve
yönetsel özerkliğe yeni bir biçim kazandırılmıştır. MEB’nin üniversitelerin başı
olması hükmü kaldırılarak yetkileri üniversitelere ve Üniversiteler Arası Kurul
(ÜAK)’a devredilmiştir (Hatiboğlu, 2000: 196-197; Gök, 1998: 76; Arslan,
2004: 325,326). 1973 yılında çıkarılan 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ile
üniversite tanımında ağırlık öğretime, öğretimin hedefi de “milli” değerlere
yönelmeye başlamıştır. Yasanın denetim işlevini ise radikal bir yenilik olan
Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ile ilgili hükümler oluşturmuştur (Timur,
2000:291-293). Bu Yasa ile üniversiteler üzerinde denetimi sağlamak üzere
ayrıca Üniversite Denetleme Kurulu (ÜDK), kurulmuştur (Gök, 1998: 77-78).
Üniversitelerin özerkliğinin zedelendiği (Tanilli, 1991: 380) bir düzenleme
olarak belirtilen bu süreç, bir üniversitenin başvurusu üzerine, Kanun’un YÖK
ile ilgili maddesinin, Anayasa Mahkemesi'nin kararı ile 1975 yılında
kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır (Doğramacı, 2000).
1750 sayılı Yasa’nın önemli bir özelliği, yeni üniversite ve fakültelerin
kurulmasına ilişkin düzenleme yapılmış olmasıdır. Yasa’nın yedinci bölümü
“Yeni Üniversiteler, Fakülteler ve Bunlara Yardım” başlıklı olup, 43. madde de
üniversitelerin ve bir üniversiteye bağlı olmadan açılacak fakültelerin kuruluş
kanunlarında aksi hüküm bulunmadıkça, bu kanun esaslarına göre
kurulacağı belirtilmiştir. Ayrıca bir üniversiteye bağlı olarak fakülte ve
yüksekokul gibi birimlerin açılmasının ise senatonun teklifi ve MEB’in onayı
ile gerçekleşeceği belirtilmiştir. Bu çerçevede bir fakültenin faaliyete geçmesi
için eklenen koşul en az yedi öğretim üyesinin en az iki yıllığına
görevlendirilmesi olmuştur (1750 SK, md. 44). 1981 tarihinde çıkarılan 2547
sayılı “Yükseköğretim Kanunu”ndan önce, Türkiye’de yükseköğretim sistemi
MEB’e bağlı akademiler, bir kısmı diğer bakanlıklara, çoğu MEB’e bağlı iki
60
yıllık MYO ile konservatuarlar, MEB’e bağlı üç yıllık eğitim enstitüleri,
mektupla öğretim yapan YAYKUR’dan oluşmaktadır (“YÖK Hakkında”, 2004).
2547 sayılı Yasa ile bu kurumların hepsi bir çatı altında toplanmıştır. Bu yasa
ile üniversiteler YÖK’ün merkezi otoritesine bağlanmış (Gök, 1998: 79), YÖK,
ÜAK
ve
YDK
atama
ile
gelen
kurullar
olarak
oluşturulmuşlardır.
Üniversitelerde eğitim-öğretim, bilim-araştırmanın önüne geçmiştir. Ayrıca,
1961 Anayasası ile üniversitelere verilen Anayasa Mahkemesi’nde dava
açma yetkisi, 1982 Anayasası ve 2547 sayılı Yasa ile kaldırılmıştır
(Hatiboğlu, 2000:348-350). İlk kez 1750 sayılı Yasa’da yer alan üniversite
kuruluşuna ilişkin düzenlemeler 1983’te çıkarılan 2809 sayılı Yükseköğretim
Kurumları Teşkilatı Kanunu’nda (md.3) yer almış, bir üniversite açılırken
hangi bölümlerin bulunması gerektiği tespit edilmiştir. Buna göre, birisi fen,
edebiyat ya da fen-edebiyat olmak üzere en az üç fakülte bulunması koşul
olarak konulmuştur. Ancak 2008 yılında Yasa’nın üçüncü maddesinde
yapılan bir değişiklikle fen, edebiyat ya da fen-edebiyat fakültesinin bir
üniversitenin açılabilmesi için bulunması gereken üç fakülteden birisi olma
koşulu kaldırılmıştır. Türkiye’de üniversitelerin tarihsel gelişimi genel
hatlarıyla
değerlendirildiğinde,
Cumhuriyet
döneminde
üniversitenin
gelişiminde Alman ve ABD etkisinin varlığı görülmektedir. Bu etkiler “Humbolt
modeli” ve “girişimci üniversite modeli” olarak tanımlanan modellerin
özelliklerini taşımaktadır. Bunlardan “Humbolt modeli”nin bazı unsurları
ütopik bulunsa da 1933 üniversite reformundan itibaren yerleştirilmeye
çalışılmıştır. 4936 ve 1750 sayılı yasalar da bu modele bağlı çerçeve yasalar
olarak değerlendirilmektedir. Girişimci üniversite modelinin ise, 1950’lerde
kurulan
bölge
üniversitelerine
Amerikan
bilim
adamlarının
sık
sık
çağırılmasıyla (Widmann, 2000: 59) temelleri atılmaya, 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu ile birlikte uygulamaları netleşmeye başlamıştır
(Tekeli, 2003: 138; Türel, 2004:164). Sürecin devamında “Girişimci
üniversite”nin temel unsurlarından olan kitle eğitimini sağlamak amacıyla
üniversite sayısı hızla artırılmıştır.
61
Türkiye’de üniversite sisteminin ABD’dekine benzer biçimde “şirket”
gibi çalışmasını, “modern işletmecilik teknikleri” ile yönetilmesini, yeni liberal
anlayışı benimsenmesini isteyen çevrelerde üniversite reformunun ana
eğilimi olarak özel girişimi ön plana alan, kamu müdahalesini kaynak
sağlamak, kimi düşünceleri sınırlamak ve gerektiğinde tasfiye yapmakla
sınırlayan Amerikan modelin Türkiye koşullarına aktarılması öne çıkarılmıştır
(Timur, 2000: 351-353, 366).
Yukarıda her döneme ait birkaç örnekle sunulan yaklaşımlar, yeni
üniversiteler kurulurken geçmişte kurulan üniversitelerin gelişme süreçlerine
ve yaşanan sorunlara dikkat edilmeden politik ihtiyaçlar ve tercihlerle
biçimlendiğini göstermektedir. Bir diğer ilginç nokta ise, yeni üniversitelerin
kuruluş yerlerinin seçilmesi ve kuruluş yasalarının çıkarılması sürecinde
birbirine çok benzeyen ifadelerin iktidar ve muhalefet ayrımı olmaksızın farklı
partilere üye milletvekilleri ya da bakanlar tarafından dile getirilmesidir.
2.5.1.2. Türkiye’de Üniversite Sayısının Gelişimi
Türkiye’deki üniversitelerin kuruluş tarihleri ve kurulduğu iller Tablo
2’de gösterilmiştir. Türkiye’de İstanbul Üniversitesinin kurulduğu 1933
yılından 1982 yılına kadar üniversite sayılarında sürekli bir artış gözlenmiş ve
1982 öncesinde toplam üniversite sayısı 19’a ulaşmıştır. 1982 yılında 8 yeni
devlet üniversitesi daha kurulmuş ve üniversite sayısı 27’ye yükselmiştir.
1984 yılında ilk vakıf üniversitesi olan İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi
kurulmuştur. 1987 yılı itibariyle 29 olan toplam üniversite sayısı 1992 yılında
kurulan 24 yeni üniversiteyle(23 devlet üniversitesi ve 1 vakıf üniversitesi)
53’e yükselmiştir. Bu durumda Türk yükseköğretiminde 1992 yılının
üniversite sayısında görülen büyüme açısından bir dönüm noktası olduğunu
söylemek yanlış olmaz. 1992 yılından sonra 2006 yılına kadar ki sürede
görülen toplam üniversite sayısındaki artış vakıf üniversitelerinin sayısında
görülen artıştan kaynaklanmıştır. Çünkü 1994 yılı itibariyle 53 olan devlet
62
üniversiteleri sayısında 2006 yılına kadar hiçbir değişim olmazken; 1994
yılında 3 olan vakıf üniversitelerinin sayısı 2006 öncesinde 24’e ulaşmıştır.
2006 yılında 15 devlet ve 1 vakıf, 2007 yılında 17 devlet ve 5 vakıf, 2008
yılında 9 devlet ve 6 vakıf, 2009 yılında 9 vakıf, 2010 yılında 8 devlet ve 9
vakıf ve 2011 yılında 1 devlet ve 8 vakıf üniversitesi kurulmuştur. Bir başka
ifadeyle; 2006 yılından günümüze kadar 50’si devlet ve 38’i vakıf olmak
üzere toplam 88 yeni üniversite kurulmuştur. 2011 yılı itibariyle devlet
üniversitesi sayısı 103’e ve vakıf üniversitesi sayısı 62’ye ulaşırken toplam
üniversite sayısı 165’e yükselmiştir. Bu durumda 2006 yılından önce 77 olan
toplam üniversite sayısı 2006 yılından sonra yaklaşık %115’lik artış göstermiş
ve 165’e yükselmiştir. Böylece 1992 yılından sonra 2006 yılının da Türk
yükseköğretiminde üniversite sayılarında görülen artış bakımından önemli bir
yere sahip olduğu söylenebilir. 1933’den 2006 yılına kadar 73 yılda 77
üniversite kurulmuş, ancak 2006’dan 2011 yılına kadar 6 yılda 88 üniversite
kurulmuştur.
63
Tablo 2: Türkiye’deki Üniversitelerin Listesi
No
Adı
Kuruluşu
İli
Türü
1
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
1992
Bolu
Devlet
2
Abdullah Gül Üniversitesi**
2010
Kayseri
Devlet
3
Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi
2011
Adana
Devlet
4
Adıyaman Üniversitesi
2006
Adıyaman
Devlet
5
Adnan Menderes Üniversitesi
1992
Aydın
Devlet
6
Afyon Kocatepe Üniversitesi
1992
Afyonkarahisar
Devlet
7
Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi**
2007
Ağrı
Devlet
8
Ahi Evran Üniversitesi
2006
Kırşehir
Devlet
9
Akdeniz Üniversitesi
1982
Antalya
Devlet
10
Aksaray Üniversitesi
2006
Aksaray
Devlet
11
Amasya Üniversitesi
2006
Amasya
Devlet
12
Anadolu Üniversitesi
1958
Eskişehir
Devlet
13
Ankara Üniversitesi
1946
Ankara
Devlet
14
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi
2013
Ankara
Devlet
15
Ardahan Üniversitesi
2008
Ardahan
Devlet
16
Artvin Çoruh Üniversitesi
2007
Artvin
Devlet
17
Atatürk Üniversitesi
1957
Erzurum
Devlet
18
Balıkesir Üniversitesi
1992
Balıkesir
Devlet
19
Bartın Üniversitesi
2007
Bartın
Devlet
20
Batman Üniversitesi
2007
Batman
Devlet
21
Bayburt Üniversitesi
2007
Bayburt
Devlet
22
Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi**
2007
Bilecik
Devlet
23
Bingöl Üniversitesi
2007
Bingöl
Devlet
24
Bitlis Eren Üniversitesi
2007
Bitlis
Devlet
25
Boğaziçi Üniversitesi
1863/1971 İstanbul
Devlet
26
Bozok Üniversitesi
2006
Yozgat
Devlet
27
Bursa Teknik Üniversitesi
2010
Bursa
Devlet
28
Celal Bayar Üniversitesi
1992
Manisa
Devlet
29
Cumhuriyet Üniversitesi
1974
Sivas
Devlet
30
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
1992
Çanakkale
Devlet
31
Çankırı Karatekin Üniversitesi
2007
Çankırı
Devlet
32
Çukurova Üniversitesi
1973
Adana
Devlet
33
Deniz Harp Okulu
1773
İstanbul
Devlet
34
Dicle Üniversitesi
1974
Diyarbakır
Devlet
35
Dokuz Eylül Üniversitesi
1982
İzmir
Devlet
36
Dumlupınar Üniversitesi
1992
Kütahya
Devlet
64
Tablo 2. (Devamı) Türkiye’deki Üniversitelerin Listesi
37
Düzce Üniversitesi
2006
Düzce
Devlet
38
Ege Üniversitesi
1955
İzmir
Devlet
39
Erciyes Üniversitesi
1978
Kayseri
Devlet
40
Erzincan Üniversitesi
2006
Erzincan
Devlet
41
Erzurum Teknik Üniversitesi
2010
Erzurum
Devlet
42
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
1970
Eskişehir
Devlet
43
Fırat Üniversitesi
1967/1975 Elazığ
44
Galatasaray Üniversitesi
1992
İstanbul
Devlet
45
Gazi Üniversitesi
1926
Ankara
Devlet
46
Gaziantep Üniversitesi
1987
Gaziantep
Devlet
47
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
1992
Tokat
Devlet
48
Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü
1992
Kocaeli
Devlet
49
Giresun Üniversitesi
2006
Giresun
Devlet
50
Gülhane Askeri Tıp Akademisi
1898
Ankara
Devlet
51
Gümüşhane Üniversitesi
2007
Gümüşhane
Devlet
52
Hacettepe Üniversitesi
1967
Ankara
Devlet
53
Hakkari Üniversitesi
2007
Hakkari
Devlet
54
Harran Üniversitesi
1992
Şanlıurfa
Devlet
55
Hitit Üniversitesi
2006
Çorum
Devlet
56
Iğdır Üniversitesi
2007
Iğdır
Devlet
57
İnönü Üniversitesi
1975
Malatya
Devlet
58
İstanbul Medeniyet Üniversitesi
2010
İstanbul
Devlet
59
İstanbul Üniversitesi
1453/1933 İstanbul
Devlet
60
İstanbul Teknik Üniversitesi
1773/1944 İstanbul
Devlet
61
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi**
2010
İzmir
Devlet
62
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
1992
İzmir
Devlet
63
1992
Kars
Devlet
64
Kafkas Üniversitesi
Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi
1992
Kahramanmaraş Devlet
66
Karabük Üniversitesi
2007
Karabük
Devlet
66
Karadeniz Teknik Üniversitesi
1955
Trabzon
Devlet
67
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
2007
Karaman
Devlet
68
Kara Harp Okulu
1834
Ankara
Devlet
69
Kastamonu Üniversitesi
2006
Kastamonu
Devlet
70
Kırıkkale Üniversitesi
1992
Kırıkkale
Devlet
71
Kırklareli Üniversitesi
2007
Kırklareli
Devlet
72
Kilis 7 Aralık Üniversitesi
2007
Kilis
Devlet
73
Kocaeli Üniversitesi
1992
Kocaeli
Devlet
Devlet
65
Tablo 2. (Devamı) Türkiye’deki Üniversitelerin Listesi
74
Necmettin Erbakan Üniversitesi**
2010
Konya
Devlet
75
Mardin Artuklu Üniversitesi
2007
Mardin
Devlet
76
Marmara Üniversitesi
1883/1982 İstanbul
Devlet
77
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
2006
Burdur
Devlet
78
1992
Mersin
Devlet
79
Mersin Üniversitesi
Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi
80
Muğla Üniversitesi
1992
Muğla
Devlet
81
Mustafa Kemal Üniversitesi
1992
Hatay
Devlet
82
Muş Alparslan Üniversitesi
2006
Muş
Devlet
83
Namık Kemal Üniversitesi
2006
Tekirdağ
Devlet
84
Nevşehir Üniversitesi
2007
Nevşehir
Devlet
85
Niğde Üniversitesi
1992
Niğde
Devlet
86
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
1975
Samsun
Devlet
87
Ordu Üniversitesi
2007
Ordu
Devlet
88
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
1956
Ankara
Devlet
89
Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi
2007
Osmaniye
Devlet
90
Pamukkale Üniversitesi
1992
Denizli
Devlet
91
Polis Akademisi
1937
Ankara
Devlet
92
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi**
2006
Rize
Devlet
93
Sakarya Üniversitesi
1970
Sakarya
Devlet
94
Selçuk Üniversitesi
1975
Konya
Devlet
95
Siirt Üniversitesi
2007
Siirt
Devlet
96
Sinop Üniversitesi
2007
Sinop
Devlet
97
Süleyman Demirel Üniversitesi
1992
Isparta
Devlet
98
Şırnak Üniversitesi
2007
Şırnak
Devlet
99
Trakya Üniversitesi
1982
Edirne
Devlet
100 Tunceli Üniversitesi
2007
Tunceli
Devlet
101 Türk Alman Üniversitesi
2010
İstanbul
Devlet
102 Uludağ Üniversitesi
1975
Bursa
Devlet
103 Uşak Üniversitesi
2006
Uşak
Devlet
104 Yalova Üniversitesi
2007
Yalova
Devlet
105 Yıldız Teknik Üniversitesi
1911/1982 İstanbul
Devlet
106 Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
2010
Ankara
Devlet
107 Yüzüncü Yıl Üniversitesi
1982
Van
Devlet
1882/1982 İstanbul
1992
Zonguldak
108 Bülent Ecevit Üniversitesi**
* Açıköğretim fakültesi dahil edilmemiştir. ** İsmi değişen üniversiteler.
Devlet
Devlet
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye'deki_%C3%BCniversiteler_listesi
66
Türkiye’de 1930-31 ders yılında İstanbul Darülfünununun (İstanbul
Üniversitesi) 2.167 öğrencisi vardı ve 1942-1943 yılında yükseköğretim
öğrenci
sayısı
11.000’e
yükselmişti1.
1984-2011
yılları
arasındaki
yükseköğretim öğrenci sayılarındaki değişim Şekil 4’de gösterilmiştir. 19842011 yılları arasında toplam yükseköğretim öğrenci sayısında sürekli bir artış
görülmektedir. 1984 yılında 322.320 olan toplam yükseköğretim öğrenci
sayısı 2011 yılı itibariyle 3.817.086’ya ulaşmıştır. 1984 yılındaki 322.320
öğrencinin 40.617’si açıköğretim programlarına, 281.703’ü ise; yüz yüze
eğitim programlarına kayıtlıydı. 2011 yılında ise; açıköğretim öğrencilerinin
sayısı 1.713.923 iken yüz yüze eğitim öğrencilerinin sayısı 2.103.163’dür.
2002 yılı itibariyle açıköğretim öğrenci sayısında görülen artış 2008 yılından
sonra daha da hızlanmıştır. 2008 yılında 877.972 olan açıköğretim öğrenci
sayısı 2011 yılı itibariyle yaklaşık %95’lik artışla 1.713.923’e ulaşmıştır.
Ayrıca Şekil 4’de yüz yüze eğitim programlarına kayıtlı öğrenci sayısında
1984-2011 arasında sürekli bir artış görülürken; toplam yükseköğretim
öğrenci sayısında 2008 yılından sonra hızlı bir artış görülmektedir. 2008
yılında 1.654.650 olan yüz yüze eğitim öğrencilerinin sayısı yaklaşık %27’lik
artışla 2011 yılında 2.103.163’e yükselirken, aynı dönemde toplam
yükseköğretim öğrenci sayısında yaklaşık %50’lik bir artış olmuştur.
67
Tablo 3: Öğrenci Sayıları Özet Tablosu 2012-2013 Öğretim Yılı
T
Yeni Kayıt
K
ÖĞRENCİ SAYILARI ÖZET TABLOSU
2012-2013 ÖĞRETİM YILI
Öğretim Yılı Mezunu
Toplam Öğrenci Sayısı
2011-2012
E
T
K
E
T
K
E
Türkiye
Toplamı
984191 471842 512349 4975690
2268753
2706937 607981
286622
321359
Üniversite
968634 470334 498300 4936591
2263704
2672887 594635
285362
309273
Önlisans
Önlisans (AÖ
Hariç)
339742 172316 167426 1257828
615072
642756 169368
83516
85852
188124
84399 103725
507863
207318
300545 111554
52063
59491
Açıköğretim
151618
87917
749965
407754
342211
57814
31453
26361
Lisans
355984 184207 171777 2744540
1255435
1489105 289365
139860
149505
Lisans
294116 156751 137365 1237653
621406
616247 170605
89780
80825
634029
872858 118760
50080
68680
Açıköğretim
61868
İkinciöğretim
178224
27456
63701
34412 1506887
73723 104501
644221
269176
375045 103149
46238
56911
Lisans
86424
39100
47324
396295
185145
211150
49537
25073
24464
Önlisans
91800
34623
57177
247926
84031
163895
53612
21165
32447
Lisans Üstü
91323
38536
52787
277351
118218
159133
30166
14624
15542
Yüksek Lisans
77974
32819
45155
217588
92655
124933
25704
12542
13162
Doktora
13349
5717
7632
59763
25563
34200
4462
2082
2380
Tıbda İhtisas
Diğer Eğitim
Kurumları
3361
1552
1809
12651
5803
6848
2587
1124
1463
15557
1508
14049
39099
5049
34050
13346
1260
12086
Önlisans
11021
394
10627
21952
799
21153
10058
360
9698
2133
134
1999
8025
625
7400
1494
146
1348
Lisans Üstü
418
58
360
1590
223
1367
153
36
117
Yüksek Lisans
304
38
266
1042
142
900
109
22
87
Lisans
Doktora
Tıbda İhtisas
114
20
94
548
81
467
44
14
30
1985
922
1063
7532
3402
4130
1641
718
923
Kaynak: (Ösym Yüksekörenim İstatistikleri, 2011)
2.5.1.3. Yükseköğretimde Okullaşma Oranı
Türkiye’de 1980 yılında yaklaşık %6 olan yükseköğretim brüt
okullaşma oranı 2008 yılında yaklaşık %38’e yükselmiştir. Bu önemli artışa
rağmen ülkemiz yükseköğretim brüt çok gerisindedir. Brüt okullaşma oranı
ilgili öğrenim türündeki tüm öğrencilerin, ait olduğu öğrenim türündeki teorik
yaş grubunda bulunan toplam nüfusa bölünmesi ile elde edilmektedir.
Türkiye’de yükseköğretim brüt okullaşma oranlarında 2007-2008 eğitimöğretim yılından sonra büyük bir artış olmuştur. Türkiye’de 2007-2008
68
öğretim yılında %38,19 olan yükseköğretim brüt okullaşma oranı 2009-2010
öğretim yılı itibariyle %15,24’lük artışla %53,43’lük orana ulaşmıştır. 20102011 öğretim yılı itibariyle ise; artış hızında düşüş görünmesine rağmen,
Türkiye’de yükseköğretim brüt okullaşma oranı yaklaşık %5’lik artışla %58,44
oranına ulaşmıştır. Türkiye’de son yıllarda görülen yükseköğretim okullaşma
oranlarındaki bu hızlı artış, YÖK’ün yükseköğretime erişimi arttırmak
amacıyla son yıllarda attığı iki önemli adımla açıklanabilir. Bunlardan ilki;
2006 yılından itibaren toplam 88 yeni üniversitesinin kurulmasıdır. Böylece,
ülkemizde
üniversiteler
bütün
illerimize
yaygınlaştırılmıştır.
YÖK’ün
Türkiye’de yükseköğretime erişimin artırılmasına yönelik attığı ikinci önemli
adım, yüz yüze eğitim yükseköğretim kontenjanlarını arttırmasıdır. 2009
yılında yüz yüze eğitim yükseköğretim kontenjanları %27,2 oranında artarken
2010 yılında %18,4’lük bir artış görülmüştür. Kontenjanlardaki artışa paralel
olarak yükseköğretim toplam öğrenci sayısında 2009 yılında %15,5; 2010
yılında %20,7 ve 2011 yılında da %8,1 oranında artış olmuştur. Öte yandan
Türkiye’de 2011 yılında ulaşılan 3.817.086 toplam yükseköğretim öğrenci
sayısının %45’ini (1.713.923) açıköğretim öğrencileri oluşturmaktadır. Bu
yüksek orandaki açıköğretim öğrenci sayısından dolayı Türkiye’de 2011
yılında ulaşılan %58,44’lük yükseköğretim brüt okullaşma oranının %27,62’lik
kısmını açıköğretimin oluşturulduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla 2011 yılı
itibariyle
Türkiye’de
yüz
yüze
yükseköğretim
eğitiminde
ulaşılan
yükseköğretim brüt okullaşma oranı %30,82’dir(Tablo 4). Türkiye’de 2011
yılında yükseköğretimde lisans düzeyinde brüt okullaşma oranı %40,74
(%19,83’ü açıköğretim ve %20,91’i yüz yüze eğitim) iken önlisans düzeyinde
brüt okullaşma oranı %17,7’dir (%9,91’i yüz yüze eğitim ve %7,79’u
açıköğretim).
Tablo 4: 2010-2011 Öğretim Yılı Yüksek Öğretim Brüt Okullaşma Oranı (%)
LİSANS
YÜZ YÜZE EĞİTİM
AÇIKÖĞRETİM
20,91
19,83
ÖNLİSAN
YÜZ YÜZE EĞİTİM
AÇIKÖĞRETİM
9,91
7,79
40,74
TOPLAM
Kaynak: (Ösym Yüksekörenim İstatistikleri, 2011)
17,7
58,44
58,44
69
2.5.1.4. Yükseköğretimde Yayın Sayıları
Türkiye’de 2000 yılında 6.980 olan uluslararası atıf endekslerince
taranan bilimsel dergilerde yayınlanan makale sayısı 2010 yılı itibariyle
27.633’e yükselmiştir (Şekil 2). 2000-2010 yılları arasında görülen sürekli
artışa rağmen, Türkiye 2010 yılı itibariyle uluslararası atıf endekslerince
taranan bilimsel dergilerde yayınlanan makale sayısı bakımından halen pek
çok gelişmiş ülkenin gerisindedir. 1983 yılında uluslararası atıf endekslerince
taranan dergilerde yer alan Türkiye adresli yayınların sayısı itibariyle Türkiye
dünyada 45’inci sırada yer alırken 2010 yılı itibariyle 18’inci sıraya
yükselmiştir (Şekil 3). 2001-2010 yılları arasında genel olarak hem öğretim
elemanı hem de öğretim üyesi başına düşen yayın sayılarında artış
görülmektedir (Şekil 4). Özellikle 2001-2004 dönemindeki hızlı artış dikkat
çekicidir. 2001 yılında 0,12 olan öğretim elemanı başına düşen yayın sayısı
2009 yılında 0,27’ye yükselmiş fakat 2010 yılı itibariyle 0,26’ya düşmüştür.
Benzer şekilde öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı 2001 yılında 0,34
iken 2009 yılında 0,70’e yükselmiş ama 2010 yılında 0,66’ya gerilemiştir.
Şekil 2: Türkiye’nin Uluslar Arası Atıf Endekslerince Taranan Bilimsel
Dergilerde Yayınlanan Makale Sayıları(2000-2010)
Kaynak: (ULAKBİLİM, ISI-Web Of Sıence, Güncelleme: 07/05/2011)
70
Şekil 3: Türkiye’nin Uluslar Arası Atıf Endekslerince Taranan Dergilerde Yer
Alan Türkiye Adresli Yayınların Sayısı İtibariyle Türkiye’nin Dünya
Sıralamasındaki Yeri
Kaynak:TÜBİTAK
Şekil 4: Türkiye’de Yıllara Göre Öğretim Üyesi Ve Öğretim Elemanı Başına
Düşen Yayın Sayısı (2001-2010)
Kaynak: Ösym Yükseköğretim İstatistikleri, 2010 Ve ISI07/05/2011)
Web Of Sıence, Güncelleme:
71
2.5.2. Vakıf Üniversiteleri
Türkiye’de yükseköğretime olan talep ile arz arasında büyük bir fark
bulunmakta, bu fark özellikle son 30 yıldan buyana giderek artmaktadır.
Bunun bir sonucu olarak, yurtdışındaki üniversitelere olan talep artmaktadır.
Ülkemizin
yurt
dışında
eğitim
gören
yükseköğretim
öğrenci nüfusu
bakımından ilk sıralarda yer alması bu anlamda dikkate değer bir
göstergedir(Tablo 5).
Tablo 5: Ülkelerin Yurtdışına Gönderdiği Öğrenci Sayıları (2001)
Ülke
Çin
Kore
Hindistan
Yunanistan
Japonya
Almanya
Fransa
Türkiye
Fas
İtalya
Malezya
ABD
Kanada
Endonezya
İspanya
İngiltere
Hong Kong
Rusya
Singapur
Öğrenci sayısı
124 000
70 523
61 179
55 074
55 041
54 489
47 587
44 204
43 063
41 485
32 709
30 103
29 326
26 615
26 196
25 198
23 261
22 004
19 514
Kaynak: OECD, Policy Brief; Internationalization of Higher Education, Ağustos, 2004.
Dünyadaki yükseköğretim yapısındaki gelişmelere bakıldığında, bazı
ülkelerde özel öğretim kurumlarının yükseköğretim sistemleri içersindeki
payının %50’lerin üzerinde olduğu görülür(Tablo 6). Yükseköğretimde
özelleşme oranındaki artış belirli ülkelerle sınırlı değildir.
72
Tablo
Seçilmiş
6:
Ülkelerde
Özel
Yükseköğrenim
Kuruluşlarındaki
öğrencilerin toplam öğrenci sayısı içindeki payı(%)
Ülke Adı
Toplam Öğrenciye
Oranı
80
76
75
71
67
64
63
60
58
Güney Kore
Japonya
Hindistan
Brezilya
Filipinler
Kolombiya
Belçika
Endonezya
Şili
Kaynak: OECD: Education Data Base, 2005.
Dünya
genelinde,
özel
yükseköğretim
kurumlarında
okuyan
öğrencilerin oranı 1985’de yaklaşık % 18 iken, günümüzde % 30’a
yaklaşmıştır. Bununla birlikte, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde özel
yükseköğretim kurumu oranı halen düşüktür. Türkiye’de, özel yükseköğretim
kurumu bulunmamakla birlikte vakıf üniversiteleri, öğrenciden alınan ücretler
açısından bu statüde değerlendirilse bile ülkemizdeki bu oran %6
civarındadır.
Türkiye’nin, öteki alanlarda olduğu gibi, yükseköğretimin çeşitliliği
anlamında dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalması mümkün değildir. Gerek
yükseköğretime olan talebin karşılanması, gerekse devlet üniversitelerinin
üzerindeki kontenjan baskısının azaltılması bakımından, vakıf üniversiteleri,
üzerinde durulması gereken bir seçenek durumundadır. Yükseköğretime olan
aşırı
talebi
göz
önünde
bulunduran
ve
yükseköğretimde,
devlet
üniversitelerinin yanında bir çeşitliliğin olması gerektiğini düşünenler, 1970’li
yıllarda “özel üniversite” seçeneğini gündeme getirmişlerse de bu deneyim
başarısızlıkla
sonuçlanmıştır.
Üniversite
önündeki
yığılmanın
giderek
artması, Devlet üniversiteleri yanında bu kez vakıflar aracılığı ile üniversite
kurulmasını gündeme getirmiştir. İlk kez 1984’de bir vakıf üniversitesinin
kurulması ile Türk yükseköğretimine giren vakıf üniversitelerinin sayısı
giderek artmış ve 2006 yılı sonunda bu sayı 25’e ulaşmıştır.
73
Dünyadaki
gelişmeler,
yükseköğretimdeki
özelleşme
eğilimi
konusunda dikkatli olunmasını gerektirmektedir. “Yükseköğretiminin özel
kesim tarafından sunumunun son yıllarda birçok ülkede denetimsiz ve hızlı
şekilde büyümesi, kamu hizmeti olma niteliğinin kaybolmasına ve kalite,
mesleki yeterlilik, akademik tanınmanın bulunmayışı gibi pek çok sorunun
ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1989 sonrasında sosyalist bloğun
çözülmesiyle birlikte Doğu Avrupa ülkelerinde yükseköğretiminin kâr
amacıyla denetimsiz bir biçimde ticarileşmesinin ortaya çıkardığı bu tür
sorunlar, Avrupa’da “Bologna Süreci”nin” başlatılmasının temel nedenini
oluşturmuştur. Benzer bir yozlaşma Hindistan’da yaşanmış ve bunun
sonucunda Anayasa Mahkemesi 100 özel üniversite’nin kapatılması yönünde
bir karar almak zorunda kalmıştır”
İlk vakıf üniversitesi, 1984 yılında kurulan ve 1986 - 87’de eğitime
başlayan Bilkent Üniversitesidir. Bunu, 1992 yılında kurulan Koç Üniversitesi,
1994’de kurulan Başkent Üniversitesi izlemiş ve vakıf üniversitesi sayısı
1996’da 8’e, 1997’de 15’e, 1999’da 20’ye 2001’de 23’e, 2002’de 24’e ve
2006’da 25’e yükselmiştir. Bu üniversitelerin dışında, üniversite ile bağlantısı
olmayan vakıf meslek yüksek okulları da bulunmaktadır. Kuruluş yıllarına
göre vakıf üniversitelerinin listesi, Tablo 7’de verilmiştir.
