tc gazđ ünđversđtesđ sosyal bđlđmler enstđtüsü đktđsat anabđlđm

advertisement
T.C.
GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
ĐKTĐSAT ANABĐLĐM DALI
MERKANTĐLĐZM, FARKLI MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE
UYGULAMALARI ETKĐLEYEN UNSURLARIN ÜLKELER
BAZINDA ANALĐZĐ
(Fransa: Jean Baptiste Colbert Ve Đngiltere: Sir Josiah
Child’ın Görüşleri Temelinde Bir Karşılaştırma)
DOKTORA TEZĐ
HAZIRLAYAN
Erdem DOĞRUER
TEZ DANIŞMANI
Doç. Dr. Ufuk SERDAROĞLU
Ankara 2009
ONAY
Erdem DOĞRUER tarafından hazırlanan “Merkantilizm, Farklı Merkantilist
Anlayış Ve Uygulamaları Etkileyen Unsurların Ülkeler Bazında Analizi
(Fransa: Jean Baptiste Colbert Ve Đngiltere: Sir Josiah Child’ın Görüşleri
Temelinde Bir Karşılaştırma)” başlıklı bu çalışma, 21/01/2009 tarihinde
yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği ile başarılı bulunarak jürimiz
tarafından Đktisat Anabilim dalında doktora tezi olarak kabul edilmiştir.
Prof Dr. Şiir YILMAZ (Başkan)
Prof. Dr. Tuba M. ONGUN
Prof. Dr. Muzaffer SARIMEŞELĐ
Prof. Dr. Arslan SONAT
Doç. Dr. Ufuk SERDAROĞLU
ÖNSÖZ
Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüşleri ve o dönem
Fransa ve Đngiltere’deki uygulamalardan hareket edilerek, merkantilist anlayış
ve uygulamaları belirleyen ve farklılaştıran unsurların, söz konusu iki ülke
örneği
temelinde,
ortaya
çıkarılmaya
çalışıldığı
bu
çalışmanın
hazırlanmasında, burada isimlerine tek tek yer vermemin mümkün
olamayacağını düşündüğüm pek çok kişi ve kurumun desteğini aldığımı
belirtmeliyim. Bununla beraber hepsine teşekkürlerimi sunmam gerektiğini
biliyorum ve sunuyorum.
Öte yandan, çalışmayı beraber yürüttüğümüz, desteğini bir an olsun
azaltmadan, içten ilgisini de hep hissettirerek fikir veren ve yol gösteren
saygıdeğer hocam Doç. Dr. Ufuk SERDAROĞLU, aynı şekilde tez izleme
komitesinde yer alan; Prof. Dr. Şiir YILMAZ ve Prof. Dr. Muzaffer
SARIMEŞELĐ hocalarıma da, yetmeyeceğini bilmeme rağmen, en içten
teşekkürlerimi iletiyorum.
Nihayet bu süreci büyük fedakârlık ve özveride bulunarak benimle
beraber bizzat yaşamış olan, dolayısıyla çalışmanın ortaya çıkmasında
yadsınamaz payları bulunan değerli eşim Aysel DOĞRUER ve biricik kızımız
Arzum DOĞRUER ile, her ne kadar dolaylı payı ancak sürecin sonlarına
doğru gerçekleşmiş olsa da, dünyaya henüz gözlerini açma yolunda olan
oğlumuz Arda DOĞRUER’e de, ayrıca teşekkür ediyorum.
Erdem DOĞRUER
Ankara, Ocak 2009
ii
ĐÇĐNDEKĐLER
ÖNSÖZ…………………………………………………………………………........i
ĐÇĐNDEKĐLER……………………………………………………………………….ii
TABLOLAR VE ŞEKĐLLER………………………………………………………..vi
GĐRĐŞ………………………………………………………………………………...1
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
MERKANTĐLĐZMĐN TARĐHĐ
1. MERKANTĐLĐZMĐN ORTAYA ÇIKIŞI………………………….………………3
2. MERKANTĐLĐST DÜŞÜNCENĐN TEMEL ÖZELLĐKLERĐ……………………8
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
MERKANTĐLĐSTLERĐN TEMEL POLĐTĐKA ÖNERĐLERĐ
1. NÜFUS, ĐSTĐHDAM VE ÜCRET POLĐTĐKASI………………………………15
1.1. Nüfus Politikası…………………………………………………………..15
1.2. Đstihdam ve Ücret Politikası…………………………………………….16
2. EĞĐTĐM POLĐTĐKASI…………………………………………………………..20
3. ÜRETĐM VE VERGĐ POLĐTĐKASI…………………………………………….20
3.1. Üretim Politikası………………………………………………………….21
3.2. Vergi Politikası……………………………………………………………22
4. ENFLASYON, PARA VE FĐYAT POLĐTĐKASI………………………………22
5. FAĐZ POLĐTĐKASI………………………………………………………………24
6. DIŞ TĐCARET POLĐTĐKASI……………………………………………………25
iii
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
FARKLI ÜLKELERDEKĐ MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE GÖRÜŞLERĐN
TEMEL UNSURLARI
1. ĐSPANYOL MERKANTĐLĐZMĐ…………………………………………………28
2. PORTEKĐZ MERKANTĐLĐZMĐ…………………………………………………31
3. ĐTALYAN MERKANTĐLĐZMĐ…………………………………………………...34
4. ALMAN MERKANTĐLĐZMĐ (KAMERALĐZM)…………………………………35
5. HOLLANDA MERKANTĐLĐZMĐ………………………………………………..37
6. FRANSIZ MERKANTĐLĐZMĐ (COLBERTĐZM) VE ÖNDE GELEN
TEMSĐLCĐLERĐ…………………………………………………………………39
6.1. Jean Bodin………………………………………………………………..39
6.2. Antoine de Montchrétien………………………………………………...40
6.3. John Law………………………………………………………………….41
6.4. Richard Cantillon…………………………………………………………42
7. ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐ VE ÖNDE GELEN TEMSĐLCĐLERĐ…………...43
7.1. John Hales………………………………………………………………..43
7.2. Gerard de Malynes……………………………………………………….44
7.3. Edward Misselden………………………………………………………..45
7.4. Thomas Mun……………………………………………………………...47
7.5. Sir William Petty………………………………………………………….47
7.6. Charles Davenant………………………………………………………..49
7.7. Nicholas Barbon………………………………………………………….50
7.8. John Locke………………………………………………………………..51
7.9. Sir Dudley North………………………………………………………….52
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
17. YÜZYIL AVRUPASI’NDA FRANSIZ VE ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐNĐN,
JEAN BAPTISTE COLBERT VE SIR JOSIAH CHILD’IN GÖRÜŞLERĐ VE
POLĐTĐKA ÖNERMELERĐ BAZINDA ANALĐZĐ
1. 17. YÜZYIL AVRUPA’SI VE EKONOMĐSĐ......………………………….54
iv
1.1. Coğrafi, Demografik ve Sosyal Durum………………..........………….55
1.2. Bilim ve Sanat Dünyası……………………...........……………………..67
1.3. Dini Yapı ve Đhtilâflar……………………….……….............…………...68
1.3.1. Otuz Yıl Savaşları…………………….……………….............….70
1.4. 17. Yüzyıl Avrupa Ekonomisi…………….………............................73
1.4.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı……………………...……………..81
2. 17. YÜZYIL FRANSA’SI VE EKONOMĐSĐ........................…………….84
2.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı………………..........………………87
2.2. Demografik ve Sosyal Durum………..........…………………………….92
2.3. Bilim ve Sanat Dünyası……..........……………………………………...93
2.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar…………….............……………………………….95
2.5. 17. Yüzyılda Fransa Ekonomisi………………………………………98
2.5.1. Vergi Sistemi……………………………………………………...101
2.5.2. 17. Yüzyılda Fransa’nın Sömürgeci Yayılması……………108
2.6. Jean Baptiste Colbert…………………………………………………...111
2.6.1.Jean Baptiste Colbert’in Görüşleri ve Uygulamaları
Temelinde Fransa’daki Sanayileşme ve Ticaret Politikaları….113
3. 17. YÜZYIL ĐNGĐLTERE’SĐ VE EKONOMĐSĐ.....................................126
3.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı……...……….......………………..130
3.2. Demografik ve Sosyal Durum…………..........………………………..137
3.3. Bilim Dünyası ve Teknik Yenilikler……..........………………………..141
3.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar….....................................................................141
3.5. 17. Yüzyılda Đngiltere Ekonomisi………...…………………………142
3.5.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı…………………………………...146
3.5.2. Tarım, Hayvancılık ve Ticaret Temelinde Sanayileşme
Politikası…………………………………………………………..148
3.5.3. 17. Yüzyılda Đngiltere’nin Sömürgeci Yayılması…………...151
3.5.4. Doğu Hindistan Şirketi…………………………………………...158
3.6. Sir Josiah Child…………………………………………………………..165
3.6.1. Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev………………………………...171
3.6.2. Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler……………..180
v
4. 17 NCĐ YÜZYIL FRANSIZ VE ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐNĐN
KARŞILAŞTIRILMASI……………………………………………………….192
BEŞĐNCĐ BÖLÜM
JEAN BAPTISE COLBERT ĐLE SIR JOSIAH CHILD’IN
GÖRÜŞLERĐ TEMELĐNDE, 17. YÜZYILDA FRANSA VE
ĐNGĐLTERE’DEKĐ MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE UYGULAMALARI
ETKĐLEYEN UNSURLAR
1. SĐYASET VE YÖNETĐM ANLAYIŞI…….………………………..……...201
2. TĐCARET VE EKONOMĐ…………………………………..……………...203
3. ŞĐRKETLEŞME VE SÖMÜRGECĐ YAYILMA FAALĐYETĐ……..……...208
4. DEMOGRAFĐK VE SOSYAL DURUM…………………………………..211
5. DĐNĐ, SĐYASĐ VE EKONOMĐK MÜCADELELER……………………….213
SONUÇ…………………………………………………………………………...216
KAYNAKÇA………………………………………………………………………222
ÖZET……………………………………………………………………………...229
ABSTRACT………………………………………………………………………230
vi
TABLOLAR VE ŞEKĐLLER
TABLOLAR
Tablo 1. Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla
Olan Şehir Sayısı (1600, 1650 ve 1700 Yılları)……………………...59
Tablo 2. Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla
Olan Şehirlerin Toplam Nüfusu (1600, 1650 ve 1700 Yılları)……..60
Tablo 3. Avrupa, Fransa ve Đngiltere’nin Toplam Nüfusu (1600, 1650
ve 1700 Yılları)………………………………………………………….61
Tablo 4. 17. Yüzyılda Londra Nüfusu, Doğum ve Ölüm Oranları.…..…..…...61
Tablo 5. Fransa’da 17. Yüzyılda Tarımsal Alandan Toplanan Vergi
Miktarı…………………………………………………………………..103
Tablo 6. Fransa’nın Bazı Yabancı Mallara Uyguladığı Gümrük
Resmindeki Artışlar……………………………………………………107
Tablo 7. 17. Yüzyılda Đngiltere’de Sosyal Sınıflar ve Gelirleri…….………...139
ŞEKĐLLER
Şekil 1. Merkantilist Düşüncede Đşgücü Arz Eğrisi…………………………….19
GĐRĐŞ
Çeşitli olay ve olgular arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurmak
mümkündür. Tarihi süreç içinde de, özellikle tarihin yönünün değiştiği
şeklinde genel kabul gören durumlarda bu ilişki çok daha belirgin olmakla
beraber, yine tarihsel süreç içinde yaşanan ve halen yaşanmakta olan
dönemlerin, hem tüm nedenlerini hem de başlangıç ve bitiş noktalarını diğer
bir söylemle çerçevesini net bir biçimde tayin etmek çoğu zaman mümkün
olmayabilir. Bu bağlamda 16. ve 18. yüzyıllar arasında yaklaşık üç yüz yıllık
bir zamana yayıldığını ifade edebileceğimiz merkantilist dönem de birden bire
ortaya çıkmamıştır. Nitekim bu dönemin yaşanmasında pek çok unsur etkili
olmuştur. Dönemin başlangıcı için belirtilen bu hususlar, kuşkusuz söz
konusu dönemden geçmiş olan ülkelerdeki merkantilist görüş ve uygulamalar
için de geçerli olmuştur. Dolayısıyla bu dönem ülkelerinde merkantilizm ve
merkantilist uygulamalara yön vermiş olan pek çok devlet adamı ve düşünür
tarih içinde yerlerini almışlardır.
Bu bağlamda merkantilist anlayış temelde aynı veya benzer görünse
de, söz konusu dönem ülkelerindeki, ekonomi, ticaret ve özellikle dış ticaret,
şirket kurma çabaları, siyasi durum ve yönetim anlayışı, demografik ve sosyal
durum, bilim ve teknik yenilikler, dini yapı, siyasi, ekonomik ve din temelli
mücadeleler gibi unsurlar, merkantilist anlayış ve uygulamaları belirlemiş ve
farklılaştırmıştır.
Bunu ortaya koyabilmek için bu çalışmada; söz konusu durum iki ülke
örneğinden hareket edilerek, yani Fransa ve Đngiltere'deki belirtilen
unsurlarca şekillenen ve farklılaşan 17. yüzyıl merkantilist anlayış ve
uygulamaları, karşılaştırmalı bir biçimde tespit edilecektir.
Bu yapılırken, 1619-1683 yılları arasında yaşamış olan Jean Baptiste
Colbert’in dönemin Fransız devlet yönetiminde yer almış olması, dolayısıyla
politika belirleme ve uygulamada etkin konumda bulunması, 1630-1699 yılları
2
arasında yaşamış olan Sir Josiah Child’ın ise, yine döneminin eser ortaya
koyan önde gelen düşünürlerinden biri olması ve Đngiliz tarihinde çok önemli
bir yeri olan ve o dönemde devlet yönetimi üzerinde büyük etkisi bulunan
Doğu Hindistan Şirketi'nin yönetim kademesinde ve değişik dönemlerde
parlamentoda üye olarak bulunmuş olmasından, yani hem aynı dönemde
yaşamış olmalarından hem de ülkelerindeki merkantilist anlayış ve
uygulamalarda
belirleyici
rol
oynamalarından
hareketle
söz
konusu
karşılaştırma, Colbert'in görüş ve uygulamaları ile Child'ın görüşleri ve dönem
Đngiltere’sindeki uygulamalar temelinde yapılacaktır.
Ancak bu karşılaştırmadan evvel, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için
genel anlamda bir çerçeve oluşturmanın yararlı olacağı düşüncesiyle, kısaca
merkantilizmin tarihi ve merkantilistlerin temel politika önerileri üzerinde
durulacak, yani merkantilizmin genel anlamda tanıtımı yapılacaktır. Ardından
yine söz konusu karşılaştırmaya zemin oluşturması bakımından, farklı
ülkelerdeki merkantilist anlayış ve görüşler üzerinde durulacak izleyen
bölümde ise 17. yüzyıl Avrupa'sı ve ekonomisi ile aynı dönem Fransa'sı,
Đngiltere'si ve bu ülkelerin ekonomileri ele alınacaktır. Böylelikle oluşturulan
bu zemin doğrultusunda Colbert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın;
“Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev-A New Discourse of Trade” ile “Ticaret ve
Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler-Brief Observastions Concerning Trade
and Interest of Money” adlı eserlerinde ileri sürdüğü görüşleri ve dönem
Đngiltere’sindeki uygulamalar esas alınarak, iki ülkedeki merkantilist anlayış
ve uygulamalar karşılaştırılacak, bu karşılaştırma sonucunda ulaşılan
farklılıklar belirtilecek ve söz konusu farklılıklarda etken olan unsurlar ortaya
çıkarılacaktır.
3
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
MERKANTĐLĐZMĐN TARĐHĐ
Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüşleri temel alınarak,
Fransa ve Đngiltere örneğinden hareketle farklı merkantilist anlayış ve
uygulamaları etkileyen unsurların ortaya konulması amaçlanan bu çalışmada,
hem bir çerçeve oluşturmak ve hem de çalışmanın amacı bakımından zemin
oluşturmak anlamında, merkantilizmi tanıtmak gereği ortadadır. Dolayısıyla
bu bölümde merkantilizmin, temel politika önerileri de ele alınarak, tarihsel
anlamda tanıtımı yapılacaktır.
1. MERKANTĐLĐZMĐN ORTAYA ÇIKIŞI
Rönesans
ve
Reform
hareketleri,
Avrupa’da
temel
ekonomik
değişmelere yol açmıştır. 15. yüzyılda ve izleyen çağlarda görülen kapitalist
rejim “Ticari Devrim” olarak adlandırılır. Yaklaşık 1400’lü yıllarda başlayan
ticari devrimin nedenleri çok açık değildir. Gerçekten de bu hareketi doğuran
nedenler zannedilenin aksine kademeli olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu
nedenler şu şekilde sıralanabilir :
1) Akdeniz ticaretinin Đtalyan şehirlerinin monopolüne girmesi;
2) Đtalyan şehirleri ile Kuzey Avrupa arasındaki kârlı ticaretin gelişmesi;
3) Duka altını ve Florin gibi madeni paraların tedavüle girmesi;
4)Madencilik,
gemicilik
ve
ticarette
sermaye
birikiminin
gerçekleştirilmesi;
5)Savaş araç gereci talebi ve yeni kralların ticareti geliştirmek için
daha fazla vergiye tabi zenginliği teşvik etmesi;
6)Uzak doğu mallarına yönelik arzunun seyyahların bu yöndeki
raporlarıyla teşvik edilmesi, özellikle Marco Polo tarafından 13. yüzyılın
4
sonlarına doğru Çin’e yapılan seyahat sonucunda, bu ülkenin zenginliğine
ilişkin raporların yayımlanması.
Tüm bu faktörler Rönesans’ın şartlarını hazırlamış, güç ve zenginliğe
ilişkin yeni bakış açıları getirmiş ve ticaretin genişlemesi için gerekli araç
gereci sağlamıştır (Burns ve Ralph, 1964: 608-609).
Birbirini doğuran bu faktörler haliyle birbirleri ile bağlantılı olup, zaman
içinde kademeli ve karşılıklı etkileşimle ortaya çıkmış olan faktörlerdir.
Örneğin; Avrupa’nın güneyi ile kuzeyi arasında ticaret hacminin artmaya
başlaması, Đtalya’nın Akdeniz ticaretinde, başta Venedik şehri aracılığıyla,
hakim duruma gelmiş olmasından kaynaklanmıştır.
Diğer yandan 15. yüzyılın sonlarına doğru denizcilik bilgisinin
gelişmesi, pusulanın bulunması ve yeni haritaların düzenlenmesi, ticaret
yoluyla zenginleşme isteğinden hareketle Avrupa’da beraberinde yeni yerlere
sahip olma ve koloni kurma çabalarını da ortaya çıkarmıştır.
Söz konusu yüzyılda yaşanan yeni yerlere sahip olma ve koloni kurma
çabalarında, Đngiltere ve Fransa, Đspanya’yı izlemekteydi. John Cabot ve oğlu
tarafından 1497-1498 yıllarında gerçekleştirilen seyahat, Đngiltere’nin Kuzey
Amerika’ya yerleşme isteğinin temelini oluşturmuştur. 16. yüzyılın başlarında,
Fransız kâşif Cartier, St. Lawrence’a deniz yoluyla ulaştı. Bu suretle
Kanada’nın doğusuna yerleşimi sağladı. Yüz yıldan fazla bir süre sonra;
Joliet, La Salle ve Father Marguette’nin keşifleri, Fransa’ya Missisipi
Vadisi’nde ve Büyük Göl bölgesinde ayak basacak yer sağladı. Diğer yandan
Hollanda’nın Malaca, Spice Islands, Hindistan Limanı ve Afrika gibi en değerli
sömürgeleri, 17. yüzyılın başlarında Portekiz’den alınmıştır. Ancak kâşif
Henry Hudson tarafından 1623 yılında ulaşılan Amerika Kıtasındaki New
Netherlands ise daha sonra Đngilizlere bırakılmıştır. Dolayısıyla bu keşif
gezilerinin sonuçları ve kurulan sömürge imparatorlukları çok değişkendi.
Başlangıçta Akdeniz ile sınırlı olan ticaret dünya ölçeğine çekilmiş, yedi
denize yayılmış oldu1 (Burns ve Ralph, 1964: 611).
1 Söz konusu dönemde Avrupa’da yoğun bir sömürge elde etme mücadelesi başlamış ve bu
durum izleyen yüzyıllarda da sürmüştür. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde, Fransa ve Đngiltere’nin
sömürgeci yayılmaları özelinde, konu üzerinde detaylı bir biçimde durulacaktır, s.108-111; 151-157.
5
Belirtildiği üzere doğuya özgü azda olsa monopol özellik taşıyan
ticaret, “Genova, Pisa, Venice” gibi Đtalyan şehirlerine kaymıştı. “Lisbon,
Bordeaux, Liverpool, Bristol ve Amsterdam” limanları gemilerle dolup
taşmıştı. Diğer yandan ticaret hacminde ve tüketim maddelerinin çeşitliliğinde
muazzam derecede bir artış yaşanmıştı. Doğudan getirilen baharat ve tekstil
ürünlerine, Kuzey Amerika’dan getirilen mısır, tütün ve patates ilave
olunmuştu. Rom Karayip Adaları’ndan, kakao, çikolata ve boya Güney
Amerika’dan, fildişi, köle ve devekuşu tüyü ise Afrika’dan sağlanıyordu. Bu
malların dışında, özellikle batı yarımküreden getirilen; şeker, kahve, pirinç ve
pamuk gibi malları da belirtmek gerekir (Burns ve Ralph, 1964: 611).
Bu noktada yeni icat ve keşiflerin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinde
durmak yaralı olacaktır. Belirtilen bağlamda belki de buluş ve denizaşırı
keşiflerin en önemli sonucu; değerli maden arzının artması olmuştur. Nitekim
Burns ve Ralph’e göre; “Christoph Colomb Amerika’yı keşfettiğinde,
tahminlere göre Avrupa’da tedavülde olan altın ve gümüş tutarı 400.000.000
Doların üzerinde değildi. 1600 yılında Avrupa’daki değerli maden hacmi,
belirtilen tutarın yaklaşık 5 katına ulaşmıştır. Bunların bazıları Đspanyollar
tarafından Đnka ve Aztek’lerden yağmalanmıştır. Ancak büyük bir çoğunluğu
Meksika, Bolivya ve Peru madenlerinden getirilmiştir. Altın ve gümüş
miktarındaki bu artış çok yüksek düzeydeydi. Kapitalist ekonominin
büyümesinde bu durumdan daha fazla etken olan başka bir unsur
olmamıştır” (Burns ve Ralph, 1964: 611).
Avrupa’da yaşanan bu değişimin keşifler bağlamında ortaya çıkardığı
sonuçları daha belirgin bir biçimde ele alacak olursak; Yılmaz bu durumu
şöyle ifade etmektedir; “Büyük coğrafi keşifler, denizaşırı ülkelerden gelen
ganimetler, feodal Avrupa’nın ticaret yoluyla zenginleşmesine yol açmıştır.
Bu zenginlik bir yandan kurulu düzenin temellerini sarsarken, kendine özgü
yeni bir düzenin kuruluşunu da hazırlamıştır. Değerli maden akımıyla
başlayan pahalılık köylüleri yoksullaştırırken, zenginliğini kurulu toprak
düzeninden alan feodallerin durumu güçleşmekteydi. Daha fazla vergi
peşinde koşan feodallere karşı köylü ayaklanmaları başlamıştı. Feodal otorite
için çıkış yolu ticaretten gelen servete el koymak ve dış ticaret yoluyla sürekli
6
daha çok servet edinmekti. Ama nasıl? Đlk akla gelen ülkeden değerli maden
çıkışına yasaklar getirmekti, Đspanya, Portekiz, hatta bir süre için Đngiltere ve
Fransa bu yolu denediler ama bu yeterli değildi. Ticaret yoluyla altın
kazancını sürdürmek gerekiyordu. Bu da fazla veren bir dış ticaret
bilançosuyla, pahalıya satıp ucuza satın almakla mümkün görünüyordu. Ne
var ki bir ülkenin sürekli çok ve pahalıya mal satıp, az ve ucuz mal alması
nasıl gerçekleşebilecekti? Bu amaca yönelik en uygun yol tekelleşmekten
geçiyordu. Geniş ayrıcalıklarla donatılmış ticari kumpanyalar denizaşırı
ticareti monopol altına aldılar. Siyasal erk deniz gücüyle bu kumpanyaların
yanında yer aldı. Gümrükler, yasaklarla engellenmeye çalışılan uluslararası
rekabet, gerektiğinde savaşa başvurularak önlendi. Yabancı düşmanlığı ve
milliyetçilik bu dönemin en belirgin özelliği oldu. Genellikle ikili anlaşmalar
çerçevesinde yürütülen ticaret, önceden belirlenmiş ticaret yolları kullanılarak
yapılır, yalnız ülkeye giriş çıkışlarında değil, ticaret yolu üzerinde kurulan ileri
karakollarda bile döviz kontrolü yapılırdı. Ticaretteki bu tekelleşme, dünyanın
savaş
yoluyla
paylaşılmasına
ve
Pazar-ülkelerde
koloni
düzeninin
kurulmasına varan gelişmeleri başlatmıştır” (Yılmaz, 1992:5).
Dolayısıyla Avrupa’daki belirtilen değişim süreci, birbirini etkileyen
zincirleme olgu ve olaylar çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Nitekim coğrafi
keşifler vurgulanan ülkeler başta olmak üzere, Kıta Avrupa’sı dışından
sağlanan
özellikle
değerli
maden
akımı
sayesinde
Avrupa’nın
zenginleşmesine olanak sağlamakla beraber, genelde ticaretin ve özelde dış
ticaretin
himayeci
ve
monopol
güç
oluşturma
ekseninde
yeniden
düzenlenmesi gerçeğini ve bu yönde uygulamaları beraberinde getirmiştir.
Öte yandan ticari hayatta yaşanan bu belirgin değişim sürecine nazaran daha
uzun bir zaman aralığını kapsıyor olsa da, feodal düzenin temellerinin
sarsılmaya
başlaması
ülkelerin
yönetim
biçimlerinin
sorgulanmaya
başlanmasını ve daha da önemlisi değiştirilmesi yönünde özellikle köylü
isyanlarıyla belirginleşen mücadeleyi beraberinde getirmiştir.
Tüm bu teknik alanda yaşanan yenilikler, başta pusula olmak üzere
yapılan yeni icatlar, coğrafi keşifler, ulaşılan zenginlikler gibi birbirine bağlı,
yani aralarında neden-sonuç bağlantısı bulunan gelişmeler, Avrupa’da ticareti
7
ve özellikle denizaşırı ticareti en önemli gaye haline getirmiştir. Tüm bu
gelişmeleri ise Yılmaz şöyle ortaya koymaktadır; “1500’lerin Avrupa’sı en
fazla kazanç getiren alan olan ticaret hayatının, özellikle de deniz aşırı
ticaretin gereklerine uygun olarak örgütlenmeye zorlandı. Gelişmeye ayak
uyduramayan feodal beyler tasfiye oldu. Tek ve güçlü bir kral ticaretin
gereksindiği ordu ve donanmayı kurmayı, savaşmayı üstlendi. Tarım ve
zanaatle uğraşanlar üretimlerini arttırmak için gerekeni yapmaya başladılar.
Tarımda toprağa bağımlılık, lonca düzeninde ustaya sadakat ortadan kalktı.
Ticaret devrimi diye de adlandırılan bu dönem, kapitalist düzenin ilk temel
taşlarını attı. Đktisatçılar arasında iktisadi düşünceyi bu dönem düşünürlerinin
görüşleriyle başlatmak gelenek halini almıştır. Bunda pek de haksız
sayılmazlar, bugün geçerliliğini koruyan pek çok iktisadi soruna ilk yaklaşım
ve ilk çözüm önerileri o devir düşünürlerinden gelmiştir. 1500-1750 yıllarını
kapsayan bu döneme Merkantilist Dönem, o dönemin iktisadi düşünce
adamlarına da Merkantilistler adı verilir” (Yılmaz, 1992:5-6).
Nitekim söz konusu dönemde, özellikle broşür şeklinde çalışmalar
ortaya koyan 16., 17. ve 18. yüzyılda yaşamış olan düşünürlerin eserleri,
ilerleyen dönemlerde iktisatçılar tarafından inceleme ve değerlendirmeye tabî
tutulmuştur.
Bu bağlamda Spigel’e göre; “17. yüzyıl ve 18. yüzyılın ilk yarısındaki
yazarların
düşünceleri
ilk
defa
Adam
Smith
tarafından
“Milletlerin
Zenginliği”nin IV. kitabında ele alınıp, sistematize edilmeye çalışılmıştır.
Kitabın 200 sayfadan fazla kısmı Smith tarafından merkantilist sistemin
inceleme ve eleştirisine ayrılmıştır. Smith merkantilist sistemin zayıflıkları
üzerinde durarak kendi düşüncelerini güçlendirmiştir. Sistemin bilinen ismi
olan “Merkantilizm” de Smith tarafından verilmiştir (Spiegel, 1971:98).
Üç asır gibi uzun bir zamana yayıldığı ifade edilen merkantilist döneme
geçiş sürecinde hâkim olan temel olgu, anlayış ve düşünceler ile bunlarda
yaşanan değişimlerin ortaya konulması, söz konusu dönemin daha iyi
anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. Bunlar üzerinde, merkantilist düşüncenin
temel özellikleri başlığı altında, izleyen bölümde durulacaktır.
8
2. MERKANTĐLĐST DÜŞÜNCENĐN TEMEL ÖZELLĐKLERĐ
Merkantilizm öncesi ortaçağ anlayışında lüks harcamalar toplum için
tehlikeli görülüyordu. Hırslı, açgözlü ve gösterişli tüketim sadece çok kötü ve
hatta günah değil, aynı zamanda toplum tarafından da istenmiyordu. Çünkü
bu durum sınıf ilişkilerini rahatsız eder düşüncesi hakimdi. Bu etik kınama
merkantilist literatürün ilk zamanlarında da devam etmiş ancak zamanla
değişime uğramıştır. Nitekim başlangıçtaki bu düşünce daha sonra, savurgan
harcama sadece yabancı mallar açısından yasaklanmalıdır, haline gelmiştir.
Bireysel ve ulusal bazda tutumluluk sürmekle beraber, yavaş yavaş artan
tüketimin ulusal gücün göstergesi olduğu yönünde inanç ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu görüş sahiplerine Barbon, Coke, North ve Petty örnek
verilebilir. Özgürce harcamak, yoksullara iş sağlamak için ahlâki bir görevdir.
Sonraki dönemde, bu yöndeki görüşleri William Temple, Postlethwayt, Hume
ve Steuart da savunmuşlardır. Hatta bu konuda tutucu olan Thomas Manley
bile içkiye, fahişeliğe ve savurgan yaşama karşı çıkmamıştır (Pauling’den
aktaran Blaug, 1991d:84-85). Tüm bu değişimin ilişkilendirilebileceği anahtar
kavramın, ticaret olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim belirtilen görüşe yönelik destek, zaman içinde giderek
artmıştır. Çünkü canlılık paranın dolaşımını sağlayacak ve ticaret daha çok
artacaktır. Rahip-iktisatçı Josiah Tucker bile harcama ilkesini ahlâki bir görev
olarak göstermiştir. Bir kişi, ilk olarak çocuklarını eğitmeli ve onların toplumda
bir yer edinmelerini sağlamak amacıyla miras bırakmalıdır. Ardından toplum
kazancı için tüketim yapmalı, gelirini harcamalıdır. Petty’de görkemli
eğlencelere karşı çıkmamıştır. Çünkü bu giderler biracıların, fırıncıların,
terzilerin,
ayakkabıcıların
ve
diğerlerinin
ceplerine
geri
dönecektir
(Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:87).
Bu açıklamaların ışığında merkantilizmin, ticari kazanç üzerine
kurulmuş olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Merkantilist dönemin ilk yazarları,
bir ülkenin daha çok ihracat yapıp daha az ithalâtta bulunması durumunda,
yerli işgücüne istihdam yaratılacağı üzerinde durmuşlar ve bu görüş tüm 17.
ve 18. yüzyıllarda kesintisiz devam etmiştir (Schmitt’den aktaran Blaug,
1991a:194). Dolayısıyla bu tespit de, merkantilist dönem denilince, genelde
9
ticaret, özelde ise dış ticaretin ne denli önemli kavram olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır.
Merkantilist
düşüncedeki
tam
istihdam
anlayışına
gelince;
bu
düşünceye göre ekonomi normal şartlar altında kendiliğinden tam istihdama
ulaşacaktır. Bu yolda bireylerin çıkarı ve sosyal amacı düşünülmemelidir. Bu
düşünceye göre parasal fonların bireyde toplanması mallar için yeterli talep
olmamasına yol açacaktır. Zenginler gelirlerini mecburiyet durumunda
serbestçe harcamalıdır. Buna ilaveten harcamanın sadece yerli mallara
yönelik olması da ahlâki zorunluluktur. Bu düşünce merkantilist doktrinde
hakim olan para arzusundan vazgeçilmesi gerektiğine inanan dinsel
inançlarına sadık teorisyenler tarafından ortaya atılsa da, pek çok yazar
tarafından artan ihraç malları ve yurtiçi tüketimin işsizlik yükünü azaltacağı
inancıyla büyük çapta desteklenmiştir (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:87).
Bu da merkantilist sistemde, birey ile devlet arasındaki tercihte ön plana
kuşkusuz devletin çıkarıldığını ortaya koymaktadır.
Merkantilist dönemin ortalarına, yani 17. yüzyıla gelindiğinde ise;
şirketler eskisine nazaran yeni örgütlenme biçimine sahip oldular. Faaliyet
alanları da yine eskiye nazaran oldukça genişlemişti. Çok sayıdaki
yatırımcının payı bulunan sermaye şirketleri söz konusu dönemde ortaya
çıkmıştır. Bu şirketlerin pek çok avantajı olduğu gibi, aynı şekilde ortaklarına
da birçok avantaj sunmaktaydı. Đlk olarak bu tür şirketler sürekliliği olan
birliklerdi.
Yani
ortaklardan
birinin
çekilmesi
veya
ölümü
halinde
dağılmıyordu. Đkincisi sorumluluk sınırlıydı. Dolayısıyla ortaklar olası zarar
karşısında sadece şirket yatırımının kendi payına düşen kısmı kadar
sorumluydular. Üçüncüsü ise sermayenin daha fazla arttırılması durumunda,
ortaklara dağıtılan pay da artıyordu. Kısaca modern anonim ortaklıkların
sahip bulunduğu, bir kişinin sahip olduğu bireysel ayrıcalık garantisi dışında,
her avantaja sahiptiler (Burns ve Ralph, 1964:616). Şirketlerin yapısında
meydana gelen bu değişim hem şirketlerin mali bünyesi ve sermaye hacmini
hem de devamlılığını, yani daha uzun süre faaliyette bulunmalarını
beraberinde getirmiştir.
10
Anonim ortaklık şeklinde oluşturulan bu şirketlerin diğer bir özelliği ise,
ticari risklere karşı kurulmuş olmalarıdır. Bunlardan bir kısmı ayrıcalıklı
şirketlerdi. Bunun anlamı, belli yörelerde devlet garantisiyle monopol
durumda olmaları ve faaliyette bulundukları yerlerde geniş yetkiye sahip
olmalarıdır. Bunlardan biri olan ve 1600 yılında kurulan Đngiliz Doğu Hindistan
Şirketi2, Hindistan’da özel bir devletmiş gibi hüküm sürmüştür. Diğer meşhur
ayrıcalıklı şirketler ise, Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi, Hudson’s Bay
Company, Plymouth Company ve London Company idi. Bunlardan
sonuncusu Đngiliz sömürgelerinden olan Virginia’da kurulmuştu (Burns ve
Ralph, 1964:617). Bu durum dönemin koloni elde etme yarışında önde gelen
ülkelerinden, özellikle Đngiltere ve Hollanda’nın bu rekabetlerinde anılan
ayrıcalıklı şirketlerin ne denli önemli rol oynadıklarını açıkça ortaya
koymaktadır. Tüm bu anlatılanlardan hareketle, devlet idaresine yönelik
düşünceler sistemi olarak adlandırabileceğimiz merkantilist düşüncenin
gelişiminin ardında Avrupa ülkeleri arasında yaşanan savaş ve rekabet
vardır. Nitekim 1600-1667 yılları arasında barış ortamının olduğu tek bir yıl
vardır. Bu durum bir önceki yüzyılda da pek farklı değildi. 17. yüzyılın güçlü
ülkesi Đngiltere 1558 yılında Đspanyol donanmasına meydan okumakla giriştiği
rekabette üstünlük elde etme mücadelesinde başarılı olmuştur. Nitekim
izleyen yüzyılda Hollanda’yı da yanına alan Đngiltere Avrupa’nın ticarette en
güçlü ülkesi olur ve 18. yüzyılın başlarında genişlemesini Fransa’nın
kuzeyindeki adalara kadar sürdürür. Böylece Avrupa’da askeri açıdan da en
güçlü ülke konumuna ulaşır. Dolayısıyla merkantilist düşüncenin yükselişiyle
Đngiltere ve dünya gücü Britanya Đmparatorluğu’nun yükselişi arasında
paralellik vardır (Spiegel, 1971:98). Merkantilist dönemde Avrupa’da yaşanan
bu durum, Portekiz ve Đspanya’nın 15. yüzyılın önde gelen ülkesi olma
konumlarını Hollanda’ya, Hollanda’nın ise Đngiltere’ye kaptırmış olduğunu
ortaya koymaktadır3.
2 Đngiltere tarihinde çok önemli bir yeri olan ve iki asrı aşan bir süre varlığını sürdüren bu
şirket, izleyen bölümlerde ayrı bir başlık altında ele alınacaktır, s. 158-164.
3 Bu sürecin işleyişi, “Farklı Ülkelerdeki Merkantilist Anlayış ve Görüşlerin Temel
Unsurları” başlıklı üçüncü bölümde, dönemin belirtilen önde gelen ülkeleri tek tek ele alınarak ortaya
konulacaktır, s. 28-53.
11
Nitekim Lowry’e göre; “Đngiliz ve Fransız merkantilistler ekonomik
analizlerinde Hollanda’nın ekonomik başarısını ele almışlar ve analizlerini
buna göre şekillendirmişlerdir” (Lowry, 1987:154). Bu da kuşkusuz belirtilen
güç dengelerinin ülkelerarası el değişimini destekleyen bir durumdur.
Tüm bunlardan hareketle söz konusu dönemi Yılmaz, genel hatlarıyla
şu şekilde özetlemektedir: “Merkantilist Dönem, epey uzun bir zaman
aralığını, üstelik tarihin en çalkantılı yüzyıllarını kapsar. Buna bağlı olarak,
Merkantilistlerce dile getirilen ekonomik sorunlar da dönem başı ile sonu
itibariyle önemli değişiklikler gösterir. Kaldı ki Merkantilistler bir Okul etrafında
birleşmiş kişiler olmadıkları gibi, akademisyen de değillerdir. Devlet adamları,
şirket temsilcileri, devlette veya belli bir şirkette önemli bir mevkiye geçmek
için göze girmeye çalışan tüccarlar Merkantilistler dediğimiz grubu oluşturur.
Bu kişilerin çoğu birbirleriyle bir fikir alışverişi içinde değillerdir. Kendilerinden
öncekilerin söylediklerine katkı yapmak gibi bir niyetleri de yoktur. E.A.
Johnson’ın dediği gibi kendi okullarının iktisatçısıdırlar. Ne var ki o dönemin
kendine özgü koşulları bu kişileri, birbirlerinden bağımsız olarak, aynı konular
etrafında düşünmeye ve benzer sorunlara yönelik açıklamalar, çözümler
aramaya itmiştir. Aralarındaki tek ortak nokta budur” (Yılmaz, 1992:6).
Screpanti ve Zamagni’ye göre ise; “Bir okul etrafında toplanmamış
olan ve dolayısıyla her biri kendi okullarının düşünürleri olan merkantilistlerin
düşüncelerinin özünde, borçlanmaya müsaade etmemek vardır. Diğer
yandan kendine özgü ulusal ekonomi politikaları söz konusudur. Tüm bu
düşünceleri bir sistem şeklinde tanımlamak güçtür. Ancak en azından tarihsel
bir evrim olarak kabul etmek gerekir” (Screpanti ve Zamagni, 1993:23).
Merkantilist dönem, vurgulandığı üzere çok çalkantılı bir dönemdir.
Bundan hem ülke içi hem de ülkelerarası coğrafi, siyasi, dini ve ekonomik
temelli mücadeleler-savaşlar anlaşılmalıdır. Nitekim yoksulluğun neden
olduğu ve özellikle Fransa’da birbiri ardına yaşanan köylü ayaklanmaları ile
temelinde din ve mezhep olgusunun yattığı Otuz Yıl Savaşları (1618-1648)
ve yine özellikle Fransa, Đngiltere, Đspanya, Portekiz ve Hollanda arasında
ucuz hammadde, işgücü ve pazar sağlama, yani sömürge elde etme
mücadelesi ağırlıklı olarak bu dönemde cereyan etmiştir. Dönemin
12
düşünürlerini, gerçekten de toplumun çok farklı katmanlarında yer alan
insanlar oluşturmaktaydı. Örneğin işadamı Nicholas Barbon, filozof John
Locke, önce tüccar olarak iş yaşamında, ardından çeşitli devlet görevlerinde
bulunan Sir Dudley North, banker Richard Cantillon, maliyeci John Law ile
doktor, cerrah, matematikçi, mühendis, parlamento üyesi ve işadamı gibi pek
çok kimliğe sahip olan Sir William Petty bu dönemin düşünürleridir (Viner’den
aktaran Blaug, 1991b:83).
Bu noktadan hareketle, her ne kadar merkantilist düşünürlerin
ekonomik, iç ve dış siyasi görüşleri sistemli araştırmaya dayanmasa da,
bunlar tarafından gündeme getirilen sorun ve basmakalıp çözüm önerileri çok
etkili ve yaygındı. Çözüm olarak ileri sürülen görüşlerinin temelini ise güce
dayalı düzen, dış politikaya yönelik güç söylemleri oluşturuyordu. 17. ve 18.
yüzyıllarda “güç” kavramı sadece saldırmak, fethetmek, sömürgelerde prestij
sağlamak ile ilişkilendirilmiyordu. Bunların yanında belirtilen kavram, ulusal
güvenliği dıştan gelecek saldırılara karşı devam ettirmeyi de içeriyordu. Bu
noktada da ticaret önem kazanmaktadır. Nitekim Jean Baptiste Colbert bir
mektubunda; “Ticaret finansal gücün kaynağıdır. Bu da savaş için önemlidir.”
demektedir (Viner’den aktaran Blaug, 1991b:83). Yani devleti güçlü kılacak
olan, sürekli ve sağlam bir gelir elde etme mekanizmasının kurulması ve
işletilmesidir. Ülke bazında ileri sürülen bu mekanizma, aynı zamanda güç
kavramını, zenginlik kavramı ile ilişkilendirmektedir. Bu mekanizmanın
temeline ise kuşkusuz ticaret oturtulmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında,
hemen hemen tüm merkantilistlerin ileri sürdükleri zenginlik ve güç
kavramlarına ilişkin görüşleri ise şu şekilde toparlayabiliriz :
1)Zenginlik güç demektir ve bu da güvenlik veya saldırı için
zorunludur.
2)Güç aynı zamanda zenginliğin devamını sağlar.
3)Güç ve zenginlik birbirini tamamlar ve ulusal politikanın nihai
amaçlarıdır.
4)Bu iki kavram arasında, bazı durumlarda örneğin askeri güvenlik için
ekonomik fedakârlıkta bulunulsa da, uzun dönemde başarı açısından uyum
bulunmaktadır.
13
Yani zenginlik ve güç birbirini doğuran kavramlardır. Nitekim Hobbes,
“Zenginlik güç, güç zenginlik” demiştir. Bu söylem, merkantilist dönemde
hakim olan; “Dış ticaret zenginlik yaratır, zenginlik güç demektir, güç ise dini
ve ticareti korur.” şeklindeki düşüncenin özünü ortaya koyan bir söylemdir.
(Viner’den aktaran Blaug, 1991b:91).
Merkantilist döneme, düşünürler bazında yaklaşımı toparlayacak
olursak; Kapp’a göre; “Merkantilist düşünürler, ulusların zenginliği ile politik
ekonomi arasındaki ilişkinin farkına varmışlardı. Nitekim onlara göre ulusal
devletlerin ve hükümetlerin görevi; ulusal endüstriyi ve üretimi destekleyip,
yerel bazdaki gümrük engellerini, giriş ücretleri gibi kısıtlamaları kaldırmak
olmalıydı” (Kapp, 1956:33). Ancak görüldüğü gibi bu liberal yaklaşım, ülke içi
ticarete ilişkin bir yaklaşımdır. Dolayısıyla dış ticaretin ithalat boyutu söz
konusu olduğunda aynı liberal görüşlerden bahsetmek olanaklı değildir.
Sonuç olarak, örneğin merkantilizmin son dönemlerinde Child,
Davenant ve North gibi dış ticarette müdahaleciliğin karşısında yer alan ve
liberal olarak adlandırılabilecek düşüncelere sahip düşünürler olsa da,
dolayısıyla her ne kadar belirtilecek temel savunular tüm dönemi kapsamasa
da, dönemin geneli bakımından merkantilist düşünceye egemen olan temel
savunular şu şekilde ifade edilebilir :
1) Moneter bir savunu söz konusudur :
Bütün
ekonomik
faaliyet
altın
ve
gümüşün
elde
edilmesine
yönelmelidir. Amaç para miktarını arttırmaktır.
2) Milliyetçi (milli) ya da devletçi bir savunu söz konusudur :
Bireyin
değil
devletin
çıkarı
ön
plandadır
ve
bütün
ülkenin
zenginleşmesi istenir. Đktisadi yapının ve faaliyetlerin genişlemesi için devletin
mutlaka güçlü olması gerekliliği ısrarla vurgulanır. Ancak ilke olarak özel
girişimciliğe karşı çıkılmamıştır.
3) Müdahaleci bir savunu söz konusudur :
Devletin öne çıkarılması, onun yapacağı müdahalelere meşru zemin
oluşturur. Devlet ithalâtı kısmakta, sanayiî tarıma tercih etmekte ve ekonomik
hayata karışmaktadır. Ancak burada önemli olan nokta, söz konusu
müdahalelerin
ekonomide
koordinasyon
amacı
taşıyor
olmasıdır.
14
Müdahaleler özellikle parasal politikalarda, altın girişini çoğaltmak ve
korumak amacıyla, yaygınlaşmaktadır (Özgüven, 1984:42).
Görülüyor ki merkantilist düşüncenin ekonomik anlamda temel amacı;
ülkeye değerli maden olarak adlandırılan altın ve gümüşün olabildiğince
akışını sağlamaktır. Bu da kuşkusuz o ülkenin ekonomik ve dolayısıyla askeri
gücü ile doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlamda da, her ne kadar özel girişim
yadsınmamış olsa da, devlet ön plandadır. Devletin ön planda olması
kuşkusuz özellikle ekonomiye devlet müdahalesini beraberinde getirmektedir.
Zaten bir yandan ihracatın olabildiğince arttırılması ve aksine ithalâtın ise
olabildiğince, başta gümrük vergileri olmak üzere bir takım kısıtlayıcı
uygulamalarla, engellenmesi diğer yandan sürekli bir biçimde pahalıya satıp
ucuza alma anlayışı, söz konusu müdahaleyi doğal olarak ortaya
çıkarmaktadır.
Öte yandan feodalizmin tasfiye sürecine girmiş olması, güçlü bir ordu
ve ortaya çıkan; yeni sömürge, ucuz işgücü ve hammadde elde etme
mücadelesi, güçlü bir kral ve dolayısıyla devletin, bu tablodaki ağırlıklı yerini
tayin eden diğer gerekçelerdir. Nitekim deniz aşırı ticaretle birebir ilişkili olan
tüm bu unsurların gerçekleştirilmesi, büyük deniz filosu, güçlü bir donanma
ve dolayısıyla askeri güç ile mümkündür. Bu da kuşkusuz akla ilk olarak
devlet olgusunu getirmektedir.
Merkantilizmin
ortaya
çıkışı
ve
merkantilist
düşüncenin
temel
özelliklerinden hareketle buraya kadar yapılan, merkantilizmin kısaca arka
planının ifade edilmesinin ardından, izleyen bölümde merkantilistlerin temel
politika önerileri üzerinde durulacaktır.
15
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
MERKANTĐLSTLERĐN TEMEL POLĐTĐKA ÖNERĐLERĐ
Merkantilist düşünürler,Yılmaz’a göre; ”kendilerinden önce ileri sürülen
görüşlere katkıda bulunmak gibi bir niyetleri olmayan düşünürler olup, bu
bağlamda birbirleriyle bir fikir alışverişi içinde değildirler. Düşüncelerini
birbirlerinden bağımsız bir biçimde ortaya koysalar da, o dönemin kendine
özgü koşulları bu düşünürleri ortak konular ve sorunlar üzerinde düşünmeye
ve çözümler üretmeye yöneltmiştir” (Yılmaz 1992:6). Dolayısıyla bu durum,
söz konusu sorunlara ilişkin politika önerilerinin de ortaya çıkmasına yol
açmıştır. Fransa ve Đngiltere örneğine geçmeden evvel, merkantilistlerce
önerilen politikaların genel anlamda belirtilmesi yine çalışmanın amacına
zemin teşkil edecektir. Bu bağlamda öncelikle, konuları itibariyle tasnif
edilerek, merkantilistlerin temel politika önerileri üzerinde durulacaktır.
1. NÜFUS, ĐSTĐHDAM VE ÜCRET POLĐTĐKASI
Nüfus, istihdam ve ücret kavramları birbirleri ile ilişkili kavramlardır. Bu
bakımdan, bunlara ilişkin merkantilist düşüncede öne çıkarılan politika
önerileri aynı bölüm altında, alt başlıklar halinde değerlendirilmiştir.
1.1. Nüfus Politikası
Nüfus ve nüfus bilimine (demografi) yönelik merkantilist yaklaşımdan
söz etmek mümkündür. Çünkü teşviklerle gelişen sanayiye gerekli işgücünü
sağlamak gibi bir problem söz konusuydu. Bu bakımdan nüfusu arttırıcı
düzenlemeler yapılmalıydı. Örneğin Almanya’da evliliklere ilişkin ortaçağda
uygulanan bazı yasaklar kaldırılıp, geniş aileler ikramiye ve benzeri
yöntemlerle ödüllendirilmiştir. Gerçekte nüfusu hiçte az olmayan Đtalya gibi
ülkelerde bile nüfusun arttırılması amaçlı politika uygulanmıştır. Meselâ
16
Giovanni Botero (1543-1617), 1588 yılında yayımlanan, “Şehirlerin Saadet ve
Đhtişamının Sebepleri” adlı çalışmasında; insanlığın üretken gücünü ele almış
ve bunu üretimi arttıran en önemli unsur olarak görmüştür. Nitekim Botero’ya
göre göç; üretken güçten sızıntı anlamındadır. Bu düşüncenin gereği olan
önlemlerden biri Jean Baptiste Colbert zamanında Fransa’da uygulanmış,
yurtdışından
getirilen
yabancı
işçilerin
tekrar
ülkelerine
dönmeleri
yasaklanmış ve çalışma hayatı sıkı bir tarzda kayıtlanmıştır. Diğer yandan
nüfusun artması gerektiği yönündeki bu sabit düşünce, merkantilist dönemin
sürekli savaş ortamının gerektirdiği asker ihtiyacıyla da ilişkilendirilmiştir
(Screpanti ve Zamagni, 1993:27). O halde merkantilist düşünceye göre,
nüfus hem ülkenin üretim gücü hem de askeri gücü ile ilişkilendirilerek;
nüfusun artmasına yönelik; teşvik, göçün yasaklanması gibi yöntemlere
başvurulmalıdır. Kaldı ki nüfusun artması işgücü arzını yükseltip, üretim
maliyetinde önemli bir unsur olan ücretlerin de düşük seviyede oluşmasını
sağlayacak ve insanları çalışmak zorunda bırakacaktır.
1.2. Đstihdam ve Ücret Politikası
Merkantilistlerin ücrete ilişkin yaklaşımları da kendine özgüdür. Bu
yaklaşıma göre maksimum işgücü arzı asgari geçimi sağlayacak ücret
seviyesinde oluşur. Yüksek ücret durumunda ahlâki açıdan şu sonuçlar
ortaya çıkacaktır: Đşçilerin ahlâkı bozulacak, yiyecek ve içecek tüketiminde
aşırılık ortaya çıkacaktır. Bu da beraberinde aylaklık ve tembelliği getirecek,
böylelikle işgücü arzı azalacak, bu azalış ise ücretlerdeki artıştan daha fazla
olacaktır (Screpanti ve Zamagni, 1993:27).
Diğer yandan merkantilist dönemde emek arzının ücret esnekliğinin
negatif olduğu anlayışı ile, ücretlerin yükselmesinin emek arzını daraltacağı,
düşük ücretlerin ise halkı çalışmak zorunda bırakacağı düşünülmüştür. Bu
nedenle ücretlerin yükselmemesi için Child ve Mandeville tarafından bir
yandan nüfusun fazla olması istenirken, diğer yandan Petty tarafından erzak
fiyatlarının bolluk yıllarında bile yüksek olması istenmiştir. Esas olarak
merkantilist düşük ücret politikası ahlâk anlayışından bağımsız temellere ya
da Edgar Furniss’in yoksulluğun yararı diye adlandırdığı olguya dayanır. Bu
17
düşünceye göre ızdırap çekmek tedavi edicidir. Fırsat verildiğinde emekçi
tembel olur. Genel olarak aşağı sınıfların ahlâki durumu düşük olduğu için,
yüksek ücretler ayyaş, tensel zevklere düşkünlük gibi çeşitli aşırılıklara yol
açar. Başka bir anlatımla, eğer ücretler asgari geçim düzeyinin üzerine
çıkacak olursa fiziki zevk arayışı kötülüklere ve ahlâki bozulmalara yol
açacaktır. Yoksulluk (yüksek erzak fiyatı ve/veya düşük ücretler) ise emekçiyi
çalışkan kılar ve daha iyi yaşamasına yol açar. Arthur Young, “Aptallar
dışında herkes bilir ki aşağı sınıflar yoksul bırakılmalıdır, aksi takdirde
çalışkan olmazlar” der. Dolayısıyla merkantilist görüşe göre işsizlik
tembelliğin sonucu idi. Mandeville yoksul çocukların ve yetimlerin, maliyetine
kamunun katlandığı okullara gönderilmemelerini, erken yaşta işe konmalarını
öneriyordu. Buna ilaveten John Law ve David Hume da; “Optimal düzeyde
hayal kırıklığı” yaratacak bir reel ücret amaçlar görünüyorlardı. Yani; lüks
malları elde etmeyi umabilecek kadar yüksek, fakat onları elde edemeyecek
kadar düşük bir reel ücret. Thomas Mun ise; iç üretimin arttırılarak işçi
sınıfının istihdamının sürekli olarak yükseltilmesine önem veriyordu (Ekelund
ve Hebert’den aktaran Çaklı, 1998:9).
Tüm bu düşünceler, merkantilistlerin işgücü piyasasına ne denli katı
bir yaklaşım tarzı sergilediklerini ortaya koymaktadır. Bunun temelinde ise
özü itibariyle yüksek ücretin insanı çalışmaktan alıkoyacağı, diğer bir ifadeyle
düşük ücretin insanları çalışmaya sevk edeceği düşüncesi yatmaktadır. Öte
yandan bu yaklaşımda sınıf ayrılığı da ön plana çıkarılmakta ve düşük ücret
uygulamasının işaret edildiği yoksul sınıfın sürekli bir biçimde işgücü
piyasasında tutulmalarının, bu uygulamayla sağlanabileceği belirtilmektedir.
Bunun yanında önerilen erzak fiyatlarının yüksek tutulması da işgücünün
yoksul bırakılmasının, düşük ücret uygulaması dışında gerçekleştirilebileceği
diğer bir yöntemdir. Kuşkusuz amaçlanan ücret seviyesine göre her iki
yönteme birden de başvurulabilir.
Coleman’a göre; “Merkantilist işgücü piyasasındaki arz fazlalığı ve
dolayısıyla ücretlerin düşük olması durumu geçmişten miras alınmıştır”
(Coleman’dan aktaran Blaug, 1991b:178). Bu durum Pauling tarafından şöyle
ifade edilmektedir:
18
“Merkantilist dönemde de devam eden, işçilere yönelik düşük ücret
inancı ortaçağ düşünce mirasıdır. Çünkü işçiler çalışmaya isteksizdir. Onları
açlıkla çalışmaya mecbur etmek gereklidir. Thomas Mun, Joshua Gee,
William Temple, Thomas Manley, John Houghton, Jacob Vanderlint ve Sir
Walter Haris, tembel işçiler için açlığın çok önemli bir dürtü olduğunu
vurgulamışlardır. Mandeville de bu durumu destekleyerek, hoşa gitmeyen
çalışmanın zorlanmadıkça gerçekleştirilemeyeceğini belirtmiştir. Nitekim
düşük ücret uygulaması, imalâtçıların ürettikleri mallarını piyasada daha
düşük fiyattan satmalarını, böylelikle de ticareti ele geçirme ihtimalini
yükseltecektir. Yani ya içerde maaş artışı, ya da yurtdışına daha fazla mal
satışı tercih edilecektir. Đkinci ihtimal uluslararası güç bakımından da çok
önemlidir” (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:87). Nitekim aynı gerekçe
Gregory tarafından; “Dönemin Avrupa’sında ucuz işgücü uluslararası
rekabette üstünlük sağlama amacıyla önemseniyordu” (Gregory’den aktaran
Blaug, 1991c:48), şeklinde de ortaya konulmaktadır.
Bu görüşler ise, yine işçilerin yoksul bırakılarak çalışmaya mecbur
bırakılmaları gereğinden hareketle, düşük ücret uygulamasının rekabet
eksenli gerekçesine de vurgu yapmaktadır. Thomas Mun ve Edward
Misselden
gibi
düşünürler,
Gerard
de
Malynes’in
aksine
bunu
benimsemektedirler4.
Ücret konusunda özellikle kasaba ve kırsal alanlardaki yaşam
koşullarından hareket eden başka bir yaklaşım da vardır: Bu yaklaşımın
argümanları ise şu şekilde ifade edilebilir; ilk olarak işçilerin günde 13-14 saat
çalışmaları gerçeğinden hareketle, günlük ücretlerdeki artış, boş zaman ve
belki de alkol talebini yükseltecektir. Đkinci olarak, kırsal alandan şehre göç,
tersi durumdan çok daha düşük düzeyde gerçekleşmektedir. Çünkü yaşam
şartları şehirde, kırsal alana nazaran çok daha zordu. Bu yüzden sanayi
sektöründe çalışanların ücretlerindeki önemsiz artış, bu alana yönelik işgücü
arzı artışına yol açmamaktaydı. Söz konusu bu faktör, düşük işgücü arz
esnekliğini açıklamaktadır. Hatta işgücü arz eğrisi, belirtilen nedenden dolayı
4 Söz konusu düşünürlerin bu konudaki görüşleri izleyen bölümde kapsamlı bir şekilde
açıklanacaktır, s. 44-47.
19
negatif eğimli bile olabilecektir. Bu durumun açıklaması, Şekil 1 üzerinde
gösterilmiştir.
Şekil 1. Đşgücü Arz Eğrisi
Kaynak: SCREPANTI Ernesto, ZAMAGNI Stefano; An Outline of
The History of Economic Thought, Translated by David
FĐELD, Oxford, Clarendon Press, 1993, s.28.
Şekilde wr ; reel ücreti, S; işgücü arz eğrisini, D; işgücü talep eğrisini,
__
wr
geçimlik ücreti, N; işçi sayısını ve
N
tam istihdam düzeyini
göstermektedir. Đşgücü arz eğrisi, asgari geçim düzeyinde sonsuz esnektir.
Bu düzeyde tüm işgücü hayatını sürdürebilecek, daha düşük bir ücret
düzeyinde
ise
bu
mümkün
olmayacaktır.
Tam
istihdam
düzeyinde
ücretlerdeki her bir artış işçileri çalışmamaya sevk edecek ve arz eğrisi
negatif eğimli olacaktır. SD ve DD eğrilerinin kesiştiği P noktası, wr geçimlik
ücret düzeyinde tam istihdam durumunu göstermektedir. Đşgücü arzındaki bir
artış, talep eğrisini D΄D΄ düzeyine kaydıracak, ücretler w΄r seviyesine çıkacak
ve işgücü arzı N΄ noktasına gerileyecektir (Screpanti ve Zamagni, 1993:28).
20
Sonuç olarak, işçilerin ahlâk bozukluğundan dolayı ulusal zenginliğin
azalmaması için, nüfusun en azından sermaye stokundaki artış kadar
__
artması gereklidir. Eğer arz eğrisi SS΄ düzeyine kayarsa, Đstihdam N ΄
noktasına ulaşır ve ücretler tekrar wr düzeyine iner, dolayısıyla yeni denge Q
noktasında oluşur (Screpanti ve Zamagni, 1993:29). Dolayısıyla nüfus
politikasında ortaya konulan, nüfusun arttırılması gerekliliği yönündeki temel
düşünce, bu açıklamalar temelinde istihdam ve ücret politikasında da
karşımıza çıkmaktadır.
2. EĞĐTĐM POLĐTĐKASI
Merkantilist düşünce sisteminde eğitim konusuna yaklaşım da, yine
kendine özgüdür. “Merkantilistlere göre, eğitim değerli yoksulu bozar.
Dolayısıyla “Okuma Yazma ve Aritmetik” gibi dersler ancak böyle nitelikleri,
işleri gereği kazanmaları gerekenler için zorunludur. Fakat halkın geçimi bu
konulara dayanmadığı için zararlıdır. Đşe gitme yerine, okula gitme tembellik
demektir. Erkek çocukların bu tür kolay geçen hayatları ne kadar uzun süreli
olursa kendilerini çalışmaya intibak ettirmeleri (hem kuvvet hem de eğilim
açısından) o kadar zor olur. Bu bakımdan bir an evvel çalışma hayatına
atılmalıdırlar” (Ekelund ve Hebert’den aktaran Çaklı, 1998:9).
Görüldüğü gibi eğitim politikası da asıl olarak, yoksul halka bu konuda
ne tür uygulamalar yapılması gerektiği üzerine kurulmuştur. Daha da önemlisi
bu politika, işgücü piyasası ve dolayısıyla istihdam koşulları esas alınarak
oluşturulmaktadır. Nitekim yüksek ücretin tembellik yaratacağı düşüncesi,
eğitim konusunda da okula gitmenin tembelliğe neden olacağı şeklinde
karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla merkantilistler açısından her iki duruma
da aynı amaç gözetilerek yaklaşılmaktadır.
3. ÜRETĐM VE VERGĐ POLĐTĐKASI
Merkantilist düşünürlerin ileri sürdükleri üretim ve vergilemeye ilişkin
politika önerileri de özü itibariyle ulusal üretimin arttırılmasını hedef
almaktadır. Bu hedef üretim boyutunda temel olarak teşvik ve koruma ile
21
vergi alanında ise yine işgücünün çalışmasını esas kılmak anlayışı üzerine
temellendirilmiştir. Merkantilist dönemde bu iki alana ilişkin politika önerileri
aşağıda ayrı başlıklar altında değerlendirilecektir.
3.1. Üretim Politikası
Merkantilist dönem boyunca tüm düşünürler, ulusal yarar için nüfusun
zorlu bir çalışma temposuna sahip olması gerektiği konusunda hemfikirdiler.
Bu düşünürlere göre toplam üretimin arttırılması iki yöntemle sağlanmalıydı.
Bunlardan ilki; üretimde yerli kaynaklar kullanılması, ikincisi ise; ithal edilen
malların yurtiçinde üretilmesidir. Diğer yandan yurtdışından, bazılarına göre
her sektör için, bazılarına göre ise bazı sektörler için işçi getirilmelidir.
(Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:83). Yani merkantilist düşünce sisteminde
üretim iki temel olgu üzerine inşa edilmiştir. Üretimin yerel girdilerle yapılması
ve yine üretimin ithal ikameci anlayışla gerçekleştirilmesi.Bu durum, örneğin
dönemin Fransa’sında üretimin ne şekilde gerçekleştirildiği ortaya konularak
daha iyi anlaşılabilir. Bu bağlamda merkantilist dönemde Fransa’da; “Krala ait
imalathaneler, ayrıcalıklı teşebbüsler, izne bağlı özel teşebbüsler ve bunların
dışında kalan nitelikteki teşebbüsler bulunmaktaydı.
Krala ait imalathaneler kapsamında tamamen devlet teşebbüsleri yer
almaktaydı ve bunların üretiminin tümünü belli bir fiyat üzerinden devlet satın
almaktaydı. Ayrıcalıklı teşebbüsler, özel teşebbüslerden oluşup, bunlar
isminden de anlaşılacağı üzere; devletin her türlü yardımından, teşvikinden
yararlanan, kralın verdiği ayrıcalıkları olan teşebbüslerdi. Bu teşebbüslerin
ürettikleri malların dışarıdan ithali yasaktı. Daha sonraki yüzyıllarda modern
endüstriyi işte bu teşebbüsler yaratacaklardır. Bu teşebbüslerden bir kısmı
krallığa ait olmakla beraber bir kısmı tamamen özel kişilerin elindeydi. Đzne
bağlı özel teşebbüsler; sadece maden, basım ve yayımcılık gibi belirli
alanlarda faaliyette bulunabilen teşebbüslerdi. Tüm bu sayılan teşebbüslerin
dışında kalan teşebbüsler ise diğer teşebbüsler şeklinde nitelendirilmekteydi”
(Imbert’den aktaran Hamitoğulları, 1986:69).
Dolayısıyla Fransa’da merkantilist döneme ilişkin üretim sektöründe,
girişimin faaliyet konusu, statüsü, ürünün ne şekilde değerlendirileceği ve
22
girdi temininden hareketle bir tasnife gidildiği ve devletin koruma ve teşvik
rolü üstlendiği görülmektedir.
3.2. Vergi Politikası
Merkantilist düşünürlerce ten zevklerine, yani zevk ve sefaya
düşkünlüğü önleyen ve yoksulu çalışkan kılmaya yönelik değişik önerilerde
bulunulmuştur. Örneğin, John Law zenginlerin yapacağı tasarrufu ve
yoksulların çalışkan olmalarını teşvik için, tüketim üzerine vergi konulmasını
önermiştir. Diğer yandan çalışkanlığı teşvik etmek için ılımlı vergiler dönem
içinde destek görmüştür. Üretimin vergilendirilmesi noktasında ise; bu alana
yönelik aşırı vergilerin teşvikleri yok edeceği ve umutsuzluk yaratacağı
düşünülmüştür. Bu düşünceden hareketle imalathaneler vergiden muaf
tutulmuştur. Diğer taraftan üretimi başlatabilmek ve hızlandırabilmek
amacıyla ulusal ve bölgesel düzeyde tekeller oluşturulmuştur. Bu bağlamda,
David Hume da çalışkanlığı teşvik etmek için ılımlı vergileri desteklemiş, aşırı
vergilemenin
teşvikleri
yok
edeceğini
ve
umutsuzluk
yaratacağını
düşünmüştür (Ekelund ve Hebert’den aktaran Çaklı, 1998:10). Tüm bu önlem
ve uygulamalar kuşkusuz üretimin nasıl daha fazla arttırılabileceği arayışının
bir sonucudur.
4. ENFLASYON, PARA VE FĐYAT POLĐTĐKASI
Amerika’dan getirilen bol miktardaki altın ve gümüş; Avrupa tarihinde
görülmemiş ölçüde hızlı ve uzun süreli enflasyona yol açtı. Gözlenen bu olgu
Bodin’i miktar teorisinin ilk formülasyonuna sürükledi. Bodin, fiyatların
yükselişini Avrupa’ya getirilen değerli madenlere bağladı. Bu tez, diğer pek
çok merkantilist tarafından paylaşıldı. Enflasyonla para miktarı arasındaki
ilişkinin kurulmasına rağmen, bir ulusun zenginliğinin dolaşımdaki para
bolluğuna bağlı olduğu yolundaki temel düşünceden vazgeçilmemiş olması,
ancak fiyat yükselişinin tüccar kazançlarını arttırmasıyla açıklanabilir.
Örneğin Malynes bu son durumu fark etmişti. Ayrıca, o dönemde Child’a
göre, erzak pahalıysa insanlar zengin, erzak ucuzsa insanlar yoksul demekti.
Çünkü yüksek fiyatlar emekçilerin hayat düzeyini düşürerek onları daha
23
çalışkan kılardı. Diğer yandan merkantilistlere göre para bolluğu, ticari işlerin
finansmanını da kolaylaştırmaktadı (Screpanti ve Zamagni, 1993:29).
Dolayısıyla merkantilistlerin, bu düşüncelerle bir kez daha ortaya konulduğu
üzere, aşırı para isteğine dayalı temel yaklaşımları, beraberinde enflasyon
olgusunun da gündeme gelmesine rağmen kabul görmektedir. Çünkü para
bolluğu en başta zenginliğin bir alâmetidir. Öte yandan ticaret daha kârlı hale
gelecek ve yine işgücü piyasası da bu durumdan etkilenerek, işçilerin daha
fazla çalışmaları sağlanacaktır.
Dolaşımdaki paranın bol olması gerektiği şeklindeki isteğe yönelik
düşünce bazında verilen uğraş, paranın miktar teorisini ilk olarak
merkantilistlerin formüle etmesini beraberinde getirmiştir. Nitekim fiyatlardaki
artış ile dolaşımda bulunan altın miktarındaki artış arasındaki ilişki, evvela ilk
dönem Đspanyol Merkantilistlerince ele alınmıştır. Bu ilişki ilk kez Martin de
Azpilcueta Navarro (? -1586) tarafından ortaya konulmuştur. Luis de Molina
(1530-1600) bu konuda 1597 tarihli, “Adalet ve Kanun“ adlı eserinde daha
detaylı inceleme yapmıştır. Miktar teorisinin ilk formülasyonlarından biri, Jean
Bodin (1530-96) tarafından 1568 tarihli, “Malestroict’in Paradokslarına
Cevap” adlı çalışmada gerçekleştirilmiştir. Malestroict’e göre fiyatlar, paranın
değerinde yapılan düşüşler sonucunda yükselmektedir. Bodin ise bu görüşe
karşı çıkarak, fiyatların yükselmesini tedavüldeki altın miktarının artmasına
bağlamıştır. Bodin’den sonra miktar teorisi diğer pek çok merkantilist
tarafından kabul görmüştür. Diğer taraftan John Hales de 1549 yılında
yazılan ve 1581 yılında yayımlanan, “Đngiltere Krallığının Zenginliği Üzerine
Bir Araştırma” isimli çalışmasında Malestroict ile aynı düşünceyi paylaşmıştır
(Screpanti ve Zamagni, 1993:29). Dolaşımda çok miktarda para olması
gerektiği yönündeki merkantilist temel düşünce ve bu yöndeki uygulamaların
ortaya çıkardığı enflasyon olgusu, bu sefer merkantilistleri bu konuda
çalışmaya yöneltmiştir. Enflasyonun kaynağına ilişkin yaklaşımların temelini
oluşturan, dolaşımdaki para miktarı ya da paranın değer düşüklüğünü esas
alan belirtilen yaklaşımlar, bu konuda merkantilistlerin fikir birliği içinde
olmadıklarını göstermektedir.
24
Para arzındaki artışın, ekonomik faaliyet üzerine etkisine gelince, bu
durum iki mekanizma ile açıklanabilir. Bunlardan ilki doğrudan gerçekleşen
mekanizmadır. Yani gelirde ve tüketimde meydana gelen artış, para
arzındaki
artıştan
kaynaklanır.
Diğer
mekanizma
ise
dolaylı
olarak
gerçekleşen, yani para miktarındaki artışın, faiz oranında düşüşe yol açtığı
mekanizmadır. Bazı merkantilistlere göre para, üretim ve ticareti harekete
geçirir. Bu süreçte, faiz de bir tür fiyattır ve paranın arz ve talebine göre
belirlenir. Bu düşüncedeki merkantilistlere örnek olarak ise, John Locke
gösterilebilir (Screpanti ve Zamagni, 1993:30-31).
5. FAĐZ POLĐTĐKASI
“Para bolluğunun ticari işlerin finansmanını kolaylaştırdığını da
görmüştü
merkantilistler.