Tablo 7: Kuruluş Yıllarına Göre Vakıf Üniversitelerinin Listesi
No Adı
Kuruluşu
İli
Türü
1
Bilkent Üniversitesi
1984
Ankara
Vakıf
2
Koç Üniversitesi
1992
İstanbul
Vakıf
3
Başkent Üniversitesi
1994
Ankara
Vakıf
4
İstanbul Bilgi Üniversitesi
1994
İstanbul
Vakıf
5
Sabancı Üniversitesi
1994
İstanbul
Vakıf
6
Atılım Üniversitesi
1996
Ankara
Vakıf
7
Fatih Üniversitesi
1996
İstanbul
Vakıf
8
Işık Üniversitesi
1996
İstanbul
Vakıf
9
Yeditepe Üniversitesi
1996
İstanbul
Vakıf
10
Beykent Üniversitesi
1997
İstanbul
Vakıf
74
Tablo 7: (Devamı) Kuruluş Yıllarına Göre Vakıf Üniversitelerinin Listesi
11
Çankaya Üniversitesi
1997
Ankara
Vakıf
12
Çağ Üniversitesi
1997
Mersin
Vakıf
13
Doğuş Üniversitesi
1997
İstanbul
Vakıf
14
İstanbul Kültür Üniversitesi
1997
İstanbul
Vakıf
15
Kadir Has Üniversitesi
1997
İstanbul
Vakıf
16
Maltepe Üniversitesi
1997
İstanbul
Vakıf
17
Bahçeşehir Üniversitesi
1998
İstanbul
Vakıf
18
Haliç Üniversitesi
1998
İstanbul
Vakıf
19
Okan Üniversitesi
1999
İstanbul
Vakıf
20
Ufuk Üniversitesi
1999
Ankara
Vakıf
21
İstanbul Ticaret Üniversitesi
2001
İstanbul
Vakıf
22
İzmir Ekonomi Üniversitesi
2001
İzmir
Vakıf
23
Yaşar Üniversitesi
2001
İzmir
Vakıf
24
İstanbul Aydın Üniversitesi
2003
İstanbul
Vakıf
25
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi
2003
Ankara
Vakıf
26
İstanbul Bilim Üniversitesi
2006
İstanbul
Vakıf
27
Acıbadem Üniversitesi
2007
İstanbul
Vakıf
28
İstanbul Arel Üniversitesi
2007
İstanbul
Vakıf
29
İzmir Üniversitesi
2007
İzmir
Vakıf
30
Özyeğin Üniversitesi
2007
İstanbul
Vakıf
31
Gediz Üniversitesi
2008
İzmir
Vakıf
32
Hasan Kalyoncu Üniversitesi**
2008
Gaziantep
Vakıf
33
İstanbul Gelişim Üniversitesi
2008
İstanbul
Vakıf
34
İstanbul Şehir Üniversitesi
2008
İstanbul
Vakıf
35
Melikşah Üniversitesi
2008
Kayseri
Vakıf
36
Piri Reis Üniversitesi
2008
İstanbul
Vakıf
37
İstanbul Medipol Üniversitesi
2009
İstanbul
Vakıf
38
Mevlana Üniversitesi
2009
Konya
Vakıf
39
Nuh Naci Yazgan Üniversitesi
2009
Kayseri
Vakıf
40
TED Üniversitesi
2009
Ankara
Vakıf
41
Toros Üniversitesi
2009
Mersin
Vakıf
42
Turgut Özal Üniversitesi
2009
Ankara
Vakıf
43
Yeni Yüzyıl Üniversitesi
2009
İstanbul
Vakıf
44
Zirve Üniversitesi
2009
Gaziantep
Vakıf
75
Tablo 7: (Devamı) Kuruluş Yıllarına Göre Vakıf Üniversitelerinin Listesi
45
Avrasya Üniversitesi
2010
Trabzon
Vakıf
46
Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi
2010
İstanbul
Vakıf
47
Canik Başarı Üniversitesi
2010
Samsun
Vakıf
48
Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi
2010
İstanbul
Vakıf
49
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
2010
İstanbul
Vakıf
50
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
2010
İstanbul
Vakıf
51
Karatay Üniversitesi
2010
Konya
Vakıf
52
Süleyman Şah Üniversitesi
2010
İstanbul
Vakıf
53
Uluslararası Antalya Üniversitesi
2010
Antalya
Vakıf
54
Alanya Hamdullah Emin Paşa Üniversitesi
2011
Antalya
Vakıf
55
Ankara Bilge Üniversitesi
2011
Ankara
Vakıf
56
Bursa Orhangazi Üniversitesi
2011
Bursa
Vakıf
57
Gedik Üniversitesi
2011
İstanbul
Vakıf
58
İpek Üniversitesi**
2011
Ankara
Vakıf
59
İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi
2011
İstanbul
Vakıf
60
Şifa Üniversitesi
2011
İzmir
Vakıf
61
Türk Hava Kurumu Üniversitesi
2011
Ankara
Vakıf
62
Üsküdar Üniversitesi
2011
İstanbul
Vakıf
63
İstanbul Mef Üniversitesi
2012
İstanbul
Vakıf
64
Murat Hüdavendigar Üniversitesi
2012
İstanbul
Vakıf
65
Nişantaşı Üniversitesi
2012
İstanbul
Vakıf
66
Sanko Üniversitesi
2012
Gaziantep
Vakıf
67
Konya Gıda Tarım Üniversitesi
2013
Konya
Vakıf
68
Selahattin Eyyubi Üniversitesi
2013
Diyarbakır
Vakıf
69 Kanuni Üniversitesi
2013
Adana
* Açıköğretim fakültesi dahil edilmemiştir. ** İsmi değişen üniversiteler.
Vakıf
Kaynak: Http://Tr.Wikipedia.Org/Wiki/T%C3%Bcrkiye'deki_%C3%Bcniversiteler_Listesi
2.5.3. Yükseköğretimin Yönetimi
Günümüzde yükseköğretimin yönetimi için arayışlar bir uçta Kuzey
Amerika ülkelerindeki “iş yönetimi” (managerial) modeli ile diğer uçta Kıta
Avrupası’nın “meslektaşlar yönetimi“(collegial) modeli arasındaki geniş
yelpazede sürmekte ve ülkeler bu iki uç arasında kendilerine en uygun
76
modeli bulmaya çalışmakta ve çoğunlukla “girişimci” üniversite modeli diye
adlandırılan bir modele yönelmektedirler. “İş Yönetimi Modeli” (ABD, Kanada)
tümüyle üniversite dışından atanan üyelerden oluşan bir “Yönetim Kurulu/
Mütevelli Heyeti” (Board of Trustees), bu kurul tarafından üniversite içinden
veya dışından atanan, tam yetkili bir Başkan (President) ve Yönetim
Kurulu’nun onayı ile Başkan tarafından üniversite içinden veya dışından
atanan diğer yardımcılar ile akademik birim yöneticilerinden (Dekan, Bölüm
Başkanı v.b.) oluşan güçlü dikey bir yönlendirici çekirdeği (strong steering
core) bulunan bir modeldir. Bu modelde, akademik kurulların karar yetkileri
oldukça sınırlı kalmaktadır. “Meslektaşlar Yönetimi Modeli” (Finlandiya,
Yunanistan, Fransa, Almanya, İsviçre, Japonya) ise sınırlı yetkilerle
donatılmış yöneticilerin (Rektör, Dekan, Bölüm Başkanı v.b.) seçim ile
belirlenmesini ve Senato, Üniversite Konseyi, Fakülte ve Bölüm Kurulları ile
de yatay bir yönetimi öngörmektedir. Bu modeli uygulayan ülkelerde
yöneticilerin seçimi ve yöneticiler ile kurumlar arasındaki yetki paylaşımı
açısından önemli farklılıklar gözlenmektedir. Örneğin, bazı ülkelerde Rektör
tek dereceli bir seçim ile belirlenmekte, seçmen kitlesi tüm akademik ve idare
personel ile öğrencilerden oluşmakta (Yunanistan), bazı ülkelerde ise sadece
akademik personelden oluşmaktadır (Finlandiya). Tek dereceli seçim
uygulanan ülkelerde atama genellikle bir üst mercinin (Eğitim Bakanı,
Başbakan veya Cumhurbaşkanı) onayını gerektirmektedir. Almanya, Fransa,
İsviçre gibi diğer bazı ülkelerde ise iki dereceli bir seçim sistemi
uygulanmaktadır.
Önce
seçiciler
kurulu
(genellikle
Senato)
üyeleri
belirlenmekte ve Rektör bu kurul tarafından seçilip atanmaktadır. Her iki
sistemde de rektörlük görev süresi 4 veya 5 yılla sınırlandırılmakta, ancak
Fransa dışında Rektör ikinci bir dönem için seçilip atanabilmektedir.
“Girişimci Model”de (İngiltere, Avustralya, Hollanda v.b.) ise çoğunluğunu
üniversite dışından atanan üyelerin oluşturduğu bir “Yönetim Kurulu” idari ve
mali sorumluluğu ve yönetimi üstlenmekte, rektörü seçip atamakta,
“Üniversite Senatosu” ise akademik yönetimi üstlenmektedir. Benzer şekilde
Rektör tarafından atanan Dekanlar ve Dekanlar tarafından atanan Bölüm
Başkanları kendi birimlerinde tam yetki ile idari ve mali yönetimi, bu birimlerin
77
akademik kurulları ise akademik yönetimi üstlenmektedir. “İş Yönetimi
Modeli”ni benimseyen ABD ve Kanada gibi ülkelerde üniversiteler ile Federal
ve/veya Eyalet Hükümetleri arasındaki ilişki “Üniversite Mütevelli” heyetleri
tarafından sağlanırken, “Meslektaşlar Yönetimi” veya “Girişimci Yönetim”
modelini uygulayan
ülkelerde
yükseköğretim
kurumları genellikle
bir
bakanlığa (Eğitim Bakanlığı, Yükseköğretim Bakanlığı veya Bilim Teknoloji
Bakanlığı)
bağlıdırlar.
Ancak,
sanayileşmiş
ülkelerde
yükseköğretim
kurumlarına ayrılacak kamu kaynakları, performansa bağlı açık formüller ile
belirlendiğinden bakanlıkların mali konularda üniversite üzerinde siyasi baskı
yaratması önlenmiştir. Akademik konulardaki yetkiler ise bir ana kuruluş olan
Rektörler Komitesi’ne (Rectors’ Conference) devredilmiştir. İdari konulardaki
yetkiler de genellikle üniversite yönetimlerine bırakılmıştır.
2.5.4. Taşra Üniversitesinin Önemi
Küreselleşme
öncesi
baskın
paradigma,
endüstrileşmedir.
Bu
dönemde, makine ve fabrikanın mülkiyetine, yani üretim araçlarını satın
alabilecek kapitale/sermayeye kim sahipse her şeye o hükmediyordu.
Güçlüler, kapitale sahip olanlardı. Bütün iktidar mücadeleleri para/sermaye
etrafında dönüyordu. Endüstri sektörü neticede sosyal, siyasal, kültürel ve
hatta dinsel hayata kendi rengini vermişti. (Torun, 2007).
1970’lerden
itibaren finans sektöründe başlayıp ekonominin tümüne yayılan küreselleşme
ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel hayatı belirleyen bir çığır haline geldi.
Daha hızlı ve kolay iletilebilen “bilgi (enformasyon)” giderek endüstri
toplumunun temel parametresi olan “sermaye (kapital)” in yerini aldı.
Enformasyon teknolojileri, bio-teknoloji, gen mühendisliği ve diğer alanlardaki
ilerlemeler bilgi toplumunu olgunlaştırıyor. Bu bağlamda, endüstrinin/kapitalin
egemen olduğu sosyaliteye “endüstriyel/kapitalist toplum”, bilginin egemen
olduğu sosyaliteye de “bilgi toplumu” demek mümkündür.
78
İktidar, günümüz dünyasında, artık kapitale ve onun yarattığı
endüstriye dayanmıyor. Tank, otomobil ve televizyon üretmek görece
önemini kaybediyor. Yeni dünya düzenini bilgiyi üretenler, çoğaltanlar,
iletenler ve onu kullanmasını bilenler belirliyor. Güç ve zenginliğin kaynağı
yüksek katma değer tasarım, patent ve marka ile yaratılıyor. Fabrika
sahipleri, dünden farklı olarak marka, patent ve tasarım sahiplerine
taşeronluk ediyor. Nitekim endüstri çağının simgesi olan Ford otomobil
fabrikası, devletten gördüğü destekle ayakta durabiliyor. Oysa Henry Ford
sahip olduğu otomobil fabrikası ve yarattığı servetiyle zamanının en zengin
ve en etkili kişilerinden biriydi.
İngiliz pazar araştırması ve danışmanlık şirketi olan MillwardBrown'ın
hazırladığı araştırmaya göre (CNNtürk, 04/28/2010), dünyanın en değerli 10
markasından altısı bilişim şirketidir ve kalan dördü arasında endüstri şirketi
yoktur. Yine, uluslararası marka değerlendirme kuruluşu Brand Finance
(Milliyet 19.03.2012)'in yaptığı marka araştırmasında en değerli 10 şirketin
7’si bilişim şirketleri, biri gıda, biri perakende ve sadece biri endüstri şirketidir.
En değerli markalardan dördüncüsü ve en büyük ikinci şirket olan IBM sattığı
bilgisayar donanımlarının tümü ABD de üretilmiyor; Çin, Hindistan ve Tayvan
gibi ülkelerde üretiliyor.
Yani, şirketin
ekonomik değeri fabrikasyon
üretiminden gelmiyor, aksine donanım tasarlamaktan, yazılım geliştirmekten
aldığı yenilik patentlerinden ve yarattığı markadan kaynaklanıyor. Artık
gelişmişliği, fabrika bacaları değil, üniversite ve araştırma kuruluşları
sembolize ediyor.
2.5.5. Üniversitelerin Bilgi Üretme İşlevi
Üniversiteler,
parametresi
olan
Üniversitelerin
betimlediğimiz
bilginin
üretildiği
eğitme-öğretme,
üzere,
bilgi
merkezler
toplumunun
olarak
araştırma-geliştirme
temel
kabul görüyor.
ve
bilginin
toplumsallaştırılması olmak üzere üç temel işlevi vardır (YÖK, 2005). Bu
79
bağlamda
yetiştirmek,
üniversiteler,
kalkınmayı
ekonominin
sağlamak
ve
ihtiyaç
duyduğu
toplumu
insan
aydınlatmak
gücünü
amacıyla
kuruluyorlar. Ekonomi ve teknolojideki hızlı değişim iş görenlerin nitelikli
olmasını lüzumlu kılıyor. Eğitimi bir kere alıp bitirmek yetmiyor, sürekli
yenilemek gerekiyor. Yenilik ve değişimin belirleyici olduğu günümüz
dünyasında eğitim, her zamankinden daha önemli. Çünkü eğitimin
kalitesindeki artış, bir üretim faktörü olan beşeri sermayenin niteliğini ve
dolayısıyla diğer üretim faktörlerin de verimliliğini artırıyor. Üniversiteler,
geleneksel olarak bilgi ve kuramın üretildiği yerlerdir.
Bilgiyi üretime
dönüştüren yer ise piyasa ve piyasa aktörleridir. Kısaca üniversite ve bilim
adamları bilgiyi üretir, piyasa aktörleri ise bu bilgiyi üretime dönüştürür. Bu
ayrımdan dolayı bilgiyi üretmek tek başına yeterli görülmemektedir. Eğer
bilgiyi üretime uygulayacak piyasanız, piyasa aktörleriniz, girişimcileriniz
yoksa veya ekonomik yapınız buna elvermiyorsa bilimsel gelişme sizin için
refah anlamına gelmeyebilir. Hatta bilim ve eğitime yapılan harcamalar beyin
ve beden göçü vasıtasıyla beşeri sermayenin ülke dışına gitmesine neden
olabilir. Basit ifadeyle kendi piyasa ihtiyaçlarına duyarlı olmayan bilim ve
eğitim harcamaları sizin zenginleşmenize değil, fakirleşmenize neden olabilir.
Bu bağlamda, günümüzde yalnızca bilgi üretip kenara çekilen üniversite,
yerini bilgiyi üreten ve bunu üretime dönüştüren, piyasa ve piyasa aktörlerinin
çözüm ortağı olan “girişimci üniversite”ye bırakıyor.
2.5.6. Üniversitelerin Sosyo-Kültürel İşlevleri
Üniversiteler, kurulduğu bölgelerin ticari ve ekonomik hayatını
canlandırıyor. Ortak kimliği ve demokratik vatandaşlığı pekiştirmesiyle
demokrasinin gelişmesine katkı sağlıyor. Bunlar, üniversitenin ikincil
işlevleridir.
Küreselleşmenin dümen suyunda yol alan neo-liberalizm, bölgeler ve
sosyal tabakalar arası uçurumu derinleştirdi. Bölgeler arası artan kalkınma
80
farklılıkları belki küreselleşmenin en büyük açmazıdır. Yeni üniversitelerin
kurulması dezavantajlı bölge ve toplumsal kesimlere kamu harcamalarının
ulaşmasına aracılık ediyor; sosyal adaletsizliğin giderilmesinde olumlu rol
oynuyor. Çünkü eğitime yapılan kamu harcamaları, sosyal adaletsizliğin
giderilmesinde bilinen en etkili araçtır. Devletin başlattığı girişimin, özel
teşebbüs ve zenginler tarafından da desteklenmesi bu katkıyı güçlendirir. Ne
varki, coşkuyla ele aldığımız işlevler, üniversitenin birincil/görünen işlevleriyle
ilgili değil, ikincil/görünmeyen işlevleriyle ilgilidir. Konuyla ilgili yaptığımız
ampirik araştırmaların sonuçlarına göre (Torun vd, 2009 & Öztürk vd, 2008 &
Torun,
2005),
üniversitelerin
araştırma,
eğitim
ve
toplumun
aydınlatılmasından oluşan üç asli (birincil) işlevi, bölgeye iş ve aş götürmek
gibi ikincil işlevlerle yer değiştirmiştir. Siyasetçiler, işsizliğin baskı altına
alınmasını, taşraya kamu kaynaklarının aktarılmasını ön plana çıkarıyorlar.
Yöre halkının bir üniversiteden beklentileri ise bir askeri garnizondan
beklediklerinin
aynısı:
Kentin
ticari
hayatına
kamu
kaynaklarının
pompalanması.
2.5.7. Üniversitenin Üniversal Amaçları Yerel İhtiyaçları Kapsamıyor
Üniversitelerin bölge ve kent kalkınmasına tanımlanan işlevleriyle
katkıda
bulunması
mevcut
yapısıyla
neredeyse
imkânsızdır.
Çünkü
üniversiteler, işbölümü ve uzmanlaşmanın kemâle erdiği gelişmiş ülkeler ve
organik toplumların ihtiyaçlarına göre yapılanmıştır. Gelişmemiş ülke ve
kentlerin
sosyo-ekonomik
yapısı,
üniversite
hizmetlerinden
doğrudan
yararlanmayı engelliyor. Üniversitelerin, kuruldukları ülke ve kente özgü
amaç ve hedefleri de bulunmuyor. Bundan dolayı üniversiteden beklentiler,
kent nüfusunun artması ve kamu kaynaklarının kente pompalanması gibi
ikincil amaçlara matuf kalıyor (Öztürk, 2008:188). Üniversiteler, üniversal
(evrensel) standartlara göre uzmanlaşır. Araştırma ve eğitim hedefleri,
performans ölçümleri ve iş mevzuatı buna göre şekillenir. Oysa gelişmemiş
kentlerin ihtiyaçları ölçek olarak küçük ve basittir. Daha çok ticaret ön
81
plandadır. Mevcut üretim yapan işletmeler ise küçük ve/veya orta ölçeklidir.
Bundan dolayı fen ve mühendislik alanındaki araştırma ve yayınlardan ülke
olarak
pek
yararlanamıyoruz.
Bunlardan daha
çok
gelişmiş
ülkeler
yararlanıyor. Son zamanlardaki proje odaklı araştırma ve yayın çalışmalarını
bundan istisna tutmak gerekiyor. Binaenaleyh, Türkiye’de fen ve mühendislik
bilimlerindeki kaliteli yayınların artması hem bilimsel standartların yükseldiğini
hem de milli kaynakların bedensiz beyin göçü vasıtasıyla bedelsiz bir şekilde
dışarıya transferi anlamına geliyor.
Üniversitelerin başarı kriterleri arasında ülke ve özellikle yerel toplum
yararını gözeten maddeler bulunmuyor. Akademisyenlerin yerel düzeyde
yaptığı
aktiviteler
üniversitelerin
belirledikleri
performans
(atama
ve
yükseltme) kriterleri içine dâhil edilmiyor. Üniversitelerin en önemli hizmet
üreten alanları olan sosyal bilimler adeta yok sayılıyor. Entelektüel
gelenekten, sosyal bilim ve çağdaş yönetim anlayışından kopuk tıpçı, fenci
ve mühendis uzmanların kurum içindeki egemenlikleri, Ortega Gasset
(1997)’in sitem ettiği gibi (Özkul, 2006), üniversiteleri toplum ve kültüre
yabancılaştırıyor.
Taşrada
bir
eğitim
semineri
vermeniz,
panelde
konuşmanız, dergi çıkarmanız, dernek kurmanız, yerelde danışmanlık
yapmanız, yerel dergi ve gazetelere makale yazmanızın tanımlanmış hiçbir
değeri yoktur. Hatta böyle bir etkinlikte bulunmanız başınıza idari ve yasal bir
sıkıntının doğmasına neden olabilmektedir.
2.5.8. Yeni Kurulan Üniversitelerin Birincilleşen İkincil İşlevleri
Birincil işlevlerle ilgili betimlenen bütün olumsuzluklara rağmen,
üniversitelerin taşrada kurulmasının, ikincil işlevler düzeyinde inkâr edilemez
olumlu sonuçları vardır. Türkiye’nin Nüfus yapısı düşünüldüğünde üniversite
sayısı fazla sayılamaz. İsteyen herkesin okuyabilmesi bir vatandaşlık
hakkıdır. Bir üniversitede öğrenim görmek bir lütuf değildir; aksine sosyal
devlet olmanın gereğidir. Düz kontak düşünmeye alışmış kimselerin
82
“planlayarak, sayıyı sınırlayarak kaliteyi sağlamak” gibi söylemlerinin ise
günümüz için geçerliği bulunmuyor. Çünkü planlamacılığı haklı çıkaran
ekonomik ve siyasal konjonktür 1960’lı yıllarda kalmıştır. Günümüz
şartlarında katı bir planlama yapıp uygulamak neredeyse imkânsızdır.
Japonya, Kore gibi Güneydoğu Asya ülkeleriyle sosyalist bloğu ülkeler bunu
zamanında yapıp başarılı oldular. Maalesef Türkiye o günlerini, modernliğin
kostümüyle, toplumun kültürü ve kimliğiyle uğraşarak heba etti. Dolayısıyla
üniversite sayısının artması kısa vadede (birincil işlevler bakımından)
kalitenin dibe vurması anlamına gelse de sektördeki tekelin kırılıp rekabet
ortamının oluşmasında etkili ve gerçekçi çöz üm olarak görünüyor.
Üniversite dolayısıyla taşraya gelen farklı farklı öğrenci, personel ve
hocaların halkla hemhal olmaları yerel topluma ekonomik, sosyal, kültürel ve
siyasal bakımdan büyük bir dinamizm katmaktadır. Taşrada üniversitelerin
kurulması dolaylı bir şekilde buna hizmet ediyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma
Teşkilatı UNDP, gelişmişlik indeksinde gelir ve ekonomik gelişmişliğin
yanında eğitim, sağlık ve kültürel göstergelere de yer veriyor. Ortak kimliğin
pekişmesi, demokrasi kültürünün yerleşmesi ve vatandaşlık bilincinin artması
üniversite dolayısıyla kente gelen farklılıklarla mümkündür.
1970’lı yıllara kadar “önce gelişme sonra demokrasi” şeklinde yapısal
işlevselci yaklaşım geçerliydi. Küreselleşmenin ana akım (çığır) olduğu
günümüzde ise demokrasi gelişmenin bir şartı haline gelmiştir (Nışancı vd,
2009). Demokrasi, ekonomik istikrar için gerekli olduğu kadar, yenilikçi ve
değişimci bireylerin yetişmesi için de gereklidir. İnsan sayısı ve kas gücü
yerine birey ve bilginin geçerli olduğu bilgi toplumunda geçerli ilişki ve
yönetişim biçimi demokrasidir. Çünkü küresel rekabette var olmak ancak
eleştirel düşünen, yenilikçi, yaratıcı ve girişimci bireylere sahip olmakla
mümkündür.
83
2.5.8.1. Üniversitelerin Kurulma Ölçütleri
Ülkemizde yeni üniversitelerin kurulması ve kuruluş yeri seçimine
ilişkin değerlendirme yapabilme ve bu konuya ilişkin sorunlara çözüm
üretebilmek amacıyla, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar kurulan
üniversitelerin temel kuruluş gerekçelerini incelemek yararlı olacaktır. 1950’li
yıllarda sayıları artırılmaya başlanan devlet üniversitelerinin sayı artışlarına
ilişkin dönüm noktaları 1973-1975 dönemi, 1982, 1992, 2006-2008 dönemi
olarak
sınıflandırılabilir.
Bu
dönemlerdeki
gelişmeler
incelendiğinde
ülkemizde üniversite kurulmasının başlıca iki gerekçeye dayandırıldığı
görülmektedir. Bu gerekçeler; ekonomik ve politik gerekçeler olarak ele
alınabilir.
2.5.8.2. Ekonomik Etki
Cumhuriyet’in
çoğalmaya
başladığı
kuruluşundan,
1950’li
özellikle
yıllardan
bu
de
yana,
üniversite
yeni
sayısının
üniversitelerin
kurulmasına ilişkin önemli hedeflerden birisi; ülkedeki bölgesel eşitsizlikleri
gidermeye yönelik olarak üniversitelerin yurt sathına eşit yayılmasının
sağlanması çabası olmuştur. Buradaki temel yaklaşım bir yandan hemen her
bölgeye eğitimin götürülebilmesi, diğer yandan ekonomik, sosyal ve kültürel
açıdan bölgenin hareketlenmesini sağlamak ve böylece ülkedeki bölgesel
eşitsizlikleri gidermeye katkı yapmaktır. Bu yaklaşımla birlikte üniversitelerin
yalnızca yükseköğrenim kurumları olduklarına ilişkin yaygın algı yerini gittikçe
ekonomik büyümenin ve kalkınmanın önemli motor gücü olabilecekleri
düşüncesine bırakmaya başlamıştır. Üniversitelerin yalnızca kültür üretici bir
kurum olmadığı, aynı zamanda bölge için gelir yaratan ve dağıtan bir kurum
olduğu sıkça ifade edilmektedir. Üniversitenin bir bölge için endüstriyel ya da
altyapısal yatırımlarla eş derecede önemli kalkınma faktörü olduğu kabul
edilmektedir. Ayrıca, artan biçimde, yerel ekonomiye, istihdam yaratarak ve
gelir kazandırarak katkıda bulunan, kentin bütünsel bir parçası, emek
84
piyasasının niteliksel yapısını etkileyen bireyler ve girişimciler için cazibe
merkezi
işlevi
gören,
kamusal
olanakların
bölgesel
ağı
olarak
düşünülmektedir. Bu ağ içinde üniversiteler iş olanağı yaratmayı teşvik
etmekte, sosyo-kültürel hareketliliğe ve yaşam kalitesine katkıda bulunmakta
ve
genç
nüfusun
bölgeden
göçünü
önlemeyi
amaçlamaktadır
(Huggins/Cooke, 1997: 325; Ricci, 1997: 319). Diğer yandan günümüzde
üniversite yatırımını kamusal bir hizmet olmaktan çıkarıp, özel sektöre
yöneltmeye eğilimli bir yaklaşım da söz konusudur. Bu çerçevede yapılması
planlanan yasal değişiklikler sonucu özel sektörün üniversite kurma yolunda
karşı karşıya olduğu engellerin ortadan kaldırılması da hedeflenmektedir.
Üniversitenin ekonomik işlevi doğrudan ve dolaylı katkılar biçiminde
şekillenmektedir.
üniversitenin
Üniversitenin
istihdam
yerel
yaratması;
ekonomiye
dolaylı
katkıları
doğrudan
ise,
katkıları,
üniversitenin,
çalışanlarının ve öğrencilerin yerel ekonomiyi oluşturan unsurlardan mal ve
hizmet talebinde bulunmaları olarak sıralanabilir. Üniversitenin ekonomik
işlevinin yanı sıra, sosyal gelişme hedeflerinden biri olan bölgelerarası
farklılıkları da azaltacağı, bu hizmetin ülkenin az gelişmiş bölgelerinde
gerçekleştirilmesi ile düşük gelirli grubun eğitim ve kültür düzeyinin
yükseleceği görüşü de dillendirilmektedir. İstanbul Ticaret Odası tarafından
konuya ilişkin yapılan bir araştırmada “bölgelerarası gelişme farklılıklarının
ortadan kaldırılmasında üniversitelere düşen görevler” sorusuna denekler
tarafından; eşit ve kaliteli eğitim vermek, halkı anlamak ve yol göstermek,
projeler üretmek, bölgenin özelliklerini ortaya koyacak araştırmalar yapmak,
toplumsal gelişmeye önem vermek, bölgenin sorunlarına çözüm aramak
biçiminde cevaplar verilmiştir. Diğer yandan ankette yüzde 1.7 gibi çok küçük
bir orana sahip olmakla birlikte üniversitelere görev düşmeyeceğini ifade
edenler de yer almıştır (Özaslan vd., 1998: 17,73).
Üniversitelerin Anadolu’nun farklı illerine yayılmasının gerekli olduğu
düşüncesi Cumhuriyetin ilk dönemlerinde de ifade edilen bir düşünce ve
politika olmuştur. Atatürk, 1 Kasım 1937’de TBMM’nin açılışında yaptığı bir
85
konuşmada eğitim konusunda Türkiye’yi “garp”, “merkez” ve “şark” olarak üç
kısımda düşündüğünü ve her bir bölgede modern anlamda üniversitelerin
kurulması gerektiğini şu ifadelerle belirtmiştir: “Bunun için ülkeyi şimdilik üç
kültür bölgesine ayırarak, batı bölgesi için İstanbul Üniversitesi’nde
başlanmış olan reform programının daha köklü bir biçimde uygulanmasıyla
Cumhuriyet’e gerçekten modern bir üniversite kazandırmak, merkez bölgesi
için, Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak gerekir. Doğu bölgesi için
Van Gölü sahillerinin en güzel yerinde her aşamadaki okulları ve bunlara ek
olarak üniversiteyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden
harekete geçilmelidir” (Tutanak Dergisi’nden aktaran, Kaynar/Parlak, 2005:
27).
1950-60’lı yıllara gelindiğinde, yeni açılan dört üniversite ile Türkiye’de
üniversitelerin Anadolu’ya yayılmaya başlandığı görülmüştür. Ancak, Van’da
kurulması düşünülen üniversite yerine, Amerikan bölgesel üniversite
modelinin izlerini taşıyan, Nebraska Üniversitesi ile işbirliği yapılarak 1957’de
faaliyete geçen Atatürk Üniversitesi (“Tarihçe”, 2009), “şarkın” ilk üniversitesi
olmuştur. Van’da kurulması planlanan üniversite ise 1982’de kurulmuştur.
Üniversiteleri geri kalmış bölgelerde yaşayanların ayağına götürme ve
bölgeleri bu yoldan kalkındırma düşüncesi, 1962 yılında yapılan VII. Milli
Eğitim Şurası’nda benimsenen bir ilke olmuştur. Şura’da, “DPT ile işbirliği
yapılarak bölge plancılığı esaslarına göre başta üniversite olmak üzere,
sağlık, sosyal, ekonomik ve kültürel tesis ve imkânlarıyla, dikkatle seçilecek
yerlerde yeni cazibe merkezleri” yaratılması görüşü benimsenmiştir(Berber,
1994: 7).
Planlı döneme geçişle birlikte üniversite yapısını güçlendirme,
sayılarını artırma, kentsel kalkınmayla eşgüdümlü yürütülmesini sağlama
çalışmaları da tartışılmaya başlanmıştır. 1962 yılında planlı döneme geçiş
başlığı ile hazırlanan raporda sunulan bir proje “Üniversitelerin Reorganizasyonu ve İdaresi” olarak adlandırılmış olup, projenin gerekçeleri; “var
86
olan birkaç üniversitenin sayısını arttırma eğilimi, personel ve tesisleri daha
etkili kullanma olanaklarını araştırmak” olarak belirtilmiştir (DPT, 1962: 60).
Bu konuda yapılan ilk detaylı çalışma İkinci BYKP 1968 Programı’nda
yer almaktadır. Bu Program’da yeni üniversitelerin açılmasına ilişkin bazı
ölçütler getirilmeye çalışılmış ve her yeni üniversite kuruluşunun bağımsız bir
proje olarak ele alınması, programlı olarak gerekli koşullar sağlanmadan yeni
üniversite kurulmaması öngörülmüştür. Yeni yükseköğretim kurumlarının
kuruluş yerlerinin bölge gelişme merkezleri dışında seçilmemesi, öğretim
üyesi ihtiyaçlarının yeterli ölçüde karşılanabilmesi için uzun süreli bir eğitim
programının, eğitim kurumu açılmadan önce uygulanması ve mevcut
üniversite mensuplarından yeni üniversitelerde yararlanabilmek için İkinci
Plan’da öngörülen politikaları gerçekleştirici mevzuat değişikliklerinin 1968
yılında tamamlanması ölçütler olarak belirlenmiştir. Bu ölçütler doğrultusunda
kritik sektörlerdeki insan gücü açıklarını kapatıcı olan fakülte yatırımlarının
özellikle destekleneceği belirtilmiştir (DPT, 1967:141).
Planlı
dönemle
başlayan
planlama
çalışmalarına
ek
olarak
üniversitelerin kurulmasına ilişkin iki kapsamlı çalışma daha yapılmıştır.
Bunlardan birincisi, Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) 1968 yılında yaptığı
ve “Yükseköğretim Araştırması Raporu”, olarak yayımlanan çalışmadır.
İkincisi ise YÖK, MEB ve DPT’nin 1990’ların başlarında yapmış oldukları
“Yeni
Yükseköğretim
Kurumlarının
Kuruluş
Yerlerinin
Seçiminde
Uygulanacak Ölçütler” adlı Rapor’4dur. Bu raporların ikisinde de, yeni
yükseköğretim kurumları açılmasında ve yer seçiminde hangi ölçütlerin
geçerli olması gerektiği belirtilmiştir. Bu raporlarda üniversitelerin yurt sathına
yayılmasına ilişkin görüş yine kendini göstermektedir. Ancak, her ile bir
üniversite yerine, gelişmekte olan bölgelerde kurulacak üniversitelerin
bölgesel gelişme merkezleri dikkate alınarak seçilmesi gerektiği özellikle
1970 tarihli Rapor’da altı çizilen konu olmuştur.
Üniversitelerin üç büyük kent dışında bir başka deyimle taşrada
kurulup, yurt düzeyine dengeli yayılması düşüncesi Karadeniz Teknik
87
Üniversitesi
ve
Atatürk
Üniversitelerinin
kurulmasıyla
uygulamaya
geçirilmiştir. Çizelge 1’deki bölgesel dağılımdan da görüleceği üzere 1973
yılına kadar mevcut dokuz üniversiteden sadece ikisi üç büyük kent dışında
iken, 1973-1978 dönemindeki on yeni üniversitenin tamamı taşrada
kurulmuştur. 1978-82 döneminde üniversite kurulmamıştır. Ancak, 1982
yılında kurulan sekiz yeni üniversitenin sadece üçünün taşrada yer alması bu
dönemde plan hedeflerine uyulmadığını göstermektedir. 1992 yılında kurulan
21 yeni üniversitenin tamamına taşrada yer seçilmesi ile tekrar plan hedefleri
çerçevesinde davranılmaya çalışıldığını düşündürmektedir. 2006-2008’de
kurulan devlet üniversitelerine bakıldığında ise “her ile bir üniversite” şiarı
çerçevesinde
davranıldığı
görülmektedir.
Bu
yaklaşım
58.
Hükümet
Programı’nda (2002) hedefler içinde de yer almaktadır. Ayrıca, her ile bir
üniversite açılmasına ilişkin yaklaşım mecliste de savunulmuştur. Örneğin,
2007’de açılan üniversitelere ilişkin olarak Bingöl milletvekili Mahfuz Güler
(“Meclis Tutanakları- 106. Birleşim”, 2007: 79); “Eğer bir ilin kalkınmasını
istiyorsanız, o ilde üniversitenin kurulması kaçınılmaz olur. Üniversite,
çağdaşlaşmanın, ekonomik ve sosyal yapı olarak değişimin tek adresidir.
Sağlıklı bir kentleşme için üniversiteli bir il olmak kaçınılmazdır” demektedir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SİYASETİN MEŞRUİYET ARAYIŞI, ÜNİVERSİTE VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
3.1. SİYASAL İKTİDAR VE ÜNİVERSİTE
Türkiye tarihinde üniversitelerin kuruluş yerlerinin seçiminde politik
kaygıların etkilerine sıklıkla rastlanmaktadır. Her ne kadar üniversitelerin yer
seçiminde etkili olan siyasal ve ekonomik kaygıları birbirinden bağımsız
olarak ele almak pek olanaklı olmasa da, çalışma açısından böyle bir
sınıflandırma her iki kavramın etkilerini ayrı ayrı görebilmek amacıyla
yapılmıştır. Bu nedenle yapılan sınıflandırma gereği yeni üniversitelerin
kurulmasına yönelik siyasilerin etkiler, iki başlıkta ele alınmıştır. Bunlardan
birincisi üniversite
yasaları çerçevesinde
dönemin
siyasal iktidarının
üniversitelerin işleyişini biçimlendirişi, ikincisi ise yeni üniversitelerin kuruluş
kararlarına (kurulacak üniversitelerin yer ve sayılarının belirlenmesine)
siyasilerin etkileridir.
3.1.1. Üniversite Yasaları Ekseninde Dönemin Siyasal İktidarının
Üniversite Sistemine Etkisi
Türkiye’de üniversite yasaları envanteri çıkarılarak incelendiğinde, iki
konu göze çarpmaktadır. Birincisi, bu yasalar içinden geçtikleri dönemlerin
özelliklerini taşıyan bazı unsurlar içermektedir. Bir diğer konu ise, içinden
geçilen dönem hangi özellikleri gösterirse göstersin, aynı hassasiyetin
gösterildiği bazı konular görülmektedir. 1930’larda darülfünuna bakış pek
sıcak değildir. Özellikle önemli gelişmelerin olduğu bu dönemde darülfünunun
kendinden beklenen ilerlemeyi gösterememesi ve resmi devlet ideolojisini
yansıtamaması nedeniyle, rejimle karşı karşıya gelmesi sonucu kaldırılmıştır
(Ataünal, 1993: 39; Katoğlu, 2000:424; Öncü, 2002: 521-525). Böylece
1933’te çıkarılan, Cumhuriyet döneminin ilk üniversite tüzüğü ve ilk üniversite
89
reformu olarak adlandırılan 2252 sayılı Yasa ile, üniversite kavramı ve üç
evrensel kavram olan araştırma, araştırmayı yayma ve öğretim kavramlarına
dikkat çekilmiştir.
1945-1950 tarihleri arası, ülke tarihi açısından çok partili yaşama
geçişin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde MEB, Sıddık Sami Onar’ın da
içinde bulunduğu öğretim üyelerinden oluşturulan bir karma komisyona
kanun taslağı hazırlatmış, ancak üniversitelerin işlev ve görevlerinin
tanımlanmamış olduğu ifade edilen tasarıyı bakanlık beğenmemiş, bunun
üzerine Talim ve Terbiye Dairesi’ne yeni bir tasarı hazırlatılmıştır. 1946’da
yasalaşan bu yeni tasarıda, üniversitenin görevleri (4936 SK, md.3) milliyetçi
ve ideolojik ifadeler ile biçimlenmiştir. 1946 yılından sonra Türkiye’de
üniversite yasalarının tarihi, darbeler tarihiyle paralel yürümüştür. Bu tarihten
itibaren üniversite yasası üç kez değişmiştir. Bu yasa değişiklikleri hep askeri
darbeden sonraki ve askeri darbenin hala etkili ya da iktidarda olduğu yıllara
rastlamıştır (İnan, 1989: 24-27).
İnan’a (1989: 27) göre, 27 Mayıs darbesi diğerlerinden farklılık
göstermekte olup ayrıldığı nokta, darbe sonrasında üniversite çalışanlarının
üniversite yasasının biçimlendirilmesine katılmaları olmuştur. Diğer iki darbe
sürecinde ise hükümetler üniversiteleri net bir biçimde karşılarına almıştır. Bu
özelliği nedeniyle 1960 sonrası, özerkliğin en geniş tanımıyla Anayasaya
girmesi, bilimsel ve yönetsel özerkliğe, düzenlenen iç denetim sayesinde yeni
bir anlam, yön ve biçim kazandırılması, MEB’in üniversitelerin başı
olmasıhükmünün
kaldırılması,
yetkileri
üniversitelere
ya
da
ÜAK’ye
devredilmesi, vb.(Ataünal, 1993: 72; Hatiboğlu, 2000: 196-197 Gök, 1998:
76) değişikliklerle,üniversitenin
daha
özgürleştiği,
üniversitelere
ilişkin
düzenlemelerin olumlu olarak değerlendirildiği bir süreçtir. Ancak bu yasa
üniversitenin kurum olarak değil, daha çok kurum içinde yer alan kişilerin
yerini sağlamlaştırdığı bir yasa olarak görülmektedir (İnan, 1989: 27;
Doğramacı, 2000). Bu yasa ile dönemin hakim olan kuşağının daha uzun
yıllar iktidarda kalacağı (İnan, 1989: 27), ayrıca 1961 Anayasasının 120.
90
maddesinde yer alan “Üniversiteler kendi seçtikleri organlar tarafından
yönetilirler” ibaresi ile üniversitelere özerklikten ziyade, öğretim üyesine “suni”
bir dokunulmazlık getirdiği (Doğramacı, 2000) ifade edilmektedir.
Üniversite yasasının yeniden değiştirildiği 12 Mart 1971 sonrası
çıkarılan 1750 sayılı Yasa ile üniversite tanımında ağırlık öğretime, öğretimin
hedefi de “milli” değerlere yönelmiştir. Yasanın denetim işlevini YÖK ile ilgili
hükümler oluşturmuştur (Timur, 2000: 291-293). Bu yasa “üniversitenin
gelişimine ilk darbe” olarak tanımlanmaktadır. Bu dönemde YÖK üniversite
sisteminde atama ile görevlendirilen hükümet memurlarının görevlendirildiği
bir vesayet makamı olarak kısa süreliğine yer almıştır (Katoğlu, 2000: 498).
1750 sayılı Yasa(md.3) ile 1946 yılında üniversitelere yüklenen hükümete
yardımcı olma ve hükümetçe talep edilecek inceleme ve araştırmaları yapma
görevi daha net hale getirilmiştir. 1973’e kadar geçen süreç üniversitelerin
görev ve işlevlerini belirleyen maddelerin gittikçe daha ideolojik içerik
kazandığı
ve
işin
“evrenselmilli”
çatışmasından
çıkıp
“ilerici–tutucu”
çatışmasına dönüştüğü bir dönem olarak özetlenmektedir (İnan, 1989: 2830).
12 Eylül 1980 darbesinden sonra hakim olan yeniden yapılanma
sürecinde üniversite de payına düşeni almış, 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı
“Yükseköğretim Kanunu” çıkarılmış ve üniversiteler YÖK’ün merkezi
otoritesine bağlanmıştır (Gök, 1998: 79). Yasa üniversiteyi siyasi otoritenin
denetimine ve egemenliğine sokacak bir kurumsal yapı (Şenatalar, 1993: 4 )
olarak tanımlanmaktadır. 2547 sayılı Yasa, üniversite kavramını amaç
başlıklıdördüncü ve ana ilkeler başlıklı beşinci maddelerinde detaylı olarak
açıklamıştır. Bu maddelerde eğitim-öğretim araştırmanın önüne geçmektedi.
Katoğlu (2000: 498), yasanın üniversiteye vurulan ikinci neşter olduğunu
belirtmektedir.
Bütün bu gelişmelere (1919, 1933, 1946, 1960, 1973 ve 1981
dönemlerine) bakıldığında model açıkça ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de
üniversite yasalarında değişiklik yapma işi önemli olayların paralelinde
91
yürümüştür. Diğer yandan Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal rejim ne
olursa olsun, yasayı yapan güç hangi siyasal görüşe sahip olursa olsun,
iktidarın konumu ne olursa olsun, tüm yasa metinleri gittikçe daha ayrıntılı
hale gelmiş ve “ideal” üniversite yaklaşımından uzaklaşılmaya başlanmıştır.
3.1.2. Üniversitelerin Kurulması Kararlarına Siyasal İktidarların Etkileri
Kurumsal
anlamda
üniversite
yapısının
oluşması
Türkiye’de
Cumhuriyet sonrasına rastlamış, 1990’lardan sonraki süreç ise “toptan
üniversite üretimi” olarak biçimlenmiştir. Politik iradenin günübirlik politik
ihtiyaçları doğrultusunda birbiri ardına üniversiteler açılmıştır. Akademik
gerekliliklerden çok dönemin politik ihtiyaçlarına göre açılan üniversiteler,
zaten geri olan üniversite kalitesini daha da gerilere çekmiştir (Demirer vd.,
2000: 41-42). Günümüzde sınırlayıcı bir düzenleme bulunmadığı sürece her
ilçenin birer üniversite sahibi olmak için diretmemesine bir neden
kalmamıştır. Ancak niteliksiz üniversitelerin yaygınlaşmasının tek nedeni
popülist politikacılar olmamakla birlikte (Titiz, 1995: 30), politik tercihlerin
önemli bir unsur olduğu görmezden gelinmemesi gereken bir durumdur.
Meclis’e
sunulan
yeni
üniversitelerin
kuruluşuna
ilişkin
yasa
tasarılarına, tekliflere ve önergelere bakıldığında politik tercihlerin yanı sıra,
yine de belirli kurallara uyulmaya çalışıldığı görülmektedir. Özellikle
üniversiter yapı ve işleyiş hakkında bilgi sahibi az sayıdaki parlamenter konu
ile ilgili bilgi ve görüş sahibi kesimlerin fikirlerine özen göstermeye
çalışmaktadır. Ancak siyasilerin “puan toplama çabaları” ve bölgesel yatırım
arzusu, kuralların ve kriterlerin bir kenara bırakılmasına neden olmaktadır
(Dörtlemez, 1995: 125).
1980 sonrasında toplu halde çok sayıda üniversite kurulmasına koşut
olarak Meclis’te yapılan toplantılarda konuya ilişkin yapılan değerlendirmeler
incelendiğinde; parlamenterlerin yaklaşımları siyasal konumlarına bağlı
olarak üniversite kurulmasını destekleyen ve eleştiren görüşler olarak tespit
92
edilebilir. Toplu halde üniversite kurulan her döneme ilişkin parlamenterlerin
değerlendirmeleri birkaç örnek ile sunulmuştur. 1982’deki toplu üniversite
kurulmasının
toplantısında,
ardından,
1983
yılında
milletvekillerinden
yapılan
Beşir
bir
Danışma
Hamitoğulları
Meclisi
tarafından
dile
getirmektedir. Hamitoğulları (“Danışma Meclisi Tutanakları”, 1983: 531-532),
yeni üniversite kurulmasına ilişkin yerleşmiş olan usulü eleştirirken,
Türkiye’de
yükseköğretim
üniversite
kurma
sorununun
olgusunun
temelinde
bulunmakta
siyasal
olduğunu,
yaklaşımlarla
eğitim
sistemi
çökmüşken, yeni üniversiteler kurulmasına ilişkin önergeler verilmesinin
ülkeye yarar sağlamayacağını belirtmiştir. Üniversite kurulurken bilimsel
verilere dayanan bir süreç gerektiğini, bunun yanı sıra ekonomik kaygılarla
üniversite
kurmanın
ülkenin
kalkınmasıyla
bağdaşıp
bağdaşmadığı
sorununun, bilimsel olarak incelenmesi gereksinimini de belirtmiştir.
1992
dönemine
gelindiğinde
21
üniversite,
İleri
iki
teknoloji
Enstitüsü’nün (YTE) kurulması ile devam eden süreçte Meclis’te yine benzer
tartışmalar yapılmıştır. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin (Gündeay,
2002:4) çok sayıda üniversite kurulması kararının amacını, kentin sosyal,
ekonomik, tarımsal ve sanayi hayatının gelişimine katkıda bulunmak olarak
açıklamıştır. Bu yaklaşımı destekleyen pek çok örnek ise meclis görüşmeleri
esnasında
yapılan
konuşmalarda
görülmüştür.
Manisa
Celal
Bayar
Üniversitesi’ne bağlı ilçelerde MYO açılmasının gerekçesinde ekonomik
yönden geri kalmış ve kültürel potansiyeli bulunan Gördes İlçesi ve civar
ilçelerinin gençlerinin mesleğe yöneltilmesi bakımından son derece gerekli
olduğunun belirtilmesi (“Meclis Tutanakları”, 1992: 92), Çankırı Milletvekili
İsmail Coşar tarafından, Çankırı’ya bir hareket getirmesi için teknik eğitim
fakültesi açılmasının talep edilmesi(“Meclis Tutanakları”, 1992: 36) bu
konuda dile getirilen sayısız örneklerden iki tanesidir.
Milletvekili Avni Akyol, Türkiye’nin, yükseköğretimdeki okullaşma oranı
açısından yeni üniversitelere muhtaç olduğunu, her ne kadar 1946 yılında
kurulan
Karadeniz
Teknik
Üniversitesi’nin,
tıp
fakültesi
hala
93
tamamlanamamış,
Eskişehir’deki
üniversitede,
tıp
fakültesi
kurulması
çalışmaları yıllardır devam etmesine karşın hala gerçekleşememiş olsa da,
bu üniversiteleri kurmaya mecbur olduklarını ifade etmiştir. Verdikleri yasa
teklifinde, 1992 yılından itibaren 2012 yılını kapsayan 30 yıllık bir perspektif
içinde 40 ilde yeni üniversite, dört ilde YTE, iki ilde vakıf üniversitesi
açılmasını öngörmüş olduklarını belirtmiştir. Bu yasa teklifinin, yükseköğretim
ve MEB üyelerinden oluşan bir komisyonda hazırladıklarını söyleyen,
Akyol’un ifadesine göre, Bakanlar Kurulu tasarısında 29 üniversite, iki YTE ve
bir vakıf –Koç Üniversitesi var iken; tasarı Milli Eğitim Komisyonuna
geldiğinde üniversitelerin sayısı 44’e, YTE sayısı dörde, vakıf üniversitelerinin
sayısı ikiye çıkarılmıştır. Bunun üzerine, yükseköğretim fonu kurulması, bir
akademik personel yetiştirme programının yapılması koşuluyla, 2010 yılına
kadar bu sayının gerçekleştirilmesi kararlaştırılmış, 1992’de kurulacak
üniversitelerin sayısı 21 devlet7, iki YTE ve iki Vakıf üniversitesi olarak 25’e
indirilmiştir(“Meclis Tutanakları”, 1992: 20-25).
1997
yılında
yükseköğretim
sorunlarına
ilişkin
açılan
meclis
araştırmasında yeni üniversitelerin hazırlıksız kurulmalarına ilişkin özellikle
1992’de toplu olarak üniversite kurulma kararının arkasından yaşanan
sıkıntılar da belirtilerek yapılan durum tespitlerinde bazı milletvekilleri, bunun
tekrarlanmasını tehlikeli bularak konuya ilişkin görüş bildirmiştir. Dönem
milletvekillerinden Mehmet Salih Yıldırım konuşmasında, “ülkemizde, yeni
üniversite ve fakültelerin açılma yetkisi… kullanılırken, popülist politikalar
yerine ülke gerçekleri, akılcılık ve bilimsellik ön planda tutulmalıdır. Yeni
üniversitelerin açılması konusunda, DPT’nin beş yıllık kalkınma planı ile
yükseköğrenim master planı esas alınmalıdır… Devlet ve özel üniversitelerin
sayısı
68
olup,
bu
sayının
bugünkü
popülist
politikalarla
yüze
ulaşacağı”(“Meclis Tutanakları”, 1997) öngörüsünde bulunmuş ve kaygılarını
dile getirmiştir. Yıldırım ayrıca, 1992 yılında yeni üniversitelerin kurulması
aşamasında YÖK başkanı ve dönemin Milli Eğitim Bakanı’nın siyasal
baskılara direnemediğini de belirtmiştir (“Meclis Tutanakları”, 1997). Dönem
milletvekili Hikmet Sami Türk de yeni kurulacak üniversitelerin, birer tabela
94
üniversitesi olarak değil, öğretim üyeleri ve öğrencileri olan, araç gereçlere
sahip, çağdaş öğretim, eğitim yapan kurumlar olarak kurulabildiği takdirde
anlamlı olacağını belirtmiştir (“Meclis Tutanakları”, 1997).
23 Kasım 2002 günü TBMM’de 58. Hükümet Programında yer alan
ilkelerden yeni üniversitelerin kurulmasına ilişkin olanları, üniversitelerin planlı
bir şekilde yurt düzeyinde daha yaygın hale getirilmesinin sağlanması, bunun
için, yeni üniversitelerin kurulmasında mevcut potansiyelleri ve olanakları da
dikkate alan nesnel kriterlerin geliştirilmesi, üniversitelerin bölgelerindeki
potansiyeller
de
dikkate
alınarak
belirli
alanlarda
ihtisaslaşmalanın
sağlanması olarak ifade edilmiştir (“58. Hükümet Programı,” 2002). Ancak
daha sonraki gelişmelerde yer seçimlerinde ölçütler geliştirilmemiş ve yer
seçimi yapılırken geçmişte geliştirilen iki temel ölçüte de uyulmamıştır. Bunun
önemli bir göstergesi, 2006 yılında 15 üniversitenin kurulmasına ilişkin Meclis
görüşmelerinde ifade edilen düşüncelerdir. Bazı milletvekilleri yeni kurulan
üniversitelerin yer seçimlerine ilişkin standart bir yer seçim ölçütünün
uygulanmadığını, bazıları ise mevcut olan fakültelerin bağlı olduğu
üniversiteler değiştirilerek kağıt üzerinde üniversiteler yaratıldığını ifade
etmişlerdir (“Meclis Tutanakları”, 2005). Üstelik, Meclis’te kabul edilen 15
üniversitenin tasarı hazırlık döneminde YÖK’ten istenen görüşte YÖK;
tasarıda yer alan Ordu, Tekirdağ, Uşak ve Düzce üniversitelerinin
kurulmasının uygun olacağı, diğerlerinin ise zamana yayılması gerektiğini
belirtmiştir (“15Üniversite Komisyonda…”, 2005: 3). Buna karşın YÖK görüşü
dikkate alınmayarak, listenin tamamı meclise taşınmış ve on adet üniversite
daha kurulmasının da sinyalleri verilmiştir (Sayın, 2006). Milletvekillerinden
gelen yeni üniversite taleplerine dikkat çeken Milli Eğitim Bakanı Çelik,
toplam 25 üniversite planlandığını, ancak bütçe olanakları nedeniyle şimdilik
ilk 15’ini açabileceklerini, 2007 bütçesine diğer on üniversite ile ilgili ödenek
koyma planları olduğunu belirtmiştir (“Meclis Tutanakları”, 2005). 2007 yılına
gelindiğinde ise kurulması planlanan on üniversiteye yedi daha eklenerek 17
yeni üniversite kurulmuştur. 2007 yılı sonunda üniversite kurulmamış olan
dokuz ilin milletvekillerinin de talebiyle 2008 yılında dokuz üniversite daha
95
kurulmuş (5765 SK, 2008) ve planlanan rakamın çok üstünde bir sayıya
ulaşılmıştır.
3.1.3. Türkiye'de Üniversitelerin Durumu
Türkiye’de üniversitelerin özerkliğinin YÖK ile birlikte önemli ölçüde
azaldığı ve hatta sonlandırıldığı sıklıkla dile getirilmektedir. Dahası, üniversite
özerkliği, bir sorun olarak, genellikle YÖK ile birlikte ele alınmaktadır. Oysa
üniversite ve özerklik sorunu, Türkiye’de modern üniversitenin kurulma
sürecine içkindir. Türkiye’de özerklik konusu, öğretim üyelerinin akademik ve
bilimsel özgürlüklerini korumayı önemseyen bir çerçevede değil, daha çok
üniversiteye üniversite dışından (Bakanlık, YÖK, vb.) yapılan müdahaleler
ekseninde ele alınmıştır. Fakat çağdaş dünyada üniversite özerkliği kavramı,
üniversitenin kendi çalışanlarını dış baskılara karşı koruması ve öğrenci ile
öğretim üyelerine akademik özgürlük sunmasını da kapsar. Bir başka
ifadeyle,
üniversite
yönetiminin
çalışanlarının
akademik
özgürlüklerini
koruması esastır.
Cumhuriyet döneminin ilk “üniversite”si olan İstanbul Üniversitesi, 31
Mayıs 1933 tarihli “İstanbul Darülfünunu’nun İlgasına ve Maarif Vekaleti’nce
Yeni Bir Üniversite Kurulmasına Dair Kanun” ile birlikte bizzat siyasal iktidarın
üniversiteye müdahalesiyle kurulmuştur. Söz konusu yasayla birlikte, İstanbul
Darülfünunu kapatılmış ve kadrosunun çoğunluğu tasfiye edilmiştir (Tunçay,
1984). Darülfünunun yeni rejimin isteklerine cevap vermemesi, yaşanan
gelişmelere kayıtsız kalması ve hatta “tarafsız/bitaraf” olması nedeniyle
tasfiye edildiği, dönemin Maarif Bakanı Reşit Galip tarafından açıkça şöyle
ifade edilmiştir:
Memlekette siyasi içtimai büyük inkılâplar oldu. Darülfünun bunlara
karşı bitaraf bir müşahit kaldı, iktisadi sahada esaslı hareketler oldu,
Darülfünun bundan habersiz göründü; hukukta radikal değişiklikler oldu,
Darülfünun bunlardan habersiz göründü; yalnız yeni kanunları tedrisat
96
programına almakla iktifa etti, harf inkılâbı oldu, öz dil hareketi başladı,
Darülfünun hiç tınmadı; yeni bir tarih telakkisi, milli bir hareket halinde bütün
ülkeyi sardı, Darülfünunda buna alaka uyandırabilmek için üç yıl kadar
beklemek ve uğraşmak lazım geldi. İstanbul Darülfünunu artık durmuştu,
kendisine kapanmıştı, vüstai bir tecerrüt içinde harici alemden elini ayağını
çekmişti….Türkiye gibi radikal bir inkılâp memleketinde vatanın müstakbel
zimamdarlarının terbiyesi hayattan bu kadar uzak kalan, inkılâbın seyrinden
bu kadar uzak duran bir müesseseye artık daha uzun müddet tevdi
edilemezdi. Esasen on yıldan beri İstanbul Darülfünunu kendi kendisini ıslah
için kendisine verilmiş olan ve her yıl tekrarlanan bol ve geniş fırsatlardan
istifade etmedi (Bilsel, 1943:34-35)
1933 üniversite reformu (tasfiyesi) sonrasında üniversite, Milli Eğitim
Bakanlığına bağlanmıştır. Bundan sonra, İstanbul Üniversitesi, kendini,
rejimin emrinde ve inkılapların taşıyıcılığı sorumluluğuna sahip bir şekilde
konumlandırmıştır. Bu dönemin üniversite yöneticileri tarafından da özerklik
talep edil(e)memiş, üniversite ve Cumhuriyetin hedefleri aynı görülmüş;
uygun zaman geldiğinde özerkliğin verileceği düşünülmüştür: “İnkilabın üstün
bir eseri olan Üniversite, inkilabın bir organından ibarettir. Üniversiteyi kuran
Cumhuriyet hükümeti yolu almış olan Üniversiteye kanuni salahiyetlerini
elbette verecektir” (Bilsel, 1943: 52).
1933’ten 1946’ya kadarki dönemde üniversite rektörü, Milli Eğitim
Bakanının önerisi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından, dekanlar ise rektörün
önerisiyle Milli Eğitim Bakanınca atanmıştır (Doğramacı, 2007). Üniversite
reformu sonrasında, dönemin ruhuna uygun olarak, diğer yükseköğretim
kurumlarının da –Yüksek Mühendis Mektebi, Ankara Yüksek Ziraat
Enstitüsü- özerkliğine son verilmiştir. Üniversitelerin özerklik talebi 1939
yılında yapılan Maarif Şurası sonrasında özellikle dillendirilmiştir (Arslan,
2004:141-144). II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye, batı dünyası içerisinde
yerini almış ve bu yerini alma, hem izlenen ekonomik politikalarda dışa
açılmaya hem de çok partili bir siyasal düzene geçişi beraberinde getiriyordu.
97
Bu genel demokratikleşme süreci içerisinde, üniversitelere ilişkin bir
düzenleme yapılmıştır. 18 Haziran 1946 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan
4936 sayılı Üniversiteler Kanunu ile birlikte üniversiteler “özerkliği ve tüzel
kişiliği” olan bir kurum haline gelmiştir. Böylece, rektör, dekanlar ve diğer
yönetim görevlilerini seçme hakkı, öğretim üyelerinden teşekkül eden
kurullara verilmiştir. Bu kanunda Milli Eğitim Bakanı üniversitelerin ve
(yetkileri oldukça belirsiz) Üniversiteler Arası Kurulun başkanı olarak
tanımlanmış ve üniversiteleri denetleme görev ve yetkisi verilmiştir
(Oğuzman, 1973; Tekeli, 2010).
1946’da, yeni üniversiteler kanununun kabulü sonrasında yürüyen
tartışmalar, daha çok, üniversitelerin özerkliğine ve özerkliğin sınırlarının ne
olduğuna ilişkindir. Bu dönemdeki tartışmalarda, üniversitenin özerkliği ve
tüzel kişiliği, akademik özgürlükten çok, kurumsal özerklik ekseninde ele
alınmıştır. Tartışmalar, üniversitelere yerleşecek öğrenciler hakkında, kararın
Milli Eğitim Bakanlığınca mı yoksa üniversite senatosu tarafından mı
verileceğine indirgenmiştir. Böylece, hükümetin öğrenci seçimi konusunda
üniversitelere
baskısı,
üniversitelerin
özerkliğine
müdahale
olarak
yorumlanmıştır. İşin ilginç tarafı, üniversiteye öğrenci seçimine yönelik yetki
tartışması özerklik bağlamında ele alınırken; öğretim üyelerinin akademik
özgürlüklerini
sağlama
almaya
dönük
yapılmamıştır.
Öyle
Ankara
Üniversitesi Dil
ki,
bir
özerklik
ve
tartışması
Tarih
ise
Coğrafya
Fakültesi’nde görev yapan Behice Boran, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif ve
Pertev Naili Boratav gibi sol görüşe sahip öğretim üyeleri, komünizm
propagandası
yaptıkları,
milliyetçilik
aleyhine
konuştukları
ve
siyasi
telkinlerde bulundukları iddiaları ile Ankara Üniversitesi Senatosu kararı ile
1948 yılında üniversiteden uzaklaştırılırken, özerklik konusu tartışılmamıştır.
Bu kararı verme sürecinde Ankara Üniversitesi, kararı Meclis Eğitim
Komisyonuna bırakmış; Eğitim Komisyonu ise üniversitelerin özerk olduğunu
belirterek, kararı Ankara Üniversitesi Senatosunun vermesi gerektiğini
belirtmiştir. Bunun üzerine Ankara Üniversitesi Senatosu, söz konusu öğretim
üyelerini uzaklaştırmıştır (Arslan, 2004:190).
98
Üniversite dışı kurumların üniversiteye doğrudan müdahalesi 1960
darbesinden sonra da yaşanmıştır. Türkiye 27 Mayıs 1960’a geldiğinde,
üniversite özerkliği yeniden siyasal gündemin konusu olmuştur (Tekeli,
2010:172). Milli Birlik Komitesi tarafından kabul edilen 114 sayılı kanun ile
aralarında Ali Fuat Başgil, Fuat Sezgin, Sabahattin Eyüpoğlu, Nusret Hızır,
Tarık
Zafer
Tunaya
ve
Mina
Urgan
gibi
isimlerin
olduğu
çeşitli
üniversitelerdeki 147 profesör, doçent ve asistan “tembel, yeteneksiz ve
reform düşmanı” olmaları gerekçesiyle yeniden öğretim üyeliğine alınmamak
üzere görevlerinden uzaklaştırılmıştır (Arslan, 2004:336-337). 114 sayılı
kanun ile birçok öğretim üyesi üniversitelerden tasfiye edilirken, aynı gün
çıkarılan 115 sayılı kanun ile Milli Eğitim Bakanının üniversite senatolarının
aldığı kararları onama yetkisi ve Milli Eğitim Bakanına tanınan Bakanlık
emrine alma yetkisi kaldırılmıştır. 1961 Anayasası’nın, “Üniversiteler, bilimsel
ve idarî özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir. Üniversiteler, kendileri
tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu organları eliyle yönetilir
ve denetlenir” şeklindeki 120. maddesi, özerkliğin, büyük ölçüde, rektörlerin
ve dekanların öğretim üyeleri tarafından seçilmeleri şeklinde yorumlanmasını
güçlendirmiştir;
yani
özerkliği,
temelde
kendi
idarecisini
seçmeye
indirgemiştir.