Para
miktarındaki
artış,
para
bulmayı
kolaylaştırmanın yanında kredi için ödenecek faiz oranını da düşürecekti.
Faiz oranının yüksekliği nedeniyle Alman rakipleriyle rekabette Đngiliz
tacirlerinin zorlandığını ileri süren Thomas Culpepper; …devletin yasayla bir
maksimum faiz oranı belirlemesini istemiştir. …eğer bir ülkenin zenginleşme
yolu ticaretse ve faiz oranını düşürmek ticareti teşvik ediyorsa, düşük bir faiz
oranının zenginliğin güçlü bir nedeni olduğu inkar edilebilir mi? Düşük bir faiz
oranı tarafından ortaya çıkarılan zenginlik artışı da faiz oranının daha da
düşmesine neden olabilir” (Roll’den aktaran Çaklı, 1998:11). “Sir William
Petty Political Arithmetick’de faiz oranının düşmesini yalnızca para miktarının
artışına bağlayarak daha da ileri gitmekte, insan yasalarının doğa yasaları
karşısında hiçbir ağırlığı olmayacağını ifade etmektedir” (Denis’den aktaran
Çaklı, 1998:11). O halde faiz politikası en başta dış ticarette rekabet
üstünlüğü elde edebilmek için önemlidir. Düşük faiz uluslararası rekabeti
ülkenin lehine çevirecektir. Sir Josiah Child, izleyen bölümlerde detaylı bir
şekilde üzerinde durulacağı üzere, Đngiltere ve Hollanda’yı kıyaslayarak bu
durumu ele almıştır.
Merkantilist dönemde ele alınan konularda ileri sürülen bazı görüş ve
öneriler, bu dönem sonrasında da destek bulabilmiştir. Bu bağlamda,
“Merkantilizmin tüm savunuları arasında belki en önemlisi J.M. Keynes’e
25
aittir. Keynes’in merkantilizme yönelik övgüsü para arzı, faiz oranı, yatırım
miktarı arasındaki ilişkiler üzerinedir. Keynes’e göre; yetkili organların iç faiz
oranı ve iç yatırımı teşvik eden diğer teşvikler üzerinde denetiminin
bulunmadığı bir zamanda, ticaret bilançosu fazlalığını arttırmaya yönelik
tedbirler, yabancı yatırımı arttırmak için ellerindeki yegâne doğrudan araç idi
ve aynı zamanda, ticaret bilançosu fazlalığının değerli maden girişi
üzerindeki etkisi, iç faiz oranını düşürme ve dolayısıyla iç yatırım teşvikini
arttırmada onların yegâne dolaylı aracı idi” (Keynes’den aktaran Çaklı,
1998:11).
Dolayısıyla
merkantilistlere,
Keynes
düşük
faiz
dönemin
oranı
özelliklerinden
sayesinde
yatırım
hareketle
düzeyinin
yükseltilebilmesinin, ancak dış ticaret eksenli bu nedensellik ilişkisiyle
sağlanabileceği noktasında destek vermektedir. Bununla birlikte yatırımın
arttırılması ülke içi bazı önlemlerle de mümkün kılınabilir. Nitekim Jean
Baptiste Colbert döneminde Fransa’da, başlangıçta imalat sanayine faizsiz
kredi, para veya bina, atölye, makine gibi malzeme tarzında tahsisler
yapılarak yatırım teşvik edilmeye çalışılmıştır.
6. DIŞ TĐCARET POLĐTĐKASI
Hales; ihracatı arttıran, ithalâtı kısan dış ticaret politikalarının emek
istihdamını olumlu etkileyeceğini belirtir. Ona göre nüfusun iş sahibi olması,
toplumsal barışın korunabilmesi için zorunluydu. Ülke ihracatının gelişmesi
için gerekli olan pazarlar sömürge fethini, koloniyalizmi gerekli kılıyordu.
Child; “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev-A new Discourse of Trade” adlı
çalışmasında bir koloniyal ekonomi teorisi geliştirmişti. Montchrétien ise;
sömürge elde etmekle hem dini, hem iktisadi amaçlara birlikte ulaşılacağını
ifade ediyordu. Ona göre sömürgeleştirmenin amacı; “Yüksek ahlâklılık
dersleri ve yüce örneklerle kendilerini kurtuluş yoluna koymamız için bizim
egemenliğimiz altına girmeye hazır bekleyen, bize kollarını uzatarak
yalvaran, bizi çağıran, uygarlık yoksunu bunca barbar halka yaratıcımız
tanrının
adını
tanıtmak”
idi.
Bu
ayrıca
devletin
ve
yurttaşların
zenginleşmesine de neden olacaktı (Roll’den aktaran Çaklı, 1998:12). Temel
düşüncesi ithalâtı hor gören, ihracatı teşvik eden ve dolayısıyla avantajlı bir
26
dış politikaya sahip olabilme isteğinin hakim olduğu bu sistem, “Bullionizm”
olarak adlandırılır ve belirtildiği üzere merkantilist dönemde genel olarak
ulusların değerli maden elde etmeleri temel amaç olmuştur. Merkantilist
düşüncede
zenginliğin
bu
biçimde
tanımlanması
önemli
yanlışlıklar
doğurmuştur. Yani merkantilist kabûlde bir ulusun zenginliğinin arttırılması,
sadece diğer bir ulusun harcamalarına bağlı kılınmıştır (Pauling’den aktaran
Blaug, 1991d:80).
Görülüyor ki merkantilistlerin gözünde dış ticaret çok önemli bir yere
sahiptir. Çünkü dış ticarette sağlanacak başarı zenginliğin temelini teşkil
edecektir. Durum böyle olunca, bu başarı uğruna yapılacak her şey kabul
edilebilir bir hâl almaktadır. Bu uğurda sömürge elde etme faaliyetinde bile
bulunulabilir. Daha da ötesi, Montchrétien’in yukarıda yer verilen söylemiyle
de ortaya çıktığı üzere, sömürgeciliğin iktisadi gerekçeleri bir yana, dini
temelde de girişilmesi gereken bir faaliyet olduğu ortaya konmaktadır.
Ayrıca; ithalât mümkün olduğunca hammaddelerle sınırlı tutulmalı;
içeride üretimi yapılan hiçbir malın ithaline izin verilmemelidir. Bazı malların
ithalâtının zorunlu olması halinde, bunların ilk elden alınması ve bedeli,
ancak altın ve gümüş vererek değil, yerli mal satarak karşılanmalıdır. Öte
yandan nüfus artışı özendiriliyor, ithalâttan çok yüksek vergiler alınırken,
ihracat
teşvik
ediliyordu.
Yani
kapitalist
bir
devletçi
yapı
hakimdi.
Merkantilizmin esası devlet idaresine dayanmaktaydı ve ekonomi politikası
hem ekonominin ve hem de devletin birlikte büyümesini sağlayacak temel bir
araç olarak görülmekteydi. Dolayısıyla bu düşünce sisteminde hazine güçlü
olmalı, cari işlemler bilançosu (+) bakiye vermelidir (Çaklı, 1998:13). Bu da
kuşkusuz kısıtlayıcı ve teşvik edici birbirine zıt iki politikanın uygulanması ile
mümkün olacaktır ki merkantilistler de zaten bunu önermektedirler.
Merkantilist döneme ilişkin dış ticaret temelinde devlet müdahalesinden söz
edilen bu noktada, 17 yüzyıla ilişkin karakteristik uygulamalardan hareketle
Đngiltere ve Fransa’ya baktığımızda;
17. yüzyılda ticari açıdan yerli sanayi kurma düşüncesi ön plandaydı.
Đhracat resmi kaldırılırken, ithalât resmi yükseltilmişti. Böylece ihracat teşvik
edilmiş, ithalât engellenmiş, hatta yasaklanmıştır. Bu prensipler özellikle
27
Colbert tarafından 1660’lı yıllarda Fransa’nın dış ticaret politikasında
uygulanmıştır. Đngiltere’de ise özellikle 17. yüzyılın sonlarına doğru ulusal
sanayide kullanılan ithal malzemeler dışında aynı önlemlere başvurulmuş,
bazı maddelerin ise, örneğin yün gibi, ihracı yasaklanmıştır. Diğer yandan
“Gemicilik Yasası” sömürgeleştirme politikasına katkı sağlamış, kolonilerden
düşük maliyetli ürünler Đngiltere’ye taşınmış ve sonuçta 1600 yılında kurulan
Doğu Hindistan Şirketi gibi büyük ulusal ticari şirketler ortaya çıkmıştır. Dış
ticarette amaçlanan başarının yurtiçi alt yapısına gelince, ülke içindeki
üretken faaliyetler; imtiyazlar, devlet yardımları, vergi muafiyeti gibi
yöntemlerle teşvik edilmiş ve dışarıdaki kalifiye elemanların ülkeye çekilmesi
amaçlanmıştır (Screpanti ve Zamagni, 1993:26-27).
Merkantilizmin tarihi ve merkantilistlerin temel politika önerileri, yani
merkantilizme ilişkin genel ve tanıtıcı mahiyetteki bu bilgilerin ardından,
izleyen bölümde yine çalışmanın konusuna zemin oluşturmaya devam
edilerek, farklı ülkelerdeki merkantilist anlayış ve görüşlerin temel unsurları
üzerinde durulacaktır.
28
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
FARKLI ÜLKELERDEKĐ MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE GÖRÜŞLERĐN
TEMEL UNSURLARI
Bu bölümde Merkantilist dönem Avrupa’sında çeşitli ülkeler ele alınıp,
bu ülkelerdeki merkantilist anlayış ve görüşlerin temel unsurları ortaya
konulacaktır. Bu bağlamda sırasıyla Đspanya, Portekiz, Đtalya, Almanya ve
Hollanda’daki merkantilist anlayış ve görüşler genel olarak aktarılacak ve
nihayet çalışmanın konusunu teşkil eden Fransa ve Đngiltere üzerinde ise, bu
ülkelerin önde gelen düşünürleri ve bunların düşünceleri temelinde
durulacaktır. Bu da kuşkusuz izleyen bölümlerde detaylı bir biçimde ele
alınacak olan 17. yüzyıl Avrupa, Fransa ve Đngiltere’sini ve yine bunların
ekonomilerini daha iyi anlamaya dayanak teşkil edecektir.
Diğer
yandan
17.
Yüzyıl
Fransız
ve
Đngiliz
merkantilizminin
karşılaştırmalı analizini sağlayacak olan unsurlara esas teşkil eden, belirtilen
dönem Fransa’sı ve Fransız ekonomisi ile Jean Baptiste Colbert’in
uygulamaları ve yine bu dönem Đngitere’si ve Đngiliz ekonomisi ile Sir Josiah
Child’ın, eserleri temelinde görüş ve önerileri üzerinde izleyen bölümlerde
durulacağından, bu bölümde Cobert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın
görüş ve önerileri de, konu ve bölüm bütünlüğünü sağlamak bakımından ele
alınmayacaktır.
1. ĐSPANYOL MERKANTĐLĐZMĐ
Merkantilist dönemin başlangıcında, yapılan coğrafi keşifler sayesinde
Portekiz ile beraber ön planda yerini alan Đspanya, ülkeye yönelik değerli
maden akımıyla zenginliğe ulaşmış olsa da, bu kuşkusuz arızi bir durumdu.
Nitekim
Doğu
Hindistan
yolunda
Portekizlilere
yetişemeyen
Đspanyollar, bu yolun batı kapısını keşfetmeyi tasarladılar. Christoph
29
Colomb’un 1492 yılında bu amaçla yaptığı ilk yolculuk sonunda Hispaniola’ya
(Haiti) yerleşilmesiyle başlatılan sömürge imparatorluğunda merkantilist bir
politika uygulandı. Đmparatorlukta, sadece metropol tarafından ve yalnızca
onun yararına sömürü düzeni yürütülmeliydi. Böylece kısa zamanda tek
taraflı ticaret ve işletme tekeli politikaları ağır bastı. Yine imparatorluk,
metropolden gereksindiği imal edilmiş malları satın almalıydı. Bir dizi
yasaklama imparatorlukta doğmakta olan sanayileri felce uğrattı. Meksika
yakınlarında ipekçilik, dut ağacı yetiştiriciliği, bağcılık ve zeytincilik bu duruma
örnek gösterilebilir (Williams, 1970:91). Dolayısıyla yanlış olduğu ifade
edilebilecek bu politikalarla, dönemin Đspanya’sında yeni yeni endüstrilerin
ortaya çıkması baştan engellenmiş, bu da ekonomik döngünün üretim
aşamasının olumsuz yönde etkilenmesine yol açmıştır.
Öte yandan Đspanyol sömürgelerinde 1600 yılından başlayarak
oldukça genelleştirilen mülksüzleştirme olgusu, resmi otoritenin toplumsal
yaşam üstünde daha şiddetli egemenlik kurması şeklinde ortaya çıktı. Geçen
yüzyılın hızlı işgal sürecinden sonra bu dönem Amerika’da istikrar dönemiydi.
Avrupa’yla ilişkiler hâlâ önemliydi ve gümüş çoğu kez resmi kanallar dışında
bu kıtaya gönderilmeye devam ediliyordu. 17. yüzyılın ilk yarısında
metropolün
otoritesinin
kendi
sömürgelerinde
tartışıldığı,
buralarda
başlangıçta biçimlendirilmek istenenden farklı yeni bir toplumun uç verdiği bir
sırada, Đspanyolların tekelci ve tek yanlı uygulaması baltalandı. Đspanyol
Amerika’sında kaçakçılık, Hollanda’nın Batı Hindistan Şirketi’nin başlıca
faaliyetlerinden biri oldu. Ayrıca Đspanya, Gine’den yapılan zenci köle ticareti
gibi çok önemli bir ticaret unsurunu da elinden kaçırdı. Köle ticareti tekeli
sırasıyla 1640’a kadar Portekizli, 1663 yılında Cenovalı, 1640-1695 yılları
arasında Hollandalı, 1696-1701 yılları arasında Portekizli, 1701-1712 yılları
arasında Fransız ve 1713 yılında da Đngiliz tüccarlara bırakıldı (Williams,
1970:91). 16. yüzyıldaki Đspanya’nın sömürgelerine ilişkin söz konusu yanlış
politikaları,
izleyen
yüzyılda
hem
sağlıklı
işleyen
üretim
sürecinin
sağlanamamış olmasının devamı ve hem de merkeze yönelik değerli maden
akımının görece azalması nedeniyle, Đspanya’nın sıkıntılı bir döneme
girmesini kaçınılmaz bir şekilde beraberinde getirmiştir.
30
17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Đspanya tamamen çöküş
dönemine girmişti. Rakipleri; Hollanda, Đngiltere ve Fransa’ya gelince, bu
ülkelerde tersi durum söz konusuydu. Nitekim söz konusu ülkeler, işadamları
sayesinde dünyada yeni bir imaja sahip olmuşlardı. Bunda Đspanya’nın
çöküşü de etkili olmuştur. Đspanya’nın yaşadığı durumu etkileyen unsurlardan
en önemlisi kuşkusuz nüfusundaki azalmadır. Nitekim tüm Avrupa’da nüfus
artarken, Đngiltere ve Đskoçya’da muhtemelen nüfus ikiye katlanırken
Đspanya’da ise nüfus 1600 yılında yaklaşık 8.485.000’den, 1700 yılında
yaklaşık 7.000.000’a gerilemiştir. Habsburg Hanedanı’nın hırsı yüzünden
Đspanya çok sıkıntı çekmiştir. Özellikle 1635-1668 yılları arasında Đspanya;
Fransa, Hollanda ve Portekiz ile savaşmak zorunda kalmıştır (Williams,
1970:91). Dolayısıyla 1500’lü yıllarda sömürge elde etme yarışında Portekiz
ile önde giden Đspanya için ilerleyen dönemlerde bu durum farklı bir boyut
kazanmıştır. Nitekim artık sahneye başta Hollanda, Đngiltere ve Fransa olmak
üzere yeni ülkeler de çıkmış ve değerli maden ile sömürge elde etme
yarışında yoğun bir mücadele başlamıştır. Bu da akla ilk olarak kuşkusuz
savaşları getirmektedir. 17. yüzyılın ilk yarısında başlayan savaşlar, Đspanya
için neredeyse yüzyılın sonuna dek sürmüştür. Kaldı ki söz konusu savaş
ortamı Đspanya için bir önceki yüzyıl için de geçerliydi. 16. yüzyıl sona
erdiğinde Đspanya Krallığı yetmiş yıldan fazla süren savaşlar nedeniyle
korkunç bir darboğaz içine girmişti (Motomura, 1994:112). Ortaya çıkan
nüfustaki azalmanın nedenlerinden birini de bu durum oluşturmuştur.
Đspanya’nın, başlangıçta sağladığı değerli maden bolluğundan ve
böylelikle zenginliğin sağlandığı düşüncesinden hareketle, sanayileşme
olgusunu bir yana bırakmış olması, ithalâtı körükleyip mevcut endüstrileri de
olumsuz etkilerken, tarım sektörünün ihmali de ortaya çıkan kötü tabloya
katkı sağlamıştır. Williams bu durumu şöyle ifade etmektedir; “Tarım
sektöründeki düşük hasat ülkenin iç kesimlerinde açlığı doğurmuş, güçlü
sahil bölgelerini ise hububat ithaline yöneltmiştir. Bu da kronikleşen ödemeler
bilançosu açığını daha da arttırmıştır. Daha da ötesi köylüler satın alma
güçleri olmadığından açlıktan ölmüş, böylece endüstri ve ticaret için pazar
oluşmamıştır” (Williams, 1970:91).
31
Merkantilist dönem Đspanya’sı ve Đspanya ekonomisine ilişkin süreci
Hamitoğulları ise şu şekilde tasvir etmektedir: “Merkantilist dönemde,
Đspanya’da düşünür ve devlet adamlarını uğraştıran ana düşünce; Yeni
Dünya’dan kalyonların taşıdıkları altının büyük bir kısmını ülke içinde
tutabilmekti. Bu politika ile, Đspanya’yı zenginleştirmeyi ve bugün ne kadar
paradoksal görünürse görünsün, fiyatları düşürmeyi amaçlıyorlardı. Bu
politika için de devlet, ülkeye altın girişini çoğaltacak ve çıkışını engelleyecek
tedbirler almaya yönelecektir. Fakat açıktır ki, diğer ekonomik faaliyetleri
savsaklayan ve sadece değerli madene dayalı olan bu politika, ülkeden altın
çıkışına engel olamayacak, fiyatlar yükselecektir. 1600-1620 yılları arasında
altın bakımından yeryüzünün en zengin ülkesi olan Đspanya, bu kaynağını
diğer ekonomik faaliyetlerini geliştirme yolunda kullanacağına, kendini yeteri
ölçüde zengin sanıp, ne tarımı ne de endüstriyi geliştirmeye yönelmedi.
“Rezerv” olarak korunan bu altın stoklarının baskısı altında, ihtiyaçlar gelişir
fakat ülke içinde bunları karşılayacak mallar üretilmez. Burada enflasyon
oluşur. Fiyatlar yükselir. Đspanyollar kendilerinde bulunmayanı yabancı
ülkelerden satın almaya yönelir. Mevcut endüstri de yıkılır. Sert tedbirlere
rağmen altın Đspanya’yı terk eder. Ülke yoksullaşmaya başlar. Bu tarihte
Đspanyolların yarısı üretken değildir. % 20’si devletten maaşını alır, % 30’u ya
ruhban sınıfındadır ya da kilise kaynaklarından yaşantısını sürdürür. Sadece
devlet
müdahalesi
ve
altın
biriktirmeye
dayanan,
Đspanyol
Devlet
Merkantilizmi iflas eder. Böylece 16. yüzyıl Đspanyasını “Altın Efsanesi” yok
eder” (Imbert’den aktaran Hamitoğulları, 1986:56-57). Dolayısıyla merkantilist
dönem Đspanya’sında reel ekonominin ihmal edilmesi durumu, zincirleme
etkilerini gecikmeden ortaya çıkarmıştır. Bu durumun yol açtığı ithalât baskısı
nihai olarak dış ticaretin ve dolayısıyla cari işlemler bilançosunun ülke
aleyhine dönmesine yol açmış, bu da kaçınılmaz bir biçimde ülkeden değerli
maden çıkışını beraberinde getirmiştir.
2. PORTEKĐZ MERKANTĐLĐZMĐ
15. yüzyıldan başlayarak Portekiz, hırslı bir genişleme politikası
benimsemiştir. Soylulara, yeni toprakların fethi, burjuva sınıfına da kârlı
32
ticaret yapma ümidi çekici geldi. 16. yüzyılın ortalarında, Fas’ta bazı
toprakların terk edilmesine rağmen Portekiz Sömürge Đmparatorluğu en
parlak dönemini yaşadı. Bu imparatorluk; Brezilya’dan başka Hindistan’a
giden doğu yolu boyunca dizilen sömürgeleri kapsıyordu. Ancak bu büyük
imparatorluğu yönetmek için toplu hiçbir politika uygulanmadı. Bununla
birlikte Portekiz komşusu Đspanya’ya göre daha ihtiyatlı bir yol izlemiştir. 16.
yüzyılda Đspanya gibi Portekiz’in de ne tarımı, ne sanayîi ne de ticareti henüz
gelişmişti. Ülke oldukça ilkel bir halde bulunduğundan, değerli madenleri
kendi yapısı içinde işletecek alanlar bulamıyordu. Bu bakımdan Portekiz,
Đspanyol merkantilizmine zıt bir yol izlemiştir. Geniş ölçüde deniz ticaretiyle
ilgilenmeyi kendi yararına uygun bularak kendi sömürgelerinde çıkarılan
değerli madenlerin, başka ülkelere gitmesine göz yummuştur. Bu yönde
hareket ederek de Đspanya’nın içine düştüğü zor durumla karşılaşmamıştır
(Turanlı, 2000:32). Dolayısıyla Portekiz, tarım ve sanayi sektörlerine ilişkin
tıpkı Đspanya’da olan olumsuz durumu, bu şekilde bertaraf etmeye
çalışmıştır.
Böylelikle Portekiz, merkantilist dönemin hemen başlarından itibaren
denizciliğe vermiş olduğu önemin getirilerini toplamaya başlayan bir ülke
olmakla beraber, bu tablonun uzun sürmediğini Hamitoğulları şöyle ifade
etmektedir; “Portekiz, Atlantik ülkeleri içinde kendini büyük deniz ticaretine
veren ilk ulustur. Büyük denizciler ve askeri komutanlar yetiştirdiği fakat
merkantilist doktrin alanında ne doktrinci, ne de düşünür yetiştiremediğinden
önce gönencini, sonra da bağımsızlığını kısım kısım kaybetmiş oldu”
(Hamitoğulları, 1986:56). Bu süreç Portekiz'in de o dönemde bir sömürge
imparatorluğu kurmasını ve ülkeye değerli maden akımını sağlamakla
beraber,
düşünür
yetiştirmeye
yönelik
belirtilen
olumsuzluk,
politika
üretilememesi sonucunu doğurmuştur.
Bunun sonucunda 16. yüzyılın ikinci yarısında, o güne kadar
Müslümanlara karşı koymayı başaran Portekizliler, Hindistan ve Afrika’da
savunma durumuna girdiler ve Mozambik’e geri çekildiler. Fakat her şeye
rağmen en tehlikeli rakipler Hollandalılar ve Đngilizler’di. Hollandalılar 1605
yılında Ambon, 1641 yılında Malakka, Colomba ve Koçin’i, Đngilizler ise 1622
33
yılında Hürmüz’ü ve Maskat’ı ele geçirdiler. Böylece Portekiz Asya’daki
sömürgelerini kaybetmeye başladı. Portekiz sömürgeciliğe başladığı ilk
yılların dışında, işletme tekellerini elinde tutmayı ve Güneydoğu Asya
denizlerine diğer Avrupa donanmalarının girişini engellemeyi başaramadı.
Ancak 17. yüzyılın ortalarında bile önemli bir sömürge devleti olmasını,
göçmen yerleştirdiği sömürgelerinde salmayı başardığı derin köklere
borçluydu. Dolayısıyla Portekiz 17. yüzyılda sömürgeleşme alanında iyice
keskinleşen
mücadeleden,
özellikle
Hollanda
ve
Đngiltere’nin
göreli
üstünlükleri sonucunda, gerileyen taraf durumuna düşmüştür. Nitekim 16.
yüzyılın sonlarında Đngiltere Asya ticaretine yöneldi. Bunu diplomatik
bağımsızlığı bulunan, yarı özel konumdaki şirketleri vasıtasıyla gerçekleştirdi.
Benzer biçimde Hollanda da Asya ticaretinde aynı yöntemi izledi. Bunların
tersine Portekizlilerin başlangıçtaki Asya seyahatlerinde, her ne kadar 16.
yüzyıl sona ererken devlet geri planda kalsa da bu durum 1620’lerin sonunda
tekrar eski haline dönmüştür, devletin büyük yeri ve önemi olmuştur. Bu
durum Portekiz’in sömürge elde etme yarışında, Hollanda ve Đngiltere’ye
nazaran farklı bir yol izlediğini ortaya koymaktadır (Birmingham, 1993:53).
Portekiz’in 17. yüzyıldaki ekonomik yapısını ise Birmingham şöyle
belirtmektedir; “17. yüzyılda Portekiz’in uluslararası öneme sahip endüstrisi;
tuz endüstrisi idi. Đkinci büyük endüstrisi ise; bankacılık idi. Tuz diğer ülke
piyasalarında, özellikle Hollanda piyasasında ekonomik değeri yüksek olan
hayati bir maldı. Nitekim 1660’lı yıllarda Amsterdam’da tuz fiyatları yüksekti,
diğer yandan bu durum Portekiz’in nihai olarak bağımsızlık başarısına da
katkı sağlamıştır. Portekizli tacirlerin gerçekleştirdiği tuz ticareti dönem
itibariyle 80.000 tona ulaşmıştı. Bu ticaret, tuzu büyük filolarla müşterilere
taşımaktan ziyade, Portekiz sahillerine gelen yüzlerce küçük gemilerle
yapılıyordu. Elde edilen kazançla da ithalât yapma imkânı doğuyordu. Ancak
bu durum küçük el sanatları sektörünün gelişmesi önünde engel teşkil
etmiştir. Nitekim Lizbon halkı metal eşya, porselen eşya, süs eşyası, küçük
alet ve giyecek gibi eşyaları tuz ticaretinden sağladıkları gelirlerle ülke
dışından temin etmekteydiler. Bu şekildeki işlenmemiş madde satıp, işlenmiş
madde alma süreci, sonuç itibariyle Portekiz’in ekonomik restorasyonunu
34
olumsuz yönde etkilemiştir” (Birmingham, 1993:53). Sonuç olarak Portekiz
her ne kadar Đspanya’nın yanlışına düşmeyerek ticareti ön plana çıkarmış
olsa da, bu sefer ihracatını hammadde üzerine kurması ve dolayısıyla
ithalâtını
işlenmiş
maddelerin
oluşturması,
sanayileşmede
başarı
sağlayamamasına yol açmıştır.
3. ĐTALYAN MERKANTĐLĐZMĐ
Đtalyan
ekonomisi
merkantilist
dönem
Đspanya
ve
Portekiz
ekonomilerinden farklılık gösterir. En başta, genel anlamda sömürgeci
yayılmada bu iki ülkeye nazaran Đtalya’nın varlığından söz etmek mümkün
değildir. Buna rağmen tarım ve endüstri sektörlerinde ise durum bu sefer
Đtalya’nın lehinedir. Nitekim Sella’ya göre; “Đtalya’da 1590’larda en büyük
sektör olan tarım sektöründe koşullar kötü olmakla beraber, izleyen yüzyılın
ikinci yarısında özellikle Kuzey Đtalya’da durum tersine dönmüştür. Yine 17.
yüzyılın başlarında hem genel, hem de şehir nüfusunun düzenli bir biçimde
artışı, beraberinde düzenli bir ekonomik gelişmeyi de getirmiştir” (Sella,
1997:24). Bu durum da endüstriye pazar sağlama bakımından Đtalya’da,
Đspanya’dakinin tersine bir durum yaşandığını göstermektedir.
Aynı yüzyıl Đtalya’nın ihracat yapısına gelince; her ne kadar Đtalya’nın
kuzey ve güney bölgelerinde, güney bölgesinin aleyhine bir gelişmişlik farkı
oluşsa da, genel anlamda ipekçilik ve ipek endüstrisinin başı çekmesiyle
ihracat sektörü canlılığını korumuştur. Bu durumu ise Sella şöyle ifade
etmektedir; “1660-1680 yılları arasında Fransa’ya yönelik ipek ihracatı dokuz
misli artmıştır. Aynı ürünün Đngiltere’ye yönelik ihracı ise, 1680-1720 yılları
arasında yıllık 10 tondan 21 tona ulaşmıştır. Güney Đtalya ise, ekonomik
bakımdan ülkenin kuzeyinden geri durumdaydı. Bu durum 18. yüzyılın başına
kadar devam etmiştir. Endüstriye gelince; ağırlıklı olarak kalitenin ön plana
çıktığı güzel sanatlara ait zanaat ürünlerine dayanmaktaydı. Keman bu
ürünlere örnek olarak verilebilir. Nitekim Đtalya’da yapılan kemanlar tüm
Avrupa’da eşsiz bir yer edinmiştir. Diğer bir örnek ise, biraz pahalı olmasına
karşın, ipek endüstrisidir. Bu sektörde de özellikle Milan’lı ipek üreticileri üne
kavuşmuştu. Öte yandan cam endüstrisi, Đngiltere ve Fransa’nın himayeci
35
politikaları karşısında Avrupa’nın merkezine ve Afrika’ya yönelerek; kadeh,
boncuk, renkli bardak gibi ürünleri buralara ihraç etmişlerdir” (Sella, 1997:4142). Đtalya böylelikle ihraç ürünlerine pazar bulma arayışında, hem Kıta
Avrupa’sının içlerine hem de Afrika Kıtası’na yönelerek esnek bir yol
izlemiştir.
Đtalya’nın merkantilist dönem ve sonraki durumunu Hamitoğulları ise
şu
şekilde
tasvir
etmektedir;
“Đtalya
1830
yılından
başlayarak
Hristiyanlaştırma hareketine, 1857 yılından başlayarak da Afrika’ya el atmaya
girişti. Fransız sömürgeciliğinin yayılmasına koşut olarak Đtalya’da, özellikle
1876 yılında iktidarın bir bölümünün sömürgecilikten yana tavır almasıyla
birlikte, sömürgeci yayılımcılık lehine bir düşünce kendini gösterdi. Öte
yandan Đtalya merkantilist dönemde, Đspanyol Monarşisinin çok geniş olan
egemenlik çemberi içinde bulunmaktaydı. Đspanya’nın merkantilist tutumuna,
Đspanyol Cezvit’i Mariana, daha 1609 yılından itibaren çok sert eleştiriler
yöneltmektedir. Hemen hemen aynı dönemde Đtalyan Giovanni Botero ile A.
Serra, en iyi ekonomik politikanın; tarım ve özellikle endüstriyi geliştirmek
olduğunu savunmaktadırlar. Bu görüşlere göre, tarımsal ve endüstriyel
bakımdan gelişmiş bulunan bir ülke oldukça kolay altın ve gümüş
sağlayabilir. Bu düşünürlerle merkantilist doktrin, metalist anlayış ve
aşamadan
endüstriyel
aşamaya
geçmektedir
(Marchal’dan
aktaran
Hamitoğulları, 1986:57-58). Yani, Đtalya’nın sömürge sahibi olma yarışında
göreli geri kalma durumu söz konusudur. Bu durum özellikle Đtalya’daki;
merkantilist doktrine katkı sağlayacak şekilde, altın ve gümüşe ulaşma
yolunun endüstrileşmekten geçeceği düşüncesinden kaynaklanmıştır. Bu da
Đtalya’nın, değerli maden elde etme amacına farklı yönden yaklaştığını ortaya
koymaktadır.
4. ALMAN MERKANTĐLĐZMĐ (KAMERALĐZM)
Merkantilist
dönemde Alman merkantilistlerinin
aksine, örneğin
Đngiltere’de Doğu Hindistan Şirketi yöneticilerinden Thomas Mun, Sir Josiah
Child gibi yöneticiler özellikle ticaret bilançosu konusunda Đngiliz merkantilist
teoriye katkıda bulunmuşlardır. Almanya’da ise merkantilistler dikkatlerini iç
36
piyasaya yönelttiklerinden, bu alana katkıları çok az olmuştur. Alman
merkantilistleri de tıpkı çağdaşları gibi refah üzerinde durarak, güç için
zenginlik, zenginlik için de gücün gerekli olduğunu belirtmişlerdir. Đmalat
yöntemlerinin geliştirilmesi gerekliliğinin, bunun için de daha fazla sermaye
ve deneyime ihtiyaç olduğunun altını çizmişlerdir. Ancak bu noktada bireysel
çıkarlar ile devletin çıkarları arasında uyum olmadığından, ekonomik
gelişmenin sağlanabilmesi için devlet ön plana çıkarılmıştır. Dönemin
Almanya’sındaki kapalı ekonomiye yönelik söz konusu politik ekonomi
doktrini, kameralizm olarak adlandırılır (Coleman, 1969:168,171). Kameralist
anlayış, özü itibariyle devlet eliyle ve kapalı ekonomi koşullarında kalkınmayı
öngörmektedir. Bu noktada Alman merkantilistlerin dış ticaret üzerine fikir
üretme kaygısını taşımamış olmaları anlam kazanmaktadır.
Alman merkantilistlerine göre güç ve devlet itibarının temeli, insan ve
paranın bolluğuna dayanır. Dolayısıyla ulusal ekonomiye ağırlık verilmelidir.
Ancak Otuz Yıl Savaşları ve veba, Alman Prensliklerinde çok sayıda insanın
ölümüne yol açmıştır. Buna o dönemde düşük doğum oranları da eklenince
işgücünde aşırı düzeyde azalma ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla işgücü miktarı
özel önem kazanmış, bu da şartlara uygun bir nüfus politikasını zorunlu
kılmıştır. Bu bağlamda kamu kaynaklarının büyük bir bölümü kırsal alana
yönlendirilmiştir. Söz konusu kaynakların bir kısmı nakit paradan, bir kısmı da
sermaye mallarından oluşmaktaydı. Sonuç olarak hububat üretiminde belli bir
artış sağlanabilmiştir. Böylelikle Alman merkantilizminde; Devlet Gücü =
Ekonomik Güç anlayışı egemen olmuştur (Coleman, 1969:175). Devletin ve
özellikle yurtiçi ekonominin tamamen ön plana çıkarılmış olması, Almanya ve
Đtalya’nın öncelikler bakımından benzer özellikler taşıdığını gözler önüne
sermektedir. Ancak bunun için gerekli olan işgücüne gelince, Đtalya’da
işgücünde yaşanan artış Almanya’da görülmediği gibi, aksine nüfusta ve
dolayısıyla işgücünde büyük oranda kayıp yaşanmıştır. Bu durum, Otuz Yıl
Savaşlarının
kaybedilmesi
ve
kapalı
ekonomi
anlayışının
etkisiyle,
Almanya’nın ekonomik gelişme bakımından rakiplerinin arkasında kalmasına
neden olmuştur.
37
5. HOLLANDA MERKANTĐLĐZMĐ
Merkantilist dönemde Hollanda, özellikle 17. yüzyılda büyük bir atılım
gerçekleştiren bir diğer ülke Đngiltere’nin örnek aldığı ülkeydi. Williams bu
durumun altını şu şekilde çizmektedir; “17. yüzyılda altın çağını yaşayan
Hollanda, bugünkü söylemiyle ekonomik mucize gerçekleştirmiştir. Hollanda
ekonomik anlamda hükmetmeyi denizler sayesinde gerçekleştirmiştir.
Nitekim Hollanda’nın o dönemdeki iç ve dış ticareti şaşılacak düzeyde
artmıştır. Kuşkusuz bunu çok sayıdaki gemileri sayesinde gerçekleştirmiştir.
Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi 1602 yılında, Batı Hindistan Şirketi ise
1621 yılında kurulmuştur. 17. yüzyıl boyunca Hollanda gemileri Kuzey
Kutbunda bulunan Arktik bölgesinden Rusya’ya, Akdeniz üzerinden de
Ortadoğu’ya
düzenli
seferler
yapmışlardır”
(Williams,
1970:24-25).
Hollanda’nın söz konusu yüzyıldaki parlak durumu, özel girişimciliğin önünün
açılması sayesinde gerçekleşmiştir. Bu da yeni yeni şirketlerin kurulmasını ve
deniz aşırı ticareti olanaklı kılmıştır.
Nitekim 17. yüzyılın ilk yarısında Doğu Hindistan Şirketi, Molük
takımadalarından Ambon’a 1605 yılında, Bandalar’a ise 1609 yılında
yerleşmeye başladı. 1660 yılına doğru Ternate, Tidore, Batcan deniz
prensliklerine baş eğdirerek üstünlüğünü kesinleştirdi. Fransızların ve
Đngilizler’in uzaklaştırılması, Cava denizine yerleşmelerini, Banten’in işgalini
ve Batavia’nın 1619 yılında kurulmasını sağladı. Daha batıda, Johor ve
Malakka’nın Hint Okyanusu kıyılarında, 1663 yılında Koçin ve Kaliküt
karakollarının kurulması, Portekizlilerin 1658 yılında Seylan’dan atılması ve
1665 yılına doğru Borneo’nun kuzeyine tüccarlar ve Formoza’ya misyonerler
gönderilmesiyle Malezyalılar, Hintliler ve Çinliler etki altına alındı. 1667 tarihli
Breda barışıyla, Bender Abbas Fars iskelesi de içinde olmak üzere, Cape,
Timor gibi bir dizi tahkim edilmiş ticaret sömürgesinden oluşan Doğu
Hollanda Sömürge Đmparatorluğu’nun varlığı, Banda’nın son Đngiliz adalarının
da Hollanda’ya bırakılmasıyla, resmen kabul edildi (Williams, 1970:26). Tüm
bunlar, Hollanda’da yüzyılın ilk çeyreğinde dış ticarette iki önemli şirket olan,
Doğu Hindistan Şirketi ve Batı Hindistan Şirketinin faaliyetlerine başlamış
38
olmaları,
dolayısıyla
daha
yüzyılın
hemen
başında
şirketleşmenin
gerçekleştirilmiş olması sayesinde başarılmıştır.
Hollanda’nın, batıya nazaran ağırlık verdiği doğu sömürgelerinin
yönetimini ve finans merkezi olması durumunu ise Williams şöyle tasvir
etmektedir; “Doğu Hint Adaları’nın yönetimi; ticari kaygıyı, Avrupalı nüfusun
artması ya da adanın değerlendirilmesi gibi her türlü düşüncenin üstünde
tutan
şirketin
ticari
örgütlenmesine
dayandırılıyordu.
Nitekim
şirket,
geleneksel yapılar üstüne kendi adamlarını yerleştirdi. Genel valiler, hint
adaları danışmanları, şefler ve tüccarlar; siyasal yönetimden, büyük yönetim
hizmetlerinden, aynı zamanda da, örneğin Ambon gibi önemli bir bölgenin
genel
yönetiminden,
bir
karakoldan,
bir
kaleden,
bir
acenteden
sorumluydular. Vali ya da danışmanlar yerel prenslerle mal teslimi koşullarını
görüşürken, yürütme görevlileri yerli halka konulan vergileri mal olarak alıyor
ve düzeni gerektiğinde, 1621 yılında Bandalar kıyımında olduğu gibi,
koruyorlardı. Güneydoğu Asya takımadalarındaki farklı kültürel toplulukların
ilişkileri sıkı sıkıya işlevseldi, birbirlerine karışması söz konusu değildi, her biri
kendi geleneklerini koruyordu. Ancak Hollanda’nın batıya doğru yayılması bu
kadar başarılı olmamıştır. Diğer yandan her ne kadar Hollanda 17. yüzyılda
antrepo ve gemicilik merkezi olarak bilinse de, aynı zamanda dünyanın
finansal merkezi konumundaydı. Amsterdam borsası ve bankalarıyla merkez
konumdaydı. Fakat pek çok alandaki bu faaliyetler 17. yüzyıl sona ermeden
önce azalmaya başlamıştır. Đzleyen yüzyılda ise söz konusu durgunluk ve
gerileme iyice belirginleşmiştir” (Williams, 1970:26). Hollanda’nın doğudaki
bu başarısı, esnek yönetim anlayışı ve bu yöndeki uygulamalardan
kaynaklanmıştır. Zaruri durum dışında zora başvurulmamış olması da bunu
doğrulamaktadır. Söz konusu yüzyıldaki finans alanındaki durum da, özellikle
dış ticarette sağlanan başarının arka planını oluşturmaktadır. Yani ticaretin
ihtiyaç
duyduğu
mali
kaynağı
sağlama
noktasında
da
bir
sıkıntı
bulunmamaktaydı.
Sonuç olarak, örneğin uygulamalar bakımından zıtlıkların mevcut
olduğu dönemin Đspanya’sı ile Hollanda kıyaslanacak olursa; “Đspanya’nın
tersine Hollanda, devlet güdümlülüğüne başvurmamıştır. Bireyci girişimcilik
39
burada
büyük
şirketlerin
oluşmasını
hazırlayan
sağlam
bir
temel
hazırlayacaktır. Kişinin özel faaliyetini frenleyen hiçbir devlet engeli söz
konusu değildir. Sadece para değil, altın külçe ihracı bile serbesttir. Kredi
vermek izni vardır. Devlet müdahalesi, şirketlere ve kişilere yardım etmek ve
ticareti geliştirmek ile sınırlanmaktadır. Amsterdam Bankasının 1609 yılında
kurulması böylesi bir amacın sonucudur. Bu banka gerçek bir ayrıcalık ve
tekel olma durumundan yararlandığı için, Avrupa’nın en büyük piyasası ve
değerli maden pazarı olmaktadır” (Imbert’den aktaran Hamitoğulları,
1986:58). Dolayısıyla 17. yüzyılda Hollanda’nın sağladığı başarı, bireysel
girişimciliğin desteklenerek önünün açılması ve ticaretin liberal anlayış
zeminine oturtulması sayesinde sağlanmıştır.
6.
FRANSIZ
MERKANTĐLĐZMĐ
(COLBERTĐZM)
VE
ÖNDE
GELEN
TEMSĐLCĐLERĐ
Çalışmanın konusunu; merkantilizmin tanıtımından hareketle, farklı
merkantilist anlayış ve uygulamaları etkileyen unsurların Jean Baptiste
Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüşleri temelinde Fransa ve Đngiltere
açısından karşılaştırmalı analizi teşkil etmektedir. Colbert ve Child’ın 17.
yüzyılda yaşamış olmaları, söz konusunu karşılaştırmanın bu yüzyıl
bakımından yapılması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bununla beraber,
izleyen bölümde ele alınacağı üzere bu iki ülkenin 16. ve 18. yüzyıldaki
özellikle ekonomik durumlarına da değinilmiştir. Bu her iki ülkenin merkantilist
dönem bakımından genel tablolarını ve seyirlerini anlamayı olanaklı kılacağı
gibi, 17. yüzyıl baz alınarak yapılacak karşılaştırmaya da katkı sağlayacaktır.
Tüm bu ifade edilenler, kuşkusuz iki ülkenin aynı dönem düşünürleri
bakımından da geçerlidir. Dolayısıyla belirtilen gerekçeden hareketle Fransa
ve Đngiltere’nin merkantilist döneme damgasını vurmuş önde gelen
düşünürleri, iki ülke bazında sırasıyla ele alınacaktır.
6.1. Jean Bodin (1530-1596)
Merkantilist
dönemde Avrupa’ya
yönelik
değerli maden
akımı
beraberinde mal fiyatlarının artışı sürecini de getirmiştir. Bu konuya eğilen
40
düşünürlerden biri de Jean Bodin’dir. O’na göre fiyatların yükselmesine yol
açan nedenlerin başında altın ve gümüşün bolluğu gelir, yalnızca dış ticaret
bilançosu fazlası değil, Fransa’da kâr oranlarının yüksek oluşu da altın
girişine yol açmış ve fiyatların yükselmesine neden olmuştur. Nitekim Bodin
bu nedensellik ilişkisini, “Ticaret → değerli maden girişi → iç fiyatlar” şeklinde
ortaya koyar (Wu’dan aktaran Yılmaz, 1992:7).
J. Bodin’in fiyatların artması ile ülkeye giren değerli madenler
arasındaki ilişkiye yönelik analizi, temel ekonomik problemlerin anlaşılmasına
katkı sağlamıştır. Hemen hemen 16. yüzyılın ortalarında, sert mücadelelerin
ardından Fransa’da devlet otoritesi sağlanmıştır. IV. Henry (1553-1610) tüm
ülke bazında gelişmeyi esas alan ekonomi politikası uygulamayı planlayarak,
imalat ve ticareti geliştirmek için çabaladı. Đtalya’dan ithal edilen değişik
endüstri ürünleri Fransa’da üretilmeye başlandı. Đspanya’ya satılan tarım
ürünlerinden çok miktarda değerli maden elde edildi. Ancak bu periyot
boyunca ekonomik problemler karşısında Fransız yazarların çok önemli
katkıları olmadı. En önemlilerinden biri IV. Henry’nin ekonomi danışmanı
Barthelemy de Laffemas’dı. O da temel olarak endüstri, ticaret ve endüstriyel
üretimin geliştirilmesi yönünde alınabilecek idari önlemler üzerinde durdu.
Diğer yandan ülke refahı için değerli madenlere sahip olmanın önemini ve
gümüş-altın ihracının serbest olması gerektiğini belirtti (Pribram, 1986:50).
6.2. Antoine de Montchrétien (1576-1621)
J. Bodin’in düşünceleri ile benzer fakat daha detaylı sistematik
düşüncelere, Antoine de Montchrétien’in; “Traicté de I’oeconomie politique”
adlı 1615 tarihli çalışmasında rastlanır. Đlk kitabında politik ekonomi konusu
ele alınmaktadır. Ülkede üretilen önemli endüstriyel mallar üzerinde
durmuştur. Ulusal refahın artışını ucuz fiyatlı malların bolluğu ile işbölümünü
ve malların değişimini bireysel isteklerle ilişkilendirmiştir. Bununla beraber
malların aşırı bolluğunu tehlikeli bir durum olarak görmüştür. Đmalat
ürünlerinin ithaline, altın-gümüşün ihracına karşı gelmiş ve ürün ihracının,
karşı ülkelerin değerli maden arzını azaltacağından dolayı, arttırılmasını
savunmuştur (Pribram, 1986:50-51). Montchrétien’in ileri sürdüğü görüşler,
41
merkantilist döneme özgü dış ticarete yaklaşımın tipik bir örneğini
oluşturmaktadır. Đmalat endüstrisine yaklaşımında, bu sektöre özgü ithalâtın
yasaklanması gerekliliği ortaya konmakta, ihracat boyutu ise, işin özü
değişmeyecek şekilde, Montchrétien tarafından tersten ele alınmaktadır.
Dolayısıyla ne pahasına olursa olsun ülkenin değerli maden elde etmesi
gerekliliği, ihracatın arttırılmasının, karşı ülkenin elindeki mevcut değerli
madeni azaltacağı gerçeğinden hareket edilerek ortaya konulmaktadır.
6.3. John Law (1671-1729)
John Law Đskoçya’lı olup, döneminin meşhur maliyecilerindendir. XIV.
Louis’in 1715 yılında ölmesinin ardından, Fransız ekonomisini düzeltmesi için
bu ülkeye davet edilmiştir. Katolikliği kabul etmesiyle Maliye Bakanlığı’na
atanmıştır. Fransa’nın sömürgelerinden olan Louisiana’nın kalkınmasını
gerçekleştirmek amacıyla ilk olarak “Missisipi Şirketi” ve kâğıt para basma
yetkisine sahip bir banka kurmuştur. Fakat bankanın çıkardığı paralar kısa
zamanda büyük miktarda artarak Missisipi Şirketi’nin hisse senetlerine
yönelmiş ve senet fiyatlarını hızla arttırmıştır. Talebin azalmasıyla meydana
gelen fiyat düşüşünde ise pek çok kişi parasını yitirmiştir. Bu felaket
sonucunda Law, itibarını kaybederek Fransa’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.
Law, 1705 tarihli “Ulusa Para Arzetme Đle Đlgili Bir Teklifle Birlikte Para ve
Ticaret Üzerine Düşünceler-Money and Trade Considered, with a Proposal
for Supplying the Nation With Money” adlı çalışmasıyla kâğıt para ve krediye
büyük önem vermiş ve diğer merkantilistlerden ayrılmıştır. Ekonomik
gelişmeyi sağlamak için madeni para yerine bu iki araca yönelmenin
gerekliliğini
vurgulamıştır.
Bankaların
yaptıkları
işlemlerle
para
da
yaratacaklarını belirten ilk iktisatçı Law’dır (Spiegel, 1971:175). Böylelikle
Law “Banka Parası” kavramının temellerini oluşturmuştur. Öte yandan Law,
kurmuş olduğu şirket kaynaklı ortaya çıkan finansal kriz nedeniyle güven
kaybına uğramış olsa da, genel merkantilist düşüncedeki, değerli maden elde
etmeye yönelik tek gayeden, kâğıt parayı ön plana çıkararak uzaklaşmış bir
kişidir.
42
Law bununla kalmamış, iktisat terminolojisine “dolaşım” kavramını da
kazandırmıştır. O’nun; “Madeni paraların değeri, içerdiği madenin fiyatında
meydana gelen değişikliğe bağlı olarak değişir. Değerli madenler diğer
yandan sanayi için de talep edilir. Dolayısıyla belirtilen ilişki mutlaka
yaşanacaktır. Bu nedenle ticaretin ihtiyacına göre ayarlanabilen kâğıt para
tercih edilmelidir” şeklindeki görüşleri Smith tarafından, “mükemmel ancak
hayali” olarak değerlendirilmiştir (Spiegel, 171:176).
Diğer yandan Law’a göre ticaret parayla olur. Daha çok para daha çok
insana iş yaratmak demektir. Para arzındaki bir artış, para talebini de
arttıracağından dış ticaret fazlasının enflasyonist etkisi ortadan kalkar
(Yılmaz, 1992:10). Yani Law, ekonomide madeni para yerine kâğıt para
kullanımı gerekliliğinin altını çizmekle kalmamış, dolaşımdaki para miktarı ile
istihdam arasında da ilişki kurarak, para arzının artmasının istihdamı olumlu
etkileyeceğini belirtmiştir.
6.4. Richard Cantillon (1680-1734)
Đrlanda’lı olup, Fransa’da bankerlik yapan Richard Cantillon‘un, 17301734 yılları arasında yazmış olduğu “Ticaretin mahiyeti üzerine genel bir
deneme - Essai sur la nature du commerce en general” adlı eseri 1755
yılında yayımlanmıştır. Pribram’a göre; “O dönemde diğer yazarlar eserin
önemli
bölümlerinden
kaynak
belirtmeksizin
yararlanmışlardır.
Eserin
yayımlanmasıyla Cantillon’un düşünceleri pek çok Fransız ekonomist
tarafından benimsenmiş, Adam Smith tarafından da zaman zaman
başvurulan bir kaynak olmuştur. Fakat eser 1881 yılında, iktisadi düşüncenin
gelişimi sürecinde Cantillon’un katkısını vurgulayan William Stanley Jevons
tarafından yeniden keşfedilene dek unutulmuştur. Gerçekten de Cantillon
çağdaşı olan diğer merkantilistlerden farklı ekonomik analiz yöntemleri
kullanmıştır. Tezlerinde öne sürdüğü varsayımların iç tutarlılıklarını test
ederek ortaya koymuş, tümden gelim yöntemini kullanmıştır. Sık sık çeşitli
ülkelerin ekonomik ve mali geçmişine ilişkin verilerden hareket ederek
sonuçları doğrulamaya uğraşmıştır. Temel ekonomik kavramların analizinde
öncelikle
William
Petty’nin
düşüncelerinden
faydalanmıştır.
Malların
43
üretiminde kullanılan toprak ve emek miktarından, toprağın verimliliği ve
emeğin niteliğinden hareketle malların gerçek değerini belirlemede Petty’i
izlemiştir” (Pribram, 1986: 79). Petty’nin düşüncelerinden etkilenen ve
analizlerinde dedüktif yöntemi kullanan Cantillon, iktisadi düşünce tarihinde
hakettiği yerini, ortaya koyduğu eserin Jevons tarafından tekrar gündeme
getirilmesiyle almıştır.
Bu
şekilde
genel
hatlarıyla
ele
alınan,
önde
gelen
Fransız
merkantilistleri ve düşüncelerinin ardından, izleyen bölümde yine genel
anlamda önde gelen Đngiliz merkantilistleri ve görüşleri üzerinde durulacaktır.
7. ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐ VE ÖNDE GELEN TEMSĐLCĐLERĐ
Merkantilist dönem Đngiltere’sinde, aynı dönem Fransa’sına nazaran
daha çok sayıda düşünür karşımıza çıkmaktadır. Bunların eserlerinde ortaya
koydukları görüşler, zaman içinde daha liberal söylemler içerecek şekilde bir
değişim geçirmiştir. Söz konusu değişim sürecini temsil eden ilk akla gelen
düşünürlerden; Charles Davenant, Sir Dudley North ve Sir Josiah Child’dır.
Ancak merkantilist düşüncenin son dönemlerinde karşımıza çıkan bu
düşünürlere gelene kadarki süreçte ön plana çıkan diğer düşünürleri de ele
almak, söz konusu süreci ve belirtilen değişimi anlama olanağı verecektir.
7.1. John Hales (d. 1571)
Đngiliz merkantilizminin önde gelen düşünürlerinden biri olan John
Hales ve yaşadığı dönemi Spiegel şöyle yorumlamaktadır; “John Hales
döneminde aşırı faiz ve tefecilik, tartışmaların gündemini oluşturmaktaydı. Bu
dönemde Hales Parlamento üyesiydi. Kraliçe I. Marry ve I. Elizabeth’in başta
olduğu zamanlarda Đngiltere’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Hales ekonomik
düşünceyi ahlâk felsefesinin bir dalı şeklinde ele almış ve Đngiliz düşünce
tarihinde böyle bir gelenek oluşturmuştur. Öğretilerinde ilk sırayı bireysel
bazda dürüstlük almıştır. Ardından bunun aile, şehir ve giderek krallık
ölçeğine çekilmesi gerektiğini vurgulamıştır” (Spiegel, 1971:83-84). Söz
konusu önermesinden hareketle Hales’in, tümevarımcı yaklaşımı benimsediği
anlaşılmaktadır.
44
Yine Spiegel’e göre; “Öte yandan Hales, ekonomik kaynakların daha
kârlı iş alanlarında kullanılması gerektiğini belirtmiştir. Böylelikle eskisine
nazaran üretim miktarı artacaktır. Dış ticarete karşı olmayan Hales, gereksiz
malların ithal edilmesine karşı çıkmıştır. Diğer yandan fiyatlar genel
düzeyinde meydana gelen artış sorunu üzerinde önemle durmuştur. Bu
durum arzdaki eksikliğin sonucu olarak ortaya çıkmamaktadır. Asıl neden
paranın değerinde yapılan düşüştür. Böylelikle malların reel değerleri
değişmezken,
nominal
fiyatlar
yükselmektedir”
(Spiegel,
171:85-86).
Dolayısıyla Hales, enflasyonun nedeni olarak paranın değerindeki düşüşü,
yani tağşişi işaret etmektedir. Genel anlamda merkantilist dönemde hakim
olan ithalâta karşı tutuma ilişkin olarak ise Hales’in; sadece gereksiz malların
ithaline karşı çıkarak bu tutumu biraz yumuşatmış olduğu görülmektedir.
7.2. Gerard de Malynes (1586-1641)
Merkantilist dönemde 17. yüzyıla gelindiğinde piyasa yapılarının
değişmeye başlaması ve ticaret hacminin artması, spekülasyon imkânlarını
azaltmıştı. Diğer yandan pek çok tüccar fiyat dalgalanmalarını arz ve talep
güçlerine bağlıyorlardı. Gerard de Malynes’in döneminde Đngiltere’de tekstil
endüstrisi, sermayenin dolaşımından ve kredi şartlarından büyük ölçüde
etkilenmekteydi. Malynes bu noktadan hareketle büyümenin desteklenmesi
için para arzının arttırılması gerekliliğini vurguluyordu (Muchmore’dan aktaran
Blaug, 1991a:174). Dolayısıyla Malynes de, tıpkı Law gibi para arzı ile
ekonomik büyüme arasında doğru yönlü bir ilişkinin olduğunu ortaya
koymaktadır.
Gerard de Malynes’in, dış ticaret konusundaki görüşlerine gelince;
“Malynes pahalı satmanın dış ticaret dengesini ülke aleyhine çevirmeyeceğini
savunur. Malynes’in şemasındaki neden-sonuç ilişkisi şöyledir:
Para değerindeki düşüş → Altın çıkışı → Đçte para arzının daralması
→ Fiyatlarda düşme → Ucuz mal satıp pahalı mal alma → Dış ticaret
dengesinin ülke aleyhine bozulması → Altın çıkışı.
Malynes’e göre, ihraç mallarının pahalı olması, pahalı satıp ucuz mal
almak ticaretin ülke lehine olması anlamına gelmektedir. Tersine fiyatlarda bir
45
düşme, ucuz satıp pahalıya satın alma anlamına geleceğinden dış ticaret
dengesinin bozulmasına yol açmaktadır” (Wu’dan aktaran Yılmaz, 1992:7).
Malynes’in dış ticarete ilişkin ortaya koyduğu bu nedensellik zinciri, dış
ticaretin ülke lehine olabilmesi için pahalı satıp ucuza almak gerektiği
yönündeki hâkim merkantilist görüşe tamamen uymaktadır ve bu görüşün alt
yapısını ortaya koymaktadır.
Öte yandan konu değerli madenler olunca, bu madenlerin tüm
uluslararası hareketinin sıkı denetimini savunan yazarlardan biri de Gerard
de Malynes’dir. “Malynes, 1600 yılında Kraliçe I. Elizabeth tarafından paranın
değerindeki düşüşün nedenlerini araştırmak üzere görevlendirilir. O’na göre
döviz kurundaki dalgalanmanın nedeni spekülatif amaçlı manipülasyon değil,
paraya yönelik uluslararası talep farklılıklarıdır. Diğer yandan Malynes,
paranın nominal değerindeki düşme ile dış fiyatlardaki artışın tersine, iç
fiyatlardaki
azalış
arasındaki
ilişkinin
de
farkındaydı.
O’nun
temel
görüşlerinden biri paranın da bir çeşit mal olduğu ve değerindeki değişmenin,
para miktarındaki artış ve azalıştan kaynaklandığı şeklindedir. Önemle
vurguladığı diğer bir husus ise, döviz kontrolünün yapılmasıydı. Malynes’in
görüşleri liberal tarihçiler tarafından genellikle bu noktada eleştirilmektedir.
Oysa Malynes’in bu görüşü Joseph Alois Schumpeter ve John Maynard
Keynes tarafından övgüyle karşılanmıştır” (Pribram, 1986: 47). Bunun
yanında Malynes’in, değerli madenlerin uluslararası ticaretine ilişkin görüşleri,
Edward Miselden, Thomas Mun gibi diğer bazı merkantilist düşünürlerin
eleştirel görüşleri ile karşılık bulmuştur.
7.3. Edward Misselden (1608-1654)
Edward Misselden gibi belli başlı merkantilistler Malynes’in görüşlerine
karşı çıkmıştır. Sloganları ise altın ve gümüş ticaretinin serbest olması
yönünde idi. Miselden’e göre döviz kuru paranın iç değeri tarafından
belirlenir. Döviz fiyatlarındaki dalgalanma ideal fiyat etrafında olacaktır. Đdeal
fiyat ise, metal paranın saflık derecesine göre oluşacaktır (Pribram, 1986:
47). Misselden’in bu yaklaşımı, Malynes’in ileri sürdüğü; döviz kurundaki
46
dalgalanmanın nedeninin, paraya yönelik uluslararası talep farklılıkları olduğu
şeklindeki görüşüne katılmayan bir yaklaşımdır.
Yılmaz bu durumu şöyle ifade etmektedir; “Edward Misselden ile
Thomas Mun, Malynes’in genel kabul görmüş görüşlerini de temelinden
sarstılar. Gerçekte bu iki yazar da altının önemini yadsımıyorlardı, dış ticaret
bilançosunun
fazla
vermesinden
de
yanaydılar
ancak
Malynes’in
şemasındaki neden-sonuç ilişkilerini önemli boyutlarda değiştirmişlerdi. Bir
ülkenin ihraç mallarını pahalı veya ucuz yapan döviz kurları değil, söz konusu
malların kıtlığı veya bolluğudur, diyorlardı. Dövizin değerini belirleyen ise dış
ticaret bakiyesi idi. Dış ticaret dengesi → arz ve talep edilen kâğıt paralar →
döviz kurları sıralamasında görüldüğü gibi bir neden-sonuç ilişkisinden söz
ediyorlardı. Buna göre Malynes’in dediği gibi pahalı satmak değil, tam tersine
ucuz satmak ülkeye altın girmesine yol açabilecekti” (Yılmaz, 1992:9).
Misselden ve Mun’un bu görüşleri, Malynes’in kurduğu belirtilen nedensellik
zincirini değiştirmekle kalmamış, döviz kurunu ise doğrudan dış ticaret
bakiyesi ile ilişkilendirmişlerdir.
Dolayısıyla Malynes’in nedensellik zincirinin tersine döndürüldüğü
Misselden’in nedensellik zinciri, Yılmaz’a göre şu şekilde işlemektedir: “Fazla
veren bir dış ticaret bilançosu → Ülke parasının değerlenmesi → Ülkeye altın
girmeye başlaması → Para arzının artması → Đçte fiyatlar genel düzeyinin
yükselmesi → Pahalıya mal satıp ucuza mal alma → Dış ticaretin aleyhe
dönmesi. Misselden ile Mun’da neden sonuç ilişkisi böylesine tersine
dönmüştü. Ülkeye altın girişi pahalılığa yol açıyor, bu pahalılık ihraç mallarına
yansıdığında dış ticaret fazla vermek şöyle dursun, aleyhe dönüyordu. Bu
koşullar altında dış ticaretin fazla vermesi fikri hala savunulabilecek miydi?
Öte yandan altın bir değer saklama aracı olarak hâlâ önemini korumaktaydı,
dış ticaret fazlası da altına sahip olmanın en etkin yoluydu. Bu çelişki Edward
Misselden’i
enflasyonun
avukatlığını
yapmaya
götürmüştür:
Ülkedeki
enflasyon aynı zamanda yeni iş alanları açarak işsizlerin istihdamını sağlayıcı
bir etki yaratır” (Yılmaz, 1992:9). Misselden’de ifadesini bulan bu yaklaşım da
merkantilist düşünceye hâkim olan, ülkenin sahip olduğu alın ve gümüş
47
miktarının ne pahasına olursa olsun arttırılması gerektiğini destekleyen bir
başka durumdur.
7.4. Thomas Mun (1571-1641)
Öne çıkan Đngiliz merkantilistlerinden biri de Thomas Mun’dur.
Pribram’a göre; “Doğu Hindistan Şirketinin yöneticilerinden biri olan Thomas
Mun zamanında ticaret bilançosu kavramı, yeniden önemli bir tartışma
konusu oldu. Mun 17. ve 18. yüzyıl Đngiliz merkantilistlerince çok takdir edilen
bir kişiydi. Ticaret politikasına ilişkin politika belirlemede, ihracatı ve
dolayısıyla ulusal zenginliği arttırmaya yönelik tavsiye niteliğinde katkısı oldu.
Mun, paranın değerindeki artış ile fiyat hareketleri arasında tıpkı Misselden
gibi bir ilişki kurdu. Malynes’den farklı olarak aşırı yükselen fiyatları da
hesaba kattı. Đhracat fazlasının, iç piyasadaki fiyatları yükseltmesini önlemek
için, fazlalığın tarım ve balıkçılık sektörlerine ya da imalat sektörüne
yatırılmasını önerdi. Đşgücü arzının arttırılmasını, düşük ücretleri ve lüks
malların ithalâtının yapılmamasını savundu. Diğer yandan Mun, altın ve
gümüş ihracına izin verilecekse, ithalâtın ihracattan fazla olmasını önerdi. Dış
ticaretin gelişimi ve değerli madenler arasında sıkı bir nedensellik ilişkisi
kurdu. Ülkelerin dünyadaki değerli maden stokundan alacakları payın ise,
ticaret bilançoları tarafından belirleneceğini ileri sürdü” (Pribram, 1986:48).
Mun’un kurmuş olduğu bu ilişki ilk kez 1620’lerde ortaya atılmış ve
yaygınlaşmıştır
(Muchmore’dan
aktaran
Blaug,
1991a:188).
O’nun
görüşlerinde de, merkantilist istihdam ve ücret politikaları ile lüks malların
ithali ile ilgili dış ticaret politikasının tam olarak yansıması görülmekle
beraber, değerli madenlerin ihracı söz konusu olduğunda; değerli maden
ihracını, ithalinden az olması koşulu ile kabul etmektedir. Mun bu koşulu ileri
sürse de, merkantilist düşüncenin bu konudaki katı, yani yasaklayıcı
yaklaşımını bir bakıma yumuşatmış olmaktadır.
7.5. Sir William Petty (1623-1687)
Hull, merkantilist dönemin öne çıkan Đngiliz düşünürlerinden Sir
William Petty’i şöyle resmetmektedir; “Petty 26 Mayıs 1623 yılında
48
Romsey/Hampshire’de doğdu. Babası yoksul bir kumaşçıydı. Sivil savaş
döneminde pek çok Đngiliz gibi mülteci oldu, Utrech ve Leyden’de bulundu.
Petty çok renkli bir yazardı ve özellikle istatistik temelli çalışmalarında bolca
yoruma yer verirdi. Başlangıçta ticarete değil, vergilendirme konusuna ilgi
duymuştur. O’na bir tür Đngiliz “Kameralist” denilebilir” (Hull’dan aktaran
Blaug, 1991c:2,33).
Petty,
Schumpeter’in
ifadesiyle;
“Doktor,
cerrah,
matematikçi,
mühendis, parlamento üyesi ve işadamı kimliklerine sahip çok yönlü bir
kişiydi. Tüm bu kimlikleri yanında Đktisat alanında da çok önemli bir isimdir.
Ancak üne ulaşması ölümünden sonra gerçekleşmiştir. 1662 tarihli “Bağışlar
ve Vergiler Üzerine Bir Đnceleme”, 1672 tarihli “Đrlanda’nın Siyasi Anatomisi”,
1676 yılında yazılan ve 1690 yılında yayımlanan; “Politik Aritmetik” ve 167187 yılları arasında yazılan “Politik Aritmetik Üzerine Denemeler” gibi belli
başlı eserleri, C. H. Hull tarafından 1899 yılında “Sir William Petty’nin Đktisadi
Yazıları” adlı kitapta toplanmıştır. Petty, Politik Aritmetik söylemini ilk kullanan
ve bu alandaki yöntem ve kuralları belirleyen kişidir. Ardından Charles
Davenant da bu alanda çalışmalar yaparak Petty’nin takipçisi olmuştur. Petty
diğer teorisyenlerden farklı olarak genelleştirmelerden kaçınarak, analitik
yöntemleri
kullanmış,
bilimlerinden
Newton’un
faydalanmıştır.
Petty’nin
prensiplerinden
pek
çok
hareketle
çalışması
doğa
döneminin
vergilendirme, para, uluslararası ticaret politikası gibi konularında çözümler
getirmiş, özellikle döneminin ulusal gelir gibi güncel konuları üzerinde
yoğunlaşmıştır. Modern gelir analizlerinin Petty’nin çalışmalarından hareketle
başladığı söylenebilir. Nitekim Dr. Francois Quesnay’ın bu konudaki
çalışmalarında Petty’den izler görülmektedir” (Schumpeter, 1954:210-213).
Böylelikle Petty, vergilendirme konusunda vermiş olduğu eserin ardından,
ticaret konusuna da yönelmiş, uluslararası ticaret politikası yanında, para ve
ulusal gelir gibi merkantilist düşünürlerin yoğun yönelimlerinin olduğu konular
üzerinde de durarak, iktisadi düşünce tarihi içinde önemli bir düşünür olarak
yerini almıştır.
49
7.6. Charles Davenant (1656-1714)
Charles Davenant meşhur bir şair ve oyun yazarının oğlu idi.
Davenant gençlik yıllarında bu alanlara ilgi duymuştur. Yasalar üzerine
çalışmaya başlamasıyla siyaset ve devlet yönetiminde dikkate değer bir
kariyer elde etmiştir. Bazen tıpkı bir parlamento üyesiymiş gibi hizmet
vermekteydi (Spiegel, 1971:137). Bunu yaparken bir yandan da, özellikle
ticarete ilişkin nasıl bir politika izlenmesi gerektiğini yazılarıyla ortaya
koymuştur.
Davenant bütün yazılarında, merkantilist ticari politikanın siyasi gücün
kaynağı olduğunu vurgulamıştır.1695 yılında yayımlanan,“Savaşı Sürdürecek
Yollar ve Araçlar Hakkında Bir Deneme - An Essay on Ways and Means of
Suppliying the War” adlı çalışmasında Đngiltere’nin deniz gücünün finansmanı
ile ihracat ve taşımacılık arasında ilişki kurmuştur. Aynı çalışmasında nüfus
sorununa da değinerek yeni görüşler ileri sürmüştür. Nüfus artışının; endüstri,
tutumluluk ve icatlar konusunda güdüleyici etkisinin olduğu görüşünden
hareketle, yararlı olduğunu savunmuştur. Yine Davenant’a göre, nüfus artışı
toprağın değerini ve rantların yükselmesini de sağlayacaktır (Spiegel,
1971:138).
Böylelikle Davenant nüfus artışını destekleme yanında, merkantilist
düşüncedeki “Güçlü Devlet” olma şeklinde ifade edilebilecek amaca
ulaşmanın yollarını da ortaya koymaktadır. Bu da kuşkusuz ticaret yoluyla
sağlanabilecektir. O halde öncelikle mali anlamda güçlü olmak gerekir. Bu
doğrultuda oluşturulacak
ticari politika, beraberinde
siyasi gücü
de
getirecektir.
Diğer yandan Davenant, 1696 yılında yayımladığı, “Doğu Hindistan
Ticareti Üzerine Deneme - Essay on the East-India Trade” adlı çalışmasında
Hindistan tekstil ürünlerine ambargo konulmasına karşı çıkmıştır. Kaldı ki
Đngiltere’nin yaptığı ithalâtın çok büyük bir kısmı yeniden ihraç edilmektedir.
Davenant’a göre ticaret doğası gereği özgürdür, kendi yolunu kendi bulur ve
doğru yolu seçer. Ticarete kurallar ve emirler getiren, onu kısıtlayan tüm
yasalar belirli kişilerin özel çıkarları için faydalı olabilir, ancak topluma nadiren
faydalı olur. Đki yıl sonra 1698 yılında iki ciltlik, “Kamusal Gelir ve Đngiltere’nin
50
Ticareti Üzerine Đnceleme - Discourses on the Public Revenue and on the
Trade of England” adlı çalışması yayımlanmıştır. Bu çalışmasında Davenant
döneminin pek çok yazarı gibi vergi yükünün toprağa, yani ranta
yansıyacağını belirtmiştir (Spiegel, 1971:139).
Davenant’ın,
ticaretin
doğası
gereği
özgür
olduğu,
ticaretin
kısıtlanmasının çoğunlukla toplum zararına sonuçlar doğurduğu şeklinde
özetlenebilecek görüşleri, O’nu merkantilist dönemin sonlarına doğru oluşan
liberal görüşün temsilcilerinden biri kılmıştır.
7.7. Nicholas Barbon (1640-1698)
Nicholas Barbon, işadamı kimliğiyle ticarete ilişkin ortaya koyduğu
eseri ile merkantilist düşünce akımı içinde yer almış bir düşünürdür. Savaş’a
göre; “Barbon, 1661 yılında Utrecht Üniversitesi’nden master derecesi almış
bir işadamıydı. Kendisinin ilk işi inşaatçılık idi ve Londra şehrini yakıp kül
eden “Büyük Yangın” sonrası çok zengin olmuştu. Büyük yangın, Barbon’a
sadece servet değil, bazı yeni fikirler de getirmişti. Bunların başında yangın
sigortası ve ipotek bankacılığı ile ilgili projeleri gelir. Barbon bu konular
üzerinde çeşitli eserler yayınlamışsa da en ünlüsü “Ticaret Üzerine Tez” adlı
1690 yılında yayınladığı eseridir” (Savaş, 2000:186).
Dolayısıyla Londra yangını, Barbon’un sigortacılık ve bankacılık
alanlarında başlayan fikir ve proje üretme sürecinin, ticarete ilişkin ortaya
koyduğu en ünlü eserine kadar uzanmasına vesile olmuştur.
Nicholas Barbon, altın ve gümüşe herhangi bir maldan farklı bir gözle
bakmayarak ve devletçe faiz oranlarına müdahale edilmemesi gerektiği
görüşünden hareketle, faiz ve rant arasındaki ilişkiyi kendine özgü farklı bir
yaklaşımla ortaya koymuştur: “Barbon, altın ve gümüşün para olarak
kullanılmasını, bu madenlerin bazı özellikleri sayesinde olduğunu kabul
etmekte ancak bu iki madeni biriktirmekle bir başka malı biriktirme arasında
herhangi önemli bir fark olmayacağını öne sürmektedir. Barbon da faiz
oranlarının yasa ile belirlenmesine karşı çıkmıştı. Barbon ayrıca faiz ile rant
arsındaki ilişkiyi daha da derinliğine açıklamayı başarmıştır. Barbon’a göre
toprak “doğal stok”tur ve rant elde eder. Kapital de “işlenmiş stok”tur ve bu
51
nedenle geliri toprağın gelirine benzer. Faiz genellikle para için hesaplanır.
Çünkü faizle ödünç alınan para, yine para olarak ödenecektir. Fakat bu
düşünce yanlıştır, çünkü faiz stok için ödenir; ödünç alınan para ya malları
satın almak için veya önceden satın alınan malların parasını ödemek için
harcanır. Hiç kimse elinde tutmak için faizle para almaz ve bu parayla elde
edilmesi mümkün faizden almak istemez” (Savaş, 2000:187). Görüldüğü gibi
Barbon faiz-rant ilişkisini, yine kendine özgü “işlenmiş stok” ve “işlenmemiş
stok” kavramlarından hareketle ortaya koymaktadır.
“Đşlenmiş stok” Barbon’a göre, tüccarların sattığı işlenmiş ürünler olup,
çiftçilerin doğadan elde ettikleri haliyle satışa sundukları işlenmemiş
ürünlerden farklıdır. Çiftçiler toprağı kiralar ve bu “doğal stok”u elde etmek
için kira (rant) öderler, tüccarlar ise işlenmiş malları, yani “işlenmiş stok”u
tüketicilere satmak için talep ederler” (Savaş, 2000:187). Yani Barbon,
“işlenmiş stok” kavramını, kapsamına sadece işlenmiş ürünleri alarak
daralmakta ve faizi bu stoka yönelik ödeme olarak tanımlamaktadır.
7.8. John Locke (1632-1704)
John Locke iktisadi düşüncelerinden ziyade özgürlükler üzerine yaptığı
çalışmalarla bilinen bir filozoftur. Child’ın “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili
Kısa Gözlemler-Brief Observastions Concerning Trade and Interest of
Money” adlı çalışmasıyla önem kazanan faizlerin düşürülmesi konusunu,
arkadaşı Anthony Ashley Cooper’ın isteği üzerine 1668 yılında hazırlanan,
1692 yılında genişletilerek “Faizin Düşürülmesinin ve Paranın Değerinin
Yükseltilmesinin Sonuçları Hakkında Bazı Düşünceler-Some Considerations
of the Consequences of the Lowering of Interest and Raising the Value of
Money” adı ile yayımlanan çalışmasında ele almıştır (Spiegel, 171:155).
Locke, faiz ve paranın değerine yönelik çalışmasının yanı sıra malın fiyatını
ve talebini belirlemede etkili olsan unsurlar üzerinde de durmuş bir filozoftur.
“Locke’a göre değer ve fiyat teorisi, bir arz-talep teorisidir. Herhangi bir
malın fiyatı alıcı ve satıcıların sayısına göre yükselir ya da düşer. Bir malın
talebine kıyasla mevcut miktarı, o malın fiyatını belirler. Diğer yandan talebi
belirlemede sübjektif unsurların da etkili olduğunu belirtmiştir. Bir malın talebi
52
ona duyulan ihtiyaca ve faydasına bağlıdır. Malın fiyatının olması için sadece
faydalı olması yetmez, bunun yanında kıt olması da gerekir. Petty ve daha
sonraki yıllarda Locke, paranın değerinin nasıl belirlendiği sorusuna yanıt
geliştirirken, klasik miktar kuramını da büyük ölçüde biçimlendirmiştir.
Locke’a göre paranın değeri para arz ve talebi ile belirlenir. Para talebi ani
değişiklikler göstermez, bu nedenle paranın değerini belirleyen daha çok
para arzındaki değişmelerdir. O’na göre para arzı ile ticaret hacmi arasında
uygun bir orantının olması gerekir. Aksi halde para arzında bir azalma
ticaretin duraksamasına neden olur” (Yılmaz, 1992:10).
Böylelikle Locke, bir malın fiyatını belirleyen unsurları; malın miktarı,
alıcı ve satıcı sayısı ile “ihtiyaç” ve “fayda” gibi sübjektif kavramlarla
ilişkilendirmiştir. Öte yandan paranın değerini belirlemede, para arzındaki
değişmelerin asıl belirleyici unsur olduğu görüşüyle, klasik miktar kuramına
giden sürece önemli bir katkı sağlamıştır. Bunun yanında Locke’un, üretim
miktarındaki
artışa
koşut
dolaşımdaki
para
miktarının
arttırılmaması
neticesinde ortaya çıkabilecek resesyon durumunu, ticaret hacmi ve para arzı
bağlamında ele aldığı da görülmektedir.
7.9. Sir Dudley North (1641-1691)
Kral III. George’un Başbakanlığını yapmış Lord North’un beş
kardeşinden en tanınanı Sir Dudley North’dur. 12 yaşında okul yaşamında
başarısız olmuş, ardından tüccar olup ailesi tarafından 19 yaşında bu günkü
Türkiye’ye gönderilmiştir. 20 yıl sonra zengin biri olarak Đngiltere’ye dönmüş,
iş yaşamını bırakarak çeşitli devlet görevlerinde bulunmuştur. Ölümünün
hemen ardından 1692 yılında yayımlanan “Ticaret Üzerine Söylev-Discourse
upon Trade” adlı kısa broşürü, o dönemde bir etki yapmasa da 1818 yılında
James Stuart Mill tarafından keşfedilmiş ve önem kazanarak 1822 yılında
tekrar yayımlanmıştır (Spiegel, 171:167).
North da tıpkı çağdaşı Petty’nin ölümünün ardından, Hull tarafından
eserlerinin bir kitapta toplanması sürecinde olduğu gibi, yaşadığı dönemde
yayımladığı ancak dikkat çekmeyen “Ticaret Üzerine Söylev-Discourse upon
Trade” adlı broşürünün, yayımından yüz otuz yıl gibi uzun bir sürenin
53
ardından Mill tarafından tekrar yayımlanmasıyla dikkatleri çekmiş bir
düşünürdür. Adından da anlaşılacağı üzere North bu broşüründe iç ticaret ve
dış ticaretin nasıl işlemesi gerektiği üzerinde durmuştur.
O’na göre yurtiçi ticaret ile uluslararası ticaret arasında bir fark yoktur.
Her ikisi de engellenmez ise düzenli bir şekilde yürüyecektir. Her ticaret
toplumun yararınadır. Dünya ticaretinin toplam hacmi, bir ülke kazancı
diğerinin mutlak kaybına yol açacak biçimde sabit değildir (Spiegel, 171:168).
North’un hem ulusal hem de uluslararası ticarete ilişkin görüşlerini, liberal
anlayış üzerine temellendirdiği görülmektedir.
Bu durum Yılmaz tarafından da şöyle ifade edilmektedir; “North’a göre
ticaret gönüllü işlemlere dayandığı ve yürütüldüğü ölçüde bundan zarar değil,
yarar sağlanabilir. North’a göre dünya tek bir ulustur, bu ulusun bireyleri
ülkelerdir, ülkeler serbest bir ticaret ortamında kendileri için en kârlı alanları
bulup orada üretimi gerçekleştireceklerdir” (Yılmaz, 1992:12). Bu da North’un
iç ve dış ticareti bir arada değerlendirdiği ve her ikisinin de engellenmemesi
gerektiğini ortaya koyan bir başka yaklaşımıdır.
54
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
17. YÜZYIL AVRUPASI’NDA FRANSIZ VE ĐNGĐLĐZ
MERKANTĐLĐZMĐNĐN, JEAN BAPTISTE COLBERT VE SIR JOSIAH
CHILD’IN GÖRÜŞLERĐ VE POLĐTĐKA ÖNERMELERĐ BAZINDA ANALĐZĐ
Bu bölümde, 17. yüzyıl Avrupa’sı; coğrafi, demografik ve sosyal
durum, bilim ve sanat dünyası, dini yapı ve ihtilâflar, siyasi durum ve yönetim
anlayışı ile ekonomi başlığı altında genel hatlarıyla resmedilecektir.
Çalışmanın konusunu teşkil eden Đngiltere ve Fransa dışında,
merkantilist dönem Avrupa’sında akla ilk olarak, 17. yüzyılda Đngiltere’nin
ticari anlamda en önemli rakibi konumunda olan, Hollanda gelmektedir. Öte
yandan 15. yüzyılda karşımıza çıkan, Amerika Kıtasından Avrupa’ya yönelik
değerli maden akımının öncüsü konumunda olan Đspanya ve Portekiz ile
süreç içinde ticari limanlarının önemini Avrupa’nın kuzeyine kaptıran Đtalya ve
Otuz Yıl Savaşlarından olumsuz anlamda en fazla etkilenen dönem
Almanya’sının önemi de yadsınamaz.
Bu bağlamda çalışmanın konusunu teşkil eden; Jean Baptiste Colbert
ve Sir Josiah Child’ın görüşleri ve politika önermeleri bazında 17. yüzyıl
Fransız ve Đngiliz merkantilizmi ele alınmadan önce resmin bütününe, yani
aynı yüzyıl Avrupa’sına bakmak yararlı olacaktır. Böylelikle bir yandan
belirtilen dönem Fransız ve Đngiliz merkantilizminin ortaklık ve farklılıkları bir
bütün içinde değerlendirilmiş olacak, diğer yandan genelden özele doğru
gidilmiş olmakla, iki ülke arasında daha sağlıklı bir kıyaslama yapma imkânı
ortaya çıkacaktır.
1. 17. YÜZYIL AVRUPA’SI VE EKONOMĐSĐ
17. yüzyıl Avrupa’sına genel olarak bakıldığında; belli başlı altı
çizilmesi gerekli hususlar şu şekilde ifade edilebilir: 1600-1750 yılları
55
arasında mimarlıkta Barok eserler, sanat ve edebiyatta ise eski Roma ve
Yunan eserleri söz sahibiydi. 1648 yılı, modern devlet sisteminin başlangıcı
oldu. Batı Avrupa’da ise Fransa’ya Colbert (1619-1683) damgasını vururken,
Đngiltere’de 1640-1649 yıllarını kapsayan Protestan Devrim yaşandı. 1637
yılından itibaren Felsefede rasyonalizm hakim oldu. Đngiltere’de 1649-1659
yıllarını
kapsayan
Oliver
Cromwell’in,
Cumhuriyet’in
izlerini
taşıyan
yönetiminin ardından 1660-1688 döneminde Stuart Hanedanlığı restorasyona
tabi tutularak 1688-1689 yıllarında devrim yaşandı (Burns, 1963: 481).
Belirtilen 1648 yılı, çalışmanın izleyen bölümlerinde ele alınacağı üzere,
Avrupa’da mezhepler arası anlaşmazlık kaynaklı Otuz Yıl Savaşları
neticesinde imzalanan anlaşmalardan biri olan, Westfalya Antlaşmasının
tarihi olup, bu anlaşmayla ülkelerarası ilişkilerde din kavramı önceliğini yitirip
yerini ulusal çıkarlar almıştır. Modern devlet sistemi vurgusu da kuşkusuz bu
durumdan kaynaklanmaktadır.
1.1. Coğrafi, Demografik ve Sosyal Durum
Avrupa’da, 16. yüzyılın ortalarından itibaren iklim koşulları değişmeye,
hava gitgide soğumaya başlamıştı. “Küçük buz devri“ de denilen bu süreç 18.
yüzyıla kadar sürmüştür. Bu durum Alplerin buzullarından kaynaklanmıştı.
Hızlı akan nehirler sık sık bütün kış boyunca donmaktaydı. Özellikle 1709
yılında Fransa ve Batı Avrupa’da kış çok şiddetli geçmişti. Sonuçta Avrupa’da
tam anlamıyla kıtlık yaşanmıştı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi 1709-1713
yıllarında Batı Asya’dan Avrupa’ya veba yayılmıştı. Kötü hasat mevsimleri ve
yüksek fiyatlar sınaî mallara yönelik talebi büyük oranda düşürmüştü. Çünkü
pek çok insan paralarını yiyecek maddelerine harcamaya başlamıştı. Sadece
çok pahalı lüks mallar, çok zengin olan insanların taleplerinden dolayı, bu tür
olumsuzluktan etkilenmemişti. Hasat mevsiminin iyi olduğu dönemlerde,
fiyatlar sıradan insanların yiyecek maddesi ve hatta gelirlerinden kalan
kısımla diğer malları da almalarına olanak sağlamasına karşın, fiyatların çok
düşük olması, özellikle piyasa için üretim yapan çiftçilerin iflas etmelerine yol
açmaktaydı (Koenigsberger, 1987:161).
56
Avrupa’nın iklim koşullarına ilişkin bu durum, Pennington tarafından da
ortaya konmaktadır. Nitekim Pennington’a göre; “17. yüzyıl, Avrupa’nın büyük
bir bölümünde kargaşalıkların yaşandığı yılları kapsayan bir yüzyıldır. Nitekim
bu yüzyılda Avrupa’da pek çok insan yiyecek temini bakımından bir sonraki
yıldan emin değildi. Bu durum büyük oranda hava şartlarına bağlıydı ve
gittikçe söz konusu şartlar kötüleşmekteydi. 15. ve 16. yüzyılın başlarında
Avrupa Kıtası ve Atlantik Okyanusu’nda hava şartları önceki dönemlere
nazaran daha olumsuzdu. Ortalama sıcaklıklar düşmüş; kışlar daha soğuk,
yazlar daha yağmurluydu ve daha sık görülen fırtınalar her yeri harap
ediyordu. Hava şartlarının tarım sektörü üzerindeki etkisine gelince;
hububatın hasat dönemi, yağmur ve güneşin doğru zamanlarına diğer
şartlardan daha fazla duyarlıdır. Dolayısıyla bahsedilen hava şartlarından
ötürü Avrupa Kıtasının geniş bir bölümünde rekolte düzeyleri birbirine
benzemekteydi. Nitekim dönemin Avrupa’sında 1649, 1660, 1661 ve 1690’lı
yıllar, rekolte düzeyi bakımından en kötü yıllardır. Bu tarihler içinde de,
1690’lı yıllar belirtilen olumsuz tablo bakımından en başta gelen dönemdi.
Ayrıca yerel bazda ise, Fransa’da 1629-30 ve Đspanya’da 1677 yıllarında aynı
durum yaşandı. Pek çok yerde birbirini izleyen iki dönemde son derece kötü
hava koşulları ile yüz yüze kalınmış, bunun sonucunda yokluk ve pahalılık
tehlikesi ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla tüm bu unsurlar dönemin Avrupa’sındaki
insan yaşamını çok olumsuz bir biçimde etkilemiştir” (Pennington, 1989:55).
Yani dönemin Avrupa’sında, salgın hastalıklar, dini ve siyasi kargaşalıklar ve
mücadeleler bir yana, Avrupa coğrafyasında yaşanan ve hava koşullarını
doğrudan etkileyen söz konusu iklim değişiklikleri, dönemin hakim sektörü
tarımı ve dolayısıyla insanlar ile tüm ekonomiyi derinden etkilemiştir.
Bu noktadan hareketle üzerinde durulan dönem Avrupa’sındaki
demografik ve sosyal duruma gelince; Avrupa’da 14. yüzyılda yaşanan
nüfustaki düşüşten sonra izleyen yüzyılın ortalarından itibaren nüfus tekrar
artmaya başlamış ancak bu durum Avrupa’nın geneli bakımından düzenli bir
biçimde gerçekleşmemiş, bölgeden bölgeye farklılıklar yaşanmıştır. 16.
yüzyıla gelindiğinde nüfus artışı Avrupa’nın geneli için geçerli olmuş ve tüm
yüzyıl boyunca sürmüştür. 17. yüzyılın başlarından itibaren ise söz konusu
57
durum değişmeye başlamış, bunda da belirtilen iklim koşulları, kıtlık, veba ve
savaşlar, özelikle Otuz Yıl Savaşları, etkili olmuştur. Nitekim bunların
sonucunda Avrupa’nın merkezindeki nüfus 1/10 oranında azalmıştır. 17.
yüzyılın ortalarına gelindiğinde, özellikle Hollanda gibi birkaç istisna dışında
nüfus artışı durmuş ve hatta bazı bölgelerde nüfus azalmıştır. 15. yüzyılın
ortalarında 45-50 milyon olan Avrupa nüfusu, 17. yüzyılın ortalarında ise 100
milyon civarına ulaşmıştır (Cameron, 1989:93).
17. yüzyıla ilişkin nüfus yapısı, belli başlı ülkeler açısından ise şu
şekildeydi; Fransa yüzyılın başında en az 16.000.000., yüzyılın sonunda da
en az 19.000.000.-20.000.000.’luk nüfusuyla en kalabalık ülkeydi. 1540’lı
yıllarda 3.000.000. nüfusa sahip Đngiltere’de ise, düzenli bir artışla nüfus;
1650’li yıllarda 5.500.000. düzeyine ulaşmıştır. Hastalık ve savaşların
etkisiyle belirtilen dönemlerde Đspanya ve Almanya’da ise nüfusta azalma
yaşanmıştır. Örneğin 1630 ve 1640’lı yıllar boyunca Augsburg şehri
nüfusunun yarısını kaybetmiştir. Aynı dönem tüm Batı Avrupa’nın toplam
nüfusu 70.000.000-80.000.000, dünya nüfusu ise 200.000.000. düzeyindeydi
(Houston, 1999:139). Dolayısıyla aynı dönemde Fransa ve Đngiltere arasında,
toplam nüfus bakımından Fransa lehine yaklaşık dört kata varan bir fark
olduğu görülmektedir5.
Ancak bu aşamada, üzerinde durulan yüzyılda Avrupa’nın geneli
bakımından nüfusa ilişkin verilerin çok sağlıklı olmadığını da belirtmek
gerekir. Nitekim Avrupa’da, 17. yüzyıl boyunca tüm ülkelerde nüfusa ilişkin
bilgiler toparlanmaya başlanmakla beraber, bu yöndeki çalışmalar pek çok
küçük Đtalyan şehirlerinde 16. yüzyıldan itibaren yapılmakta iken, Rusya’da
ancak 1678 yılında yapılmıştı. Çok daha ayrıntılı kayıtlar ise ancak 1718
yılında oluşturuldu. Aynı zamanda Đspanya ve Đsveç’te de ilk nüfus sayımı
yapıldı. Đngiltere ve Fransa’da ise nüfus sayımı belirtilen ülkelerden daha geç
gerçekleştirildi. Tüm bu süreçte yapılan nüfus sayımlarında, sadece askeri ve
vergi kayıtlarından yararlanıldı. Bu durum nüfus istatistikleri tarihinde büyük
başarı olarak görülse de, sonuçlar kaçınılmaz olarak hatalıydı. Vurgulandığı
5 Bu durumun, ekonominin geneli bakımından, tek başına bir anlam ifade edip etmediği
Fransa ve Đngiltere arasında yapılan kıyaslama aşamasında değerlendirilecektir, s.192-199.
58
üzere, Fransa nüfus bakımından dönemin en kalabalık ülkesiydi. Fransa’nın
pek çok bölgesinde mil kare başına 100 insan düşmekteydi. Aynı derecede
yoğunluğa; Đngiltere’nin doğusunda, Đrlanda’da, geniş Ren Vadisinde;
Hollanda’da, Güney Almanya’da, Avusturya’da, Kuzey Đtalya’da ve Sicilya’da
rastlanmaktaydı. 17. yüzyılın sonunda Fransa’nın nüfusu farklı tahminlere
göre 19 milyon düzeyindeydi. Đngiltere 5-6 milyon ve Đspanya 6-8 milyon
nüfusa sahipti. 18. yüzyılın ortalarına doğru Avrupa’da tekrar hızlı bir nüfus
artışı başlamıştır. Diğer yandan 17. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da son
büyük veba salgını yaşandı. 1665 yılında Londra, 1690’lı yıllar ile, 1708-1713
yılları arasında da Fransa ve Đspanya bu salgından çok büyük zarar gördü.
Diğer zarar gören ülkeler; Polonya’nın büyük bir bölümü, Đskandinavya ve
Almanya idi. Bu denli büyük veba salgını son kez yaşanmıştı (Koenigsberger,
1987:162). Dolayısıyla Avrupa’da, kitlesel ölümlere yol açarak nüfus artışı
üzerinde olumsuz etkide bulunan son büyük salgın, söz konusu dönemde
gerçekleşmiştir. Öte yandan her ne kadar nüfusun sayısal bilgisine yönelik
ortaya konan bu rakamların, belirtilen nedenlerden dolayı çok sağlıklı
olmadığı, yani ülkeler bazında birebir net rakamları ifade etmediği vurgulansa
da, Houston ve Koenigsberger’in ortaya koyduğu ve birbiriyle uyumlu olan
yaklaşık rakamlar kuşkusuz bu konuda fikir vermektedir.
Diğer yandan, aynı anlamda demografik yapıya ilişkin bilgiler
Avrupa’nın geneli ile çalışmanın konusu Fransa ve Đngiltere açısından ele
alındığında; Avrupa, Fransa ve Đngiltere’nin (Galler bölgesi, Wales dahil)
1600, 1650 ve 1700 yıllarındaki nüfusu 10.000’den fazla olan şehir
sayılarının gösterildiği Tablo 1'den de görüleceği üzere; 17. yüzyılın ilk
yarısında Fransa ve Đngiltere’de, nüfusu 10.000’den fazla olan şehir sayısı,
söz konusu yüzyılın ikinci yarısına göre daha az da olsa, artış gösterirken,
durum Avrupa geneli bakımından tersine işlemiştir. Nitekim Avrupa genelinde
söz konusu şehir sayısı yüzyılın başında 220 adet iken, yüzyılın ortasına
gelindiğinde bu sayı 197’ye gerilemiştir.
Aynı yüzyılın ikinci yarısında ise, nüfusu 10.000’den fazla olan şehir
sayısı Fransa’da, Đngiltere’ye nazaran daha fazla artmıştır. Artış sırasıyla 11
ve 3 adet olarak gerçekleşmiştir.
59
Tablo 1 : Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla
Olan Şehir Sayısı (1600, 1650 ve 1700 Yılları)
Yıl
Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehir Sayısı
Avrupa
1600
1650
1700
220
197
224
Fransa
1600
1650
1700
43
44
55
Đngiltere
1600
1650
1700
6
8
11
Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500-1800, 1984, s.29.
Avrupa genelinde, üzerinde durulan yüzyılın ilk yarısında belirtilen
şehir sayısındaki azalma, 17. yüzyılın ilk yarısının, ikinci yarısına nazaran
daha çalkantılı, savaş ve krizlerle dolu olmasıyla açıklanabilir. Bu noktada
kuşkusuz akla ilk olarak 1618-1648 yıllarını kapsayan ve üzerinde durulacak
olan Otuz Yıl Savaşları gelmektedir.
Fransa, Đngiltere ve Avrupa’daki, Tablo 1’de sayıları verilen söz
konusu tüm şehirlerin; yine 1600, 1650 ve 1700 yılları itibariyle toplam
nüfuslarına ise Tablo 2’de yer verilmiştir.
Buradaki verilere göre, 1600 yılında Avrupa’da, nüfusu 10.000’den
fazla olan şehirlerin toplam nüfusu 5.933.000 iken, izleyen yüzyılda bu
rakamda artış yaşanmış ve 7.465.000’e ulaşmıştır. Nüfus artışı hem Fransa
hem Đngiltere ve hem de Avrupa genelinde, 17. yüzyılın ikinci yarısında, ilk
yarısına nazaran daha çok olmuştur.
Fransa’da nüfusu 10.000’den fazla olan şehir sayısındaki Đngiltere’ye
göre fazlalık, bu şehirlerin toplam nüfusları dikkate alındığında aynı oranda
değil, daha düşük seviyededir. Bu durum ise Đngiltere’deki belirtilen şehirlerin
nüfus olarak Fransa’ya nazaran daha kalabalık olduğunu göstermektedir.
60
Tablo 2: Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla Olan
Şehirlerin Toplam Nüfusu (1600, 1650 ve 1700 Yılları)
Yıl
Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehirlerin
Toplam Nüfusu
Avrupa
1600
1650
1700
5.933.000.
6.184.000.
7.465.000.
Fransa
1600
1650
1700
1.114.000.
1.438.000.
1.747.000.
1600
255.000.
1650
495.000.
1700
718.000.
Đngiltere
Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500-1800, 1984, s.30.
Fransa, Đngiltere ve tüm Avrupa’nın aynı dönemlerdeki toplam
nüfuslarına gelince; bu büyüklüklere ilişkin verilerin yer aldığı Tablo 3'den
görüldüğü üzere, 1650 yılında Fransa’nın toplam nüfusu 20.000.000,
Đngiltere’nin toplam nüfusu 5.600.000 iken, 1700 yılına gelindiğinde bu
rakamlar sırasıyla 19.000.000 ve 5.400.000’e gerilemiştir. Fransa ve
Đngiltere’nin, 17. yüzyılda hem nüfusu 10.000’den fazla olan şehirlerinin
sayısı, hem de bu şehirlerin nüfusu artarken, yüzyılın ikinci yarısında toplam
nüfuslarının azalması, bu iki ülkede nüfusu 10.000’den daha az olan
şehirlerde yaşayan insan sayısının azaldığını ve azalışın belirtilen artıştan
daha fazla gerçekleştiğini göstermektedir. Bu durum ise akla iki olguyu
getirmektedir. Bunlardan ilki ölüm, ikincisi ise nüfusu az yoğun yerlerden, çok
yoğun yerlere olduğu anlaşılan göç olgusudur.
Nitekim 1600-1650 yılları arasında toplam Kuzey Avrupa Nüfusu
55.400.000 iken, bu nüfusun 50.400.000’i kırsal alanda yaşamaktaydı. 16501700
döneminde
bu
rakamlar
sırasıyla
50.400.000
ve
51.000.000
düzeyindeydi. Aynı dönemde 42.000 kişi kentlere göçmüş, toplam kent
61
nüfusu 834.000 kişi artmıştır. 1650-1700 döneminde ise bu rakamlar sırasıyla
196.000 ve 1.066.000 olarak gerçekleşmiştir (Vries, 1984:203).
Tablo 3 : Avrupa, Fransa ve Đngiltere’nin Toplam Nüfusu (1600, 1650
ve 1700 Yılları)
Yıl
Toplam Nüfus
Avrupa
1600
1650
1700
78.000.000.
74.600.000.
81.400.000.
Fransa
1600
1650
1700
19.000.000.
20.000.000.
19.000.000.
1600
4.400.000.
1650
5.600.000.
1700
5.400.000.
Đngiltere
Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500–1800, 1984, s.37.
Bu durumda 17. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa genelinde yaşanan
nüfus artışının, Avrupa’nın kuzeyi dışındaki bölge ülkelerindeki nüfus
artışlarıyla gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır. Kuzey Avrupa’da yaşanan
belirtilen nüfus azalışından, Londra etkilenmemiş, aksine yüzyılın son
çeyreğinde nüfusta artış yaşanmıştır.
Tablo 4 : 17. yüzyılda Londra Nüfusu, Doğum ve Ölüm Oranları.
Nüfus
Nüfus
Doğum Oranı
(% Đngiltere) (% Đngiltere)
Ölüm Oranı
Period
Đngiltere
Londra
(% Đngiltere)
1600-24
4.110.000
200.000
4.9
6.3
8.7
1625-49
5.228.000
400.000
7.7
7.7
11.5
1650-74
5.228.000
400.000
7.7
8.5
14.6
1675-99
5.058.000
575.000
11.4
10.3
15.0
Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500–1800, 1984, s.195.
62
Londra’nın 17. yüzyıldaki nüfusunun, Đngiltere nüfusu içindeki payı ile
aynı yüzyıldaki doğum ve ölüm oranları Tablo 4’de yer almaktadır.
Tablo 4'den izleneceği üzere; hem Đngiltere’nin hem de Londra’nın
nüfusundaki artış, yüzyılın ikinci çeyreğinde durağan hale gelmiştir. Bunda
söz konusu yüzyılda Avrupa’da yaşanan dini savaşların belirtilen dönemde
yoğunluk kazanması etken olmuş olabilir.
Halkın yaşantısına gelince; sıradan insanlar için günümüz modern
dünyasındaki yaşam biçimi bunlara kapalı olduğu için yine detaylı bilgi
bulunmamakla beraber, Avrupa halkı dul olma durumu dışında aileler halinde
yaşamaktaydı. Aile, biyolojik ve sosyal çoğalma ve temel tüketim birimiydi.
Kuzeybatı Avrupa’da, anne, baba ve çocuklardan oluşan aileler, Avrupa’nın
diğer yerlerine nazaran küçük hacimliydi (Houston, 1999:139). Dolayısıyla
Kuzeybatı Avrupa’da, bir nevi günümüz çekirdek aile tipi aileler söz
konusuydu denebilir.
Evlilikler açısından ise Avrupa’nın bazı bölgelerinde farklılıklar
mevcuttu. Örneğin Kuzeybatı Avrupa’da kadınlar açısından ortalama 25’i
bulan evlilik yaşı, Doğu ve Güney Avrupa’da 20’ye inmekteydi. Ekonomik
anlamda eşitsizlik tüm Avrupa’da görülmekteydi. Köylüler arasında zenginlik
farklılıkları olduğu gibi, kölelik düzeni de bölgeden bölgeye değişmekteydi.
Örneğin Elbe Irmağı’nın doğusunda köylülerin bir çiftlikten diğerine yer
değiştirmesi Lord’un iznine bağlıydı. Ancak kölelik sisteminde kişisel
özgürlüklerin sınırlanması ve köylülerin istismarı bağlamında ortak bir
uygulama vardı (Houston, 1999:140). Bu durum söz konusu dönemde,
Avrupa genelinde gelir dağılımında hem sosyal tabakalar arası hem de aynı
sosyal tabaka içinde farklılıklar olduğunu göstermektedir.
Çiftçilere gelince, bunların çoğu kiracı durumdaydı. Hayat standartları,
toprağın büyüklüğü, rant ve vergilere bağlıydı. Fransa’nın kuzeydoğusunda
araziler, bir aileye yetecek büyüklükte olmasına rağmen, sadece Đngiltere,
Đskandinavya ve güney Fransa’nın bir bölümünde köylülerin birçoğu mülk
sahibiydiler (Houston, 1999:141). Yani, Đngiltere’ye nazaran, Fransa’nın
genelinde köylülerin mülkiyet sahipliğinin söz konusu olmaması, bu konuda
Đngiltere’nin önde yer aldığını işaret etmektedir.
63
Öte yandan 17. yüzyıl zengin olmak için heyecan verici bir dönemdi.
Çünkü çay, kahve, şeker ve tütün gibi pek çok pahalı mal Avrupa’ya yeni
girmeye başlamıştı. Fakat diğer yandan pek çok insan için yiyecek ve temiz
su yaşam için en önemli gereksinimlerdi. Ancak birkaç Avrupa şehrinde
insanların su talebi karşılanabiliyordu. Örneğin Paris’te 18. yüzyılın
ortalarında 65 tane kamu çeşmesi bulunuyordu. Bunlardan her biri 10.000
kişinin talebini karşılıyordu. Edinburgh’da ise yüzyılın sonlarında sadece
30.000 insanın ihtiyacını karşılayabilen 8 tane kamu çeşmesi bulunuyordu.
Dolayısıyla insanlar çok sağlıksız koşullarda yaşıyorlardı. Bu bağlamda 18.
yüzyılda Berlin’in on kilometre uzağına kokuların yayılmış olması şaşırtıcı
değildir. 17. yüzyılda Londra’da doğan çocukların 1/3’ü, kırsal alanda ise
1/7’si bir yaşından önce ölmekteydi. Bu durumda sadece yüksek doğurganlık,
çok sayıdaki bebek ve çocuk ölümlerini telafi edebilmekteydi. Dolayısıyla
nüfusun 1/3’ünü 15 yaş ve altı insanlar oluşturmaktaydı. Nispeten çok az
insan 60 ve üzeri yaşlardaydı. Ortalama yaşam süresi Fransa’da 30 yıl iken,
Đngiltere’de ise 35 yıl idi (Houston, 1999:143). Dolayısıyla Avrupa’da pazarı
oluşmaya başlayan belirtilen pek çok ürün, ticari anlamda 17. yüzyılı fırsatlar
yüzyılı yapsa da, olumsuz sağlık koşulları nedeniyle ortalama insan ömrünün,
günümüz rakamlarının yaklaşık yarısı düzeyinde olduğu görülmektedir.
Gayrisafi milli hasılanın yapısına gelince; 17. yüzyılın sonlarına doğru
Đngiltere’de gayri safi milli hasılanın % 40’ını tarım, % 20’sini mal ve
hizmetlerin yurtiçi ticareti, % 10’unu ihracat, % 30’unu ise denizaşırı ithalât ve
yeniden ihracat oluşturmaktaydı. Belki de Hollanda hariç diğer tüm Avrupa
ülkelerinde milli gelir yüksek oranda tarım sektöründen elde edilmekteydi.
Dolayısıyla insanların pek çoğu geçimini topraktan sağlamaktaydı. Arazi
sahipliği sosyal bir statü olmanın ötesinde siyasi güç için bir temel
oluşturmaktaydı. Nitekim Đngiltere gibi bazı ülkelerde mülk sahibi olmak oy
hakkını da beraberinde getiriyordu. Diğer yandan dönemin geleneksel
ekonomilerinde, tarımsal çıktıdaki düzenli gelişme ekonominin büyümesinin
de temelini oluşturmaktaydı. Keten, yün, deri ve odun gibi pek çok endüstriyel
hammadde de bu sektörden gelmekteydi. Ancak Đngiltere ve Kuzey Đtalya
dışında, Avrupa’da çiftçilik 17. yüzyılda, sonraki yüzyıllara nazaran kötü bir
64
süreç izlemiştir. Tarımsal çıktı düşük düzeylerde kalmıştır. Güney ve Doğu
Avrupa’nın büyük bölümünde Đngiliz dönümü (0,404 hektar) başına ürün ve
kişi başına üretim durağan bir seyir izlemiştir. Avrupa kıtasının büyük bir
bölümünde
ekilen
tohumdan
bire
üç
veya
dört
oranında
hasat
sağlanabilmekteydi. Đşin içine rantlar ve vergiler de girdiğinde, bir sonraki
mevsim hayvan yemi ve tohum açısından tehlikeye girmekteydi. Başta mısır
olmak üzere pek çok üründeki yetersizlik Amerika ve Asya’dan karşılanmaya
çalışılıyordu. Mısır ve pirinçte geniş ekim alanlarına, Kuzey Đtalya, Güneybatı
Fransa ve Đspanya’da ancak yüzyılın sonlarında ulaşılabilmişti. Đzleyen
yüzyılda da patates için benzer durum yaşanmıştır. Đngiltere’de ise arazilerin
birleştirilmesi ve çitleme gibi yöntemlerle, ülkenin bir yanından diğer yanına
hububat fiyatlarında bir denge sağlanmıştır. Mahsul artışı ve yaratılan ulusal
piyasa beraberinde fiyatlarda düşmeyi getirmiştir. Đngiltere ve Hollanda’da
yüzyılın hemen başında bir köylü, kendi ailesinin yiyecek ihtiyacının yarısını
karşılar durumdayken, yüzyılın sonunda kendi ailesi dışında bir diğer ailenin
yiyecek ihtiyacının tamamını da karşılar duruma gelmiştir. Đngiliz tarımı 17.
yüzyıl boyunca büyük gelişme göstermiş, hububatta net ihracatçı konumuna
gelmiştir. Tarımsal gelişme pek çok insanın beslenmesini, daha da önemlisi
hayat standardının yükselmesini sağlar. Böylece insanlar besin maddesi
dışında bir diğer temel gereksinimleri olan giyinme ihtiyaçlarını karşıladıkları
gibi, çeşitli ticari ve endüstriyel malları alabilme imkânına da kavuşurlar.
Nitekim 17. yüzyıl Đngiltere’sinde bu durum yaşanmıştır. 1650 yılından sonra
nüfus baskısı, kişi başına tarımsal üretimi ve reel ücretleri arttırmıştır. Ancak
kuşkusuz bu ekonomik değişmenin tek nedeni değildi. Diğer yandan ticarette
de çok önemli başarı sağlanmıştı. Yani ekonomideki fırsat çeşitliliği
beraberinde başarıyı getirmişti (Houston, 1999:145). Dönemin Avrupa’sında
gayrisafi milli hasılayı oluşturan unsurlar bakımından akla kuşkusuz ilk olarak
tarım sektörü gelmektedir. Dış ticaret ve sömürgeleşme konularında yüzyılın
önde gelen iki ülkesi Đngiltere ve Hollanda’nın, tarım sektörüne ilişkin yüzyılın
başı ile sonu itibariyle ulaştıkları belirtilen konumları, bu sektörde de başarı
sağlamış olduklarını göstermektedir. Söz konusu dönem Đngiltere’si için
vurgulanan,
pek
çok
köylünün
yiyecek
ihtiyaçlarını
kendilerinin
65
karşılayabiliyor olmaları ve daha fazlasını da üretebiliyor olmaları, bu kesimin
diğer sektörlere yönelik talepleri açısından da önem ifade etmektedir. Çünkü
bu durumda olan köylüler, diğer sektör ürünleri için de harcamada
bulunulabileceklerdir.
Bir diğer önemli konu da enerji kaynağıydı. 17. yüzyılda Akdeniz’de ve
Avrupa’nın merkezinde odun ya da mangal kömürü temel yakıt kaynağıydı.
Ancak Hollanda’da hanehalkı ve endüstri için turba* başlıca enerji
kaynağıydı. Đngiltere’de ise kömür artan bir şekilde kullanılıyordu. Bu noktada
şunu belirtmekte yarar var: Kullanılan yakıt türü ekonomik gelişmenin doğal
sınırını anlamamıza olanak sağlar. Enerji kaynağı olarak odunun kullanılması
durumunda, enerji yenilenebilir, ancak süreç yavaş işler. 1650’li yıllarda
Đngiliz demir ve cam endüstrisi, uzun süre mangal kömürü elde etmek için
gerekli
odunun
olmamasından
dolayı
gözden
kaybolmuştur.
Çünkü
verimliliğin sınırı yenilenebilir enerjiye bağlıdır. Dönemin Avrupa’sında önemli
teknolojilerin yokluğu, ekonomiyi toprağın verimliliğine bağımlı kılmıştır.
Demir, çanak-çömlek ve cam yapımında, demir cevheri, balçık ve kum
kullanılır.
Bu
şekilde
madene
dayalı
endüstriler,
dönemin
Avrupa
ekonomisinin çok küçük bir bölümüyle sınırlıydı. Örneğin Đsveç’te yüzyıl
boyunca çubuk demir ihracatı yıllık yaklaşık 30.000 ton iken, Đngiltere’de ise
yıllık yaklaşık 3.000.000 ton kömür üretilmekteydi. Sonuç olarak; Avrupa
ekonomisinin ve özellikle Đngiliz ekonomisinin 17. yüzyıl boyunca büyümesi
ve imalât endüstrisindeki gelişmeler, izleyen yüzyıldaki endüstri devriminin
koşullarını hazırlamıştır (Houston, 1999:147). Diğer yandan 17. yüzyıl
Avrupa’sında gerek yiyecek maddeleri bakımından, gerekse imalât sektörü
için gerekli hammadde bakımından, şehirlerin tamamıyla kırsal alana
bağımlılığı söz konusuydu. Kırsal alanda yaşayanların ise, endüstriyel ürün,
hizmet veya ticari mallar açısından şehre bağımlılıkları vardı. Sattıkları
yiyecek maddeleri onlara şehirlerden mal ve hizmet alabilmelerini sağlıyordu.
Avrupa’nın pek çok ülkesinde şehirleşme düşük düzeydeydi. Yüzyılın
sonunda bile ancak birkaç şehrin nüfusu 10.000’in üzerindeydi. Bu şehirlere
* Çürümüş bitki köklerinden elde edilen bir tür yakacak maddesi.
66
Amsterdam, Lizbon, Londra, Madrid, Milano, Palermo, Paris, Roma ve
Venedik örnek olarak verilebilir. Almanya’da ise çok sayıda şehir bulunmakla
beraber, bunların pek çoğunun nüfusu 2000 ila 5000 kişi arasındaydı.
Dolayısıyla nüfusu 10.000’in üzerinde olan şehirler büyük sayılıyordu.
Yüzyılın hemen başında Kuzeybatı Avrupa nüfusunun yaklaşık % 8’i
şehirlerde yaşarken, yüzyılın sonunda bu oran % 13 olmuştur. Đngiltere’de
şehirleşme yüzyıl boyunca artmıştır. Nitekim bu yüzyılda Londra’nın nüfusu
200.000’den 600.000’e çıkmıştır. Yani dönem başında Londra nüfusu, toplam
nüfusun % 5’inden az iken, dönem sonunda % 10’undan fazla bir sayıya
ulaşmıştır. Toplam nüfus içindeki küçük paylarına rağmen, şehirler ekonomik
değişmenin motoru olmuşlardır. Ancak Kıta Avrupa’sında şehirleşmedeki
artış 1700’lere doğru mümkün olabilmiştir. Işık çağı olarak da adlandırılan bu
dönemde küçük sokaklar bile aydınlatılmıştı. Şehirler, oluşan tarımsal ürün
piyasası ve ticaret yoluyla zenginleşmeye başlamıştı. Venedik, Londra ve
Hamburg gibi şehirler ticarette ön plana çıkmışlardı. Gıda ve giyim
endüstrileri en önemli endüstrilerdi. Đspanya’nın Cordoba, Đngiltere’nin
Northampton gibi şehirlerinde yetişkin erkeklerin yarısı deri giysi yapımında
çalışıyorlardı. Yerel tüketim açısından bira da önemli bir yere sahipti
(Houston, 1999:153).
Nitekim bira tüketimi kişi başına günlük 1,7 litre düzeyindeydi.1660’lı
yıllarda tüm bira üretiminin 1/3’ü, Hollanda’nın Amsterdam ve Haarlem
şehirlerinde gerçekleştiriliyordu. 1648 yılında Haarlem’de yılda 67 milyon litre
bira üretimi yapılıyordu. Bu durum zenginlik yarattığı gibi, zenginlik de siyasi
güç doğuruyordu. Benzer durum Newcastle’da kömür, Bordeaux’da ise şarap
tüccarları açısından geçerliydi. Ticari hayatın küçük bir bölümünde esnaf
birlikleri bulunmaktaydı. Đdari ve mali amaçları olan bu önemli birlikler yarı
kamusal kuruluş niteliğindeydi. XIV. Louis döneminde Paris’teki limonata
satıcılarının dahi birlikleri mevcuttu. Zengin insanların ortaya çıkması ve tıbbi
hizmetler gibi alanlara yönelmeleri, bu alanlarda uzman kişilere yönelik talep
yarattı. Kasabalarda okullar açıldı. Bunun sonucunda genel okuma-yazma
oranı yükseldi. Özellikle şehirlerde düşünceler değişmeye ve sosyal yaşam
gelişmeye başladı. Söz konusu gelişme Avrupa’nın batısında, doğusuna
67
nazaran daha belirgin olmuştur. Bunda kuşkusuz askeri ve idari gücün
artarak, Lord’ların ekonomik hakimiyetlerinin kırılması etkili olmuştur
(Houston, 1999:154). Yani ortaçağın belirgin özelliği feodal yapının
dönüşüme uğraması, kuşkusuz beraberinde halkın belirtilen demografik ve
sosyal yapısını da değişime uğratmıştır.
1.2. Bilim ve Sanat Dünyası
17. yüzyılın sonlarında dahi bilgi akışı ciddi haberleşme ve ulaşım
güçlüklerinden dolayı çok yavaştı. Nitekim ulaşım Dublin’den, Venedik’e beş
haftada, Đstanbul’dan ise yaklaşık altı haftada gerçekleşiyordu. Bunda
kuşkusuz ülkelerarası gerginliklerin de etkisi oluyordu. Ortak problem
ulaşımın sadece at sırtında veya gemilerle sağlanmasıydı. Yollar ıssız ve
tehlikeliydi. Nitekim bu yollarda sık sık haydut saldırıları yaşanmaktaydı.
Özellikle ticari bilgi akışında gazeteler önemli rol oynuyordu. Ancak bir
toplantıdan çıkan bilgiye ulaşmanın en hızlı yolu, o toplantıda bulunan birine
ulaşmaktı. Böylece insanlar bilgilerin aktarıldığı yerlere yöneldiler. Bu durum
Londra’da mal piyasası ve sigorta endüstrisinin temellerinin, kahvehanelerde
atılmış olmasının rastlantı sonucu olmadığını ortaya koymaktadır. Bu
yüzyılda Amsterdam kambiyo merkezi haline gelmişken, Venedik ve Londra
diğer önemli merkezlerdi. Artan zenginlik ve değişen öncelikler kentlerde
daha fazla gelişmeyi teşvik etti. Paris 1667 yılında yerel vergiler yoluyla ilk
fener düzenine kavuştu. Amsterdam’da belirtilen yılda bazı evlerin kapıları
petrol lambalarıyla aydınlatılmıştı. 1679 yılında 133 adet bu tür lamba vardı.
1689 yılında ise bu rakam hızla artarak 2400’e ulaşmıştı (Houston,
1999:152). Nitekim bu çağa ilişkin, ışık çağı nitelemesi de bu durumdan
kaynaklanmaktadır. Sanat dünyasına gelince, 17. yüzyılın başından, izleyen
yüzyılın ortalarına dek mimarlıkta Barok eserler, sanat ve edebiyatta ise eski
Roma ve Yunan eserleri söz sahibiydi.
Öte yandan 16. ve 17. yüzyılın ortalarına dek Avrupa’da tıp bilimi çok
yavaş gelişmiştir. Ancak bu durum 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
değişmiş, çok daha fazla doktor yetişmiş ve pek çok hastahane kurulmuştur.
Ancak
nüfusun
giderek
artmasında
bu
gelişme
dışında,
beslenme
68
koşullarının gitgide iyileşmesi de etkili olmuştur. Nitekim Đngiltere, Fransa,
Almanya ve Đsviçre’nin şehir merkezlerinde bu yüzyılda ölüm oranları
eskisine nazaran giderek azalmakla beraber, oran özellikle bebek ve çocuk
ölümlerinde halen yüksekti ve her ülke dönemsel kıtlıklarla ve şiddetli
salgınlarla yüz yüze kalıyordu. Yüzyılın ilk yarısında sömürgeler kurmak,
işgücü piyasalarına yönelik nüfus fazlasının emilmesine ve dolayısıyla
işsizliğe çare oluyordu. Ancak yüzyılın ikinci yarısında durum değişti ve
Avrupa’da tüm belirtilen gelişmeler ve Amerika’ya olan göçün çok artması
nedeniyle insan ihtiyacı ortaya çıktı. Halbuki nüfus aynı zamanda askeri
gücün de temelini teşkil ediyordu (Clark, 1960:192).
Sonuç olarak, 17. yüzyılda sadece Đngiliz Devrimi yaşanmamıştır. Bu
yüzyıl entelektüel ve bilimsel devrimin de gerçekleştiği bir yüzyıl olmuştur.
Nitekim 20. yüzyıl başları büyük Đngiliz matematikçi Alfred North Whitehead
17. yüzyılı “Dahiler Yüzyılı” olarak tanımlamaktadır. Gerçekten de bu yüzyıl;
Galileo, Bacon, Descartes, Pascal, Newton, Locke ve modern bilimin
inşasına katkı sağlayan pek çok diğer bilim insanlarının yüzyılı olmuştur.
Akılcılık, ampirik ve tümevarım yöntemleri de bu yüzyılda gündeme gelmiştir.
Tüm bunların sonucu olarak üretim tekniklerinde de köklü değişimler
yaşanmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:535). Bu durum, bilim
dünyasının
ve
özellikle
üretim
sürecine
ilişkin
bilimsel
yeniliklerin,
ekonomiden insan yaşamına dek tüm alanları etkilediğini ortaya koymaktadır.
1.3. Dini Yapı ve Đhtilâflar
Avrupa’da 17. yüzyıldan öncesine dayanan mücadeleler, bu yüzyılda
da devam etmekle beraber, söz konusu yüzyılda şekil değiştirmiştir. Yani
mücadelelerde, uluslararası güç elde etme yolunda dünyevi unsurlar ön
plana çıkmıştır. Ancak bu durum belirtilen yıldan sonra Avrupa’nın Hristiyan
ülkelerinde yüzyılın yarısı boyunca dini çarpışmaların bittiği anlamına gelmez.
Fakat etkisi giderek azalmıştır. Nitekim Otuz Yıl Savaşlarında, başlangıçta
temel sorun “din” iken, üç yıl sonra pek çok Alman eyaletinde dini partiler
durumla meşgul olmamaya başladılar. Savaş boyunca dini unsur belirginliğini
yitirse de anlaşma sırf politik nedenlerden dolayı geciktirilmiştir (Hexter, Pipes
69
ve Molho, 1971:245). Uluslararası güç elde etmede dünyevi unsurların
eskisine nazaran ön plana çıkması, vurgulandığı üzere, asıl olarak 1648
yılında, yani bu tarihli Westfalya Antlaşması’yla belirgin hale gelmiştir.
Bu noktadan hareketle, öncelikle 17. yüzyıldaki mücadelelere ilişkin
seyrin genel hatlarını çizip, ardından aynı yüzyılda ekonomik, dini,
demografik gibi unsurlar açısından ortaya çıkardığı önemli sonuçları
nedeniyle Otuz Yıl Savaşları üzerinde, yine genel hatlarıyla da olsa durmak
yararlı olacaktır.
17. yüzyılda Avrupa kıtasında, zenginlik ve Amerika’ya olan göçe
rağmen nüfus artışı beraberinde savaşların ölçeğinin artmasını da getirmiştir.
Ordular gitgide daha çok askerden oluşmaya başlamış, bunun sonucunda
büyük savaşlar esnasında orduların asker sayıları yüz binlerle ifade
edilebilecek düzeye ulaşmıştır. Ancak orduların tamamı ulusal ordu değildi.
Nitekim orduların içinde her ülkeden paralı askerler de bulunuyordu.
Orduların büyüme süreci donanmanın gücünü, yani filodaki gemi sayılarının
artışını da gerektirdi. Ancak savaş filoları hâlâ basit gemilerden ve kürekli
kadırgalardan
oluşuyordu
ve
bu
gemilerde
nispeten basit ekipman
kullanılıyordu. Yüzyılın ortalarında Đngiltere ve Hollanda büyük donanma
gücüne sahip olan ülkelerdi. Nitekim bu iki ülke arasındaki savaş ve
mücadeleler 18. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürmüştür. Söz konusu
mücadeleden Đngiltere galip çıkmış, 17. yüzyılda geçerli olan Hollanda
üstünlüğünü sona erdirerek öne çıkmıştır. Fransa ise belirtilen dönemde bu
iki ülkeyi örnek alma gayreti içinde bulunmuştur (Clark, 1960:193-194).
Dolayısıyla özelde dış ticaret ve genelde ekonomik mücadele söz konusu
olduğunda 17. yüzyıla Đngiltere ve Hollanda’nın damgasını vurduğunu
belirtmek yanlış olmaz.
Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’nın ardından imzalanan 1648 tarihli
Westfalya Antlaşmasından sonra ise, Đngiltere’de ve Fransa’da dini alandaki
sürtüşmeler devam etmekle beraber, uluslararası ihtilâflar eskiye nazaran
önemli ölçüde azalmıştır. Ancak, Brinton, Christopher ve Wolff'a göre;
“Fransa’da 1643–1715 yıllarını kapsayan dünyevi ihtirasa sahip XIV. Louis
dönemi bu durumu tehdit etmekteydi. Nitekim Louis “Mutlak Monarşi”yi
70
sağlayan çok kibirli biriydi. Öte yandan zarafete ve lükse düşkündü. Halk
arasında da hızla sosyal tabakalaşma oluşuyordu. Louis en büyük rakip
olarak Đngiltere’yi görüyordu. Đngiltere ise o dönemde tarihinin en büyük ve
sancılı siyasi ayaklanmasını yaşıyordu. Söz konusu süreç Stuart Monarşisi
ile Anglikanlar, diğer bir ifadeyle Parlamento ve Monarşi arasında
yaşanıyordu.
Bu
mücadeleden
Parlamento
kazançlı
çıktı.
Böylelikle
Đngiltere’de yavaş ve düzenli bir değişim yaşanmaya başladı. Bu durum
kuşkusuz 17. yüzyılın tamamı açısından geçerli değildir. Nitekim bu yüzyılda
devrim yaşayan Đngilizler, Krallarının birini idama, bir diğerini ise sürgüne
göndermişlerdir” (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:532-534). Bu durum
dönemin Đngiltere’sinde, Fransa’nın aksine parlamentonun daha etkin hale
gelmesinin sancısız gerçekleşmediğini göstermektedir6.
17. yüzyılda belirtilegelen nedenlerden dolayı önemli bir yeri olan Otuz
Yıl Savaşları üzerinde ayrı bir başlık altında durmak, dönemin tümünü daha
iyi anlamaya katkı sağlayacaktır.
1.3.1. Otuz Yıl Savaşları
Tuna boyu ülkelerinde özellikle Bohemya’da başlayan Otuz Yıl
Savaşları (1618–1648) önce Almanya’ya, ardından da tüm Avrupa’ya
yayılarak sosyal ve politik dengeleri değiştirmiştir. Özellikle 19. yüzyıl Fransız
Tarihçileri,
Westfalya
Antlaşmasını
büyük
bir
başarı
olarak
kabul
etmektedirler.Antlaşmanın Roma-Germen Đmparatorluğu’nun parçalanmasına
sebep olduğunu, Prensliklerin bağımsızlığını sağladığını ve Avrupa’da
imparatorların gerçek güçlerini uzun bir süre yıktığını ileri sürmektedirler
(Tapié, 1972:84,108).
Bu genel girişin ardından, dini kaynaklı ve uzun soluklu bu
mücadelenin, nedenleri, seyri ve sonuçlarına gelince; Tanilli söz konusu
süreci şu şekilde ifade etmektedir: “Keskin bir rekabet, Fransa'yı Almanya'nın
karşısına çıkarıyordu. Fransa, pek güçlü mutlak bir monarşi haline gelmişti ve
çevresindeki devletlere hegemonyasını dayatma eğilimindeydi. Habsburg
6 Bu konu üzerinde, dönemin Fransa'sı ve Đngiltere'sindeki siyasi durum ve yönetim anlayışı
başlıkları altında ayrıntılı olarak durulacaktır, s. 87-92, 130-137.
71
monarşisi ise, Fransa'nın bu tutkularına bir engeldi….Đsveç ve Danimarka
Krallıkları
da,
Almanya'da
mayalanan
uyuşmazlıktan
yararlanmaya
hazırlanıyorlardı….Kuzey Avrupa'da korkunç bir askerî-güç haline gelmiş olan
Đsveç, Baltık denizini bir "Đsveç gölü" yapmak istiyordu….Polonya ise,
Habsburg ve Avrupa'daki öteki aşırı Katolik güçlerle bağlaşıktı. Habsburg'lara
karşı olan cephe, Hollanda ile Đngiltere'yi de alıyordu içine….Hollanda'nın
amacı, Đspanya ile Avusturya'yı zayıflatmak ve ticaret donanmasının eski
Hansa ticaret yolları üzerinde üstünlüğünü sağlamaktı. Đngiltere de,
Habsburg'ların, Almanya'nın Kuzey Denizine yakın topraklarında durumlarını
güçlendirme girişimlerine karşı çıkıyordu. Đngiltere'nin Protestan prenslere
destek olmasında, hanedan yakınlıkları da rol oynuyordu.” (Tanilli, 2004:254255). Dolayısıyla söz konusu ülkeler, 17. yüzyılın ilk çeyreğinde belirtilen
nedenlerden ötürü saflarını tutmuş ve adım adım çok kanlı geçecek savaşa
doğru gidiyorlardı.
Bu sürece tekrar dönecek olursak; “Bohemya, 1526'da, Habsburg
monarşisine katılmıştı….II. Rodolphe döneminde, Katolik gericilik baskın
çıktığında,
Çek
Protestanlarının
haklarına
saldırı
başladı.Kentlilerle
bağlaşıklık içindeki Bohemya soyluları, sert eylemlere giriştiler. Çek soyluları,
eli kulağında gördükleri bir mücadeleye hazırlanıyorlardı. Karışıklıklar başladı.
Silahlı halk, kral sarayının salonuna girdi ve Đmparatorluk görevlileriyle Çek
halkına ihanet edenlerin cezalandırılmasını istedi; yöneticilerden ikisi,
şatonun pencerelerinden aşağıya atıldı. Avusturya ile bağların kopması
demekti bu. Prag'da, bu pencereden adam atma olayı, Otuz Yıl Savaşları'nın
bir işareti oldu. Bunlar olurken, Bohemya'da ve Avusturya'da köylülerin kitle
eylemleri de başladı.” (Tanilli, 2004:256-258). Böylelikle söz konusu olaylar
zinciri, zaman içinde sürece dahil olan ülke bakımından çapı gitgide
genişleyen savaşlara yol açmıştır. Bu savaşlar, katılımcı ülkelerarası
imzalanan bir dizi antlaşmalarla sonuçlanmış olup, bunlardan en önemlisi
1648 tarihli Westfalya Anlaşması’dır.
“Osnabrück
ile
Münster'de
imzalanan
Westfalya
Antlaşması.
Almanya'nın siyasal ve dinsel örgütlenişini düzenliyor ve Đsveç'le Fransa'ya,
imparatorluk
topraklarından
kimi
yerleri
dağıtıyordu….Başta,
Katolik,
72
Luther'ci, Calvin'ci, üç mezhebin üçü de tanınmış oldu. Đkinci olarak,
Habsburg'ların umut ettiklerinin tersine, imparatorun seçimle belirlenmesi
ilkesi olduğu gibi kaldı. Đmparatorun ise, kendi toprakları dışında hiçbir gerçek
iktidarı yoktu….Böylece, dinsel alanda olduğu gibi, siyasal alanda da,
Habsburg'Iarın birlik umutları kesinlikle yok edilmişti. Almanya, 350 devletten
oluşan bir Konfederasyon olarak kalıyordu…Üçüncü olarak, Fransa ile Đsveç,
yeni topraklar kazanıyorlardı: Fransa 1552'den beri işgal ettiği üç
piskoposluğu kesinlikle ele geçirmiş oluyordu; ayrıca, -Strasbourg dışındaAlsace'ı, daha doğrusu Habsburg hanedanının bu bölgedeki hak ve
mülklerini de alıyordu. Đsveç ise, Almanya'dan Pomeranya'yı, Breme ve
Werden'i elde ediyordu…Otuz Yıl Savaşları, Almanya'ya sayılamayacak
kadar çok acılara ve felaketlere mal olmuştu. Kuzeydoğu ile güneybatıdaki
çoğu bölgelerde, nüfus yarıya inmişti hemen hemen; en korkuncu da,
Bohemya'nın başına gelendi: 2,5 milyon insandan kala kala 700.000 insan
kalmıştı geriye. Askerî harekâtın yapıldığı bölgelerde, 18.310 köy ve 1.629
kent yıkılmıştı. Almanya'nın üretici güçleri, hemen hemen yok edilmişti.”
(Tanilli, 2004:261). Dolayısıyla Otuz Yıl savaşlarından en büyük zararı
Almanya görmüş, savaşlarda kaybedilen vurgulanan insan sayısının çokluğu,
aynı zamanda işgücü kaybı olarak dönemin Alman ekonomisini olumsuz
yönde etkilemiştir.
Otuz Yıl Savaşlarının ortaya çıkardığı diğer önemli sonuçlara gelince;
öncelikle
bu
tamamlanmıştır.
savaşlarla
Otuz
yıllık
Batı
Hristiyan
bu
mücadele
toplumlarının
Avrupa
dönüşümü
ülkelerinin
şeklini
oluşturmuş ve iki yüz yıl sürecek olan uluslararası güç mücadelelerine
hazırlamıştır (Hexter, Pipes ve Molho, 1971:267).
Nihayet söz konusu savaşların çok güçlü ekonomik etkileri de
olmuştur. Vurgulandığı üzere sosyal bakımdan olduğu gibi, ekonomik
bakımdan da Almanya en çok etkilenen ülke olmuştur. Savaş sayesinde
Avrupa’daki fiyatların genel trendi ile Almanya’daki trend arasındaki ilişki
ciddi biçimde olumsuz yönde etkilenmiştir. Almanya’da para, 17. yüzyılın ilk
ve ikinci yarıları kıyaslandığında, % 40 dolaylarında değer kaybına
uğramıştır. Diğer yandan Avrupa’nın genelinde de tarımsal alanda depresyon
73
ortaya çıkmıştır. Đngiltere ve Hollanda’da hububat fiyatlarında küçük çapta
artış olmasına karşın, Fransa’da, Almanya’daki kadar olmasa da para değer
kaybına uğramış ve buğday fiyatı nominal olarak yaklaşık % 30 oranında
yükselmiştir. Đtalya’da ise Almanya’dakine benzer durum yaşanmış, Almanya
ve Kuzey Đtalya’da 1620–1640 yılları arasında tüm diğer bölgelerden daha
fazla nüfus kaybı yaşanmıştır (Cooper, 1971:62). Dolayısıyla Fransa her ne
kadar bu sürecin sonunda toprak kazanımı elde etmiş olsa da, savaşların
ekonomi üzerinde yarattığı belirtilen olumsuzluklarına, yine belirtilen diğer
Avrupa ülkeleri ile beraber katlanmak durumunda kalmıştır.
Yukarıda genel anlamda 17. yüzyıl Avrupa’sı, coğrafi, demografik ve
sosyal durum, bilim ve sanat dünyası, dini durum ve ihtilâflar ile bu başlık
altında otuz yıl savaşları bağlamında ele alınmış olup, izleyen bölümde aynı
dönem Avrupa ekonomisi üzerinde durulacak ve ardından yine aynı dönem
Đngiltere ile Fransa’sına bu genel çerçeve dışında, daha detaylı bir biçimde
sırasıyla yer verilecektir.
1.4. 17. Yüzyıl Avrupa Ekonomisi
Avrupa’da, 15. ve 18. yüzyıllar arasında tüm büyük çaplı ticarete
girişen
ülkeler,
bunu
sömürgeci
politikalarla
gerçekleştirmişlerdir7.
Sömürgelerden ana ülke, en başta ucuz kaynak temin etmiştir. Aynı
zamanda sömürgeler ana ülkede üretilen mal ve hizmetler için yeni pazar
anlamına da geliyordu (Ekelund ve Tollison, 1991:87).
Bir diğer önemli nokta da; değinilen dönem Avrupa’sında fiyatlar genel
seviyesinin artış eğiliminde olmasıdır. Nitekim bu durum 17. yüzyıla
gelindiğinde de sürmüş, dolayısıyla Đngiltere ve Kıta Avrupa’sında fiyatlar
genel seviyesi yükselmeye devam etmiştir (Gould’dan aktaran Blaug,
1991a:107). Bu da halkın, kıtlık ve salgın hastalık dışında pahalılıkla da yüz
yüze kaldığı sonucunu doğurmaktadır.
7 Bu husus, birinci bölümde de vurgulandığı üzere, özellikle Fransa ve Đngiltere’nin
sömürgeci yayılmaları bağlamında ilerleyen bölümlerde ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır, s.108111, 151-157.
74
Dönem ülkelerinin merkantilist uygulamalarına gelince; 16. ve 17.
yüzyıllarda
Batı
Avrupa
ülkelerinin
pek
çoğunda
bu
uygulamalar
görülmektedir. Özellikle ilk başlarda Đspanya, Amerika’dan ülkeye akan altın
külçeleri sayesinde avantajlı konumdaydı. Đspanyol hükümetinin endüstri ve
ticaret üzerinde çok sıkı kontrolü bulunmaktaydı. Diğer pek çok ülkenin
politikası da kolonileşme yoluyla ticaretten büyük pay alabilme yönündeydi.
Bu da doğal olarak imalât ve gemiciliğe yönelik kapsamlı düzenlemeleri, pirim
ve tarife uygulamalarını gerektirmiştir (Burns, 1963: 496). Dolayısıyla 1500’lü
yıllarda Đspanya, diğer Avrupa ülkelerinin örnek aldığı ülke konumundaydı.
17. yüzyıl öncesi Đspanya’nın bu durumu Portekiz açısından da geçerliydi.
Diğer
yandan
söz
konusu
uygulamalar,
başlangıçta
öne
çıkarılan
merkantilizmin karakteristik özelliklerine uygun düşen uygulamalardır.
Dönemin öne çıkan ürünleri içinde ise, “baharat” kavramı çerçevesinde
ifade edilen ürünler önemli bir yere sahiptir. Nitekim Avrupa’nın yaptığı
ithalâtta, baharat temel ürün konumundaydı. Vurgulanması gereken bir diğer
nokta, baharat ticaretinin dar kapsamlı ele alınmaması gerekliliğidir. Çünkü
bu kavram sadece biber, tarçın, karanfil, sarımsak gibi ürünleri içermeyip,
çay, kahve, tedavi edici şeyler ve hatta ipek ve pamuk bezini de
kapsamaktaydı. Blitz’e göre; “Bu maddeler ders kitaplarında, fiyat esnekliği
çok düşük mallar olarak örneklendirilir. Bu tür mallar gerçekten de zorunlu
mallar olarak ele alınır. Diğer yandan kahve ve ipek gibi mallar daha evvelki
zamanlarda lüks mallar olarak düşünülmüştür” (Blitz’den aktaran Blaug,
1991a:152). Bu durum, cari işlemler bilançosunu oluşturan kalemlerden
ithalât kapsamında, dönem Avrupa'sı bakımından söz konusu ürünlerin
önemini açıklamaktadır.
Bu noktadan devam edecek olursak; başlangıçta ticaret devrimiyle tüm
Avrupa
ülkeleri,
Đspanya’dan
yapılan
baharat
ithalini
geliştirmeye
çalışmışlardır. Böylece tüm Avrupa ülkelerinin ulusal parası, Đspanya’nın
ulusal parası karşısında değer yitirecek, ancak zamanla yeni döviz kurlarında
istikrar sağlanacaktı. Bu basitleştirici argümandan hareketle Đspanya’nın
ulusal parasına olan talebin her ülkede yükseleceği ileri sürülebilir (Dales’den
aktaran Blaug, 1991a:90). Dolayısıyla Đspanya’nın 1500’lü yıllardaki bu
75
konumu ülke bazında, günümüz dünyasının Amerika Birleşik Devletleri’ne
benzetilebilir.
Bununla beraber izleyen dönemde ise, tıpkı Amerika Kıtası’ndan
Đspanya’ya yönelik değerli maden akımında olduğu gibi, Đspanya’nın baharat
ticaretindeki bu konumu da değişmiştir. Örneğin Hollanda’nın Doğu Hindistan
Şirketi baharat ve kahve üretiminin kontrolünü sağlama yolunda çok büyük
gayret göstermiştir. Sert üretim kontrolleri ve hatta ara sıra başvurdukları
karanfil ve kahve ağaçları gibi arz kaynaklarının yok edilmesi, bu duruma iyi
bir delil teşkil eder. Bu sınırlayıcı uygulamalar, pek çok baharatın talebinin
esnek
olmadığını
desteklemektedir.
Kontroller
yerli
halk
tarafından
benimsenmediği gibi, uygulanmaları da zordu (Blitz’den aktaran Blaug,
1991a:153). Sonuç olarak Đspanya baharat ticareti konusunda, tıpkı değerli
madenler konusunda olduğu gibi, önde gelen ülke konumunu zaman içinde
yitirmiş, bununla da kalmayarak politik ve askeri bakımlardan da geri planda
kalmıştır.
Đspanya’nın yaşamış olduğu bu süreçten hareketle altı çizilmesi
gereken bir başka husus ta şudur: Đspanya’nın politik ve askeri bakımlardan
çökmeye başlaması ve değişen koşullar, Avrupa’da finansal kuruluşların da
değişimine yol açtı. Devletler, dışarıdan öncesine nazaran daha ağır
koşullarda borç bulabiliyorlardı. Özel finans kuruluşları ile devlet arasında
bağ vardı. Đş dünyasında pek çok alanda öncü rolü oynayan Hollanda aynı
zamanda sağlam bir bankacılık sistemi de kurmuştu. Nitekim 17. yüzyılda
Amsterdam vurgulandığı üzere en büyük para piyasası haline gelmeye
başlamıştı. Yüzyılın sonuna doğru Londra, finans sektöründe de atak
yaparak, kendi özel şartlarına uygun yöntemler yaratmaya başladı. Her ne
kadar Amsterdam 18. yüzyılda da finans merkezi olma özelliğini korumuş
olsa da, Londra aynı alanda epey ilerleme kaydetmişti (Clark, 1960:200).
Bu konunun, aynı dönem Avrupa’sında para kullanımı da irdelenerek,
biraz daha açılmasında, Hollanda ve Đngiltere’nin 17. yüzyıl içinde, bu alanda
da ne tür aşamalardan geçtiğinin daha iyi anlaşılmasına olanak tanıyacaktır.
Dönem Avrupa’sında bazen takasa başvurulsa da, alış verişlerde para
kullanımı çok yaygındı. Üstelik tek değer biriminden de söz etmek
76
mümkündü.
Çünkü
herhangi
bir
madeni
para,
değerli
madenden
oluşmaktaydı. Dolayısıyla örneğin Đskoçya’da; Đsveç, Hollanda, Fransa ve
Đngiltere’nin madeni paraları yaygın bir biçimde kullanılmaktaydı. Ancak
paranın tümü madeni para değildi. Bu bağlamda 17. yüzyıl, modern
banknotların da kökenini oluşturur. Esasen kambiyo senedi, poliçe veya
tahvil olarak adlandırılabilecek banknotlar bir kimseden diğerine mal, hak
veya yetki devrini taahhüt etmekteydi. Yani borç ve güven ağını
birleştirmekteydi. Dolayısıyla endüstri, tarım ve ticaret çarklarının dönmesini
sağlamaktaydı. Yani malların değişimi ekonomik büyüme için önemli olmakla
beraber, parayı işletme yeteneği zenginlik yaratmada temel öneme sahipti.
16. yüzyıl boyunca faiz oranları yıllık % 10 gibi yüksek oranlardaydı. 17.
yüzyıla gelindiğinde, faiz oranları Hollanda’da % 3-4, Đngiltere’de ise % 5-6
düzeyinde seyretmişti. Modern bankacılığın başlangıcı da bu yüzyıla
uzanmaktadır. 1609 yılında kurulan ve çok etkili olan Amsterdam Bankası
tacirlere kredi sağlamaktaydı. 1694 yılında ise Đngiltere Bankası; Fransa’ya
karşı yapılan savaşın finansmanı ve kamu borçlarını düzene koymak için
kurulmuştu. Buna rağmen özel sektöre büyük ölçüde finansal katkıda
bulunmuştur. Ardından 1695 yılında da Đskoçya Bankası kurulmuştur
(Houston, 1999:150). Dolayısıyla Đspanya’nın söz konusu alanlarda yarattığı
boşluk, Hollanda ve Đngiltere tarafından doldurulmuştur şeklindeki niteleme
yanlış olmayacaktır.
Öte yandan 17. yüzyıl ticari krizlerin sıkça yaşandığı bir dönemdir. Bu
durum izleyen yüzyıla da sarkmış ve özellikle 1619–1723 yıllarında ticari
krizler söz konusu olmuştur. Bu da kuşkusuz parasal krizi beraberinde getirip,
endüstriyi de olumsuz yönde etkilemiştir. Ortaçağdan bu döneme kadarki
olan bu süreç, feodalizmden kapitalizme geçişin yaşandığı süreçtir. Bu
bağlamda Đtalya ve Đspanya’nın elinde olan politik ve ekonomik üstünlük
izleyen süreçte güneyden kuzeye, Đngiltere ve Hollanda’nın eline geçmiştir.