Üniversite özerkliği dolayısıyla, devletin 1960’lı yılların sonlarına doğru
artan öğrenci olaylarına müdahalesinin sınırlı kalması sonucunda, 12 Mart
1971 muhtırasının ardından, üniversite üzerinde denetim arttırılmıştır. 20
Eylül 1971’de yapılan bir yasal değişiklik ile Anayasanın 120. Maddesi şu
şekilde değiştirilmiştir: Üniversiteler, özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir.
Üniversite özerkliği, bu maddede belirtilen hükümler içinde uygulanır ve bu
özerklik,
üniversite
binalarında
ve
eklerinde
suçların
ve
suçluların
kovuşturulmasına engel olmaz. Üniversiteler, Devletin gözetimi ve denetimi
altında, kendileri tarafından seçilen organları eliyle yönetilir. Üniversitelerle
onlara bağlı fakülte, kurum ve kuruluşlarda öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin
tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin üniversite organlarınca giderilmemesi
halinde Bakanlar Kurulu, ilgili üniversitelerin veya bu üniversiteye bağlı
99
fakülte, kurum ve kuruluşların idaresine el koyar ve bu kararını hemen
Türkiye Büyük Millet Meclisi Birleşik Toplantısının onamasına sunar. Hangi
hallerin el koymayı gerektireceği, el koyma kararının ilân ve uygulanma
usûlleri ile süresi ve devamınca Bakanlar Kurulunun yetkilerinin nitelik ve
kapsamı kanunla düzenlenir.
Anayasa maddesinin bu derece ayrıntılı bir şekilde yazılmış olması,
üniversite özerkliğinin üniversiteler tarafından yeterince sorumlu bir şekilde
kullanılmaması ile ilişkilidir. Çünkü bu dönemde öğrencilerin ve öğretim
üyelerinin akademik özgürlüğü tehdit altında kalmıştır. 1960’ların sonunda (ki
bu durum sonraki yıllarda da devam etmiştir), öğrencilerin eğitim binalarını
işgal etmeleri ve derslerin yapılmasını engellemeleri, günlük vakalar haline
gelmiştir (Arslan, 2004). Üniversite yöneticileri, bu olayları engellemekte ya
yetersiz kalmış ya da isteksiz davranmıştır. Bu dönemde üniversiteler,
gençlerin emniyetini sağlayamamak ve özerklik adına “imparatorluk”
kurmakla eleştirilmiştir (Göze, 1990:25).
1973 tarihli ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun ikinci maddesi,
üniversitelerin özerk olduğunu ve kamu tüzel kişiliğine sahip olduğunu belirtir.
Ayrı bir kanunla mütevelli heyeti ile yönetilen ODTÜ hariç, bütün üniversiteler,
bu kanun kapsamında kendi rektörlerini seçmeye devam etmiştir. Bu kanunla
birlikte, iki yeni kurul kurulmuştur: Yüksek Öğretim Kurulu ve Üniversite
Denetleme Kurulu. Yüksek Öğretim Kurulu’nun amacı, yükseköğretimin
bütünlüğü anlayışı çerçevesinde, çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine ve
Devlet Kalkınma Planının temel ilke ve politikalarına uygun olarak yükseköğretim alanına yön vermek olarak tanımlanmıştır. Kurul, yükseköğretim
kurumları arası koordinasyonu sağlamak, uygulamaları izleyerek yetkili
makam ve mercilere önerilerde bulunmakla görevlendirilmiştir. Yüksek
Öğretim Kurulu, Milli Eğitim Bakanının başkanlığında, üniversite temsilcileri
ve Bakanlar Kurulunca atanan üyelerden teşekkül etmiştir. Üniversiteler Arası
Denetim Kurulu ise, gerekli disiplin ve soruşturma işlemlerini yapmak ve
kapatılması düşünülen üniversite ve fakülteler hakkında Milli Eğitim
100
Bakanlığını bilgilendirmekle görevlendirilmiştir. Ne var ki, 1750 sayılı kanun,
Cumhuriyet Halk Partisi, Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi ve İstanbul
Teknik Üniversitesi tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmüş ve
mahkeme, 1975 yılında, söz konusu kanunun bazı maddelerini iptal etmiştir.
İptal edilen maddeler arasında, yükseköğretim kurumları arası koordinasyonu
sağlamak üzere Yüksek Öğretim Kurulunun kurulması kararı da vardır. İptalin
gerekçesi,
bu
kurulda
hükümet
kanadından
gelen
üye
sayısının
üniversitelerden gelen üye sayısından fazla olmasının, Anayasa’da güvence
altına alınan üniversite özerkliğine aykırı bulunmasıdır (Doğramacı, 2007).
Anayasa Mahkemesinin bu kararı da, üniversite özerkliğinin, üniversite sevk
ve idaresinin ancak üniversite tarafından belirlenebileceği şeklindeki
yorumunu güçlendirmiştir.
3.2. YÖK’Ü HAZIRLAYAN NEDENLER
1960 Anayasası, üniversiteleri olabildiğince özerk ve yetkili kılmış;
buna mukabil, üniversitelerin hesap verebileceği denetim mekanizmalarını
öngörmemişti. 1960’lı yılların sonundan itibaren üniversitelerde görülen
öğrenci hareketleri ve ideolojik kamplaşmalar, üniversiteleri “anarşi yuvası”
olarak görme fikrini toplumda yaygınlaştırmıştı (Demir, 2008:3). Yukarıda
değinildiği üzere, 1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu, -mütevelli
heyeti ile yönetilen ODTÜ hariç-bütün üniversitelerin, idarecilerini kendilerinin
seçmelerini öngörüyordu. Seçim sistemi, üniversite içinde gruplaşmalara
neden olmaktaydı. Dahası, bu sistem, idarecilerin oy mülahazalarıyla
üniversitelerde yeni düzenlemelere gitmekten çekinmelerine yol açmaktaydı.
Bununla birlikte üniversiteler üzerinde denetim neredeyse yoktu ve öğretim
üyeleri her istediklerini yapmaktaydı; “kürsü ağalığı” diye bir müessese
oluşmuştu (Demir, 2008:8).
Üniversite
yöneticileri
seçimle
belirlendiği
için,
ülkedeki
genel
politizasyonun da etkisiyle, seçimler oldukça çekişmeli ve hasmane geçmiştir.
101
Öyle ki, rektörlük seçimlerinin aylarca sürdüğü olmuştur. Örneğin, Ege
Üniversitesi rektörlük seçimleri tam altı ay sürmüş ve ancak bu sürenin
sonunda rektör seçilebilmiştir. Dahası, rektörlük seçimleri genellikle birbirine
karşıt gruplar arasında geçtiği için, seçim sonrasında bu gruplar arasındaki
gerilim artarak sürmüştür. Böyle bir ortamda akademik süreçlerin sağlıklı bir
şekilde işlemesi söz konusu olmamıştır (Doğramacı, 1985). 12 Eylül öncesi
üniversitelerde öğretim üyeleri o derece politize olmuştu ki, akademik
yaşamın normal seyri sonlanmıştı. Çünkü akademik terfiler ve bölüm
başkanlarından rektörlerin seçimine kadar her şey, ideolojik etmenlerle
belirlenmekteydi. Dahası, üniversite özerkliği dolayısıyla, üniversiteler
arasındaki koordinasyon tamamen üniversite idarecilerinin inisiyatifine ve
işbirliğine bağlanmıştı; aşırı politizasyon nedeniyle bu türden bir işbirliği ise
neredeyse imkânsızlaşmıştı .
Toplumun artan üniversite talebi karşısında 1970’li yıllar boyunca çok
sayıda yeni üniversite açılmış olmasına rağmen, yükseköğretim talebi
karşılanamamıştır.
Bu
durum,
yükseköğretimin
önünde
yığılmanın
oluşmasına neden olmuştur. Buna ilaveten, üniversiteler, yüksekokullar ve
akademiler ayrı yasalarla yönetilmiştir. Bu dönemde tüm yükseköğretimin bir
bütün olarak tasarlanması gerçekleştirilememiştir (Tekeli, 2010). Dahası
yükseköğretim kurumları arasında bütünlük, eşdeğerlik ve eşgüdüm sorunu
yaşanmıştır. Bundan dolayı, yükseköğretim kurumlarının 1970’li yılların
sonlarına doğru içine girdiği bu durum, kamuoyu, akademisyenler ve
kalkınma uzmanları arasında tartışma konusu olmuştur. Örneğin, Dördüncü
Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1979–1983), yükseköğretim kurumlarının
nitelik açısından gelişmelerinin kötü, “özellikle özerk kuruluşların kendi
kendilerini eleştirme, denetleme, eğitim standardını kalkınmanın gerektirdiği
düzeye yükseltme çalışmalarının yetersiz” olduğu tespit edilmiştir (DPT,
1979:451).
Üniversitelerdeki güvenlik sorunları öğrencilerin üniversiteyi terk
oranlarının
yüksekliği,
üniversitelerin
kapasitelerinin
tam
olarak
102
kullanılmadığı, öğretim üyesi dağılımında büyük bir dengesizlik bulunduğu,
üniversite sisteminin işlevini yapamaz bir duruma geldiği ve yükseköğretimin
bir plan içinde ele alınarak geliştirilmesi gerektiği haber ve yorumları o dönem
gazetelerinde ve planlarında sıkça yer almıştır (Doğramacı, 1992; DPT,
1979).
Üniversiteler, hızla artan genç nüfusa ve artan yükseköğretim talebine
rağmen, kontenjanlarını artırmakta isteksiz davranmıştır. Özellikle, özerk
yükseköğretim kuruluşları, çoğunlukla “kapasitelerinin çok altında” çalışmıştır
(DPT, 1979, s. 449). 1974–1981 döneminde, üniversite sayısı dokuzdan 19’a
yükselmiş olmasına rağmen, yükseköğretim kurumlarına alınan toplam
öğrenci sayısı, aynı dönem içinde 49.542’den 41.574’e düşmüştür. Böylece
yükseköğretimdeki okullaşma oranları %5,9 gibi oldukça düşük bir seviyede
kalmıştır (Aynı dönemde ABD’de bu oran %59,6, Güney Kore’de %37,7, Almanya’da %31,8, Yunanistan’da %27,0 ve Suriye’de %17,8’dir). Benzer
şekilde, Devlet Planlama Teşkilatı ve Sağlık Bakanlığının hesaplamalarına
göre, nüfusun sağlık ihtiyaçlarını karşılamak için tıp fakültelerinden yılda
ortalama 5,000 doktor mezun edilmesi gerekiyorken ve tıp fakültesi sayısı
yediden 14’e yükselmişken, 1970’li yıllar boyunca kontenjanlar artırılmamış
ve 2,400 civarında seyretmiştir. 1981’e gelindiğinde, üç büyük şehirdeki yedi
üniversitede toplam 3156, üç büyük şehrin dışında kalan dokuz üniversitede
ise toplam 85 profesör ve doçent görev yapmaktaydı (Doğramacı, 1985,
1992).
Özetle, bugünden geçmişe bakıldığında YÖK’ün kurulması kimi haklı
nedenlerle eleştiriliyor olsa da, 1981 yılına gelindiğinde, gerek üniversitelerin
gerek akademi ve yüksekokulların ciddi bir düzenlemeye ihtiyacı olduğu
konusunda bir kanaat oluşmuştu. Örneğin, İlhan Tekeli (2010), Şubat
1980’de
yayımlanan
“Cumhuriyetten
Sonra
Yükseköğretimin
Ör-
gütlenmesindeki Gelişmeler” başlıklı bir makalesini şöyle sonlandırmıştır:
“Türkiye’nin tarih içinde biriken deneyleri, onu, yükseköğretimi kendini
yenileyen bir bütün olarak yeniden planlama ve kurma noktasına getirmiş
103
bulunuyor”. 1980’lerde yeni bir düzenlemenin gerekli olduğunu savunanlar,
1981 öncesi eski sisteme dair şu hususları öne çıkarmışlardır:
1. Seçime dayanan yönetim özerkliğinin istenildiği gibi işlememiş
olması,
2. Taşra üniversitelerine öğretim üyesi bulunamaması,
3. Genel düzenleme ve eşgüdüm eksikliği,
4. Eğitim, araştırma ve yayınlarda etkin ve nesnel bir denetimin
olmayışı. (Tunçay, 1984:682).
1750 sayılı kanun hükümleri, 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar
geçerli olmuştur. Darbe sonrası kurulan askeri idare, ülkenin 12 Eylül
ortamına gelmesinde üniversiteleri “bir bütün olarak” sorumlu tutmuştur
(Demir, 2008, s. 11). Bundan dolayı, üniversiteleri sıkı bir denetim ve
zapturapt altına alarak disipline edecek bir yasa hazırlığına başlamıştır. 6
Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’yla birlikte, 1975
yılında Anayasa Mahkemesi’nce hukuka aykırı bulunarak iptal edilen Yüksek
Öğretim Kurulu, bu defa Yükseköğretim Kurulu (YÖK) adıyla daha geniş
yetkilerle donatılarak yeniden ihdas edilmiştir. YÖK ile birlikte, eskiden
seçime
dayalı
makamlar
(örn.
rektörlük
ve
dekanlık),
atamalarla
doldurulmaya başlanmıştır. Üniversite, akademi ve yüksekokullar gibi
yükseköğretim kurumlarının tamamı üniversite çatısı altında bir araya
getirilmiş ve bu kurumlardaki akademik unvanlar eşdeğer ilan edilmiştir
(Tunçay, 1984). Ayrıca, 1981’e kadar profesörlerin ataması, Eğitim Bakanlığı
tarafından onaylanmak zorundaydı, 1981’den itibaren Yükseköğretim Kanunu
uyarınca, üniversite tarafından yapılmakta ve YÖK atama süreçlerini
inceledikten sonra onaylamaktadır. Bu yeni uygulama, üniversiteye tanınan
özerkliğin artması olarak sunulmuştur (Doğramacı, 1985).
Doğramacı’ya (1992) göre, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun
getirdiği yeni düzenlemenin başlıca hedefleri şunlardı:
104
1. Yükseköğretim çağındaki gençlere daha çok öğrenim imkânı
sağlamak amacı ile yükseköğretim kurumlarını sayısını
artırmak, bunları yurt sathına yaymak ve büyük ihtiyaç duyulan
ara insan gücünü yetiştirmek üzere meslek yüksekokullarına
önem vermek;
2. Yüksek nitelikte ve yeter sayıda öğretim elemanı yetiştirmek
için tedbirler almak;
3. Eğitimin kalitesini yükseltmek, araştırmaları sayı ve nitelik yönünden
geliştirmek için gerekli çalışmaları yapmak. (s. 1)
Doğramacı (1985), YÖK’ün üniversite özerkliğini kısıtlamadığını,
yapacağı ve yaptığı faaliyetlerin, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) veya
Kanada gibi ülkelerde görülen türden “Yöneticiler Heyeti” veya “Mütevelli
Heyeti” ile benzerlikler taşıdığını ısrarla vurgulamıştır. Buna göre, devlet veya
siyaset kurumu, üniversite üst yönetimine doğrudan müdahil olmak yerine,
bağımsız bir kurula üye atamak yoluyla yönetime dolaylı olarak müdahil
olmaktadır. Böylece, üniversite de özerkliğini korumaktadır. Gerçekten de,
özellikle ABD ve Kanada gibi ülkelerde yaygın uygulama alanı olan söz
konusu türden bir kurul veya heyet, üniversite ile siyaset arasında bir tür
“tampon” görevi görmektedir. Kurul veya heyetin amacı, üniversitenin
doğrudan politize olmasını engellemek, üniversite ile devlet, toplum ve iş
dünyası arasında sağlam ilişkiler kurmak tır (Küçükcan ve Gür, 2009, s. 92).
Oysa aşağıda ele alınacağı üzere, Türkiye’de bu türden bir kurul, özerkliğin
sağlayıcısı olarak değil, kısıtlayıcı olarak kurulmuştur; çünkü özerklik,
temelde rektörlük seçimine indirgenmiş ve eskiden üniversitenin yetkisinde
olan rektörlük seçimi hususunda, üniversite yetkisiz kılınmıştır.
1981 yılında Milli Güvenlik Konseyi tarafından yayınlanan 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu ve 1982 Anayasası’nın 131. ve 132. Maddeleri ile
öngörülen
yükseköğretim
sistemi,
üniversite
yöneticilerinin
seçimle
belirlendiği geleneksel Kıta Avrupası modelinden uzaklaşmış ve yöneticilerin
atamayla belirlendiği Amerika Birleşik Devletleri (ABD) modeline geçilmiştir
105
(Gürüz, 2008). Zaten söz konusu yıllarda, çok sayıda Avrupa ülkesinde de
benzer bir süreç yaşanmış, üniversite idarecilerinin atamayla belirlenmesi
benimsenmiş, ya YÖK benzeri kuruluşlar ortaya çıkmış ya da Bakanlıkların
üniversiteler üzerindeki yönlendirme ve denetleme yetkileri artırılmıştır
(TÜSİAD, 2003). Bu düzenlemelerin gerekçesi olarak, üniversitelerin
toplumdan uzaklaşması, üniversitelerin etkin bir şekilde yönetilememesi ve
üniversitelerin kendilerine ayrılan kamu kaynaklarını sorumsuz kullanması
gibi hususlar öne çıkmıştır.
Her ne kadar YÖK ile birlikte getirilen sistem, YÖK sisteminin
savunucuları tarafından Amerikan modeli olarak sunulsa da (Doğramacı,
2007; Gürüz, 2008), getirilen sistem ile Amerikan sistemi arasında çok temel
bir fark vardır. Amerikan sisteminde üniversite rektörleri, genellikle, halk
tarafından seçilmiş eyalet valilerinin belirlediği üyelerden oluşan mütevelli
heyeti tarafından atanmaktadır. Bu mütevelli heyetinin atadığı rektör,
meşruiyetini, valinin halk tarafından seçilmiş olmasından almaktadır. Oysa
aşağıda açıklanacağı üzere, YÖK’ün yapısı, Amerikan modelinden farklılık
arz etmektedir.
Türkiye’de YÖK, askeri darbe ortamında kurulmuştur ve millî bir
mütevelli heyeti gibi düşünülmüştür. Bu heyetin, ya asker kökenli ya da
askere
yakınlığı
olacak
bir
Cumhurbaşkanı
tarafından
belirleneceği
öngörülmüştü. Zira o güne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde Celal Bayar hariç
Cumhurbaşkanlığı yapmış herkes, asker kökenli idi. Kaldı ki, bu yasaların
hazırlandığı dönemde, Orgeneral Kenan Evren, Milli Güvenlik Konseyinin
Başkanı olarak Devlet Başkanıydı. Bu türden bir Cumhurbaşkanının yaptığı
atamaların meşruiyeti, askeri vesayet ortamında belirlenmiş olmasından
dolayı sorunludur. YÖK üyeleri ve Başkanı ise bu Cumhurbaşkanı tarafından
belirlenmektedir. Benzer şekilde, rektörler, YÖK tarafından önerilerek
Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Üniversitelerarası Kurul üyeleri de
Cumhurbaşkanı
tarafından
belirlenen
üyelerden
oluşmaktadır.
(YÖK
üyelerinin üçte biri hükümet tarafından belirlense de, yükseköğretim
106
sisteminin ağırlığı Cumhurbaşkanı tarafından belirlenmektedir.) YÖK’ün
meşruiyeti, kısmen, halk tarafından seçilmiş hükümetten, kısmen de Türkiye
Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından seçilen Cumhurbaşkanından
gelmektedir. Böyle bir yapıda, ilkesel olarak, Cumhurbaşkanının toplumsal
meşruiyeti fazla olduğu ölçüde, atamaları meşru görülmektedir. Aşağıdaki
bölümlerde
görüleceği
üzere,
YÖK
sisteminin
kurucu
figürü
olan
Cumhurbaşkanı, toplumu temsil ettiği ölçüde, YÖK ve yükseköğretim
sisteminde nispeten normalleşmeler yaşanmıştır.
1981’deki düzenlemeye göre, YÖK’ün 25 üyesi vardı. Bunlardan
sekizi, Üniversitelerarası Kurul tarafından seçilen profesörlerden; sekizi, tercihen üniversite rektörlerinden veya eski rektörlerden olmak üzereCumhurbaşkanı tarafından; sekizi, üst düzey memurlardan olmak üzere,
Bakanlar Kurulu tarafından ve biri, Genelkurmay Başkanlığı tarafından seçilecekti. YÖK Başkanı ise, Cumhurbaşkanı tarafından seçilecekti. Rektörler,
YÖK’ün
belirlediği
adaylar
arasından
Cumhurbaşkanı
tarafından
atanmaktaydı. Dekanlar ise rektörün belirlediği adaylar arasından YÖK
tarafından atanmaktaydı. Kürsüler kaldırılmış, bölümler temel akademik birim
olarak tanımlanmıştı. ABD’deki üniversitelerdekine benzer şekilde, lisansüstü
enstitüleri kurulmuştu. Öğretim üyesi tanımı genişletilerek, yardımcı doçent
tanımı ihdas edilmiş, genç akademisyenlerin önü açılmıştı. Akademik unvan
terfilerinde yabancı dil bilme ve uluslararası düzeyde yayın yapma gibi şartlar
getirilmişti. Kâr amacı gütmeyen vakıfların üniversite kurmasına izin verilmişti
(Gürüz, 2008: 75-76).
1946 ve 1973 yıllarında yapılan üniversiteler kanunu bilime ve ideolojik
yapılanmaya verdiği önem açısından 1981 tarihli yükseköğretim kanunundan
ayrışmaktadır. 1946 ve 1973 tarihli kanunlar üniversitenin ilk görevi olarak
bilimsel
öğretim
yapmayı
tanımlamışlardır.
1981
tarihli
2547
sayılı
Yükseköğretim Kanunu yükseköğretimin amacını, öğrencilerin -büyük
harflerle
yazılarak-
ATATÜRK
inkılâplarını
ve
ilkeleri
doğrultusunda
ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı olarak yetişmesi olarak tanımlamıştır:
107
Madde 4 - Yükseköğretimin amacı:
a) Öğrencilerini;
(1)
ATATÜRK
İnkılapları
ve
ilkeleri
doğrultusunda
ATATÜRK
milliyetçiliğine bağlı,
(2) Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini
taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,
(3) Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet
sevgisi ile dolu,
(4) Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve
bunları davranış haline getiren,
(5) Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip,
insan haklarına saygılı,
(6) Beden, zihin, ruh, ahlak ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekil
de gelişmiş,
(7) İlgi ve yetenekleri yönünde yurt kalkınmasına ve ihtiyaçlarına cevap
verecek, aynı zamanda kendi geçim ve mutluluğunu sağlayacak bir
mesleğin bilgi, beceri, davranış ve genel kültürüne sahip, vatandaşlar
olarak yetiştirmek,
b) Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak, refah ve
mutluluğunu artırmak amacıyla; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasına
katkıda bulunacak ve hızlandıracak programlar uygulayarak, çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı ve seçkin bir ortağı haline gelmesini sağlamak,
c) Yükseköğretim kurumları olarak yüksek düzeyde bilimsel çalışma ve
araştırma yapmak, bilgi ve teknoloji üretmek, bilim verilerini yaymak, ulusal
alanda gelişme ve kalkınmaya destek olmak, yurt içi ve yurt dışı kurumlarla
işbirliği yapmak suretiyle bilim dünyasının seçkin bir üyesi haline gelmek,
evrensel ve çağdaş gelişmeye katkıda bulunmaktır.
108
Bu amaçlar, benzer ifadelerle, kanunun ilkeler bölümünde de yeniden
sıralanmıştır. Kanundaki bu maddeler, bilimi, özgürlüğü ve evrenselliği geri
plana itmiş, ideolojik bir çerçevede insan yetiştirmeyi açıktan amaç kılmıştır.
Halen yürürlükte olan bu kanunda amaçlarda Türklük, Atatürk milliyetçiliği,
Atatürk inkılâpları, Türk örf ve adetleri gibi hususlar hem amaç hem de ana
ilkelerde yoğun bir şekilde vurgulanmıştır. Kanun maddelerinde ilk dört amaç,
toplumu yeniden düzenlemeye çalışan ve her türlü “aşırı” fikir akımlarına
karşı gençliği korumaya çalışan askerî darbenin amaçlarına uygun olarak
belirlenmiştir;
ancak
beşinci
maddede
bilimsel
ve
hür
düşünceden
bahsedilmektedir. Kanunun en patolojik yanı, üniversiteleri bilimin öğrenildiği
ve öğretildiği kurumlardan ziyade, insanları “terbiye” etmeyi esas alan bir
ideolojik ve dogmatik çerçevede faaliyet gösteren kurumlar olarak sunmasıdır
(Küçükcan ve Gür, 2009:158-159).
3.3. SİYASAL İKTİDAR VE YÜKSEK ÖĞRETİM
Tarihsel olarak değerlendirildiğinde Cumhurbaşkanı, hükümet ve YÖK
Başkanları değiştikçe, YÖK’ün gördüğü işlevler ve kuruma dair tartışmaların
içeriği de değişmiştir. YÖK kurulduğu zaman, önceleri YÖK’ün üniversite
özerkliğini sonlandırdığı şeklinde ilerleyen tartışmalar, giderek, bizzat YÖK
Başkanı İhsan Doğramacı’nın bir takım uygulamalarına odaklanmıştır
(Tunçay, 1984). Fakat özellikle 1988’e kadar, hükümet ve Cumhurbaşkanı,
bu tartışmalara taraf olmamıştır. Ne var ki, 1989’a gelindiğinde, siyasal
sistemin nispeten normalleşmesi ve siyasal rekabetin yeniden başlaması
sonrasında, YÖK tartışmaları yeniden alevlenmiş ve YÖK yasa değişikliği
taslağı hem Cumhurbaşkanı’nın hem de hükümetin gündemine yeniden
girmiştir. YÖK’ün değiştirilmesi, 1996’ya kadar hükümetlerin önemli bir
gündem maddesidir. Bu yöndeki çabalar, 1992 yılında rektör seçimlerinin
değiştirilmesi yönünde bir netice vermiştir. Ne var ki, bunun dışındaki
değişiklik önerileri, temelde, YÖK’ün yeniden düzenlenmesinden ziyade, üye
yapısındaki bir takım değişikliklere ilişkindir.
109
İlerleyen bölümlerde genişçe açıklanacağı üzere, 1996’da Refah-Yol
Hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte ve özellikle 28 Şubat 1997 Milli
Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarının sonrasında ise, YÖK’e ilişkin tartışmalar,
özerklik ekseninden uzaklaşıp, laiklik eksenine oturmuştur. Bu dönemde,
YÖK, başörtüsü yasağını uygulamaya sokmuş ve (özelikle imam hatip lisesi
mezunlarının yükseköğretim erişimlerini kısıtlamak için) üniversiteye girişte
katsayı uygulaması olarak bilinen kararı almıştır. Bu dönemin en ilginç tarafı,
YÖK’ün meşruiyetine ilişkin bir tartışma, Cumhurbaşkanı ve döneminde zayıf
koalisyon hükümetlerinin gündeminde yer etmemiş olmasıdır. YÖK’ün laiklik
ekseninde tartışılması veya savunulması, 2000’de Ahmet Necdet Sezer’in
Cumhurbaşkanı olması ve 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte,
daha da artmıştır. 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması ve YÖK
Başkanlığına Yusuf Ziya Özcan’ın atanmasıyla birlikte, YÖK’e ilişkin
tartışmalar,
gittikçe
laiklik
ekseninde
uzaklaşmış;
yükseköğretimdeki
sorunların çözülmesi adına önemli adımlar atılmış ve YÖK’ün mahiyetine ve
nasıl bir kurum olması gerektiğine ilişkin tartışmalar yeniden gündeme
gelmiştir.
YÖK’ü ve YÖK eleştirilerini doğru bir şekilde konumlandırmak için,
YÖK’ün zamanla nasıl evrildiğine ve aynı şekilde YÖK’e yöneltilen
eleştirilerin nasıl değiştiğine bakmakta fayda vardır. Aşağıda YÖK ve YÖK
eleştirileri, dört farklı dönem üzerinden incelenmiştir: 12 Eylül Sonrası Otoriter
Dönem (1981-1988), Dalgalı Dönem (1989-1996), 28 Şubat Sonrası Baskıcı
Dönem (1997-2007) ve Normalleşme Dönemi (2007- …). Bu dönemleştirme
yapılırken, Cumhurbaşkanı, hükümetler, YÖK Başkanı ve üniversiteler
arasındaki ilişkilerden yola çıkılarak, yükseköğretimin ve bir kurum olarak
YÖK’ün, ilgili dönemdeki kimlik ve misyonu ortaya konmuştur. Bu dönemler
arası geçişlerdeki temel kırılma noktaları tespit edilmiş ve yükseköğretimdeki
süreklilik ve değişimin izi sürülmüştür.
110
3.3.1. 12 Eylül Sonrası İ.Doğramacı Dönemi
YÖK’ün kurulmasıyla birlikte, en fazla öne çıkan tartışma, YÖK’ün
üniversitelerin
özerkliklerini
elinden
aldığı,
yükseköğretimi
aşırı
merkezileştirdiği ve yükseköğretimi kışla disiplinine kavuşturduğu şeklindedir
(örn. Günlü, 2010). Böylece, 1980 darbesinin eseri olarak nitelenen YÖK,
“üniversiteleri kendi idaresine bağlı ortaöğretim kurumlarına çevirmiştir.
Ortaçağ karanlığında ve dinin toplumsal yaşam üzerinde çok daha şiddetli
biçimde baskı kurduğu dönemlerde bile görülmeyen bir baskılama(yı)” (Alçın,
2010, ss. 11-12) hayata geçirmiştir. Benzer şekilde, YÖK’ün bütün
yükseköğretim kurum tiplerini (örn. akademi ve meslek yüksekokulu),
üniversite çatısı altında toplaması da eleştirilmiştir (örn. Tunçay, 1984).
YÖK’ün ilk ortaya çıkan modeline yönelik yaygın eleştirilerden biri de rektör
ve dekan seçim sürecidir: Cumhurbaşkanı YÖK’ün önerdiği dört adaydan
birini rektör olarak atamakta, YÖK ise rektörün önerdiği adaylar arasından
dekanları atamaktaydı. Cumhurbaşkanından dekanlara ulaşan rektör ve
dekan atama sürecinin, askeri yapıyı hatırlatan hiyerarşik bir yapılanmaya
neden olduğu belirtilmiştir (Altan ve Düzen, 1991).
YÖK’ün kurulması sonrasında tartışılan en önemli husus, YÖK’ün
üniversite özerkliğine aykırı olup olmadığıdır. Aslında tartışılan, genel olarak
özerklikten ziyade, rektörlük seçimi olmuştur. Rektörlerin öğretim üyeleri
tarafından seçilmesi yerine, YÖK tarafından belirlenen adaylar arasından
Cumhurbaşkanı tarafından atanması, üniversite özerkliğine aykırı bir durum
olarak algılanmıştır. YÖK’ün üniversite özerkliğini bitirdiği iddialarına karşı
Doğramacı (1985, 1992, 2007), ABD, İngiltere, Kanada ve benzeri ülkelerden
örnekler vererek, üniversite özerkliğiyle rektörlerin seçimle veya atamayla
gelmeleri arasında bir ilişki olmadığını ifade etmiştir. Buna göre, söz konusu
ülkelerde rektörü, kurullar veya mütevelli heyetleri atamakta; üniversite, kendi
kendini idare etmekte ve bu kurul veya heyete karşı hesap vermektedir.
Doğramacı, YÖK sisteminin de aynen bu model üzerine kurulduğunu
111
savunmuştur. Böylece, aslında, Doğramacı’nın yaptığı, özerkliği yeniden
tanımlamaktan ibarettir.
YÖK’ün kurulması ile ilgili yaygın eleştirilerden biri de, bu dönemde
öğretim üyelerinin üniversitelerden uzaklaştırılmalarıdır. 12 Eylül’ün ardından,
1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun bazı maddelerinde 1983 yılında
değişiklik yapılarak, aralarında 38 profesör, 25 doçent ve 10 yardımcı
doçentin de bulunduğu toplam 4891 kamu personeli görevinden uzaklaştırılmıştır. Dönemin olağanüstü şartları dolayısıyla gerek Sıkıyönetim Kanunu
işletilerek gerekse de rektörlerin baskı kurması yoluyla bir takım öğretim
üyelerinin üniversitelerden uzaklaştırılmaları, haklı olarak ciddi tepkilere
neden olmuştur. YÖK’ün bu tasfiyelere göz yumduğu ve gizli bir şekilde bu
tasfiyeleri kolaylaştırdığı iddia edilmiştir (Tunçay, 1984).