Đngiltere’nin bu süreci yaşamasında kuşkusuz, Hollanda da olduğu gibi, dış
ticarette kaydedilen ilerleme önemli rol oynamıştır. Bu noktada akla ilk olarak
Doğu Hindistan Şirketi gelmektedir (Kindleberger, 1991:149).
77
Söz konusu krizler ve yine merkantilizmdeki, zenginlik güç demektir ve
bu da güvenlik veya saldırı için zorunludur, şeklindeki temel anlayış
beraberinde korumacılığı da getirmiştir. Kaldı ki 17. yüzyılın ikinci yarısında
yeni pazarlar bulmak daha da zorlaşmış, rekabet çok daha şiddetli hale
gelmişti. Dolayısıyla üretimde makineleşmeye gitmenin ya da bunun
dışındaki yöntemlerle maliyetleri düşürmenin önemi artmıştı. Diğer yandan
artan rekabet korumacılığın önemini daha da yükseltmişti. Başvurulan tek
yöntem, her ne kadar ilerleyen yüzyıllardaki kadar etkin kullanılmasa da,
gümrük tarifeleriydi. Bu yüzden her ülke gümrük tarifelerini yükseltiyordu.
Bunun dışında, taşımacılıkta olduğu gibi, çıkarılan yasalar da ticareti
korumaya ilişkin baş vurulan bir diğer yöntemdi (Clark, 1960:195-196).
17. yüzyıl Avrupa ekonomisine bütün olarak bakmaya devam
ettiğimizde, üretim sürecini anlama bakımından, bu süreçte bir başka önemli
unsur olan enerjiden de bahsetmek gerekli olmaktadır. Önceki bölümde
vurgulandığı gibi; üretim sürecinde enerji kaynağının çok önemli bir rolü
vardır. Bazı büyük endüstri dallarında su ve oduna, dolayısıyla bu kaynaklara
yakın olmaya ihtiyaç duyulur. Bu bakımdan Avrupa’nın pek çok bölgesinde
endüstriyel alanlar şehir merkezlerinden ziyade kırsal alana doğru dağılım
göstermekteydi. Örneğin tekstil sektöründe çırpma ve diğer bazı işlemler için,
su değirmenlerine gereksinim vardı. Metal endüstrisinde ise yakıt kaynağı
olarak çok miktarda oduna ihtiyaç vardı. Bu da endüstride üretim için ormana
yakınlılığı zorunlu kılıyordu. O dönem Avrupa’nın çok az bölgesinde, özellikle
Đngiltere’de odun yerine kömür kullanılıyordu (Clark, 1960:191). Bu durum
kuşkusuz Đngiltere’nin bir sonraki yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı endüstri
devriminde önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Söz konusu dönem Avrupa ekonomisinde, ticari hayata gelince;
Kuzeybatı Avrupa’da yaşayanların büyük bir çoğunluğu tarım ya da tarıma
bağımlı olmayan ticaretle uğraşıyordu. Tarım teknik ve metotlarının pek çoğu
ortaçağa nazaran küçük çaplı değişikliğe uğramıştı. Ancak Đngiltere,
Hollanda, Belçika ve Almanya’nın çok büyük bir bölgesinde yavaş yavaş yeni
toprağı işleme metotları ortaya çıkmıştı. Bu da topraktan farklı mahsul alma
imkanı
sağladı.
Tahıldan
sağlanan
yüksek
getiriler,
endüstrinin
de
78
gelişmesine neden oldu. Ayrıca bu durum kış boyunca çok daha fazla
hayvanın beslenmesine ve belli bir sığır, koyun ve at cinsi yetiştirilmesine yol
açtı. Toprak sahipleri gönüllü bir biçimde sıkıntıya katlanarak kazançlarını
yine kendi topraklarına yatırdı. Çiftçilik çok kârlı bir uğraş alanı haline geldi.
Toprak sahipleri, çiftliklerini tek başlarına idare edemedikleri zamanlarda
çiftçiler birliğinin yardımına başvuruyordu. Daha da ötesi Đngiltere’de;
toprağını büyük toprak sahiplerine kiralayan ve rant geliri elde eden sınıf
oluştu. Sonuçta Đngiltere yiyecek maddesinde net ihracatçı durumuna geldi.
17. yüzyılın sonları ve 18. yüzyılda Đngiliz siyasetinde etkin olan büyük
aristokrat ailelerin siyasi güçlerinin temeline gelince; bunlar birbirleriyle
müttefik halindeydiler. Londra, Bristol gibi şehirlerin büyük banker ve tacirleri
olup, işleri ve aileleri arasında bağ vardı. Çoğunun başarısı tarımsal mallara
ilişkin deniz taşımacılığından gelmekteydi. Đngiltere’de 17. yüzyıl öncesinden
beri sermaye ve yatırım geleneği hareketli olsa da, belirtilen yüzyılda bu
durum çok daha hareketli hale gelmiştir (Koenigsberger, 1987:163-164). Tüm
bunlar dönem Avrupa’sının genelinde ekonomik büyümenin tarım kaynaklı
olduğunu, yani bu sektörün diğer sektörleri harekete geçirici etkide
bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Bir diğer önemli nokta ise, söz
konusu sektöre yönelik üzerinde durulan yüzyıl boyunca gelişme kaydeden
ülkelerin arasında Đngiltere’nin de bulunduğudur.
Diğer taraftan Đspanya ve Đtalya’nın pek çok bölgesinde de, küçük çaplı
da olsa, benzer gelişmeler olmuştu. Bunlar içinde en önemlileri, iklimin
elverişli olduğu bölgelerde görülen, bağcılık, zeytincilik, dutçuluk, büyük
şehirlere yakın yerlerde bahçıvanlık ve turunçgillere ilişkin yaşanan
gelişmeydi. Fakat pek çok bölgede tahıl üretimi hâlâ hakim durumdaydı ve bu
alandaki gelişme çok küçük çaptaydı. Dolayısıyla köylülerin yaşam
standartlarında da önemli bir gelişme olmuyordu. Elbe nehrinin doğusunda
ise durum daha farklıydı. Toprak sahipleri Batı ve Güney Avrupa’ya hububat
ihraç etmek için köleleri kullanarak geniş araziler üzerinde çiftçilik
yapıyorlardı. Söz konusu durum Đngiliz ve Hollandalı toprak sahipleri için de
geçerliydi (Koenigsberger, 1987:164,166). Bu da Đngiltere’nin, Fransa’nın
79
aksine, bu sektörde öne çıkan ülkeler arasında yer aldığını gösteren bir
başka durumdur.
Endüstriyel alanda kullanılan tekniklere gelince; bu alanda 17. yüzyıl
boyunca nispeten ufak yenilikler yaşanmıştır. 18. yüzyılın başlarında, pek çok
başarısız denemeden sonra ulaşılan en önemli başarı; Đngiltere’de demirin
kömürle eritilmesi olmuştur. Buhar gücü ile çalışan motorun icadı ise Fransa
ve Đngiltere’de gerçekleştirilmiştir. Đngiliz motorları, başta Đngiltere ve Belçika
olmak üzere, madenlerden su pompalamak için kullanılıyordu. Diğer yandan
buhar
gücünden
parklardaki
fıskiyeleri
çalıştırmada
yararlanılıyordu.
Dolayısıyla buhar gücünün ekonomik etkisi önemsenecek düzeyde değildi.
Nitekim Avrupa endüstrisi hâlâ rüzgâr, su ve hepsinden önemlisi hayvan ve
insan gücüne bağımlıydı. Öte yandan mükemmel olarak nitelendirilebilecek el
sanatlarının yayılması çok önemli değişikliklere yol açtı. Bu alanda ön plana
ipek imalâtı, heykelcilik, camcılık ve mobilyacılık çıktı. Üst düzey kesim bu
alanda üretilen ürünlere yoğun talepte bulundu. Đzleyen yüzyılda da özellikle
Londra, Sevr ve Paris yakınlarında porselen heykelciliği dikkatleri çekti
(Koenigsberger, 1987:167).
Belirtilen el sanatları endüstrisi, üretim sürecinin tamamı bakımından
kapitalist bir temele dayalı olarak düzenlendi. Bu düzenleme, hammadde
kaynaklarının tedarikini ve üretilen malların piyasasını da kapsamaktaydı. Bu
öylesine bir sistemdi ki, girişimcileri çok kârlı kılıyordu. Risk işçilerle
paylaşılıyordu. Nitekim başarısızlık onların işine maloluyordu. Çalışma
hayatında ciddi bir rekabet vardı. Çünkü nüfus artmaya başlamıştı. Đnsanlar iş
bulabilmek için yaya olarak uzun mesafeler katediyorlardı. Đrlandalı’lar
Londra’ya gelmeye başlamışlardı. Belçika’lı köylüler Amsterdam’a veya
Macaristan’a yürüyorlardı. Hemen hemen her yerde insanlar, en azından yılın
belli bir bölümünde dağlardan, ovalara, düzlüklere taşınıyorlardı. Ücretler
nadiren iyi olmaktaydı. Bir çalışanın ücreti, özellikle bir ya da ikiden fazla
çocuğu olan aileler için yeterli olmuyordu. Bu yüzden çocuklar erken
yaşlarda; pamuğun çırpılması, yünün taranması, çiftliklerde hayvan bakıcılığı
gibi işlerde çalışmak zorunda kalıyorlardı. Yine erkek çocukları zenginlerin
bacalarını temizlerken, kız çocukları ise dantel yapımında çalışıyorlardı. Yani
80
çocuk işçiler fabrika sisteminin bir ürünü değildi. 17. yüzyılda yoksulluk
hüküm sürüyor ve bu durum mevcut şartların kaçınılmaz sonucu olarak kabul
ediliyordu. Daha da ötesi ekonomistler ve ahlâkçılar bu durumu onaylarken,
hükümetler de aynı durumdan hoşnuttu. Çocukların belirtilen süreçten
geçirilmelerinin onları disipline edeceği, aylaklıktan alıkoyacağı görüşü
hakimdi. Bu görüşe göre aynı zamanda işgücü maliyeti düşecek, böylelikle
malların uluslararası rekabet imkânı doğacaktı (Koenigsberger, 1987:162).
Nitekim merkantilist dönem Avrupa’sında, nüfus, istihdam ve ücret
politikasının detaylı bir biçimde ele alındığı bölümde de altı çizildiği üzere,
işgücüne ve ücretlere ilişkin söz konusu anlayış geçerliydi.
Diğer yandan Habsburg Hanedanlığında; 1598 yılında II. Philip’in
ölümüyle başlayan gerileme 17. yüzyılda da devam etmiş, Hanedanlık ticari
alanda
güç
kaybetmeye
başlamıştır.
Bunun
üzerine
ticari
filonun
arttırılmasında Hollanda ve Đngiltere ön plana çıkmıştır. Bu alandaki
çekişmede, her iki ülkenin korsan gemileri de aktif rol oynamışlardır. Bu
süreçte Đngiliz kumaş ihracatı artmaya başlamış, ekonomik güç dengeleri
dramatik bir biçimde değişmeye başlamıştır (Houston, 1999:138). Bu da
kuşkusuz söz konusu dönemde Đngiltere ve Hollanda arasında cereyan eden
ve özellikle ticari alanda üstünlük elde etmeye yönelik rekabetin bir başka
boyutudur.
Hollanda ile ilgili belirtilmesi gereken bir başka önemli husus, bu
ülkenin 1650’li yıllarda finans, ticaret ve imalât endüstrisi alanlarında
Avrupa’nın en önde gelen ülkesi olmasıdır. Nitekim Hollanda’nın hem Doğu
Hindistan hem de Batı Hindistan Şirketleri çok başarılıydılar. Diğer yandan
Hollanda, rakiplerine nazaran gemi imalâtında ve işletmeciliğinde de çok
etkiliydi. Taşımacılık ise, düşük vergi oranlarıyla destekleniyordu. Yine, elmas
işlemeciliği, mercek, objektif imalâtı ve cilalı çanak çömlek yapımı da
gelişmişti (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:377). Söz konusu dönem
Hollanda’nın nüfusundaki değişmeler göz önünde bulundurulduğunda, nüfus
artış hızı durma noktasına gelmeyen ve dolayısıyla işgücü piyasası olumsuz
yönde etkilenmeyen Hollanda’nın başarısında, kuşkusuz bu durumun da
etkisi olmuştur.
81
Bununla birlikte Hollanda da tıpkı Portekiz gibi nispeten küçüktü ve
daha büyük komşuları gelişmişlik bakımından hemen arkasında yer
alıyorlardı. Nitekim Đngiltere ile rekabet 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan
üç savaşla sonuçlandı. Buna rağmen Hollanda Doğu Hindistan’da varlığını
sürdürdü. Bu da dönemin dünya ticaretinde belirgin bir yeri olmasında önemli
bir yer oynadı (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:377).
Bu noktadan hareketle merkantilist dönem Avrupa’sındaki şirketler ve
bunların
oluşum
biçimlerini
ve
yapılarını
ortaya
koymak,
özellikle
Hollanda’nın Doğu ve Batı Hindistan Şirketleri ile Đngiltere’nin yine Doğu
Hindistan Şirketi’nin neden büyük ticari başarılar elde ettiklerinin daha iyi
anlaşılmasına olanak sağlayacaktır.
1.4.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı
Merkantilist dönem Avrupa’sında, Hollanda’daki şirketler çok verimli ve
etkindiler. Đspanya ve Portekiz şirketleri için bunun tam tersi bir durum
geçerliydi. Bu ülkelerdeki şirketler ya kamu şirketi, ya da tek başına kral veya
kraliçeye ait şirketlerdi. Dolayısıyla şirketler tamamen krallık tarafından
finanse ediliyorlardı. Fransa’daki şirketler ise tamamen siyasi amaçlarla
kuruluyorlardı. Đngiltere’ye gelince; Đngiliz şirketleri de tıpkı Hollanda da
olduğu gibi çok verimli çalışıyorlardı ve faaliyet alanlarında çok etkindiler.
Krallık ticarette monopolleşme yönünde özel birtakım ayrıcalıklar da
tanıyordu (Ekelund ve Tollison, 1991:119, 165).
Tekrar Hollanda’ya dönecek olursak; Hollanda’daki şirketlerin etkili ve
verimli çalışmalarında, aralarında yaşadıkları yoğun rekabet önemli rol
oynamıştır. Düşmanlığa varan bu rekabet ortamı şirket birleşmelerini
olumsuz yönde etkilemiş, bunun sonucunda diğer ülkelere nazaran
Hollanda’da ticari alanda daha basit organizasyonlar söz konusu olmuştur.
Diğer yandan Hollanda’nın ticari alandaki başarısının bir başka nedeni de, bu
alanda sağladığı teknik ilerlemedir. Nitekim bulunan yeni tekniklerle diğer
ülkelere nazaran daha düşük maliyetle gemi üretimi gerçekleştirilebiliyordu.
Bu da rekabette kuşkusuz çok önemli bir avantaj sağlıyordu. Nitekim Doğu
Hindistan Şirketi de bu avantajdan yararlanıyordu (Ekelund ve Tollison,
82
1991:165). Tüm bunlar ticari alanda Đngiltere ve Hollanda’nın ön plana çıkmış
olmalarının tesadüfî bir durum olmadığını göstermektedir. Bu iki ülkenin
vurgulanan şirketlerinin ticari başarılarında, yine her iki ülkenin de ticarette
monopol konuma ulaşabilmek adına ayrıcalık tanımayı politika haline getirmiş
olmaları da önemli rol oynamıştır. Fransızlar ise uluslararası ticarette Đngiliz
ve Hollandalıların gerisinde kalmıştır.
17. yüzyılın ilk üççeyreğinde Hollanda taşımacılıkta da kuşkusuz en
başta gelen ülkeydi. Hollanda’nın taşımacılıktaki hegemonyası Baltık
Devletleri ile Đspanya ve Portekiz arasındaki bölgeyi, yani Rusya ve Avrupa’yı
kapsıyordu. Diğer yandan Hollanda, en azından belli bir süre, Batı Hindistan
ticaretinde de en önde gelmekteydi ve Amsterdam, Avrupa’nın kredi ve para
piyasası merkezi haline gelmişti. Hem Fransa hem Đngiltere, Hollanda’nın bu
başarısını örnek almaya çalışıyorlardı. Ancak uluslararası ticaret çok maliyetli
bir işti. Nitekim Fransa’nın uluslararası çapta ticarette bulunacak şirket
oluşturma çabaları çoğunlukla sonuçsuz kaldı. Bu duruma Batı Hindistan
Şirketi ve Kuzey Şirketi örnek gösterilebilir. Bunda, Fransız ekonomisinin 17.
yüzyıl içinde uzun dönemli durgunluklar yaşaması etkili olmuştur. Batı
Hindistan Şirketinin kurulmasıyla buradaki sömürge adaları ile yapılan
ticarette bu şirket Hollandalı şirketlerin yerini aldı. Colbert yeni dünya ile
ticarette monopolleşmenin önemine inanıyordu. Bu bağlamda Batı Hindistan,
Güney Amerika, Kanada ve Batı Afrika ile ticarette monopolleşebilme
yönünde büyük çaba harcadı. Örneğin 1665 yılından önce bu alanda çeşitli
ayrıcalıklar tanıdı. Ancak Fransa’daki şirketlerin yapısı, büyük oranda
Đspanya ve Portekiz şirketlerine benziyordu (Ekelund ve Tollison, 1991:168).
Buna rağmen Jean Baptiste Colbert, bu alandaki Đngiltere ve Hollanda
örneğinden hareketle kolonileşme ve bu kolonilerle ticaretin ayrıcalıklı
şirketler eliyle yürütülmesinin önemini kavrayarak, Fransız Batı Hindistan
Şirketi örneğinde olduğu gibi, büyük bir gayret göstermiştir.
Ancak Batı Hindistan Şirketi faaliyetine sancılı başladı. Çünkü Fransız
kolonileri ile yürütülen ticarette Hollanda’nın yerini Krallık emri ile bu şirket
alınca koloniler bu durumu, düzensizlikten kaynaklı yüksek fiyatlar nedeniyle
kabullenmediler ve eski düzene dönmeyi istediler. Diğer yandan kısa bir süre
83
sonra şirketin finansmanında da sıkıntılar başladı. Đngiltere ile 1666 yılında
adalar üzerine girişilen savaşta Fransa’nın pek çok gemisini kaybetmesi de
bu olumsuzluklara eklenince Colbert, şirketin faaliyetine tedrici olarak son
verdi (Ekelund ve Tollison, 1991:169). Bu durum, başta söz konusu şirketin
örneğin Đngiltere’deki uygulamanın aksine, yeterince finanse edilmemesi ve
Batı Hindistan yerleşkelerindeki insanların, şirketin faaliyetleri konusundaki
memnuniyetsizlikleri beraberinde göreli başarısızlığı getirmiştir.
Dönemin, tıpkı Hollanda gibi dış ticarette çok etkin olan bir başka ve
bu anlamda önemli ülkesi Đngiltere’deki şirketlerin yapısını daha detaylı
belirtmek gerekirse; uluslararası ticaret yapan Đngiliz şirketleri imtiyazlı
şirketlerdi. Bu şirketler monopol güçleri karşılığında devlete borç ta
veriyorlardı. Bu süreç, yani monopol yetkinin satın alımı rekabete dayalıydı.
Bu da beraberinde hile ve entrikaları da getiriyordu. Ancak bu tür şirketlere
yönelik olarak, Portekiz, Đspanya ve Fransa’da olduğu gibi doğrudan devlet
müdahalesi olmuyordu. Đngiltere’de tacirler bir araya gelerek açık arttırma
sonucunda monopol imtiyazına sahip olabiliyorlardı. Böylelikle rekabet
devletin bu alandan sağladığı kazancı maksimize ediyordu. Bu uluslararası
ticari şirket alanının bir yönüdür. Diğer yanda ise Đngiliz şirketleri bu alanda
genellikle birleşerek faaliyette bulunmuşlardır. Ancak esas belirtilmesi
gereken bu şirketlerin bireysel girişimler sonucu oluşturulan şirketler
olduğudur (Ekelund ve Tollison, 1991:172).
Dolayısıyla toparlamak gerekirse; 17. yüzyılın başlamasıyla ilk büyük
tüccarlar ve ticari şirketler ortaya çıkmaya başlamıştır. Söz konusu şirketlere
en güzel örnek, Đngiltere ve Hollanda’nın “Doğu Hindistan Şirketleri”dir. Bu
noktada şunu da belirtmek gerekir ki, Avrupa tarihinde bu tür şirketler eliyle
yürütülen koloniyel ticaret savaşından Đngiltere galip çıkmıştır (Vaggi ve
Groenewegen, 2003:15). Buradan hareketle, Đngiliz hazinesinin büyük oranda
dış ticaretten sağlanan gelirlerden oluştuğunu söylemek yanlış olmaz.
Böylelikle 17. yüzyıl Avrupa’sı ve ekonomisi genel olarak ortaya
konmuş olup, izleyen bölümlerde sırasıyla çalışmanın konusunu teşkil eden
Fransa ve Đngiltere üzerinde durulacak, yani genelden özele doğru gidilerek,
84
Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüş ve önerileri de ele alınarak
bu temelde iki ülkenin kıyaslanmasına zemin hazırlanmaya çalışılacaktır.
2.17. YÜZYIL FRANSA’SI VE EKONOMĐSĐ
17. yüzyılda Fransa’nın karşısında iki önemli rakip vardı, Đngiltere ve
Hollanda. Nitekim Fransa nihai olarak Kuzey Amerika’da, Hindistan’da,
Hollanda’da ve onlarca diğer yerlerde başarısız olmuştur. Çünkü dönemin
Avrupa ülkelerinin pek çoğu Fransa’yı saldırgan ve yayılmacı olarak görüyor
ve karşısında yer alıyorlardı. Kaldı ki XIV. Louis’in dış politikası da saldırgan
temelliydi. 1661 yılında Fransa’nın Dışişleri Bakanlığı’nın tüm işlerini yarım
düzine kişi yürütmekteydi. Diğer yandan Fransa’nın ordusu hâlâ etkileyiciydi.
Barış zamanında 20.000 kişiden oluşan ordu, savaş zamanlarında bu
rakamın
yaklaşık
20
katına
ulaşıyordu.
XIV.
Louis,
ordunun
modernizasyonuna da önem veriyordu. Buna rağmen Fransız ordusu
rakiplerine nazaran daha az moderndi ve gerekli zamanlarda ihtiyaç
vatandaşlardan
ziyade
paralı
askerlerle
gideriliyordu.
Bu
askerlerin
başındakiler de yarı profesyonel kişilerdi. Bunlar da kuşkusuz Fransız ordusu
için olumsuz durumlardı (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:546).
Öte yandan dönemin bu iki önemli rakibi karşısında, merkantilist
düşünceye uygun olarak, ekonomik üstünlüğün sağlanması gerekliliği hakim
düşünceydi. Nitekim bu yönde bir politika dünya hazinesinin en büyük payını
Fransız sahillerine çekecekti. Bu da krallığın, yeryüzünün en güçlü devletine
dönüşmesini sağlayacaktı. Yani Fransa’nın her yana ürün ihracatı, diğer ülke
hazinelerinin Fransa’ya yönelmesini sağlayacak ve Fransa’nın her yerine
para akacaktı. Kısacası Fransa’nın ekonomik avantajlarının tam olarak
kullanılması, yaygın sıkıntı doğuracak politikadan uzak durulması, kaçınılmaz
olarak Fransa’yı dünya siyasetinin egemeni kılacaktı (Rothkrug, 1965:98). Bu
genel niyetin ortaya konmasının ardından, 17. yüzyıl Fransa’sında bu amaca
ilişkin sürecin nasıl işlediğini ele alabiliriz.
Fransa’da, IV. Henry’nin ölümünü izleyen yarım yüzyılda (1610-1660)
XIII.
ve
XIV.
Louis’in
egemenlikleri
döneminde
(1661-1715)
büyük
başbakanlar göze çarpar. Her ikisi de kardinal olan Richélieu ve Mazarin.
85
Richélieu bu konuma 1624 yılında ulaşmış, ölümünün ardından 1642 yılında
yerini Mazarin almıştır. Mazarin Đtalyandı ve hiçbir zaman iyi bir aksanla
Fransızca konuşmayı öğrenememiştir. 1661 yılında ölene dek görevini
sürdürmüştür. Her ikisinin elinde Fransız Krallığı otuz yedi yıl boyunca
(1624–1661), Avrupa’da hem savaş hem de diplomaside başarılı olmuş, bu
hizmetleri de onlara şöhret kazandırmıştır. Yine her ikisinin iç politika
uygulamaları da Avrupa’da Fransa’nın gücünü olumsuz etkileyecek iç
kargaşaların bir düzene girmesini sağlamıştır. Politikaları 1715 yılına kadar
Fransız hükümetine yol göstermiş, hatta bunlardan bazıları 1789 yılına kadar
ve sonrasında da dikkate alınmıştır. XIII. Louis’in dokuz yaşında tahta çıktığı
1610 yılından, Richélieu göreve başladığı 1624 yılına kadar Fransa,
Avusturya ve Đspanyol Habsburg Hanedanlıklarının Fransa’yı bozguna
uğratması karşısında etkisiz kalmıştır. Richélieu durumu tümüyle tersine
çevirerek Fransa’nın gücünü Hollanda, Đtalya ve hatta Đspanya’nın içine kadar
yaymıştır. Mazarin döneminde de Otuz Yıl Savaşları sonrasında, 1648
yılında Fransa için çok olumlu Westfalya Antlaşması yapılmıştır. Böylelikle bir
zamanların çok güçlü ülkesi Đspanya bu konumunu yitirmiştir (Hexter, Pipes
ve Molho, 1971:269-271). Richélieu ve Mazarin’in ardından Fransız tarihinde
sahneye çıkan (1663–1683) Colbert de göz önüne alındığında, 17. yüzyıl
Fransa’sına, bürokrat anlamında, bu üç ismin damgasını vurduğu belirtilebilir.
Söz konusu süreçte monarşik yönetim anlayışının en üst düzeyde
uygulanması gayreti, hep en ön planda yer almıştır. Nitekim bu durumu
Beaud şöyle ifade etmektedir; “Merkantilizm-mutlakıyetçilik ikilisi, açık bir
biçimde, asıl Fransa’da ortaya çıkmıştı. Bu, henüz zayıf bir burjuvaziyle
mutlakıyetçi gelişimini XIV. Louis’in kişiliğinde tamamlamış bir hükümdar
arasındaki ittifaktı. Gerektiğinde hâlâ güçlü soylu sınıfına karşı, sefaletten
ayaklanan halka karşı bir ittifak. Soylu sınıfın başkaldırısı (1648–1653), genç
XIV. Louis’yi derin bir biçimde sarsacaktı, köylü savaşları (özellikle 1636 ve
1639) ve kent isyanları (1623 ve 1652 arasında sıkça patlak veren), krallığın
mali durumunu açık bir biçimde tehlikeye atıyordu. Vergi memurları ve
yardımcıları sık sık öldürülüyor, parçalanıyor, çivileniyordu.” (Beaud,
2003:42).
86
Yine yönetim anlayışıyla ilgili olarak Fransız tarihinde üç adet
kararnamenin çok önemli yeri vardır. Bunlar; III. Henry’nin 1581 tarihli, IV.
Henry’nin 1597 tarihli ve XIV. Louis’in (Colbert dönemi) 1673 tarihli
kararnameleridir. Bunlardan ilki sonraki zamanlarda başvurulacak ticareti
düzenleyici önlemlerin önünü açmıştır. 1597 tarihli kararname de öncelerinin
benzeri olsa da, el sanatlarına ilişkin düzenlemeleri başlatmıştır. 1673 tarihli
kararname ise, kâğıt üzerinde yeni düzenlemeler içermese de, bir dizi
emirlerle yeni bir düzen getirmiştir. Kısaca program ticaretin yapısına ilişkin,
sadece kasaba merkezlerinde değil, şehirlerde ve hatta tüm ülke bazında
genel bir model öngörmekteydi (Heckscher, 1931:145). Bu kararnameler de
kuşkusuz mutlak monarşinin uygulanmasına hizmet eden kararnameler olup
bu konu siyasi durum ve yönetim başlığı altında değerlendirilecektir.
Öte yandan merkantilist dönemde deniz gücü; ihtişama, büyüklüğe ve
zenginliğe ulaşmanın yoluydu. Bu anlamda Cole'e göre; “Đspanya ve Portekiz
deniz hakimiyetini kurduğunda Fransa iç karışıklıklarla uğraşmaktaydı.
Nitekim Montchrétien Fransa’nın bitişiğindeki iki denizden ve inşa edilecek
limanlardan
hareketle,
Fransa’nın
okyanus
gücünü
arttırabileceğini
vurgulamış, bu doğrultuda kralı etkilemeye uğraşmıştır. O’na göre karadan
fetih ve zafer kazanmak, denize nazaran hem daha zor hem de daha
pahalıdır. Fransa belirtilen durumdayken, Đspanya ve Portekiz gibi Hollanda
da deniz gücünde büyük ilerleme kaydetmişti. Deniz taşımacılığı üzerinde
sağladığı kontrolle kolayca güç ve zenginlik elde etmişti. Oysa Fransa deniz
gücünü ihmal etmekteydi. Aksi yapılmış olsaydı, belirtilen kazanımlar dışında
çok sayıda işsize iş imkânı da sağlanmış olunacaktı. Öte yandan Fransa’nın
sadece ticari gemilere değil, savaş gemilerine de ihtiyacı vardı. Nitekim
merkantilist dönemde kolonileşme de, ürünlerin satılması ve hammadde
sağlanması açısından çok önemliydi. Montchrétien de, Fransa’nın Amerika
ve Afrika’nın zenginliklerini ele geçirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bunun için
de kuşkusuz öncelikle askeri güç gerekliydi.” (Cole, 1969:151-154). Bu yorum
dönemin Fransa’sının, ayrıntılı ele alınacağı üzere, sömürge elde etme
yarışında
özellikle
dönemin
Đngiltere’sinin
arkasında
kalmış
olması
bağlamında anlamlıdır. Gerçekten de dönemin koşulları düşünüldüğünde söz
87
konusu alanda sadece ticari gemiler değil, dış ticarete ilişkin deniz aşırı
taşımacılığa koruma sağlamak için ülkelerin sahip oldukları donanma güçleri
de büyük önem arzediyordu.
Söz konusu dönemdeki Fransa’nın genel durumunu toparlayacak
olursak; çalışmanın ilk bölümünde de ortaya konduğu üzere, merkantilistlere
göre ekonominin merkezinde özel girişimcilerden ziyade devlet olmalıdır.
Bilimsel ve teknolojik araştırmalar devletçe desteklenmeli, devlet doğrudan
üretim süreci içinde yer almalı ve tabi ki dış ticarette tarifelerle koruyucu rol
üstlenmelidir. Öte yandan merkantilistler kolonileşmeye ve dolayısıyla
sömürge ticaretine de büyük önem vermişlerdir. Nitekim tüm 17. yüzyıl
boyunca Avrupa Devletleri pek çok yiyecek maddesi ve hammaddeyi,
çoğunlukla Avrupa’nın diğer devletlerinden ziyade denizaşırı sömürgelerden
sağlamışlardır. Daha da ötesi sömürge sahibi Avrupa Devletleri, endüstriyel
malların kolonilere ihracında monopol konuma gelmişlerdir. Bu durumdan
Fransa da faydalanmak istemiş, ancak sömürgeleşme faaliyetinde Hollanda
ve özellikle Đngiltere kadar başarılı olamamıştır (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:545). Bu genel çerçevenin ardından, dönem Fransa’sının, bu bölümün
başında belirtilen başlıklar dahilinde ele alınmasına geçebiliriz.
2.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı
Fransız Parlamentolarının tarihi ortaçağlara kadar uzanmaktadır.
Nitekim Paris Parlamentosu 1302 yılında kurulmuştur. Diğer pek çoğu ise 16.
yüzyılın ortalarında şekillenmiştir. Bunların tamamı kralın mutlak hakimiyeti
altındaydı. Yetkileri ve rolleri, kralın mutlak hakimiyetinin yerel düzeyde
uygulanmasına aracılık etmekti. Yerel bazda kralın onay verdiği vergileri
toplama yetkileri ise 1401 yılından sonra gündeme gelmiştir. XIV. Louis ve
Colbert döneminde ise yönetim ve yetki konusu, uygulanan mutlak monarşi
ile düzenli ve sistematik bir hale getirilmiştir (Ekelund ve Tollison, 1991:119).
Bu döneme gelmeden önceki duruma kısaca bakmak gerekirse;
Beaud söz konusu dönemi şu şekilde ifade etmektedir: “IV. Henry’nin
katledilip Marie de Médicis’in kral naipliğine getirilmesiyle Krallık iktidarı bir
zaafiyet dönemi yaşadı. 1624’te Kardinal Richeliéu göreve çağrıldı, 1642’ye
88
kadar Konsey’in şefi olarak kaldı. Parlamentoyla anlaşarak büyüklerin kibrini
kırıp komplolarını boşa çıkardı. Protestanları acımasızca dize getirdi
(Rochelle’den aktaran Beaud, 2003:44). Devleti düzene soktu, mutlakıyeti
tam anlamıyla ihya etti. Bunlara koşut olarak, Habsburgları zayıflatacak
çatışmaları körükledi, gerektiğinde Fransa’yı da işin içine soktu. Ülkenin
bayındırlığı için olanakları arttırdı. Bu amaçla yollar, kanallar, köprüler ve
limanlar inşa ettirdi, özellikle yapımevleri ve ticari şirketlerin kurulmasını
sağladı.” (Beaud, 2003:44). Ardından aynı göreve getirilen Jules Mazarin ise
görevini, öldüğü tarih olan 08 Mart 1661 tarihine kadar sürdürmüştür.
Jules Mazarin’in ölümünden sonra XIV. Louis, artık sadece hüküm
süren kral konumundan çıkıp, çeşitli kurallar koyan yani yöneten bir kral
konumuna bürünecek ve bu süreç mutlak monarşi doğuracaktır. Bu
bağlamda, Louis’nin “devlet benim” söylemi de krallığına çok uygun
düşmektedir. Amacı, Fransa’yı Avrupa’nın en önemli ve güçlü ülkesi haline
getirmekti (Davidson, 1971:85).
Bu arada XIV. Louis döneminin ayrıntısına girmeden evvel, Fransa’nın
genel yönetim yapısını belirmek yararlı olacaktır. Söz konusu dönemde
Fransa henüz ulus devlet değildi. Artois Flanders, Burgundy ve Languedoc
gibi
eyaletler
kazanç
ve
harcamalarını
kendi
yönetimleri
altında
gerçekleştirmekteydiler. Yani ülkenin bazı bölümlerinde bağımsız Dükalıklar
söz konusuydu. Krallık için vergiler çok önemli olmakla beraber, eyaletler
bakımından bu konuda bir birlik söz konusu değildi. Örneğin Brittany, Artois
ve Franche-Comté gibi eyaletlerde tuz vergisi (gabelle) ödenmemekte iken,
bazılarında az, bazılarında ise çok miktarda ödenmekteydi. (Williams,
1970:140). Dolayısıyla XIV. Louis, monarşinin mutlak biçimde uygulanmasını
sağlamak amacında olduğundan, doğal olarak bu tabloyu değiştirmeyi de
amaçlamıştır.
Nitekim
bu
durumu
Williams
şöyle
yorumlamaktadır:
“Ortaçağda Lordların yönetimi altında ayrılmışlığın çok daha belirgin olduğu
Fransa’da; XIV. Louis yerel güçlerin hükümdarlık gücünü benimsemelerini
sağlamak bakımından Fransız siyasi tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.
Yani Louis bu bağlamda ulus devletin hazırlayıcısı olmuştur. (Williams,
89
1970:142). Kaldı ki, aksi söz konusu olsaydı, XIV. Louis’in yönetimde mutlak
monarşi uyguladığı gerçeğinden bahsetmek mümkün olmazdı.
Bu kısa girişin ardından, çalışmanın konusu Jean Baptiste Colbert
dönemi, dolayısıyla XIV. Louis dönemini, üzerinde durulan konu bağlamında
daha da açmak gerekliliği ortadadır. XIV. Louis henüz 5 yaşındayken 1643
yılında tahta oturdu. O dönemde Đtalya’da Sicilya’lı fakir bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya gelen Jules Mazarin, eğitimini tamamladıktan sonra
diplomatik alanda Papalığın hizmetine girmişti. 1630 yılında Mantuan
Savaşının sona ermesiyle Fransa’ya gönderildi. Sadakatinden ötürü
Kardinallikle ödüllendirilen üstün yetenekli Richélieu ile beraber çalıştı.
Richélieu 1643 yılında ölmeden evvel Mazarin’i övücü sözlerde bulundu,
nitekim XIII. Louis, Richélieu’nun bu tavsiyelerinden yararlanmıştı. Diğer
yandan 17. yüzyılın ortalarında Đngiliz Parlamentosunun kral üzerindeki
hakimiyeti arttırılırken, aynı zamanlarda Paris Parlamentosu, kralın hakimiyeti
altındaydı.
Nitekim
1648
yılının
başlarına
dek
üyeler
halk
adına
konuşmadığından, parlamento dolaylı ve geçici temsil görünümündeydi. Öte
yandan Fransa’da toplam 12 adet parlamento vardı. Parlamento üyeleri
hukuki veya idari niteliği bulunan insanlardan oluşmaktaydı. Parlamento
üyelikleri ya miras yoluyla, ya da kral tarafından belirlenmekteydi. Eyalet
yönetimi ise; soylu, rahip ve bu sınıflar dışında kalan halktan bir kişi olmak
üzere
gönderilen
üçer
kişilik
delegelerden
oluşmaktaydı.
Eyalet
yönetimlerinin parlamentodan farkı; delegeleri sadece kral tarafından
çağırtılırdı (Durant, 1963:4-5). Parlamentoların yapısı ve eyalet yönetiminin
işleyişi belirtildikten sonra tekrar XIV. Louis dönemiyle devam edebiliriz.
1648 yılına gelindiğinde, 12 Temmuzda toplanan parlamento; kral ve
annesine karşı devrim niteliğinde, tüm kişisel vergilerin ¼ oranında
düşürülmesi, parlamentoda özgürce oylama yapılmaksızın yeni vergi
konulmaması, taşrada yerel yönetimler üzerinde kraliyete ait yetkisi bulunan
memurların
görevlerine
son
verilmesi
ve
hiç
kimsenin
layıkıyla
yargılanmadan 24 saatten fazla hapis edilmemesi gibi taleplerde bulunmuştu.
Ancak bunların hiçbiri kral tarafından hayata geçirilmedi. Eğer bu talepler
karşılanmış
olsaydı;
Fransa,
Đngiltere’deki
siyasi
alanda
yaşanan
90
gelişmelerden geri kalmayacak ve Anayasal Monarşi kurulabilecekti. Oysa
Fransa’da Krallık mutlak monarşi dışında hiçbir seçeneğe izin vermeyerek
geçmişe nazaran daha da güçlenmişti. Đngiltere’den farklı olarak yaşanan bu
süreç kraliçenin etkisiyle gerçekleşmişti. Diğer yandan Mazarin de kraliçe ile
aynı görüşlere sahipti ve 26 Ağustosta 1648 tarihinde Pierre Broussel ve
parlamentonun diğer önde gelenlerini tutuklattırdı. Fakat Broussel, “vergilere
hayır” sloganıyla popülerleşerek halk tarafından sevilmişti. Nitekim kendisi 27
Ağustos 1648’de, 160 parlamento üyesinin önderliğindeki, “Mazarin’e ölüm
yaşasın krallık” şeklinde slogan atan bir halk hareketiyle kurtarılmıştı.
Parlamentonun talepleri kabul edilse de, uygulamaya geçirilememişti. 08
Ocak 1649’da parlamento üyeleri isyan ederek, Mazarin’i ülke dışına çıkarma
yönünde bir kararname yayımladı. Diğer bir emirle de ortak savunmada
kullanılmak üzere krallığın tüm kaynaklarına el konulması kararlaştırıldı. Pek
çok soylu da parlamentonun feodal ayrıcalıkları düzeltme ihtimaline karşı
riskli de olsa askerleriyle ve mali güçleriyle birlikte isyana katıldı. Bunlar
arasında Ducs de Lonqueville de Beaufort ve de Boillan gibi büyük Lordlar
vardı. Fakat isyan hareketi başarısızlıkla sonuçlandı. Parlamento kademeli
olarak dağıtıldı, halk krala itaat etti, genel af çıkarıldı, Mazarin krallığa ait
koltuğuna 28 Ağustos 1649 yılında tekrar oturdu (Durant, 1963:6-8). Bu
durum Fransa’da, çağdaşı Đngiltere’nin aksine, parlamentonun yetkilerini,
kralın yetkileri aleyhine genişletme uğruna verilen mücadelede başarısız
olduğunu ortaya koymaktadır.
08 Ekim 1651 yılına gelindiğinde ise, XIV. Louis 13 yaşındaydı. Louis
bu tarihte annesinin saltanatının sona erdiğini ilan etti ve hükümeti kendisi
oluşturdu. Parlamentoyu yatıştırmak için Mazarin’in sürgün edilmesini
onayladı. Fakat bir ay sonra Mazarin’i tekrar ordu ile ilgili bakanlığa çağırdı.
Şubat 1653 yılında ise Mazarin’e eskiden sahip olduğu tüm yetkileri geri
verdi. Mazarin 09 Mart 1661 yılında öldüğünde temel konulardaki görüşlerini
hiç terk etmemiştir. O’nun çalışmaları, izleyen dönemde Colbert tarafından
açığa çıkarılmıştır (Durant, 1963:9-11).
Nihayet tüm bu süreçte XIV. Louis yöneten bir kral konumuna
geldiğinde, 22 yaşındaydı. Tahtta kaldığı sürece çok başarılı bir şekilde
91
mutlak monarşiyi hakim kılmıştır. Kendisi Mazarin’den, sanat ve bilimden
ziyade diplomasi ve askeri konularda pek çok şey almış, mutlak monarşiden
asla taviz vermemiştir. Louis, zamanının büyük bir kısmını konsey
toplantılarına, törenlere ve davetlere ayırmaktaydı. Sık sık gerçekleştirilen
tören ve davetler, soylu sınıfı politikadan uzak tutabilmek amacıyla
yapılıyordu. Böylelikle soylular siyasi hayattan izole ediliyorlardı. Louis
gençliğinde, Fronde isyanı zamanında Paris’ten 10 mil uzaklıktaki Versay
Sarayı’na taşınmıştı. Bir milin üçte birinden daha fazla uzunluğa sahip
Versay’ın çok büyük bir bahçesi ve bu bahçede 1400 tane çeşmesi
bulunmaktaydı.
Çeşmelere
Seine
Irmağı’ndan
büyük
masraflarla
su
pompalanıyordu. XIV. Louis, zamanının büyük bir bölümünü bu sarayda
gerçekleştirilen toplantılara ayırıyordu. Bakanlarıyla haftada üç kez toplanırdı
ve bu toplantılar çok uzun sürerdi. Genellikle de dört bakanıyla toplanırdı.
Bunlar günümüz pek çok modern devletinde de olan; Savaş, Maliye, Dışişleri
ve Đçişleri Bakanlarıydı. Louis özellikle söz konusu bakanlarını ve kritik
görevlerde bulunanları uzun süre değiştirmezdi. Nitekim Colbert on sekiz yıl
boyunca Maliye Bakanı, Le Tellier ise otuz dört yıl boyunca ordu sekreteri
olarak görev yapmıştır. Dahası XIV. Louis, 54 yıllık dönemde sadece 16
Bakanla hükümranlığını sürdürmüştür. Bakanlar doğrudan XIV. Louis’e karşı
sorumluydular ve kanun yapma yetkileri yoktu (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:540, 543).
Sonuç olarak; XIV. Louis döneminde Monarşi, Colbert ve takipçileri
sayesinde ilerleme kaydetmiştir. Đlk olarak, endüstriye yönelik pek çok önlem
almış ve bunları tek elden yönetmiştir. Diğer yandan yerleşik güvenlik
önlemleri değiştirilmiştir. Bu sayede yargılama ve endüstriye ilişkin
düzenlemelerin yönetimi devlet denetimi altına alınmıştır. Lokal bazda
ayrıcalıklar da aynı zamanda gündeme gelmiştir. Böylece tüm temel
alanlarda biçimsel olarak birleştirme işlemi tamamlanmıştır. 17. yüzyılın
sonlarına doğru, hatta çoğunlukla 18. yüzyılda Versay her türlü faaliyete yol
gösterici durumdaydı. Fransa Kralı ülkesinde, en azından XIV. Louis
döneminde, tartışılmaz konumdaydı. Başkaldırıya kimse cesaret edemiyordu.
(Heckscher, 1931:137, 139-140). Dolayısıyla XIV. Louis’nin değinilen “devlet
92
benim” söylemi ve yönetimin vurgulanan işleyişi, o dönem Fransız
yönetiminin mutlak monarşiye dayandığını açıkça ortaya koymaktadır.
2.2. Demografik ve Sosyal Durum
17. yüzyılın hemen başlarında Fransa nüfusu itibariyle, Avrupa’nın en
büyük ülkesiydi. Ancak Brinton, Christopher ve Wolff'e göre; “Ülkede
Normanlar, Flemenkler, Bretonlar, Alsatianlar, Coaskonlar gibi pek çok farklı
etnik grup bulunmaktaydı. Diğer yandan ortaçağa ait kurum ve zihniyetler de
devam etmekteydi. Monarşi yönetiminin başındakiler ise ortak dilin önemini
kavrayamamışlardı. Çok küçük bir azınlık Fransızca konuşmaktaydı.
Milyonlar ya farklı dilde ya da onlarca farklı lehçeyle konuşmaktaydılar. Tüm
bunların sonucu olarak dönemin Fransa’sında genel bir eğitim sistemi, genel
bir basın ve siyasal düzen oluşturulamamıştır (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:540).
XIV. Louis dönemine gelindiğinde, 1660 yılında yaklaşık olarak;
Hollanda’nın 2.000.000, Đtalya’nın 6.000.000, Đngiltere ve Đspanya’nın
5.000.000. nüfusu var iken, Fransa’nın nüfusu 20.000.000. idi. Kutsal Roma
Đmparatorluğu;Almanya, Avusturya, Bohemya ve Macaristan’ı kapsamaktaydı
ve toplam nüfusu 21.000.000. düzeyindeydi. Ancak imparatorluğun sadece
ismi vardı ve Otuz Yıl Savaşları gücünü oldukça azaltmıştı. Kendi kuralları,
ordusu ve parası olan hemen hemen hepsi küçük ve zayıf 400’den fazla
eyalete bölünmüştü. Bu eyaletlerin hiçbirinin nüfusu 200.000.’den fazla
değildi (Durant, 1963:3). Avrupa’nın genel olarak ele alındığı önceki bölümde
değinildiği gibi, Fransa döneminin en fazla nüfusa sahip olan ülkesiydi.
Bu durumun, Weir’in ortaya koyduğu; “Fransa’da yapılan evlilikler,
Đngiltere’ye nazaran ekonomik krizler karşısında daha az duyarlıydı. Ölüm
oranları açısından ise tam tersi bir durum söz konusuydu. Đki ülke arasındaki
bu farkın oluşmasında, ölümü önleyici çalışmalara Đngiltere’de daha fazla
önem verilmesi neden olmuştur” (Weir, 1984:43), şeklindeki tespite rağmen
gerçekleşmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan 1660 yılı ardından çok daha belirginleştiği vurgulanan
güçlü
merkezi
yönetim,
XIV.
Louis’in
hükümranlığı
dönemine
rast
93
gelmektedir. Aslında ifade edilen “güçlü bir merkezi yönetim” söyleminden
asıl anlaşılması gereken, uygulanan yönetim şekillerinden, monarşinin ne
denli sert yöntemlere başvurularak yani tavizsiz bir biçimde uygulandığıdır.
O dönemdeki halkın genel yaşantısı ve durumuna gelince; kasaba ve
şehirlerde çok sayıda işçi, hizmetli ve zanaatkâr yaşamakta iken, kırsal
alanda ise köylüler hayatlarını sürdürmekteydi. Lyons, Rouen, Abbeville ve
Lille gibi şehirlerde imalâtçılar küçük çiftliklerde yarı endüstriyel biçimde
üretimde bulunmaktaydı. 17. yüzyılın sonlarında genel anlamda iş şartları
durgunluk ve gerileme arasında sürekli dalgalanmaktaydı. Bu da sık sık
belirtilen kesimlerin askeri müdahale gerektiren isyanlarına yol açıyordu
(Williams, 1970:146). Dolayısıyla çok çalkantılı bir yüzyıl olduğu vurgulanan
17. yüzyılda, Fransa için de bu durum geçerli olmuştur.
2.3. Bilim ve Sanat Dünyası
17. yüzyıl Avrupa’sında kültürel anlamda Fransa altın çağını
yaşamıştır. XIV. Louis döneminde Avrupa’da, sanatın hemen hemen her
dalında Fransa başı çekiyordu. Oyun yazarları; Corneille, Racine ve Moliére,
yazarlar; Boileau, Bossuet, Roehefoucauld ve La Fontaine, felsefecibilimadamları; Pascal ve Descartes, müzisyen; Couperin ve Lully, XIII. ve
XIV. Louis’nin büyük bakanları Richélieu ve Mazarin çok etkileyici ürünler
ortaya koymuşlardır. XIV. Louis dönemindeki yönetim şekli olan “Mutlak
Monarşi”, batı dünyasında pek çok Krallık için model olmuştu (Hexter, Pipes
ve Molho, 1971:269). Ancak izleyen bölümlerde ayrıntılarıyla ortaya
konulacak olmakla beraber, burada şunu belirtmekte yarar vardır; söz konusu
yönetim
anlayışı,
uygulama
biçimi
bakımından,
Fransa’nın
çağdaşı
Đngiltere’nin yönetim anlayışı ile kral ve parlamentonun yetkileri bağlamında,
uyuşmuyordu.
Yine aynı konuya dönecek olursak; Fransa o dönemde yaklaşık 50 yıl
boyunca bilime büyük önem ve destek verdi. Olağanüstü büyük sarayvari
binalar yapıldı, ordu teçhizatla donatılıp dünyanın yarısına korku saldı. Resim
sanatında eşi görülmemiş eserler ortaya kondu (Durant, 1963:3). Dolayısıyla
94
bilim ve özellikle güzel sanatlarda Fransa’nın, çağdaşları içinde önde gelen
ülkelerden biri olduğu belirtilebilir.
Nitekim Colbert’in sert ve sıkı otoritesi sanat, edebiyat ve bilim
alanlarına da uzandı. 1666 yılında Bilim Akademisini, 1671 yılında da
Mimarlık Akademisini kurdu. Richeliéu’nun kurduğu Fransız Akademisi ile
yine Richeliéu’nun 1648 yılında kurduğu Ressamlık ve Heykeltıraşlık
Akademisini yeniden düzenledi. Diğer yandan Roma’da da bir akademi
kurdu. Burada sanat alanında eğitim almış Fransız öğrenciler tamamlayıcı
eğitim alabiliyorlardı. Tüm bunların sonucunda sanat alanında ulusal bir
endüstri oluşturuldu. Söz konusu endüstri, Louis rejiminin propaganda aracı
olarak kullanıldı (Davidson, 1971:91). Yani bir nevi mutlak monarşinin
benimsetilmesi ve dolayısıyla uygulanması hususunda, güç ve ihtişam
göstergesi olarak bu alanlardan faydalanılmıştır.
Bu durumu Davidson şu şekilde ortaya koymaktadır: “Dahi ressam
Charles Le Brun, en gösterişli mobilyalarla donatılmış sarayların duvarlarını
resimleriyle süsledi. Versay’ın tavanlarına da hepsi kendine ait olan otuz
resim yaptı. Böylelikle Le Brun sanat tarihinde bir nevi ihtişamlı bir XIV. Louis
tarzı yaratmış oldu. Bu dönem boyunca Fransa, Avrupa’da tüm sanat
dallarında başı çekti. Bu bağlamda oyun yazarlarından; Moliére, Racine ve
Corneille, yazarlardan; La Rochefoucauld, Bossuet, Boileau ve La Fontaine,
müzik alanında; Cully, Couperin ve Charpentier, filozof ve bilimadamları;
Descartes ve Pascal örnek olarak verilebilir” (Davidson, 1971:92). Dolayısıyla
Colbert 1663 yılından, öldüğü 1683 yılına kadar yirmi yıl boyunca mutlak
monarşi uğruna bilim ve sanat dünyasında da büyük çaba harcamıştır.
Colbert’in bu uğraşını, Williams ise şöyle ifade etmektedir: “Colbert,
XIV. Louis’in merakı ve ilgi alanı olan Krallığa ait Versay gibi sarayların inşası
ile de bizzat ilgilendi. Bu inşaatlarda çok sayıda mimar, heykeltıraş, ressam
ve dekorasyon işçisi görevlendirdi. 1663 yılında ressam ve heykeltıraş
yetiştiren akademiyi millileştirdi. Fransız sanatçılar burada kralın ilk ressamı
olan Brun’un idaresi altında eğitildi. 1668 yılında bir düzine Fransız ressamın
çalıştığı Roma Akademisi kuruldu. 1671 yılında ise Mimarlık Akademisi
kuruldu. 1672 yılında Müzik Akademisindeki çalışmalar Fransız operasının
95
doğmasına yardımcı oldu. Diğer yandan 1635 yılında Richeliéu zamanında
devletin himayesi altında özel kurum olarak oluşturulan ve ilk akademi olan
Fransız Akademisi, 1671 yılında kamulaştırıldı. Böylelikle yükselen mutlak
monarşi Fransızların hayatını en çok sanat alanında olumlu yönde etkiledi.
Öte yandan Versay Avrupa’nın en görkemli sarayı haline geldi. Tüm bunların
sonucunda, sanatın tüm dalları ve el sanatlarında Paris, Roma’nın yerini
alarak Avrupa’nın merkezi haline geldi” (Williams, 1970:156-157).
Buna karşın konunun diğer boyutunu da vurgulamak gerekir.
Colbert’in çabalarıyla kurulan bilim akademilerine rağmen, bilim alanında
tablonun bu denli olumlu olduğunu belirtmek doğru olmaz. Nitekim yine
Williams’a göre; “…Ancak tüm bunlar yaşanırken, Paris Üniversitesi’nde
Descartes’in yeni felsefe öğretisi 1671 yılında yasaklandı. 1675 yılında ise
Descartes üzerine okutulan dersler kaldırıldı. Bunun yerine yeni deneysel
bilime ilişkin yaratıcılıkları bulunmayan; Aristotle, St. Thomas Aquinas ve
Ptolemy’nin öğretileri okutulmaya başlandı. Öte yandan yayınlar da disipline
edildi. Nitekim sansüre uğramamış yayın bulmak mümkün değildi” (Williams,
1970:158). Bu da Colbert’in, aynı dönem Fransız ekonomisi bölümünde
inceleneceği üzere, mutlak monarşinin uygulanması uğruna ekonomi üzerine
yönelttiği sert ve tavizsiz önlemleri, bu alana da taşıdığını göstermektedir.
2.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar
1598 yılında Fransa hükümdarı IV. Henry (1589–1610) tüm askeri
kaynakları Britanya’yı fethetmeye adamıştı. O dönem dini tutkuların çok
şiddetli olduğu bir dönemdi ve Fransızların onda biri Protestandı. Bunlar
çoğunlukla ülkenin güneyinde ve batısında yaşamaktaydı. IV. Henry
Katolikliği kabul ederek Fransa’ya dini barış getirmiş, 1610 yılına gelindiğinde
ise Francois Ravaillac adlı bir Katolik fanatik tarafından öldürülmüştür.
(Pennington, 1989:47). Dolayısıyla Fransa hristiyanlık dinindeki katolik
mezhebi benimsemiş bir ülkeydi.
IV. Henry’nin ölümünün ardından Fransa’nın başına dokuz yaşında
XIII. Louis geçmiştir. Fransa’nın, mezhep bağlamındaki IV. Henry’nin
belirtilen başarısına rağmen 1648–1653 yılları arasında, Fransız tarihinde
96
“Fronde” olarak adlandırılan iç kargaşa yaşanmıştır. Bu durum Fransa’nın
enerjisini boşa harcamasına yol açmıştır (Hexter, Pipes ve Molho, 1971:273).
Bu arada Fronde isyanına kadar olan süreçteki Otuz Yıl Savaşlarını da tekrar
anımsamakta yarar vardır.
Çünkü savaş ve savaşın finansmanı, genel anlamda krallıkların
boyundurukları
altında
yaşayanlara
adalet
sağlamalarını
ve
onları
korumalarını çok güçleştirmişti. Bu bakımdan en kötü durumda olan
kuşkusuz Almanya idi. Bu durumun ülke ekonomileri nezdinde yansımaları
ise kaçınılmazdı. Bu bağlamda Fransa’da, özellikle köylülerin mücadeleye
girmelerinin temelini vergilerin yüksekliği oluşturmaktaydı. Yani direniş
genellikle mali boyutluydu. Diğer yandan yoksul köylüler yeni vergiler,
soylular ve yeni türetilen krallık memurluklarına karşı da isyan içindeydiler.
Nitekim 1647 yılında gerçekleştirilen köylü ayaklanması soylulara yönelik bir
ayaklanmaydı. Oysa Otuz Yıl Savaşları başlamadan önce, örneğin 1614
yılında köylüler bağlamında çok daha fazla barış ve huzur ortamı mevcuttu.
Yüzyılın ortalarına doğru değişen bu durum savaşın finansmanı baskısından
kaynaklanmıştır. Dolayısıyla köylüler ayaklanmanın bastırılması esnasında,
kurban verme başta olmak üzere pek çok riski göze alarak ayaklanmışlardır
(Cooper, 1971:56). Bu da başta savaş ve savaşın finansmanı nedeniyle
bozulan ülke içi ekonomik dengelerin, kargaşa ve isyanlara yol açtığını
göstermektedir. Bunun yanında söz konusu kargaşanın bir başka kaynağını,
her ne kadar IV. Henry döneminde mezhep bağlamında belirtilen durum
gerçekleşmiş olsa da, yine ülke içi mezhep mücadelelerinin oluşturduğu da
gözden kaçırılmamalıdır.
Nitekim Avrupa’da Papa, 17. yüzyılda da savaş ve diplomasi
alanlarında önemli bir faktördü ve Fransız Kilisesi Papa’ya bağlıydı. Büyük
halk kitlelerini dolayısıyla sosyal ve ekonomik hayatı etkilemekte ve kontrol
etmekteydi. Fransa’da, XIV. Louis dönemine gelindiğinde de, Protestan ve
Katolik mezhepleri arasında acımasız ve sert bir biçimde gerçekleşen çetin
mücadeleler yaşanmış, Louis bu kargaşalığa kesin çözüm bulma konusunda
başarı sağlayamamıştır. Dolayısıyla din temelli bu mücadelelerde birbirine
rakip dini gruplar sürekli çatışma halinde olmuştur (Williams, 1970:147). Bu
97
durum, mezhep anlaşmazlıklarının ülkelerarası olduğu kadar, ülke içinde de
mücadelelere yol açtığını işaret temektedir.
Ülke içi ekonomik dengelerin bozulması ve dolayısıyla kargaşa ve
isyanlara yol açan savaş ve savaşın finansmanı konusunu, XIV. Louis’in
yapmış olduğu savaşlar bazında biraz daha açabiliriz. Louis’in giriştiği
savaşlar Fransa için çok masraflı olmuş, bu da borçların aşırı biçimde
artmasına ve ekonomik depresyona yol açmıştır. 17. yüzyılda yaşanan bu
durum izleyen yüzyıla da sarkmıştır. Nitekim Louis dünyanın her yerinde
Fransa’yı egemen kılmak istiyordu. Bu bağlamda Fransız kültürü, sanatı ve
Fransızların hayat tarzı tüm Avrupa’yı etkilemeliydi. Ancak Louis’in bu
hayalleri, özellikle giriştiği savaşlar
yüzünden gerçekleşmemiştir. Bu
bağlamda girişilen ilk savaş şu nedenlerle ortaya çıkmıştı: Louis, Đspanya
Kralı IV. Philip’in kızı ile evlenmiş, karısı Đspanya’daki miras hakkından
vazgeçmişti. Çeyize ilişkin vaadlerin de yerine getirilmemesi üzerine Louis,
karısının miras hakkından vazgeçmesini geçersiz ilan etti. IV. Philip’in 1665
yılında ölmesinin ardından Fransız Kraliçesi de, Louis’in yanında yer alıp
hakkı olan bölgeyi (Flamanlar Bölgesi) isteyince Belçika, Đsveç ve Đngiltere
Fransa’ya karşı ittifak içine girdiler. Ve sonuçta 1668 yılında varılan
anlaşmaya kadar bu mücadele devam etti (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:335).
Ardından Louis, Hollanda ile 1672–1678 yıllarını kapsayan bir savaşa
girişti ve hızla Hollanda’nın güneyindeki geniş bir bölgeyi işgal etti. Bunun
üzerine dönemin Hollanda Kralı William, Avusturya Habsburgları ve
Đspanyollarla ittifak içine girerek, Fransa’nın mutlak zaferini önledi. Savaş
sonunda imzalanan Nimwegen Anlaşmasıyla (1678–1679) Hollanda toprak
kaybına uğramamış ancak geleceğe ilişkin tarafsızlık vaadinde bulunmuştur.
Đspanya ise “Franche Comte”yi ve bazı kasabaları Fransa’ya vermiştir.
Đzleyen yıllarda Hollanda Kralı William, II. James’in ardından Đngiltere Kralı
olacaktır. Đsveç, Avusturya ve Đspanya Habsburglarıyla yeniden ittifak
kurunca XIV. Louis bu sefer, 1688–1697 yıllarını kapsayan üçüncü savaşına
girmiştir. Fransa Palatinate’yi işgal etmiş Hollanda ve Đrlanda’nın pek çok
bölgesine harekât düzenlemiştir. Ancak Đngiltere ve Hollanda birlikte
98
mücadele ederek, Fransa karşısında zafere ulaşmışlardır. Ardından 1697
yılında “Ryswick Anlaşması” yapılmıştır. Bu anlaşmaya göre Fransa,
“Nimwegen Anlaşması”yla yeniden birleştirdiği Lorraine dahil, pek çok toprağı
kaybetmiştir. Ancak Louis dört yıl içinde Đspanya ile sonuncu ve en maceracı
savaşına girişti. Bu savaş ise 1701 yılında başlayıp 1713 yılında “Utrecht
Anlaşması”yla sona erdi. Bu anlaşmayla V. Philip’in Đspanya Krallığı kabul
edildi. Diğer yandan XIV. Louis Đspanya ve Fransa Krallıklarını birleştirme
gayreti içinde olmayacağı sözünü verdi. Đngiltere’ye Acadia’yı, Newfoundland
ve Hudson’s Bay bölgesini verdi, ancak Quebec ve Louisiana elinde kaldı.
Đspanya’dan ise Gibra adasını aldı. Utrecht Anlaşması görüldüğü gibi orta
yolu bulan ılımlı bir anlaşmaydı. Buna rağmen Fransa ve Đngiltere arasında
var olan denizaşırı mücadeleyi sona erdirememiştir. Ancak Fransa’nın
saldırganlığı, geçici de olsa, durdurulmuştur (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:337). Fransa’nın, üzerinde durulan dönemdeki siyasi durumu ve
yönetim anlayışı, demografik ve sosyal durumu, bilim ve sanat dünyası, dini
durumu ve yaşanan ihtilâflar bu şekilde ortaya konulduktan sonra, yine aynı
dönem ve özellikle monarşinin çok katı bir biçimde uygulandığı XIV. Louis
dönemindeki Fransız ekonomisini ele alabiliriz.
2.5. 17. Yüzyılda Fransa Ekonomisi
Fransa 16. yüzyılda endüstri alanında, gelişmekte olan tarım
sektörüne nazaran geri durumdaydı. Lorraine, Alsace, Artois, Flanders ve
Paris bölgesi dışında, hemen hemen her yerde köylü sınıfı yaşamaktaydı.
Altın veya gümüş madeni para, alışılmış ihtiyaçları karşılamaya yeterli
değildi. Birkaç zorunlu ihtiyaç dışında para kullanımından kaçınılıyordu.
Dolayısıyla bazı hizmet alım ve perakende alış veriş dışında kredili alış veriş
geçerliydi. Çoğunlukla gümüş para kullanılıyordu. Diğer yandan kullanılan
bakır paranın oranı da artmaktaydı. Çünkü 16. yüzyılda başlayan Avrupa’ya
değerli maden akımında, Fransa’ya çok az altın girmişti (Zeller’dan aktaran
Cameron, 1970:144).
Söz konusu para piyasası ile ilişkili olarak, özel sektörde ödünç veren
ayrıcalıklı kurumlar bulunmaktaydı. Bu kurumlar birbirinden farklı, sayıları
99
değişken ve belli bir bölgeye, cemaate, yöresel idareye veya tüm vilayete ait
olabilmekteydi. Bunlar sürekli bir biçimde finansal hizmet sunmuşlardır
(Potter, 2000:1). Dolayısıyla söz konusu kurumlar, Fransa’nın değerli maden
akımından aldığı payla ilişkili olarak, duyulan finansman ihtiyacının ortaya
çıkardığı kurumlardır.
Fransa’nın 17. yüzyıldaki ekonomisine ilişkin sıkıntılı durum bundan
ibaret değildi. Nitekim sık sık yaşanan deflasyon da, Fransız ekonomisini
olumsuz
yönde
etkiledi.
Fransız
ihraç
ürünlerinden
çokça
kazanç
sağlanamadı. Ülkeye giren değerli maden miktarı da azaldı. Genel olarak
Avrupa’da görülen deflasyonist durum, Hollanda ve Đngiltere’de kapitalist
üretimle aşılmaya çalışıldı. Kapitalist üretim; para birikiminden piyasada
maksimum kazanç sağlamaya gayret etme anlamındadır. Bu karşılaştırma
Fransa’da, IV. Henry’den XIV. Louis’e kadar olan dönemde niçin sanayileşme
gayretinin başarılı olamadığını ortaya koymaktadır (Zeller’dan aktaran
Cameron, 1970:148). Dolayısıyla söz konusu yüzyılda Fransız ekonomisinin,
Hollanda ve çalışmanın konusu Đngiltere’nin gerisinde kalmış olmasında,
Avrupa’ya yönelik değerli maden akımından Fransa’nın göreli olarak
yeterince faydalanamamış olması en başta gelen neden olup, diğer nedenler
üzerinde
Fransa
ve
Đngiltere’nin
bu
anlamda
kıyaslandığı
ilerleyen
bölümlerde durulacaktır.
Belirtilen yüzyıllarda, Avrupa’da ve Fransa’da söz konusu genel tablo
geçerli olmakla beraber, kuşkusuz ekonomik gelişme de sağlanmıştır. Ancak
dönem Fransa’sında ekonomik gelişmenin getirdiği düzenli büyüme bazı
bölgelerde görülürken, diğer bölgelerde durgunluk hatta depresyon hakimdi.
Dolayısıyla güç ve zenginlik çok küçük bir azınlığın elindeydi. Belli bölgelerin
büyük Lord’ları idari işlere daha az önem vermekteydiler. Otoriteleri büyük
olsa da hükümdarın karşısında değillerdi. Özel orduları büyük ölçüde ortadan
kalkmıştı. Pek çok vergi muafiyetini de kaybetmişlerdi. Büyük eyaletlerin
hemen hepsi hâlâ kırsal alanda bulunmaktaydı. Zenginlik için gerekli kaynak
temini açısından şartlar daha olumsuzdu. Ancak bazı şehirler eskisine
nazaran zenginleşmişti. Başarılı insanlar sosyal üstünlüğün alameti olan
toprak elde etmeye yönelmişlerdi. Diğer bir gayret ise, merkezi veya yerel
100
hükümette yer alabilmekti (Pennington, 1989:3). Bu da XIV. Louis döneminde
çok daha belirginleşen mutlak monarşi uygulamasını ortaya koyan bir başka
durumdur.
Yine Fransa’nın bu durumuyla ilişkili olarak, ekonomik gelişmede
endüstriye ilişkin şekillendirilen idari mekanizma temel etken olmuştur. XIV.
Louis döneminde olduğu gibi, zaman zaman monarşi tek başına öne
çıkmıştır. Yerel hükümet Devlet kontrolü altında örgütlenmiştir. Bu belki de
Fransız Monarşisinin en büyük idari başarısıdır. Bu durum XIV. Louis
döneminde tamamen gelişmiş ve tüm krallığa yayılmıştır. Fransız hükümeti,
görevi sadece endüstri düzenini kontrol etmek olan özel görevliler de
oluşturmuştur. 16. yüzyılın ikinci yarısındaki bazı başarısız teşebbüslerden
sonra, bu sektörün kontrolü 1669 yılında “Büyük Colbert Planı”na dahil
edilmiş ve söz konusu görevliler Sanayi Müfettişi adını almışlardır. Bu
müfettişlerin pek çok yetkisi olsa da özel sektöre zorla kabul ettirme yetkileri
yoktu. 1691 yılında ise, imalâtla ilişkili tüm alanlarda yetkileri arttırılmıştır.
Bunlar arasında adli güç olma bile bulunmaktadır. Dolayısıyla Sanayi
Müfettişlerinin görevleri esas itibariyle her kasabadaki her şeyi kontrol etmek
ve gözetmekti (Heckscher, 1931:153).
Tüm bu durumların yaşandığı dönemin Fransa’sında, işgücü mobilitesi
ise 16. yüzyılın sonlarından itibaren artmaya başlamıştır. Bunda güçlü
anonim ortaklıkların etkisi olmuştur. Bu süreç 17. yüzyılın sonuna dek devam
etmiştir. Özellikle ipek endüstrisiyle meşhur ve seyyah ile ustaların ilk kez
ortaya çıktığı Lyon’da, güçlü Devlet nüfuzu altında bu durum yoğun bir
biçimde yaşanmıştır. Lyon’da çıraklık teşkilatı yasaklanmıştı. Bu yüzden
çıraklık kasaba dışında, varoşlarda ortaya çıkmıştır. Dışarıdan getirilen
yabancılar zorla herhangi bir yerde çalıştırılmışlardır (Heckscher, 1931:149).
Daha da ötesi bunların ülke dışına çıkışları, yani ülkeyi terketmeleri de
yasaklanmıştır.
Ülke içinde bunlar yaşanırken, merkantilizm denince ilk akla gelen
unsurlardan biri olan değerli madenlere sahip olma durumu, Fransa
açısından Đngiltere’de olduğu gibi gerçekleşmemiştir. Buraya kadar kısaca
değinilmiş olan bu bilgiyi, Glassman ve Redish’e göre rakamsal bazda ifade
101
etmek gerekirse; “Đspanya ve Portekiz öncülüğünde Amerika’dan Avrupa’ya
olan değerli maden akımından Fransa yeterince faydalanamamıştır. 16.
yüzyılın başından, 17. yüzyılın ortalarına dek Fransa’da tedavülde ağırlıklı
olarak altın ve gümüş para bulunmaktaydı. Yine 16. yüzyılın başından, 17.
yüzyılın sonuna kadar olan dönemde sadece 1640’lı ve 1670’li yıllarda
Fransız ekonomisinde altın para miktarının göreli fazlalığı söz konusudur.
Nitekim belirtilen ilk dönemde tedavüldeki altın para miktarı yaklaşık
270.000.000 Livre tutarında iken, ikinci dönemde bu tutar yaklaşık
160.000.000 Livreye gerilemiş, gümüş para tutarı da yine sırasıyla yaklaşık
140.000.000 Livre ve 40.000.000 Livre düzeyinde olmuştur (Glassman ve
Redish, 1985:33). Bu da, tedavüldeki altın ve gümüş paranın göreli
miktarlarından ziyade, 17. yüzyılın ikinci yarısında tedavülde bulunan toplam
altın
ve
gümüş
para
miktarının,
yaklaşık
yarı
yarıya
azaldığını
göstermektedir.
Bunun yanında, Fransa’da buğday başta olmak üzere tarım ürünleri ve
dolayısıyla gelirde de 1660’lı ve 1690’lı yıllar arasında düşüş olmuştur
(Spengler’den aktaran Blaug, 1991ç:91). Hâlbuki 17. yüzyılın ikinci yarısı,
ardarda çıkarılan “Gemicilik Yasaları”yla, Đngiltere’nin özellikle dış ticaret
alanında atağa kalktığı bir dönem olmuştur.
17. yüzyıl Fransa ekonomisi genel hatlarıyla bu şekilde ortaya
konduktan sonra, merkantilist anlayışa uygun olarak dış ticarete ilişkin
korumacı anlayış ve daha da önemlisi, halkın yaşantısını doğrudan
etkileyerek isyanlara zemin oluşturan vergiler, aşağıda ayrı başlık altında
değerlendirilmiştir.
2.5.1. Vergi Sistemi
Dönemin Fransa’sında gelir dağılımı ve ekonomik büyüme bakımından
iki vergi çok önemli rol oynamaktaydı, gabelle ve taille. Gelir açısından tuz
üzerinden alınan gabelle çok daha önemliydi. Nitekim 1523–1641 yılları
arasında bu vergi 8-10 kez arttırılmıştır. Taille ise köylülerin, esnafın ve
zanaatkârların malları ve gelirleri üzerinden alınmaktaydı. Bu vergiler
sermaye birikimi önünde büyük engel oluşturuyorlardı. Sermaye oluşumuna
102
ve yatırımlara ilişkin ortaya çıkan bu olumsuz durum Fransa’nın reel
üretimde, tüm 17. yüzyıl boyunca Đngiltere’nin arkasında kalmasına yol
açmıştır
(Ekelund
ve
Tollison,
1991:98).
Dolayısıyla
iki
ülkenin
kıyaslanmasında, yine ele alınacağı üzere, vergi sistemi bir başka önemli
zemini oluşturmaktadır.
Konuya tekrar dönecek olursak; Fransa’da vergiler 16. yüzyılın
ortalarından itibaren oldukça yükselmişti. Bu durum 18. yüzyılın başlarına
kadar devam etmiştir. Daha da ötesi özellikle Otuz Yıl Savaşları döneminde
köylülerin toprakları devralınmış ve vergiler belirtilen dönemde en yüksek
düzeye ulaşmıştır. Öncelikle Lyon ve Paris civarındaki toprakların devri
gerçekleştirilmiştir. Vergileri yükselten diğer faktörler arasında kırsal alandaki
nüfus artışı ve tarımsal alanda yaşanan kriz de gösterilebilir. Diğer yandan
vergilerin ödenebilmesi için uygun kredi kaynağının olmayışı, köylüleri
topraklarını satmak mecburiyetinde bırakmıştır (Hoffman, 1986:49). Bu
noktada özellikle Colbert’in reform çabalarına rağmen bazı ayrıcalıklı
kimseler ve soyluların vergi muafiyetine sahip olduklarını da belirtmek
gerekir. Çünkü bu durum vergi yükünün artışını ve mükelleflerin, dolayısıyla
köylülerin belirtilen durumda olmalarına yol açan bir diğer unsurdur.
Tüm bunların sonucunda toprak sahibi köylüler, topraklarını satmak
zorunda kalmışlardır. Söz konusu köylülerin topraklarını satmasıyla vergi
tabanının olumsuz yönde etkilenmesi hükümeti önlem almaya itmiş ve 17.
yüzyılda vergi muafiyetine sınırlama getirme çabası başlamıştır. Kral da sıkça
vergi reformunun
köylüyü
koruma
amaçlı olduğunu
dile
getirmiştir.
Hükümdarlık vergi muafiyetinin sınırlanması çabası yanında, şehirde
yaşayanlar ve köyde yaşamakla beraber seçkin olanlara yönelik uygulanan
düşük vergi tahakkuklarının düzeltilmesi yönünde de çaba göstermiştir.
Böylelikle XIV. Louis döneminde köylülerin topraklarını satmaları durumu
tersine çevrilmeye çalışılmış, ancak tam bir başarı elde edilememiştir. Bu da
tarımsal kalkınmanın sağlanamaması sonucunu doğurmuştur (Hoffman,
1986:53). Fransa ve Đngiltere’den öte, dönemin Avrupa ekonomisinde tarım
sektörünün hakim sektör konumunda olduğu ve dolayısıyla belirtilenler de
dikkate alındığında; bu tablo Fransa’nın, aynı dönem Đngiltere’sindeki
103
durumun tersine, söz konusu sektör kaynaklı sanayileşmesini olumsuz yönde
etkilemesi kaçınılmaz olmuştur.
Anlatılanları rakamsal olarak ifade etmek gerekirse; Fransa’da 17.
yüzyılda tarımsal alanda toplanan ortalama vergi miktarı, on yıllık dönemler
itibariyle aşağıda Tablo 5’de gösterilmiştir.
Tablo 5: Fransa’da 17. Yüzyılda Tarımsal Alandan
Toplanan Vergi Miktarı
Dönem
1600/09
1610/19
1620/29
1630/39
1640/49
1650/59
1660/69
1670/79
1680/89
1690/99
Ortalama Yıllık Nominal
Vergi Miktarı
(Milyon Livre)
24.90
30.37
43.47
92.16
114.64
126.79
91.72
108.95
119.28
145.83
Ortalama Kişibaşına
Nominal Vergi Miktarı
(Livre)
1.44
1.71
2.39
4.91
5.95
6.42
4.49
5.20
5.59
6.78
Kaynak: Hoffman, Philip T. “Taxes and Agrarian Life in Early Modern
France: Land Sales, 1550-1730”, Journal of Economic
History, Vol. XLVI, N. 1, March 1986, s. 46.
Tablonun yorumundan önce, Hoffman’ın bu konudaki görüşüne yer
vermek anlamlı olacaktır. O’na göre, “Fransa’daki vergiler yatırımı önleyici
nitelikteydi. Özellikle
muafiyetten yoksun olan köylüleri cezalandırıcı
nitelikteydi. Dolayısıyla Fransa’da tarım sektörü vergi uygulaması karşısında
çok olumsuz yönde etkilenmiştir. Tüm bu durum vergiden kaçınma hile ve
rüşveti beraberinde getirmiş, sonuçta ulusal zenginliği arttırma yönünde
kaynakların yeniden dağılımını amaçlayan vergi sistemini amacından
saptırmıştır. Halbuki Đngiltere’de aynı sektörde tam tersi durum yaşanmış,
104
sağlanan birlik ve dayanışma verimliliği de beraberinde getirmiştir” (Hoffman,
1986:54).
Aynı konuyu Durant ise şöyle değerlendirmektedir: “Colbert, tüm eski
miadı dolan vergileri kaldırmak konusunda Kral’ı ikna etti. 1661 yılında vergi
oranlarını düşürdü. Ancak 1667 yılında savaşın mirası finansman ihtiyacı ve
Versay’ın aşırı harcamaları yüzünden, istemese de vergi oranlarını yeniden
yükseltmek zorunda kaldı. En büyük başarısızlığı ise eski vergilendirme
sistemini kullanmasıydı. Belki de basit bir yeniden düzenleme, gelir akımının
tehlikeye düşmesine neden olacaktı ve bundan dolayı Colbert eski sistemi
aynen uygulamıştı. Finansman kaynağı olarak başlıca 2 tür vergi vardı. Biri
taille diğeri ise, gabelle. Bazı eyaletlerde taille mal/mülkiyet üzerinden
alınırken, diğer bazılarında ise gelir esas alınmaktaydı. Soylular ve rahipler
bu vergiden muaf tutulmuşlardı. Gabelle ise, tuz üzerine konulmuş bir vergi
idi. Tuzun satışı konusunda hükümet monopol konumundaydı ve belli
zamanlarda fiyatı ve miktarı hükümet tarafından belirlenen tuzun alımı
zorlanmaktaydı. Bu temel vergilere, çeşitli gümrük resimleri ile köylülerin
üretiminin 1/10’u tutarında kilise tarafından alınan vergi ilave edilebilir. Ancak
oran genellikle 1/10’un altında uygulanmaktaydı. Yani merhamet ölçüsüne
göre alınmaktaydı” (Durant, 1963:21).
Dolayısıyla bu ifadeler ışığında Tablo 5’den de görüleceği üzere, söz
konusu dönemler itibariyle sürekli artış trendinde olan ortalama yıllık nominal
vergi miktarı ve dolayısıyla ortalama kişi başına nominal vergi miktarı, 1660’lı
yıllarda önceki döneme nazaran azalmıştır. Bu durum söz konusu dönemin,
Colbert dönemi ile örtüşmesinden, yani Colbert’in altı çizilen, sanayileşmede
önemsediği
vergi
geçirilmesinden
yükünün
hafifletilmesi
kaynaklanmaktadır.
Ancak
amacının
tablo
uygulamaya
izlenmeye
devam
edildiğinde, söz konusu dönem sonrasında eski duruma dönüldüğü,
dolayısıyla Colbert’in izleyen süreçte bu amacını gerçekleştiremediği
anlaşılmakla
beraber,
1660–69
dönemindeki
Colbert’in
söz
konusu
girişiminin, en azından bu dönem için sonuç verdiğini belirtmek gerekir.
Bu konuda Rothkkrug’un yorumu ise şu şekildedir; “Laffemas’dan,
Colbert
ve
haleflerine
kadar
zor
durumdaki
kırsal
alanın
rahata
105
kavuşturulması yönünde aralıksız verilen mücadele, politik ekonominin belki
de en önemli ve en az tartışılan kısmıdır. Fransız endüstrisi, 17. yüzyıl
boyunca çok büyük oranda tarıma dayanmaktaydı. Yıl boyunca tüm zamanını
tarıma harcayan kırsal kesimdekilere hükümet ihracat için daha çok ürün
alabilmek amacıyla işgücü sağlamıştır. Diğer yandan artan ekonomik faaliyet,
dolaylı vergiler yoluyla ilave gelir de sağlamıştır. Ancak fakir köylü sınıfı
üzerindeki doğrudan vergi yükünün hükümdarca hafifletilmesi bu kısmı bir
nebze rahatlatmıştır. Hepsinden önemlisi üzerinde hiç durulmayan uygulanan
program, paranın dolaşımını sağlamıştır. Tarımsal endüstri ve yerli ticaret
paranın insanlar arasında dolaşımına yol açmış, sıkıntılarının azalmasına ve
refahlarının artmasına katkıda bulunmuştur. Colbert politik gücün, dışarıdan
sağlanan
gelirin
Fransa’nın
bütününde
dolaşımını
doğrudan
sağlayabileceğini düşünmekteydi. Nitekim Colbert; evrensel kâr arzusunun,
paranın hareketini sağlayacağını ve bundan da devlet hazinesinin payını
alacağını belirtmiştir. Bakan olarak memurlara sürekli olarak ilk görevlerinin
kırsal nüfusun refahının, endüstri, ticaret ve tarımdaki üretim artışıyla
yükseltilmesi olduğunu belirtmiştir” (Rothkrug, 1965:87). Colbert’in bu
düşüncelerinin gerçekleşmesi, diğer bir ifadeyle uygulanması durumunda
oluşacak olumlu tablo bununla da sınırlı kalmayacaktır.
Nitekim yine Rothkrug’un yorumuyla; “Böylelikle Fransızların tümünde
bol miktarda para olacak, yurtiçi barış sağlanacak ve krallık geliri artacaktır.
Diğer yandan halk devletin giderlerini de kolaylıkla karşılayacaktır. Kırsal
alanın başarılı kılınması, yerli kaynakla imal edilen mamul tüketimini ve
ihracata yönelik endüstriyel ve tarımsal üretimi ortaya çıkaracaktır. Tarifeler
ve dolaylı vergiler yoluyla krallık gelir elde edecek ve isyan tehlikesi de
olmayacaktır…Richélieu’nun zenginliğin yayılması düşüncesi, yerel ticaret
hacminin dolaylı vergilerle düzenlenmesine dayanmaktaydı. Colbert de
paranın krallık içinde dolanımı ile krallık geliri arasında ilişki kurarken
Richélieu ile tam olarak aynı düşüncedeydi Diğer görüşler daha da ileri
giderek değerli madenlerin tüm Fransa‘da serbest dolaşımının gerekliliğini
vurgulamıştır. Örneğin 1646 yılında Brittany Valisi Jean Eon; yabancı
hazinenin yurtiçinde dolaşımının ulusal birleşmeye katkıda bulunacağını
106
belirtmiştir. O’na göre bu durum toplumun her seviyesinde kader birliği
sağlayacak ve karşılıklı bağımlılığı arttıracaktır…Kırsal hayatı destekleyecek
dış kaynağın Fransa’ya akışı ise dış ticaretle sağlanacaktır. Dışarıdan para
sağlamak kuşkusuz diğer ülkelerin harcamada bulunmasına bağlıdır. Colbert
1615
yılında
Montcrétien
tarafından;
“Bizim
kaybımız
yabancıların
kazancıdır” şeklinde vurgulanan dünyadaki sabit para miktarından en fazla
payı alabilmek için gerekli uluslararası mücadeleye daha fazla önem verdi.…”
(Rothkrug, 1965:95).
Ancak bu anlatılanların, Colbert döneminde 1660–69 tarihleri arasını
kapsayan kısa bir zaman için geçerli olduğunu, 1669 tarihinden sonra eski
durma dönüldüğünü, Colbert’in söz konusu sektör ve sınıfa ilişkin
amaçlarının
niyet
düzeyinde
kaldığını,
dolayısıyla
tam
bir
başarı
sağlanamadığını, bunda da kuşkusuz XIV. Louis’nin bu konudaki tutumunun
temel etken olduğunu yinelemekte yarar var.
Son olarak, Colbert’in 1683 yılında ölmesiyle başlayan ve 17. yüzyıl
sonuna kadar olan dönem üzerinde duracak olursak; 1689–1697 yılları
arasını kapsayan Hollanda ile savaş döneminde, 1689 yılının 01 Ekim–10
Kasım tarihleri arasında Fransa 41 gemisini kaybetmiştir. Fransa’nın
kuzeyinin büyük bir bölümü ve kuzeydoğu eyaleti Alsace tahrip olmuştur. Bir
diğer eyalet Dieppe yanmış, ticaret kesilmiş, lüks mallar endüstrisi gerilemiş,
askerler isyan etmiş, vergiler daha da artmış ve esnaf birlikleri zor durumda
kalmıştır. Savaş sonrası dönemde dahi tahribata uğrayan ticaretin bazı
dalları çok yavaş bir şekilde eski haline getirilebilmiştir. Bu arada 1685–1700
yılları arasında, üzerlerindeki şiddetli baskı nedeniyle, ülkeden büyük oranda
Protestan göçü yaşanmıştır (Cole, 1971:6).
Dini mücadele ve savaş yetmezmiş gibi, Fransızlar bu dönemde
ekonomik durgunluk ve kıtlığa da katlanmak zorunda da kalmışlardır. Bu
bağlamda 1693–1695 dönemi en zor yıllar olmuştur. Nitekim bu yıllarda kıtlık
had safhaya çıkmış, iflaslar artmış ve binlerce insan açlıktan ölmüştür. 1695–
1698 yılları arasında bir nebze düzeltilebilen bu durum, 1699–1700 yıllarında
tekrar yaşanmıştır (Cole, 1971:6). Dolayısıyla bu anlamdaki zorluklar yüzyılın
sonuna kadar devam etmiştir.
107
Bu
zor
dönemde
tarife
duvarları
da
olağanüstü
bir
şekilde
yükseltilmiştir. Bu duruma Tablo 6’da yer verilmiştir.
Tablo 6. Fransa’nın Bazı Yabancı Mallara Uyguladığı Gümrük
Resmindeki Artışlar
Ürün Adı
Birimi
1664 Yılı
Oranı*
Yeni
Oran*
Yeni Oran
Tarihi
Çelik
112 Libre
1,8
6
1687
Tereyağı
112 Libre
0,12
6
1692
20 Arşın
6
24
1687
112 Libre
10
20
1688
4 Levha
2
12
1688
112 Libre
1,10
10
1688
Tuzlanmış Et
112 Libre
2
5
1688
Ağır Cam Şişe
112 Libre
1
10
1688
Adet
3
20
1688
Pound
3
20
1688
112 Libre
20
100
1689
Neceftaşı
112 Libre
25
400
1690
Uskumru
12 Fıçı
12
24
1691
112 Libre
10
20
1691
Fıçı
0,8
1,10
1692
112 Libre
4
20
1692
112 Libre
4
15
1692
Keten Kumaş
112 Libre
8
20
1992
Tavşan Derisi
112 Libre
2
400
1696
Londra veya Londra
Tarzı Yünlü Kumaş
Balmumu
Pencere Camı
Đçki Bardağı (Venedik
Đçki Bardağı Hariç)
Kürk Şapka
Kadife
Altın ve Gümüş Kaplama
Tel
Pamuk Đplik
Kömür
Đğne ve Topluiğne
Keten Tomurcuğu, Cam,
Metal ve Yün
* Livre
Kaynak : Charles W. Cole, French Mercantilism 1683-1700, Octagon
Books, 1971, s.17
108
Tablodan 6’dan görüleceği üzere, Fransa’da yabancı mallara ilişkin
gümrük resimleri 20 Aralık 1687–03 Temmuz 1696 yıllarında olağanüstü
oranlarda arttırılarak, şiddetli bir korumacılık uygulanmıştır. Nitekim yeni
oranların uygulanma tarihleri tabloda yer alan, pencere camına ilişkin gümrük
resmi 2 Livre’den, % 500’lük artışla 12 Livre’ye çıkarılmıştır. Diğer yandan
neceftaşında artış oranı % 1500, içki bardağında yaklaşık % 900, kürk
şapkada yaklaşık % 566, tavşan derisinde ise % 19.900’lük olağanüstü
oranda artış gerçekleştirilmiştir. Diğer ürünlere bakıldığında da 1664 yılı esas
alınarak yükseltilen gümrük resimlerinin hiç biri % 100’ün altında olmamıştır.
Bu da, vurgulanan korumacı politikanın şiddetini açıkça ortaya koymaktadır.
Tüm bu anlatılanları toparlayacak olursak; buraya kadar çizilen
tablonun halkın yaşantısı üzerine etkide bulunmaması düşünülemez. Nitekim
Beaud söz konusu etkiyi şu şekilde ifade etmektedir: “Kötü hasat veya
tarımsal fiyatların düşüşü ve değişik kesintiler-vergiler, kiralar, parasal veya
ayni rantlar, ekin vergisi, kilisenin aldığı aşar vergisi-köylüler için birden
katlanılmaz hale geliyordu. Kentlerdeyse, serserilerin sefaleti, dilenciler ve
işsizler,
ücretlilerin
hoşnutsuzluğuyla
örtüşüyordu.
Nitekim
loncalar
kapanıyor, patronlar günlük çalışma süresini on iki-on altı saate çıkarmaya
çalışıyor, dahası tatil günlerinin sayısını azaltmak için baskıyı arttırıyordu.
Yoksayılan sendikalar ortaya çıkıyor ve direnme çeşitli biçimler altında
örgütleniyordu. Fransız burjuvazisinin krallığa ve soylu sınıfa hayranlığı
devam ediyordu. Maliye, adalet ve polis memurlukları en çok rağbet gören
mesleklerdi ve kral bunların satışını ve vergilendirilmesini hızlandırmıştı”
(Beaud, 2003:42).
Nihayet, Fransa açısından özelde dönemin iki önemli rakibi Hollanda
ve Đngiltere karşısında üstünlük elde etme ve genelde merkantilist
düşüncenin temel amaçlarından zengin, dolayısıyla güçlü bir ülke olmada
önemli bir araç olan sömürge elde etme konusuna ise aşağıda yer verilmiştir.
2.5.2. 17. Yüzyılda Fransa’nın Sömürgeci Yayılması
Merkantilist dönemde dünyanın dört bir yanında kolonileşmeye
gidilmekteydi. Bu bağlamda Colbert, değinildiği üzere, Hollanda ve Đngiltere
109
ile rekabet edebilmek için ticari şirketler kurdu. Ancak bu şirketler uzun
ömürlü olmadı. Çünkü Đngiltere ve Hollanda’nın aksine Fransa’da asiller ve
orta sınıf paralarını ticaretten ziyade mülk ve memuriyet elde edebilmek için
kullanıyorlardı. Bunu yaparken mevcut durumlarını ve güvenirliklerini
korumayı amaçlıyorlardı ve bu durumu kâr elde etmeye yeğliyorlardı. Diğer
yandan konjonktür dönemlerinde tasarruflarına yönelik riskleri de bertaraf
etmiş oluyorlardı. Söz konusu zihniyet ve uygulamalar babadan oğula
geçerek devam ediyordu. Ticarete yönelen halkın büyük bir çoğunluğu ise
şirketleşmeden ziyade bireysel ticareti tercih ediyordu. Dolayısıyla Đngiltere
ve Hollanda’nın aksine; 17. yüzyıl Fransa’sında ticaret yoluyla zenginliğe
ulaşanların
sayısı,
kıyaslanamayacak
düzeyde,
çok
azdı
(Williams,
1970:154). Söz konusu dönemde ülkelerin dış ticaret politikaları, bu alanda
faaliyet gösteren şirketleri ile sömürge elde etme dolayısıyla sömürge düzeni
kurma gayretleri birbirleriyle ilişkilidir. Nitekim bu iki olgu birbirini besleyen
olgulardır.
Bu anlamda dönemin Fransa’sını Beaud, özetle şöyle ortaya
koymaktadır: “Kimi girişimler başarısız olsa da -1625’te kurulan Morbihan
Şirketi ile 1627’de kurulan ve dünya ölçeğinde bir tekel durumunda olan
Nacelle
Saint-Pierre-
diğerleri
başarılı
oldu.
Cent
Associés
Şirketi
faaliyetlerini Kanada’da, Senegal Cabo Verde’de, Amerikan Adaları’nda
(1635), Antiller’de, Doğu Hindistan Madagaskar’da geliştirmişti. 1628’de
Cezayir’de bir Fransız ticari acentesi faaliyete geçti ve 1631’de ilk Fransız
konsolosu Fas’a yerleşti” (Beaud, 2003:44–45). Ancak 17. yüzyılda
Fransa’nın dış ticaret ve dış ticarete ilişkin şirketleşmedeki durumu, örneğin
XIV. Louis dönemindeki Doğu Hindistan ve Doğu Şirketlerine ilişkin yaşanan
başarısızlıklar göz önüne alındığında, göreli geri kalmışlığı ifade eden bir
durumdur. Dolayısıyla bu durum, sömürge elde etme mücadelesinde de
Fransa için benzer sonuca yol açmıştır.
Buradan hareketle Fransa’nın sömürgeci yayılmasına yönelik olarak,
öncelikle Amerika Kıtası bağlamında konuyu değerlendirecek olursak;
Fransa, Amerika Kıtası’nda, kıtanın sadece kuzeyine ve buranın da iç
kesimlerine yönelmişti. Bu alandaki Fransız kâşif, misyoner ve tüccarlarına
110
Marquette, Joliet, La Salle, Frontenac, Cadillac ve Iberville örnek olarak
verilebilir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:341).
Fransa’nın Kuzey Amerika dışında sömürge elde etme hedefleri
arasında Hindistan da bulunmaktaydı. Hindistan esas olarak tütün, tropikal
meyveler, kahve ve hepsinden öte şeker kamışıyla ünlüydü. Portekiz’in
Hindistan’daki hakimiyetini yitirmesiyle 17. yüzyılda Đngiltere ve Fransa
buraya
da
yöneldiler.
Đngiltere
1612
yılında
Portekiz
donanmasını
Hindistan’da mağlup ettikten hemen sonra batı sahillerine yerleşti. 1690
yılına gelindiğinde ise Đngilizler Doğu Hindistan’da Bengal’de meşhur Calcutta
şehrini kurdular. Fransa ise bu bölgede, Madras’a yakın güney sahillerine,
Pandichéry olarak adlandırılan yere yerleştiler. Burada ve güney sahillerinin
başka yerlerinde karakollar kurdular. 18. yüzyılın başlarında, tıpkı Kuzey
Amerika’da olduğu gibi, burada da Đngiltere ve Fransa arasında denizaşırı
imparatorluk kurma mücadelesi yaşanmıştır. Bu mücadele ticari alanda
gerçekleşmiş olup her iki ülke de Hindistan’da, yeni Đngiltere ve yeni Fransa
kurma çabasına girmemiştir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:341).
Hindistan’a yönelik olarak Colbert’in şirketleşme çabalarına gelince;
Colbert, 1664 yılında Fransız Batı Hindistan Şirketi kurmayı tasarlamıştı. Bu
şirketin aynı yıl kurulan Doğu Hindistan Şirketi ile amacı farklıydı. 1663
yılında Fransa’nın Batı Hindistan’da 14 tane sömürge adası bulunmaktaydı.
Bunlardan en önemlileri; “Saint Christopher, Martinique ve Guadeloupe” idi.
Bu adalar Richélieu dönemi koloniyel faaliyetlerin mirasıdır. Ancak Fransa bu
adalardan beklediği yararı sağlayamamıştır. Çünkü her ne kadar kuramsal
olarak adaların sahipliği Fransa Kralında olsa da, buralarda Fransız
zenginlerin kuralları geçerliydi. Daha da önemlisi endüstriyel ve ticari
faaliyetlerde Hollandalılar söz sahibiydi. Bu sömürgelerin nedeni, Fransa’nın
keten imalâtına yeni pazarlar bulma çabasıydı. Hollanda her yıl Batı
Hindistan’daki şeker ticaretinden 2.000.000. Livre, pamuk, tütün gibi ürünlerin
ticaretinden de 1.000.000. Livre vermeyi taahhüt etmişti. Tüm bu adalara
yönelik ticaret yaklaşık 200 gemi ve 6.000 tayfa ile yapılmaktaydı. Colbert’e
göre eğer XIV. Louis tarafından bu şirket kurulmuş olsaydı; Fransa
limanlarında 200’den fazla gemi olacak, 6.000’den fazla Fransız iş imkânına
111
kavuşacak, Fransız ürünleri yeni pazarlar bulacak, kasasına yılda 3.000.000
Livre girecek ve Fransa Kuzey Avrupa ticaretine hakim olabilecekti. Böylece
Kral denizde güçlü ve zengin olabilecekti. Ancak bu durum gerçekleşmedi
(Cole, 1964:1).
Afrika Kıtası’na gelince; Fransa ilk defa 1626 yılında Afrika’ya
yönelmiş ve batı sahilindeki Senegal’e yerleşmiştir. Hint Okyanusu’ndaki
geniş adalar topluluğu 1686 yılında XIV. Louis tarafından ilhak edilmiş, 1715
yılında da Hollanda’dan Mauritis adası alınarak adı ”Ile de France” olarak
değiştirilmiştir. Đngiltere ise 1662 yılında Batı Afrika’daki Gambia Nehri ağzına
yerleşmiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde Afrika sahilleri, Avrupa Devletlerinin
kontrol noktalarıyla kuşatılmıştı. Afrika’dan Avrupa’ya köle ve yerli ticareti
başlamıştı. Ancak kıtanın iç kısımlarına Avrupa Devletlerinin yönelmesi için
19. yüzyılı beklemek gerekecektir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:342).
Jean Baptiste Colbert ve uygulamalarına geçmeden önce,
Fransa’nın,
Amerika Kıtası’nda ve dünyanın diğer yörelerine ilişkin olarak gerçekleştirdiği
belirtilen sömürgeci yayılmasının, Đngiltere’nin gerisinde kaldığını yinelemekte
yarar vardır.
2.6. Jean Baptiste Colbert (1619–1683)
Merkantilizm
ve
dolayısıyla
merkantilist
uygulamalar,
dönem
Avrupa’sında askeri ve siyasi güç elde etme yolunda önemli rol oynamıştır.
Fransa’da ise bu tür uygulamalar, XIV. Louis döneminde çok daha belirgin bir
biçimde yaşanmıştır. Bu bağlamda merkantilizm, dolayısıyla merkantilist
uygulamaların tipik temsilcisi kuşkusuz Jean Baptiste Colbert’tir. Mazarin’in
yanında çırak olarak yetişen Colbert, XIV. Louis’in hükümranlığı döneminde,
yönetim kademesinde hızla yükselmiştir (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:544).
Bu durumu Burns de ifade etmektedir. O’na göre; “Merkantilist
doktrinin tam anlamıyla uygulanması, belki de XIV. Louis (1643–1715)
dönemi Fransa’sında gerçekleştirilmiştir. Bu durum Fransız eyaletlerinin
tamamında mutlakiyetin, 1661–1683 döneminde Maliye Bakanı olan Jean
Baptiste Colbert’in politikalarının vücut bulması için gerekliydi. Colbert
112
Merkantilizmi
benimsemişti.
gücünün
zenginliğinin
ve
Çünkü
merkantilist
arttırılması
için
çok
uygulamalar,
uygundu.
devletin
Dolayısıyla
politikalarının çoğunluğunu merkantilist anlayışa göre oluşturuyordu” (Burns,
1963: 497).
Görüldüğü üzere XIV. Louis dönemi ile özdeşleşen Jean Baptiste
Colbert, ilgili literatürde farklı yargılarla yer almıştır. Örneğin Cole'e göre;
“Colbert, tacir veya işadamlarından oluşan bir soydan gelmektedir. Colbert’in
babası Nikolas, muhtemelen Reims’de sürdürdüğü iş hayatında başarısızlığa
uğradıktan sonra Paris’e yerleşir ve burada küçük bir büro alır. Colbert’in
amcası, Odart Colbert, başarılı bir tüccar-bankerdi. Odart Colbert’in bu
alandaki faaliyetleri, Colbert’in Mazarin ile ilişki kurmasına ve O’nun
hizmetine girmesine katkı sağlamıştır. Colbert’in Fransız ekonomisinde aktif
rol almaya başlamasından önceki yaşamı çok az bilinir. Reims’de 29 Ağustos
1619 yılında doğmuştur. Gençlik yıllarında ailesi tarafından ticareti öğrenmesi
için Paris ve Lyon’a gönderilmiştir. Lyon’da bir tacir ile yaşadığı anlaşmazlık
sonucunda tekrar Paris’e dönmüş ve Sabatier adlı noterin yanında çalışmaya
başlamıştır. Ardından Richélieu’nun ölümünden kısa bir süre sonra, amcası
Odart vasıtasıyla, güvenlik sekreteri Michel Le Tellier ile tanışır. Beraber
sekiz yıl çalışırlar. Colbert, Le Tellier’in hizmetinde çok başarılı çalışmalarda
bulunmuş ve 1649 yılında çalışmalarından dolayı ödüllendirilmiştir. Bundan
bir yıl önce, eskiden şarap tüccarı olan devlet maliyesinde görevli zengin
birinin kızı olan, Marie Charon ile evlenmişti. Ardından 1651 yılında Mazarin
ile çalışmaya başlar. Başlangıçta Mazarin, Colbert’e önemli görevler vermek
istemese de, Colbert kardinalin güvenini kazanmıştır. Haziran 1651 yılına
gelindiğinde ise Colbert başkentte büyük bir güç elde etmişti” (Cole,
1964:279-280).
Williams’a göre; “Colbert çok realist biriydi ve ticari şirketleri krallığın
ordusu olarak görmekteydi. Ekonomik büyüme ancak devlet planı dahilinde
gerçekleşebilirdi. Yani devlet ön plana çıkarılmalıydı. Halkın refahı ancak
üretim yoluyla sağlanabilirdi. Bu temel politika anlayışı IV. Henry’e kadar
uzansa da, sadece XIV. Louis zamanında gerçek anlamda uygulanabilmiştir.
Hiçbir devletin kendini tek başına güçlü ve bağımsız hissedemediği, her
113
devletin savaş teçhizatı, silah, paralı asker ve savaş gemisi ihtiyacı duyduğu
17. yüzyıl şartlarında, altın ve gümüş sahibi olabilmek çok büyük bir öneme
sahipti. Savaş zamanlarında dost kazanmak ve yokluk zamanlarında yiyecek
temin etmek için bu gerekliydi. Dolayısıyla daha fazla altın ve gümüş elde
etmek, ticaret bilançosunun fazla vermesi bakımından çok önemliydi8.
Nitekim Colbert’in politikaları da bunun üzerine kuruluydu. Ticaretin ve ülke
içi taşımacılığın geliştirilmesi zorunluydu. Bunun için de nehirler, limanlar,
kanallar ve yollar elden geçirilmeliydi” (Williams, 1970:153).
Aynı dönemi Brinton, Christopher ve Wolff ise; “XIV. Louis’in
merkantilist politikalarının büyük destekçisi Jean Baptiste Colbert ile ilgili
belirtilmesi gereken önemli bir husus ta şudur: Colbert, Krallığa yönelik pek
çok hizmetinden ziyade merkantilist uygulamalarıyla anılmaktadır. Bu alanda
diğer Bakanlarla da, Savaş Bakanı Louvois gibi, yoğun bir mücadele içine
girmiştir. Colbert; yenilikleri, teknik eğitimi, gemi yapımında yeni yöntemler
kullanılmasını, dışarıdan Fransa’ya kalifiye eleman getirilmesini ve yeni
endüstriler kurulmasını destekliyordu” (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:334), şeklinde ifade etmektedirler.
Tüm bu anlatılanlar, 17. yüzyıl Fransa’sında, merkantilist anlayış
doğrultusunda oluşturulan politika ve uygulamaların iyice belirginleştiği
dönem
olarak
XIV.
Louis,
dolayısıyla
Colbert
dönemini
karşımıza
çıkarmaktadır. Nitekim çalışmanın konusunu da teşkil eden Colbert
döneminde
Fransa’da
görülen
söz
konusu
anlayış
ve
bu
anlayış
doğrultusunda gerçekleştirilen uygulamalara, izleyen bölümde yer verilmiştir.
2.6.1. Jean Baptiste Colbert’in Görüşleri ve Uygulamaları Temelinde,
Fransa’daki Sanayileşme ve Ticaret Politikaları
Jean Baptiste Colbert’in, bir önceki bölümde vurgulanan 1650’li
yıllarda elde ettiği güç paralelinde yükselişi devam etmiş, 1663–1683 yılları
arasında XIV. Louis’in Maliye Bakanlığını yapmıştır. O’na göre sistemin
temelini idari önlemler, yani devlet otoritesi oluşturmaktadır. Đmalât sanayiîn
8 Merkantilist düşüncenin temel özelliklerinden birini teşkil eden bu husus, birinci bölümde
detaylı bir şekilde ele alınmıştı, s. 3-14.
114
kontrolü sıkılaştırılmış ve krallığa ait yeni endüstriler oluşturulmuştur. Bunun
yanında devlet öncülüğünde ayrıcalıklı şirketler ortaya çıkarılmıştır. Ülkede
farklı bölgeler arasında yapılan ticaretin önündeki gümrük engelleri yavaş
yavaş kaldırılmıştır. Nüfus politikası ülke amaçları doğrultusunda yeniden
düzenlenmiştir. Dış ticaretin temel amacı değerli maden elde etmektir
düşüncesi doğrultusunda, bu alanda çalışan şirketlerin faaliyetleri sıkı bir
biçimde kontrole tabi tutulmuştur. Tüm ticari önlemler, ihracatı geliştirmek ve
nihai mal ithalini önlemek üzerinedir. Nitekim değerli madenlerin ve
makinelerin ihracı da engellenmiştir. Yani belirtilen politik düzenlemeler, tarım
dışında kalan hemen hemen tüm alandaki ekonomik faaliyete müdahale
niteliğindedir. Colbert tarafından uygulanan tüm bu önlemler, Fransa’nın
siyasi gücünü arttırmaya ve ekonomik gelişme sağlamaya katkı sağlamış
olsa da, 17. yüzyılın sonlarına doğru eleştiriler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Đmalât sanayii üzerindeki sıkı düzenlemeler umulan refah düzeyine ulaşmayı
sağlayamamıştır. Zulme yaklaşan vergilendirme sistemi köylü nüfusun
yoksulluğunu arttırmış ve tarım ürünlerinin azalmasına yol açmıştır. Diğer
yandan felsefe alanındaki eşanlı değişmeler Fransız düşünce tarihinde farklı
bir görünüşü oluşturmaya başlamıştır. Bununla beraber Fransa’da 17.
yüzyılda uygulanan ekonomi politikaları diğer Avrupa ülkelerinden pek çok
hayran bulmuştur. Buna kötüleşen Đspanya ekonomisinin yönetiminde görev
alanlar örnek olarak gösterilebilir. 17. yüzyılın başında çok kötü durumda olan
parasal ve finansal şartların analizi Jesuit Juan de Mariana (1536–1623)
tarafından yapılmış, reform önerilerinde bulunulmuştur. Diğer bir örnek ise,
söz konusu problemler üzerine ayrıntılı incelemelerde bulunan Geromino
Uztariz’dir. Uztariz, Fransa’da başvurulan önlemlerin, Đspanya ekonomi
yönetimi tarafından aynen uygulanmasını savunmuştur (Pribram, 1986: 4951).
XIV. Louis ve Colbert dönemi Fransa’sında çok daha belirginleşen
merkantilizm ve merkantilist uygulamaları, Beaud şu şekilde ortaya
koymaktadır: “Bu dönemde mutlakıyetle merkantilizm, burjuvazi ile Güneş
Kral arasındaki evlilik tam olarak gerçekleşecekti. Şüphesiz, hükümdarlık
sarayı soylularda kalmıştı ama kral; bakanlarını, danışmanlarını, idari
115
memurlarını burjuvaziden seçiyordu. Le Tellier, Colbert, Louvois ve
Barbezieux soyluluk unvanıyla taltif edilip saraya alındı. Böylece yeni bir
soyluluk türü yaratılmış oldu. Elbette kadim aristokrasi bu durumu
onaylamıyordu. Çünkü Colbert döneminde ticaret şirketleri kralın orduları,
Fransa’nın imalâthaneleri ise ihtiyat askerleri olarak nitelendiriliyordu.
Dolayısıyla
merkantilizm
en
yüksek
seviyede
uygulama
olanağına
kavuşmuştu. Zira o dönemde, yalnız para bolluğu bir devleti büyük ve güçlü
kılar ve krallıkta parayı çoğaltmanın yolu komşu devletlerden aynı miktarda
parayı almaktan geçer şeklindeki anlayış egemendi” (Beaud, 2003:45).
Bu anlayışa uygun olarak, yabancı gemilerden nakdi vergi kesintisi,
1664 ve 1667 tarihli gümrük vergileri gibi önce korumacı önlemler alındı.
Koruyucu önlemleri üretimi teşvik edecek önlemler izledi ve Colbert 1663’ten
başlayarak Fransa’nın kaynak potansiyelini ortaya çıkaracak kapsamlı bir
araştırma başlattı. Bu bütünlük içinde dört yüzden fazla imalâthanenin
kurulması sağlandı. Bunlar birden çok zanaat merkezini bir araya getiren ve
topluca imtiyazlardan yararlanan “kollektif” imalâthanelerdi. Sedan ve Elbeuf
çarşafhaneleri, Troyes tuhafiyecileri, Saint-Etienne silah imalâthanelerinin
yanı sıra özel imalâthaneler, birçok bölgede şubeleri olan büyük şirketler.
Özellikle de madencilik alanındaki; demirhaneler, top, çapa, silah üreten
Compagnie Dallier de la Tour gibi büyük demir-çelik imalâthaneleri. Nihayet
hükümdara ait Gobelins, Sévres, Aubusson, Saint-Gobain gibi kraliyet
imalâthaneleri ve bu arada tersaneler ve top fırınları. Verilen, üretim ve satış
tekeli, vergi muafiyeti, finansman kolaylığı gibi imtiyazlar karşılığında, norm,
kalite ve miktar üzerinde çok sıkı denetim söz konusuydu. Bu politikalar
sonucunda hem lüks malların ve halı, porselen, cam, lüks kumaşlar gibi
ihracat mallarının, hem siderürji, kâğıt, silah gibi temel üretim dallarının hem
de çarşaf, yün ve keten kumaş gibi gündelik tüketim mallarının geliştirilmesi
mümkün oldu (Beaud, 2003:45-46). Yani Colbert endüstriye yönelik olarak
öncelikle gümrük tarifeleri aracılığıyla koruma duvarlarını yükselterek işe
başlamış ve ardından pek çok endüstri dalını geliştirmede teşvik edici
düzenlemelere başvurmuştur. Bununla birlikte birbiri ardına yayımlanan pek
116
çok kararname yoluyla anılan endüstri dallarını ve işgücü piyasasını kontrol
altında tutmayı da ihmal etmemiştir.
Söz konusu kontrollere ilişkin durumu ise Beaud; “Aynı zamanda
hoyratça bir imalât disiplini de yerleşecekti. Hastanelere kapatılmış dilenciler
bir meslek öğrenmek zorundaydılar; boşgezerler, bekâr kızlar, manastırların
personeli, imalâthanelerde çalışmaya mecbur edilebiliyorlardı; çocuklar
çıraklık eğitiminden geçmek zorundaydı. Đşçiler için sabah dua, çalışma
süresinde de sessizlik ve ilahi söylemek zorunluydu. Hata yapıldığında kırbaç
veya boyunlarına demir halka geçirme cezası veriliyordu. On iki ile on altı
saatlik işgünü, düşük ücret, isyan halinde hapis cezası tehdidi söz
konusuydu.” (Beaud, 2003:46), şeklinde ifade etmektedir.
Yine Colbert, Durant’a göre; “1664 yılında idari binalar ve krallığa ait
imalâthaneler yaptırdı, güzel sanatlara ve ticarete önem verdi. XIV. Louis
döneminde hiç kimse Colbert gibi çalışkan ve hünerli değildi ve onun gibi
yükselmemişti. Ancak bu hızlı yükselişine akrabalarını kayırmasıyla gölge
düşürdü. Pek çok akrabasının atamasını gerçekleştirdi ve onları ödüllendirdi.
Neslinin Đskoç Krallığından geldiğini ileri sürmekteydi. Rüşvetle yoğun bir
biçimde mücadele etti. Fransız ekonomisini dönüştürmede tıpkı Richélieu gibi
diktatoral yöntemler kullandı. Vergi toplayan, orduya silah, giyecek ve yiyecek
sağlayan, feodal lordlara veya ulusal hazineye borç verenlere yöneldi.”
(Durant, 1963:20).
Nitekim hazineye borç veren bankerlerden bazıları krallar gibi
zengindi. Örneğin Samuel Bernard isimli bankerin 33.000.000 Livresi vardı.
Bunlardan bazıları evlenme, unvan kazanma veya satın alma yoluyla
Aristokrasi sınıfına dahil oldu. Bankerler borç verdikleri paraya % 18 oranında
faiz uygulamaktaydı. Colbert’in isteği üzerine Kral tarafından bu kesimin
hesapları, hiç ayrım yapılmaksızın, geriye dönük olarak incelemeye alındı.
Tüm mali acentalar, vergi toplayanlar ve rantiyeler kayıtlarını ibraz etmeye ve
gelirlerinin yasal kaynağını açıklamaya çağrıldı. Bu çağrıya uyanlar olduğu
gibi, kamulaştırmaya veya diğer cezalara katlananlar da oldu. Böylelikle
enformel kesimin cesareti kırıldı. Pek çok zengin insan hapsedildi, bazıları
gemilerde çalıştırıldı, bazıları ise asıldı (Durant, 1963:21). Burada önemli
117
olan nokta, borçlanmada uygulanan faiz oranının, % 18 gibi göreli olarak çok
yüksek bir oran olduğudur. Çünkü aynı dönem Hollanda’sında bu oran % 3-4,
Đngiltere’de ise % 6 düzeyindeydi.
Colbert hazineyi eski haline getirebilmek ve tasarruf sağlamak için de
çeşitli yollara başvurdu. Maliye çalışanlarının yarısını işten çıkardı. Ancak
XIV. Louis bu tedbirleri sarayda uygulamadı. Ofislerin tamamında çalışmadan
ücret alanlar vardı. Kralın 20 tane sekreteri bulunmaktaydı. Diğer yandan
avukatların, mübaşirlerin ve diğer görevlilerin sayısı ciddi bir biçimde azaltıldı.
Tüm mali kurumlara hesaplarını anlaşılır, doğru ve tam tutmaları emredildi.
Colbert’in reformlarının en az yöneldiği sektör, tarım sektörüydü. Çiftçilikte
kullanılan teknik hâlâ çok ilkeldi. Dolayısıyla tarımsal üretim yetersiz
kalmaktaydı. Colbert toprağın verimliliğini arttırıcı yolları, erken evlilikler için
vergi muafiyeti sağlanmasını ve çok nüfuslu ailelerin ödüllendirilmesine ilişkin
10 çocuklu aileye 1.000 Livre, 20 çocuklu aileye 2.000 Livre verilmesi gibi
yöntemleri araştırıyordu. Fransa’nın işgücü tehlikesi karşısında Manastır’la
çatışmasına karşın, saltanat devri boyunca savaş ve salgın hastalıklar
nedeniyle doğum oranları azaldı, vergiler yükseldi ve yoksulluk derinleşti.
Düşük rekolteli hasat mevsimleri, açlık ve kıtlıkla mücadeleyi zorlaştırdı.
Ulaşım ağlarının gelişmemiş olması da, bir bölgeden diğerine ürün dağıtımını
yetersiz kıldı. Dolayısıyla Fransa’nın bazı bölgelerinde sürekli kıtlık yaşandı.
1648–51, 1660–62, 1693–94 ve 1709–10 yılları arasında açlıktan ölüm
vakaları yaşandı. Bazı bölgelerde nüfusun % 30’u öldü. 1662 yılında kral,
tahıl ithal ederek ya yoksullara dağıttı, ya da düşük fiyattan sattırdı ve süresi
dolan, ödenmesi gereken üç milyon Fransızın vergi borcunu bağışladı
(Durant, 1963:22).
Diğer yandan tarım sektörüne yönelik bazı kanuni düzenlemeler
hafifletildi. Borçlar karşılığında köylülerin hayvanlarına, el arabalarına,
aletlerine ve araç-gereçlerine el konulması uygulamasına son verildi. Toprak
işleme yöntemleri üzerinde yenileştirme çalışmalarında bulunanlara vergi
muafiyeti tanındı. Ancak tüm bu hafifletici önlemler kökten çözüm
sağlayamadı. Bunda insan sayısı ile tarımdaki verimsizlik arasındaki
118
dengesizlik ve mekanik alanda buluşların olmayışı etkili oldu (Durant,
1963:22).
Tüm bu anlatılanlardan hareketle, Colbert tarımı endüstriye feda etti
denilebilir. Nitekim kasabalardaki artan nüfusun beslenme ihtiyacı ve kralın
genişleyen ordusu karşısında, hububat fiyatları ile diğer ürünler arasındaki
fiyat ilişkisinde, hububat fiyatları aleyhinde yol izledi. Temel düşüncesi; iyi
donanımlı, kuvvetli askerlerden oluşan bir ordu ve güçlü olmak için gelirin
sürekli artması gerekliliği idi. O’na göre köylü dirençli bir piyade olabilmek için
zor şartlara alıştırılmalıydı. Gelişen, büyüyen sanayi ve ticaret zenginlik ve
bolluk sağlayacaktı. Hatta öncelik sanayide olmalıydı. Ev içi endüstri ürünleri,
tarifelerle dış ticarete karşı korunmalıydı. Colbert, Fransa’nın tüm küçük
girişimciliğini, anonim ortaklığın kontrolüne aldı. Sanayi sektöründe yer
alanlar, finansörler, ustalar, çıraklar, hükümetle, satış, fiyat ve ücretlerle ilgili
düzenlemeler yapabilmek için, dış piyasalarda üstünlük sağlayabilme adına
birlikler kurdu. Colbert her bir endüstri için, yüksek standartlar belirledi. XIV.
Louis ile beraber zarafeti ve lüks malların ticaretinin gelişmesini destekledi.
Bu yüzden kuyumcular, hakkaklar (oymacılar), marangozlar ve duvar kağıdı
üzerine çalışanlar şöhrete kavuştu ve kolayca iş buldular (Durant, 1963:2223).
Diğer yandan Colbert ilgisini kuşkusuz sadece ülke içiyle sınırlı
tutmuyordu. Dış ticaret de Colbert için çok önemliydi. Nitekim sıra dış ticaret
politikasına gelmişti. 1664 yılında kurulan Doğu Hindistan Şirketi'ne Hint ve
Pasifik okyanuslarında elli yıllık sefer ve ticaret imtiyazı tanındı. Ne ki, vasat
bir performans ortaya koyabildi. Ancak, izleyen yüzyılda başarı grafiği
yükselecekti. 1670 yılında kurulan Doğu Şirketi, sübvansiyonlardan ve çarşaf
ile şeker imalâthaneleriyle yapılan anlaşmalardan yararlanıyordu, kısa bir
başarılı dönemin ardından, Marsilyalı ve Hollandalı tüccarların rekabetiyle
sarsıldı ve 1680’de faaliyetine son verdi…..Genel ekonomik buhran
koşullarında ve güçlü Hollanda ve Đngiliz ticari kapitalizmleri karşısında,
Krallık devletinin girişimleri sayesinde, Fransa’da mütevazı ama sağlam bir
üretimci ve sömürgeci kapitalizmin temelleri atılabildi. Mutlakıyetçi Krallık
imalât sanayiîn gelişmesini ve dış ticareti kapsamlı ve kararlı bir şekilde
119
destekledi. Đşte Fransız burjuvazisi böylesi bir devlet korumasında oluşacak
ve onun izini de uzun süre taşıyacaktı” (Beaud, 2003:46-47).
Dolayısıyla Colbert, dönemin Đngiltere ve Hollanda’sından esinlenerek
dış ticaret alanına verdiği önemi adı geçen iki şirket oluşumuyla ortaya koysa
da, bunlardan biri kuruluşundan on yıl gibi çok kısa bir zaman sonra ortadan
kalkarken, diğeri ise 17. yüzyıl boyunca pek bir varlık gösterememiştir.
Dolayısıyla Colbert’in, önde gelen iki şirketin faaliyet ve performansları göz
önüne alındığında, dış ticarette başarılı olma arzusu söz konusu yüzyılda
gerçekleşememiştir. Bu bağlamda o dönemde Fransa, Đngiltere’nin yüzyılın
hemen başından itibaren katetmeye başladığı yolun henüz başlarındaydı
demek yanlış olmaz.
Colbert’in düşünce ve uygulamalarını Burns ise şöyle ortaya
koymaktadır: “Colbert’e göre Fransa büyük miktarda değerli maden sahibi
olmalıydı. Bu doğrultuda ülkeden para çıkışını yasakladı, yabancı imalâtçıları
yüksek oranda gümrük vergisine tabi tuttu ve Fransa gemiciliğini teşvik etmek
için yüksek pirimler verdi. Colbert amacına ulaşabilmek için tüm bunların
yanında sömürgeciliği de teşvik etti. Böylelikle imal edilen mallar sömürgelere
satılarak ticaret hacmi arttırılacak ve ticaret bilançosu iyileştirilecekti. Bu
amaçla Karayip Denizi’ndeki “Martinique” ve “Guadeloupe” adalarını ele
geçirdi. Santa Domingo, Kanada ve Lousiana’ya yerleşimi teşvik etti. Afrika
ve Hindistan’da ticari karakollar kurdu. Diğer yandan yeni girişimlere devlet
desteği sağladı, devletin sahibi olduğu pek çok endüstri kurdu ve hatta
gerçekte ihtiyaç olmasa dahi, sırf bunların kendi ayakları üzerinde
durmalarını sağlamak amacıyla mallarını hükümet olarak satın aldı” (Burns,
1963: 497).
Ancak Colbert bir yandan endüstriyi bu şekilde sübvansiyone ederken,
diğer yandan kaynak temininden üretim sürecine kadar pek çok kontrol
mekanizmasını da hayata geçirdi. Nitekim Burns’e göre Colbert; “….diğer
yandan imalât endüstrisini çok sıkı kontrole tabi tuttu. Bunu söz konusu
endüstride faaliyet gösteren şirketlerin kullandıkları ham maddeleri sadece
Fransa’dan veya kolonilerden temin etmelerini ve ulusal büyüme için gerekli
malların üretimini sağlamak için yaptı. Bunun sonucunda endüstri üzerine
120
önlemleri büyük bir özenle oluşturmuş, neredeyse üretim sürecinin tüm
aşamasını kontrol altına almıştı. Fransa’ya yaklaşık 300 gemiden oluşan
donanma
kazandırdı.
Gemiciliğin
ön
planda
olduğu
vilayetlerdeki
vatandaşları askere çağırdı. Bunlar arasında suçlular dahi bulunuyordu.
Rahip ve rahibeler tarafından nüfus artışı hususunda olumsuz yönlendirilen
genç nüfusu da bu baskıdan kurtararak nüfus artışını hızlandırdı. Bu
bağlamda 10 ya da daha fazla çocuğu olan aileleri vergiden muaf tuttu
(Burns, 1963: 498).
Colbert
ve
uygulamalarını,
literatürdeki
diğer
bazı
görüş
ve
yorumlardan hareketle belirtmeye devam edecek olursak; Colbert, Fransız
ekonomisinin tümü üzerinde nüfuz sahibiydi. Đlgisini en çok dış ticaret ve
koloniler çekmekteydi. Bu bakımdan Fransa’nın ticari filo ve donanma sahibi
olmasına büyük önem veriyordu. Bu bağlamda gemi yapımını, buluş ve
icatları, teknolojik eğitimi ve yabancıların Fransa’da yatırım yapmasını çok
önemsiyordu. Endüstri dallarından; kolonilerden sağlanan şeker, çikolata ve
tütünü işleyen endüstrilere destek oluyordu. Öte yandan ülke içindeki
girişimcileri, ürettikleri mallara krallık olarak temel müşteri olup koruyordu. Bu
bağlamda cam-şişe imalâtçıları ve dantel işleyicileri Venedikli rakiplerine
nazaran üstün konuma yükselmişlerdir. Colbert aynı zamanda Hollanda ve
Đngiltere’nin pek çok ürününe yüksek tarife uygulayarak ülkeye girişini
engellemiştir. Baltık, Akdeniz ve koloni ticaretini geliştirmek amacıyla bu
alanda faaliyet gösteren şirketlere finansal destek sağlamıştır. Diğer yandan
Colbert, ülke içinde büyük bir ağaçlandırma faaliyeti başlatmıştır. Bundaki
amacı demir dökümhanelerinde eritme faaliyeti için gerekli olan mangal
kömürü elde etmek ve bu arzın devamlılığını sağlamaktı. Yine tekstil çıktısı
için hayati öneme sahip ipekböceği için, dut ağacı dikimini özendirdi ve
destekledi. Ancak pek çok alanda bu tür uğraşıları sonuçsuz kalmıştır.
Örneğin ülke içi ticaretin serbestçe yapılabilmesine yönelik eyaletlerin ve
belediyelerin uyguladıkları tarifeleri ortadan kaldıramamıştır. Buğdayın
Fransa’nın diğer bölgelerine gönderilmesine ilişkin gemi yüklemeciliğindeki
yerel sınırlamaların kaldırılamamış olması da Colbert’in sonuçsuz kalan
gayretlerine bir başka örnektir. Bununla birlikte Güney Kanalı gibi önemli
121
kanal ve yolların yapılmasına destek olmuştur. Güney Kanalı sayesinde
Atlantik Limanı, Bordo ile Akdeniz Limanı ve Narbon arasındaki taşımacılık
yükü hafiflemiştir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:545).
Colbert’in benzer uygulamalarının altını Davidson’da çizmektedir; “XIV.
Louis’in Maliye Bakanı olan Jean Baptiste Colbert, belirtilen hedeflere yönelik
reform yapmak amacıyla, uyulmadığı takdirde cezaları itibariyle çoğu
acımasız ve sert pek çok uygulamayı başlattı. Bazı kamu borçlarını tümüyle
reddetti. Bununla birlikte yanlış olduğuna inandığı bazı vergi muafiyetlerine
karşı direndi, donanmayı yeniden inşa etti, ticari gemilere ve kolonilere önem
verdi. Tüm bunları Fransa’nın ekonomik bakımdan kendi kendine yeten bir
ülke haline gelmesi adına önemli görüyordu. Diğer yandan Fransız
endüstrisini merkezi kontrollere bağlayarak yeniden düzenledi. Bu bağlamda
ürünlere ilişkin devamlılığı olan yüksek standartlar getirdi. Hemen her şeyin
kontrolünü, tıpkı endüstri alanında olduğu gibi, merkezileştirdi. Tüm bunları
monarşiyi yüceltmek adına gerçekleştirdi” (Davidson, 1971:91).
Colbert, yoğun gayreti sonucunda ülke içinde pek çok ekonomik
kaynak oluşturdu. Fransız kolonilerini destekleyerek, kolonilerle olan ticareti
arttırdı ve imalât endüstrisini teşvik etti. Ancak O’nun çok sert merkantilist
politikaları başlangıçta iyi görünse de, zamanla etkileri bakımından ilk baştaki
görünümünden farklı sonuçlar ortaya çıkardı. Tekstil, duvar kağıdı ve
porselen gibi pek çok endüstri hükümet tarafından sübvansiyone edildi. Fakat
bunlar bir çok memur tarafından çok sıkı kontrollere tabi tutuldu. Bunun
ekonomik kalkınmadaki olumsuz etkisi, teşvik uygulamalarının faydalarına
nazaran daha belirgin oldu. Diğer yandan Versay Sarayındaki aşırı
savurganlık, sadece sınırlı sayıdaki üst sınıf için, lüks mallara ilişkin bir pazar
yarattı. Bu durum halkın genelinin yaşam şartlarının kötüleşmesi pahasına
gerçekleşti (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:377).
Colbert’in 1683 yılında ölmesinin ardından, uygulamış olduğu
merkantilist politikalar gerginliğe yol açmaya devam etti. Nitekim O’nun
takipçileri de
bezdirici kuralları,
yenilerini de
ekleyerek
uygulamayı
sürdürdüler. Ayrıca bu durum devletin oluşturduğu büyük monopollerin,
işadamları için hızla popüler olmaktan çıkmasına da yol açtı. Đşadamları
122
ortaçağdaki uygulamaları andıran bu sert kontrollerin kaldırılmasından
yanaydılar. Tüm bunlara ilaveten Fransa sadece 1685 ile 1715 yılları
arasındaki savaşlar sayesinde bir milyon insanını ve kolonilerini kaybetti. 17.
yüzyıl içinde Đngiltere ile girişilen mücadeleler de, Đngiltere’nin zaferi ve
Fransa’nın felaketiyle sonuçlandı. Böylelikle belki de Fransa için geçerli
olabilecek ticari üstünlüğe de Đngiltere sahip oldu. (Wallbank, Taylor ve
Bailkey, 1962:377).
Colbert’in asıl amaçlarından biri, Fransa’yı kendi kendine yeten bir
ekonomik yapıya kavuşturmaktı. Buna istinaden 1664 yılında çok kapsamlı
ve detaylı koruyucu önlemlere başvurdu ve bunu kanunlaştırdı. 1667 yılında
gümrük tarifelerini yenileyerek, mevcut tarifeleri yükseltti. O dönemde,
Fransa’nın ticarette bulunduğu ülkeler arasında Hollanda en başta
gelmekteydi. Fransa’nın gümrük tarifelerini yeniden düzenlemesine Hollanda
aynı biçimde karşılık verince, ortaya ticari anlamda bir savaş çıkmış odu. Bu
ticari savaş, 1672 yılında askeri bir savaşa dönüştü. Fransa bu savaştan bir
sonuç alamayınca, 1664 tarihli tarifeleri zorunlu olarak restore etti. Aslında
Colbert’in düzenlemeleri ekonomik anlamda kendi kendine yeten ülke
amacına uygun düşmekteydi. Örneğin imalât endüstrisindeki yüzlerce malı
ilgilendiren her bir üretim sürecine yönelik direktifler oluşturmuş, yani üretim
sürecindeki her bir adımı kurallara bağlamıştı. Bu kuralların uygulanmasına
yönelik olarak müfettişler ve yargıçlar görevlendirdi. Üretici ve tüketicilerin bir
bölümü bu kurallara karşı çıkmaya çalışsalar da, sert önlemler karşısında
başarılı olamamışlardır. Kurallar ve sert önlemler teknolojik ilerlemeyi de
engellemiştir.
Sonuçta
Colbert’in
belirtilen
çoğu
çok
sert
olarak
nitelendirilebilecek düzenlemeleri, ekonomiye fayda sağlamaktan uzaktı
(Cameron, 1989:150).
Colbert’in bir denizaşırı imparatorluk kurma yolundaki çabalarına
gelince; Fransızlar Colbert dönemine kadar, 17. yüzyılın ilk yarısında,
Kanada ve Hindistan’da ileri karakollar kurmuştu. Colbert buralara yönelik
ticari faaliyette bulunacak şirketler kurmak istiyordu. Ancak Hollanda ve
Đngiltere’deki hükümetle işbirliği içinde bulunan özel girişim modeli Fransa’da
uygulanamamış ve dolayısıyla Colbert’in bu yöndeki girişimleri sonuçsuz
123
kalmıştır. Colbert’in ölümünün ardından ise Fransa ciddi anlamda ekonomik
kriz yaşamıştır (Cameron, 1989:150).
Nitekim
Deyon'a
göre;
“Daha
Colbert’in
sağlığında
belirtilen
uygulamalarının sonucu olarak; çok geçmeden tartışmalar da başladı. Đmalât
sanayiînden rahatsız olan imalâtçılar, Nantes, Rouen ve Marsilya’nın büyük
ticaret şirketlerinin rekabetinden, Đngiliz ve Hollandalıların misillemesinden
gocunan Nantes, Rouen ve Marsilyalı tüccarlar çıkarları zarar gördüğü için bu
uygulamalara itiraz ettiler. Bu bağlamda 1668’de, “Tarihe Gerçek Anılar”da
şöyle deniyordu:
…Bay Colbert, Fransızları bütün öteki halkların önüne geçirmek
isterken (Ki başlarında da kendisi vardı) onların da kendi hesaplarına aynı
şeyi başka türlü yapmak istedikleri gerçeğini dikkate almıyor. Açıktır ki, bizim
ülkemizden sağladıkları şeyleri başka yerlerden elde etmenin yollarını
bulacaklardır. Zira, bugün Fransa’daki bunca buğday ve şarap bolluğuna
rağmen çektiğimiz para sıkıntısının ve darlığın nedenlerinin başında,
Hollandalıların daha önceki gibi ürünlerimize talip olmamaları gelmektedir.
Bunun da nedeni bizim ticaret anlayışımızdır, karşılık olarak kendilerinden
hiçbir şey almayacağımızı düşünüyorlar.(…) Bir dizi olumsuzluğu bertaraf
ettikten sonra eski duruma dönmeliyiz. Nitekim herkesle ilişkiyi keserek
varlığımızı sürdürmek imkânsız bir şeydir” (Deyon’dan aktaran Beaud,
2003:47). Söz konusu serzenişlere uygun düşecek şekilde Bousguilbert,
yüzyılın sonunda kırsal kesimdeki gelir kaybına ve köylü sefaletine dikkat
çektikten sonra “akıl almaz derecede belirsizlik yaratan” vergilere ve Krallığa
giriş çıkışlardaki “gümrük ve yardımlara” dikkat çekiyordu (Denis’den aktaran
Beaud, 2003:47).
Nihayet Williams da bu dönemin söz konusu uygulamalarının bu
şekilde gerçekleştiğini desteklemektedir. Nitekim O’na göre; “Colbert, Fransız
işçilerin ülke dışına göç etmelerini yasakladığı benzer durumu, yerli ve
yabancı girişimcilere yönelik de uygulamaya çalışarak, bu girişimcilerin
ülkede kalmalarını, yeni endüstriler oluşturarak ya da eskilerini canlandırarak
sağlamaya çalıştı. Tarife duvarlarını yükseltti ve monopol piyasasında olduğu
gibi, onlara ayrıcalıklar tanıdı. Hatta “Dalliez de La Tour” gibi bazı firmalara
124
devlet içinde pazar oluşturdu. Nitekim bu şirket uzun yıllar hükümdarlığın top
ve çapa ihtiyacını karşıladı. Kral bu tür şirketlere ödünç para, bina, ekipman
ya da hammadde yardımında bulundu. Tüm bu uygulamalar Colbert
zamanında başladı. Diğer yandan Colbert, endüstriye yönelik çok sert
önlemler aldı. Bu alanın düzenlenmesi ve denetlenmesine yönelik Đdare
Memurları ve Müfettişler atadı. Malların boy, en, ağırlık ve kalitelerine yönelik
standartlara uyulup uyulmadığı bizzat işyerlerine gidilerek denetlendi. Aykırı
davrananlar, mallarına el konularak, yakılarak ya da 1670 yılından sonra
teşhir edilerek cezalandırıldı. Colbert aynı zamanda el sanatlarına yönelik
olarak da düzenleyici çalışmalarda bulundu ve bu alanda faaliyet
gösterenlerin sayısını hızla arttırarak başarı sağladı. Örneğin Paris’te 1670’li
yıllarda 60 olan zanaatkâr sayısı, yüzyılın sonunda neredeyse ikiye
katlanarak 114’e ulaştı. Ancak şehirlerde sağlanan bu başarı kırsal alana
yaygınlaştırılamadı. Bu yöndeki denemeleri de, tıpkı 1670 yılında olduğu gibi,
sık sık çıkan isyanlar sonucunda başarısızlığa uğradı” (Williams, 1970:155).
Colbert’in tüm bu anlatılan düşünceleri, amaçları ve bunlara dayalı
uygulamalarından hareketle sonuç olarak, genel anlamda tam bir başarı
sağlanamadığını ifade etmek mümkündür. Nitekim Colbert, ekonominin
tamamının kontrol altında tutulması gerektiğine inansa da, Đngiltere’nin
üretimde makine gücüne dayalı yeni yöntemler kullanması ve büyük ölçekli
üretim sonucu göreli olarak düşük fiyatlı mallar üretmesi sonucunda
Avrupa’da ekonomi alanında lider olma yarışında Fransa, Đngiltere’nin
gerisinde kalmıştır. Bunda Đngiltere’nin sömürge elde etme yarışında da ileri
giderek, bu sayede su gücü, demir, kömür gibi kaynakları kolaylıkla elde
edebilmiş olmasının da etkisi olmuştur. Böylelikle Đngiltere modern anlamda
endüstrileşmenin de öncüsü olmuştur (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:335).
Dolayısıyla Fransa; XIV. Louis’in giriştiği çok külfetli savaşlar ve
Đngiltere’nin yeni metotlarla makineleşmeye gitmesi, büyük ölçekli üretime
yönelmesi ve bu sayede ucuz mal üretmesi neticesinde endüstri ve ticari
alanda bu rakibinin gerisinde kalmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:545).
125
Yani Colbert ekonominin tümü üzerinde, tıpkı seleflerinin uğraştığı gibi,
devlet kontrolünü sağlamak yönünde çok çaba harcamış fakat tam anlamıyla
başarı sağlayamamıştır. Bunda sarayın çok aşırı savurganlığı da kuşkusuz
etkili olmuştur. (Cameron, 1989:146) Diğer yandan başarısızlığa vergileme
sisteminin düzensizliği de yol açmıştır. Colbert özellikle iç ticaret önündeki
tarife ve diğer engelleri kaldırmayı istemesine karşın, krallığın büyük miktarda
gelir ihtiyacından dolayı bunu başaramamış ve dolayısıyla bu alanda da bir
reform gerçekleştirememiştir (Cameron, 1989:150).
Sonuç olarak; tüm ifade edilenler, Colbert’in Fransa’nın ticari ve politik
gücünü arttırmak için, devlet geleneklerine dayalı pek çok girişimde
bulunduğunu göstermektedir. Colbert’in ölümünden 17. yüzyılın sonuna
kadar Fransız merkantilist politika ve uygulamasında büyük değişiklikler
olmamıştır. Yani O’nun prensipleri uygulanmaya devam etmiştir. Çünkü
Colbert ismi yüzyılın sonuna dek ağırlığını hissettirmiştir. Ekonomi alanında
denetim yapan idare memurluğu, sanayi müfettişliği gibi uygulamalar artarak
sürmüştür. Colbert’ten sonra 1689–1697 yılları arasını kapsayan savaş
döneminde devlet görevlileri dikkatlerini askeri ve diplomatik konularda
toplamışlar ve finansal kaynakları zorlamışlardır. Dolayısıyla bu dönemde de
ekonomi alanında başarıya ulaşılamamıştır (Cole, 1971:4).
Böylelikle 1663–1683 yılları arasında tüm Fransız ekonomisi üzerinde
nüfuz sahibi olan Colbert’in gerek ulusal, gerekse uluslararası ölçekli siyasi
ve ekonomik hedeflerinin tam anlamıyla gerçekleşemediği yani, Colbert’in
tamamen
devlet
geleneklerine
dayandırılarak
uyguladığı
merkantilist
sistemden tam anlamıyla başarı elde edilemediği ortaya çıkmaktadır. Bunda
etkili olan kuşkusuz pek çok etmen vardır. Söz konusu etmenlerden en başta
gelen ve en önemlileri, şu ana kadar anlatılageldiği üzere, uygulamadaki
başarısızlıklardır. Colbert bu noktada gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı
reaksiyonları göz ardı etmişe benzemektedir. Nitekim bu durumu Hollanda ile
girişilen ticari savaşa neden olan tarife uygulamaları ve bizzat dönemin
Fransız imalâtçılarının söylevleri açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan söz
konusu hedeflere varılamamasında; örneğin Đngiltere’nin üretimde makine
gücüne dayalı yeni yöntemler kullanması ve büyük ölçekli üretim sonucu
126
göreli olarak düşük fiyatlı mallar üretmesi, Versay Sarayındaki aşırı
savurganlık, devletin oluşturduğu büyük monopollerin işadamları için,
bezdirici kurallar nedeniyle hızla popüler olmaktan çıkması, vergileme
sisteminin düzensizliği, krallığın büyük miktarda finansman ihtiyacından
dolayı iç ticaret önündeki tarife ve diğer engellerin kaldırılamaması, kurallar
ve sert önlemlerin, arzulanan üretim düzeyi yanında teknolojik ilerlemeyi de
engellemesi,
sömürge
yarışında
Đngiltere
ve
Hollanda’nın
gerisinde
kalınması, yine Hollanda ve Đngiltere’deki hükümetle işbirliği içinde bulunan
özel girişim modelinin, Fransa’da uygulanamamış olmasının etkin olduğu
belirtilebilir.
Genel hatlarıyla ortaya konulan 17. yüzyıl Fransa’sı ve Fransa
ekonomisinin ardından, izleyen bölümde aynı konu bu sefer Đngiltere
bağlamında ele alınıp değerlendirilmiştir.
3. 17. YÜZYIL ĐNGĐLTERE’SĐ VE EKONOMĐSĐ
Đngiltere tarihinde, Ekelund ve Tollison'a göre; “Tudor ve Stuart
Hanedanlıkları döneminde politik ve ekonomik alanlarda çok önemli
değişiklikler olmuştur. 17. yüzyılın ilk yarısına kadar olan dönem boyunca
ekonomik düzen büyük ölçüde ulusal düzeydeydi. Ancak 1649 yılından sonra
söz konusu düzen değişmeye başladı. Sir Edward Coke (1552–1634) gibi
düşünürlerin bu yapısal değişikliğe çok önemli katkısı olmuştur. Nitekim
Coke; bireysel ve ekonomik serbestliğin büyük savunucularından biriydi.
Avukat olan ve uzun yıllar mahkeme başkanlığı yapan Coke, şiddetle serbest
ticareti savunuyordu. Nitekim 1624 yılında Parlamento, monopollerin
engellenmesi yönünde kanun çıkardı. Ancak Coke, bundan da öte gerçek
anlamda bir ekonomik reformdan yanaydı ve bu da yine Parlamento
aracılığıyla gerçekleştirilmeliydi” (Ekelund ve Tollison, 1991: 47, 71).
Yani 17. yüzyılın ilk yarısında Đngiltere’de, Fransa’nın aksine serbest
girişimcilik yönünde yoğun mücadeleler görülmektedir. Nitekim söz konusu
dönem boyunca Đngiltere’de, Parlamento ve kralın yetkileri konusunda yoğun
bir mücadele süreci yaşanmıştır.
127
Bu bağlamda Aralık 1641 devrimi, Đngiliz devriminin hareket noktasını
oluşturmuştur. Londra’nın genişlemesi ve güçlerin birleştirilmesi devrim
sonrası dönem için çok önemli olmuştur. Toprağın işlenmesi geliştirilmiş,
yiyecek maddeleri için pazar sağlanmıştır. Bu da çiftçilik için sermaye
birikimini zorunlu kılmıştır. Böylece pazar yavaş yavaş Londra’nın dışına
yayılmıştır. Getirilen kanunlar ve polis gücü, içeride asayişi sağlayarak çeşitli
avantajların ortaya çıkmasına yol açmıştır (Hill, 1967:13-14).