Doğramacı döneminde bir sorun olarak ortaya çıkan, özerklik ve
özgürlük tartışmaları, daha çok, üniversite öğretim üyelerinin üniversite
idarecilerini belirlemesi ekseninde tartışılmıştır. Sözgelimi, bu dönemde
gündeme gelen ve kimi dönemler katı bir biçimde uygulanan başörtüsü
yasağı, akademik özgürlük ve üniversite özerkliği bağlamında ele alınmamıştır. Oysa en azından modern Alman üniversitelerinden beri, modern
dünyada farklı biçimlerle karşımıza çıktığı üzere, üniversitelerin temel
felsefesi, öğretme özgürlüğü ve öğrenme özgürlüğüdür. YÖK’ü eleştirenlerin,
öğrencilerin öğrenme özgürlüğünü kısıtlayan, psikolojilerinin bozulmasına
neden olan ve geleceklerine ipotek koyan başörtüsü yasağı konusunda
susması ve hatta bu yasağı özerklik adına savunması (bkz. Hatipoğlu, 2000),
Türkiye’de üniversite özerkliğinin anlaşılma biçiminin ve YÖK eleştirilerinin ne
derece sorunlu olduğunu göstermesi açısından oldukça manidardır.
Doğramacı döneminin YÖK’ü, askerî darbenin bir ürünü olması ve
üniversiteler üzerinde denetim kurması açısından eleştirilmiştir. Buna
rağmen, 1980 öncesi dönemde yükseköğretim sistemine yönelik en önemli
eleştirilerden olan, kurumlar arası koordinasyon eksikliği, yükseköğretim
kurumlarının kapasitesinin altında çalışması, öğretim üyelerinin ülke çapında
112
dengesiz dağılımı ve yükseköğretimin önündeki yığılma gibi sorunları çözme
yolunda başarılı adımlar atmıştır. YÖK’ün ilk dönemi, aşağıda genişçe ele
alacağımız üzere, YÖK’ün kuruluş amaçlarına yönelik çalışmaların yapıldığı,
günlük siyasetten nispeten uzak bürokratik bir yapı olarak karşımıza
çıkmaktadır.
12
üniversitelerde
Eylül
sonrasında
yoğunlaşması,
toplumsal
üniversiteleri
denetimin
siyasetten
özellikle
nispeten
uzak
tutmuştur. Bu dönemde YÖK daha çok, üniversite özerkliği, kayırmacılık ve
yolsuzluk ekseninde tartışılmıştır.
YÖK’ün
yükseköğretimde
kuruluşundan
kontenjanların
itibaren
ve
en
başarılı
dolayısıyla
olduğu
okullaşma
konu,
oranlarının
artırılmasıdır. 1981 yılında 41.574 olan yükseköğretim kurumlarına alınan
öğrenci sayısı, on yıl içerisinde yaklaşık beş kat artırılarak 199.571’e
yükseltilmiştir. On yıllık dönemde, hem örgün eğitimde okuyan öğrenci
sayıları hem de açıköğretimde okuyan öğrenci sayıları hızla artmıştır.
Böylece bu dönemde, örgün eğitimde %83’lük; açıköğretim dâhil edildiğinde
ise %193’lük bir artış sağlanmıştır (Doğramacı, 1992:3).
Üniversitelere alınan öğrenci sayılarının artırılması, toplumdan büyük
bir
kabul
görürken,
üniversiteleri
genellikle
memnun
etmemiştir.
Üniversitelerden gelen eleştiriler, genellikle, nicel iyileşmelerin nitelikli mezun
anlamına gelmediği yönündedir. Öğretim üyeleri bu kaygılarla YÖK’ün
kontenjan artırımı politikalarını eleştirmiştir. YÖK, birçok çalışmasını
planlamaya dayalı olmaksızın ve niteliği gözetmeden yapmıştır; oluşturulan
akademik ortamın kaliteli eğitim ve araştırmaya ne derece uygun olduğu
konusunda öğretim üyelerinin şüpheleri mevcut olmuştur.. Dönemin bazı
öğretim üyeleri arasında yaygın olan kanaat, Tunçay tarafından şöyle dile
getirilmiştir: “Bir süre sonra, şimdikinden daha kötü doktorlar, mühendisler,
hukukçular, işletmeciler, yöneticiler vb. ortaya çıkarsa, ülkenin geleceği
bakımından, bunun sorumlularının vebali, kolay kolay taşıyamayacakları
kadar ağır olacaktır.” (Tunçay, 1984:687). Bununla birlikte, YÖK sonrası
dönemde, lisansüstü düzeyde eğitim almak üzere yurtdışına daha çok sayıda
113
öğrenci gönderilmiştir. Bu dönemde, uluslararası yayın sayıları ve yurtdışına
gönderilen lisansüstü öğrenciler dikkate alındığında, Türkiye yükseköğretim
sistemi dünyayla daha fazla bütünleşmeye başlamıştır. 1985 yılında YÖK
bünyesinde kurulan Dokümantasyon Merkezi de, uluslararası bilimsel
dergilere abone olarak, muhtelif üniversitelerdeki araştırmacıların talep
ettikleri makalelerin fotokopisini kendilerine ulaştırmıştır. Üniversitelerdeki
araştırma ve yayın faaliyetlerinin niteliğinde de iyileştirmeler sağlanmıştır.
Uluslararası atıf endekslerince taranan bilimsel dergilerde yayınlanan makale
sayısı, 1981 yılında 352 iken, 1990 yılında 1080’e ulaşmıştır. Bu dönemde,
öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı ve üniversite bitirme oranları gibi
hususlarda da iyileştirmeler sağlanmıştır. YÖK ile birlikte, öğretim üyelerinin
yurt
sathına
dengeli
dağılımı
yönünde
de
önemli
iyileştirmeler
gerçekleştirilmiştir. Kasım 1991 itibariyle toplam 7,208 profesör ve doçentin
1,797’si üç büyük şehrin dışında görev yapmaktadır. Bir başka deyişle,
Kasım 1981’de %2,6 olan üç büyük şehir dışındaki profesör ve doçent oranı,
Kasım 1991’de %25’e yükselmiştir (Doğramacı, 1992:3-6).
YÖK döneminde niceliksel iyileşmeler yaşanmasına rağmen, YÖK’ün
ilk yıllarında ortaya koyduğu amaçların (örn. Yükseköğretimin yurt sathına
yayılması ve öğretim üyelerinin dengeli bir şekilde yayılması) adaletli bir
şekilde uygulanıp uygulanmadığıyla ilgili kayırmacılık iddiaları gündeme
gelmiştir. Yüzlerce doçent profesör olmak için, yardımcı doçentler ise doçent
olmak için Anadolu yollarına düşerken, bir kısım hocalar, aynı şehirdeki
üniversiteler arasında, “sadece kâğıt üzerinde rotasyon yapmış gibi
gösterilerek” istedikleri kadrolara atanmışlardır (Demir, 2008:172). Ayrıca,
Doğramacı dönemi YÖK tartışmalarının önemli bir kısmı, doğrudan doğruya
Doğramacı’nın şahsıyla ilgili iddialardır. Doğramacı, bilimsel hırsızlık
(aşırmacılık) yaptığı, bilimsel liyakate uymadığı yani adam kayırdığı ve YÖK
bütçe
ödenekleriyle
yapılan
binaları
evrakta
sahtekârlıkla
Bilkent
Üniversitesine aktardığı gibi iddialara konu olmuş ve bu iddialar sürekli
gündemde tutulmuştur (Özbudun ve Demirer, 2006:104-105).
114
3.3.2. İ. Doğramacı - M. Sağlam (Dalgalı Dönem)
YÖK’ün mahiyeti ve üniversitelerin yönetiminin nasıl olacağına ilişkin
tartışmalar, özellikle siyasal rekabetin hızlandığı dönemde, yani 1987 yılında
Anavatan Partisi (ANAP) Hükümetinin ikinci döneminden itibaren başlamıştır.
Bu dönemden önce ANAP Hükümetinin YÖK’ün meşruiyetine yönelik
herhangi açık bir eleştirisi yoktur; eleştiriler daha çok YÖK’ün denetim
yapmamasına ve yolsuzluklara odaklanmıştır (Arslan, 2004:524). Fakat
Hasan Celal Güzel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde (1987-1989)
Yükseköğretim Kanunu’nda ve üniversitelerin yapılanmasında bir değişim
talebi ortaya çıkmıştır. Ne var ki, bu konudaki çalışmalar bir eyleme
dönüşmemiştir. Daha sonra Avni Akyol’un Milli Eğitim Bakanı olduğu
dönemde (1989-1991), YÖK ve üniversitelerin yapılanmasında değişiklik
öngören bir taslak hazırlanmıştır. 1989 yılında Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı
olması, Akyol döneminde hazırlanan bu taslağın 1991 yılında kanunlaşması
ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmasını kolaylaştıran bir unsur
olmuştur. Bu kanunda, tek tipe dayalı üniversite yerine çoklu bir üniversite
yapılanması (devlet üniversiteleri, özel statülü devlet üniversiteleri, teknoloji
enstitüleri ve vakıf üniversiteleri) önerilmiştir. Özel statülü üniversitelerin bir
üst yönetim kurulu ile yönetilmesi ve malî esnekliğe sahip olması önerilmiştir.
Ne var ki, bu yasanın, özel statülü üniversite kurulması gibi bazı önemli
hükümleri, 1992 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.
Özetle, yapılan değişiklik, YÖK’ün yapısının değişimine ilişkin önemli bir
hüküm içermemektedir.
1991 yılı Milletvekili Genel Seçimleri sonrasında oluşan Doğru Yol Partisi
(DYP) - Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) Koalisyon Hükümeti, YÖK
konusunda önceki hükümetlere göre daha radikal bir tutuma sahiptir. SHP’nin
YÖK karşıtı tutumunun belirgin olduğu hükümet programı köklü bir üniversite
reformu
yapılacağını
ve
YÖK’ün
kaldırılacağını
açıkça
ifade
eder.
Üniversitelere bilimsel ve yönetsel özerklik tanınacak; YÖK sistemi
kaldırılarak yükseköğretim kurumlarının kendi içlerinden seçtikleri organlar
115
eliyle yönetilmesi sağlanacaktır. Böylece hükümetimiz özgür, özerk, mali
olanakları en iyi aşamaya getirilmiş üniversiteyi Türkiye’ye kazandıracaktır.
(49. Hükümet Programı, 1991).
Koalisyon hükümeti YÖK reformu için hemen çalışmalara başlamıştır.
7 Temmuz 1992 tarihinde çıkarılan 3826 sayılı Kanun ile rektörlerin doğrudan
atamayla değil, üniversitede yapılacak seçim sonrası belirlenecek altı kişiden
üçünün YÖK tarafından seçilmesine müteakip Cumhurbaşkanınca atanması
kabul edilmiştir. Bu yasa değişikliğinden rahatsız olan dönemin YÖK Başkanı
İhsan Doğramacı görevinden istifa etmiştir (Doğramacı, 2007). Milli Eğitim
Bakanı Köksal Toptan, yasa değişikliğini yeterli olmadığını ve daha kapsamlı
bir değişiklik gerektiğini ifade etmiştir (Arslan, 2004:551). Bu süreçte
hazırlanmaya başlanan yükseköğretim yasa taslağı, YÖK, hükümet ortakları
ve Cumhurbaşkanı arasında sorunların yaşanması nedeniyle, TBMM Genel
Kuruluna
gelmeden,
rafa
kaldırılmıştır.
Netice
itibariyle,
köklü
bir
yükseköğretim reformu yapmayı vaat eden DYP-SHP Koalisyon Hükümeti,
YÖK’ün yapısı ve yükseköğretim sisteminde çok önemli bir değişim
gerçekleştirememiştir.
1992 yılında Doğramacı’nın istifasından sonra 19 Mayıs Üniversitesi
Rektörü Mehmet Sağlam, Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından YÖK
başkanı
olarak
yükseköğretim
atanmıştır.
sistemine
Koalisyon
yönelik
hükümetinin
reform
ortakları
konusunda
arasında
anlaşmazlıklar
yaşanması, YÖK Başkanı Sağlam’ın yükseköğretim reformu konusunda
isteksiz davranmasına neden olmuştur. Sağlam, bu türden bir reforma
girişmek yerine, üniversitelerle daha olumlu bir ilişki geliştirmeye çalışmıştır
(Tekeli, 2010). Zaten Tansu Çiller hükümetleri dönemindeki hükümet
programlarına bakıldığında, YÖK’ün hükümet gündemindeki önemini yitirdiği
gözlenmektedir (50. Hükümet Programı, 1993; 51. Hükümet Programı, 1995;
52. Hükümet Programı, 1995).
1989’dan 1996’ya kadarki döneme bir bütün olarak bakıldığı zaman,
denebilir ki, Cumhurbaşkanı, hükümet, YÖK başkanı ve üniversitelerin kendi
116
aralarındaki ilişkileri, YÖK ve üniversitelere yönelik tartışmaların seyrini
belirlemiştir. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde, ANAP Hükümetleri ile
YÖK konusunda uyumlu bir çalışma görülürken, Demirel Başbakanlığı
döneminde
hükümet-Cumhurbaşkanlığı
arasında
gerilim
yaşanmış;
Sağlam’ın atanması ile birlikte, YÖK tartışmaları tekrar dinmiştir. Tartışmalar,
tekrar Refah-Yol Hükümeti döneminde başlamış; bu sefer üniversite-YÖK ve
Cumhurbaşkanı bir koalisyon oluşturarak hükümeti baskı altına almıştır.
YÖK’ün merkeziyetçiliği ve üniversitelerin özerkliği konusunda belirleyici bir
aktör olan MGK, çeşitli zamanlarda YÖK’ten taleplerde bulunarak, üniversite
öğretim üyeleri ve öğrencilerini denetim altında tutmak istemiştir. Örneğin, 28
Şubat döneminden önce, 1993 yılında basına da yansıyan MGK Psikolojik
Harekât Planıdır. MGK tarafından YÖK’e, YÖK tarafından da üniversite
rektörlerine verilen bilgi notunda, üniversite yöneticilerinin aşırı ve etnik
faaliyetlerin yapılanmasına izin vermemesi; yönetimin istihbarat faaliyetine
gereken önemi vermesi; devlet aleyhinde ve ideolojik faaliyette bulunan bilim
adamlarının kitaplarının okutulmaması; üniversitelerdeki kütüphanelerin
denetlenmesi ve gençliğin devletine bağlayıcı yayınlarla bilgilendirilmesi gibi
hususlar yer almıştır (Kaplan, 2005).
Yukarıda işaret edildiği üzere, Sağlam’ın YÖK Başkanlığı dönemi,
YÖK konusunda tartışmaların azaldığı bir dönemdir. Sağlam’ın 1995 yılında
milletvekili adaylığı için Başkanlıktan ayrılması ve Karadeniz Teknik
Üniversitesi eski rektörü Kemal Gürüz’ün Aralık 1995’te YÖK Başkanlığına
atanması ile birlikte, YÖK tartışmaları tekrar başlamıştır. Gürüz, Başkan
olarak atandıktan sonra YÖK’ün yapılanması ve üniversitelerin özerkliği ve
merkeziyetçiliğine yönelik herhangi ciddi bir öneri getirmeyen bir YÖK yasa
taslağı hazırlamıştır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Turan Tayan, bu taslaktan
haberi olmadığını ve gündemlerinde YÖK yasa tasarısı bulunmadığını
belirtmiştir. YÖK ve üniversiteler konusunda tartışmaların sakinleştiği, reform
programlarının belgelerde tanımlanmasına rağmen uygulamada bir sükûnetin
olduğu bir dönemde, Refah Partisinin 1995 Aralık seçimlerinde en yüksek
oyu alması ve Haziran 1996 yılında Refah-Yol Hükümetinin kurulmasından
117
sonra, üniversiteler ve YÖK arasındaki özerklik eksenli gerilim sona ermiş ve
laiklik ekseninde tartışmalar başlamıştır. YÖK Başkanı Gürüz’ün laiklik
konusundaki sert açıklamalarından rahatsız olan Refah-Yol Hükümeti, en
temelde, YÖK üye kompozisyonunu değiştirmeye ve hükümetin üyelerin
çoğunu atamasına imkân veren bir yasa tasarısını hazırlamıştır. TBMM
Genel Kurulunda büyük çoğunlukla kabul edilen yasa maddeleri, 28 Şubat
sonrası Erbakan’ın Başbakanlığı bırakması sonrasında askıya alınmıştır
(Arslan, 2004:564-575).
3.3.3. K. Gürüz - E. Teziç (28 Şubat Sonrası Dönem)
Yukarıda işaret edildiği üzere, daha önceleri üniversite ile YÖK
arasında özerklik temelinde yaşanan gerilim, Refah-Yol Hükümeti ile birlikte,
laiklik eksenli ve Refah Partisi karşıtlığı temelinde bir ittifaka dönüşmüştür. 28
Şubat süreci sonrasında, Cumhurbaşkanı, hükümet, YÖK ve üniversitelerin
laiklik ekseninde ortak hareket etmesiyle, başörtüsü yasağı, katsayı
uygulaması
ve
öğrenciler
ile
öğretim
üyelerinin
fişlenmesi
dönemi
başlamıştır. 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararları, laikliği ve tevhid-i tedrisatı
vurgulayarak; sekiz yıllık kesintisiz eğitimin uygulamaya konmasını istemiştir.
Ayrıca, “Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı
bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır” denilmiştir.
MGK kararları, öncelikli olarak eğitim sistemini yeniden tanzim etmiş,
özelde de öğrenim hak ve özgürlüklerini kısıtlayarak yükseköğretime erişime
yeni bir biçim vermiştir. Kararlar sonrasında yükseköğretim; ideolojik
tartışmaların, yasakların ve kısıtlamaların merkezi olmuştur. 28 Şubat
sürecinden itibaren Kemal Gürüz Başkanlığındaki YÖK, esas görev ve sorumluluklarını bir tarafa bırakarak, icraatlarında, beyanlarında ve kararlarında
üniversiteyi “militarizm”in kurallarına göre yönlendirmeye başlamış ve
118
üniversiteyi emir-komuta zincirine uygun bir şekilde politize ederek, 12 Eylül
öncesi dönemi fazlasıyla yeniden diriltmiştir (Demir, 2008). Bu çerçevede,
Kemal Gürüz dönemi, birçok tartışmalı kararların alındığı ve uygulandığı,
YÖK ve üniversite tarihinin en sorunlu evresidir. Bu dönemde YÖK’ün aldığı
kararlarda, akademik ölçütlerden ziyade, siyasi tercihler belirleyici olmuştur.
Gürüz döneminde, keyfi ve otoriter uygulamalar oldukça artmış ve YÖK
eleştirileri bu yöne evrilmiştir. Gürüz döneminde, akademik özgürlük ve
öğrenme özgürlüğü önemsizleşmiş, üniversite öğrencileri biçimlendirilecek
“nesneler” haline getirilmiştir (Günlü, 2010:95).
Kemal Gürüz döneminin sadece yükseköğretimi değil, bir bütün olarak
eğitim sistemini darboğaza sürükleyen ve toplumu ikiye bölen en sorunlu
uygulaması, 1998 yılında alınan kararlar ile yükseköğretime geçiş sisteminde
yapılan değişikliktir. Bu kararlarla sınavın sayısında, içeriğinde ve ortaöğretim
başarı ve yerleştirme puanının hesaplanmasında önemli değişikliklere
gidilmiştir. 28 Şubat döneminin bir ürünü olarak ve açık bir şekilde imamhatip lisesi mezunlarının yükseköğretime geçişini engellemek için alınan bu
kararlar, eğitim sisteminde telafisi güç sorunlara neden olmuştur. Alınan
kararlarla, öğrencilerin müfredat bilgilerini değerlendiren ÖYS kaldırılarak, tek
aşamalı
genel
yetenek
testi
olarak
tasarlanan
ÖSS
uygulanmaya
başlanmıştır. YÖK, gelişmiş ülkelerde yükseköğretime öğrenci seçerken
yaygın olarak genel yetenek testinin kullanıldığını iddia ederek kararı
meşrulaştırmaya çalışmıştır. Oysa bu uygulamanın gelişmiş ülkelerde yaygın
olduğu iddiası, doğru değildir (Günay ve Gür, 2009). Dahası, yükseköğretime
giriş sisteminde yapılan değişiklikler sonrasında, lise öğrenimindeki son iki
yılın sınav kapsamında olmaması, öğrencilerin lise bilgilerinden yoksun
olarak üniversiteye gelmesine yol açmıştır (YÖK, 2007a). Dahası, okula
devamsızlık artmış, özellikle lise son sınıfta öğrenciler ikinci dönem okula
gitmemeye başlamıştır (Çelik, 2011).
YÖK tarafından 1998 yılında yükseköğretime geçiş sisteminde alınan
bir diğer sorunlu karar ise ortaöğretim başarı puanının (OBP) ortaöğretim
119
kurumlarının
Öğrenci
Seçme
Sınavı
(ÖSS)
ortalamasına
göre
ağırlıklandırılması (AOBP) kararıdır. Başarı ortalaması yüksek bir okulda
OBP puanları çok daha yüksek oranda pozitif olarak etkilenmektedir. Başka
bir ifade ile bu hesaplama yönteminde başarılı bir okulun öğrencileri
ödüllendirilmekte;
başarısız
okulların
başarılı
öğrencileri
ise
cezalandırılmaktadır. AOBP çok ciddi fırsat eşitsizliğine neden olmakta;
dahası, bu fırsat eşitsizliği hiçbir şekilde giderilmemektedir. Buna ilaveten
AOBP uygulaması doğrudan hangi liseden mezun olunduğu ile ilgili
olduğundan sınav baskısı ortaöğretimden ilköğretime inmiştir. Seçkin
liselerde eğitim görmek için çok erken yaşlarda öğrenciler sınavlara
hazırlanmaya başlamıştır (Gür ve Çelik, 2009).
Yükseköğretime giriş sistemiyle ilgili alınan bir diğer karar ise,
kamuoyunda kısaca “katsayı” olarak bilinen uygulamadır. 1999 öncesinde
öğrenciler, bitirdikleri programın devamı niteliğinde olsun veya olmasın,
istedikleri bir yükseköğretim programına yerleşebilmekteydi. Fakat 1999
yılından itibaren ağırlıklandırılmış ortaöğretim başarı puanı (AOBP), kendi
lise alanına uygun bir yükseköğretim programına yerleştirilirken 0,5; alanı
dışında bir yükseköğretim programına yerleştirirken 0,2 ile çarpılarak
hesaplanmaya ve ÖSS’de elde edilen puana eklenerek, yerleştirme puanı
elde edilmeye başlamıştır. Daha sonra, 2003 yılında yapılan yeni bir
düzenlemeyle birlikte katsayı uygulaması daha katı bir şekilde uygulanmıştır.
AOBP katsayıları alan içi için 0,8 ile ve alan dışı için 0,3 ile olarak
belirlenmiştir (Çelik, 2011). Böylece, katsayı kararı, öğrenme özgürlüğünü ve
esnekliğini önemli ölçüde sınırlandırmıştır. Bir öğrenci, sonraki yıllarda mezun
olduğu alan dışında bir programda öğrenim görmek istediği takdirde katsayı
engeli ile karşılaşmaktaydı. Katsayı kararı sonrasında mesleki eğitim de çok
ciddi bir kriz içine girmiştir. Katsayı uygulamasının başlamasından önce
%50’ye yaklaşan mesleki eğitime yönelme oranı, 2000-2001 yılında %34,4’e
kadar inmiştir (Gür ve Çelik, 2009).
120
Gürüz (2008), sınav sistemindeki değişiklikler ve katsayı uygulaması
sonucu liselerin boşaldığı ve mesleki eğitimin çöktüğü şeklindeki görüşleri,
“insafsızca” bir eleştiri olarak tanımlamıştır. Gürüz, müfredata dayalı
ölçmenin öğretmene bırakıldığını, dolayısıyla okulların boşalmasındaki
mesuliyetin öğretmende olduğunu belirtmiştir (s. 298). Dahası, Gürüz, kendi
döneminde mesleki eğitim alan kişilere, yükseköğretime geçişte sanki hiçbir
kısıtlama yokmuş gibi bir savunma yapmıştır. Ona göre, “birçok Kıta Avrupa
ülkesindeki uygulamanın aksine” Türkiye’de hiçbir ortaöğretim kurumu
öğrencisine başvuru yapmak için bir kısıtlama yapılmamıştır ve hatta
“mesleki ve teknik lise mezunları, mağdur edilmek bir yana tahayyül
edemeyecekleri imkanlara” kavuşturulmuştur (s. 299). 1999 yılından itibaren
uygulanan yükseköğretime geçiş sisteminin hem ortaöğretim hem de
yükseköğretim sisteminde neden olduğu olumsuz etkilerinin farkında olan
YÖK, her ne kadar katsayı uygulamasını sürdürse de, 2006 yılında sınav
sisteminde bir değişikliğe gitmiş ve lise müfredatının tamamını sınav
kapsamına almıştır (YÖK, 2007a). İleride ele alacağımız üzere, YÖK’ün 2006
düzenlemesinde de kaldırılmayan katsayı sorunu daha sonraki yıllarda da
gündemdeki yerini korumuştur.
Kuşkusuz Gürüz döneminin üniversite giriş sisteminde yapılan
değişiklikle birlikte en tartışmalı uygulaması, öğrenim özgürlüğünün kılık
kıyafet
gerekçesiyle
üniversitelerde
kısıtlanmasıdır.
engellenmesi
MGK
gerektiği
kararlarında
tavsiyesi,
başörtüsünün
Kemal
Gürüz
başkanlığındaki YÖK ve üniversite rektörleri tarafından hemen benimsenmiş;
başörtüsü “Kıyafet Kanunu’na aykırı olarak” tanımlanmış ve üniversitelerde
yasaklanmıştır. Dahası,
rektörlere
yönelik
YÖK, rektörlere gönderdiği genelgelerde ve
düzenlenen
bilgilendirme
toplantılarında
başörtüsü
yasağının tavizsiz uygulanmasını istemiştir. 7 Kasım 1998 tarih ve 23516
sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Yükseköğretim Kurumları Yönetici,
Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği”nde yapılan değişikle
öğretim üyelerinin üniversiteden tasfiyesi kolaylaşmıştır. Bu yönetmelikte
yapılan iki değişiklik önemlidir. İlki öğretim üyelerinin hangi şartlarda
121
üniversiteden
ihraç
edileceğinin
tanımlanması
ve
11.
maddedeki
“Cumhuriyetin niteliklerinden herhangi birini değiştirmeye veya ortadan
kaldırmaya yönelik eylem yapmak” ifadesidir. Tekeli’nin (2010) de ifade ettiği
üzere, bu ifadenin “irticanın önlenmesi” adına öğretim üyelerinin tasfiyesi için
olduğu açıktır (s. 318). Yönetmelikte yapılan bir değişimin nasıl bir tasfiye
süreci için kullanılacağı, dönemin gazete haberlerine şu şekilde yansımıştır:
Türbana ihraç cezası getiren YÖK, Üniversite Teşkilat Yönetmeliği’nde
yaptığı değişiklikle, üniversitelerdeki şeriatçı kadrolara darbe vurmaya
hazırlanıyor.
YÖK,
özellikle
taşra
üniversitelerinde
oluşan
şeriatçı
kadrolaşmanın önüne geçebilmek için getirdiği bir dizi önlemin ardından,
mevcut
kadronun
etkinliğini
azaltacak
bir
karara
daha
imza
attı.
(“Üniversitede şeriatçı kadro operasyonu,” 1998)
Bu yönetmelik sonrasında “irticai faaliyette bulunduğu”, “kadrolaşmaya
gittiği” ya da “köktendinci olduğu” gerekçesi ile birçok öğretim üyesi
üniversitelerden tasfiye edilmiş birçoğuna da, aylıktan kesme, kınama ve
uyarı cezaları verilmiştir. Cumhuriyetin temel ilkelerini tehdit ettiği gerekçesi
ile birçok öğretim üyesinin işine son verilmiş ve hatta bazıları kamu
görevinden atılmıştır. Ayrıca, YÖK’ün baskıcı politikaları ile uyum halinde
olan İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun uygulamalarından
dolayı İstanbul Üniversitesinde toplu istifalar yaşanmıştır. 1998’de Prof. Dr.
Ömer Yörükoğlu, Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş ve
Siyasal Bilgiler fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Ülkü Azrak istifa etmişlerdir.
Haziran 1999’da Prof. Dr. Çetin Özek, Prof. Dr. Bülent Tanör, Prof. Dr. Cemal
Bali Akal ve Prof. Dr. Ünal Tekinalp istifa etmişlerdir; yine aynı ay içinde
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yönetim Kurulu toplu olarak istifa
etmişlerdir (Tunç, vd., 2001).
Gürüz döneminde öğretim üyelerine uygulanan baskıya ek olarak
üniversite rektörleri de baskı altına alınarak ya istifaya zorlanmışlar ya da
görevlerinden alınmıştır. “Tarikatçı kadrolaşmaya gittiği” ve irticai faaliyette
bulunduğu gerekçeleri ile Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Beşir
122
Atalay, Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Aydın Dumanoğlu,
Harran Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Servet Armağan ya görevinden alınmış,
ya istifaya zorlanmış ya da rektör adaylıkları engellenmiştir (Zeren ve
Göğem, 1997). Temmuz 1999’da Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
Ömer Faruk Batırel, “Görülen lüzum üzerine” diyerek, YÖK uygulamalarından
dolayı görevinden istifa etmiştir (Tunç, vd., 2001). Dahası, YÖK Başkanı
Gürüz, rektörlerin belirlenmesinde, ne bilimsellik ne evrensel hukuk gibi
ölçütleri saymamıştır (Demir, 2008). “Türban yasağındaki kararlılık ve
Cumhuriyete bağlılık” kıstasları, rektörlerin belirlenmesindeki asıl ölçüt olarak
kullanılmıştır (“3 rektör adayına türban çelmesi,” 1998 ).
Gürüz döneminde yapılanlara bakıldığında, bizzat kendisinin de açıkça
ifade ettiği ve zaman zaman övündüğü üzere, Gürüz’ün misyonu,
üniversitelerin “temizlenmesi” olmuştur (akt. Güçlü, 2007). Gürüz dönemi
boyunca nedense “akademik özgürlük” kavramı kullanılmamış; MGK kararları
etkin bir şekilde YÖK ve rektörler tarafından uygulanırken, üniversite
özerkliğine müdahale sorgulanmamıştır. Bundan sadece dindar kesimler
değil, Aysel Çelikel, Ülkü Azrak ve Toktamış Ateş gibi Atatürkçü
akademisyenler de zarar görmüştür (Akyol, 2000).
Kemal Gürüz döneminin en sorunlu kararlarından biri de özellikle bazı
İslam ülkelerinden alınan diplomalara denklik verilmesinin durdurulması ve
verilen diplomaların iptalidir. Örneğin, YÖK, 10 Ocak 1996’dan başlayarak,
El-Ezher Üniversitesi’nden mezun öğrencilerin diplomalarına lisans denkliği
vermeyi yasaklamıştır. Daha sonra YÖK, programlarında, ‘‘Atatürkçülük
karşıtı
konulara
yer
verdiği,
öğrenci
başarılarının
objektif
şekilde
değerlendirilmediği ve eğitim düzeylerinin düşük olduğu’’ gerekçeleriyle bazı
İslam
ülkelerindeki
üniversitelerden
alınan
ilahiyat
diplomalarını
tanımayacağını ilan etmiştir. 28 Şubat ile birlikte daha önceki yıllarda denklik
verilmiş
olan,
aralarında
El-Ezher
mezunlarının
da
bulunduğu
144
öğretmenin diplomaları iptal edilmiş ve bu kişiler işlerinden atılmıştır (“104 ElEzher’linin öğretmenliği iptal,” 2001). Diploma denkliklerinin iptali, eğitime
123
başlamış olan ve daha önce eğitimlerini tamamlamış olan ve hatta diploma
denkliklerini daha önce almış birçok kişiyi mağdur etmiştir.
Gürüz döneminin mağdur ettiği ve eğitim hakkını engellediği bir diğer
kesim ise öğretim elemanı yetiştirmek amacıyla, Gürüz’den önceki
dönemlerde yurt dışına gönderilen burslu lisansüstü öğrencilerdir. Bu
öğrencilerin bir kısmının eğitimlerini tamamlamalarına izin verilmemiştir ve
öğrenciler geri çağırılmıştır. Eğitimlerini tamamlamadan Türkiye’ye dönmek
zorunda kalan bu öğrenciler, üniversitelerde kadro sıkıntısı yaşamış ve bir
kısmı büyük borç yükü altında kalmıştır (Özoğlu, 2011).