17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise; 1650–1660 yıllarını kapsayan
yapısal devrim ve restorasyon sayesinde, sömürgelere ilişkin politikalarda da,
parlamento krala nazaran belirleyici konumda olmuştur. Parlamento sık sık
toplantılar yaparak; tacirlerin, ticaretin dolayısıyla ekonominin önünü açan
kararlar aldı. Buna 1660, 1663 ve 1673 tarihli gemicilik yasaları örnek olarak
verilebilir. Parlamentonun 1678 tarihli kararıyla da, Fransa’nın şarap, sirke,
kanyak, keten bezi, kumaş, ipek, tuz, kâğıt ile altın, gümüş, deri veya yün
içeren tüm ürünlerine ambargo uygulanmaya başlanmış ve bu uygulama
1786 yılına dek sürmüştür (Kammen, 1970:2,4). Diğer yandan bir
sömürgeden ihraç edilecek malları da listeler halinde Đngiliz Parlamentosu
belirlemekteydi. Nitekim 1660 tarihinde, aralarında tütün, şeker gibi ürünlerin
de bulunduğu böyle bir liste oluşturulmuştur. Yine, herhangi bir Đngiliz
sömürgesinden, listede yer verilen bir malın satışının sadece Đngiltere’ye
yapılabilmesi, taşımacılıkta Đngiliz ya da Đngiliz yapımı gemilerin kullanılması
zorunluluğu, tacirlere çok büyük fayda sağlıyordu (Ekelund ve Tollison,
1991:88). Dolayısıyla parlamento çıkardığı bu yasalarla, ticari hayata ilişkin
belirleyici konumda olabilmiştir.
Đngiliz merkantilist düşünce sistemini de giriş mahiyetinde kısaca ifade
etmek gerekirse; 17. yüzyıl, Đngiltere’nin, özellikle Hollanda ile mücadelesine
sahne olduğu ve yüzyıl sonunda üstünlüğü ele geçirdiği bir dönem olmuştur.
Söz konusu mücadele düşüncesi, yoğun bir depresyonun yaşandığı ve
ekonomik düşünce ile siyasi politikaların örtüştüğü 1620’li yıllara kadar
uzanmaktadır. Nitekim o dönemde Thomas Mun ve pek çok düşünür
merkantilist politikanın esaslarını ortaya koyarken, ticari mücadelede özellikle
128
Hollanda’yı
ön
plana
çıkarmışlardır.
Nitekim
Mun’un
bu
bağlamda
oluşturduğu 6 esas içinde;
-Başta yün olmak üzere, Đngiliz hammaddeleri ihraç edilmemeli, giyim
endüstrisinde kullanılmalı, bu yasaklama da özellikle Hollanda’ya karşı
uygulanmalı,
-Đngiliz tacirleri Hollandalı tacirlerle rekabete girişmeli,
-Balıkçılıkta da Hollandalılarla mücadele edilmeli ve bu sektörde de
onlara karşı üstünlük sağlanmalı, şeklinde düşüncelere yer vermiştir
(Kammen, 1970:6). Yani Đngiltere tarafından, dönemin önde gelen ülkesi
Hollanda daha yüzyılın ilk yarısında mücadeleye girilmesi gerekken başta
gelen rakip olarak belirlenmiş durumdaydı. Gerçekten de bu tespit, Sir Josiah
Child’ın söylemlerinde çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Bu nokta, Hollanda’nın 17. yüzyıl Avrupa’sındaki önemli yerini ortaya
koymaktadır. Bu da doğal olarak Hollanda’yı, Đngiltere’nin hedefi haline
getirmiştir. Diğer yandan vurgulamak gerekir ki, Đngiltere’nin 17. yüzyılda
ulaştığı ulusal güç ve zenginliği, denizciliğe dayalı ticaretten kaynaklanmıştır.
Gemicilikte sağlanan ilerleme sonucu, Đngiltere’nin deniz yoluyla dış ticareti
giderek artmıştır. Siyasi otorite de ulusal zenginliğe ticaret yoluyla
ulaşılabileceğini öngörmüş ve tacirleri sık sık desteklemiştir. Stuart
Hanedanlığı’nın yönetiminde, özellikle 1660 yılından sonra, endüstriyel
çıktıya verilen önem çok daha artmıştır. Bu bilincin yükselmesi uluslararası
rekabet ve stratejik manevraları da beraberinde getirmiştir. Bu hızlı ve yapısal
dönüşümde, Fransa’ya endişeyle bakış, Hollanda’ya yönelik kıskançlık,
Đspanya ve Portekiz’i de biran evvel kandırma, ayartma düşüncesi etkili
olmuştur. Bunun sonucunda da Đngiliz merkantilist döneminin büyük bir
bölümünde, geçmiş dönemlerle kıyaslandığında, olağanüstü hızlı bir
ekonomik gelişme ve yayılma yaşanmıştır (Kammen, 1970:7).
Yine tekstil sektöründe de Đngiltere muazzam bir gelişme yaşamıştır.
Orta çağlarda Đngiltere’nin temel ihraç ürünü işlenmemiş yün iken, 16. yüzyıla
gelindiğinde kumaş hakim ihraç ürünü haline geldi. 1660’larda ise yünlü
kumaş tüm ihracatın değer olarak 2/3’ünü oluşturuyordu. Endüstriyel
129
yeniliklerle beraber Đngiltere, Avrupa’da en büyük ihracatçı olmaya başlamıştı
(Cameron, 1989:114).
Bu konuyu tamamlamadan önce, Kıta Avrupası ve Đngiltere’deki, ulusal
devlete ilişkin dönemin merkantilist anlayışını özetle ifade etmekte fayda
vardır. Ulusal devletin kurulup güçlenmesine önem veren Kıta Avrupası
merkantilistlerinin
bu
konudaki
görüşleri,
Đngiliz
merkantilizmiyle
uyuşmamaktadır. Çünkü Đngiltere’de merkantilist yazarlar sahneye çıktığında,
ulusal devlet tamamen gelişmişti. Dolayısıyla Đngiliz merkantilistleri bir
imparatorluk oluşturmaya yönelmişlerdi. Nitekim, ele alınacağı üzere, Child
bu konuya dikkatleri çekmiş, sömürgecilik sistemini ve gemicilik yasasını
savunmuştur. Bir imparatorluk kurulması için çalışan Đngiliz merkantilistlerinin;
dış ticaret, gemicilik, sömürgecilik ve göçler gibi olaylara bakışı, Kıta
Avrupası merkantilistlerinden daha farklıydı. Yani Đngiltere ile sömürgeleri
arasındaki ekonomik ilişkiler çok sıkıydı (Spiegel, 1971:150).
Nihayet çalışmanın konusu ile ilişkili olarak toparlanacak olursa;
Đngiltere’nin 17. yüzyılda uyguladığı merkantilist sistem, Fransa’ya nazaran
çok farklı olmuştur. Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: “Merkantilist
Sistem” 17. yüzyılda ve hatta 18. yüzyılın büyük bir bölümünde ifade edilen
bir kavram değildi. Nitekim bu söylev ilk defa Adam Smith tarafından
kullanılmış
ve
sonrasında
da
yaygınlaşmıştır.
Özellikle
19.
yüzyıl
entelektüelleri ve politikacılarının söz konusu kavram üzerine yaptıkları yoğun
tartışmalar sayesinde popüler bir hal almıştır. Smith merkantilist sistemin
şiddetle karşısında yer alıyordu. Nitekim Smith’e göre bu sistem, ticari
azınlığın; imalâtın ve ticaretin düzenlenmesiyle ulusal pazarda monopol
duruma gelmelerini sağlamaya yönelik bir girişimdi. Bu asıl amaç, sağlam bir
ticaret bilançosuna ulaşma gayreti ön plana çıkarılarak gizlenmeye
çalışılıyordu (Kammen, 1970:4). Bu tanımın burada verilmesi, Smith’in
merkantilist
sisteme
ilişkin;
ticari
azınlığın;
imalâtın
ve
ticaretin
düzenlenmesiyle ulusal pazarda monopol duruma gelmelerini sağlamaya
yönelik bir girişimdi, şeklinde vurgulanan tanımlamasının gereğini hayata
geçirme
anlamında,
17.
yüzyıl
Fransa’sından
ziyade,
aynı
dönem
Đngiltere’sine çok daha uygun düşmesindendir. Kaldı ki ayrıntılı bir biçimde
130
üzerinde durulacağı gibi, vurgulanan kesimin monopol duruma gelme gayesi
ulusal düzeyle sınırlı olmayıp, uluslararası alana da uzanmaktadır. Bir diğer
vurgulanması gereken nokta da, yine bu gayenin gerçek ya da tüzel kişilerle
sınırlı olmadığı, ülkeler ölçeğine uzandığıdır.
3.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı
17. yüzyıl Đngiltere’sinde hem yöresel, hem de ulusal düzeyde
büyüme, gelişme yaşanmıştır. Fransa’da yönetimde kardinal bakanlar ve kral
söz sahibiyken, Đngiltere’de ise Fransa’nın aksine, büyük mücadeleler sonucu
olsa da, yönetimde parlamento da söz sahibiydi. Nitekim bu bağlamda 1629
yılında Kral I. Charles’e karşı yürütülen büyük mücadele sonucunda
parlamento toplanabilmişti. Ancak bu tarihten itibaren on bir yıl gibi uzun bir
süre I. Charles parlamentoyu devre dışı bıraksa da, 1640 yılında durum yine
tersine dönmüştür. Bu da mutlak monarşiye karşı tam bir tehdit anlamına
gelen, devrime uzanan süreci hazırlamıştır (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:552).
Söz konusu dönemde yaşanan bu sürecin ortaçağa uzanan iki temel
nedeni vardır: Bunlardan ilki; Đngiltere parlamentosunda iki farklı sosyal grup
bulunmaktaydı. Şövalyeler ile kasaba ve şehirleri temsil eden milletvekilleri.
Bu durum yetenekli faal insanların parlamentoya girmelerine olanak sağladığı
gibi bu iki grup, çalışmalarını da uyum içinde yürütüyorlardı. Örneğin bazı
ekonomik ve sosyal gerginlikleri önleyici şekilde uluslararası düzeyde
evliliklere ilişkin tam bir serbesti sağlanmıştı. Đkinci olarak; yerel yönetimin
krala doğrudan bağlı olmaksızın yargı yetkisi de vardı. Fransa ve diğer Kıta
Avrupa Ülkeleri’nde yerel yönetimlerin, Đngiltere’nin aksine, ne yargısal ne de
finansal alanlarda yetkisi bulunmaktaydı. Đngiltere’de geçmişte olduğu gibi 17.
yüzyılda da orta sınıf ve soyluların yerel bazlı çalışmaları devam etmiştir.
Kısacası Đngiltere’de sınıflar arası ilişkiler, Fransa’da olduğu gibi işlemiyordu.
Nitekim Fransa’da öncelikle sınıflara ilişkin ayrıcalıklar söz konusuydu
(Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:552). Dolayısıyla Fransa’nın da
parlementer
tarihi
ortaçağa
dek
uzansa
da,
sürecin
işleyişi
yani,
131
parlamentoların yönetimsel etkinliklerinin, Đngiltere’dekinin aksine mutlak
monarşi altında zayıf kaldığı görülmektedir.
Bu genel girişin ardından, Đngiltere’de 17. yüzyıldaki siyasi süreci
ayrıntısıyla ele alacak olursak; yüzyılın hemen başlarında 1603 yılında, Tudor
Hanedanlığına mensup I. Elizabeth’in ölümüyle (1558–1603), Marry Stuart’ın
oğlu Đskoçya Kralı olan Protestan VI. James Stuart, Đngiltere’de I. James
olarak kral oldu (1603–1625). Bu dönemde Đngiltere’de, Đspanya ile girişilen
savaş sürüyor olsa da, önceki yüzyıllara nazaran daha az despotizm söz
konusuydu. Diğer yandan I. Elizabeth’in akıllı ve tedbirli politikalarıyla
oluşturulan dini ve siyasi hayata ilişkin denge de devam ediyordu. Aynı
dönemde parlamento da etkin durumdaydı. Bununla beraber Tudor
Hanedanlığının hemen her isteği de parlamentoda yasalaşıyordu. I. James
döneminde ise kral ile parlamento arasında zıtlaşma söz konusuydu. Bu
durum I. James’in Đngiliz geleneklerine karşı çıkmasından, parlamentonun ise
söz konusu geleneklerin muhafızlığını yapmasından, yani krala meydan
okumasından kaynaklanıyordu. Parlamentoda orta sınıf temsilcileri ve
püritanlar çok dinamik güçlerdi. Tudor Hanedanlığı, 16. yüzyıl boyunca orta
sınıfı toplumun önemli bir katmanı olarak kabul edip, söz konusu sınıfa bu
kabule uygun bir biçimde yaklaşmıştı. Çünkü özellikle kırsal alandaki orta
sınıf, dokumacılıkta çok önemli bir role sahipti. Öte yandan püritenler de tıpkı
diğer protestanlar gibi geleneklere çok bağlıydılar (King, 1956: 656,658).
I. James ve dönemini farklı literatürden hareketle ele almaya devam
edecek olursak, Wallbank, Taylor ve Bailkey'e göre; “Elizabeth’in ardından
gelen I.James, Đskoçya’nın kralıydı ancak I. Elizabeth kadar popüler biri
değildi, mutlak monarşiye inanıyordu ve bunu açıkça ifade ediyordu. Đngiltere
ve Đskoçya o dönemde de iki ayrı devletti. Böylelikle I. James iki ülkenin ortak
kralı olmuş ve 1603–1625 yılları arasında krallığını sürdürmüştür. Çok bilgili
olan I. James, Đncil’in yeni bir Đngilizce çevirisini yapmak üzere bir komisyon
oluşturdu ve 1611 yılında yayımlattı. Bu çalışma Đngiliz yazınında bir
başyapıttır. Buna rağmen O’nun alimliği ve samimi barış arzusu, her
bakımdan uygun niteliklere sahip olduğu anlamına gelmiyordu. Örneğin
sağduyu ve nezaketten yoksun biriydi. Diğer yandan yönetim biçimlerinden
132
monarşiye sıkı sıkıya bağlıydı ve mutlak monarşinin gerçekleşmesi için çaba
harcıyordu” (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:325).
I. James dönemini Pennington ise şu şekilde ifade etmektedir; “17.
yüzyıl başlarının en şanslı hükümdarı, Đskoçya’nın başında bulunan VI.
James’dir. VI. James 1603 yılında Đngiltere, Galler ve Đrlanda hükümdarı
olmuştur. Sağlam ve oturmuş bir hükümet düzenini miras olarak almıştır”
(Pennington, 1989:46). Tüm bunlar I. Elizabeth dönemindeki parlamentonun
etkin konumunundan, I. James’in hoşnut olmadığını göstermektedir. Bunun
temel nedeni de kuşkusuz I.James’in de, tıpkı dönemin Fransa’sında olduğu
gibi, mutlak monarşiyi arzulamasıydı. 17. yüzyılın hemen başındaki bu tablo,
kaçınılmaz bir şekilde yoğun mücadeleleri doğurmuştur.
Söz konusu yoğun mücadeleler başlamadan önce, I. James’in
ölümünün ardından halefi olan oğlu I. Charles kral olmuştur (1625–1649). I.
Charles da tıpkı babası ve Avrupa’daki çağdaşı diğer krallar gibi, krallık
yönetimini güçlendirmek ve onlardaki mutlak monarşiyi Đngiltere’de de
gerçekleştirmek istiyordu. Bu istek; Kral’ın, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi
olduğu yönündeki düşünceye dayanıyordu. Belirtilen düşünce Roma
Đmparatorluğuna dek uzanan bir düşüncedir ve 16. ve 17. yüzyıllarda yeniden
canlandırılmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:316).
Mutlak monarşi yanlısı olan ve parlamentonun yetkilerini küçümseyen,
dolayısıyla hakimiyetin kayıtsız şartsız krala ait olması gerekliliğine inanan I.
Charles’ın bu düşüncesini hayata geçirip geçiremediğine gelince; I. Charles
da saltanatına tıpkı babası gibi pek çok sorunlar içinde başladı. Nitekim
O’nun dönemi parlamento ile fırtınalı bir tartışma ortamında başladı. Buna
rağmen 1628 yılına gelindiğinde, parlamentonun yetkileri bağlamında geri
adım attı. Buna, kralın vergi koyma yetkisinin parlamentonun onayına
bağlanması
ve
insanların
haklı
bir
nedene
dayanmaksızın
hapsedilmemelerinin hüküm altına alınması örnek olarak verilebilir. Ancak bir
yıl sonra 1629 yılında Đngiltere’de durum, kendisi tarafından yine eskiye
döndürüldü ve 1640 yılına kadar devam etti. Nitekim bu zaman aralığı
parlamentosuz bir dönemdir. Bu dönemde püritan esnaf ve tacirlere çok ağır
vergi yükü getirilmiştir. Buna ilaveten I. Charles kendisine itaat etmeyenleri
133
de ağır biçimde cezalandırmıştır. Pek çok püritan lider, görüşlerinden dolayı
hapsedilmişlerdir. Ancak belirtilen dönem sonunda Đngiltere’de ve Đskoçya’da
çıkan isyan, O’nu parlamentoyu yeniden açmaya zorlamıştır. Parlamento da
hızla yetkilerini belirleme üzerine çalışmaya koyulmuştur. Bu alanda kral ile
parlamento arasındaki gerginlik de artmış, parlamentoda; kral ve parlamento
yanlısı iki grup oluşmuştur. Parlamento yanlısı grup içinde büyük oranda orta
sınıf ve püritanlar yer almaktaydılar. Bunlar dini alanda Calvinist sistemi
benimserlerken, dini ve politik alana ilişkin kralın yetkilerinin de azaltılması
taraftarıydılar. Kralcı grup ise “Centilmenler” olarak adlandırılmaktaydı.
Bunlar aşırı protestanizme karşıydılar ve büyük çoğunluğu toprak sahibi olan
kimselerdi. Bununla beraber bu iki grup kralın despotizmine karşı direnmek
gerekliliği hususunda hemfikirlerdi (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:326).
Bu durum, dönemin Đngiliz Parlamentosundaki fikir ayrılığının din
temelli olduğunu, ancak kralın ve parlamentonun yetkileri gündeme
geldiğinde, parlamento içinde uyumun söz konusu olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır. Bu da kuşkusuz halkın, özellikle ticari alana ilişkin isteklerinin
yasal alt yapısının oluşturulmasında önemli rol oynamıştır. Bununla beraber
kral ile parlamento arasındaki söz konusu yetki çatışması beraberinde, Oliver
Cromwell önderliğinde 1642 yılında krala karşı girişilen mücadeleyi
getirmiştir.
Böylelikle I. Elizabeth dönemi sonrasında, 17. yüzyılın ilk yarısında
belirtilen krallar vasıtasıyla yeniden canlandırılan mutlak monarşinin dini alt
yapısı da ortaya konmaktadır. Mutlak monarşi isteğinin söz konusu gerekçesi
o dönem Đngiltere’sinden ziyade, Avrupa’da bu yönetim biçimini benimseyen
ve uygulayan diğer krallar ve dolayısıyla ülkeler için de geçerliydi.
Ancak Đngiltere’de bu isteğin uygulamaya geçirilmesi, 1618 yılına
gelindiğinde çok önemli bir zorlukla karşılaştı. Nitekim bu tarihte patlak veren
Otuz Yıl Savaşları sırasında I. James döneminde Đngiltere’nin küçük bir
bölümünde yerel bazda krizler yaşanmaya başlandı. I. Charles döneminde
ise bu krizlerin şiddeti arttı ve bu çalkantılı dönem I. Charles’ın 1649 yılında
idam edilmesine kadar sürdü. Ardından 11 yıl boyunca Đngiltere yönetiminde
Oliver Cromwell vardı ve bu dönemde bir nevi Cumhuriyet rejimi yaşandı. Bu
134
durum I. Charles’ın oğlu, II. Charles’ın kral olmasına dek sürdü (Brinton,
Christopher ve Wolff, 1971:315). Đngiltere tarihinde 1640 yılında I. Charles
tarafından parlamentonun yeniden açılmasıyla temelleri atılan ve idam
edildiği 1649 yılına dek süren ve değinilen ortamın oluşmasına yol açan sivil
savaş dönemi aşağıda ele alınmıştır.
Đngiltere’de ilki 1642–1646 yılları arasını kapsayan sivil savaş dönemi,
Wallbank, Taylor ve Bailkey'e göre şu şekilde işlemiştir; “Denizlerin kontrolü,
daha çok ekonomik kaynak ve önder ülke olabilme adına mutlak monarşi
anlayışına karşı gerçekleştirilmişti. Đskoçlarla sağlanan ittifak ve olağanüstü
askeri lider vasfına sahip Oliver Cromwell sayesinde bu mücadele
sonucunda kralın ordusu karşısında 1646 yılı sonunda zafere ulaşılmıştır.
Đzleyen iki yıl boyunca ise Kral I. Charles, çabaları sonucunda Đskoçlarla gizli
bir ittifak kurmayı başarmıştı. Akabinde 1648 yılında sivil savaş ikinci kez
başladı. Kralın ordularının bir kez daha yenilmesinin ardından I. Charles
Ocak 1649 tarihinde idam edildi. Sonuç olarak; söz konusu sivil savaş, politik
ve dini temelliydi. Bu bağlamda Avrupa Kıtası’nda verilebilecek en başta
gelen örnek Đngiltere’deki bu mücadeledir. Söz konusu sivil savaş, otuz yıl
savaşlarıyla
kıyaslandığında
da
farklılık
gösterir.
Nitekim
Đngilizlerin
mücadelesi monarşiyi tamamen kaldırmak ve hükümetin daha çok halk
yanlısı yönetim gerçekleştirmesini isteyenler ile bu temel görüşün karşısında
yer alanların yerel çaplı giriştikleri bir mücadeledir. Bu mücadele Đngiltere
tarihinde hükümet yönetiminin yapısallaşması ve demokrasinin gelişmesine
çok büyük katkı sağlamıştır. Diğer yandan sivil savaş, Tudor Hanedanlığı
döneminden kalma kanunların yeniden ele alınıp düzenlenmesine ve halk ile
parlamento arasında işbirliği kurulmasına olanak sağlamıştır. Örneğin vergi
konusunda parlamento hızla bağımsız olmaya başlamıştır (Wallbank, Taylor,
Bailkey ve 1962:325-326). Belirtilen dönem Cromwell’in 1658 yılında
ölümüne kadar devam etmiştir. Bu dönemi de kısaca özetlemekte yarar
vardır.
Cromwell dönemini Beaud şu şekilde ifade etmektedir: “Ekonomik
planda Cromwell de merkantilist bir politika izledi. Ama çok daha saldırgan bir
politikaydı bu. Kriz karşısında, 1651’de, ilk deniz ulaşımına ilişkin
135
düzenlemeyi (Gemicilik Yasası) yayınladı. Buna göre, Avrupa malları ancak
Đngiliz gemileriyle taşınabilecekti. Afrika, Asya ve Amerika’dan taşınacak
mallar da Đngiliz gemileriyle, değilse bile sömürge gemileriyle taşınacaktı.
Deniz taşımacılığıyla ilgili ikinci bir düzenleme 1660’ta yayınlandı. Bu
düzenlemeye göre, geminin kaptanı ve mürettebatın en az dörtte üçü Đngiliz
olacaktı. Yüzyılın ikinci yarısında Hollanda’ya karşı verilen savaş, buhran
döneminde iki ulusal kapitalizm arasındaki düşmanlığın ne kadar keskin
olduğunu gösteriyordu” (Beaud, 2003:34). Dolayısıyla Đngiltere’nin, ticarete
ilişkin yapılan bu düzenlemeleri, bu alandaki en önemli rakibi Hollanda’yı göz
önünde tutarak gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır.
Đlki Oliver Cromwell döneminde çıkarılan gemicilik yasalarının etkileri
sadece o dönemle kısıtlı değildir. Cromwell’in yönetimde olduğu söz konusu
11 yıllık süreç içinde, 1651 yılında çıkardığı meşhur gemicilik yasası ile
Afrika’dan, Amerika’dan ve Asya’dan Đngiltere’ye getirilen tüm mallar, yapımı,
sahibi ve tayfaları Đngiliz olan gemilerle taşınacaktı. Đngiltere’den belirtilen
yerlere ihraç edilen tüm mallar için de bu kural geçerliydi. Böylelikle bir ada
krallığı olan Đngiltere’nin, dünya ticaretinde rakipleri karşısında sürdürülebilir
bir egemenlik kazanmasının temelleri, vurgulanan düzenlemeyle atılmış oldu.
Yani daha 17. yüzyılın ortasından itibaren Đngiltere bu konuma gelmeye
başladı. Diğer yandan Đngiltere’nin belirtilen konuma gelmesinde tekstil
sektörünün payı da yadsınamaz. Nitekim Đngiltere’nin yün endüstrisi dünyada
rakiplerine nazaran en önde gelmekteydi (Wallbank, Taylor ve Bailkey,
1962:378).
“Diğer yandan Cromwell dönemi Đngiltere’sinde 1653 tarihinde püritan
ordusu hâlâ parlamentoya güvenmiyordu. Bunun üzerine yeni bir yönetim
oluşturdu. Bu süreçte Cromwell her ne kadar diktatör bir görünüm oluştursa
da, ılımlı bir yapısı vardı ve dini alanda hoşgörü olması gerekliliğine ve yasal
yönetime inanıyordu. Ancak Cromwell 1658 yılında öldü. Ardından 1660
yılında sürgünde olan I. Charles’in oğlu Charles Stuart Đngiltere’ye döndü ve
II. Charles olarak kral oldu” (Wallbank, Taylor, Bailkey ve 1962:327).
II.
Charles’in
krallığı,
08
Mayıs
1660
tarihinde
toplanan
parlamentonun, kendisini kral ilan etmesiyle başladı. Çok aktif olamayan II.
136
Charles’in 06 Şubat 1685 tarihinde ölmesi üzerine, yerine York Dükü II.
James geçti. II. James, izlediği Katolik yanlısı politikalar yüzünden özellikle
orta sınıfın nefret ettiği bir kraldı. Küçük fakat güçlü bir Lord’lar grubu Orange
Hanedanlığı’na mensup olan William’ı, Đngiltere’yi bu durumdan kurtarmak
üzere ülkeye davet ettiler. William bu daveti kabul ederek, 1688 yılında II.
James’in Fransa’ya kaçması üzerine, başa geçti ve XIV. Louis de dahil olmak
üzere pek çok alanda mücadeleye girişti (Kammen, 1970:1).
Dönem Đngiltere’sindeki merkantilist anlayışla uyumlu düzenleme ve
uygulamaları da özetlemek gerekirse; Đngiltere’de Kraliçe I. Elizabeth (1558–
1603) döneminde merkantilist politikalar uygulanmış ve sonrasında da Stuart
Hanedanlığı ve Oliver Cromwell tarafından devam ettirilmiştir. Dönem
hükümdarlarının pek çoğu kolonileşmeye büyük önem vermişler, ticari
şirketlere monopol konuma gelme imkanı yaratan ayrıcalıklar sağlamışlardır.
Diğer yandan vatandaşların ekonomik faaliyetlerini çok çeşitli yollarla kontrol
altına almayı da ihmal etmemişlerdir. Bununla ilgili en ilgi çekici örnek ilk defa
Kraliçe I. Elizabeth dönemi Đngiltere’sinde rastlanan aylaklığa karşı ve üretimi
teşvik edici düzenlemelerdir. Đkincisi ise, “Gemicilik Yasası”dır. I. Elizabeth
döneminde 16. yüzyılın sonlarına doğru yapılan yasal düzenlemeler
arasında; fiyatların sabitlenmesi, çalışma saatlerinin düzenlenmesi ve
çalışabilecek durumda olan her vatandaşın ticaretin belli alanlarında zorla
çalıştırılması gibi düzenlemeler bulunmaktaydı. Gemicilik Yasası’nın ilki
Oliver Cromwell zamanında 1651 yılında, Hollanda’nın ticari taşımacılıktaki
üstünlüğüne son verebilmek amacıyla çıkarılmıştır. Nitekim yasaya göre, tüm
kolonilerden
Đngiltere’ye
yönelik
ihracat,
Đngiliz
gemileri
vasıtasıyla
yapılmalıydı. Đkinci Gemicilik Yasası ise, 1660 tarihlidir. Bu yasa ise, belirtilen
taşımacılığın sadece Đngiliz gemileriyle yapılabilmesi yanında, kolonilerden
bazı ürünlerin doğrudan Kıta Avrupa’sındaki limanlara gönderilmesini de
yasaklıyordu, bu yasaklı ürünler listesinde özellikle tütün ve şeker de yer
alıyordu. Belirtilen bağlamda yasaklı listesinde yer alan ürünler zorunlu olarak
önce Đngiltere’ye gönderilmeliydi. Buradan da gümrük resminin ödenmesi
koşuluyla, talep edilen yerlere gönderiliyordu. Tüm bu düzenlemeler
kolonilerin,
ana
ülkenin
zenginleşmesine
hizmet
etmeleri
prensibine
137
dayanıyordu (Burns, 1963: 496). Vurgulanageldiği üzere 17. yüzyılda
Đngiltere’nin en başta gelen ticari rakibi Hollanda idi. Nitekim bu durum, söz
konusu gemicilik yasalarının çıkarılış gayesinden de anlaşılmaktadır. Bu
yasaların özünde monopol güç elde ederek rekabette üstünlük sağlama ve
dolayısıyla ticaretten daha çok kazanç sağlama gayesi bulunmaktadır.
3.2. Demografik ve Sosyal Durum
16. yüzyılda Đngiltere’ye, Galler bölgesinden, Đrlanda’dan ve Kıta
Avrupa’sından pek çok göçmen gelmiştir. Ancak sayıları tam olarak
bilinmemektedir. Đngiltere’de aynı dönemde iç göç de yaşanmaktaydı.
Đngiltere’nin nüfusuna gelince, 1530 yılındaki nüfus tahminen 3 milyon, 1600
yılında 4 milyonun üzerinde, 1700 yılında ise 5,5 milyonun üzerindeydi (Hill,
1967:30). Dönem Đngiltere’sinin nüfusuna ilişkin bu rakamlar, “Coğrafi,
Demografik ve Sosyal Durum” başlığı altında ele alınan aynı dönem
Avrupası’nda, Đngiltere’nin nüfusu için verilen rakamlarla uyumludur.
Bu noktada Đngiltere’nin 18. yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı endüstri
devrimine vurgu yapmak yararlı olacaktır. Çünkü bu devrimin temelleri 17.
yüzyılda atılmaya başlanmıştı. Nüfusun artışı sonucunda Londra veya diğer
büyük şehirlere yönelim oluyordu. 1635 tarihli veba salgını da, Newcastle
nüfusunun yaklaşık yarısının yer değiştirmesine neden olmuştu (Hill,
1967:32). Söz konusu nedenlerle kırsal alandan şehirlere doğru hareketlilik
yaşanması,
beraberinde
kırsal
alan
ile
şehirler
arasındaki
ilişkinin
yoğunlaşmasını ortaya çıkarmıştır. Bu da sosyal tabakaların karışımı, yani
sınıf ve mesleklerin kaynaşması gibi bir dönüşüme yol açmıştır.
Bu süreci Wilson şöyle yorumlamaktadır; “Đngiliz geleneğinde hiçbir
şey tacir ve arazi sahipleri vasıtasıyla, şehir ve kırsal alanın düzenli bir
biçimde birleşmesi kadar önemli değildir. 16. ve 17. yüzyıllarda Batı Avrupa
ve Akdeniz kıyılarında ticaret artmış ve tacirler önemli hale gelmişlerdir.
Bazıları sosyal engelleri aşarak statülerini geliştirmişlerdir. Fakat genelde
sosyal
hareketlilik
önündeki
engeller
Đngiltere’dekine
nazaran
daha
kuvvetliydi. Feodal yapıdan kurtulan ülkelerde ticari başarı elde etmiş şehir
ve limanlar ortaya çıkmaktaydı. Đngiltere’de toprak sahipleri sadece merkezde
138
değil, kasabalarda da kapalı kast sistemine son verdiler. Başarılı tacir ve
avukatlar da bu hareketin içinde yer aldılar. Bacon, Brownlow ve Coke gibi
seçkin avukatlar, Cranfield, Ingram, George Downing ve William Blathwayt
gibi idareciler; William Okayne, Josiah Child ve Charles Duncombe gibi
zengin tacirler çok sayıda gayrimenkul satın aldılar, şövalyelik elde ettiler,
baron payeleri ve asalet kazandılar. Bunların kızları orta sınıf ve aristokrasi
sınıfından kimselerle evlendiler. Orta sınıf ailelerin genç çocukları ticaretle
uğraşmaya başladılar. Londra’ya gelerek finans ve ticaretten servet elde
ettiler. Böylelikle geleneksel statülerinden, centilmenliğe ulaştılar” (Wilson,
1965:10). Đngiltere’de bu sürecin yaşanması, Kıta Avrupa’sında örneğin
Fransa’dakinin aksine, sınıfların kaynaşmasına ilişkin sosyal hareketliliğin
göreli serbestisinden kaynaklanmıştır.
Bu şekilde belirginleşen sosyal tabakaların karışımı, yani sınıf ve
mesleklerin kaynaşması, kasaba ve şehirler arasında ilişkinin yoğunlaşması,
Đngiltere’nin sosyal ve ekonomik gelişmesinde çok önemli rol oynamıştır.
Nitekim bu durum ticarete güven ve nüfuz sağladı. Yüzlerce arazi sahibinin
azalan servetlerini tekrar kuvvetlendirdi. Dahası hükümetin politikalarında akıl
ve toplumsal etki belirleyici oldu. Aksi olsaydı, Đngiltere’de de hükümetler tıpkı
Kıta Avrupa’sında sık sık olduğu gibi zor durumda kalacaklardı. Oysa
Đngiltere’de ulusal ekonomi politikasının düzenli gelişimi, ortak başarı için bir
araya gelen toprak sahibi ve işadamlarının etkisiyle gerçekleşmiştir. 17.
yüzyıl boyunca birbirini izleyen hükümetler bunların isteklerini göz önüne
almışlardır. Sivil savaş öncesi ve özellikle sonrasında himayecilik, vergi
politikası, gemicilik yasası gibi konularda hükümet, tacirlerin isteklerine kulak
vermiştir9. Hatta 1664 yılında Hollanda ile yapılan savaş sırasında bile bu
durum, biraz azalsa da, devam etmiştir (Wilson, 1965:11). Oysa Fransız
politikası, Đngiltere’nin tersine çok daha kralın etkisi altındaydı ve bu durum
XIV. Louis döneminde daha belirgin bir hâl almıştı10.
9 Đngiltere bakımından belirtilen gelişmeler; bu ülkeye yönelik, “Siyasi Durum ve Yönetim
Anlayışı” şeklinde, bundan önceki alt başlık altında kapsamlı bir şekilde ortaya konulmuştu, s.130137.
10 Fransa’ya ilişkin ifade edilen bu tespit ile ilgili gelişmeler de, bu defa söz konusu ülkeye
yönelik, yine aynı alt başlık altında detaylı olarak incelenmişti, s.87-92.
139
Tablo 7. 17. Yüzyılda Đngiltere’de Sosyal Sınıflar ve Gelirleri
Aile Başına
Aile Sayısı
*
Yıllık Gelir
Katmanın Toplam
*
Geliri
Lordlar
186
2.590
481.800
Baronlar
800
880
704.000
Şövalyeler
600
650
390.000
Soylu Delikanlılar
3.000
450
1.350.000
Tacirler (deniz ticareti)
2.000
400
800.000
12.000
280
3.360.000
Devlet Görevlileri
5.000
240
1.200.000
Tacirler (kara ticareti)
8.000
200
1.600.000
10.000
140
1.400.000
5.000
120
600.000
40.000
84
3.360.000
Donanma Subayları
5.000
80
400.000
Ordu Subayları
4.000
60
240.000
Yüksek Din Adamları
2.000
60
120.000
16.000
60
960.000
Orta Halli Köylüler
140.000
50
7.000.000
Alt Kilise Adamları
8.000
45
360.000
40.000
45
1.800.000
150.000
44
6.600.000
Esnaf
60.000
40
2.400.000
Gemi Tayfaları
50.000
20
1.000.000
364.000
15
5.460.000
35.000
14
490.000
400.000
6,10s
2.600.000
(30.000 kişi)
2
60.000
Centilmenler
Hukukçular ve Kanun Adamları
Devlet Memurları
Zengin Çiftçiler
Bilim ve Serbest Meslek
Tüccarlar ve Dükkan Sahipleri
Çiftlik Kiracıları
Gündelikçi ve Irgat
Askerler
Yoksul ve Topraksız Köylüler
Serseriler
* Lira olarak
Kaynak : Peter Mathias, The First Industrial Nation, 1969, s. 24,
aktaran Michel Beaud, Kapitalizmin Tarihi, 2003, s. 35.
17. yüzyıl Đngiltere’sinin ortaya konan toplumsal yapısından hareketle;
sosyal sınıflar ve elde ettiği gelirlere, yukarıda Tablo 7’de yer verilmiştir.
140
Söz konusu tabloyu Beaud şu şekilde yorumlamaktadır: “Tablo; 1688
tarihinde Đngiltere ve Galler’de toplumsal sınıflar itibariyle sınıflandırılmış
ailelerin, zenginden yoksula doğru yıllık gelirini göstermektedir. Tablodan
görüldüğü gibi kırsal kesimin tartışmasız ağırlığı söz konusu. Büyük, orta ve
küçük toprak soylularının geliri, esas itibariyle, kendilerine bağlı köylü
kitlesinin emeğinden kaynaklanıyor. Açık bir şekilde tabakalaşmış köylü
kitlesi, egemen sınıfların ve devletin kullanımına sunulan ulusal zenginliğin
de başlıca üreticisi durumunda. Köylü kitlesinin en yoksul katmanlarını, küçük
üretici
köylüler,
ırgatlar
ve
belediye
yardımlarıyla
yaşayabilenler
oluşturuyordu; bunlar da yeni hayvancılık dalgasından son derece olumsuz
etkilenmişlerdi. ….kısaca, hali vakti iyi ve orta halli köylülerin, ticaret
erbabının ve mahalli ileri gelenlerin özlem ve istekleri, parlamenter
demokrasi, özgürlük ve mülkiyet hakkının güvence altına alınması olarak
özetlenebilirdi”11 (Beaud, 2003:34-37).
Diğer yandan dönemin Đngiltere’sinde, mülkiyet sahipliği konusunda da
karakteristik değişiklikler ortaya çıkmıştır. Her ne kadar feodal yapının izleri
tamamen ortadan kalkmasa da, mülkiyet serbestçe alınıp satılmaya
başlanmıştı.
Buna karşın söz konusu yüzyılda sosyal konumları yükselmekte olan
tacirler için bu durum yenilik sayılamaz. Nitekim Wilson’a göre; “Ortaçağın
zengin tacirlerinin sosyal statüsü aşağı yukarı şövalye ile eşdeğerdi ve iki
sınıf arasında sıkça evlilikler de olmaktaydı. Londra’da bu yüzyılda tacirler,
meşhur Frowick ailesi gibi, ön plana çıkmaya başlamıştır. Aynı durum
Norfolk, Warwickshire ve Derbyshire’da da görülmekteydi” (Wilson, 1965:9).
Bu da ticarette başarılı olmanın, kişilere zenginlik getirme yanında, onlara
sosyal statü de sağladığını göstermektedir.
Tüm bunlara rağmen, özellikle 17. yüzyılda hükümetin, aristokrasinin
politik
gücünden
endişe
duymadığı
zamanlarda,
soyluların
sosyal
ayrıcalıklarının üstüne gittiğini de belirtmek gerekir. Daha yüzyılın ilk
11 Özellikle tarımsal faaliyette bulunan köylülerin söz konusu istekleri ile, “çitleme hareketi”
denilen uygulama arasında sıkı bir ilişki olup, Đngiltere'nin; “Tarım, Hayvancılık ve Ticaret Temelinde
Sanayileşme Politikası” bölümünde bu konu üzerinde durulacaktır, s. 148-150.
141
yarısında mevcut sınıf farklılıklarını önleyici kanunlar çıkarılmıştı (Hill,
1967:34). Bu durum ise, halkın sosyal yapısı ve statüsünün hükümet
tarafından göz önüne alındığını ve daha da ötesi bu konuda yasal
müdahalelere dahi gidildiğini göstermektedir.
3.3. Bilim Dünyası ve Teknik Yenilikler
Đngiltere’de 16. yüzyılın sonları, 17. yüzyılın başlarında feodal yapının
hızla
yıkılmasıyla
önemli
derecede
sosyal
ve
ekonomik
dönüşüm
yaşanmıştır. Teknik yeniliklere yönelik isteksiz yaklaşımlar, Bacon’dan
Defoe’ye kadar yerini olumlu yaklaşımlara bırakmıştır. Diğer yandan halkın
teknolojik araştırma ve yeniliklere ilişkin olumlu yaklaşımları da düzenli bir
şekilde artmıştır (Wilson, 1965:6-7).
Bu değişimde, tarım sektörünün ele alındığı bölümde vurgulanacağı
üzere, Đngiltere’de baş gösteren ticari kapitalizmin, tarımsal manzarayı da
temelden etkilemiş olması önemli bir yere sahiptir. Burada kısaca özetlemek
gerekirse; çiftçilik ve yünden hareketle hayvancılığın kârlı hale gelmesi, başta
üretim tekniklerinin de geliştirilmesi gerekliliğini zorunlu kıldı. Dolayısıyla yeni
aletlerin bu sektörde kullanılmasına ilişkin yoğun uğraşlar ortaya çıktı. Bunun
sonucunda; bitki ve tohumları düzenli bir sıra dahilinde toprağa yerleştiren
alet, kil ve kireç karışımı kullanılarak, değersiz durumdaki bataklık alanları
ekilebilir arazi haline getiren yöntem ve diğer yandan çiftlik hayvanlarının
hem daha iyi gelişiminin sağlanması, hem de doğal olarak bu hayvanlardan
elde edilen et ve sütün kalitesini ve miktarını arttırılması (Wallbank, Taylor ve
Bailkey, 1962:383), söz konusu alanlarda sağlanan gelişme ve teknik
yeniliklere örnek olarak verilebilir.
3.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar
17.
yüzyılın
hemen
başlarında
kral
olan
I.
James
dönemi
Đngiltere’sinde (1603–1625) dini açıdan üç eğilim söz konusuydu. Bunlardan
ilki Anglikan Kilisesi taraftarları, ikincisi her ne kadar Papa’nın tekrar
kontrolüne dönmek istemeseler de, Katolik mezhep yanlıları ve üçüncüsü ise
aşırı Protestan diye tanımlanabilecek “Püriten”lerdi. Püritenler çoğunlukla
142
kentte yaşayan orta sınıftan oluşmaktaydı ve bunlar yine ağırlıklı olarak
ticaretle uğraşmaktaydılar. Özellikle I.James’in ticarete ilişkin keyfi ve yasal
olmayan
vergilerine
karşı
çıkıp,
Đngiliz
ticaretinin
gelişebilmesi
için
himayeciliği ve dolayısıyla bu yönde kanunlar çıkarılmasını istiyorlardı
(Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:325). Dönem Đngiltere’sinin bu şekilde
kısaca özetlenebilecek dini görünümünde altı çizilmesi gereken husus;
çekişme ya da mücadelenin mezheplerarasından ziyade ekonomik yapının
daha iyi işlemesi amacıyla yönetim kademesiyle olduğudur. Nitekim
Fransa’da dönemin sonuna doğru Protestanlar üzerinde artan baskı ve
bunun neticesinde Protestanların başta Đngiltere olmak üzere diğer Avrupa
ülkelerine zorunlu kaçışlarını hatırlamakta fayda vardır.
3.5. 17. Yüzyılda Đngiltere Ekonomisi
17. yüzyıl Đngiltere’sinin özellikle dış ticaret eksenli, dönemin diğer
Avrupa ülkeleri ve yine özellikle Fransa’ya nazaran göreli ticari başarısı,
siyasi düzenden sömürgeleşmeye, şirket ve şirket yapılarından, sonuç
itibariyle ekonomik düzene kadar pek çok unsura dayanmaktadır. Bu
unsurlara, bir önceki yüzyılın sonlarından itibaren, zaman zaman dönemin
Fransa’sıyla da kıyaslama yapılarak aşağıda yer verilmiştir.
Đngiltere’de 1587 yılında, kriz dönemlerinde yoklukla mücadele için
ülke içindeki tahıl piyasasına yönelik düzenleme yapılmıştır. Bu düzenleme,
Đngiliz tahıl piyasasındaki fiyat dalgalanmalarını önleme yolunda önemli bir
uygulamaydı. Endüstri devrimi öncesi Avrupa’da tahıl piyasası çok önemli bir
yere sahipti. Nitekim işçi sınıfı gelirinin % 70-80’ini bu piyasa ürünlerine
yönelik olarak harcamaktaydı. Bu durum, hasat mevsimindeki dalgalanmalar
sonucu ortaya çıkan kıtlık dönemlerine ilişkin devleti önlem almaya itmiştir.
16. yüzyılın sonlarında, Đngiliz Hükümdarlığı kriz dönemlerinde piyasaya
müdahale yönünde düzenlemeler yapmıştır. Dolayısıyla bu tablo endüstri
devrimi
öncesi
Đngiltere
ekonomisinin
yapısal
dönüşümüne
katkıda
bulunmuştur (Nielsen, 1997:1). Yaşanan yapısal dönüşüm, izleyen yüzyılın
son çeyreğindeki endüstri devrimine giden süreçte kuşkusuz önemli bir rol
oynamıştır.
143
Tahıl piyasasından, ticari hayatın bütününe yönelecek olursak; 17.
yüzyıl
Đngiltere’sinde
tacirlerin
öncülüğünde,
ticari
hayatın
çok
sıkı
düzenlemelere tabi tutulmasından ziyade, serbest rekabetin dolayısıyla
serbest ticaretin olması gerektiği düşüncesi hakimdi. Bu durum kuşkusuz
aynı dönem Fransa’sında yaşananların tersi bir durumdu. Dolayısıyla
Đngiltere’de bu düşünce ve isteğin uygulanmasıyla hem iç hem de dış
ticarette artış yaşanmıştır (Ekelund ve Tollison, 1980:582).
Dolayısıyla merkantilist dönemde Đngiltere ve Fransa’nın dış politika
belirlemelerinde,
ekonomik
şartların
göz
önüne
alınıp
alınmaması
bakımından belirgin ve önemli farklılıklar oluşmuştur. Söz konusu farklılık,
Fransa’da
bu
konuya
gereğinden
az
önem
verilmesi
biçiminde
gerçekleşmiştir (Viner’den aktaran Blaug, 1991b:103).
Diğer yandan söz konusu dönem Đngiltere’si, serbest girişimcilik
altında, Fransa'daki katı merkantilist uygulamalara nazaran daha hızlı
gelişmiştir. Bunun sonucunda merkantilist dönemde Đngiltere, serbest
ticarette göreli üstünlük sağlayarak hakimiyet elde etmiştir (Pauling’den
aktaran Blaug, 1991d:93).
Nihayet Đngiltere 17. yüzyılda; 1664–1667, 1672–1674 ve 1689–1697
yıllarında Hollanda ile yaptığı savaşlar neticesinde, bu ülkenin üstünlüğüne
de son vermiştir. Bu duruma, Parlamentonun tacirleri destekleyici ve ticareti
teşvik edici kararları da eklenince, 17. yüzyılın son 10 yılında önemli
gelişmeler yaşanmış, dolayısıyla Đngiliz Đmparatorluğu hızlı bir biçimde
yayılmıştır (Kammen, 1970:2). Bu bilgiler, Đngiltere’nin parlamenter sistemin
işlemesi
ve
ticaretin
serbestleştirilmesi
hususunda,
çağdaşı
Fransa
karşısında önde gittiğini göstermektedir.
Dönemin Avrupa ülkelerinde uygulanan ekonomik politikalardan
hareketle konuyu daha da detaylı ele alacak olursak; söz konusu politikalar,
16. yüzyılın başlarından 18. yüzyılın sonlarına kadar aşağı yukarı benzerlik
gösterirken, Đngiltere’de ise, yönetim sisteminde yaşanan değişme ve gelişme
paralelinde, uygulanan ekonomik politikalarda da bir değişme ve gelişme
yaşanmıştır. Kıta Avrupa’sında pek çok ülkede 16. ve 17. yüzyıllarda
mutlakıyetçilik yükselirken, Đngiltere’de bunun tersine bir süreç işlemiş ve
144
parlamentonun kontrolünde bir monarşi yönetimi yaşanmıştır (Cameron,
1989:54).
Uygulanan ekonomik politikalardaki değişim bağlamında, ekonomide
analitik tekniklerin kullanılmaya ve bu alanda düzenli gelişmenin yaşanmaya
başlaması da, I. James dönemi Đngiltere’sine dek uzanmaktadır (Blaug,
1991ç:64). Bu husus siyasetin, örneğin gemicilik yasalarında olduğu gibi,
ekonomiye ilişkin yasal düzenlemelerin, doğal olarak ekonomiyi doğrudan
etkilediğini ortaya koymaktadır.
Diğer yandan nüfus, özellikle kent nüfusu, tarımsal artıktan çok daha
hızlı yükselmiştir. Kırsal alandan kentlere doğru yaşanan göç sonucunda,
1605–1661 yılları arasında Londra’daki hububat tüketimi tahminen % 230
oranında artmıştır. Bu durum Londra piyasasının geniş ölçekli piyasayı teşvik
etmesini sağlamıştır. Besin maddelerine olan talep artışı önce şehirlerin,
sonra da Đngiltere’nin çehresini değiştirmiş, tüm ülkede bağlantılı suyolları
yapılmıştır. Đngiltere’nin kuzeydoğusunda yer alan üç şehirden Londra’ya
yapılan hububat ihracı, sivil savaştan önceki 60 yıl içinde 14 katına çıkmıştır.
Bunun dışında zor duruma düşen büyük ya da küçük toprak sahipleri
topraklarını satabiliyorlardı. Nispeten ucuz olan bu topraklar yatırım amaçlı
veya sosyal istekleri tatmin amacıyla herkes tarafından alınabiliyordu (Hill,
1967:47).
Đngiltere ile Kıta Avrupa’sı ülkelerindeki ekonomik politika farklılıklarına
ilişkin bir başka durum, Cameron’un yorumuyla şu şekildeydi; “Đspanya ve
Fransa’da krallığın finansman talebi, ekonomik kalkınma için gerekli olan
rasyonel ekonomi politikalarıyla hiç uyuşmamaktaydı. Đngiltere’de ise, krallıkla
parlamento arasında da sürekli yaşanan bu konudaki zıtlaşmadan ve
mücadelen,
sonuçta
parlamento
galip
gelmiştir.
Parlamento,
Kıta
Avrupa’sındaki pek çok ülkenin aksine, ayrıcalıklı vergi düzenlemelerine asla
müsaade etmemiştir. Her ne kadar 1630’lu yıllarda Kral I. Charles
hükümetsiz bir yönetim ve hükümetsiz bir vergi toplama düzenine ilişkin bir
girişimde bulunmuşsa da, bu girişim silahlı isyanla sonuçlanmıştır. Benzer
biçimde 1660 yılından sonra da, II. Charles ve II. James savurganlık
girişiminde bulunsalar da, yine Parlamento engeliyle karşılaşmışlardır. Bu
145
noktada örneğin Parlamento 1672 tarihli Hollanda ile yapılan savaşın
finansmanını bahane göstererek mali disiplin uygulamıştır. 1688–1689
Devriminden sonra ise fon ihtiyacını karşılamak üzere Đngiltere Bankası
kurulmuştur. Finansal sistemde sağlanan bu başarı kuşkusuz birden bire
olmamış, geçmiş dönemlerde özellikle savaş yıllarında bir takım krizler de
yaşanmıştır.
Sağlanan
söz
konusu
başarı
Parlamento’da
yer
alan
aristokratlar, arazi sahibi orta sınıf, zengin tüccarlar ve diğer grupların etkili
gayretleriyle gerçekleşmiştir. Sonuç olarak Đngiltere’de parlamentonun
gücünün artması ve devlet giderlerinin bir disiplin altına sokulması kamu
finansmanını çok daha iyi bir duruma getirmiştir. Vergi sistemi Avrupa’nın
diğer ülkelerine nazaran çok daha fazla rasyonel temellere dayalıydı. Đngiliz
girişimciler ise fırsatçılık ve özgürlükten yanaydılar” (Cameron, 1989:155).
Parlamento’da yer alan aristokratlar, arazi sahibi orta sınıf, zengin tüccarlar
ve diğer grupların etkili gayretleriyle sağlanan söz konusu başarıda bu
kesimlerden, çalışmanın konusu gereği tacirlerin rolleri, dönem boyunca ticari
alandaki sağlanan gelişmenin daha iyi anlaşılmasına olanak sağlayacak
olması bakımından anlam ifade etmektedir.
Bu bakımdan aynı dönem Đngiliz tacirlerinin durumuna gelince; tacirler
17. yüzyıl Đngiltere’sinde hükümetler üzerinde oldukça etkiliydiler. Bu durum,
birlik halinde davranmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Nitekim daha yüzyılın
ortasına varmadan aynı işkolunda yer alan tacirler ortaklıklar kurarak önce
yerel yönetimlerin isteklerine kulak vermelerini sağlamışlardır. Örneğin 1637
yılında Londra’da sabun üreticileri bu anlamda örgütlenmişlerdir. Tacirlerin bu
yönlü davranış ve çabaları yeni yeni endüstrilerin doğmasını da beraberinde
getirmiştir. Nitekim 1650’lerde kömür ticareti ile uğraşanların ulaşmış
oldukları güç, tüm bu belirtilenleri destekler niteliktedir. Kaldı ki tacirlerin
hükümetler üzerindeki etkinliğini tüm yüzyıl açısından belirtmek yanlış olmaz.
Örneğin daha 1622 yılında Thomas Mun tüccar sıfatıyla, Lionel Cranfield ise
hükümet yetkilisi sıfatıyla bir araya gelip, ticaretin gelişmesi ve devletin
büyümesi için neler yapılabileceği üzerine ortak çalışma yapmışlardır.
Yüzyılın ortasına gelindiğinde ise, pek çok bakımdan ilk sayılabilecek ayrıntılı
bir yasal düzenleme yapılmış, 1651 tarihli “Gemicilik Yasası” yürürlüğe
146
konulmuştur. Bu gelişmeler sonucunda büyük şirketlerin temsilcisi tacirler,
mecliste çoğunluğu sağladılar. Krallar ve hükümetler ise tacirleri koruyup
yardımda bulundular (Kammen, 1970:17). Yani dönem Đngiltere’sinde krallar,
hükümetler ve parlamentoların başta ticari alana ilişkin bu olumlu yaklaşım ve
uygulamalarında, tacirlerin büyük rolü olmuştur.
3.5.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı
Bireysel yatırımların bir araya getirilmesine ortaçağ tacirlerinde dahi
rastlanmaktadır. Đngiltere’de anonim şirket türü kuruluşlar ilk defa 16. yüzyılda
ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Đngiltere için bu bağlamdaki şirketleşmenin
kökeni belirtilen yüzyıla dek uzanmaktadır. Öte yandan özellikle gemicilik ve
madencilik alanlarında şirketleşme görülmüştür. Bunların ilki 1553 yılında
kurulan ve denizcilik alanında faaliyet gösteren “Muscovy Company” dir. O
dönemde deniz ticareti bir sürü tehlikelerle doluydu. Bu bakımdan bireysel
faaliyetler çok büyük bir risk taşımaktaydı. Dolayısıyla ortak girişimlerle risk
azaltılmaya çalışılmıştır. Daha sonra bu girişimler “düzenleyici şirket” ismiyle
anılmaya başlanmıştır. Bu şirketlerin özellikle dış ticarette yıldızları
parlamıştır. “Muscovy Company” dışında 1579 tarihli “Eastland Company” ve
1581 tarihli “Levant Company” bu şirketlere örnek olarak gösterilebilir. 17.
yüzyıla gelindiğinde ise, Đngiltere’de şirketlerin ekonomik gücü iyice artmıştı
ve aynı zamanda ulusal öneme sahiptiler. Yatırım patlaması yaşanmakta ve
yeni yeni şirketler ortaya çıkmaktaydı. Nihayet kurulan tüm bu şirketlerin
temel amaçları ise, monopol güç elde edebilmekti (Clapham,1957:262-263).
Bu noktada ticaretin finansmanında önemli yere sahip olan, Đskoçya ve
Đngiltere Bankalarının da bu dönemde kurulmuş olduklarını belirtmek gerekir.
Bu bağlamda Đngiltere’nin finansman ihtiyacına ilişkin süreçten de
bahsetmek, konunun bütünlüğü açısından kuşkusuz önemli ve gereklidir.
Đngiltere’de 17. yüzyılda yaşanan, özellikle ticaret alanındaki belirtilen
gelişmeler, ortaya finansman ihtiyacını da çıkarmış, söz konusu ihtiyaç 17.
yüzyılın ilk yarısı boyunca devam etmiştir. Fakat kreditörler ve kamulaştırma
faaliyetleri sorun yaratmıştır. Bu kötü durum parlamentonun 1649 yılındaki
kararıyla, Kral I. Charles’in başının kesilmesiyle son bulmuştur. Benzer
147
durumla II. Charles döneminde 1672 yılında tekrar karşılaşılmış, devlet
hazinesinin tüketilmesi yanında, sermayedarların 1/10’u iflas etmiştir. Bu
risklerden ötürü krallığa borç verenler, % 8 yerine, % 12 faiz talep etmişlerdir.
Tefecilikte ise oran, % 16 ile tavan yapmıştır (Quinn, 2001:595). Yani söz
konusu olumsuzluklar faiz oranlarının yükselmesine yol açmıştır. Yüksek faiz
oranları ise, detaylı bir şekilde üzerinde durulacak olan Sir Josiah Child’ın,
temel eleştiri konularından biri olmuştur.
Ancak vurgulanan olumsuz tablo ilerleyen süreçte değişmiştir. Çünkü
parlamentonun etkinliğini arttırmasıyla gerçekleştirilen yapısal değişiklikler
hükümete güveni beraberinde getirmiş, 50 yıl içinde faiz oranları % 3’e
düşmüştür.
Dolayısıyla
parlamento
şirketlerin
önünde
ufuk
açmıştır.
Böylelikle parlamentonun yeni rolü, değişiklikten kaynaklanabilecek tehlikeleri
azaltmak olmuştur. Gerçekten de sonraki her bir kral değişikliğinde,
parlamentonun yetkisinin genişletilmesi gerçekleşmiştir. Gelişme bununla
sınırlı kalmamış, parlamentoya duyulan güven ekonomik gelişmenin
artmasına da yol açmıştır. Bunun sonucunda da hükümet yeni tip, uzun ve
kısa vadeli borçlanmaya gitmiş, daha geniş kesimden borçlanmış, piyasada
derinlik yaratarak likiditeyi arttırmıştır. Pek çok bankayla müzakerede
bulunulsa da, en çok Đngiltere Bankası ile Doğu Hindistan ve Güney Deniz
Şirketlerinden borç sağlanmıştır. Daha az risk, likidite ve yeni ürünler,
parlamentonun yeni gücü sayesinde ortaya çıkmıştır (Quinn, 2001:596).
Yüzyılın sonlarına doğru, 1690'lı yıllardaki Hollanda ile girişilen
savaşın finansmanı hükümetin fon talebini arttırmış olsa da, 10 yıldan fazla
bir süre faiz oranları yine düşük kalmıştır. Örneğin Đngiltere Bankası % 8 borç
faizi uygulamıştır. Banka 1707 yılında sermayesini arttırdığında ise, oran %
6’ya gerilemiştir. Ardından 1716’da % 5’e düşen borç faiz oranı, 1742 yılında
% 3’e gerilemiştir. Buradan hareketle Đngiltere’nin endüstri devriminden
önceki yapısıyla ilgili durumun püf noktasını, bireysel yatırımlar ile yönetimin
güvenilirliği arasındaki ilişki oluşturmaktaydı denilebilir. Nitekim yapıyı mali
güvenilirlilik
değiştirmiştir.
Sermaye
gereksinimini
düzenlemeler yapılmıştır (Quinn, 2001:596).
sağlayacak
yasal
148
Konuyu tamamlamadan önce 17. yüzyılın ikinci yarısında Londra ve
Amsterdam’ın, Avrupa’nın finans merkezleri haline gelmiş olduklarını da
belirtmek gerekir (Sperling’den aktaran Blaug, 1991b:257). Tüm bunlar,
ekonomiye
ilişkin
mevzuat
düzenlemeleri
yanında,
güven
ortamının
sağlanmış olmasının ne denli önemli olduğuna işaret etmektedir.
Sonuç olarak; Đngiltere’de hükümetin ortalama yıllık geliri 16. yüzyılda
500.000 pound düzeyinde iken, bu rakam izleyen yüzyılda yine yıllık bazda
ortalama 7.500.000 pounda yükselmiştir. Bu artışın bir kısmı enflasyondan
kaynaklansa da, asıl olarak imalât endüstrisindeki gelişme ve büyüme ile dış
ticaret söz konusu artışta çok etkili olmuştur (Durant, 1963:304).
Nitekim bir önceki yüzyıla göre 17. yüzyılda ortalama yıllık gelirin %
1400 oranında artmış olmasında, imalât endüstrisinde yaşanan gelişmelerin
yanında, hem yüzyılın hemen başlarında faaliyete geçen “Doğu Hindistan
Şirketi” ve hem de ilki 1651 yılında çıkarılan ve izleyen yıllarda da yenilenen
“Gemicilik Yasaları”nın önemi kuşkusuz yadsınamaz.
3.5.2. Tarım, Hayvancılık ve Ticaret Temelinde Sanayileşme Politikası
17. yüzyıl Đngiltere’sinde yaşanan sanayileşme sürecinde tarım,
hayvancılık ve ticarete ilişkin değişim sürecinin ortaya konulması, konunun
bütünlük sağlanarak daha iyi algılanmasına imkân verecektir.
Bu bağlamda Crouzet'e göre; “Đngiliz tarihinde ve ekonomisinde yün,
yün imalâtı çok önemli bir yere sahiptir. Bu önem aynı şekilde, kapitalizmin
yükselişini de teşvik etmiştir. Bu durum 17. yüzyılda ve 18. yüzyıla geçiş
sürecinde Đngiliz ve Fransız ekonomilerinin kalkınmasında farklı etkiler ortaya
çıkarmıştır. Söz konusu sektördeki gelişmeler 18. yüzyıl Đngiliz Endüstri
Devriminin hazırlayıcısı olmuştur. Nitekim Đngiltere 16. yüzyılın sonları ve 17.
yüzyılın başlarından itibaren endüstri devrimi sürecinden geçmekteydi. Bu
dönemde bir dizi teknik buluş gerçekleştirilmiş ve kömür veya kok kömürüne
dayalı yeni endüstriler doğmuştur. Söz konusu durum aynı dönem
Fransa’sında yaşanmamaktaydı. Dolayısıyla Đngiltere 1540–1640 yılları
arasını kapsayan dönemde özellikle madencilik, metal üretimi, cam ve yünlü
149
mamullere ilişkin kişi başına üretimde Fransa’nın önünde yer almaktaydı”
(Crouzet, 1990:12-13).
Bu noktada, dönem Đngiltere’sinde, hayvancılık ve dolayısıyla yün ve
yün endüstrisinde önemli bir yeri olan çitleme hareketinden bahsetmek yararlı
olacaktır.
Đngiltere’de toprağı kuşatma hareketi olarak da adlandırılan çitleme
hareketi, her ne kadar Tudor Hanedanlığı döneminde başlamış olsa da,
zamanla çiftçilikte uygulanan metotların değişmesi ve parlamento üyelerine
ilişkin belirtilen sınıf değişikliği neticesinde, parlamentoca çıkarılan özel
yasalar bu sürece yardım etmiş ve hızlandırmıştır. Böylelikle yüzlerce yıldır
köylülerinin sığırlarını otlattıkları kamu arazileri ve küçük çiftlikler ticaretle
uğraşan toprak sahipleri tarafından satın alındı. Bunun sonucunda da bu
küçük arazi parçaları birleştirilmiş oldu. Bu da beraberinde bu sektörde büyük
ölçekli girişimleri doğurdu. Diğer yandan tekstil endüstrisinde artan yün
talebini karşılamak için koyun sayısının arttırılması gerekliliği, tarıma elverişli
geniş arazilerin çitle çevrilmesini beraberinde getirdi (Wallbank, Taylor ve
Bailkey, 1962:383).
Özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısında belirginleşen çitleme hareketine
rağmen, Đngiltere’de baş gösteren ticari kapitalizm, tarımsal manzarayı da
karakteristik bir biçimde değiştirdi. Çiftçiliğin kârlı hale gelmesi ticaretle
uğraşan orta sınıfı bu sektöre çekti. Bunlar geniş araziler alma yoluna gittiler.
Çünkü toprak sahibi olmak soyluluğun da alametiydi. Toprak ve ticaret
arasındaki bu ilişki parlamentoda güçlü olan yeni bir grubun doğmasına yol
açtı. Özellikle bu sınıf kaynaklı olarak, ulusal mallara olan talep de arttı. Bu
durum olumlu bir biçimde tarım sektörüne yansıdı. Böylelikle bu sektördeki
ilkel üretim teknikleri demode olmaya başladı. Yeni toprak sahipleri iş
dünyasındaki yöntemleri yeni yöneldikleri sektöre de taşıdılar. Yeni aletlerin
bu sektörde kullanılmasına ilişkin cesurca atılımlar, verimlilik artışını da
beraberinde getirdi. Tarımda kullanılan yeni aletlere; Jethro Tull’un (1674–
1741) bitki ve tohumları düzenli bir sıra dahilinde toprağa yerleştiren aleti
örnek verilebilir. Öte yandan Viscount Charles Townshend (1674–1738) kil ve
kireç karışımı kullanarak, değersiz durumdaki bataklık alanları ekilebilir arazi
150
haline getiren bir yöntem buldu. Yine Robert Bakewell ise (1725–1795) çiftlik
hayvanları üzerinde çalışarak hem hayvanların daha iyi gelişimini, hem de bu
hayvanlardan elde edilen et ve sütün kalitesini ve miktarını arttırmayı başardı.
Đngiltere’de tarım alanında örnek verilen bu reformlar yaşanırken, aynı durum
Kıta Avrupa’sı için geçerli değildi (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:383).
Dolayısıyla çitleme hareketi her ne kadar tarım sektörünü olumsuz yönde
etkilese de, bu sektörde yaşanan söz konusu bir dizi yenilik ve toprağın
verimliliği bu olumsuzluğu azaltmada etkili olmuştur.
Nitekim Đngiltere yüzölçümü bakımından, Fransa’ya nazaran küçük
olsa da, hem belirtilen tarım ve hayvancılık sektörlerine ilişkin yenilikler, hem
toprağın verimliliği, hem de yönetimin Fransa’ya nazaran halka olumlu
yaklaşımı belirtilen durumu fazlasıyla telafi etmekteydi. Öte yandan coğrafi
bakımdan
kıtadan
ayrı
olması,
Đngiltere’ye
yönelik
askeri
saldırılar
bakımından da cesaret kırıcı olmaktaydı. Đngiltere ve Đskoçya’nın 1707 yılında
birleşmesi ise Batı Avrupa’da iç ticaret bakımından geniş bir gümrüksüz alan
yarattı. Aristokrasi ve orta sınıf, parlamento ile ticaret ve bankacılık alanında
faaliyet gösteren şirketlere egemen olabiliyorlardı. Dolayısıyla Avrupa’nın
hiçbir yerinde olmayan biçimde yeni yeni girişimciler ortaya çıkıyordu.
Denizlerin kademe kademe kontrol altına alınması, yabancı topraklarda
kurulan ticari karakollar, girişilen ve başarıyla sonuçlanan savaşlardan elde
edilen ganimetler ve denizaşırı ülkelerde yapılan becerikli ticaret sayesinde
Đngiltere
ticaretten
çok
kazanç
elde
etti
ve
dünyanın
en
büyük
Đmparatorluğunu kurdu (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:378). Dolayısıyla
17. yüzyıl Đngiltere’sinde, özellikle yüzyılın ikinci yarısında, gemicilik yasaları
örneğinde de görüldüğü gibi, ticarete yönelik yapısal değişiklikler yaşanmıştır.
Bu da Đngiliz tacirlere ve dolayısıyla Đngiltere’ye avantaj sağlamıştır. Ancak
söz konusu avantajın arka planını oluşturan, Đngiltere’nin sömürgeci
yayılması ve deniz aşırı ticaret denilince akla ilk gelen Doğu Hindistan Şirketi
gibi başka önemli unsurlar da vardı.
151
3.5.3. 17. Yüzyılda Đngiltere’nin Sömürgeci Yayılması
Avrupa’da 15. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleştirilen bir dizi teknik
ilerleme ve buluşlar beraberinde keşifleri, bu da Avrupa ülkelerinin sömürge
elde etme yolunda yoğun bir mücadeleye girişmelerini getirmiştir. Bu
bağlamda Đngiltere için okyanusun anlamı dış dünyaya açılmak ve ticaret
demekti.
Đngiltere’nin söz konusu durumuna geçmeden önce, kısaca konunun
evveliyatına bakmak yararlı olacaktır: Portekiz 15. yüzyılda keşif ve denizaşırı
ticarette çok hakimdi. Nitekim o dönemlerde Đngiliz satıcılar Portekizlilerin,
Batı Afrika, Asya ve Brezilya seyahatlerine katılırdı. Ancak 16. yüzyılda en
büyük koloniyel güce, merkez ve Güney Amerika’nın büyük kesimine
fetihlerde bulunan Đspanya sahipti. Đspanya böylelikle Portekiz’in sahip olduğu
gücü elde etti. Diğer yandan aynı dönemde Hollanda da çok aktifti. Doğu
Hindistan baharat ticareti üzerinde egemen oldu ve Portekiz’i 16. yüzyılın
sonunda Afrika sahillerinin büyük bir kesiminden çıkardı. Đngiltere’nin 1588
tarihinde Đspanya karşısında bozguna uğraması, daha fazla genişlemesinde
cesaret kırıcı olmuştur. Ancak Hollanda’nın Güneydoğu Asya’da varlığını
sürdürmesi, Đngiliz Doğu Hindistan Şirketinin Güney Asya’da ayak basacak
bir yer bulmasını ve değerli baharat ticareti için bir geçit elde etmesini
sağlamıştır. Portekiz’in Afrika ile ticareti ve keşifleri 15. yüzyılda çok
gösterişliydi ve Afrika sahilleri boyunca ileri karakolları sıralanmaktaydı. Bu
sayede altın, fildişi, baharat ve köle ticareti yapmaktaydı. Ancak nüfuzu
altında olan bölgelere yönelik baskınları önlemede aciz kalması, Afrika’da
Hollanda ve Đngiliz etkisinin gelişmesine yol açtı, bu da kuşkusuz çok önemli
bir durumdu (Samson, 2001:8). Bu önemli durum; Portekiz’in Afrika Kıtası
örneğinde olduğu gibi, başlangıçta hakim olduğu sömürgelerinde zamanla
etkinliğini yitirmesi sonucu ortaya çıkan boşluğun, Hollanda ve Đngiltere
tarafından doldurulmuş olmasıdır.
Avrupa’da belirtilen yüzyıllarda Đngiltere’nin sömürge elde etme
mücadelesine gelecek olursak; bu süreci Beaud şöyle ifade etmektedir;
“Đngiltere’nin sömürge ve deniz gücü daha XVI. yüzyılın sonunda Đspanya’ya
karşı ağırlığını koymuştu. XVII. yüzyılda Hollanda’yla karşı karşıya gelmiş,
152
XVIII. Yüzyılda da Fransa’yla kapışmıştı. Đngiltere XVII. yüzyılın başından
itibaren sömürgeci bir yayılma başlattı. Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi 1600
yılında Kraliçe I. Elizabeth’in bir yasasına dayanarak kuruldu. Kuruluşundan
on beş yıl sonra Hindistan’da, adalarda, Endonezya’da ve Japonya’nın Hirats
bölgesinde yirmi kadar şubesi vardı. 1628’de Đran’a, 1688’de de Bombay’a
kök salmıştı. Bu arada, Đngilizler 1625’te Barbados’a yerleşip 1664’te Yeni
Amsterdam’ı almadan önce, Québec’i (1629), Jamaika’yı (1655) ele
geçirdiler. Başta Doğu Hindistan Şirketi gelmek üzere, kurulan şirketler
sayesinde, Đngiliz dış ticaret hacmi 1610 ile 1640 yılları arasında on kat arttı,
üretim gelişti. 1640’lara doğru bazı kömür üreticileri yılda on ila yirmi bin ton
üretim seviyesine ulaşmışlardı ki, yüzyıl önce bu rakam birkaç yüzü
geçmiyordu. Fırınlar, demirhaneler, şap ve kâğıt imalâthaneleri birkaç yüz işçi
çalıştırıyordu. Tekstil imalâtçıları ve tüccarları evlerde iplik örücüsü ve
dokumacısı olarak yüzlerce, bazen binlerce insan çalıştırıyorlardı. Bu ticareti
ve sanayiyi harekete geçiren burjuvazi, teşviklere ve korumalara ihtiyaç
duyuyordu” (Beaud, 2003:32-33). Burjuvazinin bu ihtiyacı ise, Đngiliz
Krallığının dünya çapında güçlü bir imparatorluk kurma hayali ile ortak bir
zeminde buluşuyordu.
Bu birlikteliği Beaud ise yine şöyle ifade etmektedir; “Ulusal görkem,
devletin ve tüccarın zenginleşmesi, dünyaya egemen olma; bütün bunlarda
hükümdarla burjuvazi arasında bir uzlaşma temeli bulunuyor. Ne ki, kolay
olmayan bir uzlaşma söz konusuydu. Parlamentonun varlıklı sınıfları
ilgilendiren
vergiler
koyma
ayrıcalığına
riayet
etmemesi
halkın
hoşnutsuzluğuna neden olacak ve patlak veren büyük bir kitle eylemi 1649’da
I. Charles’in kellesinin uçurulmasıyla sonuçlanacaktı. Cromwell’in oligarşik bir
cumhuriyet kurma girişimi diktatörlükle sonuçlanacak, ama Đngiltere’nin,
Đskoçya’nın ve Đrlanda’nın koruyucu Lord’unun iktidarı uzun ömürlü
olmayacaktı” (Beaud, 2003:34).
Söz konusu teşvik ve korumacılık konusunu, Marx ise şu şekilde
ortaya koymaktadır. “Gerçekten de, I. James, ardından I. Charles imtiyazlar
dağıttı, tekeller oluşturdu, üretimi örgütleyip düzenleyici denetimler getirdi,
yün ihracatını yasakladı, Hollanda ve Fransız kumaşlarından alınan gümrük
153
vergilerini
yükseltti,
o
kadar
ki,
parlamento
kararnameleri,
cenaze
törenlerinde giyilen elbisenin ve kefenlerin yün kumaştan olmasını dahi
zorunlu kılmıştı” (R. Marx’dan aktaran Beaud, 2003:33).
Dolayısıyla 17. yüzyılın başlamasıyla Đngiltere’nin denizaşırı faaliyetleri
bir önceki yüzyıla nazaran maceracı tacirlerin ayrıcalıklı şirketleriyle çok daha
sistemli olmuş, denizaşırı kaynaklar sömürülmeye başlanmış, Asya ve
Afrika’nın belli bölgelerinde ileri karakollar kurulmuştur. Ayrıcalıklı şirketlerin
bir çoğu kısa ömürlü olmuştur. Ancak özellikle 1600 yılında kurulan Doğu
Hindistan Şirketi, monopol şirkete güzel bir örnektir. Tanınan ayrıcalık, Hint
ve Pasifik Okyanuslarında geniş bir bölgede diğer şirketlerin faaliyetini
engellemekteydi. Đmparatorluğun diğer kısımlarında, özellikle Kuzey Amerika
ve Batı Hindistan’da ticaret hâlâ hükümdarın kontrolü altındaydı. Devletin en
çok dikkati çeken rolü, hükümdarlığın ve ulusun yararı için ticareti teşvik
etmekti. Sivil savaşın hemen ardından II. Charles ticaretteki hükümdarlığın
kontrolünü kuvvetlendirdi. Đngiltere sömürgelere ait üretimin ithalâtını ve
ulaşımı doğudaki ayrıcalıklı şirketleri sayesinde tekeline almış ve Atlantik’te
Đngiliz gemilerinin kullanılmasını zorla kabul ettirmişti. Đngiliz mallarının satışı
için denizaşırı yerlere özel yollar oluşturmuştu. 17. yüzyıldaki yeni “Gemicilik
Kanunu”nu içeren 1696 tarihli Ticaret Kanunu, denizaşırı ticareti zirveye
taşıdı ve sömürgelerle ilişkileri düzenledi. Ticaret hükümdarlığa gelir
getiriyordu ve baharat, tütün, şeker gibi değerli ürünlerin ithalini sağlıyordu
(Clemens, 1987:1).
Diğer yandan Đngiliz kolonilerinde iç kısımlara ulaşan, dolayısıyla gemi
taşımacılığı yapılabilen nehirler mevcuttu. Kolonileşme yeni olmakla beraber,
ana ülkeye pek çok fayda sağlamaktaydı. Gemi direği yapımında kullanılan
beyaz çamın bulunduğu geniş ormanlar mevcuttu. Đngiltere’nin, Amerika’daki
kolonisi olan New England’a, buradaki kaynakları kullanmak ve Hindistan ile
kürk ticareti yapmak amacıyla göçmenler yerleşti. Bunların sayısının,
1640’ların başında göç durdurulana dek, olağanüstü bir biçimde artacağını
kimse öngörememişti” (Main, 1988:1).
17. ve 18. yüzyıllarda denizaşırı ticaretin çok önemli bir yere sahip
olduğu gerçeğinden hareketle, Đngiltere için üzerinde durulan döneme ilişkin
154
uygun şartlar sonucunda, dış ticaret monopol konumunda bulunan genellikle
anonim şirketlerce yapılmıştır. Tacirler ise bu alanda ya firma ya da bireysel
girişimci sıfatıyla faaliyette bulunmuşlardır. Bu kurumların bünyesine katılmak
değişik yollarla sınırlanmıştır. Bunlardan en önemlisi miras ya da çıraklık
yoluyla katılım dışında uygulanan yüksek tazminatlardır. Çıraklığa başlamak
ta önemli tutarda prim ödemesi gerektirmekteydi. Bunlara ilaveten üyelerden
tacir ve Londralı olma şartları aranmaktaydı. Diğer yandan perakende satış
yapanlar, gemi kaptanları ve köylüler sistem dışında tutulmuştur. Ancak 1626
yılından sonra Amerika’ya yönelik ticaret önündeki engeller kaldırılarak, tüm
Đngilizlere ve kolonilerine açılmıştır. Böylelikle pek çok kişi Kuzey Amerika ve
Batı Hindistan’la ticarete yönelmiştir (Clemens, 1987:2).
Đngiltere’nin Amerika Kıtası’nda gerçekleştirdiği sömürgeci faaliyetlere
gelince;
Amerika’ya
yönelik
cazibeli
ticaret
başlangıçta
kolaylıkla
gerçekleştirilmekteydi. Ancak 1685 yılından sonra tütün üzerine konulan çok
yüksek gümrük resimleri ve sıkı düzenlemelerle bu ticaret kontrol altına
alınmıştır. Bunun sonucunda 1685–1775 yılları arasında firma sayısında ciddi
oranda azalma olmuştur. Ardından sigorta şirketlerinin de devreye girmesiyle
büyük şirketler Doğu Akdeniz ülkelerinde şeker ve köle ticaretine
yönelmişlerdir. Bu sürece daha büyük ve güvenilir firmalar ile güvenli ortam
da katkıda bulunmuştur (Clemens, 1987:1). Bu genel bilginin ardından bu
süreci biraz daha açmak yararlı olacaktır.
Đngilizler, Kuzey Amerika’ya ilk defa 1607 yılında ayak basıp
Virginia’daki
Jamestown’u
aldılar.
Ardından
1620
yılında
da
Massachusetts’deki Plymouth’u ele geçirdiler. Tıpkı başlangıçta Đspanyollar
ve Portekizlilerin yaptığı gibi buralarda ticari amaca yönelik kanallar ve ticari
şirketler kurdular. Tarıma ve balıkçılığa dayalı ekonomiye önem vererek elde
edilen ürünlerin ana ülkeye gönderilmesini sağladılar. Bunlar arasında morina
balığı, kürk ve tütün önde gelmekteydi. 1664 yılında ise Đngiltere Amerika
Kıtası’nda Hollanda’yı bozguna uğrattı. Böylelikle kısa zaman önce Cromwell
döneminde, Hollanda karşısında alınan yenilgi telafi edilmiş oldu. 1626
yılında kurulan New Amsterdam da alınmış oldu. Buranın ismi, vurgulandığı
üzere, daha sonra New York olarak değiştirildi. New Amsterdam, ileriki
155
dönemlerde Amerika’nın kalkınmasına öncülük eden, Stuyvesant, Schuyler
ve Roosevelt gibi Hollandalı ailelerin bulunduğu bir yerdi (Brinton,
Christopher ve Wolff, 1971:338). Đngiltere’nin genel anlamda ve Amerika
Kıtası’nda 1607 yılında başladığı belirtilen sömürge elde etme mücadelesini,
Hill; “1530 yılından sonra Đngiltere’ye özgü bağımsızlık kurumları ortaya
çıkmıştır. 1066 yılından 15. yüzyıla kadar Đngiltere’nin, Fransa’da aralıklı da
olsa sömürgeleri bulunmaktaydı. Bunların tamamı zamanla yitirilmiş, en son
ileri karakol durumundaki Calais ise 1558 yılında düşmüştür. Đzleyen 25 yıl,
1066’dan beridir Đngiliz tarihinde, Đrlanda dışında Đngiltere’nin sömürgesinin
olmadığı tek dönemdir. I.Elizabeth döneminin sonlarında Amerika’da elde
edilen sömürgeler, tacirler ve protestanlar açısından, 1651 yılından sonraki
emperyal politikanın merkezi olması bakımından önemliydi (Hill, 1967:13).
Samson ise; “Kuzey Amerika’ya yönelik faaliyetler Kraliçe Elizabeth
döneminde de artarak devam etti. Elizabeth, Đspanya’nın Amerika’daki
hakimiyetine meydan okudu ve yeni dünyaya pek çok seferde bulunuldu.
Bunun
sonucunda
Đngiltere
Kuzey
Amerika’ya
iyice
yerleşti.
Tıpkı
Hindistan’da olduğu gibi büyük çiftliklerde tütün ve diğer kârlı ürünler
yetiştirildi. Fakat yeni dünyada Đngilizlerin protestanlık mezhebi yerine,
Đspanya ve Fransa’nın katolik mezhebi hakimdi. Buna rağmen “New
England”a yönelik ilk kaşiflerden John Smith, Đspanya’nın Amerika’daki
üstünlüğüne meydan okuyarak, protestanlığa ait girişimciliği canlı tutarak ve
geliştirerek, deniz ticaretini arttırdı” (Samson, 2001:12) şeklinde, yani I.
Elizabeth
dönemi
ile
ilişkilendirmektedirler.
Bununla
beraber
burada
vurgulanması gereken, Đngiltere’nin Amerika Kıtası’na yönelik sömürgeleşme
faaliyetinin tüm 17. yüzyıl boyunca artarak devam ettiğidir.
Nitekim 17. yüzyılın sonuna gelindiğinde, 18. yüzyılın başlarında
Đngiltere’nin Amerika’daki koloni sayısı Maine’den, Georgia’ya on üç adete
yükselmiştir. Güneydeki kolonilerde kurulan büyük çiftliklerde oranın iklimine
uygun olarak özellikle tütün ve pirinç yetiştiriliyordu. Đngiltere’nin Amerika’daki
kolonilerinde tarım ve balıkçılık dışında, küçük ölçekli de olsa, çeşitli
endüstriler de kurulmuştu (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:339).
156
Đngiltere’nin üzerinde durulan dönemde Afrika’ya yönelik ticareti ise,
1664 yılında Hollanda’nın Batı Afrika’daki sahil kalesine el konulmasıyla
artmıştı. Buradaki yayılmaya köle ticareti yol açmıştı. 17. yüzyılın başlarında
Portekiz’in, Đspanya kolonilerine yönelik ticareti, kolonilerin bağımsızlık
mücadelesine girişmesiyle azaldı. Đspanya, Afrikalı köle temin etmek için
mecburen Hollanda ve Đngiltere’ye yöneldi. Nitekim Afrika’da kendi başına
temeli hiç olmadı. Đngiltere’nin Batı Hindistan ve Kuzey Amerika’daki
kolonilerinde bulunan büyük çiftlikler, ayrıcalıklı Đngiliz şirketleri ve pek çok
bireysel tacirin, Đngiltere’nin köle ticaretindeki payını büyütmesini sağladı.
1607 yılında Đngiltere, Kuzey Amerika’da bulunan Virjinya’da ilk başarılı
büyük çiftliğin temelini attı. Bu uygulama Đngiliz ve Đskoçlara Đrlanda’da örnek
oluşturdu. Benzer süreç 1620’ler ve 1630’lar boyunca Batı Afrika’daki adalara
yönelik genişleme sırasında da, Đspanya’nın almak istediği Barbados adası
gibi, yaşandı. Ayrıca Đngiltere 1655 yılında Đspanya’nın kolonisi olan
Jameika’yı güç kullanarak elde etti. 17. yüzyılın sonlarında Đngilizlere ait
büyük çiftliklerde geniş ölçüde tütün ve şeker yetiştiriliyordu. Đngiliz hükümeti
toprak bağışı karşılığında sömürgelerinde yaşayanlardan Đngiltere ve diğer
ülkelerle yaptıkları ticarette sadece Đngiliz gemilerini kullanmalarını istedi.
“Himayecilik” şeklinde nitelendirilen bu durum, Đngiliz Đmparatorluğu’nun ilk
zamanlarında en çok göze çarpan durumdu. Diğer yandan 17. yüzyılda
Hollanda ve Đngiltere arasında çeşitli savaşlar olmuştur. 1664 yılında elde
edilen Đngiliz zaferi sonucunda “New Amsterdam” ismi, “New York” olarak
değiştirilmişti. Diğer yandan Hollanda’nın kuzey doğusundaki deniz kıyıları
Đngiltere’nin kontrolüne girmiş, 1700 yılına gelindiğinde bu kıyılarda Đngiliz
kolonisi sayısı 11’e ulaşmıştı (Samson, 2001:9-10).
Dolayısıyla; Viner'e göre; “Đngiltere’nin deniz gücü, dış ticaretini
koruyarak genişlemiş, ticaretin artması da donanmanın daha da büyümesini
ve güçlenmesini sağlamıştır. Đngiltere’nin dış politikasında ticari amaç,
Fransa’ya nazaran çok daha büyük yer tutmuştur. Bunda, Đngiltere’de çok
daha fazla tacirin doğrudan doğruya ülke idaresi içinde yer almaları, yani bu
yöndeki siyaseti etkilemeleri önemli rol oynamıştır” (Viner’den aktaran Blaug,
1991b:96).
157
Đngiltere’nin sömürgeci yayılması konusunu tamamlamadan önce, Sir
Josiah Child’ın bu konudaki söylemlerini belirtmek, Đngiltere ve Fransa’nın
kıyaslanmasına katkı sağlayacaktır. Đngiltere ile sömürgeleri arasında çok sıkı
ekonomik ilişkiler kurulması ve sömürgelerin önemini vurgulayabilmek için
Child, “Barbados veya Jameika’da çalışan her Đngiliz, anavatanda dört kişinin
istihdamını sağlıyor.” şeklinde söylemde bulunmuştur. Bu bağlamda
Đngiltere’ye ait her sömürge, tüm üretimini anavatana aktarmaya ve dış ticaret
ilişkilerini anavatanla kurmaya mecburdu (Spiegel, 1971:150).
Child’a göre Đngiltere Krallığı için en zararlı koloni “New England” idi.
Bu koloni Amerika’daki diğer büyük çiftliklerden farklı olarak, üretimini
anavatana aktarma ve dış ticaret ilişkisini onunla kurma kuralına uymuyordu.
“New England”da Đngiliz ekonomisi için, şeker ve tamamlayıcı mallar yerine,
sığır ve mısır gibi rakip mallar üretilmekteydi. Child Amerika’daki, Fransa ve
Đspanya’nın kolonileri ile Đngiltere’nin kolonilerini de kıyaslar. O’na göre
mülkiyet ve özgürlük endüstriyi geliştirici unsurlardır. Fransa’nın Amerika’daki
kolonilerinden başarılı sonuç alamamasını yadırgamaz. Çünkü Fransız çiftlik
sahipleri, Đngilizler gibi mülk sahibi değillerdir. Onlar şirket veya kralın
denetimi altındadır. Đspanyollar ise, tüm çabalarını altın ve gümüş
madenciliğine yöneltmişlerdir. Đnsanların pek çoğu, en azından köleleri,
madenlerde ölmüşlerdir. Tarım ve tarımsal malların üretimini ihmal etmişlerdir
(Spiegel, 1971:150).
Sonuç olarak ortaya konulan bu tablo, Đngiltere’nin sömürgeci
yayılmasında, başta Doğu Hindistan Şirketi olmak üzere, dış ticaret
faaliyetinde bulunan şirketlerinin önemli rol oynadıklarını göstermektedir.
Diğer yandan bu kesimin teşvik taleplerinin yerine getirilmesi, buradan
hareketle monopol güç elde etmeleri ve bununla da yetinilmeyerek üretimin,
ihracat ve ithalâtın korumacı anlayışla düzenlenmesi Đngiltere’nin vurgulanan
duruma gelmesini sağlayan unsurlar olmuştur.
Tüm bu açıklamaların ardından, Đngiliz siyasi ve iktisadi tarihinde çok
önemli bir yeri olan, çalışmanın konusu bakımından da 17. yüzyıl Đngiltere’si,
Fransa’sı ve bu iki ülke ekonomisini kıyaslamaya ışık tutacak olan, yaklaşık
158
iki buçuk asır varlığını sürdürmeyi başaran, Đngiltere’nin “Doğu Hindistan
Şirketi”ne aşağıda ayrıntılı bir biçimde yer verilmiştir.
3.5.4. Doğu Hindistan Şirketi
Đngiltere tarihinde, Doğu Hindistan Şirketi büyük bir ticari monopol ve
finans piyasasına yönelik fon kaynağı olması yanında, yaptığı lobi faaliyeti
sayesinde siyasi hayata ilişkin alanda da da çok güçlü bir konuma sahipti
(Kearney’den aktaran Blaug, 1991b:245).
Doğu Hindistan Şirketi, Đngiltere’nin denizaşırı bölgelere yönelik ticari
genişlemesinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu şirket 1600 yılında kurulmuş
ve iki asırdan fazla bir süre faaliyetini sürdürmüştür. Bu zaman zarfında
doğudaki adaların ve Hindistan’ın, Đngiliz Đmparatorluğunun sömürgesi haline
getirilmesinde çok önemli bir rol oynamıştır (Lawson, 1993:19).
Doğu Hindistan Şirketi’nin kurulma sürecinde, Avrupa’daki genel tablo
şöyleydi; doğuda Portekiz’in gücünün hızla azalması ve Kuzey Avrupa’da
ticaretin hızla artmasıyla gözler doğuya çevrilmişti. Oysa bu uzun mesafeli bir
ticaretti ve dolayısıyla çok riskliydi. Đngilizler buraya yönelik ticarete
başlamadan önce, böyle bir yolculuk için gerekli olan fiziki imkânlara
kavuşmak zorundaydı ve tabi ki rakibi Hollanda’yı, korsanlığı ve deniz
kazalarını da göz ardı etmemesi gerekiyordu. Bu şartlar altında Doğu
Hindistan Şirketi, yasayla büyük ayrıcalıklar tanınarak anonim ortaklık
şeklinde kuruldu ve Đngiltere’nin tüm doğuya yönelik ticaretinde monopol hale
geldi. Sonraki yıllarda da şirkete tanınan ayrıcalıkların kapsamı giderek
genişledi. Bu da, ülke ticaretinde çok önemli bir yere sahip olduğuna herkesin
inanmaya başlamasıyla, şirket idarecilerinin hükümet üzerindeki etkisini
giderek arttırması sayesinde gerçekleşmiştir (Lawson, 1993:19-20).
“Doğu Hindistan Şirketi, işe yalnızca temsilcileri için ortaklık acentaları
ve metaları için antrepolar kurmakla başlamıştı. Bunları korumak için birçok
küçük
kale
yaptılar.
Hindistan’da
dominyonlar
kurulmasını
ve
gelir
kaynaklarından birini bu eyaletlerden alınan vergilerin oluşturmasını daha
1689’da düşünmüşlerdi, ama 1744’e kadar Bombay, Madras ve Kalküta
dolaylarında ancak birkaç önemsiz bölge ele geçirmiş bulunuyorlardı.
159
Ardından Carnatic’de patlayan savaşın etkisiyle Şirket, çeşitli savaşımlardan
sonra, uygulamada, Hindistan’ın bu bölgesinin söz sahibi oldu. Bengal’deki
savaşın ve Cilve’deki zaferin, çok daha önemli sonuçları oldu: Bengal’in,
Bihar’ın ve Orissa’nın gerçekten işgali” (Marx ve Engels, 1997:49). Bu durum
ise şirketin kuruluş yıllarının aksine ilerleyen süreçte, Đngiltere’nin, şirketin
faaliyette bulunduğu yörelere ilişkin sömürgeci yayılmasında önemli rol
oynadığını ortaya koymaktadır.
“Şirketin 1601 yılındaki ilk seferinin parasal tutarı 70.000 pound
düzeyindeydi ve bu rakam finans piyasası henüz gelişmemiş olan Đngiltere
için muazzam bir rakamdı. Londra’da o dönemde büyük bir banka
bulunmamaktaydı. Dolayısıyla söz konusu parasal kaynak ticari gelişime
büyük destek sağladı. Bu durum şirketin ayrıcalıklarla desteklenmesi gibi
zincirleme bir ilişkiyi ortaya çıkardı. Örneğin şirkete Hint Okyanusundaki
çeşitli yerlerden mal alımı için krallık dışına değerli maden çıkarma ayrıcalığı
da tanındı. Bu da kuşkusuz şirketin ticari faaliyette bulunmasını daha da
kolaylaştırdı. Diğer yandan Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi, temel rakibi
Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi gibi yarı milli de değildi. Çünkü
Đngiltere’de ayrıcalık izni, kendi çabasıyla ticaret yapan ya bir şirkete ya da
bireysel girişimcilere verilebiliyordu” (Lawson, 1993:23). Bu durum, Đngiliz
Doğu Hindistan Şirketinin, Hollanda’nın aynı adı taşıyan rakibi şirketten statü
olarak farklı olduğunu, elde ettiği ticari başarının kendisine yeni ayrıcalıklar
kazandırdığını, bunun da siyasi alanla dolayısıyla yönetimle karşılıklı çıkar
ilişkisinden kaynaklandığını göstermektedir.
Nitekim söz konusu sürece ilişkin Marx’ın yorumu şu şekildedir:
“Anayasal monarşi ve tekelci finansın parababaları arasında, Doğu Hindistan
Şirketi ve “görkemli” 1688 devrimi arasında büyük liberaller ve liberal
hanedanlar arasında birliği koruyan, her zaman ve her ülkede, birleştiren ve
düzenleyen güç, anayasal monarşinin devindirici gücü, bozulmuşluk gücüdür.
Daha 1693’te parlamenter soruşturmalardan, Doğu Hindistan Şirketinin,
iktidardaki şahıslara “hediyeler” başlığı altında, devrimden önce 1.200 sterlini
pek ender aşan yıllık giderlerinin 90.000 sterline ulaştığı belli olmuştur. Leeds
dükü 5.000 sterlin tutarında bir rüşvetle suçlanmış ve erdemli kralın
160
kendisinin 10.000 sterlin aldığı ortaya çıkmıştı. Bu bozulmuşluk olaylarının
yanı sıra, hükümete çok büyük tutarlarda düşük faizli krediler verilerek ve
rakip yöneticiler satın alınarak, rakip şirketler hayâsızca çökertiliyordu (Marx
ve Engels, 1997:46).
Tüm bu ilişkiler ışığında şirket, kendisine tanınan ayrıcalığa dayanarak
1601
yılında
21.742
pound
tutarında
değerli
maden
ihracatı
gerçekleştirmiştir. Diğer ticari malların değeri ise 6.860 pound düzeyinde
olmuştur. Bu mallar arasında başta yünlü giyecek, kurşun ve Đngiltere’de
üretilen teneke kutu yer almaktaydı. Diğer yandan demir, mercan ve cıva da
ihraç edilen ürünler arasındaydı. 1615 yılında doğuya yönelik mal ihracatı
50.000 pound olarak gerçekleşmiş 1633 yılında ise bu rakam 115.900
pounda yükselmiştir (Lawson, 1993:24).
Doğu Hindistan Şirketi’nin ithalâtına gelince; şirket ilk 25 yıl boyunca
sadece biber ithal etmiştir. 1625 yılından sonra ithal ürünleri sadece biberle
sınırlı kalmasa da, 1630’lu yıllarda 1.000.000 poundu aşan biber ithalâtı,
kârlılık bakımından diğer tüm malları geride bırakmıştır. Biberin bu cazibesi;
yükte hafif olmasından, kolay taşınmasından ve fiyatının yüksek olmasından
kaynaklanıyordu. Biber iç pazardan ziyade, Avrupa’nın diğer ülkelerine de
ihraç ediliyordu. Ancak bu kârlı ticaret çok da uzun sürmedi. Çünkü başlıca
rakip Hollanda da biber ticareti yapıyordu. Dolayısıyla Hollanda’nın da
Avrupa piyasasına yönelmiş olması piyasanın doygunluğa ulaşmasına ve
fiyatların düşmesine yol açtı. Bu da Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin strateji
değiştirerek daha çok diğer mallara yönelmesine neden oldu. Bunlar
arasında; karanfil, sarımsak, pamuklu bez, ipek ve tarçın sayılabilir (Lawson,
1993:25).
Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin sağladığı bu kârlı dış ticaret
faaliyetinde, elde edilen kâr sonucunda yeni yatırımların yapılmasının da
büyük payı vardır. Nitekim şirkete, 1601-1612 yıllarını kapsayan dönemde
517.784 pound tutarında yatırım gerçekleştirilmiş, elde edilen kârlarla, bu
tutarda dönem sonunda % 155 oranında artış gerçekleşmiştir. 1613-1623
döneminde şirketin doğudaki sabit maliyetlerinin artması sonucunda söz
konusu performansta düşüş yaşanmıştır. Buna rağmen kârlı ticari faaliyet
161
devam etmiştir. Nitekim söz konusu dönemde 418.691 pound tutarında
yatırım yapılmış, bir önceki dönemdeki oran ise, bu dönemde % 87 olarak
gerçekleşmiştir. 17. yüzyılın ilk yarısından sonra, 1657 yılında şirkete yönelik
yeni yatırım tutarı ise 740.000 pound düzeyinde olmuştur. Bu durum
yatırımcıların şirkete olan güveni nedeniyle yaşanmıştır. Üstelik bu güven
uzun dönemliydi ve hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü Doğu Hindistan Şirketi,
doğuya yönelik Đngiliz ticaretinde altın bir çağ başlatmıştı ve konunun
başlangıcında vurgulandığı üzere, özel statüsü bulunuyordu (Lawson,
1993:40).
Doğu Hindistan Şirketi’nin kuruluşundan, varlığını sürdürmesine
olanak sağlayan siyasi arka plan ve bu sürecin eleştirisine gelince; Karl Marx
bunu şu şekilde ortaya koymaktadır: “Doğu Hindistan Şirketinin faaliyetlerinin
başlangıcında, Elizabeth’in saltanatı sırasında, Şirkete, Hindistan ile ticaretini
daha yararlı yürütebilmesi için, yılda 30.000 sterlin değerinde gümüş, altın ve
yabancı para ihraç etme izni verilmişti. Bu çağın tüm önyargılarına karşı
geliyordu ve Thomas Mun; “Đngiltere’den Doğu Hindistan’a, Ticaret Üzerine
Bir Söylev-A Discourse of Trade, from England unto the East Indies” adlı
çalışmasında değerli madenlerin bir ülkenin sahip olabileceği tek gerçek
zenginlik olduğunu kabul ederken, aynı zamanda da ödemeler dengesi
ihracatçı ülkenin lehine olmak koşuluyla, bunların ihracatına güven içinde izin
verilebileceğini savunarak “merkantilist sistemin” temellerini tam olarak
açıklamak zorunda kalmıştı. Doğu Hindistan’dan ithal edilen mallar esas
olarak öteki ülkelere yeniden ihraç edilerek, buradan bu metalara
Hindistan’da ödemek için gerekenden çok daha büyük miktarda madeni para
sağlandığını ileri sürmektedir. Giderek Doğu Hindistan Şirketinin yandaşları
daha cesurlaştılar ve bu tuhaf Hindistan tarihinde ticaret tekellerinin
Đngiltere’de serbest ticaretin ilk savunucuları olduğu tuhaf bir not olarak
belirtilebilir (Marx ve Engels, 1997:50-51).
Dolayısıyla Marx, daha fazla değerli madene sahip olma şeklindeki
temel merkantilist anlayışa tamamen ters olan Doğu Hindistan Şirketinin bu
madenleri ihraç edebilmesi ayrıcalığını, ödemeler dengesinin o ülke lehine
sonuç vermesi şartıyla anlamlı hale geldiğini ifade etmektedir. Bu da zaten
162
belirtilen temel anlayışın diğer bir şekilde ortaya konmasından başka bir şey
değildir. Yine Marx, dönem Đngiltere’sindeki ticaret tekelleri ve destekçilerinin,
aynı
zamanda
serbest
ticaret
savunucuları
olduğunun
tespitini
de
yapmaktadır ki, buna verilebilecek örneklerden başta gelenlerinden biri,
çalışmanın konusunu teşkil eden Sir Josiah Child’dır.
Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru şirketin faaliyetlerine ilişkin birtakım
rahatsızlıklar da gündeme getirildi. “Doğu Hindistan Şirketiyle ilgili olarak
parlamenter müdahale, ticaret adamları tarafından değil, sanayici sınıf
tarafından 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın çok büyük bir dönemi
boyunca, Doğu Hindistan pamuk ve ipekli kumaşlarının ithalinin yoksul Đngiliz
imalâtçılarını mahvettiği ileri sürüldüğü zaman istenmişti.….Yasa 11 ve 12,
madde 10 ile, Hindistan, Đran ve Çin’den gelen işlenmiş ipek ve basma ya da
boyanmış pamukluların giyilmesinin yasaklanması ve bunlara sahip olan
kişilerin 200 sterlin tutarında bir cezaya çarptırılmaları kararlaştırılmıştı. I., II.
ve III. George dönemlerinde de daha sonra o denli “aydın” olan Đngiliz
imalâtçılarının sürekli feryatlarının sonucu olarak benzer yasalar çıkarılmıştı.
Dolayısıyla 18. yüzyılın büyük bir kısmında, Hindistan mamulleri, Đngiltere’ye,
genel olarak Kıtada satılmak ve bizzat Đngiliz piyasasının tümüyle dışında
tutulmak üzere ithal edilmiştir” (Marx ve Engels, 1997:51). Dolayısıyla
belirtilen dönemlerde, şirketin ithal ettiği Hindistan mallarının yurtiçinde
kullanımı hem yasal düzenlemelerle engellenerek, hem de bu mamullerin
Kıta Avrupa’sına yeniden ihracı yapılarak yerli sanayi korunuyordu.
Bu durum şirketin büyümesi ve güçlenmesine engel bir durum değildi.
Nitekim Marx yine şirketin siyasetle olan ilişkisinden hareketle bu hususu şu
şekilde ortaya koymaktadır: “Doğu Hindistan Şirketi, hükümeti parayla satın
alarak elde ettiği gücünü, Đngiltere merkez bankasının da yaptığı gibi, yeniden
rüşvete başvurarak koruyordu. Tekel hakkının sona erdiği her dönemde,
imtiyazının yenilenmesini, ancak yeni krediler önererek ve hükümete yeni
hediyeler sunarak sağlayabiliyordu. 1756–1763 döneminde; Đngiltere-Prusya
ile Fransa- Rusya-Avusturya arasında cereyan eden ve Đngiltere’nin kazançlı
çıktığı Yedi Yıl Savaşı, Doğu Hindistan Şirketini ticari bir güçten askeri ve
bölgesel bir güce dönüştürdü. Doğuda Britanya Đmparatorluğunun temelleri
163
bu dönemde atılmıştı. Şirketin tahvilleri 263 sterline yükselmiş ve kâr payı %
12,5 oranında ödenmişti. Ama, artık şirketin yeni düşmanı rakip şirketler
biçimi altında değil, rakip bankalar ve rakip bir ulus biçimi altında ortaya
çıkmıştı. Şirket topraklarının, Đngiliz donanmasının ve Đngiliz ordusunun
yardımıyla fethedildiği ve hiçbir Đngiliz uyruğunun Krallıktan bağımsız
bölgesel egemenliklere sahip olamayacağı ileri sürüldü. O günün bakanları
ve o günün halkı, son fetihle kazanıldığı hayal edilen “harikulâde
hazineler”deki paylarını talep ediyorlardı. Şirket varlığını, ancak 1767’de
yapılan, hazineye yılda 400.000 sterlin ödeyeceğine ilişkin bir anlaşma ile
koruyabilmişti” (Marx ve Engels, 1997:46-47).
Söz
konusu
tespitler
şirket
yetkililerinin,
şirketin
varlığını
sürdürebilmesi uğruna gerektiğinde ülke yönetiminin her kademesiyle rüşvete
varan ilişkiler içine girebildiğini ve kuruluşunu izleyen yüzyılda artık diğer
şirketlerden öte, banka ve ülkelerle dahi mücadele edebilecek kadar güçlü
konuma ulaştığını ifade etmektedir.
Doğu Hindistan Şirketi ve Đngiltere tarihindeki yeri ve önemini yine
Marx’ın
yorumuyla
toparlayacak
olursak;
“Doğu
Hindistan
ticareti,
Đngiltere’deki farklı sınıfların tutumlarını tamamıyla değiştirerek, çok önemli
değişiklikler geçirmiştir. Bütün 18. yüzyıl boyunca, Hindistan’dan Đngiltere’ye
dökülen hazineler, karşılaştırıldığında önemsiz olan ticaretten çok ülkenin
doğrudan sömürüsünden ve orada zorla alınan ve Đngiltere’ye aktarılan çok
büyük servetlerden sağlanmıştı…1813’e kadar Hindistan esas itibariyle
ihracatçı bir ülkeydi, şimdi ithalâtçı bir ülke haline gelmişti…En eski çağlardan
beri dünyanın büyük pamuk mamulleri işliği olan Hindistan, şimdi Đngiliz
dokuma ipliği ve pamuklu mallarıyla istila edilmişti. Kendi mamulleri
Đngiltere’den dışlanmış, ya da ancak en katı koşullarda Đngiltere’ye kabul
edilmiş, bir zamanlar öylesine ünlü olan yerli pamuk dokumaları sanayisinin
yıkımına neden olacak, yalnızca adı olan küçük bir gümrükle Đngiliz mamulleri
ülkeye akıtılmıştı…1850’de Đngiltere ve Đrlanda’nın Hindistan’a toplam
ihracatı, bunun 5.220.000 sterlini yalnızca pamuklu mallardan oluşmak üzere,
12.648.616 sterlin idi, dolayısıyla bu toplam ihracatın 1/8’inden, pamuk dış
ticaretinin de ¼ ’ünden fazlasını oluşturuyordu. Ama pamuk ithalâtı, şimdi
164
Đngiltere’de nüfusun 1/8’ine iş sağlıyordu ve toplam ulusal gelire katkısı 1/12
idi. Her ticari bunalım ardından Doğu Hindistan ticareti Đngiliz pamuklu
imalâtçıları için daha büyük bir önem kazanmış ve Doğu Hindistan karası
gerçekte en iyi piyasaları haline gelmişti. Pamuklu sanayisinin Büyük
Britanya’nın toplumsal yapısı için kazandığı önem ölçüsünde Doğu Hindistan,
Đngiliz pamuk işleme sanayisi için yaşamsal önem kazanmıştı” (Marx ve
Engels, 1997:52-53).
Tüm bunlar gösteriyor ki, aslında Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin
tarihi,
Đngiltere’nin,
Hindistan
üzerinde
ticaret
aracılığıyla
kurduğu
hegemonyanın bir tarihidir.
Sonuç olarak; 18. yüzyılın sonlarına doğru Endüstri Devrimi yaşayan
Đngiltere, dünyanın hızla endüstrileşmeye başlayan ilk ülkesidir. Ancak devrim
öncesi Đngiltere 17. yüzyılda ve özellikle yüzyılın sonlarına doğru ekonomik
gelişme yaşamaya başlamıştı. Nitekim işgücü piyasasında nitelikli işgücü
hızla artmaktaydı. 18. yüzyılın başlarında ulusal gelirin yarıdan fazlası tarım
dışı faaliyetlerden sağlanmaktaydı. Ulusal gelir içindeki tarımsal çıktının payı
% 40’dan fazla değildi. 17. yüzyılın son üç yılına ilişkin istatistikî veriler; Đngiliz
ihracatının % 80’den fazlasının imalât endüstrisine dayandığını ortaya
koymaktadır. Bu tablonun tersine bazı az gelişmiş ülkelerde tarım, ormancılık
ve balıkçılık sektörleri ulusal gelir içinde önemli yer tutmaktaydı. Örneğin
1970’li yıllarda da bu oran Nijerya’da % 75, Hindistan’da ise % 50’nin
üzerindeydi. Diğer yandan Đngiltere’de 17. yüzyılın son 10 yılında Đngiltere
Bankası kurulmuş, Londra gelişmiş bir sermaye piyasası halini almıştı
(Deane, 1957:84). Tüm bu anlatılanlardan hareketle, Đngiltere’de endüstri
devriminin temelleri daha bir önceki yüzyıldan atılmaya başlanmıştı
denilebilir.
17. yüzyıl Đngiltere ve ekonomisi bu şekilde ortaya konulduktan sonra,
bir önceki bölümde Fransa örneğinden hareketle Jean Baptiste Colbert'in
düşünce ve uygulamalarının ele alınmış olması gibi, şimdi de Sir Josiah
Child'ın düşünce ve önerileri üzerinde durulacaktır.
165
3.6. Sir Josiah Child (1630–1699)
Merkantilizmin son dönemlerine doğru öne çıkan liberal düşüncenin
temsilcilerinden biri de Sir Josiah Child’dır. 17. yüzyıl Đngiltere’sinde çırak
olarak atıldığı hayatta çeşitli kimliklere sahip oldu. Bunlardan, şu ana kadar
ele alınan konulardan hareketle, belkide en önemlileri siyasetçi ve tüccar
kimlikleri ve çalışmanın konusu ile doğrudan ilgili olarak döneminin önde
gelen düşünürü olmasıdır. Bu bağlamda Child’ın; “Ticaret Üzerine Yeni Bir
Söylev - A New Discourse of Trade” ile “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa
Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money”
adlı eserleri üzerinde detaylı bir biçimde durulmadan önce, Đngiltere’nin siyasi
ve iktisadi gelişim sürecinde önemli bir yeri olan ve üzerinde durulan Doğu
Hindistan Şirketinde yönetici kademesinde de yer almış olan Child’ı tanımak,
hem konu bütünlüğü sağlayacak hem de çalışmanın özünü oluşturan, söz
konusu eserlerinde görüşlerini ortaya koyduğu dönem Đngiltere'si ile Jean
Baptiste Colbert’in görüş ve uygulamaları özelinde çağdaşı Fransa’yı
kıyaslamak bağlamında yol gösterici olacaktır.
Sir Josiah Child (1630–99) Lincoln’da, Richard Child adlı bir tüccarın
ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Tüccar çırağı olarak işe başlayıp yıllarca
kaldığı Portsmouth’da, 1655 yılına kadar donanma için mobilya cilaladı. 1659
yılında parlamento üyesi oldu. Đzleyen dönemlerde farklı seçim bölgelerinden
seçilerek, 1673’den 1678’e ve 1685’den 1687’ye kadar yine parlamento
üyeliğinde bulundu. 1678 yılında baron unvanını aldı. Doğu Hindistan
Şirketiyle uzun ve kazançlı bir ilişkisi oldu. 1677 yılında bu şirkette yönetici
oldu, 1684’ten 1686’ya kadar ve tekrar 1688’den 1690’a kadar vekil valilik
görevini üstlendi. 1683 yılında servetinin yaklaşık 200 bin pounda eriştiği
söylenmektedir. Şirketin politik gücünü arttırmak için Hollanda usulünü
denedi, Đngiltere’nin Hindistan yerleşiminde askeri vali olan kardeşiyle
güçlerini birleştirdi. Kardeşinin yerine gelen kişi, şirketin katı kanunlarla
yürütülmesini teklif edince, Child Đngiliz kanunlarının: “Bir yığın saçmalık
olduğunu, kendi ailesini yönetmeyi bile beceremeyen, şirket yönetiminden ve
dış
ticaretten
anlamayan
birkaç
cahil
taşra
beyefendisi
tarafından
derlendiğini” söylemiştir. Düşmanları, onu hem mahkemede ve hem de
166
Westminister Salonunda rüşvet vermekle suçlamışlardır. Ticaret Üzerine
Yeni Bir Söylev’in girişi burada ortaya çıkmış, 1665 yılında yazılmış, 1668
yılında yayınlanmıştır. Onu diğer çalışmalardan daha dikkat çekici kılan para
ve faiz oranları hakkındaki görüşleri ve Hollandalıların ticaretteki başarılarının
kilit noktalarını ortaya koymasıdır. Kurallara uygun, düşük faiz oranı iddiası
John Locke’un 1692 yılındaki, “Faizin Düşürülmesinin Sonuçları Hakkında
Bazı Düşünceler-Some Considerations of the Consequences of the Lowering
of Interest” adlı broşüründe şiddetle eleştirilmiştir. Bununla beraber Vincent
de Gournay ve Turgot gibi bazı on sekizinci yüzyıl yazarları ise görüşlerinden
etkilenmiştir (http://oll.libertfund.org: 37-38).
Sir Josiah Child’ın çalışmalarında, ekonomi literatüründe ilk defa
tanımlanan, sonraları da üzerinde durulan “gelişme” gibi düşünceler vardır.
Child’a göre; bu Krallık Tanrı tarafından zenginlik ve güçte büyük gelişme
sağlanmak için yaratılmıştır. Gelişmenin sadece başlangıcı görülebilir.
Nitekim “Ticaret henüz toprağın kapasitesine göre ortaya çıkarılabileceğinin
beşte birine dahi ulaşmamıştır” (Spiegel, 1971:151).
Yine ekonomi literatüründe ilk defa Child tarafından öne sürülen bir
başka düşünce, ”gelişmenin sürekliliği”dir. Gelişme sürekli bir biçimde, ancak
kademe kademe ortaya çıkar. Child bu düşüncesini “Ne doğa ve ne de yasa
sıçrayarak ilerler” sözleriyle açıklamış ve Alfred Marshall’ın, modern
ekonomide çok etkili çalışmalardan biri olan “Đktisadın Đlkeleri - Principles of
Economics” adlı çalışmasını oluşturmasına da hizmet etmiştir. Nitekim
Marshall, Child’ın söz konusu düşüncesini, “doğa sıçramaz” kuralına
dönüştürmüştür (Spiegel, 1971:152).
Child’ın üçüncü önemli düşüncesi, politikaların oluşturulmasında
deneye ve dogmatik olmayan düşünceye verdiği önemdir. Child eskimiş
kanun uygulamalarının yenileriyle değiştirilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Örneğin, maksimum ücretlere ilişkin politika çok eski dönemler için doğru
olabilir, ancak artık başka kurallar gereklidir. Bir rasyonalist veya fanatik tüm
dünyayı kendine göre şekillendirebilir. Ancak Child’a göre deneyim sahibi biri,
bir ulus için ticari ilişkilerde iyi olan bir durumun, diğerleri için uygun
olmayabileceğini öngörebilir (Spiegel, 1971:152).
167
Özetle Child, liberalizm konusunda çok önemli bir yere sahip olan
yazardır. Bir ekonomist olarak ünlü olan Child’ı, diğer merkantilist yazarlardan
farklı kılan özelliklerinden biri Sosyoloji’ye olan büyük ilgisidir. Döneminin
istihdam, ücret, para, döviz, ihracat ve ithalât konularındaki sorunlara pratik
çözümler önermiştir. Kapitalist piyasaların işleyişine yönelik olarak, her ne
kadar açıkça ilan etmese de, kanun taslakları oluşturmuştur (Schumpeter,
1954:195-196).
Bu bilgiler ışığında Child’ın düşüncelerini daha da somutlaştırarak ele
alabiliriz. Child, Doğu Hindistan Şirketi’nde karar alıcı pozisyondaydı,
dolayısıyla şirkette önemli bir konumu vardı. Child, koloniler, ücret politikası,
nüfus ve fakirlere yardım gibi konuları ele almakla beraber, en büyük ilgisini
Đngiltere için çok yüksek bulduğu faiz oranları çekmiştir. Dış ticaret dengesi ile
ilgili öne sürdüğü görüşleri, bilindiği ve kabul edildiği için, üzerinde fazla
durmamıştır (Spiegel, 1971:146).
Child, döneminin merkantilist anlayışına uygun olarak tüccarları,
sanatçıları ve çiftçileri üretken faaliyette bulunanlar olarak tanımlamış,
soyluların, orta sınıfın, avukatların, doktorların, alimlerin ve dükkan
sahiplerinin
faaliyetlerinin
ise,
sadece
üretilenlerin
el
değiştirmesini
sağladığını belirtmiştir. Ulusal egemenlik ve politik hedeflerin her zaman diğer
uluslarınki ile uyumlu olmayabileceğini işaret etmiştir. Bir politika, bir başka
politikaya destek sağlayabilir. Buna, uluslararası ticarette taşımacılığın
sadece Đngiliz gemileriyle yapılması şartını getiren “Gemicilik Yasası” örnek
verilebilir. Bir tüccar, Hollandalı vasıtasıyla okyanus ulaşımı yapması
durumunda daha düşük oranda navlun ödese de, güçlü bir deniz ticareti için,
savunmayı da göz önüne alarak Đngiliz gemisi kullanılmalıdır. Yani Child’a
göre ticari kâr ve siyasi gücün birleştirilmesi gereklidir. Child, kişisel çıkarlar
ile ulusal çıkarlar arasında çelişki olduğunu ve bunların birbirleriyle
karıştırılmaması gerektiğini belirtmiştir. Ülke içinde bir tüccarın ucuza alıp
pahalı satarak zengin olabilmesi mümkün olabilirken, aynı durum dış ticarette
geçerli olmaz. Çünkü dış rekabet ya rakip ürünler kadar ucuz, ya da onlardan
daha da ucuz satmayı gerektirir. Child faiz oranlarının indirilmesinin, daha
yüksek mal fiyatlarına yol açarak ihracatı engelleyeceği görüşüne katılmaz ve
168
bu durumu problem olarak görmez. Bu savunması ile yasal faiz oranının
düşürülmesi ve piyasadaki rekabet ilkeleri arasında bir çelişme görmez.
Ancak Child sömürge sisteminin olduğu Amerika’daki büyük çiftliklerden, en
uygun piyasaya gönderilmesinin yasak olduğu şekerin, zorla Đngiltere’ye
gönderildiği durumda belirtilen görüşlerini unutur (Spiegel, 1971:146). Yani
Child, ulusa veya önemli çıkarlara zarar verecek durumlara yönelik
kısıtlamaları desteklemektedir. Gemicilik yasası ve şeker piyasasına yönelik
kısıtlama örneği ile sömürgeciliği ve yurtiçinde üretimi yapılabilen malların
ithali üzerine getirilen sınırlamaları savunması örneklerinde olduğu gibi, bu
tür düzenlemeleri destekleyici yönde tavır almaktadır.
Verilen
örnekler
dışında
Child,
genel
anlamda
dış
ticaretin
sınırlanmasına karşı çıkmış, anonim şirketlerin ve bu şirketlere yeni
katılımcıların önündeki engellerin azaltılmasını istemiştir. Özgürlük ve
mülkiyetin, bir ülkenin gelişmesine ve
bulunacağını,
dolayısıyla
Đngiliz
ticaretinin artmasına katkıda
vatandaşlarının
hangi
kumaşı
veya
malzemeyi ne zaman, nerede, nasıl ve ne kadar üretmek istemeleri
konusunda serbest bırakılmalarını, bu durumun Đngiltere ticareti için avantaj
yaratacağını belirtmiştir. Böylece Child, mucit ve yenilikçileri ödüllendirmeyi
önermiş ve çıraklığı öngören ve çırak sayısını sınırlayan, yünlü malları
standardize eden, dokuma tezgâhı ve işçi sayısını sınırlayan, bir kişinin
dokumacılık, çırpıcılık, boyacılık gibi birden fazla işleri yapmasını engelleyen,
tahıl stoklamayı yasaklayan altın para ile altın külçenin ihracına izin
vermeyen yasalara karşı çıkmıştır. Diğer yandan iç tüketim ve ihracat üzerine
büyük yük getiren dolaylı vergilere, yerli ürünlerin ihracatı üzerindeki gümrük
resimlerine, ücretler üzerine sınırlama konulmasına ülkeye yabancı girişinin
engellenmesine, nüfus artışının önlenmesine de karşı çıkmıştır (Spiegel,
1971:148). Söz konusu konulara ilişkin karşı duruşu, yani vurgulanan
istisnalar dışında özgürlük ve serbestiden yana tavır alması, kuşkusuz O’na
liberal kimlik kazandıran unsurlardır.
Child’ın işgücü piyasası ve ücretlere ilişkin görüşlerine gelince; yüksek
ücretlerin üretim maliyetini yükselteceğini kabul etmekle beraber, bu olumsuz
etkinin faiz oranları indirilmek suretiyle önlenebileceğini belirtmiştir. Child
169
terse dönen emek arz eğrisi düşüncesine sahipti. O’na göre yoksul insanlar
ucuzluğun söz konusu olduğu zamanlarda haftada iki günden fazla
çalışmayacaktır. Çünkü alışkın oldukları şartlarda yaşamlarını sürdürmeleri,
onlar için yeterli olacaktır. Nitekim Đngiliz merkantilist yazarların pek çoğu da
insanların tembelliğinden şikâyetçidirler. Mallynes’e göre tüm kötülüklerin
temelinde aylaklık vardır. Buna paralel olarak Mun da insanlar arasında pek
çok dolandırıcı, gaspçı, dilenci ve iki yüzlü insanın olduğunu belirtir. Bu
bağlamda Child, çalışmanın daha çok zenginlik yaratacağı düşüncesinden
hareketle, yoksulların, yoksullar evine veya denizaşırı sömürgelerdeki büyük
çiftliklere
gönderilmesini
önermiştir
(Spiegel,
1971:149).
Dolayısıyla
merkantilizmin yine genel kabullerinden biri olan, tembellik ve aylaklığa karşı
duruş, Child’ın bu konudaki düşüncelerinde de karşımıza çıkmaktadır.
Öte yandan Child, Malynes’in 1622 tarihli; “Eğer savaş, kıtlık ve salgın
hastalıklar yoluyla fazla nüfus temizlenmezse, krallıklar ve ülkeler kalabalık
olur ve insanlar huzur içinde veya tehlikeden uzak yaşayamazlar” şeklindeki
görüşünü paylaşmaz (Spiegel, 1971:148). Dolayısıyla Child’ın fazla nüfus
korkusuna kapılmadığı görülmektedir. Kaldı ki 17. yüzyıldan itibaren fazla
nüfus ile ilgili olumsuz görüşler, nüfus çokluğunun askeri güç bakımından
önemli olduğu gerçeği karşısında yavaş yavaş tersine dönmüştür. Nitekim
vurgulanageldiği üzere söz konusu yüzyıl, gerek dini, gerek siyasi ve gerekse
ekonomik nedenlerle ülkelerarası yoğun mücadelelere sahne olan bir
yüzyıldır.
Bu bağlamda 1695 yılında Samuel Dugard tarafından yayımlanan
broşürdeki görüşler, merkantilist tercih olan kalabalık aileyi yansıtıyordu. “Çok
çocuk sahibi olmak üzerine bir araştırma. Bu kitapta çok sayıda çocuğa karşı
olan önyargılar reddedilmiş ve itirazlar yanıtlanmıştır-A Discourse concerning
the having many children. In which the prejudices against a numerous off
spring are removed. And the objections answered” şeklinde başlığı bulunan
broşürün yazarı Dugard, bir aile için ideal çocuk sayısının 14 olduğunu
belirtmiştir. Child; “Bir ulusun, bir kentin zenginliği, içinde yaşayanların
çokluğuna bağlıdır.” diyerek Dugard’ın görüşlerine katılmıştır. Ekonomik
şartlarla ilişkili nüfus artışını hoş karşılamıştır. Diğer yandan yüksek
170
ücretlerin, bir ülkenin zenginliğinin göstergesi olduğunu belirtmiş, yüksek
ücretin nüfus artışını teşvik edeceğini, böylelikle ülkenin kalkınmasının
hızlanacağını iddia etmiştir. Nüfus artışını mutlaka ticaret artışı ve ülkenin
gelişmesi izleyecek, bu da ticaretten yoksun ülkelere kıyasla yaşamın daha
rahat olmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla Child, ücret ve nüfus artışı ile ilgili
düşüncelerinde, otomatik denge mekanizmasına yer vermiştir. Yani,
nüfustaki bir azalış, işgücüne olan talebi arttıracak, bu da ücretlerin
yükselmesine yol açacaktır. Artan ücretler ise, yasalarla teşvik edilirse,
göçmen işçilerin gelmesini sağlayacak, yani işgücü arzına neden olacaktır
(Spiegel, 1971:149-150). Bu noktada Child’ın, yüksek ücretlerin üretim
maliyetini yükseltmesi şeklindeki olumsuzluğun, faiz oranlarının indirilmesiyle
aşılabileceği görüşünü tekrar hatırlatarak dönemin faiz anlayışı üzerinde
durabiliriz.
16. yüzyılda serbest faiz ortamından söz etmek mümkün değildi. 17.
yüzyıl yazarları ise faiz konusu üzerinde çokça çalışmışlardır. Yüksek faiz
oranını Child sorun olarak görmekteydi. Yaşadığı dönemde Hollanda’da faiz
oranları Đngiltere’ye nazaran düşüktü. Dolayısıyla Child, Đngiliz tacirlerin,
Hollandalılarla
ticari
rekabette
aciz
kaldıklarını,
çünkü
Đngiltere’de
maliyetlerin, rakip Hollanda’ya nazaran yüksek olduğunu vurgulamıştır. Bu
durum Hollandalı girişimcilere avantaj sağlamaktaydı. Örneğin Hollandalı bir
tacir düşük kâr oranlarında dahi ticaret gerçekleştirirken, hiçbir Đngiliz ticari
riske girmeyerek yüksek faiz oranları sayesinde daha yüksek getiri elde
etmek için kuyumculara, bankerlere yönelmişlerdi (Spiegel, 1971:152).
Child bu durum karşısında çözümü düşük faiz oranlarında görmüştür.
17. yüzyılda Sir Thomas Culpeper, faizi din bilginlerinden farklı olarak laik bir
yaklaşımla ele alan düşünürlerden biridir. Culpeper 1621 yılında “Tefeciliğe
Karşı Broşür” adlı 19 sayfalık çalışmasını yayımlamıştır. Sonraki yıllarda
Child bu broşürü kendi çalışmasına ilave etmiştir. Child faiz oranının
yüksekliğinden duyduğu kaygıyı diğer merkantilistlerden çok daha fazla dile
getirmiş ve faizin günah olduğunu belirtmiştir (Spiegel, 1971:153).
Sir Josiah Child hakkında tanıtıcı mahiyetteki bu bilgilerin ardından;
Child’ın, belirtilen konuları ele almış olduğu “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev-
171
A New Discourse of Trade” ve “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa
Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money”
adlı çalışmalarına aşağıda yer verilmiştir. Böyle yapmakla bir yandan Child’ın
düşünceleri bir bütün halinde ortaya konulmuş olacak, diğer yandan söz
konusu dönemde Đngiltere’deki uygulamaların bu düşüncelerle ne şekilde
örtüştüğü ve asıl olarak Colbert’in düşünce ve uygulamaları ekseninde
Fransa ve Đngiltere’nin çalışmanın amacı doğrultusunda karşılaştırılması
mümkün olacaktır.
3.6.1. Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse of Trade
Sir Josiah Child 1665 yılında yazdığı, ilk kez 1668 yılında yayımlanan
ve izleyen dönemlerde de yayımı yapılan “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A
New Discourse of Trade” adlı, 1751 yayım tarihli eserinde aşağıda yer verilen
düşünce ve önerileri ortaya koymaktadır.
“Hollandalıların iç ve dış ticaretteki muazzam başarısı, zenginlikleri,
gemilerinin çoğalması, bugünün kıskançlığı ve belki de gelecek nesillerin
endişesi olacaktır. Đlerlemek için kullandıkları vasıtalar oldukça açık ve birçok
ulus tarafından da kullanılabilecek özelliktedir. Özellikle bizler, Đngiliz
imparatorluğu, rahatlıkla kullanabilir. Çalışmamda göstermeyi amaçladığım
da budur.
Ticaretlerini ilerletip varlıklarını arttırmalarını sağlayan sözde vasıtalar
şunlardır:
Birinci olarak: Dünyanın her yanına dağılmış, sadece teorik bilgiye
sahip değil, aynı zamanda ticaret deneyimi olan tüccarların, devlet ve savaş
konseyinde kanunlar ve kurallar koymaları, ticareti geliştirecek yabancı
malların fiyatlarını belirlemeleri” (Child, 1751:38). Çalışmasının hemen
başlarında bu şekilde görüşlere yer veren Child, iç ve dış ticarette
Đngiltere’nin çağdaşı Hollanda’nın başarısından hareketle, aynı başarıya
kendi ülkesinin de ulaşabileceğini ve bunun yol ve yöntemlerini ortaya
koymaktadır. Nitekim Child ilk olarak tacirlerin devletin karar alıcı organları
içinde yer alması ve yapacakları yasal düzenlemelerin özellikle ticarete ilişkin
olması gerekliliğinin altını çizmektedir.
172
“Đkinci olarak: Her çocuğun, babasının ölümünden sonra mirastan eşit
pay alması, böylelikle gençliklerinde yetersiz bir servetle dünya ile boğuşmak
zorunda kalmamaları. Đngiltere’de centilmenlerin en küçük oğulları böyle bir
çabaya girer, tüccar çırağı olmaya zorlanırlar” (Child, 1751:38-39). Child bu
tespitinde ölen kişinin murislerine mirasın eşit olarak dağıtılmaması
durumunda, kişilerin ticari hayata çırak olarak atanmak zorunda kaldıklarını
ve
yetersiz
servetten
kaynaklanan
bu
durumun
olumsuz
olduğunu
vurgulamaktadır. Nitekim kendisi de ticaret dünyasına bu şekilde adım
atmıştır12.
“Üçüncü olarak: Yerli mallarının tam olarak hazırlanması; yurtdışına
büyük miktarlarda gönderilen ringaların, morinaların ve diğer yerli malların
paketlenmesi, bu sayede malların yurtdışındaki ününün artması, ticaretin iyi
gitmesi, satıcıların ne marka olursa olsun ürünleri açmadan almaları. Buna
rağmen biz, Đngilizlerin Newfoudland ve New-England’daki balıklarının,
Yarmouth’daki ringalarının, hep yanlış hazırlandığı ve dolandırıcılık yapıldığı
ispatlanmıştır. Batı kıyılarımızdaki sardalyalar nadiren istenilen miktarlarda
paketlenmektedir” (Child, 1751:39). Child’a göre tüm bu yapılanlar, ticarette
başarıyı zora sokan durumlardır. O halde tıpkı Hollanda’da olduğu gibi,
üretilen
ihraç
konusu
mallar
ambalajlı,
işaretli
ve
eksiksiz
olarak
hazırlanmadır. Dolayısıyla Child sanki bu tespitiyle; ticari ahlâk, güven ve kâr
kavramları arasında zincirleme bir ilişki kurmaktadır.
“Dördüncü olarak: Yeni mallar üretenlere, ticarette yeni sırlar
keşfedenlere, diğer ülkelerin mallarını ilk getirip kullanıma sokan kişilere
cesaret ve kişisel dokunulmazlık verilmesi ve toplum içinde ödüllendirilmesi,
Ve Đngiltere’de atalarımızın malların üretiminde yaptığı ayarlamalar,
bazı kimselerin yetkilerine kaldığında kısa zamanda değişime uğrayıp, malın
faydasına bakılmaksızın malın üstüne vergiler binmesine neden olmuştur.
Şüphesiz atalarımız malların incelenmesinde malın faydasını göz önünde
bulundurmaya niyetlenip; bu amaçla mühürü icat etmişlerdi. Mühür, malın
kaideye göre yapıldığının, binlerce miktarda alınabileceğinin ve alıcıyı
12 Bu husus ile ilgili sürece, Sir Josiah Child’ın hayatının anlatıldığı bir önceki bölümde
geniş olarak yer verilmişti, s. 165-171.
173
memnun edeceğinin bir işaretiydi” (Child, 1751:39). Bu öneri ile Child, bir
yandan açık bir biçimde üretimin ve üreticilerin teşvik edilmesi gerektiğini
diğer yandan günümüz dünyasındaki üretim sürecinde, gerek ulusal gerekse
uluslararası düzeyde uygulanan ve güven unsuru olan standartları çağrıştıran
ve eskiden uygulanan malların mühürlenmesi uygulamasına yeniden
dönülmesi gerektiğini ifade etmektedir.
“Beşinci olarak: Bizim gemilerin üçte birinden daha ağır olmayan az
yüklü, büyük gemilerin icat edilmesi ve filolar halinde yolculuk edilerek
tehlikeden korunması” (Child, 1751:39). Bu öneriyle de Child, Holanda’nın
ticari başarısında etkili olan bir başka hususun altını çizerek, deniz aşırı ticari
taşımacılığın gereği yeni gemiler yapılması ve bununla da yetinilmeyerek riski
azaltmak için filo halinde hareket edilmesini istemektedir.
“Altıncı olarak: Cimri ve tutumlu yaşamlarının olması; 100 bin
poundluk servete sahip bir tüccarın, Đngiltere’deki 150 poundluk mal varlığına
sahip bir kişi gibi harcamalarını kısması” (Child, 1751:39-40).
Child’ın,
Đngiltere’nin çağdaşı Hollanda’ya ilişkin yaptığı bir diğer tespitin, özellikle
zenginlerin harcamalarını kısması olduğudur. Böylelikle Child, tasarrufun
gerekliliğine vurgu yapmaktadır.
“Yedinci olarak: Đyi bir servete sahip olmasalar bile oğullarının hatta
kızlarının eğitimine önem vermeleri, hem kız çocuklarının hem de erkek
çocuklarının bilgi birikimine ve aritmetik kullanımına sahip olup tüccar
hesabını kullanabilmeleri sadece ticaret için değil kendi bilgi açlıklarını ve
sevgilerini doyurabilmek için uğraşmalarına neden olur. Bu sayede eşlerinin
işinden
anlayan
bayanlar,
ölümünden
sonra
eşlerinin
işlerini
yürütebileceklerini ve mallarına sahip çıkabileceklerini bilen erkeklere son
nefeslerinde bile işlerine sahip çıkma konusunda cesaret verir. Đngiltere’de
ise belli bir mal varlığına sahip olan tüccar, son yıllarının geldiğini anlayınca
mallarını
ticaretten
çeker.
Çünkü
Tanrı
onu
yanına
çağırdığında,
yurtdışındaki mallarının en az üçte birini tecrübesiz ve hırssız eşi yüzünden
kaybedeceğine inanır ve genellikle de bu, böyle olur.
Bununla beraber, diğer matematik dallarında görüldüğü gibi aritmetiğin
doğası sadece mantığı geliştirmekle kalmıyor erkekleri daha tutumlu ve iyi bir
174
eş yapıyor; harcamalarının neye denk geleceğini devamlı akıllarında
tutmalarını sağlayarak iflasın ne zaman gelebileceğini bilen karı-kocanın
mallarını ziyan etmelerini engelliyor” (Child, 1751:40). Oysa Child’a göre,
tıpkı Hollanda’daki gibi davranılsa, yani ayırım gözetmeksizin çocukların
özellikle aritmetik alanında eğitilmesi, bu arada eşlerin de eğitimsiz
bırakılmaması, bir tüccarın ölmesi durumunda o ana kadar yürütmüş olduğu
ticari faaliyetin devamını sağlayacaktır. Bu şekilde eğitimin önemini
vurgulayan Child,
eğitimli bir insanın harcamalarını, bütçe kısıtı altında
gerçekleştireceğini belirtmektedir. Bu da yine tasarruf kavramına verdiği
önemi ortaya koymaktadır.
“Sekizinci olarak: Vergi adetlerinin azlığı; dünyadaki en eşit, kimseye
önyargılı davranılmadığını gösteren, uyguladıkları tarafsız satış vergi sistemi”
(Child, 1751:40). Child bu tespitiyle Hollanda’nın yürürlükteki vergi sistemine
hayranlığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Buradan hareketle vergi
sisteminin adil olması yanında, çok sayıda vergi olmaması gerektiğini
belirtmektedir.
“Dokuzuncu
olarak:
Yoksullarının
dikkatli
bakımı
ve
işe
yerleştirilmeleri; her papazın kendi ilgisine bırakıldığı için Đngiltere’de hiç bir
zaman uygulanamaması” (Child, 1751:40). Child, yine Đngiltere’den farklı
olarak
Hollanda’daki yoksul insanlara
vurgulandığı
üzere,
yoksulların
yönelik
yoksullarevine
uygulamayı
belirterek,
yerleştirilmelerini
ve
sömürgelere çalışmaya gönderilmelerini önermiştir.
“Onuncu olarak: Bankalarını etkin şekilde kullanmaları, iyi bir temele
sahip olmayan bankaların kârlarını, yılda en az bir milyon pound, topluma
açmaları” (Child, 1751:40-41). Bu tespitiyle ise Child, Hollanda’nın ticari
başarısında önemli rol oynayan bir başka unsurun, bankalarını etkin bir
biçimde kullanılmaları olduğunu belirtmektedir.
“On birinci olarak: Din konusundaki değişik görüşleri toleransla
karşılamaları. Diğer ülkelerdeki çalışkan insanlar kiliselerin yerleşik düzeniyle
ayrılık yaşayınca ailelerini ve mallarını alıp gelmekte ve birkaç sene birarada
yaşadıktan sonra buradakilerle aynı ilgilere sahip olmaktadırlar” (Child,
1751:41). Child; bu görüşüyle, işgücü piyasasıyla da ilişkilendirilebilecek
175
olan, insanlar arasında yapılacak dini ayırımcılığın yanlışlığını ifade
etmektedir. Nitekim söz konusu olumsuzluk, dönemin Fransa’sında yoğun bir
biçimde yaşanmış ve pek çok Protestan Fransa’yı terk etmek durumunda
bırakılmıştır.
“On ikinci olarak: Tüccar hukuku sayesinde satıcılar ve alıcılar
arasında yaşanan anlaşmazlıklar üç veya dört gün içinde çözülür.
Kestirmeden gidilmez, yüzde yüz olmasa da bir çok durumda bizden yana
olurlar” (Child, 1751:41). Burada da Child, Hollanda’nın ticari hayata yönelik
olarak etkin ve tarafsız bir hukuk sistemine sahip olduğunu işaret etmektedir.
“On üçüncü olarak: Alacağın transferine imkân tanıyan yasa, ticarette
onlara büyük bir üstünlük sağlamaktadır. Bu sayede ticarette mallarını, biz
Đngiltere’de bir kere döndürebilirken, onlar iki veya üç defa döndürebiliyorlar.
Çünkü biz mallarımızı sattığımızda parayı hemen alamadığımızdan; altı,
dokuz veya on iki ay gibi bir süre beklememizden dolayı tekrar satın alma
avantajını yakalayamıyoruz. Đyi bir satış yapan tüccar ise bütün bir yıl
boyunca esnaftan parasını almak için uğraşır; oysa böyle bir yasa olsa, biz
tüccarlar
faturalarımızı
tahsil
edebilir,
hesapları
kapatabilir,
ticaretin
avantajından, rahatlığından, kullanımından büyük ölçüde yararlanabilir,
yasanın
kullanımda
olduğu
yerdeki
tüccarlar
gibi
payımıza
düşeni
değerlendirebilirdik” (Child, 1751:41). Child’a göre Hollanda’daki ticarete
ilişkin söz konusu, günümüz dünyasındaki senetlerin ciro ya da iskonto
edilmesine benzer uygulama olduğu anlaşılan yasal düzenleme, özü itibariyle
tüccarların kolay tahsilat yapabilmelerinin ve dolayısıyla ticaretin sağlıklı
işlemesinin önünü açmaktadır.
“On dördüncü olarak: Bütün toprakların, evlerin, satılanların veya
ipotek edilenlerin kaydını tutmaları, bu sayede kanuna uymayabilecek birçok
ödemenin engellenmesi toprakları ve evleri daha güvenilir kılmıştır ki biz
buna gerçek güvenlik deriz” (Child, 1751:41). Burada Child, Hollanda’da
mülkiyet hakkından da öte, gayrimenkule ilişkin her türlü işlemin kayıt altına
alındığını, böylelikle söz konusu işlemlerden doğan hakların da korunduğunu
ifade etmektedir.
176
“Son olarak; Barış zamanlarında yılda % 3’ü, Đngiltere ile bu savaş
sırasında yılda % 4’ü geçmeyen paralarının düşük faizi” (Child, 1751:41).
Nihayet Child, çok önem verdiği faiz oranlarının düşük olması gerektiği
yönündeki savunsunun da, Hollanda’da geçerli olduğunun altını çizmektedir.
Bu son tespitinden hareketle Child, çalışmasının izleyen kısmında faiz
konusunu, geçmiş dönemle de ilişkilendirerek ayrıntılarıyla ele almakta ve
düşük faiz oranları savunusunu temellendirmeye çalışmaktadır.
“Bunun gibi birçok tespit eklenebilir. Amacı ticaretin geliştirilmesi olan
çalışmamda, bu tespitler önceden incelenmiş, ticaretin prensiplerini ve
gerçek yüzünü anlamak isteyen tüccarlar tarafından iş hayatına geçirilmiştir;
buna rağmen birçok marifetli tüccarın ilgisinden kaçmış, zenginliğin artışında
ve ticaretin geliştirilmesinde rol oynamamıştır. Bu yüzden faizin çok küçük bir
orana düşürülmesiyle insanların elde ettikleri kâr veya elde edebilecekleri
üzerinde duracağım.
Benim naçizane fikrime göre, bu, o insanların zengin olma
nedenlerinin altındaki temeldir. Bizim paramızın faiz oranı da onlarınki gibi
düşürülürse, biz de en az onlar kadar zengin ve ticarette itibar sahibi oluruz
ve sonuç olarak şu anki savaşta üstünlük sağlar, onlara büyük bir zarar
veririz. Eğer başarımız, bizim istediğimiz gibi olursa, onlar tamamıyla
parçalanır ve biz onların köklerini kazarız” (Child, 1751:42). Dolayısıyla Child,
ele alınan tespitlerinin iş hayatında bazı tüccarlar tarafından dikkate alındığı,
bazılarının ise gözünden kaçtığı, bu durumun ticareti arzu ettiği düzeyde
geliştirmediği düşüncesinden hareketle, asıl önem verdiği ve zengin gördüğü
Hollandalıların zenginliklerin temelinde, esas olarak faiz oranlarının düşük
olmasının yattığını belirtmektedir.
Bu
noktada
dönemlerden
ise
örnekler
söz
konusu
sunarak
düşüncesini,
desteklemeye
öncelikle
çalışmaktadır:
geçmiş
“Bunu
anlatabilmek için kitaplarımızı ve faiz oranlarıyla ilgili bir yasa yapılmadan
önceki imparatorluğumuzun ticari ve maddi durumunu inceleyelim: Bu konu
ile ilgili bulabildiğim en eski tarih 1545. O zamanlar Đngiltere’deki ticaret
oldukça az ve tüccarlar çok az ve cimrilermiş. 1635 yılından sonraki on yıl
içinde faiz oranı % 8’e düşürülmüş. Bunun sonucu olarak 1600 yılı öncesine
177
göre bin pound ve üstü mal değiş tokuşu yapan her biri en az yüz pounda
sahip daha fazla tüccar ortaya çıkmıştır.
Ve şimdinin dünyasında, uzun iç savaşlara ve ticaretin cansızlığından
yakınmalara rağmen yirmi yıldan beri % 6 civarında bulunan faiz oranları
sayesinde, bin pounddan fazla, yaklaşık on bin pound üzerinde mal değiş
tokuşu yapabilen daha fazla sayıda tüccar bulunabilmektedir” (Child,
1751:42). Yani Child’a göre faiz oranlarının düşürülmesi en başta ticaretle
uğraşanların sayısını ve ticaret hacmini arttırmaktadır.