28 Şubat sürecinden sonra Cumhurbaşkanı, hükümet, üniversiteler ve
YÖK Başkanı Gürüz arasında tesis edilen irtica ile mücadele koalisyonu
sonucu YÖK, yetkilerini oldukça acımasız bir şekilde kullanarak, üniversiteleri
laiklik eksenli ideolojik tartışmaların merkezi haline getirmiştir. Bu dönemde
Gürüz tarafından Cumhurbaşkanı Demirel’e gönderilen tüm kararlar, Demirel
tarafından onaylanmıştır. Fakat 1999 Milletvekili Genel Seçimleri sonrasında
TBMM’de grubu bulunan Fazilet Partisi (FP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)
ve DYP, Gürüz’e çok yoğun ve sert eleştirilerde bulunmuş ve Gürüz’ün
istifasını istemiştir. Hatta Gürüz’ün yolsuzluk yaptığı ve üniversitelerde
uyguladığı baskı konusunda 16 Kasım 1999 tarihinde TBMM’de bir araştırma
komisyonu kurulmuştur (“Gürüz’e çok ağır itham,” 1999). Mecliste araştırma
komisyonu çalışmalarını sürdürürken, Cumhurbaşkanı Demirel, Aralık
1999’da Gürüz’ü yeniden atamış ve bu atama kamuoyunda çokça
tartışılmıştır. Meclis araştırma raporunda, YÖK’e ilişkin 33, Gürüz hakkında
ise yedi ayrı konuda suç duyurusunda bulunulmuştur. Ancak, dönemin
Demokratik Sol Parti (DSP)’li Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu
Başkanlığında toplanan YÖK Genel Kurulu, oy birliği ile Kemal Gürüz
hakkında soruşturmaya gerek olmadığı kararı almıştır. Gürüz’ün yeniden
atanması, türban ve irtica ile mücadeledeki kararlılığın ifadesi olarak
görülmüştür (“‘Kemal Gürüz’ dedi,” 1999).
124
FP ve MHP’nin Gürüz’e yönelik eleştirileri, Demirel’in görev süresinin
sona ermesi sonrasında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Gürüz
arasında yaşanan sorunlar ve AK Parti’nin Kasım 2002 seçimlerinden sonra
Abdullah Gül Başbakanlığında iktidara gelmesi sonrasında Gürüz’ün ikinci
dönemi kendisi için oldukça zorlu geçmiştir. Cumhurbaşkanı Sezer’in
gelmesiyle
birlikte
Gürüz’ün
etkisi
azalmıştır
(Tekeli,2010:339).
Cumhurbaşkanı Sezer ve Gürüz arasında özellikle rektör atanması sürecinde
birçok sorun yaşanmıştır. Mersin ve Dokuz Eylül üniversitelerinde rektörlük
seçimlerinde en çok oy alan adayların Cumhurbaşkanına gönderilen listede
yer almamış olması nedeniyle Cumhurbaşkanı Sezer listeyi geri göndermiştir.
Buna ilaveten, Sezer YÖK Genel Kurulu üyeliğine Kemal Alemdaroğlu’nun
rektörlüğü döneminde İstanbul Üniversitesinden ayrılan Türkan Saylan, Ülkü
Azrak, Aysel Çelikel ve Burhan Şenatalar’ı atamış, Gürüz’ün önerdiği iki
adayı ise atamamıştır.
Sezer’in Cumhurbaşkanlığı ile birlikte, YÖK, Cumhurbaşkanlığı ve
üniversiteler arasında yeniden bir gerilim ortaya çıkmıştır. Bu gerilimli ortam,
3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde AK Partinin açık ara farkla iktidar olması
ve tek başına hükümet kurması ile birlikte farklı bir döneme girmiştir. YÖK ve
üniversiteler birleşerek AK Partiye baskı uygulamaya başlamışlardır. AK
Parti, hükümet programında ve Ocak 2003’te yayımlanan Acil Eylem
Planında yükseköğretim sisteminde köklü değişiklikler yapacağını ilan
etmiştir (58. Hükümet Acil Eylem Planı, 2003; 58. Hükümet Programı, 2002).
AK Parti Hükümeti kurulduktan hemen sonra, Milli Eğitim Bakanı Erkan
Mumcu, yükseköğretim yasası üzerinde çalışmalara başlamıştır. Bakan
Mumcu, YÖK yasa taslağı hazırlama sürecinde bazı eski rektörlerin de
katıldığı bir çalıştay düzenlemiştir. Bu çalıştay sonrasında, yasa taslağına
son şekli verilerek Şubat 2003 sonunda taslağın, Bakanlar Kuruluna
sunulacağı, buna ilaveten Anayasa’nın 130. ve 131. maddelerinde de
değişikliğe gidileceği belirtilmiştir. Bu yasa taslağı, üç temel ilke ekseninde
hazırlanmıştır: bilimsel özgürlüğün anayasal güvence altına alınması,
yükseköğretim
sisteminin
ademi
merkezileşmesi
ve
idari
özerkliğin
125
sağlanması, üniversitelerin devlet dışı kaynak yaratabilmesi ve mali özerkliğin
sağlanması. Bakan Mumcu tarafından hazırlanan taslak, Üniversitelerarası
Kurulun kompozisyonunu değiştirmeyi ve görev alanını genişletmeyi ve YÖK
yerine sadece koordinasyondan sorumlu Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulunun
kurulmasını hedeflemiştir (Köylü, 2003b).
Taslağın ortaya çıkmasından itibaren YÖK Başkanı Gürüz ve
üniversiteler, taslağı eleştirmişlerdir. Taslağa yönelik eleştiri, taslağın
içeriğinden
ziyade
hükümetin
niyetine
yönelik
olmuştur.
Rektörler
Komitesi’nin bir toplantısında eski Başbakan Erbakan’ı kast eden bir rektör,
“1996 yılında da bir başbakan çıkmış ve ‘Rektörler türbana selam duracak’
diyerek, bizleri dize getireceklerinden söz etmişti. Bu üslup son derece sert
ve kırıcı. Şimdi o iktidar ve başbakan nerede? Kim selama durur kim
durmaz?” diye sorarak karşısındaki Bakan Mumcu’yu adeta tehdit etmiştir
(“Rektörlerden 96 hatırlatması”, 2002). Gürüz de zaman zaman yaptığı
açıklamalarla üniversitelere müdahale ettirmeyeceklerini; üniversitelerin Molla
rejiminin bataklığına girmeyeceğini belirtmiştir (“Vahabi bataklığında ülkeyi
boğdurmayız,” 2002). Üniversiteler yükseköğretim yasa tasarısını siyasi
müdahale ve tasfiye olarak yorumlamıştır (“Hesaplaşmak istiyorlar,” 2003).
Bu yasa tasarısının üniversitelerin özerkliğini yok edeceği gerekçesi ile
rektörler, Cumhurbaşkanından ve askerden YÖK tasarısının engellenmesi
için destek istemişlerdir (Bayer, 2003). Hatta Gürüz, 2003 yılında AK Parti
tarafından hazırlanan yükseköğretim yasa taslağı sırasında, bazı rektörlerle
birlikte Genelkurmay Başkanının bilgisi dâhilinde dönemin Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman ile görüşmüştür. Bu görüşme, 1960’lı
yıllardaki üniversite ve ordu arasındaki ilişkiyi hatırlatmıştır. Buna ilaveten
dönemin Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu, YÖK yasa tasarısı için üniversite
rektörlerinden görüş bildirmelerini istemiştir. Ancak Gürüz, “rektörler görüş
bildirmeyecek” diye baskı yapmıştır. Üniversiteler, baskılara boyun eğerek
genellikle görüş bildirmezken; Ankara, Dicle ve Sabancı Üniversiteleri görüş
bildirmişlerdir. Bunun üzerine Rektörler Komitesi toplantısında görüş bildiren
üç üniversitenin rektörü, Kemal Alemdaroğlu tarafından ikiyüzlülükle
126
suçlanmışlardır
üniversiteler,
(Doğan,
hükümetin
2003).
Özetle,
yükseköğretim
Gürüz
yasa
döneminde
taslağı
YÖK
Recep
ve
Tayyip
Erdoğan’ın ara seçimlerde milletvekili seçilmesi sonrasında, Mart 2003’te
İkinci AK Parti Hükümeti kurulmuş, Erdoğan Başbakan olmuştur. İkinci AK
Parti Hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı görevine Erkan Mumcu’nun yerine
Hüseyin Çelik atanmıştır. Hükümetin ve Bakanın değişmesi nedeniyle Erkan
Mumcu tarafından hazırlanan taslak, TBMM Genel Kuruluna gelmeden
gündemden düşmüştür. Hüseyin Çelik, yeni bir taslak hazırlamış ve bu taslak
kamuoyunda oldukça tartışılmıştır. YÖK ve üniversiteler taslağa çok fazla
tepki göstermişlerdir. CHP, taslağın niyetini, laik Atatürkçü rektörleri tasfiye
etmek ve kadrolaşmak olarak tanımlamış, Gürüz ise taslağın bedelinin ağır
olacağını belirtmiştir (“Taslak sızdı, kel göründü”, 2003). Basın ve büyük
sermaye
kuruluşları
taslağa
tepki
göstermiş
ve
Gürüz’ü
açıkça
desteklemişlerdir. Örneğin, Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi İnan Kıraç,
Gürüz’e laik devleti koruma konusunda teşekkür mektubu göndermiştir
(“Kıraç’tan Gürüz’ün mücadelesine destek”, 2003). Bu dönemki köşe
yazılarında, Atatürkçü kadroların “kökten tasfiye” edileceği (Ekşi, 2003) iddia
edilmiş ve bu tür bir tasfiyenin askeri darbeler zamanında dahi görülmediğini
belirtilerek Bakan Çelik’in “sonunun iyi olmadığı” ihtar edilmiştir (Güçlü,
2003). Bu tepkilerin en temel nedeni, yasa taslağında yer aldığı iddia edilen,
ama Bakanlığın inkâr ettiği geçici hükümlerdir; iddiaya göre, geçici hükümler
yoluyla mevcut YÖK üyeleri ve halen ikinci dönemlerini yürüten rektörlerin
görevlerine son verilecekti (“Rektörlere tasfiye,” 2003).
Milli Eğitim Bakanlığı ve üniversiteler arasında tırmanan bu gerginlik
üzerine Bakan Çelik, Temmuz başında ve sonunda olmak üzere iki kez
Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) toplantılarına katılmış, toplantılarda tasfiye
maddelerinin yasa taslağında yer almadığını belirtmiştir. Ağustos 2003’de
Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Ayhan Alkış’ın ÜAK Başkanı olmasından
sonra, ÜAK, yükseköğretim reformu konusunda daha aktif bir politika takip
etmeye başlayacağını ilan etmiştir. Bakanlığın taslağını beğenmeyen ÜAK,
bir komisyon oluşturarak bir yasa taslağı hazırlamaya başlamıştır. ÜAK
127
Başkanı ve bazı üyelerin Başbakanla da görüşmelerinin ardından bir uzlaşma
zemini oluşmuştur. Yasa taslağı hazırlanırken, hükümet tarafı ile Gürüz
Başkanlığındaki YÖK arasında herhangi bir ilişki olmamıştır. Gürüz ve bazı
rektörler, oluşan uzlaşma zeminini yok etmek için gayret göstermiştir.
Örneğin, dönemin ODTÜ Rektörü Ural Akbulut, hazırlanan taslağa karşı
olduğunu ve taslağın “Afrika ülkelerinde bile” olmadığını açıklamıştır. ÜAK’nın
yeni taslak hazırlama ve bu konuda komisyon oluşturma kararı, basına
oldukça farklı yansımıştır: Yeni Şafak gazetesi gelişmeyi “Rektörlerden yeşil
ışık” (2003) şeklinde olumlu bir şekilde haberleştirilirken, Akşam gazetesi
aynı olayı “Rektörlerden rejim uyarısı” (2003) olarak haberleştirmiştir.
Hükümet ile üniversiteler arasındaki gergin ortam yumuşamaya doğru
giderken, Kemal Gürüz ve bazı rektörlerin Eylül 2003’te Kara Kuvvetleri
Komutanı Aytaç Yalman’ı ziyaret etmesi ile ilişkiler tekrar gerilmiştir. Yalman,
YÖK konusunu MGK’ya taşıyacağını belirtmiş ve üniversitelerin açılışının “iyi
değerlendirilmesini” önermiştir (Köylü, 2003a). Rektörler üniversitelerin
açılışını “iyi” değerlendirip ortamı geren açıklamalar yapmış, hükümet de
rektörlerin açıklamalarına sert cevaplar vermiştir. Ekim 2003’te hükümetin
meslek lisesi mezunlarının dezavantajını ortadan kaldırmaya yönelik yasa
taslağı hazırlaması, YÖK ve ÜAK tarafından tepkiyle karşılanmıştır. ÜAK
Başkanı Alkış, yetkilerinin gasp edildiğini ve aldatıldıklarını belirtmiştir
(“Rektörler: Hükümet yetkimizi gasp etti,” 2003). Yasa taslağı sonrasında
Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ da bir açıklama yapmış, imam hatip
düzenlemesinin Anayasaya uygun olmadığını ve endişelerinin arttığını
belirtmiştir. Hükümetin düzenlemeyi geri çekmesi ve Başbakan’ın Ekim 2003
ortasında ÜAK üyelerine yaptığı konuşma ile birlikte tekrar olumlu bir hava
oluşmuş ve çalışmalara başlanmıştır. 8 Aralık 2003 tarihinde Cumhurbaşkanı
Sezer’in Gürüz’ün yerine Erdoğan Teziç’i YÖK Başkanı olarak ataması ile
birlikte YÖK reformu konusunda yeni bir evreye geçilmiştir (Şimşek, 2006).
Gürüz’e göre daha ılımlı bir başlangıç yapan Teziç, hükümetle
sürtüşmeyeceğini belirtmiştir. YÖK yasa taslağı hazırlama sürecinde, Gürüz
128
döneminde aktif rol oynayan ÜAK, Teziç ile birlikte pasifleştirilmiştir. Böylece,
YÖK, yasa taslağı hazırlama sürecinde aktif bir rol oynamaya başlamıştır.
Teziç, yasa taslağı hazırlamak için hükümetten ek süre istemiş ve Ocak 2004
sonunda, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına bir taslak
sunmuştur. YÖK’ün taslağı hem hükümet hem de ÜAK tarafından daha önce
hazırlanan taslaklardan farklı bir şekilde, ne 2547 sayılı kanunda önemli bir
değişim önermiş ne de ÜAK’a bir kurum olarak aktif bir rol biçmiştir. Bu
taslak, bazı rektörleri rahatsız etmiştir (Şimşek, 2006).
YÖK’ün hazırladığı taslaktan sonra YÖK ve MEB temsilcilerinden
oluşan bir komisyon kurulmuş ve bu komisyon yükseköğretim yasa taslağı
üzerine çalışmalara başlamıştır. Fakat daha sonra YÖK, henüz komisyon
nihai metni oluşturmamışken, MEB’in taslak üzerine komisyon dışından da
görüş aldığını öğrenince, görüşmelerden çekilmiştir. ÜAK Başkanı, YÖK’ün
görüşmelerden çekilmesini, oluşmuş olan diyalog zeminini yok edeceği için
uygun bulmamıştır. YÖK’ün görüşmelerden çekilmesi sonrasında MEB kendi
yasa taslağını hazırlamıştır. 4 Mayıs 2004’te TBMM Genel Kurulunda Kanun
Tasarısı görüşülmeye başlanmıştır. 13 Mayıs 2004 tarihinde taslak TBMM
Genel Kurulunda kabul edilerek Cumhurbaşkanına gönderilmiştir. Yasanın
TBMM’de kabulünün ardından üniversiteler tepki göstermiş, tüm rektörlerin
katılımı ile Anıtkabir yürüyüşü yapılmıştır. 24 Mayıs 2004 tarihinde
Cumhurbaşkanı, yasanın YÖK’ün üye seçimi ve üniversite girişle ilgili
maddelerini veto etmiştir. Veto gerekçesinde laiklik vurgusu yapılmış; katsayı
eşitlenmesini haksızlık olacağı ve İmam Hatip Liselerinin özendirildiği
belirtilmiştir (“Sezer YÖK Yasası’nı veto etti,” 2004). Yasanın veto
edilmesinden sonra Başbakan Erdoğan, gerilimi tırmandırmamak için,
Cumhurbaşkanı Sezer’in kısmen veto ettiği yasada haklı olduklarını ancak
yasayı “bir süreliğine askıya alacaklarını” açıklamıştır (“YÖK’te ‘sert’ geri
adım,” 2004).
Her ne kadar, hükümet ile YÖK arasındaki ilişkiler, hem Gürüz hem de
Teziç döneminde sorunlu olsa da, iki dönem arasında önemli bir fark vardır.
129
Teziç, Gürüz’den farklı bir strateji izleyerek, hükümete karşı “direnişinde”
desteği meşruiyeti sorunlu olan ordudan değil, İdari Mahkeme ve Danıştay
gibi hukuk organlarından almıştır. Hukukî yollarla hükümetle mücadele eden
Teziç’in YÖK’ü; MEB, Sağlık Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı aleyhine idari
mahkeme ve Danıştay’a 19 dava açmış ve bunlardan 15’i YÖK lehine
sonuçlanmıştır (Tekeli, 2010:352). Bu davalar en temelde yetkinin kimde
olduğu ile ilgili davalardır. Örneğin, YÖK, öğretmen yetiştirmeye yönelik plan
ve
programların
hazırlanması
ve
öğretmen
yetiştirme
yetkisinin,
yükseköğretim kurumlarına ait olduğunu iddia ederek MEB’in pedagojik
formasyon kursu açmasını mahkemeye taşımıştır. MEB, “öğreticilere” yönelik
düzenlenen kursun hizmet içi eğitim niteliğinde olduğunu ve YÖK’ün yetki
gaspı yaptığını belirtmiştir. Zaten MEB uzun yıllardır eğitim fakültelerinden
gelmeyen öğretmenleri hizmetiçi eğitime alarak, pedagojik formasyon
vermiştir. MEB’in itirazına rağmen mahkeme, pedagojik formasyon kursu
açma yetkisinin YÖK’te olduğunu belirtmiştir (“MEB’in Pedagojik Formasyon
Kursu’na durdurma”, 2006). İkinci bir kriz ise üniversitelere bilim insanı
yetiştirmek amacıyla devlet bursuyla yurtdışına gönderilmesi planlanan
öğrencilerin seçim yöntemi konusunda yaşanmıştır. MEB, bu öğrencilerin
seçimini kendisinin yapacağını belirtmiştir. YÖK, öğrencilerin Bakanlık
tarafından belirlenmesi durumunda, bu öğrencilere üniversitelerde kesinlikle
görev verilmeyeceğini açıklamıştır. Teziç, 15 Eylül 2006 tarihli yazısında,
Anayasa ve 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’na göre öğretim elemanı
yetiştirme görevinin YÖK’te olduğunu belirtmiştir (Zeren, 2006). Daha sonra
MEB’in öğrenci seçme kararı, Danıştay tarafından durdurulmuş; Teziç,
gönderilen öğrencilerin MEB tarafından geri çağrılması gerektiğini ifade
etmiştir (“YÖK Başkanı Teziç: Yurtdışına gidenler geri çağrılmalı,” 2007).
Teziç döneminde yaşanan en önemli gerilimlerden biri, yeni açılacak
üniversiteler ve bu üniversitelerin kurucu rektörünün kim olacağı üzerinedir.
2006 yılında hükümet 15 ilde yeni üniversite açmak için çalışmalara başlamış
bu konuda YÖK’ten görüş istemiştir. YÖK sadece dört üniversitenin açılması
için uygun koşulların olduğunu belirtmiştir. Fakat hükümet, 1 Mart 2006
130
tarihinde mevcut üniversitelerdeki bazı fakülte ve yüksekokul bağlantılarını
yeniden düzenleyerek 15 yeni üniversite açmıştır. YÖK, bu kadar çok
üniversitenin gerekli altyapı ve öğretim üyesi sağlanmadan açılmasını
eleştirmesine rağmen, asıl gerilim yeni açılan üniversitelere kurucu rektörlerin
nasıl seçileceği konusunda yaşanmıştır. Hükümet, 5573 sayılı kanun ile
kurulan 15 üniversitenin kurucu rektörlerinin iki yıl için, Milli Eğitim Bakanı ve
Başbakan’ın önereceği üç isim arasından Cumhurbaşkanı’nca atanmasını
öngörüyordu. Cumhurbaşkanı kanunu veto etmiş, fakat hükümet kanunu
aynen meclisten geçirip Cumhurbaşkanına göndermiştir. Bunun üzerine
Cumhurbaşkanı Sezer kanunu onaylamış ve Anayasa Mahkemesine
kanunun iptali için dava açmıştır. Anayasa Mahkemesi kanunu iptal etmiş ve
yürütmeyi durdurmuştur. Bunun üzerine YÖK, yeni açılan üniversitelerin
yakınlarındaki üniversitenin rektörünü tedviren bu üniversitelere rektör olarak
görevlendirmiştir.
Teziç, daha önce ifade ettiğimiz üzere, hükümet ile mücadeleyi
“hukuk” yolu ile yapmıştır. Fakat Teziç de selefi Gürüz gibi zaman zaman
hükümeti tehdit etmeyi, üniversiteler ile ilgili olmayan çeşitli düzenlemelerin
yanlış olduğunu söylemeyi ihmal etmemiş ve siyasete her daim müdahil
olmuştur. Siyasal iktidarın üniversite alanına müdahale etmek istediği
zamanlarda bunu yasalara ve hukuka aykırı olarak tanımlayan YÖK, siyasete
müdahale etmekten çekinmemiştir. Üniversiteler, özellikle, 2007 yılındaki
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaptıkları açıklamalarla, hükümeti tehdit
etmişlerdir (“Rektörlerden muhtıra gibi açıklama”, 2007). Hatta Teziç, görev
süresinin sona ermesinden kısa bir süre önce Cumhurbaşkanının seçimi
üzerine yapılan referandumun iptal edilmesi gerektiğini belirtmiştir (“YÖK:
Referandum iptal edilmeli”, 2007).
YÖK’ün bu döneminde, YÖK zaman zaman tartışmalı kararlar almış
ve çatışmacı bir yol izlemiş olsa da, yükseköğretim sisteminde bazı nicel
iyileşmeler yaşanmıştır. Gürüz döneminin en önemli başarılarından biri,
Türkiye kaynaklı bilimsel yayın sayısında yaşanan gelişmelerdir. 1997’de
131
Türkiye kaynaklı bilimsel yayın (SCI) sayısı 4.436 iken, 2005’te 15.666’ya
yükselmiş ve böylece dünya sıralamasında 27.’likten 19.’luğa kadar
yükselmiştir (Gürüz, 2008, s. 203). Nicel gelişmelerin ele alındığı bölümde
görüleceği üzere, Gürüz döneminde vakıf üniversiteleri sayıları da artırılmış;
fakat bu dönemde hiçbir devlet üniversitesi açılmamıştır. 1995-1996 yılında
1.174.299 olan öğrenci sayısı, 2003-2004’te 1.918.843’e yükselmiştir. Teziç
döneminde de bu büyüme devam etmiş ve 2007-2008’de bu sayı, 2.453.664
olmuştur. Benzer şekilde, Türkiye kaynaklı yayın sayıları artmaya devam
etmiştir.
3.3.4. Yusuf Ziya Özcan (Normalleşme Süreci 2007- …)
Yukarıda
özetlendiği
üzere,
Türkiye
21.
yüzyıla
çok
ciddi
yükseköğretim sorunlarıyla birlikte girmiştir. Bu sorunlar, basitçe pedagojik
olmayıp, toplumu ikiye bölen sorunlardı. Yükseköğretimin planlaması ve
koordinasyonundan sorumlu bir kuruluş olan YÖK, çeşitli ideolojik nedenlerle,
birçok siyasi tartışmanın odağında olmuştur. YÖK, maalesef, hemen her
konuda siyasi tavırlar almaya hevesli bir kuruluş olarak tanınmış ve bir siyasi
parti gibi, gündemi meşgul eden siyasî konulara dönük açıklamalar
yapmaktan çekinmemiştir. Dahası, akademik özgürlüğü hiçe sayarak, bütün
üniversitelerin aynı şekilde ve toplu açıklama yapmasını istemekten
çekinmemiştir. Toplumsal gerilimin odağında olan YÖK, üniversitelerin
sorunlarına yeterince eğilmemiştir.
Teziç döneminin sonuna doğru yayınlanan Türkiye’nin Yükseköğretim
Stratejisi (2007) adlı rapor, YÖK’ün eski tavrını sürdüremeyeceğinin bizzat bu
tavrı sürdürenler tarafından itirafı niteliğinde olmuştur. Her ne kadar
Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi, yükseköğretimin amaçları, başörtüsü ve
katsayı gibi konularda özgürlükçü bir yaklaşım içermiyor olsa da; rapor, sınav
sistemi ve YÖK’ün eleştirisini de içerdiğinden ve titiz bir çalışmanın ürünü
olduğundan, genel olarak memnuniyetle karşılanmıştır (Bumin, 2006;
132
Erdoğan, 2006; Gülalp ve Saban, 2006). Ne var ki, YÖK, hükümetle diyalog
geliştirememiş ve raporun taslağını MEB’e göndermeden Cumhurbaşkanına
sunmuştur (“YÖK raporu Bakanlığa gitmedi,” 2007). Özetle, YÖK, topluma ve
devlete karşı daha sorumlu olması gerektiğini hissetmiş, fakat gerek
hükümetle diyalog geliştiremediği, gerekse toplumsal talepleri göremediği ve
akademik özgürlükler karşısında yasakçı tavrını sürdürdüğü için, çözüm
adına hiçbir köklü adım atamamıştır. Böyle bir ortamda, 22 Ağustos 2007
tarihinde Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve ardından
Gül’ün YÖK Başkanı olarak Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı ataması ile birlikte
YÖK, hem toplumun çeşitli kesimleriyle hem de hükümet ve muhalefetle
olumlu ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Böylece, YÖK’te bir normalleşme süreci
başlamıştır. Özcan, atandığında yaptığı ilk açıklamada, “İki vizyonum var.
Bunlardan bir tanesi bütün yasakların üniversitelerden kalkması, ikincisi de
üniversitelerin asli görevi olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri”
diyerek, YÖK’ün eski yasakçı tavrını sürdürmeyeceğini, bunun yerine
akademik konuları öne çıkaracağını vurgulamıştır (“YÖK Başkanı Özcan”,
2007). Özcan döneminde YÖK ile hükümet ve Cumhurbaşkanlığı arasındaki
iletişimsizlik ortadan kalkmış ve YÖK, toplumsal talepleri daha fazla dikkate
almaya
başlamıştır.
Toplumsal
taleplerin
başında,
üniversitelerdeki
yasakların son bulması, üniversite giriş sisteminde uygulanan katsayı farkının
kaldırılması, üniversite sayısı ile öğrenci kontenjan sayılarının artırılması
gelmekteydi.
Eğitim özgürlüğünü kısıtlayan uygulamalar, 2008 yılında sadece
YÖK’ün değil, siyasilerin de gündeminde yer etmiştir. Bu konudaki en önemli
adım, 2008 yılında AK Parti ve MHP’nin desteğiyle bir Anayasa değişikliği
yapılması ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 42. maddesine şu fıkranın
eklenmesidir: “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse
yükseköğrenim
hakkını
kullanmaktan
mahrum
edilemez.
Bu
hakkın
kullanımının sınırları kanunla belirlenir.” Yeni düzenleme, her türlü keyfi
yasakçılığı sonlandırmak amacını taşıyordu. Bu düzenleme, CHP tarafından
Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. Düzenleme, 5.6.2008 tarihli 2008/116
133
sayılı karar ile Anayasa Mahkemesi tarafından, “Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen Cumhuriyetin temel niteliklerini dolaylı bir biçimde değiştiren ve
işlevsizleştiren bu düzenleme Anayasa’nın 4. maddesinde ifade edilen
değiştirme ve değişiklik teklif etme yasağına aykırı olduğundan,” yani laikliğe
aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmiştir (Anayasa Mahkemesi, 2008).
Üniversitelerdeki başörtüsü sorununu çözmeye dönük bu adım, sonuçsuz
kalınca, bu sorunun, uygulamada çözülebileceği fikri yaygınlaşmış ve zaten
rektörler değiştikçe yasağın yaygınlığı fiilen azalmıştır. 12 Eylül 2010
referandumu öncesinde ve sonrasında siyasi partiler arasında başörtüsü
yasağına anayasal çözüm tartışmaları devam ederken, YÖK, yükseköğretim
sisteminde normalleşme sürecini başlatan önemli bir adım atmıştır (Özhan,
Ete ve Bölme, 2010:156-157). Şapka taktığı için dersten atılan bir kız
öğrencinin YÖK’e başvurması üzerine, YÖK, ilgili üniversiteye bir yazı
göndermiş ve “disiplin yönetmeliğine uymayan öğrenci dersten çıkartılamaz,
ancak tutanak tutulabilir” uyarısında bulunmuştur. Bu talimatla birlikte,
başörtüsü yasağı sorunu, yasakçı birkaç üniversite ve öğretim üyesi dışında,
fiili
olarak
çözülmüştür.
Ayrıca,
Özcan’ın
yönlendirmesiyle,
önceden
ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda uygulanan başörtüsü yasağı da kaldırılmıştır.
Son yıllarda YÖK’te yaşanan normalleşmenin örneklerinden biri de,
yurtdışından alınmış diplomaların denkliğine ilişkindir. Daha önce ifade
edildiği üzere Gürüz döneminde alınan karar ile birlikte, özellikle Ortadoğu ve
İslam ülkelerindeki üniversitelerden alınan diplomaların denkliği verilmemiş
ve hatta daha önceki yıllarda verilen denklikler iptal edilmiştir. Hiçbir nesnel
değerlendirmeye dayanmayan ve birçok bireysel hak kaybına neden olan bu
uygulamalara
değişikliğine
son
vermek
gitmiştir.
2010
için
YÖK,
yılında
2008’den
son
şekline
itibaren
yönetmelik
kavuşan
Yurtdışı
Yükseköğretim Diplomaları Denklik Yönetmeliği’nin 8. Maddesinde belirtildiği
üzere, diploma denklikleri verilirken, diploma veren kurumun “akreditasyon ya
da kalite güvencesi kuruluşları tarafından akredite edilmiş olması” gibi nesnel
ölçütlere bakılması kararlaştırılmıştır. Bu yönetmelik değişikliğinden sonra,
geçmişte reddedilen üniversitelere ait diploma denklikleri, ilgili şahısların
134
başvurusu üzerine yeniden incelemeye alınmış ve şartları taşıyanlara ya
diploma denkliği ya da denklik için gerekli eksik derslerini tamamlama hakkı
verilmiştir.
Özcan Başkanlığındaki YÖK, hem üniversite giriş sistemindeki bazı
sorunları aşmak hem de 28 Şubat döneminde uygulamaya konan
üniversiteye geçişte farklı katsayı uygulamasının yol açtığı tahribatı azaltmak
için, 21 Temmuz 2009’da aldığı kararla, üniversite giriş sistemini tek aşamalı
sınavdan iki aşamalı (çok oturumlu) bir hale getirmiştir. Bu sistemde,
yerleştirme puanları hesaplanırken, bütün adayların AOBP’leri 0.15 katsayısı
ile çarpılmaktadır. Böylece, öğrenciler artık hangi okul türü ve hangi alandan
gelirlerse gelsinler, eşit şekilde yarışmaları öngörülmüştür. Bununla birlikte,
meslek lisesi öğrencileri için kendi alanlarında ek puan uygulaması
sürdürülmüştür. 10 yıldır tartışmaların odağında olan katsayı uygulamasının,
21 Temmuz 2009’da YÖK kararlarıyla kaldırılması, toplumda ve iş dünyası
tarafından genel olarak olumlu karşılanmıştır (örn. Bezirci, 2009). Ancak
katsayı farkını kaldıran, eşit katsayı düzenlemesi, Danıştay 8. Daire’ye
İstanbul Barosu tarafından yapılan bir başvuru neticesinde 25 Kasım 2009
tarihinde durdurulmuş ve YÖK’ün itirazının ardından, Danıştay İdari Dava
Daireleri Kurulu tarafından onaylanmıştır. Bunun üzerine YÖK, 17 Aralık
2009 tarihinde, AOBP’lerin katsayılarını kendi alanında tercihlerde 0,15, alan
dışı tercihlerde 0,13 olarak yeniden belirlemiştir. Bu düzenleme de Danıştay
tarafından durdurulunca, YÖK 17 Mart 2010 tarihli toplantıda katsayıları 0,15
ve 0,12 olarak belirlemiştir. Bu son düzenlemeye yapılan itirazlar, Danıştay
tarafından da reddedilince, uygulamaya konulmuştur.
2010 yılından itibaren bu katsayılar yürürlüğe girmiş ve üniversite giriş
sistemine mevcut şekli verilmiştir (YÖK, 2010). Yeni sınav sistemi, yargının
engelleri nedeniyle, yükseköğretime geçiş sınavlarının neden olduğu krizleri
yok edememiştir; ancak bu sorunların her birini tolere edilebilir hale
getirmiştir. Yeni sınav sisteminde, puan aralıklarının genişlemesi, soru
sayılarının artması, her bir sorunun puan değerinin yükselmesi ve AOBP’nin
135
yerleştirme puanı hesaplanırken etkisinin azalması nedenleri ile AOBP’nin ve
katsayının neden olduğu eşitsizlik ve tabakalaştırma azalmıştır. Yeni sistem,
adaylar arasında nispeten daha eşitlikçi bir yarışın önünü açmıştır (Çelik,
2011; Özer, Çavuşoğlu ve Gür, 2011).
Son yıllarda, YÖK’ün toplumsal talepleri dikkate alarak uygulamaya
koyduğu çalışmalardan bir kısmı da meslekî ve teknik eğitime ilişkindir. YÖK
tarafından 22 Aralık 2008 günü meslekî ve teknik eğitimin yeniden
düzenlenmesine ilişkin bir dizi kapsamlı karar alınmıştır. Bu kararların bir
kısmı, iki yıllık ön lisans eğitimi veren Meslek Yüksekokulları (MYO’lar)’nın;
diğer bir kısmı ise dört yıllık lisans eğitimi veren meslekî ve teknik eğitim
fakültelerinin sorunlarına ilişkindir. Temelde MYO ve Teknik Eğitim
Fakültelerinin öğretim elemanlarının görüş ve talepleri dikkate alınarak alınan
bu kararlar, meslekî ve teknik eğitimin bazı yapısal sorunları çözmeye dönük
önemli yasal ve idari düzenlemeler içermektedir. Bu kararlarla, MYO
programlarının müfredatları ve sanayinin talepleri arasındaki uyuşmazlık,
nitelikli işgücü ihtiyacı ve programların uluslararası eşdeğerleri gözetilerek
yeniden yapılandırılması amaçlanmıştır. YÖK, ön lisans programlarını dolaylı
yollardan teşvik etmek amacıyla Dikey Geçiş Sınavı kontenjanlarını
artırmıştır. 2010–2011 öğretim yılı kontenjanları, önceki yıllara göre, yaklaşık
iki katına çıkmıştır. Özellikle devlet üniversitelerinin kontenjanlarında ciddi bir
artış olmuştur. 2009 yılı için 5.142 olan kontenjan, 2010 yılında 12.407’ye
çıkarılmıştır. Böylece MYO mezunlarından başarılı olanların, alanlarında
lisans eğitimine devam etme imkânları genişletilmiştir (Özer, Çavuşoğlu ve
Gür, 2011).
Yükseköğretime erişimin artırılamaması, Türkiye’de yıllarca üniversite
önünde yığılmaların olmasına neden olmuştur. Ülkemizde genç nüfusun fazla
olması, yükseköğretime aşırı bir talep olması ve yükseköğretim arzının
yıllarca düşük tutulması sonucunda, yükseköğretim önündeki yığılmanın
önüne geçilememiş ve yükseköğretimde okullaşma oranları oldukça düşük
kalmıştır. Bu sorunun üstesinden gelmek için, nicel gelişmelerin ele alındığı
136
bölümde görüleceği üzere, YÖK bu dönemde ciddi miktarlarda kontenjan
artışı gerçekleştirmiştir. Benzer şekilde, Türkiye kaynaklı yayın sayıları
artmaya devam etmiştir.
Özcan YÖK’ün yapısını değiştirmeye yönelik arayışları engellemeye
çalışmamış, bilakis, bu yöndeki arayışlara destekte bulunmuştur. Özcan “En
Büyük Hayalim YÖK’ü Yok Etmek” tarzı açıklamalar yaparak (Çetinkaya,
2009), Teziç’in son döneminde yayınlanan Türkiye’nin Yükseköğretim
Stratejisi başlıklı raporla başlayan ve önceki YÖK Başkanlarının YÖK
reformukonusundaki muhafazakâr tutumlarından farklı bir duruş sergilemiştir
(Özoğlu, 2011). 10 Mart 2011 tarihinde bir basın açıklaması yapan YÖK,
yükseköğretim sisteminin gelinen noktada toplumsal ihtiyaçlara cevap
üretemediğini kabul etmekte ve bir bütün olarak yükseköğretim sisteminin
yeniden yapılandırılması gerekliliğini kabul etmektedir (YÖK, 2011). Basın
açıklamasında YÖK, yeniden yapılandırmanın dört ilkesini şöyle ortaya
koymuştur:
1- Yükseköğretim kurumlarının çeşitlenmesi;
2- Etkin bir kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik mekanizmasının
kurulması;
3- Kurumsal performansın rekabet ortamı içerisinde değerlendirilmesi;
4- Kalite güvencesi mekanizmalarının oluşturulması.
Yeniden yapılandırma çalışmalarının ne tür bir yükseköğretim sistemi
ve yasası öngördüğü, şu an için kamuoyuna açıklanmamıştır.
3.4. YÖK DÖNEMİNDEKİ GELİŞMELERİN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ
YÖK’ün yeniden yapılandırılmasına ilişkin tartışmayı yapmadan önce,
bir bütün olarak, YÖK döneminde yükseköğretimde yaşanan gelişmeleri
kısaca toparlamakta fayda vardır. Bu dönemde, bir bütün olarak bakıldığında,
yükseköğretimde
aşağıda
ele
alınan
bir
takım
sayısal
iyileşmeler
137
gerçekleştirilmiştir. Bu iyileştirmelere rağmen, yükseköğretime olan toplumsal
talebin
karşılanması
konusunda
istenen
düzeyde
bir
başarı
yakalanamamıştır. Bunun nedeni, yükseköğretimde istikrarlı bir büyüme
politikasının
izlenmemiş
olmasıdır.
Yükseköğretim
kurum
sayısı
ve
kontenjanları belli dönemlerde artırılmışken, bu dönemleri izleyen yıllarda bu
artış sağlanamamıştır.
Uzun yıllar boyunca öğrenci kontenjanının %90’ından fazlasını
bünyesinde barındıran devlet üniversitelerinin sayısı, özellikle 1992 yılında
Süleyman Demirel ve 2006’dan sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı
döneminde önemli oranlarda artırılmıştır. Demirel döneminde toplam 23 yeni
devlet üniversitesi açılmış ve sonraki yıllarda kontenjanların artması
sağlanmıştır. Erdoğan döneminde ise bugüne kadar 50 devlet üniversitesi
açılmıştır (Tablo 8). Kısa süreli koalisyon hükümetlerinin, üniversite açma
konusunda çok da başarılı olmadığı görülmektedir.
Tablo 8: Hükümetlere göre kurulan üniversite sayısı (1980-2011)
44.
45.
49.
50.
53.
54.
55.
57.
Hükümet
HÜKÜMET
HÜKÜMET
HÜKÜMET
HÜKÜMET
HÜKÜMET
HÜKÜMET
HÜKÜMET
HÜKÜMET
59. HÜKÜMET
60. HÜKÜMET
Başbakan
Bülentent Ulusu
Turgut Özal
Süleyman Demirel
TansuÇiller
A. Mesut Yılmaz
Necmettin Erbakan
A. Mesut Yılmaz
M. Bülent Ecevit
Recep Tayyip
Erdoğan
Recep Tayyip
Erdoğan
Tarih
1980-1982
1983-1987
1991-1993
1993-1995
1995-1996
1996-1997
1997-1999
1999-2002
Kurulan Üniversite
7
7
1
1
2
23
1
24
2
1
3
5
5
1
1
9
9
5
5
2003-2007
32
7
39
2007-2011
18
32
50
Vakıf üniversitelerinin kurulmasına gelince, bu konuda hükümetlerle
birlikte YÖK’ün tavrı da özellikle belirleyici olmuştur. Bilindiği üzere, üniversite
kurmak isteyen vakıfların talepleri, YÖK’ün görüşü sonrasında Milli Eğitim
Bakanlığı eliyle TBMM gündemine alınmaktadır. Doğramacı döneminde iki
vakıf üniversitesi, Sağlam döneminde bir, Gürüz döneminde 21, Teziç
döneminde altı, Özcan döneminde ise 32 vakıf üniversitesi kurulmuştur
138
(Günay ve Günay, 2011). Bu rakamlardan görüldüğü üzere, Gürüz ve Özcan
döneminde vakıfların YÖK tarafından desteklendiği anlaşılmaktadır. Bununla
birlikte, Gürüz döneminde özellikle 28 Şubat sonrası dönemde kimi ideolojik
nedenlerden ötürü bazı vakıfların başvurularına olumsuz yaklaşılmıştır.
Gürüz döneminin yükseköğretim sisteminin gelişmesi açısından en önemli
eksikliği, bu dönemde, 21 vakıf üniversitesinin kurulmasına rağmen, hiçbir
devlet üniversitesinin açılmamış olmasıdır.
Gürüz ve Özcan dönemleriyle kıyaslandığında Teziç döneminde,
vakıflara karşı, olumsuz bir tavır gözlenmektedir. Teziç döneminin sonunda,
2007 yılında bir vakıf üniversiteleri raporu yayınlanmıştır. Bu rapor, dönemin
YÖK yönetiminin vakıflara bakışını özetler mahiyettedir. Söz konusu rapor,
şu tehdit edici ifadelerle bitmektedir:
Yapılan değerlendirmeler göstermektedir ki, ana başlıklarla yukarıda
özetlenen sorunların yakın gelecekte çözülmemesi, vakıf üniversitelerinin
önemli bir bölümünü, 1970’li yıllarda yaşanan özel üniversitelerin akıbeti ile
karşı karşıya getirebilir. Böyle bir durumla karşılaşılmamasında elbette ilk
sorumluluk, bu üniversitelerin kurucularına ve öteki yetkililerine düşmektedir.
Yükseköğretim Kurulu, kendine verilen yasal yetkiler çerçevesinde,
olumsuz bir gidişe meydan
vermemek ve vakıf üniversitelerinin, kuruluş
amaçları doğrultusunda gelişmelerini ve kurumsallaşmalarını hızlandırmak
için bu kurumlar üzerindeki denetimini sürdürmekte, vakıf üniversitesi açma
başvurularının değerlendirilmesinde, program açma ve kontenjan vermede
olabildiğince titiz davranmaktadır. (YÖK, 2007b, s. 21, vurgu raporun
kendisine aittir)
Türkiye yükseköğretiminin YÖK döneminde (1981-halen) genel olarak
öğrenci sayısında da bir artış sağlanmıştır. 1984 yılında 322.320 olan toplam
yükseköğretim öğrenci sayısı 2011 yılı itibariyle 1.713.923’ü açıköğretim ve
2.103.163’ü örgün eğitim öğrencisi olmak üzere 3.817.086’ya ulaşmıştır
(Şekil 2). Son yıllarda öğrenci sayısındaki artış, dikkat çekicidir. 2009 yılında
139
örgün eğitim yükseköğretim kontenjanları %27,2 oranında artarken, 2010
yılında %18,4’lük bir artış görülmüştür. Kontenjanlardaki artışa paralel olarak
yükseköğretim toplam öğrenci sayısında 2009 yılında %15,5; 2010 yılında
%20,7 ve 2011 yılında da %8,1 oranında artış olmuştur (Günay ve Günay,
2011). Böylece, YÖK’ün (2007) Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi’nde
2025 için öngörülen 3.380.000 toplam öğrenci sayısına, daha şimdiden
kontenjan artışları sayesinde erişilmiştir. Benzer şekilde, 2015 için öngörülen
örgün öğrenci sayısına (1.920.000) da daha şimdiden erişilmiş, 2020 için
öngörülen 2.360.000 sayısına da yaklaşılmıştır. Öğrenci sayısındaki en hızlı
büyümenin 2008 yılından sonra gerçekleştiği görülmektedir. Diğer ülkelerle
kıyaslandığında, Türkiye, bu yılda en hızlı büyüyen yükseköğretim sektörüne
sahiptir (UNESCO Institute for Statistics, 2011). 2008 yılından sonra YÖK’ün
mevcut yükseköğretim kurumlarının kontenjanlarını artırması ve yeni devlet
üniversitelerinde kurulan yeni programlar ile yükseköğretim, hızlı bir büyüme
yaşamıştır. Dahası, 2008’den sonra çıkarılan öğrenci afları da öğrenci
sayısının artmasını sağlamıştır.
Yükseköğretimdeki bu büyüme, yükseköğretime erişimle ilgili hedefe,
öngörülenden çok daha önce ulaşılmasını sağlamış; Teziç Başkanlığındaki
YÖK’ün 2007 yılında yayınladığı raporda 2015 yılı için öngörülen öğrenci
sayısı ve örgün yükseköğretimde okullaşma oranlarına, 2009–2010 yılında
ulaşılmıştır (Özoğlu, 2011; YÖK, 2007a).
Türkiye’de YÖK ile birlikte ve özellikle 1990’lı yıllardan beri,
yükseköğretimde okullaşma oranlarının artırılmasında, açıköğretim alternatif
bir yol olarak görülmüş ve okullaşma oranlarının artırılmasında önemli bir
işlev görmüştür. Açıköğretim öğrenci sayısının toplam öğrenci sayısı
içerisindeki payı, özellikle gelişmiş ülkelere göre, her zaman yüksek olmuştur.
Bunun temel nedeni, son yıllara kadar örgün öğretim kontenjanlarının sınırlı
olmasıdır. Son yıllarda açıköğretimin yükseköğretim içerisindeki payı,
%40’ların üzerine çıkmıştır. Güney Afrika, Tayland ve Sri Lanka gibi
gelişmekte olan ülkelerde de açık ve uzaktan eğitimin payı %30’ların
140
üzerindedir (YÖK, 2007a). Gelişmiş ülkelerde ise lisans düzeyinde bu oran,
yüzde 10’un altındadır. Örneğin, 2008 verilerine göre, Amerika’da lisans
düzeyinde uzaktan eğitim programlarına kayıtlı öğrenci oranı %4’tür. Örgün
yükseköğretim
sistemimizde
artık
ciddi
bir
genişleme
olduğu
için,
açıköğretimin yükseköğretim sistemi içerisindeki payının önümüzdeki yıllarda
düşmesi beklenmektedir.
Yükseköğretim sistemi içerisinde vakıf yükseköğretim kurumlarının
öğrenci sayısının toplam öğrenci sayısı içerisindeki oranı, genel olarak bir
artış
eğilimindedir.
2004–2005
öğretim
yılında
vakıf
yükseköğretim
kurumlarındaki öğrenci sayısının toplam örgün yükseköğretim öğrenci
sayısına oranı %6,71 iken (YÖK, 2007a), bu oran 2010–2011 öğretim yılında
%9,37’ye yükselmiştir (Günay ve Günay, 2011). Böylece, son yıllarda vakıf
üniversitelerinde okuyan öğrenci sayısının, toplam içindeki oranı ciddi oranda
artmıştır. Bu artış, toplam yükseköğretim öğrenci sayısının da önemli oranda
artırıldığı düşünüldüğünde, daha da anlamlıdır.
Son yıllarda 18–24 yaş yükseköğretim okullaşma oranında önemli bir
gelişme yaşanmıştır. Ancak, Türkiye’de yükseköğretim mezunlarının oranı,
gelişmiş ülkelerin hâlâ oldukça gerisindedir. Özellikle, 25–34 ve 55–64 yaş
arası nüfusa bakıldığında, Türkiye’deki yükseköğretim mezun oranı OECD
ülkeleri arasında, Brezilya’dan sonra en az olan ülkedir. Türkiye’de
ortaöğretimde
okullaşma
oranlarının
son
yıllarda
hızla
artması,
yükseköğretime yönelik talebi artırmıştır. Türkiye yükseköğretiminin hem bu
toplumsal talebi karşılaması hem de gelişmiş ülkelerdeki okullaşma oranlarını
yakalayabilmesi için son yıllarda yakalanan büyüme ivmesinin önümüzdeki
yıllarda da devam etmesi büyük önem arz etmektedir (Tanrıkulu, 2011).
Yükseköğretimde sürdürülebilir bir büyümenin yakalanabilmesinin en kritik
koşulu, yükseköğretim arzını sağlayan yükseköğretim kurumlarının öğretim
üyesi sayılarının artırılması için bazı tedbirlerin alınmasıdır (Özer, 2011).
Öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı gelişmiş ülkelerde 10 ile
15 arasında değişmektedir (OECD, 2011). Türkiye’de bu oranın yüksek
141
olması (17,8), yükseköğretimde büyümeyi ve eğitim-öğretimin kalitesini
olumsuz etkilemektedir. Ayrıca, bu oran, bölge, üniversite ve alan tabanlı
olarak ciddi anlamda değişmektedir. Örneğin, 2009–2010 verilerine göre,
lisans düzeyinde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı uygulamalı
sosyal bilimlerde 59, 2 iken bu oran dil ve edebiyatta 48,1, ziraat ve
ormancılıkta 15,8 ve sağlık bilimlerinde ise 8,3’tür (Tanrıkulu, 2011). Aynı ilde
bulunan ODTÜ ve Hacettepe Üniversiteleri arasında bile büyük bir fark
vardır. ODTÜ’de öğretim üyesi başına 34,5 öğrenci düşerken, bu oran
Hacettepe Üniversitesinde 23,4’tür. Özellikle yeni açılan üniversitelerde
büyük bir öğretim üyesi ihtiyacı vardır. Öğretim elemanı yetersizliği, öğretim
üyelerinin ders yükünü artırmakta; buna bağlı olarak, bir taraftan eğitimin
kalitesi düşmekte, diğer taraftansa sürekli ve disiplinli bir çaba gerektiren
bilimsel
araştırma
faaliyetlerini
sekteye
uğratmaktadır.
Dolayısıyla,
üniversitelerimizde bilim üretme ve AR-GE fonksiyonu ile topluma hizmet
fonksiyonu geri planda kalırken, eğitim-öğretim fonksiyona ön plana
çıkmaktadır (Özoğlu, 2011).
Yükseköğretim sisteminin genişlemesi ile birlikte Türkiye’deki bilimsel
yayınlarda da bir gelişme yaşanmıştır. Daha önce de işaret edildiği üzere,
YÖK döneminde her geçen gün bilimsel yayın sayısı artmaktadır. Bilimsel
yayın sayısının artmasındaki temel motivasyon, yayın teşviklerinin yapılması
ve akademik terfilerde bu yayınların dikkate alınmasıdır. Bu artışa ilişkin diğer
önemli bir husus ise, genel olarak yükseköğretim sistemindeki akademisyen
sayısının artmasıdır. ISI verilerine göre, 2000 yılında Türkiye kaynaklı
bilimsel yayın sayısı 7.000 civarındayken, bu sayı 2005’te 17.500 civarında,
2010 yılında ise 28.000’e yaklaşmıştır. Scopus verilerine göre, Türkiye’nin
dünya ülkeleri sıralamasındaki yeri de her geçen yıl daha ileri gitmektedir.
2000’de Türkiye dünyada bilimsel yayın sayısı (makale, değerlendirme ve
konferans metni) bakımından 25. sıradayken, 2004’te 20. sıraya, 2007’de 19.
sıraya, 2008’de 18. sıraya, 2009’da 17. sıraya kadar yükselmiştir .
142
Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarının sayısı ve yükseköğretimdeki
öğrenci
sayısı
çok
ciddi
oranda
büyürken,
yükseköğretime
ayrılan
kaynakların aynı oranda gelişmemesi sorunlu bir durumdur. Yükseköğretimin
kalitesini geliştirmek, sürekli bir büyüme eğilimi içinde olan Türkiye
yükseköğretiminin sağlıklı ve istikrarlı bir şekilde gelişmesini sağlamak için
yükseköğretime ayrılan kaynakların artırılması gereklidir.
Yükseköğretim tartışmalarında zaman zaman dile getirilen bir husus,
yükseköğretim kurumlarının akredite edilmesi amacıyla bir akreditasyon
kurumu kurulması önerisidir. Dünyada yükseköğretim kurumları ve öğrenci
sayılarında önemli artış yaşanınca ve büyüyen yükseköğretim sisteminin
finansmanında sıkıntılar baş gösterince, kalite güvencesi konusu karar
alıcılar tarafından daha fazla önem verilmeye başlanmıştır. Oysa kalite
güvencesine ilişkin çalışmalar, Avrupa yükseköğretiminde de tartışmalıdır.
Kalite güvencesinden sorumlu birtakım merkezî kuruluş ve ajansların
işleyişine ilişkin en temel sorun, değerlendirme için bu kurumların çok fazla
bürokratik iş ve kırtasiye işlemlerinin yapılmasını istemesidir. Kalite güvence
sistemi adına yapılan çalışmaların gereksiz iş yükü nedeniyle akademik
verimliliği ve etkinliği azalttığı yönünde dünyada ciddi bir tartışma
yaşanmaktadır.
Türkiye’deki yükseköğretim sisteminin aşırı merkezi yapısı ve YÖK’ün
sahip olduğu geniş yetkiler dikkate alınmadan, YÖK’e ilaveten üniversiteler
üzerinde yetki ve sorumluluk sahibi bir kalite güvence ve akreditasyon
kurumunun kurulmasının bürokratik yükü artırabileceği ve üniversitelerin
zaten sorunlu olan özerkliklerini daha da sınırlandırabileceği söylenebilir
(Özer, Gür ve Küçükcan, 2010).
SONUÇ
Eğitim süreci, devlet ideolojisine uygun ve uyumlu insan üretilmesi ve
ideolojik olarak toplumsal itaatin devşirilmesi sürecidir. Bu süreç, bir zor ve
zorunluluklar
sürecidir.
Eğitim
sayesinde
insanların
davranışları
ve
düşünceleri genel ahlakla ve kanunlarla uyumlulaştırılır, gönüllü ve ikna ile
olması
gereken
toplumsal
rıza
zorla,
zorunlulukla
ve
empoze
ile
gerçekleştirilir. Devlet ideoloji aracılığıyla kurguladığı bütünsel dünyayı
eğitimle kurumsal bir alana dönüştürür. Bu alanı bireysel ve toplumsal
olguların etkisinden temizleyerek kamusal alan olarak ilan eder. Kamusal
alan içerisine hapsedilen bireyler bu alanın mutlak kurumsal belirleyiciliği,
kutsallığı, ideolojik düzenlemeciliği, hukuksal denetimi ve disiplini altında
siyasal iktidarın birlik, bütünlük ve itaat ilkelerine uyumlulaştırılır.
Eğitim
alanları,
ideolojinin
tüm
fonksiyonlarının
harmanlanarak
toplumsal alanın siyasal iktidara bağlılığının en üst noktalara taşındığı
alanlardır. Tüm toplum eğitim kurumları aracığıyla bilgiye muhtaç olarak
öğretici karşısında nesneleştirilir. Eğitim alanında, siyasal iktidarın ideolojik
ilkelerini gölgeleyecek, eleştirecek tüm değer ve ilkeler dışlanır. Siyasal
iktidarın yarattığı kahramanlar, mitler, andlar, marşlar ve törenler öğrenicilere
yoğun bir şekilde aktarılarak siyasal iktidarın meşruiyeti yeniden üretilir.
Ayrıca siyasi, askeri veya ekonomik seçkinlerin konumları ve eylemleri
yüceltilir, toplumsal adaletsizliğin doğallığı aşılanır. Bu yönleriyle eğitim tüm
toplumu kuşatan siyasal bir statükoculuğu, toplumsal bir kaderciliği besleme
işlevi görür. İnsanları siyasal iktidarın ideolojik dünyasına entegre etmek,
siyasal sisteme uymasını sağlamak ve bu duruma süreklilik kazandırmak için
kullanılır.
Siyasal iktidarın var oluş nedeni, nasıl ifade edilirse edilsin temelde
eşitsizliğe dayanmaktadır. Bu eşitsiz ilişkilerde ise belirleyici etken "güç"tür.
Güç, ister doğuştan gelen kalıtımsal nitelikleri, ister maddi etkinlik araçlarını,
isterse bilgi ve yetenek unsurlarını temsil etsin özünde toplumsal ve siyasal
ilişkilerde eşitsizleştirici bir değerdir. Fakat güç tek başına siyasal iktidarın
144
egemenlik şartı değildir. Güç, sadece siyasal iktidarın var oluşunu sağlar.
Siyasal iktidarın temel sorunu olan "süreklilik" ise, ancak bu eşitsiz güç
ilişkilerinin her durumda devam ettirilmesi ile çözülebilir. Siyasal iktidarın
süreklilik unsuru modern devletlerde ortaya çıkan bir olgudur. Modern
devletler bu sürekliliğin sağlanması için bazı araçlardan faydalanır. Bu
çalışmanın genel değerlendirmesinde sürdürülebilir iktidar kavramının
yardımcısı olarak eğitimi kurumunun en tepesinde yer alan Üniversiteyi baz
aldık, Türkiye deki üniversitelerin kurulma amaçlarını kurulma yöntemlerini
kurulduktan sonraki etkisini siyasi erk ile olan ilişkisini analiz ederken özellikle
1980 sonrası kurulan YÖK'ün tesiri altındaki üniversitelerin siyasetle olan
münasebeti, akedeminin siyasallaşması, YÖK'ün etkinliği akademik personel
üzerindeki etkisi, Rektör seçimleri,akademik personel alımı hepsinin siyasetle
iç içeliği ve YÖK’ün yetkilerinin azaltılması, eşgüdüm ve planlamadan
sorumlu bir üst kurula dönüştürülmesi, üniversitelerin idari ve mali
özerkliklerinin artırılması, yükseköğretimde hesap verebilirliğin geliştirilmesi
gibi hususlarda toplumun değişik kesimlerinde neredeyse tam bir uzlaşı
vardır (DPT, 2000, 2006; Gürüz, 2008; Küçükcan ve Gür, 2009; Mutluer,
2008; TÜBA, 2003; TÜSİAD, 2003; Üçışık, 2011;YÖK, 2007a). Genel bir
eğilim olarak, üniversitelerin farklılaşmasına izin veren daha az merkeziyetçi
bir
yapı
önerilmekte
kurtarılması
ve
her
ve
yükseköğretim
bir
üniversitenin
kurumlarının
kendi
misyonu
tektipleşmeden
çerçevesinde
farklılaşmasına izin vermesi talep edilmektedir. Yükseköğretime dair bunca
uzlaşının olması, yükseköğretimde değişiklik yapmak için büyük bir fırsattır.
Ne var ki, yeniden yapılandırma konusundaki bu geniş uzlaşıya rağmen,
nasıl bir strateji izleneceği ve neler yapılması gerektiği konusunda farklı
kesimlerce kabul edilen genel bir çerçeve ortaya konulamadığı için,
yükseköğretimi yeniden düzenleme adına atılan adımlar sonuçsuz kalmıştır.
Yükseköğretimde yapılmak istenen değişiklikler, siyasi ayrışmaların
yansıdığı ve dolayısıyla üzerinde bir türlü uzlaşı sağlanamayan bir alan
olagelmiştir. Özetle, yükseköğretime ilişkin yetkilerin kimlerde olacağı ve
nasıl kullanılacağı, bir iktidar mücadelesi olarak ele alınmıştır. Bundan dolayı,
145
YÖK’ün
kuruluşundan
beri
yükseköğretimin
yeniden
yapılandırılması
konusundaki talep ve çabalar kamuoyunda yüksek sesle dillendirilmesine
rağmen, bu konuda köklü bir adım atılamamıştır. Böylece, konu, gündemde
var olmaya devam etmektedir. Örneğin 61. Hükümet Programı, (2011) daha
önceki yıllarda ve hükümet programlarında olduğu gibi, yükseköğretimin tüm
yönleri ile reforma tabi tutulacağını, bu sayede üniversitelerin daha özerk
olacağını ve rekabetçiliğin gelişeceğini, YÖK’ün “sadece üniversiteler
arasında
koordinasyon,
akreditasyon
sağlayan
ve
kalite
standartları
belirleyen bir kurum haline” dönüştürüleceğini belirtmiştir. Ayrıca, YÖK, 2011
Şubat ayında bir yeniden yapılanma hazırlığı içinde olduğunu duyurmuş ve
bu konuda çalışmalara başlamıştır.
YÖK’ün
kaldırılması
yönündeki
talepler
de
zaman
zaman
dillendirilmektedir. Fakat bu konudaki yaygın tartışma, YÖK’ün kaldırılıp
kaldırılmayacağı üzerine değil, YÖK’ün nasıl bir yeniden yapılanmaya tabi
tutulacağına ilişkindir. Zaten YÖK’ü eleştirenlerin önemli bir kısmı da YÖK’ün
kaldırılmasından ziyade, yeniden yapılandırılmasını talep etmektedirler.
Sözgelimi, Tunçay’a (1984) göre, YÖK’ün varlığı devam etmelidir ve hatta
1982 Anayasa’sının ilgili maddelerinin değiştirilmesine gerek yoktur; bazı
kanuni düzenlemelerin yapılması yeterlidir. Yukarıda ifade edildiği üzere,
YÖK’ün kaldırılmasından ziyade, kurumun planlama ve koordinasyondan
sorumlu bir üst kuruluşa dönüştürülmesi konusunda geniş bir uzlaşı vardır.
Şu ana kadar, YÖK’e ilişkin tartışmaların ve önerilerin ana ekseni,
YÖK’ün üye kompozisyonunun nasıl olması gerektiğine ilişkindir (örn. Gürüz,
2008). Benzer şekilde, kanun taslaklarında da, daha çok, üye kompozisyonu
üzerine değişiklikler gündeme gelmiştir (Şimşek, 2006). Rektörlük seçimi,
üniversitelerin finansmanı, mali özerklik, idari özerklik, üniversitelerin toplum
ile ilişkileri, üniversitelerin devlet ve hükümet ile ilişkilerinin nasıl olacağına
ilişkin tartışmalar, daha geri planda kalmıştır. Bu konularda tartışmalar,
yaygınlık kazanmamış ve konuya ilişkin öneriler, olgunlaştırılıp uzlaşı
ortamının oluşturulması sağlanmamıştır.
146
Bu çalışmada ele alındığı üzere YÖK, zaman zaman üniversiteler
üzerine
oldukça
baskıcı olmuş
ve
akademik
özgürlükleri
kısıtlayan
uygulamalara gitmiştir. Bununla birlikte, YÖK’ün baskıcı olduğu durumlarda,
genellikle Cumhurbaşkanı’nın örtülü bir desteği olmuş ve siyaset kurumu ya
olanlara göz yummuş ya da zayıflığından dolayı ses çıkaramamıştır. 2007
yılında yapılan Anayasa Referandumu sayesinde yapılan değişiklikle
Cumhurbaşkanı, artık halk tarafından seçilecektir. Bu değişiklikten önce,
1982 Anayasasına göre Cumhurbaşkanının yürütmenin “sorumsuz” kanadını
temsil etmesi, Cumhurbaşkanının YÖK ve üniversitelere yaptığı atamalarda
toplumsal talepleri zaman zaman görmemesine neden olmuştur. Dahası,
üniversitelerin de çoğu zaman baskıcı politikaları hemen benimsedikleri ve
akademik özgürlükleri yeterince savunmadıkları görülmektedir. Bir başka
ifadeyle, üniversiteler evrensel olarak kendilerinden beklenen, hangi şartlar
altında olursa olsun, hak ve hakikati savunma görevini yeterince yerine
getirememiştir. Dolayısıyla, eleştirilerin sadece YÖK üzerine ve YÖK
Başkanları üzerine yapılması, makul değildir. Genel olarak, Cumhurbaşkanı
ve hükümetler, toplumda çatışmadan uzak tavırlar izlediği zaman, YÖK de
daha uzlaşımcı bir yol izlemiştir. Üniversiteler ise ülkenin genel siyasi
durumundan maalesef hemen etkilenme eğiliminde olmuşlardır.
Son yıllarda yükseköğretime ilişkin ciddi bir normalleşme yaşanmıştır.
Bu normalleşme, yükseköğretimdeki reform çalışmaları için, oldukça uygun
bir zemin oluşturmuştur ve reform beklentileri hâlâ karşılanmamıştır.
Yükseköğretimde kalıcı bir normalleşme için, yükseköğretimin toplum ve
devlet ile olan ilişkisinin yeniden kurgulanmasına ihtiyaç vardır. Muhtemel bir
yükseköğretim reformunun en önemli bileşeni, yükseköğretim sisteminin
topluma karşı hesap verebileceği bir mekanizmanın kurulmasıdır. Mevcut
yükseköğretim sisteminin kurucu figürü olan Cumhurbaşkanının artık halk
tarafından
seçilecek
olması,
son
yıllarda
yaşanan
normalleşmeyi
muhkemleştirme ve topluma hesap verebilirliği artırma potansiyeline sahiptir.
147
KAYNAKÇA
ABADAN-Unat, N. “Kum Saatini İzlerken”, İstanbul: İletişim. (1996).
AGAOGULLARI, Mehmet Ali KÖKER, Levent. “Tanrı Devletinden Kral
Devlete”, Ankara: İmge Yayınları. (1991).
AKAL, Cemal Bali. “Sivil Toplumun Tanrısı” (İstanbul: Afa Yayınları).
(1990),”
AKAL, Cemal Bali “Yasa ve Kılıç”, İstanbul: Afa Yayınları) (1991),
AKYOL,
T.
Akademik
özgürlük.
Milliyet.
http://www.milliyet.com.tr/2000/10/19/yazar/akyol.html (19 Ekim 2000).
AKYÜZ, Yahya. Türk Eğitim Tarihi (Ankara: PEGEM A Yayıncılık, 10.
Baskı). (2006),
AKŞAM,
“Rektörlerden
rejim
uyarısı”
(2003,
22
Ağustos).
http://arsiv.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2003/08/22/gundem/gundem4. html
AKŞAM,
“YÖK’te
‘sert’
geri
adım.”
(2004,
2
Haziran).
http://arsiv.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2004/06/02/politika/politika1.html
ALÇIN, S. Sunuş. N. Ergüneş ve S. Alçın (Ed.), Neoliberal dönüşüm
sürecinde üniversiteler içinde (ss. 9-12). İstanbul: Tarem. (2010).
ALP, M. Özışık, İstanbul: İletişim Yayınları.
ALPKAYA, G. "UNESCO'nun 1997 Tarihli Kararı Işığında Akademik,
(2001).
ALTAN, A. ve Düzen, N. Yükseköğretim Kurulu Başkanı İhsan Doğramacı
ile Star 1 televizyonunda yapılan söyleşide sorulan sorular ve bu
sorulara verilen cevapların transkripsiyonu. (LA948.A483 1992) Bilkent
Üniversitesi Kütüphanesi: Ankara. (1991, Kasım).
148
ALTHUSSER, Louis. “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, Çev: Y.
(1991)
ANAYASA
MAHKEMESİ,
(2008).
Karar
no:
2008/116.
http://www.anayasa.gov.tr/index.php?l=manage_karar&ref=show&action=k
arar&id=2608&content=
ARAT, N. “Bilim-İnsan, Üniversite-Toplum İlişkisi”, Yükseköğretimde
Sorunlar ve Çözümler, Üniversite Öğretim Derneği. (İstanbul: Cem Yayınevi).
(1990)
ARSLAN, Ali. Kısır Döngü-Türkiye’de Üniversite ve Siyaset (1869-2004)
(İstanbul: Truva Yayınları). (2004)
ATAÜNAL,
Aydoğan.
Cumhuriyet
Döneminde
Yükseköğretimdeki
Gelişmeler (Ankara: MEB Yükseköğretim Genel Müdürlüğü Yayını). (1993),
BAŞBAKANLIK.(2011).TCHükümetleri.http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/p
CabinetRoot.aspx
BAYER,
Y.
YÖK,
sıkışınca
askere
imdat!
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=171457
Hürriyet.
(2003,
16
Eylül).
BEYERSCHEN, A. “Nazi Döneminde Bilim: 3. Reich’da Üniversite”
(Çeviri: Haluk Tosun), İstanbul: Alan Yayıncılık (1985),
BİLSEL, C. İstanbul üniversitesi tarihi. İstanbul Üniversitesi Yayınları.
(1943).
BLACK, Cyril E. “Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri”, Çev: M. Fatih Gümüş,
Ankara: Verso Yayınları(1989)
BOTOMORE, T. & R. NISBET (derl.) “Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi”,
çev.ve derl. Mete Tunçay ve Aydın Uğur, Verso Yayınları, Ankara. (1990).
149
BUMİN, K. “Medyakronik, İstanbul: İletişim İktidar, Üniversite ve
Aydınlar” 11(1998),
Bumin,
K.
‘Yükseköğretim
Stratejisi’ne
İlişkin
Notlar...
Yeni
Şafak.
http://yenisafak.com.tr/ yazarlar/?i=998&y=KursatBumin, (2006, 8 Temmuz).
CASSIRER, Ernst “Devlet Efsanesi” (İstanbul: Remzi Kitabevi) (Çev.: Necla
Arat). (1984),
CNNTÜRK,
http://www.cnnturk.com/2010/ekonomi/sirketler/04/28/
erişim
tarihi: 12.12.210 (28Nisan2010).
COŞKUN,
B.
YÖK
nedir?..
Hürriyet.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-169427&yazarid=2
(2000, 20 Temmuz).
ÇELİK, Z. 2000’li yıllarda Türk eğitim sisteminin genel görünümü. B. S.
Gür (Ed.), 2000’li Yıllar: Türkiye’de Eğitim içinde (ss. 17-76). İstanbul:
Meydan. (2011).
ÇETİNKAYA, T. En büyük hayalim YÖK’ü yok etmek. [Yükseköğretim
Kurulu
Başkanı
Yusuf
Ziya
Özcan
ile
yapılan
söyleşi]
Aksiyon,sayı762.http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_getNewsById
.action?sectionId=26&news Id=24511(2009, Temmuz).
CLASTER, Pierre “Devlete Karşı Toplum” (İstanbul: Ayrıntı Yayınları)
(Çev.: Mehmet Sert). (1991)
ÇAM, Esat “Siyaset Bilimine Giriş” (İstanbul: Der Yayınları). (1994)
DAVER, Bülent “Siyaset Bilimine Giriş” (Ankara: Siyasal Kitabevi). (1993)
DEMİR, R. Üniversitenin bugünü ve yarını. 3. Baskı. Ankara: Palme.
(2008)
150
DOĞAN, Y. Rektörler Komitesinde tam ‘ikiyüzlü’ komedi. Hürriyet.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ ShowNew.aspx?id=127303 (2003, 11
Şubat)
DOĞRAMACI, İ. The higher education reform in Turkey: results after
three years. (LA948.D64 1985) Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi: Ankara.
(1985).
DOĞRAMACI, İ. Yükseköğretimdeki gelişmeler: özet. (LA948.D647 1992)
Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi: Ankara. (1992).
DOĞRAMACI, İhsan “Günümüzde Rektör Seçimi ve Atama Krizi
Türkiye’de
ve
Dünyada
Yükseköğretim
Yönetimine
Bir
Bakış,”
www.dogramaci.org/r-main.html (2000), (20.12.2005).
DOĞRAMACI, İ. Türkiye’de ve dünyada yükseköğretim yönetimi. Ankara:
Meteksan. (2007).
DPT. (1979). Dördüncü beş yıllık kalkınma planı (1979-1983). Ankara:
DPT. http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan4.pdf
DPT. (2000). Sekizinci beş yıllık kalkınma planı. Yükseköğretim özel
ihtisas
komisyonu
raporu.
Ankara:
DPT.
http://ekutup.dpt.gov.
tr/egitim/oik550.pdf
DPT.
Dokuzuncu
kalkınma
planı
(2007–2013).
Ankara:
DPT.http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/ix/9kalkinmaplani.pdf (2006).
DUVERGER, Maurice “Politikaya Giriş” (İstanbul: Varlık Yayınları) (Çev.:
Semih Tiryakioğlu). (1964)
EKŞİ,
O.
Suçluların
Telaşıyla…
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=157788
Temmuz).
Hürriyet.
(2003,
8
151
ERDOĞAN,
E.
yükseköğretim
17.
Millî
stratejisi
Eğitim
taslak
Şûrası
raporu.
ve
Milli
YÖK’ün
Gazete.
Türkiye’nin
http://www.
milligazete.com.tr/makale/17-mill%C3%AE-egitim-s%C3%BBrasi-ve-yokunturkiyenin-yuksekogretim-stratejisi-taslak-raporu-91234.htm (2006).
ERGÜDER, Ü., Şahin, M., Terzioğlu, T. Ve Vardar, Ö. Neden Yeni Bir
Yüksek Öğretim Vizyonu? İstanbul Politikalar Merkezi. (2009).
FRASER, Nancy Unruly Practices: Power, Discourse and Gender in
Cotemprary Social Theory (Cambridge: Polity Pres). (1989)
GASSET, J.Ortega Y. “Üniversitenin Misyonu”, Çev., Bülent Üçpınar,
Birleşik Yayıncılık, İstanbul. (1997).
GASSET J.O.Y. “Üniversitenin Misyonu” (Çeviri: N. Gül Işık), İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları. (1998),
GİDDENS, A. “Sosyoloji”, Çev. Hüseyin Özel, Cemal Güzel, Ayraç
Yayınları, Ankara (2000).
GÖK, Fatma “Cumhuriyet Dönemi’nde Eğitim Sistemi ve Üniversiteler,”
İktisat Dergisi, 383: 75-80. (1998),
GÖKBERK, Macit. “Felsefe Tarihi”, İstanbul: Bilgi Yayınevi (1974),
GÖKER, E. “Fikir Alemimizde Üniversite: Yoksullar ve Zenginler”,
Mürekkep, sayı 12: 8-52. (1999),
GÖZE, E. Üniversite niçin çöktü? Profesörler geçiyor. İstanbul: Boğaziçi.
(1990).
GÜÇLÜ,
A.
YÖK’ü
de
aratacaklar!..
Milliyet.
http://www.milliyet.com.tr/2003/07/09/yazar/guclu.html (2003, 9 Temmuz).
GÜÇLÜ,
A.
İçişleri
Bakanı
Beşir
Atalay.
http://www.milliyet.com.tr/2007/09/02/yazar/guclu.html (2007).
Milliyet.
152
GÜLALP, H. ve Saban, N. Türkiye’nin yükseköğretim stratejisi. Radikal.
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.
php?ek=r2&haberno=6248(2006,
17
Eylül).
GÜNAY, D. ve Günay, A. 1933’ten günümüze Türk Yükseköğretiminde
Niceliksel Gelişmeler. Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, 1(1), 1-22. (2011).
GÜNAY, D. ve Gür, B. S. Dünyada üniversiteye giriş sistemleri ve ÖSS. İ.
Bircan (Ed.), Türkiye’nin 2023 Vizyonunda Üniversiteye Giriş Sistemi içinde
(ss. 234-243). Ankara: Atılım Üniversitesi. (2009).
GÜNLÜ, R. Türkiye’nin yüksek öğretim stratejisi: Sosyo-politik bir
değerlendirme. N. Ergüneş ve S. Alçın (Ed.), Neoliberal dönüşüm sürecinde
üniversiteler içinde (ss. 93-125). İstanbul: Tarem. (2010).
GÜR, B. S. ve Çelik, Z. Türkiye’de millî eğitim sistemi: Yapısal sorunlar
ve öneriler. (Rapor No. 1). Ankara: Siyaset, Ekonomi ve Toplum
Araştırmaları Vakfı. (2009).
GÜRÜZ, K. Yirmi birinci yüzyılın başında Türk milli eğitim sistemi.
İstanbul: Türkiye İş Bankası. (2008).
GUIBERNAU, Montserrat “Milliyetçilikler” (istanbUl: Sarmal Yayınları)
(Çev.: Neşe Nur Domaniç). (1997),
GÜL ,Abdullah “Her Üniversiteye İki Rektör”, Sabah Gazetesi, (24.06.2012).
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/06/24/her-universiteye-2-rektor,
erişim tarihi: 17.11.2012
GÜRÜZ, Kemal; “Türkiye’de ve Dünyada Yüksek Öğretim Bilim ve
Teknoloji”, TÜSİAD, yayın no: TÜSİAD/94. 6-167, 1994, İstanbul.
GULBENKİYAN KOMİSYONU, (1996), “Sosyal Bilimleri Açın” (Çeviri.:
Şirin Tekeli), İstanbul: Metis.
153
HATİBOĞLU, Tahir. Türkiye Üniversite Tarihi (Ankara: Selvi Yayınları).
(2000),
HEGEL,
G.W.F.
“Tarihte
Akıl”,
Çev:
Önay
Sözer,
İstanbul:
Ara
Yayınları(1991),
HATİPOĞLU, M. T. Türkiye’de üniversite tarihi. Ankara: Selvi Yayınevi.
(2000).
HOBBES, Thomas “Leviathan” (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları) (Çev,: Semih
Lim). (1993),
HÜRRİYET,
“Kemal
Gürüz’
(1999,
dedi.”
7
Aralık).
http://arsiv.sabah.com.tr/1999/12/07/p07.html
HÜRRİYET. “104 El-Ezher’linin öğretmenliği iptal.” (2001, 12 Ekim).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews. aspx?DocID=21146
HÜRRİYET. “3 rektör adayına türban çelmesi.” (1998, 24 Ekim).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=-44356
HÜRRİYET,
“Gürüz’e
çok
ağır
itham.”
(1999,
16
Haziran).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=-86017
HÜRRİYET.
“Hesaplaşmak
istiyorlar.”
(2003,
20
Ağustos).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=166353
HÜRRİYET. “MEB’in Pedagojik Formasyon Kursu’na durdurma.” (2006,
19 Nisan). http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew. aspx?id=4278746
HÜRRİYET.
“Rektörlerden
96
hatırlaması.”
(2002,
22
Aralık).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=117241
HÜRRİYET. “Rektörlerden muhtıra gibi açıklama.” (2007, 5 Nisan).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew. aspx?id=6275760
154
HÜRRİYET. “Üniversitede şeriatçı kadro operasyonu.” (1998, 9 Ağustos).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews. aspx?DocID=-32812
HÜRRİYET. “Vahabi bataklığında ülkeyi boğdurmayız.” (2002, 21 Aralık).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew. aspx?id=117011
HÜRRİYET.
“YÖK:
Referandum
iptal
edilmeli.”
(2007,
5
Ekim).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=7429151
ILLICH, Ivan. “Şenlikli Toplum”, Çev: Ahmet Kot, İstanbul: Ayrıntı, (1988)
İNÖNÜ, Erdal (2005), “Cumhuriyet Döneminde Bilim Tarihinin Önemi ve
Anlamı,” Üniversite ve Toplum Dergisi, 5/1: www.universite-toplum.org/
text.php3?id=219 (10.01.2006)
KALABALIK, H. "Yerel Yönetimlerin Mali Özerkliği” İller ve Belediyeler.
(Sayı: 636). (1998)
KESKİN, F. (1998), “Foucault”, Cogito, sayı 14. Bahar KOÇER, Hasan Ali
(1987), Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu (Ankara: Uzman Yayınları).
KEYMAN, E. Fuat. Globalleşme Söylemleri ve Kimlik Talepleri: “Türban
Sorunu”nu Anlamak, Global Yerel Eksende Türkiye, Der.E.Fuat Keyman-Ali
Yaşar Sarıbay, Alfa Yayınları, İstanbul, (2000)
KILIÇBAY, M.A. “Hayalimdeki Üniversite”, Düşünen Siyaset, 1(3): 17-20.
(1999),
KING, Roger. The State in Modern Society: New Direction in Politica!
Sociology Celatham, New Jersey: elatham House Publishers). (1986),
KORKUT, H, Üniversiteler-Cumhuriyet Döneminde Eğitim (İstanbul:Mili
Eğitim Basımevi). (1983)
KÖYLÜ,
H.
Yalman’dan
rektörlere
davet.
Radikal.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=88312 (2003a, 11 Eylül).
155
KÖYLÜ,
H.
YÖK
gidiyor,
‘eşgüdüm’
geliyor.
Radikal.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=66528 (2003b, 19 Şubat).
KULA, O.N. “Aydınlanma Felsefesinde Üniversite Kavramı”, Düşünen
Siyaset, 1(3): 43-55(1999),
LACLAU, Ernesto. (1998), “İdeoloji ve Politika”, Çev: Hüseyin Sarıca,
İstanbul: Belge Yayınları.
LAWRENCE "Sınıf Savaşı Amerika'ya Geliyor," American Mercury, (No.
66). (1938),
LIPSON, Leslie. “Politika Biliminin Temel Sorunları” (Ankara: Birlik
Yayıncılık) (Çev.: Tuncer Karamustafaoğlu). (1986),
MACHIAVELLI, Niccole, “Prens” (İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi) (Çev.:
Nazım Gönenç). (1994),
MARDİN, Şerif. (1976), “İdeoloji”, Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yayınları.
Marx, Karl. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı. Giriş. (Çev.
Kenan Somer). Karl Marx. Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisi içinde.
Ankara, 1997: Sol Yayınları. S. 191-209. Alıntı: S. 191-192.
MAZICI, N. “Türkiye’de Askeri Darbeler ve Sivil Rejime Etkileri”, İstanbul:
Gür Yayınları. (1989),
MEB. Millî Eğitim İstatistikleri: Örgün Eğitim. 2010-2011. Ankara: MEB
Strateji Geliştirme Başkanlığı. (2011).
MUTLUER, M. K. Türkiye’de Yükseköğretimin Başlıca Sorunları Ve
Sorunlara Çözüm Önerileri. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı:
Ankara, (2008).
156
MİLLİYET
(19.03.2012),
Dünyanın
En
Değerli
20
Markası
http://ekonomi.milliyet.com.tr/appledunyaninendegerlimarkasi/ekonomi/ekono
midetay/ 19.03.2012/1517281/default.htm,erişim tar. 19.03.2012
MİLLİYET.
“Kıraç’tan
Gürüz’ün
mücadelesine
destek.”
(2003,
4
Temmuz). http://www.milliyet.com.tr/2003/07/04/siyaset/siy09. html
MİLLİYET. “Rektörler: Hükümet yetkimizi gasp etti.” (2003, 10 Ekim).
http://www.milliyet.com.tr/2003/10/10/siyaset/siy04.html
MİLLİYET, “YÖK Başkanı Özcan: Bütün yasaklar Üniversitelerden
kalkacak.”
(2007,
11
Aralık).
http://www.milliyet.com.
tr/2007/12/11/son/sonsiy19.asp
MİLLİYET. “YÖK Başkanı Teziç: Yurtdışına gidenler geri çağrılmalı.”
(2007, 17 Mart). http://www.milliyet.com.tr/2007/03/17/guncel/ gun06.html
NALÇAOĞLU, H. “Türkiye'nin Yeni Üniversite Düzeni, Kriz ve Kalite”
Doğu Batı, 2(7): 81-94. (1999)
NİETZSCHE, F. W. “Gelecekteki Felsefe”, Çev: Ümit Özdağ, Ankara: İmge
Yayınları. (1991)
NİSANCI, E. & İ. TORUN “Küreselleşme Süreçlerinde Demokratikleşme:
Şehrin Demokrasiye Mekanlık Kapasitesi,” Uluslar arası Davraz Kongresi,
Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Isparta, s.
2446-2453, (2009).
OECD. Education at a glance 2011: OECD indicators. Paris: OECD.
(2011).
OĞUZMAN, K. Üniversite döneminde İstanbul Üniversitesi (1933-1973).
Cumhuriyetin 50. yılında İstanbul Üniversitesi içinde (ss. 151-176). İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. (1973).
ORTAYLI, İlber. Gelenekten Geleceğe (İstanbul: Ufuk Yayınları). (2001),
157
ÖNCÜL, R. Eğitim Eğitim ve Bilimleri Sözlüğü (İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi) (2000)
ÖNCÜ, A. “Sosyal Bilimlerde Yeni Meşruiyet Zemini Arayışları”, Sosyal
Bilimleri Yeniden Düşünmek, Toplum ve Bilim/Defter Dergileri Ortak
Çalışma Grubu, İstanbul: Metis. (1998)
ÖZBUDUN, S. ve Demirer, T. Eğitim, üniversite, YÖK ve aydın(lar)…
Ankara: Ütopya. (2006).
ÖZER, M. Türkiye’de yükseköğretimde büyüme ve öğretim üyesi arzı.
Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, 1(1), 23-26. (2011).
ÖZER, M., Çavuşoğlu, A. ve Gür, B. S. Restorasyon ve toparlanma
dönemi: Mesleki ve teknik eğitimde 2000’li yıllar. B. S. Gür (Ed.), 2000’li
Yıllar: Türkiye’de Eğitim içinde (ss. 163-192). İstanbul: Meydan. (2011).
ÖZGÜRLÜK, Cevat Geray'a Armağan, Ankara, Mülkiyeliler Birliği Yayını,
No: 25(229-244)
ÖZHAN, T., Ete, H., ve Bölme, S. (Ed.) 2010’da Türkiye. Ankara: Siyaset,
Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı. (2011).
ÖZKUL, O. “J.Ortega y Gasset’e Göre Üniversite, Bilim ve Kültür,”
Akademik İncelemeler, 1(1). http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/(2006).
osman_ozkul_universite_bilim_ kultur.pdf erişim tarihi: 12.10.2010
ÖZOĞLU, M. Statükodan Değişime: 21. Yüzyılın Başında Türkiye’de
Yükseköğretim. B. S. Gür (Ed.), 2000’li Yıllar: Türkiye’de Eğitim içinde (ss.
125-161). İstanbul: Meydan. (2011).
ÖZTÜRK, S, Bilim-Eğitim-Toplum, Aralık 2006, Cilt 6, Sayı 4
158
ÖZTÜRK, S. & İ. Torun & S. San “Üniversitenin Sosyo-Ekonomik Gelişmeye
Etkisi: Kafkas Üniversitesi Örneği,” İktisat Dergisi, 491.Sayı, ss. 7184(2008).
PARSONS, Talcolt. "The Social System", Glencoe. (1951)
PLATON.
Çev:
“Devlet”,
Sebahattin
Eyüboğlu-M.
Ali
Cimcoz,
İstanbul:Remzi Kitabevi. (1995),
POLOMA, Margaret “Çağdaş Sosyoloji Kuramları”, 2. Basım, Çev.Hayriye
Erbaş, Gündoğan Yayınları, Ankara. (1993)
RİTZER,
G.
“Toplumun
McDonaldlaştırılması:
Çağdaş
Toplum
Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme” (Çeviri: Şen Süer
Kaya), İstanbul: Ayrıntı. (1998)
Radikal.
“Taslak
sızdı,
kel
göründü.”
(2003,
4
Temmuz).
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=80377
ROKOVSKY, H. “Üniversite: Bir Dekan Anlatıyor” (Çeviri: Süreyya Ersoy),
Ankara: TUBİTAK. (1994)
ROUSSEAU,J.J. “Toplum Sözleşmesi” (İstanbul: Çan Yayınları) (Çev.:
Vedat Günyol). (1965)
ROUSSEAU, J.Jacques. “Emile”, İstanbul(1966)
SOYKAN, Ö.N. “Türkiye’den Felsefe Manzaraları-2”, İstanbul: Küyerel
Yayınları. (1998)
SPITZ, David “Antidemokratik Düşünce Şekilleri” (İstanbul: MEB
Yayınları)'ndan DENNIS, (1969)
STAR, 11 Temmuz 1999.
SWİNGEWOOD, Alan “Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi”, Çev. Osman
AKINHAY, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, (1998),
159
SZYLİOWİCZ, J. S. Education and political development. M. Heper ve A.
Evin (Ed.), Politics in the third Turkish republic içinde (ss.147-159). Boulder,
CO: Westview. (1994).
ŞİMŞEK, Ş. Kırmızı çizgi “YÖK.” Ankara: Nobel. (2006).
ŞEN SÜER, L. Fevzi Topaçoğlu, İstanbul: Belge Yayınları
TANİLLİ, Server, Uygarlık Tarihi (İstanbul: Say Yayınları, 6.Baskı). (1991),
TANRIKULU,
D.
Türkiye’de
yükseköğretime
erişim:
2025
yılında
yükseköğretim talebi karşılanabilecek mi? (Analiz No. 33). Ankara:
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı. (2011).
TEKELİ, İlhan “Dünya’da ve Türkiye’de Üniversite Üzerinde Konuşmanın
Değişik Yolları,” Toplum ve Bilim Dergisi, 97: 123-143. (2003)
TEKELİ, İ. Tarihsel bağlamı içinde Türkiye’de yükseköğretim ve YÖK’ün
tarihi. Ankara: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. (2010).
TİMUR, Taner. Toplumsal Değişme ve Üniversiteler (Ankara: İmge
Kitabevi). (2000),
TORTOP, N. Yerel Yönetimler Maliyesi (Ankara: TODAİE Yayını, Yayın No.
263). (1996)
TORUN, İ. (16.04.2012), “Yükseköğrenimin Kronik Sorunları” Radikal
Gazetesi Yeni Söz, Erişim tarihi: 19.03.2012
TORUN, İ. “İnsan Hakları Ve Demokrasi Dersinin Misyonu ve Uygulamada
Karşılaşılan Sorunlar,” e.Akademi Hukuk, Ekonomi ve Siyasal Bilimler
Aylık
İnternet
Dergisi,
8(89),
org/icerik.asp?kategori=Makale&kid=1. (2009)
http://www.eakademi.
160
TORUN, İ. “Cemaatten Kitleye, Kitleden Örgütlü Topluma: Türkiye’de
Cumhuriyet ve Demokrasi,” Cumhuriyetçilik, (Ed. Nafiz Tok), Orion
Kitabevi, Ankara, 229-269. (2008)
TORUN, İ. “Türkiye ve Dünyada Artan Şiddetin Pesimist Bir Analizi,”
Köprü Dergisi, 98. Sayı, ss.98-108(2007).
TORUN, İ. “Yöre Halkının Üniversiteye Bakışı ve Beklentileri: Niğde
Üniversitesi Örneği,” Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 5(9),
ss. 156-177(2005).
TORUN, İ. & S. Öztürk & S. Sayın “Yöre Halkının Üniversiteye Bakışı ve
Beklentileri: Kafkas Üniversitesi Örneği,” Manas Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 10(21), 167-188(2009).
TORUN, İ. & M. Kaplan & A. Ergülen ‘‘Türk Eğitim Sisteminin Başlıca
Sorunu: Verimlilik ve Etkinlik’’ , Milli Eğitim, Eğitim ve Sosyal Bilimler
Dergisi, 37(179), 293-310. (2008).
TUNÇ, S., Tanrıkulu, C., Karakuşoğlu, S., & Karakuş, A. YÖK raporu.
MAZLUMDER İstanbul Şubesi. (2001).
TUNAYA, Tarık Zafer “SiyasaI Müesseseler ve Anayasa Hukuku”
(İstanbul: Sulhi Garan Matbaası). (1975)
TUNÇAY, M. YÖK. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt III
içinde (ss. 680-688). İstanbul: İletişim. (1984).
TUNÇAY,
Mete,
“Siyasal
Düşünceler
Tarihi”
(Ankara:
A.Ü.SBF
Yayınları)'ndan LOCKE, John (1969), Civil Goverment.
TÜBA. Yeni Yükseköğretim Yasa Tasarısı Taslağı Üzerine Türkiye
Bilimler
Akademisi
Konseyinin
Görüşleri.
http://www.
tuba.gov.tr/tr/duyurular/kamuoyu-duyurulari/31-yeni-yuksekogretim-yasa-
161
tasarisi-taslagi-uzerine-turkiye-bilimler-akademisi-konseyinin-gorusleri31.html (2003).
TÜSİAD. Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler.
İstanbul: Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği. (2003).
TÜMÖD:
“Faşist
YÖK
yok
edilmeli.”
(2000,
12
Eylül).
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/29945.asp
TÜREL, Oktay “Türkiye’de Yükseköğretimin (Yeniden) Kurumsallaşması
Üzerine Düşünceler,” Mülkiye Dergisi, 28/242: 151-180. (2004)
ULAKBİM. Türkiye adresli toplam yayın sayısı. (Güncelleme: Ekim
2011).http://www.ulakbim.gov.tr/cabim/yayin/bilimsel_yayin/top_yayin_sayisi.
uhtml (2011).
UNESCO,
Institute
for
Statistics.
Data
centre:
custom
tables.
http://www.uis.unesco.org/ (2011).
USLUATA, A. “Üniversitelerde Yaşanan İkilem”, Bilim, Bilim Politikası ve
Üniversiteler, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 45-49. (1997)
ÜÇIŞIK, F. Yükseköğretimde Sorunlar ve Çözüm Önerileri. İstanbul:
Ötüken. (2011)
VERGİN, N. “Bilim Camiası ve Tanınma İsteği”, Doğu Batı, 2(7),
s.3753(1999)
WEBER, Max. “Sosyoloji Yazıları”, Çev: Taha Parla, İstanbul: HürriyetVakfı
Yayınları. (1993)
WIDMANN, Horst, Atatürk ve Üniversite Reformu (İstanbul: Kabalcı
Yayınevi). (2000)
WUS,Bologna Deklerasyonu (1971,1975)
162
YALÇIN, C. “Akademik Özgürlük Üzerine Bir Değerlendirme”, Eğitim
Araştırmaları, sayı 7,s.112-125. (2002)
YAVUZ, F. “Anılarım”, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, yayın yılı
belirtilmemiş.
YENİ
ŞAFAK
“Rektörlerden
yeşil
ışık.”
(2003,
22
Ağustos)..
http://www.tumgazeteler.com/?a=176591
YENİ ŞAFAK “YÖK raporu Bakanlığa gitmedi.” (2007, 3 Mart)..
http://yenisafak.com.tr/Gundem/?t=03.03.2007&i=32833
YÖK (20 Ekim 2005). http://www.yok.gov.tr/egitim/raporlar/Kasım 2005 erişim
tarihi: 20.10.2008
YÖK
,Yüksek
Öğretim
Kanunu
Taslağı,
http://yeniyasa.yok.gov.tr/?
page=yazi&c=90&i=105, erişim tarihi:17.11.2012
YÖK
(1999),
“Türk
Yüksek
Öğretiminin
Bugünkü
Durumu”,
www.yok.gov.tr/rapor YÖK. (2010). Öğrenci seçme ve yerleştirme sistemi.
Ankara:
T.C.
Yuksekoğretim
Kurulu.
http://www.yok.gov.tr/content/
view/795/194/lang,tr/
YÖK. Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi. Ankara: T.C. Yükseköğretim
Kurulu. (2007a).
YÖK. Vakıf Üniversiteleri Raporu. Ankara: T.C. Yükseköğretim Kurulu.
(2007b).
YÖK. Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılmasına Dair Açıklama.
https://basin.yok.gov.tr/?page=duyurular&v=read &i=248 (2011).
YÜCEKÖK, Ahmet. (1987), “Siyasetin Toplumsal Tabanı”, Ankara:
A.Ü.S.B.F. Yayınları.
163
ZEREN,
K.
YÖK
ile
Milli
Eğitim
arasında
yeni
kriz.
Hürriyet.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew. aspx?id=5098525 (2006, 17
Eylül).
ZEREN, K. ve Göğem, E. Tarikatçı rektör açığa alındı. Hürriyet.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew. aspx?id=-265157(1997, 20
Eylül).
ZİNN, H. “Soğuk Savaş Döneminde Tarih Siyaseti: Baskı ve Direniş”,
Soğuk Savaş ve Üniversite içinde, çeviren Musa Ceylan, s. 6598, İstanbul:
Kızılelma. (1998)
ZİNN, H. “Soğuk Savaş Döneminde Tarih Siyaseti: Baskı ve Direniş”,
Soğuk Savaş ve Üniversite (Çeviri: Musa Ceylan), İstanbul: Kızılelma, 65-98,
(1998)
49.
Hükümet
Başkanlığındaki
Başbakan
Programı.
49.
hükümet
Sayın
programı.
Süleyman
Demirel
http://www.yerelsecim.
com/49_hukumet.htm(1991).
50. Hükümet Programı. Başbakan Sayın Tansu Çiller Başkanlığındaki 50.
hükümet programı. http://www.yerelsecim. com/50_hukumet.htm(1993).
51. Hükümet Programı. Başbakan Sayın Tansu Çiller Başkanlığındaki 51.
hükümet programı. http://www.yerelsecim. com/51_hukumet.htm(1995).
52. Hükümet Programı. Başbakan Sayın Tansu Çiller Başkanlığındaki 52.
hükümet programı. http://www.yerelsecim. com/51_hukumet.htm (1995).
58. Hükümet Acil Eylem Planı. T.C. 58. hükümet acil eylem planı.
http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/aep.pdf (2003).
58.
Hükümet
Programı
58.
Abdullah
Gül
hükümeti
programı.
http://www.yerelsecim.com/58_hukumet.htm(2002).
61.Hükümet
Programı.
61.
hükümet
programı.
http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/pgGovProgramme.aspx(2011).
Download