Daha da ötesi faiz oranlarının düşürülmesi sonucu oluşacak olumlu
tablo bununla sınırlı kalmayacak, zenginliği de beraberinde getirecektir: “Eğer
bundan şüphe duyulursa, yaşlılara soralım: eskiden beş yüz poundluk bir
mirasa sahip olan kızın, şimdi iki yüz bin poundluk mirasa sahip olan bir
kızdan daha değerli algılanıp algılanmadığını soralım. Şimdi bir hizmetçinin
görünmeye utandığı yünlü kumaşlar içinde eskinin leydilerinin dolaşıp
dolaşmadığını;
şimdinin
vatandaşlarının
ve
orta
sınıfının
eskinin
centilmenlerinden ve şövalyelerinden daha iyi kıyafetlere, tabaklara,
mücevherlere
ve
ev
eşyalarına
sahip
olup
olmadıklarını,
şimdinin
şövalyelerinin ve yüksek sınıfının, altmış yıl önceki asillerden daha iyi giyinip
giyinmediğini soralım. Asillerin giydiği arkası kanaviçe yeleklerden yüzlerce
yaptıklarını ifade eden ve halen yaşamakta olan terziler, aynı tarz yelekleri
saten kullanarak şimdinin şövalyeleri ve yüksek sınıfına yaptıklarını
belirtmektedirler.
Ölçmek için neden faydalanırsak faydalanalım, açık olan şey şudur:
faizleri ilk indirdiğimizden bu yana bu imparatorluğun zenginliği ve görkemi
eskiye oranla dört misli, belki altı da diyebilirim, artmıştır.
Eskiye oranla yüzden fazla faytonumuz var ve atalarımızın yirmi yılda
ödediği vergiyi biz bir yılda rahatlıkla ödeyebiliyoruz” (Child, 1751:42-43).
Dolayısıyla Child belirttiği zenginliğin ortaya çıkacağı savını eski dönem ve
içinde bulunduğu dönemin yaşam standartlarını kıyaslayarak doğrulamaya
çalışmaktadır.
Ardından Child, şöyle devam etmektedir: “Adetlerimiz yukarıda
belirttiğim oranlarda, bire altı gelişti. Gelişme, malların fiyatlarında değil ama
178
ticaretin hacminde yaşanmıştır. Ticarete ilişkin son verilere göre, bazı
yabancı malların fiyatları yükselirken yerli mallarımızın ve üretimlerimizin
fiyatları düşmüştür.
Kendim
hatırlayabiliyorum,
eskiden
tüccarların
mallarını
koyabilecekleri çok fazla liman yoktu. Şu anki sayının üçte biri kadar liman
vardı ve limanların sadece yarısı doluydu. Bununla beraber bu limanların
üçte biri hâlâ aynı amaçla kullanılmaktadır ama barış zamanında bu limanlar
Londra’dan
gelen
malları
yerleştirmede
yetersiz
derecede
küçük
kalmaktadırlar.
Taşraya bakarsak faiz oranlarının düşürülmesiyle şehirlerdeki gibi
ticaretin geliştiği topraklar bulabiliriz. Bu topraklar artık eskiden yirmi senede
elde ettikleri geliri sekiz, en fazla on senede elde edebilmektedirler” (Child,
1751:43). Bu söylemleriyle Child, yine düşük faiz oranlarının ticaret hacmini
arttırdığını, bu durumun şehirlerle sınırlı kalmayarak, taşraya da uzandığını
belirtmektedir. Dayanak olarak ise, her ne kadar kapasitelerini yetersiz bulsa
da, eskiye nazaran sahip olunan liman sayısının artmış olduğunu
göstermektedir.
Öte yandan Child, çiftlik kiralarına da kısaca değinmektedir: “Bununla
beraber, son üç-dört senede düşüş yaşansa da otuz yıl içinde çiftliklerin
kiraları da oldukça artmıştır. Bunun sebebi ne düşük faiz oranlarıyla ne de bu
yüzden yapılan hatalarla ilgilidir.
Bu daha çok Đrlanda’daki geniş yayılma ile, ordudaki zeki Đngiliz
askerlerinin buralara sahip olması ve ödedikleri geniş arazi vergileri ile ilgilidir
(Child,1751:43). Yani Child, bu konunun faiz oranları ile ilişkilendirilmemesini,
tamamen arz-talep koşulları içinde değerlendirilmesini istemektedir.
Ve tekrar faiz konusuna dönen Child; şöyle devam etmektedir: “Bu
konu
hakkında
daha
çok
şey
söylenebilir.
Ama
dayanak
noktası
düşünüldüğünde, son elli yıl içinde Đngiltere’nin her bakımdan gelişmesi ve
bunun nedenin de faiz oranlarının düşürülmesi olduğu bana göre iyi bir
açıklamadır. Đngiltere’deki bu durumu açıklayabilmek için bütün Avrupa’yı
inceledim, bir ülkenin zengin olup olmadığını, ne kadar zengin veya fakir
179
olduğunu anlayabilmek için tek sorunun yeterli olduğunu gördüm: Kredi için
ne kadar faiz ödüyorlar?
Ülkemizin yakınındaki Đskoçya ve Đrlanda’da açıkça görüldüğü gibi:
%10-12 oranında faiz ödedikleri için insanlar aç, acınacak haldeler, kötü
giyimli, evleri fakir ve paraları oldukça azdır. Verimli topraklara sahip
olmalarına rağmen ülkeleri en fazla sekiz-on yıllık satın almayı karşılayabilir.
Faizin % 7 olduğu Fransa’da devlet on sekiz yıllık alımı karşılayabilir.
Topraklara sahip olan yüksek sınıf iyi şartlar altında yaşarken, köylüler
kölelerden biraz daha iyi şartlarda yaşamaktadır. Çünkü onlar, kendilerinden
istenenden başka bir şeye sahip değillerdir.
% 3 düzeyindeki faizle Đtalya’da gerçek güvenlik sağlanmaktadır.
Đnsanlar zengin, ticaret ile meşgul, iyi giyimli, toprakları otuz beş kırk senelik
alımı karşılayabilecek kadar verimlidir. Açıkça görülüyor ki Hollandalılardan
daha iyi bir konumdalar.
Đspanya’da oran % 12-15 düzeyindedir. Altın ve gümüşle ticaretin
olduğu tek yer olmalarına rağmen paraları oldukça az, insanlar yoksul ve
acınacak haldedir. Ticaretten kaçınırlar. Đngilizler, Hollandalılar, Đtalyanlar,
Yahudiler ve diğer yabancı milletler kendilerine mal getirir, yaşam kaynağı
olarak gördükleri bu milletler sülük gibi kanlarını emerler” (Child, 1751:44).
Dolayısıyla Child, son elli yıl içinde Đngiltere’nin her bakımdan gelişmesinin
temelinde faiz oranlarının düşürülmesini görmekte ve bu düşüncesinin
geçerliliğini çeşitli Avrupa ülkelerindeki faiz oranları ve bundan kaynaklı
yaşam koşullarını işaret ederek desteklemeye çalışmaktadır.
Diğer yandan Child, söz konusu çabasında sadece Avrupa ülkeleri ile
sınırlı kalmayarak, diğer coğrafyalardan da örnekler sunmaktadır: “Bu olaya
örnek olarak sadece Hristiyan dünyasından değil, Türklerin hakim olduğu
yerlerden, Batı-Hindistan’dan ve Amerika’dan da örnekler verebilirim.
Yabancı ülkelerle iş yapan her kimse, bu kuralın dünya genelinde doğru olup
olmadığını anlayabilir. Kendi merakımı tatmin etmek için, yıllarca, fırsatlar el
verdiği ölçüde, yabancı ülkeler hakkında bilgisi olanlarla sohbetler sonucunda
söyleyebilirim ki yanılmama neden olacak bir örneğe bile rastlamadım.
180
Ne
söylenirse
söylensin,
bu
imparatorluğun
faizle
ilgili karar
alındığından beri dört kat büyüdüğü (bence sekiz kat) ve bütün ülkelerin,
ödedikleri faiz oranı kadar daha zengin veya daha fakir olduğu iddiamı
doğrulamaktadır. Şimdi incelenmesi ve çözülmesi gereken karışıklık: faiz
oranlarının düşüşünün ülke zenginliğini arttırdığı mı, yoksa ülkenin
zenginleşmesiyle beraber faizlerin düştüğü müdür?” (Child, 1751:44-45).
Dolayısıyla Child dünyanın neresine bakılırsa bakılsın, düşük faiz oranlarının
tercih edilmesi gerekliliğinin açıkça anlaşılacağını ortaya koymaktadır. Child
bu konuda hiçbir tereddüt taşımamakla beraber, faiz ile zenginlik arasındaki
ilişkide hangisinin neden, hangisinin sonuç olduğu sorusuna yönelmektedir.
Ortaya attığı bu soruyu ise; “Kendimi tatmin için, bu konuyu tartışmak
amacı ile aradığım ve tanışma şansına eriştiğim birçok zeki insan ve faizlerin
düşürülmesine karşı üzerine okuduğum onca kitap ve onların özellikle ifade
ettikleri onca zıt fikirler, benim fikirlerimdeki doğruluğu ortaya koymuştur ki,
faizlerdeki düşüş bir toplumdaki zenginlik ve refah düzeyinin bir sebebidir ve
bu Krallıkta faiz oranlarının yüzde 6’dan 4’e hatta 3’e çekilmesi doğal olarak
ülkenin sermaye stokunu yirmi yıldan az bir sürede ikiye katlayacaktır” (Child,
1751:45), şeklinde cevaplandırmakta, böylelikle hep vurgulayageldiği üzere,
faiz oranlarının düşürülmesinin zenginlik doğuracağını bir kez daha
yinelemektedir.
Child’ın ölümünün ardından da baskıları gerçekleştirilen, dolayısıyla
etkisini döneminden sonra da sürdüren söz konusu eserinin ardından, izleyen
bölümde bir diğer önemli eseri; “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa
Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money”
üzerinde durulacaktır.
3.6.2. Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler - Brief Observastions
Concerning Trade and Interest of Money
Sir Josiah Child, “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse
of Trade” adlı çalışmasında ortaya koyduğu görüşlerine ilişkin eleştirilerin
belli başlılarını ele alıp, bu eleştirilere “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa
181
Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money”
adlı eserinde şu şekilde cevap vermektedir:
“Rastladığım en somut itirazlar aşağıdaki gibidir :
Đtiraz 1: Faizleri indirmek, Đngiltere’de paralarını faize yatıran
Hollandalıların ve diğer insanların, tüm arkadaşları ile beraber, varlıklarını
kendi ülkelerine çekmelerine sebep olacak ve neticede Đngiltere’de ciddi bir
para kıtlığı ve talebi doğacaktır.
Bu itiraza cevabım şudur: Eğer faizler % 4’e çekilecek olursa, hiçbir
Hollandalı Đngiltere’de kârlı menkul değerlere yatırım imkânı varken parasını
dışarıya çekmeyecektir, çünkü kendi ülkesinde % 3’ün üzerinde faiz geliri
elde
edemez.
Fakat
Đngiltere’de
faize
yatırdıkları
tüm
parayı
geri
çekeceklerse, bunu yapmaları daha iyi olacaktır. Borçlu olan daima borç
verenin kölesi olur ve diğeri semirirken ve şişerken, kendisi kesinlikle daima
fakir kalır. Kendisine ait olmayan bir birikimi kullanan ve karın tokluğuna
çalışarak itibarını korumaya zorlanan borçlu, kullandığı faiz oranının üzerinde
kazanmadığında, sadece kendisine ait olmayan parayla yani borçla
yaşamaya çalışır.
Bunun yanında, faiz indirimi yasası ile beraber alacağın transferi
yasası da çıkarılmalıdır. Hollanda’lıların parasını kaçırmamalıyız ve hatta on
kat daha fazla olsunlar. Bu yasa eksikliği kapatacak ve en azından piyasada
dönen hazır paranın yarısını tutmuş olacağız” (Child, 1668:6).
Nitekim burada da Child’ın, faiz indirimi sonucu oluşabilecek durumları
tek tek değerlendirmesinden anlaşılacağı gibi, üzerinde durduğu konuların en
başında yüksek faizler gelmektedir. Öyle ki Child, Đngiltere’nin ekonomik
gelişme ve büyümesinin, faizlerin düşürülmesiyle mümkün olabileceğini
ısrarla vurgulamaktadır. Yasal olarak faiz indirimin gerçekleşmesi durumunda
oluşabilecek sermaye kaçışının da, yine yasal önlemlerle engellenebileceğini
belirtmektedir. Diğer yandan Child belkide bu son görüşüyle çelişiyor
gözüken en uç olasılığı da değerlendirerek, yani Hollandalıların Đngiltere’de
faize yatırdıkları tüm paralarını ülkeden çekmeleri durumunun dahi felaket
olmayacağını, aksine borçlu olmanın olumsuzluklarından bahisle Đngiltere’nin
böyle bir duruma düşmesinin bile olumlu olacağını vurgularken bir yandan da
182
böyle bir durumun zaten gerçekleşmeyeceğini, çünkü Hollanda’da Đngiltere’ye
nazaran faiz oranlarının düşük olduğunu vurgulamaktadır.
“Đtiraz 2: Faizler indirilirse, arsa fiyatları ve onu takiben kiralar
artacaktır. Kiraların artması başka sektörlerde fiyat artışına sebep olacak ve
dolayısıyla her şey pahalı hale gelecektir. Netice itibariyle, fakirler nasıl
yaşayacaktır?
Cevap: Bununla ilgili şunu söyleyebilirim. Faiz indirimi yasasının
çıkması neticesinde arazilerimizin ve etkilediği sektörlerde genel olarak fiyat
artışı olacaksa, bu insanlarımızın zenginleşeceğinin açık bir göstergesidir.
Genel olarak, bir ülkede gıda maddelerinin fiyatı yıllar içinde artıyorsa,
insanlar zengin demektir. Ve bu fiyatlar dünyanın neresinde en ucuzsa,
buralarda insanlar çok fakirdir.
Ve Đngiltere’de bizim fakirlere gelince, şunlar gözlemlenmektedir.
Yiyecek fiyatlarının pahalı olduğu yerlerde, insanlar, bu fiyatların düşük
olduğu yerlerde yaşayanlara kıyasla, daha iyi koşullarda yaşamaktadırlar. Ve
fiyatların pahalı olduğu yıllardaki yaşam koşulları, ucuz yıllara nazaran daha
iyidir. Çünkü fiyatların ucuz olduğu bir yılda, insanlar haftada iki günün
üzerinde çalışmayacaklardır. Keyifleri çok çalışmaya izin vermeyecektir.
Fakat çok çalışıp sonra hiç çalışmamak bu insanları alışık oldukları düşük
yaşam koşullarında tutmaya devam edecektir.” (Child, 1668:7)
Child söz konusu eleştiriyi, tıpkı ücretlerde olduğu gibi, fiyat artışlarının
bir ülkenin zenginliği olduğu düşüncesiyle yanıtlamaktadır. Đşgücü piyasasına
ilişkin tespitleri ise, O’nun terse dönen emek arz eğrisi düşüncesine sahip
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
“Đtiraz
3:
Faizler
düşerse,
tefeciler
paralarının
ödenmesini
isteyeceklerdir. Bu durumda malları ipotekli olan soylular ne yapacaklardır?
Cevap:
Paranın
el
değiştirmesiyle
kazanamayacaklarını
anladıklarında, daha ileri gitmeyi göze alamayacaklardır. Đyi sandıkları
menkul değer bir başkasına göre kötü olabilir veya yine de bunu
yapacaklarsa, yasalarımız o kadar katı değildir. Fakat bu soylular arazilerinin
bir kısmını elden çıkarmak için zaman kazanabilirler. Kaldı ki, böyle bir
yasadan hemen sonra, en azından 30 yıl alımlık kâr elde edeceklerdir.
183
Đngiltere’de en iyi ve de soylu aileleri duyarsızca yok eden tefeci belasına
daha uzun süre katlanmak yerine, böyle yapmak onlar için daha iyi olacaktır”
(Child, 1668:7).
Faizlerin düşmesiyle tefecilerin paralarının geri ödenmesine yönelik
harekete geçecekleri savına verdiği yanıtta Child, bir yandan tefeciliğe kesin
olarak karşı olduğunu ortaya koyarken, diğer yandan soylular açısından
durumun hiçte çaresiz olmadığını, sahip olunan arazilerin bir kısmının elden
çıkarılmasıyla tefeci sarmalından kurtulabileceklerinin altını çizmektedir.
“Đtiraz 4: Şimdiki faiz oranı % 6 olduğu halde Kral Majestelerinin acil
durumlardaki ihtiyaçlarını karşılamada zorlanılmaktadır. Faiz oranı % 4‘e
düşürülürse, Kral yüklü miktarda parayı kendi halkından nasıl borç alacaktır?
Cevap: Halk için yapılan faiz indirimi aynı zamanda Kral içindir.
Yüksek miktarda para çekmesi gerekeceği bir durum söz konusu olduğunda,
Londra Şehrinden veya siyasi organlardan bu parayı borç alacaksa, başka bir
şey talep etmeye gerek olmayacak ve yasal faiz oranı geçerli olacaktır. Eğer
bu borcu özel kişilerden almak durumunda kalırsa, en iyiyi, en doğruyu bilen
Majesteleri, tüm yasaların üzerindedir ve yasal oranların üzerinde faizle borç
alabilir. Örnek verecek olursak, şu an yasal faiz oranı % 6’dır, ancak
Majesteleri hazinedeki parayı harcadıktan sonra, faiz oranını bazı durumlarda
% 10-12’ye çıkarabilir. Eğer yasal oran %10 ise, Majesteleri %13-14 verebilir.
Dolayısıyla, faizler % 4’e çekilirse, Majesteleri ihtiyaç duyduğunda şu an nasıl
%10’a çıkarabiliyorsa, o zaman da % 6-7’ye çıkarabilir, ki böylece açıkça
avantaj sağlanmış olacaktır” (Child, 1668:7). Child söz konusu itirazı da, faiz
indiriminin yaratabileceği borçlanma sorununa yönelik olarak gereken
durumlarda Kralın yetkilerini kullanabileceğini ve belirtilen olumsuzluğun
gerçekleşmeyeceğini vurgulayarak cevaplamaktadır.
“Đtiraz 5: Faizlerin indirilmesi, mal mülk edinmek için başka insanlar
kadar yetenek ve bilgiye sahip olmayan dulların ve kimsesizlerin büyük
zararına olacaktır (Child, 1668:7).
Cevap: Şimdiki yasamız ile, mirasın veya paranın takibinin tamamen
ve katiyen vasiyet memurunun takdirine bırakılması hariç, mirasçılar ve
kimsesizler
ebeveynlerinin
vasiyet
memurlarından
hiçbir
pay
184
alamamaktadırlar. Eğer vasiyet memurlarının takdirine bırakılırsa, memurlar
bu parayı faizin yanında, ticarette değerlendirebilir, arazi satın alabilir ve arazi
kiralayabilirler. Bu yapılmasa bile, nüfusa oranla azınlıkta kalan (nüfusun %
2’si) mirasçıların ve kimsesizlerin uğrayacağı zarar, faiz indirimiyle genelde
halkın elde edeceği avantajların yanında önemsiz kalacaktır.
Buna ilaveten, böyle bir yasa çıkarıldığında ve yürürlüğe girdiğinde,
tüm aile reisleri yaşamları boyunca çocuklarının iyi koşullarda yaşaması ve iyi
eğitim alabilmesi ve eşlerinin eğitimi için gayret gösterecekler ve böylece
faizin düşük olduğu Hollanda, Đtalya ve diğer yerlerdeki gibi kimse düşkün ve
çaresiz duruma düşmeyecektir” (Child, 1668:8).
Child söz konusu eleştiriyi ise; faiz indiriminin gerçekleşmesi
durumunda eleştiri konusu yapılan durumun zaten ortadan kalkacağını, aksi
durumda bile eleştiriye konu nüfusun çok küçük bir azınlık olduğunu ve
ülkenin
geneli
düşünüldüğü
vakit
eleştirinin
anlamını
yitireceğini
vurgulamaktadır.
Ve ardından Child, belirtilen çalışmasında faiz indirimine ilişkin
yasanın yararlarını izah etmeye devam etmektedir;
“Yukarıdaki itirazlara verdiğim cevaplardan sonra, böyle bir yasa
çıkarılırsa, kimin bundan kârlı, kimin zararlı çıkacağını sormak pek anlamlı
olmayacaktır.
Birincisi, bu konuyla ilgili itiraza verdiğim cevapta izah ettiğim gibi,
Majesteleri, olağanüstü bir olay vukuunda, daha iyi şartlarda borç para
alacaktır. Daha da önemlisi, bu sayede kendi gelirleri de büyük bir artış
görecektir. Tüm arazileri hemen değerlenecek, bu yasanın çıkmasını takiben
şimdiki değerinin iki katına çıkacaktır. Ticaretin artmasıyla gümrük gelirleri
çok daha fazla artacaktır.
Soyluların ve yüksek statüdeki kesimin serveti daha çok arazi
mülkiyetine dayandığından, şu an sahip olduklarının değeri artacak, örneğin
50 değerindeki mülkün değeri 100’e çıkacaktır.
Denizciler, tersaneciler, hamallar, terziler, ambalajcılar diğer bütün
çalışan insanlar için sürekli ve tam bir istihdam sağlanmış olacaktır.
185
Çiftçilerimiz kendi topraklarından aldıkları ürünleri daha iyi fiyatlardan
satacaklardır. Diğer taraftan, komşularımız Hollandalılara (birikimleri ve
tecrübeleri geniştir, oğulları genelde nesiller boyu babalarının ticari
faaliyetlerini başarılı bir şekilde yürütürler, bu durumda eşit şartlarda
mücadele etmeyeceğiz) karşı ürettiğimiz mallar ve sahip olduğumuz tecrübe
bağlamında cüceler konumunda olacağız. Ayrıca, soyluların genç kardeşleri
olarak, elimizde nadiren 1000 poundluk para olacaktır ve hatta bazen 200
poundumuz bile olmayacaktır. Buna karşı şunu söyleyebilirim: Bu genç
adamlarımız (bu yasa geçerse) birikim meydana getirecekler ve diğer
taraftan kuvvetli rakiplerimizle mücadele etmek için tecrübe kazanacaklardır.
Londra’daki değişimi anlayacak bilgiye sahip olması gereken, büyük serveti
olan çeşitli Đngiliz tüccarlar, orta yaşlarında ticaret geçmişi olmayan veya
henüz ticareti bırakmamış ancak faizin tadını almış tüccarlarımızın, yasa
çıktığında, tekrar ellerini taşın altına sokmaları ve aynı şekilde oğullarını da
eğitmek için gayret sarf etmeleri gerekecektir. Çünkü, araziler 30–40 yıl
alımla satıldığında, bu çocukları ülkenin Soyluları haline getirmek şimdi
olduğu gibi pek kolay olmayacaktır” (Child, 1668:8).
Böylelikle Child, faiz indirimin gerçekleşmesi durumunun, başta Kral
olmak üzere, soylular, denizciler, hamallar, ambalajcılar, tersaneciler kısaca
tüm çalışanların yararına olacağını savunmakta, diğer yandan faiz geliri elde
etmekte olan tüccarların ise ticarete yönelik olarak daha yoğun bir çaba içine
gireceklerini belirtmektedir.
Yasanın düşkün ve fakir insanlara etkilerine gelince, Child bu konuda
da şu görüşlere yer vermektedir:
“Bu yasanın düşkünleri etkilemesi. Bir işçiden daha düşük giderle
yaşayan işsiz aylak insanlar tanıyorum. Ne onların giderlerini dağıtarak,
böylece fakirler durumlarını düzeltebilirler, ne de onların ellerini ve beyinlerini
kullanarak bu Krallığın ortak kovanına bal mumu ya da bal toplayabiliriz.
Bunlar sadece başkalarının alın teri üzerinden kendi keselerini doldurmaya
çalışan ve yolunu bulan insanlardır. Ve bu bir devlet için ne kadar yararsızdır.
Bu aylakların sanayiîn sırtına kene gibi yapışması yüzünden sıkıntı çekilmesi
bir ispat gerektirmez. Bunlar bir ülkenin zenginleşmek için faiz indirimine
186
gitmesinin etkileri ve sonuçlarıdır ve netice olarak Hollandalıların ve
Đtalyanların zenginleşmesinin sebebidir. Ve aynı şekilde son elli yılda kendi
Krallığımızın zenginliğindeki artışın da sebebidir.” (Child, 1668:8) Demek
suretiyle Child, bu kesimden zaten hiçbir beklentisi olmadığını ortaya
koymaktadır. Kuşkusuz bu düşüncesi de, temel olarak tembelliğe karşı
olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Child, fakir insanların ya yoksullar
evine ya da sömürgelerdeki büyük çiftliklere gönderilmesi taraftarıdır.
Child, faizin doğuracağı etkileri ise şu şekilde açıklamaktadır:
“Bir diğer argümanın ispatını bizatihi faizin kendi doğasından
çıkarabiliriz. Bu çok büyük bir çarpan etkisine sahiptir. Faizle, alacaklı
(normal yaşam koşullarına sahipse) korkunç derecede daha zenginleşirken,
diğer tarafta borçlu aşırı derecede fakirleşmektedir. Bu vesileyle bu konuda
isabetli gözlemler yapmış olan merhum Ola Audley’i anmış olalım. Sadece
100 poundluk bir para %10’la faize yatırıldığında, 70 yılda (bu insanın
ortalama yaşıdır) 100.000 poundun üzerine çıkmaktadır. Borç verenin kârı ne
kadar çok büyükse, daha çok masrafla yaşayan (daha önce ifade edildiği
gibi), borç alanın zararı da o derece büyüktür. Đki özel kişi arasındaki bu vakıa
aynı zamanda ikili ilişkileri olan devletler arasında da geçerlidir. Yani burada
borç alan ve veren ve aralarında mal ticareti yapanlar devletler olmaktadır.
Ve sonuç yine aynıdır. Örneğin, 4-5 bin poundluk malı olan bir Hollandalı
tüccar, kendi ülkesinde % 3 faizle 15 bin pound kredi çekebilir. Bu parayla
ticarete yatırım yapabilir veya Đngiltere’de veya faizin yüksek olduğu başka bir
ülkede değerlendirebilir. Bu tüccarın parası birkaç yıl sonra (başına çok
büyük belalar gelmediği sürece) üç misline çıkabilecektir.
Bu, neden Hollandalı şekercilerin Londra’da, “Barbados Sugars”a
büyük bir ödül vermeye gücünün yettiğinin gerçek sebebini ortaya çıkarır.
Aynı zamanda, Đngiltere ve Hollanda arasındaki navlun bedellerinde ikinci
olmalarını ve ticaretlerindeki zenginliği aşan büyümeyi de açıklar. Şekeri
kendi kapılarının önünde alan bizim Londra’daki şekerciler, navlun bedelleri
de ilave edildiğinde, elde edecekleri kârı azaltmakta ve mesleklerinin değerini
düşürmektedirler. Bizimkiler % 6 faizden birikimlerini yatırdıklarında iyi bir
kazanç aldıklarından, en fazla altı bin ila on bin pound üzerinde sermayesi
187
olan birkaçı paralarını şeker işlerine yatırmaktadır. Hollanda’da ise; yirmi,
otuz, kırk bin pound birikimi olanlar şeker üretimine yatırım yapmaktadırlar.
Sadece % 3 faiz ödemek suretiyle aldıkları krediyi bazen yarısı, bazen de
üçte ikisi dolu olan stoklarını tamamlamak için kullanırlar. Bu türden ticaret
anlayışı ve kuralları diğer ticari alanlarda da aynı şekilde uygulanır. Şunu
söylemek isterim ki, Hollandalı parasını ülkemizde faize yatırdığında, para
bolluğu ve hareketi bir avantaj olacaktır. Bu, şimdiye kadar avantaj gibi
gözükse de aslında aşırı bir zarardır. Bizi genç ve heybetli birisinin durumuna
getirmiş gibi görünür. Oysa toprakları ipotek altına alınmıştır. Aldığı borç para
cebini doldurur ve bir süreliğine kendisini heybetli sanır, aslında aldığı para
düşünmeden içine çektiği uyuşturucu gibidir. Đlk başta hoş bir tat almasına
rağmen, gerçekte ruhunu soyup soğana çevirmektedirler. Kısa bir süre sonra
tüm servetini derin bir tüketimin içinde bulacak ve kendini teslim edecektir.
Ayrıca, Hollandalının bize borç olarak verdiği paranın miktarı ne olursa olsun,
zincirin bir ucu kendi ellerinde ve kendi ülkelerinde olacaktır. Bu yolla,
yeterince kanımızı emdiklerine ve şiştiklerine kani olduktan sonra paralarını
geri çekebileceklerdir (Child, 1668:9).
Bu beni şu sonuca götürüyor: Musa, Yahudilerin bir başka Yahudi’ye
kullanmak üzere faizle borç para vermesini yasaklamış ve yabancılara ise
faizle borç verilmesine izin vermiştir. Bu yasayı dini olduğu kadar siyasi
niyetle de yapmıştır. Musa, ikincisinin yani yabancılara faizle borç vermenin
ülkeyi
zenginleştireceğini,
birincisi
ile
kamusal
bir
faydanın
ortaya
çıkmayacağını ve sonuçta sadece bir Yahudi’nin fakirleşmesinin, diğer bir
Yahudi’yi zengin edeceğini görmüştür.
Bu aynı şekilde, Đsrail halkının sahip oldukları küçük bir toprak
parçasında tarih boyunca nasıl büyük ve kalabalık orduları kurabildikleri
(hemen hemen inanılmaz bir şey) sorusunu ortaya çıkarmaktadır ki tarihçiler
bunu doğrulamaktadır. Tefecilikle ilgili yasalarını dikkate aldığınızda bu ne
imkansız ne de tuhaf görünecektir. Bu yasa çorak toprakları verimli, verimli
toprakları bahçe haline getirecek kadar etkilidir. Sonuçta bu yasalar yokken
bu toprak parçasının beslediği nüfusun on katını bu yasalar sayesinde
beslemek mümkün olmuştur.
188
Son olarak, sanırım şu herkesçe kabul edilmiştir: Tüccarlar, sanatçılar,
toprağı işleyen çiftçiler ve toprağa dayalı çalışanlar (kısaca bu başlık altında
toplayabiliriz), denizciler, balıkçılar, hayvancılıkla uğraşanlar, bahçeyle
uğraşanlar gibi farklı insan grubunun yaptığı işler ve meydana getirdikleri
ürünler bir ülkeye dışarıdan zenginlik getiren işlerdir. Diğer insanlar ise,
örneğin, soylular, üst tabaka insanlar, avukatlar, doktorlar, her alandan
alimler, dükkan sahipleri, yaptıkları işler ülke içinde bir elden alıp ötekine
vermekten ibarettir. Ve eğer faiz indirimi (her kesime sağladığı genel
faydasının yanında, sancısı tutan tefeciler hariç) Krallığın en faydalı motoru
olan bu kesimlere yeni bir yaşam ve hareket katacaksa (naçizane öyle
sanıyorum) ve şimdiye kadar söylenenlerin ciddi değerlendirmeler olduğunu
ispatlayacaksa, sanırım faiz indiriminin ticaretin artmasında ve herhangi bir
Krallığın zenginleşmesinde itici güç olduğu şüphesizdir” (Child, 1668:10).
Dolayısıyla Child yüksek faizin sonuç itibariyle ne denli felakete sebep
olacağını önce insanlar arasındaki borç-alacak ilişkisinden, ardından
devletler düzeyinde ortaya koymakta ve aslında bu iki durumun birbirinden
hiçbir farkı bulunmadığını vurgulamaktadır. Yüksek faizin ülkeye başlangıçta
sermaye akışı sağlasa da nihai olarak ne denli zararlı olduğunu
belirtmektedir. Diğer yandan Child çeşitli mesleklere atıfta bulunarak, ticareti
zanaatı ve çiftçiliği üretken faaliyetler olarak kabul ettiğini, orta sınıfın,
asillerin, doktorların, dükkan sahipleri gibi diğer meslek mensuplarının,
sadece üretilen şeylerin el değiştirmesine yönelik faaliyetlerde bulundukları
görüşünü ortaya koymaktadır.
Çalışmasına ek yaptığı kısımda ise Child, söz konusu çalışmasının
oluşum
sürecini
açıklayarak
faiz
indirimin
mutlaka
gerçekleştirilmesi
gerekliliğinin altını tekrar tekrar çizmektedir.
“Yukarıdaki
yazıyı
ikamet
ettiğim
yerde
Sickness-Summer’da
yazmıştım ve yayınlama niyetim yoktu. Sadece mevcut Parlamentodaki
değerli ve muhterem dostlara iletmek içindi. Daha detaylı değerlendirme
yapmak ve ortaya konulan prensipleri özümsemek için kopyalarını almaktan
memnun oldular. Yazılanlar ilk başta onlara çok garip gelmişti ki öyle
olacağını daha önceden başkaları da garip bulduğundan dolayı bekliyordum.
189
Üzerinde biraz düşünmeye zaman harcadıklarında, şuna eminim ki, eğer
bazı şahsi menfaatlerine aykırı gelmiyorsa, herkes Krallığın kamusal
yararıyla ilgili görünen hakikati kabul etme noktasında ikna olacaktır. Eminim
ki doğalarında var olan sağduyu ile bunu anlayacaklardır. Sir William
Petty’nin vergiler hakkındaki son yazısındaki mükemmel tespitlerine göre,
tabiat kendi yönünü bulmak zorundadır ve bulacaktır. Đngiltere’deki mesele,
faiz indirimine hazır olmaktır. Buna daha uzun bir süre engel olunamaz ve ilk
faiz indiriminden sonra, 40 yıldan fazla yaşayanlar ikinci bir indirimi
göreceklerdir. Faiz oranını Hollandalıların oranı ile aynı seviyeye getirene
kadar onlarla ticarette boy ölçüşemeyeceğiz” (Child, 1668:10). Dolayısıyla
bu söylemleriyle Child’ın, söz konusu düşünceleri başlangıçta şaşkınlıkla
karşılansa da er geç doğruluğunun anlaşılacağı ve daha da ötesi uygulama
alanı bulacağı konusunda son derece iyimser olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim O’na göre Đngiltere yönetiminin en üst kademesi, yani Kral da
ticarete önem vermektedir. “Majesteleri, parlamentonun son oturumunun
açılışında parlamentonun her iki kanadına da ticaretin daha da geliştirilmesi
hususunda öneride bulunarak nazikçe memnuniyetlerini dile getirdiler. Bana
göre bunun ilk ve temel motoru faizlerin indirimidir ve devreye sokulmak
zorundadır (Child, 1668:11). Dolayısıyla Child, faiz oranlarının düşürülmesi
durumunda ticari gelişmenin kaçınılmaz olacağını yinelemektedir.
Bu arada Child söz konusu düşünce ve önerilerine ilişkin eleştirilere de
açık
olduğunu
belirtmekte
ve
kendisini
destekler
nitelikteki
geçmiş
çalışmalardan bahsetmektedir. “Eğer benim düşüncelerimden daha iyi
olanlarla aynı noktada buluşmasaydım, benim tek görüşüme dayanarak,
bunu kamuoyunun tenkidine sunmazdım. Ocak ayının sonuna kadar basılı
(daha çok aleyhinde) herhangi bir şey görememiştim. O tarihte, bu konu
üzerinde sık sık görüştüğüm bir arkadaşım, tesadüfen aynı amaca yönelik 50
yıl önce yazılmış küçük bir kitapçık buldu ve bana verdi. Bahsi geçen
kitapçığın yazarı, tarzına bakarsak, taşra soylusu gibi görünmektedir ve
benim eğitimim daha çok bir tüccarın aldığı eğitime dayalıdır. Bu nedenle
umarım ki, birlikte her ikisi bir dereceye kadar birbirlerinin eksikliklerini
kapatacaktır. Onları birlikte bastırmama neden olan bir diğer sebep, onun
190
yazdıkları faizin %10’dan % 6’ya indirilmesinin sonuçlarını kapsamaktadır ve
reel sonuçlara dairdir. Bu benim tüm insanların gerçeği göremeyecek kadar
kör olamayacağı kanaatimi ispatlamaktadır (Child, 1668:11).
Nihayet Child çalışmasının son kısmını yine faiz konusu ağırlıklı olarak
bazı iddialar çerçevesinde Hollanda ve Hollandalılara ayırmaktadır: “Son
sözü söylemeden önce, bütün olarak konuyu kısa bir şekilde özetlediğimden,
bu çalışmanın ana ekseni ile ilgili yeni karşılaştığım son bir hususu burada
belirtmeden geçemeyeceğim (Child, 1668:11).
Đddia:
Hollanda’daki
faiz
oranının
düşüklüğünün
YASALARIN
SONUCU ortaya çıkmadığı, iddia edilmektedir. Buna göre, Hollanda’da tefeci
oranlarını sınırlayan bir yasa yoktur (Child, 1668:11).
Cevap: Hollanda’da tefeciliği şu anki % 3-4 faiz oranlarıyla
sınırlandıran bir yasanın olmadığı belki doğru olabilir. Fakat yıllardan beri faiz
oranını en fazla % 5 veya % 6 ile sınırlandıran bir yasa hep vardı. Sonuçta bu
oranı daha aşağı çekmek için yasayı yenilemek bir zorunluluk haline
gelecekti. Paradan kazanılacak faiz oranlarını, komşu ülkelerde uygulanan
faiz oranlarının altında, % 3-4’te tutmak her zaman bu halkın temel politikası
olmuştur. Yasanın suni taktiklerini kullanmak faydasızdır (doğal olarak
yapılmaktadır)” (Child, 1668:11). Dolayısıyla Child, faiz oranlarının yasal
düzenlemeyle
düşürülemeyeceği
gibi
çok
önemli
bir
hususu
cevaplandırmaktadır. Yani O’na göre faizlere ilişkin her oranın yasayla
belirlenmesine zaten gerek yoktur. Sanılanın aksine Hollanda’da o an geçerli
faiz oranlarına ilişkin olmasa bile tavan faiz oranlarını belirleyen yasa zaten
vardır. Dolayısıyla O’na göre bu yapıldıktan sonra, daha düşük oranlar zaten
kendiliğinden
gerçekleşecektir.
Diğer
yandan
Child,
faiz
oranlarının
sınırlanmasıyla ortaya çıkan etkinin, Hollanda’da başka düzenlemelerle de
sağlandığını belirterek bu hususta yaptığı açıklamalara şu şekilde devam
etmektedir: “Faizi mevcut oranla sınırlayan yasaları olmasa da, aynı etkiyi
yapan, sahip olabilseydik bizde de aynı sonuçları doğuracak, henüz
ulaşamadığımız başka yasaları da vardır. Bunlardan birisi, KAMU TESCĐLĐ
vasıtasıyla, GERÇEK MENKUL DEĞERLERĐ kayıt altına almalarıdır. Açıkça
görüyoruz ki, hatasız bir hesaba göre, Đngiltere’de para, menkul değerler
191
kadar lazım olan bir ihtiyaç değildir. Kayda değer bir örnek vermek gerekirse,
“East-India Company - Doğu Hindistan Şirketi” istediği zaman, istediği kadar
parayı % 4 faizle bulabilir (Child, 1668:12).
Diğer bir yasa, BANKALARIN kurulmasıyla ilgilidir. Bu sayede, özel
kişiler orta büyüklükte kredileri kolaylıkla ödeyebilecekleri faiz oranlarıyla
Devletten temin edebilirler (Child, 1668:12).
Üçüncü yasa ve çok dikkate değer olanı, bu yazının başında
bahsedilen alacağın transferi yasasıdır” (Child, 1668:12). Yani Child’a göre
söz konusu yasalar da, faiz oranlarının düşürülmesinde olduğu gibi aynı
amaca hizmet etmektedir.
“Dördüncüsü, kamu işlerinde olağanüstü derecede tutumlu olmalarıdır.
Bu halen geçerli olan bir teamüldür ve amacımıza yönelik olarak bir yasa gibi
değerlendirilebilir. En uç şartlarda dahi % 4’ün üzerinde faiz oranıyla borç
vermemeye kendilerini zorlarlar. Ancak, Majesteleri bazı acil durumlarda,
ulusal kaynaklar mevcut aciliyeti karşılamada yetersiz kalırsa, kuyumculara
olağan oranların üzerinde faiz vererek borçlanabilir ve eskiden % 4 faizle
borç aldığı özel kişilerden, büyük meblağlarda tam % 6 faizle borç para
alabilir” (Child, 1668:12). Burada da Child’ın, Hollandalıların tutumlu
olduklarını yineleyerek, tavan faiz oranının yasayla belirlenmesinin ardından,
daha da düşük oranlara yeni bir yasal düzenlemeye gerek kalmadan doğal
yollardan ulaşılabileceği şeklindeki düşüncesini desteklemeye çalıştığı
görülmektedir.
Child,
üzerinde
durulan
çalışmasında
sözlerini
şu
şekilde
tamamlamaktadır: “Son söz olarak tekrar etmek istiyorum. Her devlet kamu
işlerini yürütmeyi ve yasa çıkarmayı kendine özgü yöntemlerle yapacaktır. Ve
bu Krallıkta, şu an olduğu gibi, doğa böyle bir değişim ihtiyacını
hazırladığında, faiz oranlarını yasayla indirmek bir teamül haline gelmiştir.
Faiz oranı sınırsız bir orandan % 10’a bir yasayla indirilmiştir, müteakiben
önce ondan sekize sonra altıya düşürülmüştür. Ve her şeye gücü yeten
Tanrının yardımıyla, tam olarak ispatladığım ve herkesin bu deneyime şahit
olduğu gibi, bu Krallık faiz indiriminin getirdiği muazzam başarıyı ve avantajı
yaşamıştır. Ve şundan eminim ki, her şeye gücü yeten Tanrının yardımıyla,
192
şu an doğum safhasında olan % 6’dan % 4’e faiz indirimi yapıldığında, bu
nesil aynı büyük ve iyi sonuçları görecektir. Ve hatta bir sonraki nesil, bu oran
% 3’e indiğinde, daha büyük faydayı yaşayacaktır” (Child, 1668:12).
Sonuç olarak Child aktarılan tüm bu söylemlerinde; yine dönemin
Đngiltere’sinin en büyük rakibi konumunda olan Hollanda’dan örnekler
sunmak suretiyle faiz indiriminin gerçekleştirilmesinin gereklilikten öte bir
zorunluluk olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Hollanda’nın belirtilen başarıyı
elde etmesiyle ilişkilendirdiği örnekleri; Hollandalıların tutumlu olmalarından
hareketle, hem insanların yaşam tarzları, hem de kamu tescili vasıtasıyla
menkul değerlerin kayıt altına alınması, bankaların kurulmasıyla ilgili yasa,
alacağın transferi gibi çeşitli yasa ve uygulamaları üzerinedir. Nihayet Child,
tüm bunların Đngiltere için de mümkün olabileceğini ve buna olan inancını,
geçmişten de örnekler sunarak açıkça ortaya koymaktadır.
Buraya kadar yapılan açıklamamalar ışığında, Jean Baptiste Colbert
ve Sir Josiah Child'ın görüşleri temelinde, 17. yüzyılda Fransa ve
Đngiltere'deki merkantilist anlayış ve uygulamaları etkileyen unsurlara zemin
oluşturma bağlamında, nihayet söz konusu dönem iki ülke merkantilizminin
karşılaştırmasını, tarihi sürece de bakarak, ele alabiliriz.
4.
17.
YÜZYIL
FRANSIZ
VE
VE
ĐNGĐLĐZ
MERKANTĐLĐZMĐNĐN
KARŞILAŞTIRILMASI
17. yüzyıl dünyasında sürekli daha fazla üretmek sadece ekonomik
bağımsızlık kazanmak için değil, dış pazarlara hakim olabilme amacıyla da
yapılıyordu. Buna karşın 16. ve 17. yüzyıllarda Fransız ekonomi politikası,
daha çok kendi kendine yetebilmeyi amaçlamıştı. Fransız krallığı ve hükümeti
ise ilgisini daha çok lüks mallar endüstrisine yöneltmişti (Zeler’dan aktaran
Cameron, 1970:138).
Bu yönelimle ilişkili olarak; Fransa’da, “imal” kavramı özellikle 16.
yüzyılda ipekli giysilerde ilginç bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden atölyeler
çoğunlukla bu alanda çalışmışlardır. 17. yüzyılda ise atölyeler tek bir
girişimcinin yönetimi altında toplanmaya başlamışlardır. “Fabrika” kavramı da
benzer bir gelişme sürecinden geçmiştir. 17. yüzyılın ortalarında fabrika ve
193
endüstri kavramları eşzamanlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Krallığa ait
imalâthaneler ise bunlardan önce ortaya çıkmıştır. XI. Louis dönemine
gelindiğinde,
ipek
endüstrisi
henüz
bilinmezken
bu
alanda
Krallık
imalâthaneleri kurulmuştur (Zeler’dan aktaran Cameron, 1970:129-130).
Đngiltere’de ise manzara çok daha farklıydı. Örneğin işçi sınıfının
yaşam standardı Fransa’ya nazaran daha yüksekti. Çünkü vergilendirme
daha az ağırdı. Đmalât endüstrisindeki gelişmeye bağlı olarak tüketici sayısı
ve alım gücü de artmaktaydı. Bu da üretim ve yeni girişimci sayısının artışını
güdülemekteydi. Yine Fransa’nın aksine, endüstri alanındaki sorunlar
parlamentoda ciddi bir biçimde ele alınmaktaydı.
Đngiltere ve Fransa’da değişik ekonomik aktiviteler yapılmakla beraber,
dikkatleri en çok ticaret çekmekteydi. Dünyanın bir noktasından diğerine
tarım ürünleri taşınıyordu. Ticaret hem devlet eliyle, hem de bireysel olarak
gerçekleştirilmekteydi. Deniz ticareti 16. yüzyılda şaşılacak düzeyde gelişti.
Nitekim o dönemde kim denize hükmederse, ticarete de hükmeder ve
dünyanın en zengin ülkesi olur anlayışı geçerliydi. Ticaretin önceliği ve
üstünlüğü 17. yüzyılda da sürmüştür. Nitekim Fransa’da bir tacir oğlu olan
Colbert ticareti geliştirmek için çok gayret göstermiştir. Colbert üretimde insan
rolünün artan öneminin farkına varmıştı. Diğer yandan üretim organizasyonu
mükemmelleştirilmeden Fransa’nın ticari hegemonya sağlayabilmesinin
mümkün olamayacağını da öngörmüştü (Zeler’dan aktaran Cameron,
1970:139).
Bu genel bilginin ardından, Fransa ve Đngiltere’de, 17. yüzyılda
özellikle ekonomi ve siyasi alanlarda birbirine zıt süreçler yaşanmış olduğu
ifade edilebilir. Nitekim Ekelund ve Tollison bu durumu Fransa açısında şöyle
ortaya koymaktadır: “En başta merkantilizmi ekonominin mutlak anlamda
kralların kontrolü altında olduğu bir sistem olarak tanımlayacak olursak, 16.
ve 18. yüzyıllar arasında bu tanıma en uygun ülke olarak karşımıza Fransa
çıkmaktadır. Merkantilist Fransa’nın iki temel özelliği vardı. Bunlardan ilki;
ekonomi büyük bir baskı ve kontrol altındaydı. Diğeri ise; imalâtın verimsiz,
dolayısıyla masraflı olmasıydı. Bu iki durum Fransa’da endüstri devriminin
yaşanmasını engellemiştir. Diğer yandan, Fransa’da tüm merkantilist dönem
194
boyunca, aristokratlar vergiden pay almışlar, soylular ve kamu çalışanları
vergi muafiyeti tanınan kesimler olmuştur. Tüm bunların sonucunda 1688
yılında Fransa’nın toplam geliri 80.500.000. pound düzeyinde iken,
Đngiltere’nin toplam geliri ise 41.700.000. pound düzeyindeydi (Ekelund ve
Tollison, 1991:95). Bu göstergeler; Fransa’nın, Đngiltere’ye kıyasla yaklaşık
bir kat daha fazla olan toplam gelirinin, dönemin nüfus sayıları dikkate
alındığında, kişibaşına düşen ortalama gelir bağlamında Đngiltere için
yaklaşık 8,30 pound, Fransa için ise yaklaşık 4,20 pounda tekabül ettiğini
ortaya koymaktadır. Yani iki ülke açısından toplam gelir için geçerli olan
durum, kişibaşına düşen ortalama gelir söz konusu olduğunda tam tersine
dönmektedir.
Đki ülke için verilen söz konusu büyüklüklere ilişkin sürece gelince;
üzerinde durulan yüzyıl içinde; 1640 yılından sonra, öncesine nazaran Đngiliz
ve Fransız ekonomisinde daha belirgin farklılıklar yaşanmaya başlamıştır.
Nitekim 1630’larda durgunluk içine giren Fransız ekonomisi yüzyılın
ortalarında çökme noktasına gelmiştir. Bu durum 1720’lere kadar sürmüştür.
Bu dönemde sık sık ekonomik ve demografik krizler yaşanmış, ölüm oranları
çok artmış, parasal kıtlık ortaya çıkmıştır. Đş dünyasındaki faaliyetler, rantlar,
ticari ve endüstriyel kârlar düşmüştür. Bunların sonucunda da işsizlik ve
fakirlik artmıştır. Colbert endüstrileşme politikasıyla, tam anlamıyla sonuç
alamamış olsa da, deflasyonun yarattığı olumsuz şartlar, düşen kârlar,
fiyatlar ve tüketimde ortaya çıkan söz konusu olumsuzlukları düzeltme
yönünde çok büyük gayret göstermiştir. Buna karşın Colbert’in endüstriyel
alana ilişkin yeni girişimleri sonraki dönemlerde kalkınma yolunda fayda
sağlamıştır. Diğer pek çok uygulamaları ise çabucak etkisini yitirmiştir. Sonuç
olarak endüstriyel çıktı toplamında Colbert döneminde artış olduğu kesin
olarak ifade edilemese de; büyük savaşlar, kıtlık ve izlenen politika sonucu
ortaya çıkan ülkeden zorunlu protestan göçüne rağmen, Colbert’in
başvurduğu önlemler XIV. Louis dönemi sonrası Fransız ekonomisinde
yaşanan iyileşmeye biraz olsun katkı sağlamış, belki de 1715 sonrası
dönemde yaşanan büyümeye zemin hazırlayıp, onun müjdecisi olmuştur. Bu
tarihten sonra kıtlık ve savaşların kötü etkileri büyük ölçüde giderilmiştir
195
(Crouzet, 1990:12-14). Yani Colbert’in endüstri alanında belirginleşen önlem
ve uygulamalarının sonuçları, kendi döneminden ziyade, daha çok izleyen
yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Nitekim 17. yüzyıl Fransa’sında genel manzara çok olumsuzdu.
Đngiltere’de ise aynı dönemde manzara, Fransa’ya nazaran çok farklıydı.
Crouzet bu durumu şöyle ortaya koymaktadır: “Đngiltere her ne kadar 17.
yüzyıldaki ekonomik yapıyı tümüyle değiştirememiş olsa da, ekonomik
performansı 17. yüzyıl boyunca çok daha iyi düzeydeydi. Belirtilen yüzyılda
ekonomi açısından şartlar çok zordu ve genel olarak durgunluk söz
konusuydu. Örneğin 1620’lerde, sivil savaşın ve XIV. Louis’e karşı yürütülen
savaşın devam ettiği dönemlerde, Đngiltere’nin temel endüstrisi olan yünlü
kumaş imalâtı kriz yaşamaktaydı. Kronik yoksulluk ve işsizlik ciddi
problemlerdendi. Ancak yine de Đngiltere’deki bu durumu, Fransa’daki 1630
yılı sonrası durumla kıyaslamak, benzetmek mümkün değildir. Fiyatlardaki
kısa dönem hareketlilik 1661 yılından sonra daha az şiddetli ve daha az
düzensizdi. Yüzyıl boyunca toplam tarımsal ve endüstriyel ürünlerde az da
olsa artış yaşanmıştır. Nüfustaki artışa rağmen kişi başına düşen ortalama
gelir de artmıştır. Özellikle 1660 yılından sonra, ekonomik gelişmeye ilişkin
diğer işaretler de Fransa ile paralellik göstermez. Örneğin Londra’daki ev içi
üretim, Paris’teki düzeyin çok ilerisindeydi. Diğer yandan 17. yüzyıl boyunca
Đngiltere’nin dış ticaretinde, büyük çaplı koloniyel gelişme sayesinde, hızlı ve
sürekli bir büyüme yaşanmıştır” (Crouzet, 1990:15). Dolayısıyla Đngiltere’nin
koloni elde etme yarışındaki Fransa’ya nazaran sağladığı başarı, Doğu
Hindistan Şirketi gibi ayrıcalıklı şirketleri vasıtasıyla dış ticaret alanındaki
büyük atılımı ve bu iki sürecin birbirinin hem nedeni ve hem de sonucu olarak
gerçekleştiğini hatırlamakta fayda vardır.
Gerçekten de aynı dönem Fransız kolonileri ve koloni ticareti ise
nispeten önemsiz düzeydeydi. Bu alanda Đngiltere’deki belirtilen durum,
Đngiliz ekonomisinin yavaş fakat düzenli bir biçimde büyümesine yol açmıştır.
Nitekim 18. yüzyılın başlarında, Đngiltere ekonomik açıdan çeşitli önemli
alanlarda Fransa’nın önünde yer almaktaydı. Öncelikle tarımda bazı teknik
gelişmeler, bu sektördeki verimliliği Fransa’ya nazaran daha yüksek ve
196
düzenli kılmıştır. Bu durum, tarım sektöründeki kötü yılların olumsuz
etkilerinin Đngiltere’de niçin daha az gerçekleştiğini açıklamaktadır. Đkinci
olarak; endüstriyel teknolojide özellikle kömürün yakıt olarak kullanılmasıyla,
17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında yaratıcı faaliyetlerde
patlama yaşanmıştır. Üçüncü olarak; ticari alanda Đngiltere lider durumdaydı.
Ticaret hacmi Fransa’dan daha fazlaydı. Çünkü Đngiltere’de deniz ticareti ile
uğraşan tüccar sayısı daha fazlaydı. Diğer yandan sermeye birikimi de daha
hızlıydı. Nitekim Đngiltere denizler ve Amerika üzerinde hakimiyet kurma
yolunda verilen ilk mücadeleden galip çıkmıştı. Son olarak; Đngiltere’nin
üstünlüğü finansal alanda çok daha belirgindi. Özellikle Đngiltere Bankası,
Fransa’dan ekonomik anlamda daha iyi bir düzeyde olmada önemli rol
oynamıştır. Oysa Fransa’da XIV. Louis’in ulusal bir banka kurma gayreti
bankerlerin direnişiyle karşılaşmış ve sonuç alınamamıştır. Aynı şekilde
Đngiltere’deki finansal yapıyı Fransa’da oluşturma çabası da başarısızlıkla
sonuçlanmıştır (Crouzet, 1990:16).
Nihayet yüzyılın sonlarına doğru, 1688 yılında Đngiltere, bir tek
Hollanda hariç, diğer tüm ülkelerden daha zengin bir konuma gelmişti.
Nitekim Crouzet bu durumu da şu şekilde ifade etmektedir: “Tahmini
hesaplamalara göre o dönemde Đngiltere’de kişi başına düşen ortalama gelir,
Fransa’ya nazaran çok daha yüksekti. Nitekim Daniel Defoe yazılarında o
dönemin Đngiltere’sini “Dünyanın en zengin ve gösterişli ülkesi” olarak
nitelendirmektedir. Diğer yandan 17. yüzyılda Fransa’da görülen durgunluk
ve hatta gerileme, Đngiltere’de yaşanan refah artışı göz önüne alındığında bu
görüşlerin pek haksız olduğu söylenemez. Bunun nedenine gelince 17.
yüzyılda ve 18. yüzyılın başlarında, Fransız ekonomisinin harekete geçip
büyümesi önünde, sosyo-ekonomik yapı, politik olaylar gibi pek çok ciddi
engel bulunmaktaydı. Özellikle 1630 yılından sonra Đngiltere ile Fransa
arasında ortaya çıkan ve Đngiltere lehine olan gelişmişlik farkı, Đngiltere’de 18.
yüzyılın son çeyreğinde yaşanan Endüstri Devrimi ile iyiden iyiye artmıştır.
Dolayısıyla Fransa ve Đngiltere’nin 17. yüzyıl boyunca ekonomik kalkınmaları
açıkça birbirine zıttır” (Crouzet, 1990: 17). Tüm bunların yanında kuşkusuz,
tacirlerin yoğun girişimi sayesinde, parlamentonun söz konusu alanlardaki
197
gelişmeye zemin oluşturan yasal düzenlemelerde bulunması, yani uğrunda
verilen kanlı mücadeleler neticesinde elde edilmiş olan kazanımlarla, bu
sürecin
siyasi
altyapısının
da
oluşturulmuş
olduğu
gözden
ırak
tutulmamalıdır.
Fransa’nın söz konusu dönemde, başta dış ticaret ve kolonileşme
olmak üzere ve genel olarak ekonomik anlamda Đngiltere’nin gerisinde kalmış
olmasında kuşkusuz pek çok etken rol oynamıştır. Bu etkenleri Vaggi ve
Groenewegen şu şekilde ifade etmektedir; “Fransa'nın Đngiltere'ye nazaran
geri kalmışlığında öncelikle yönetim anlayışını, daha doğrusu Monarşi
yönetiminin uygulanma biçimini ele almak gerekir: Fransız Monarşisi,
Đngiltere’ye nazaran çok daha sıkı bir biçimde uygulanmaktaydı. Ekonomik ve
politik güç tam anlamıyla kralın elindeydi. Tarım sektörüne gelince, yine
Fransız tarımındaki verim düzeyi de Đngiltere’ye kıyasla düşük durumdaydı.
Bu yüzden hasat mevsimlerinde yeterli ürün elde edilememesi sık sık kıtlığa
yol açıyordu. Mali sistem ise pek çok yerel ve merkezi vergiye dayanıyordu.
Ancak tarımsal çıktı üzerinden alınan taille adlı verginin yüksek olması ve
tarım işçilerine yönelik vergiler, toprağı işleme ve tarımsal alana ilişkin
yatırımları olumsuz yönde etkiliyordu. Dahası aristokrasi ve kilise vergiden
muaftı. Dolayısıyla tüm vergi yükünü tacirler, işçiler ve köylülerin çok büyük
bir bölümü yükleniyorlardı. Sonuç olarak Fransız mali sistemi son derece
etkisiz ve verimsizdi. Diğer yandan merkezi yönetim vergi gelirlerinin çok
küçük bir bölümünü bir araya getirebiliyordu. Buna rağmen askeri alanda,
savaş bağlamında, maceradan maceraya koşmada ve Versay Sarayı’nda
savurganlığa varan harcamada bulunmada geri kalınmıyordu. Dolayısıyla
Fransız Krallığı XIV. Louis döneminde ağır borç içindeydi. Nitekim bu
olumsuz
durum
18.
yüzyılın
tamamını
da
etkilemiştir”
(Vaggi
ve
Groenewegen, 2003:40).
Aynı dönemi Clark ise; “Fransa’da Colbert’in ticarete yönelik getirdiği
sert önlemler pek çok Fransız girişimcinin risk almasına ve hatalı yollara
sapmalarına neden oldu. Dönemin Fransa’sı girişimcilere uygun alternatifler
sunmaktan oldukça uzaktı. Ancak büyük ölçekli girişimler, tıpkı Đngiltere ve
Hollanda’da olduğu gibi, devletin desteğiyle monopol hale geliyorlardı.
198
Anonim ortaklık şeklinde örgütlenen bu şirketlerde pek çok hissedar
bulunuyor ve ülke içindeki dalgalanmalardan korunmak amacıyla şirkete
sermaye sağlıyorlardı. Böylelikle zengin tacirler tek başına risk almaktan
kaçınıyorlardı. Her ne kadar sistem bu şekilde kökleşmiş olsa da, bu seferde
anonim ortaklıkların kötü yönetimi ve yöneticilerin hileli davranışlarda
bulunmaları gibi riskler de yok değildi. Đngiltere’de koloniyel ve endüstriyel
alanlardaki bu tür girişimlerden krallar, kraliçeler ve hatta aristokratlar fayda
sağlıyordu. Hollanda da ise, iş alemi ve yönetim kademesinin uyumu
sonucunda birkaç büyük şirket, özellikle Đspanya’ya karşı koloniyel ticarete
yöneldi. Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi, Avrupa’da 17. yüzyılın en büyük
ticari şirketiydi. Neredeyse ticari alanda emperyal bir güç haline gelmişti.
Fransa’ya gelince; ticari alanda krallık otoritesi, Đngiltere ve Hollanda’dan
farklı olarak, çok daha fazla etkindi. Nitekim Fransa’daki anonim ortaklıklar,
risk alarak gayri meşruluğa yönelmedikçe Colbert’in politikaları dışına
kesinlikle çıkamıyorlardı” (Clark, 1960:199). Şeklinde ortaya koymaktadır.
Tüm bunların sonucu olarak, özellikle Child’ın, Hollanda’nın ekonomik
ilerlemesini analiz ederek Đngiltere için öngördüğü çözümlerin 17. yüzyıl
boyunca hayata geçirilmesiyle, Đngiltere dönem sonunda Hollanda’ya karşı
üstünlük sağlamaya başlamış, Fransa ise vurgulandığı üzere bu iki ülkeyi
örnek alma gayreti içinde bulunmuştur. Ancak uygulanan, ekonominin aşırı
bir biçimde devletin kontrolü altında tutulması gibi, farklı yöntemler ile ticari
filo, donanma ve sömürgecilikte nispeten geri kalma ve yoğun mezhep
mücadeleleri gibi nedenlerden dolayı Hollanda ve özellikle Đngiltere’nin
ulaştığı başarıya ulaşamamıştır. Belirtilen dönemde Fransız ve Đngiliz
endüstrileri arasındaki farklılığın temel nedenini, ulusal gayretlerin birbirine
benzemeyişi oluşturmaktadır. Nitekim Fransa, tıpkı Đspanya gibi milli gelirini
Avrupa’nın tamamına egemen olmak ve denizaşırı dünyaya ordu gücüyle
egemen olabilmek için sonuçsuz çabalara girişerek tüketmiştir. Diğer bir
ifadeyle gelirini verimsiz alanlarda kullanmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff,
1971:546). Bu noktada esasen Đngiltere ve Hollanda’nın da, tıpkı Fransa gibi
davrandığını belirtmek gerekir. O halde söz konusu amaç doğrultusunda
harcanan çabanın anlamlı ya da anlamsızlığından ziyade, nihai olarak
199
başarıya ulaşılıp, ulaşılamadığı önem kazanmaktadır. Nitekim Đngiltere ve
Hollanda, Fransa’ya nispeten bu konuda başarı elde etmişlerdir. Bunun en
somut örneği ise, şu ana dek hep üzerinde durulduğu gibi, dış ticaret
alanında gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak tüm bu anlatılanlardan politik ekonomiye ortak olma
çabası olarak ifade edilebilecek merkantilist dönemi Đngiliz tacirlerinin,
Fransa’ya nazaran bu çabalarında başarılı oldukları anlaşılmaktadır.
Dönemin Đngiliz ve Fransız merkantilizmine ilişkin bu temel farklılıklara yol
açan unsurlar ise, Colbert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın, özellikle
Hollanda'yı esas aldığı üzerinde durulan eserlerinden hareketle belirlenen
görüşleri ve Đngiltere’deki uygulamalar çerçevesinde izleyen bölümde
değerlendirilecektir.
200
BEŞĐNCĐ BÖLÜM
JEAN BAPTĐSTE COLBERT ĐLE SIR JOSIAH CHILD’IN GÖRÜŞLERĐ
TEMELĐNDE 17. YÜZYILDA FRANSA VE ĐNGĐLTERE’DEKĐ
MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE UYGULAMALARI ETKĐLEYEN UNSURLAR
Buraya kadar olan bölümlerde merkantilizm, farklı ülkelerdeki
merkantilist anlayış ve görüşler ile 17. yüzyıl Avrupası'na yönelik ortaya
konulan genel çerçeve ışığında, dönemin Fransa'sı ve Đngiltere'si, ekonomi,
ticaret ve özellikle dış ticaret, siyasi durum ve yönetim anlayışı, demografik
ve sosyal durum, bilim ve sanat dünyası, dini yapı gibi unsurlar bağlamında
ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Bu ülkelerdeki merkantilist anlayış ve
uygulamaların bir bakıma temelini teşkil eden, devlet yönetiminde bulunmuş
olan Jean Baptiste Colbert'in görüş ve uygulamaları ile Đngiliz tarihinde çok
önemli bir yeri olan ve o dönemde devlet yönetimi üzerinde büyük etkisi
bulunan Doğu Hindistan Şirketi'nin yönetim kademesinde ve değişik
dönemlerde parlamentoda üye olarak yer almış olan Sir Josiah Child'ın,
“Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev-A New Discourse of Trade” ile “Ticaret ve
Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler-Brief Observastions Concerning Trade
and Interest of Money” adlı eserlerinden hareketle görüşleri ve dönem
Đngiltere’sindeki uygulamalar aktarılmıştır. Bu bağlamda üzerinde durulan
dönemde Fransa ve Đngiltere’deki söz konusu uygulamaların arka planları
ayrı ayrı ele alınmış ve bunlara temel teşkil eden politikalar, yine bu ülkeler
bazında belirtilmiştir13.
Bu bölümde ise, belirtilen görüşler ışığında Fransa ve Đngiltere'deki 17.
yüzyıl
merkantilist
anlayış
ve
politika
uygulamalarının
benzer
ve
13 Söz konusu görüş, politika ve uygulamalar üzerinde, Fransa için; “17. Yüzyıl Fransa’sı ve
Ekonomisi”, Đngiltere için ise; “17. Yüzyıl Đngiltere’si ve Ekonomisi” ana başlıkları altında geniş
olarak durulmuştu, s. 84-126, 126-199.
201
farklı yönleri arasında, arka planlarındaki yani; siyasi durum ve yönetim
anlayışı, ekonomi, ticaret ve özellikle dış ticaret, şirket kurma çabaları ve
sömürgeci yayılma, demografik ve sosyal durum, bilim ve teknik yenilikler,
dini yapı, siyasi, ekonomik ve din temelli mücadeleler şeklinde ifade
edebileceğimiz kurumsal yapılarındaki benzerlikler ve farklılıklar temelinde,
uygulamalar açısından öne çıkan temel örnekler üzerinden, paralellikler
kurulmaya ve merkantilist anlayış temelde aynı veya benzer görünse de,
çeşitli ülkeler bazında merkantilist anlayış ve politika uygulamalarında yine
çeşitli unsurlara dayalı bir takım faklılıkların oluştuğu, bu iki ülke örneği
doğrultusunda kanıtlanmaya çalışılacaktır.
Bu bağlamda 17. yüzyılda Fransa ve Đngiltere’deki merkantilist anlayış
ve uygulamadaki farklılıklar ile söz konusu farklılıkları ve bunu belirleyen
unsurları, Jean Baptiste Colbert’in görüş ve uygulamaları ile yine Sir Josiah
Child’ın, üzerinde durulan eserlerinden hareketle, görüşleri ve dönem
Đngiltere’sindeki uygulamalar temelinde şu başlıklar altında ifade edebiliriz:
1. SĐYASET VE YÖNETĐM ANLAYIŞI
Fransa ve Đngiltere'de 17. yüzyıl merkantilist anlayış ve uygulama
farklılıklarının arka planını oluşturan önemli unsurlardan biri, bu ülkelerin
siyasi ve yönetim anlayışlarıdır14.
Her ne kadar bu iki ülkenin parlamenter tarihleri ortaçağa kadar
uzanmakta ve parlamentonun yetkilerini, kralın yetkileri aleyhine genişletme
uğruna yoğun mücadelelere girişilmiş olunmasına karşın, 17. yüzyıla
gelindiğinde tüm yüzyıl boyunca, bu konuda Đngiltere'nin daha çok yol aldığı,
diğer bir söylemle Fransa'nın söz konusu mücadelede Đngiltere'ye nazaran
başarısız olduğu görülmektedir. Nitekim Fransa'da; Richeliéu'den, Mazarin'e
tüm dönem boyunca ve özellikle XIV. Louis ve dolayısıyla Colbert
döneminde, XIV. Louis’nin “devlet benim” söylemi ile güçlü merkezi yönetim
çok daha belirginleşmiş, bunun sonucunda monarşinin endüstriden sanata
14 Bu bölümün girişinde de vurgulandığı üzere; Fransa ve Đngiltere açısından söz konusu
başlık dahilinde belirlediğimiz ve burada temel örnekler bazında ele alınarak sonuç çıkarılacak olan
bu konunun zemini, bir önceki bölümde oluşturulmuştu, s. 87-92, 130-137.
202
hemen her alanda sert yöntemlere başvurularak tavizsiz bir biçimde
uygulanması gayreti, Đngiltere’den farklı olarak hep en ön planda yer almış,
bu da parlamentonun yönetimsel etkinliklerinin, Đngiltere’dekinin aksine
mutlak monarşi altında zayıf kalmasına yol açmıştır. Bunun sonucunda
Fransa'da merkantilist düşüncenin özüne uygun biçimde, devlet müdahaleleri
kurumsal hale getirilmiş, bu da Fransız merkantilistlerinin, hâkim merkantilist
düşünce çerçevesinde kalmalarına yol açmıştır (Davidson, 1971:85).
Đngiltere açısından bu durum bir yandan daha yüzyılın ilk çeyreğinde
Thomas Mun’un tüccar sıfatıyla, Lionel Cranfield'in ise hükümet yetkilisi
sıfatıyla bir araya gelip, ticaretin gelişmesi ve devletin büyümesi için neler
yapılabileceği üzerine ortak çalışma yapılması (Kammen, 1970:17) örneğinde
olduğu gibi ve daha da ötesi parlamentodaki din temelli fikir ayrılığı yaşayan
iki grubun, kralın ve parlamentonun yetkileri gündeme geldiğinde, tacir ve
orta sınıfı temsil eden üyelerin savunumu doğrultusunda, parlamentonun
etkin olması gerektiği yönünde birlik sağlanması sonucunda, (Wallbank,
Taylor ve Bailkey, 1962:326) yani parlamento nezdinde verilen ortak
mücadeleyle halkın, özellikle ticari alana ilişkin isteklerinin, 1651, 1660, 1663
ve 1673 tarihli gemicilik yasaları örneklerinde olduğu gibi, yasal alt yapısı
oluşturulabilmiştir. Diğer yandan Đngiltere'de yaşanan ve 1640'lı yıllardaki sivil
savaşla belirginleşen bu gelişmeler, dönem düşünürlerinin söylemlerinde de
farklılığa yol açmıştır. Nitekim Đngiltere'de yüzyılın sonlarına doğru Sir Dudley
North, Charles Davenant ve Sir Josiah Child gibi düşünürler daha liberal
söylemlerde bulunmaya başlamışlardır (Yılmaz, 1992:11).
Fransa ve Đngiltere için tüm bunlar, devletin ön planda yer alması
anlamında merkantilist düşünceye uygun durumlar olmakla beraber, en başta
bunun ne ölçüde gerçekleştiği noktasında görünür bir farklılık ortaya
çıkmaktadır. Yani Đngiltere'nin aksine Fransa'da kralın tek otorite ve
dolayısıyla tartışılamaz konumda bulunduğu, bunun da ifadesini mutlak
monarşide bulduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu durum kuşkusuz her iki ülkedeki politik öneri ve uygulamaları, bu
da daha geniş anlamda merkantilizm anlayışlarını, özellikle ticaret alanında
özel sektörün isteklerine kulak verilmesi ve daha liberal bir ortamda faaliyette
203
bulunabilmelerine
imkân
sağlanması
örneğinde
olduğu
gibi,
farklılaştırmıştır.
Söz konusu farklılığın ise Child'ın; tacirlerin yabancı malların
fiyatlarının belirlenmesi noktasına kadar uzanan boyutta, karar alıcı
mekanizmada fiilen yer almaları ve alınacak karar ve konulacak kuralların
ticareti geliştirici eksende olması gerektiği (Child, 1751:38) şeklindeki,
Đngiltere için hayata da geçirilen önerisi ve Colbert'in; mutlak monarşi
yönetimine uygun düşecek bir biçimde, başta sanayi olmak üzere hemen her
alanı sert ve tavizsiz bir biçimde kontrol altına alan düzenlemelerinde
temellendiği anlaşılmaktadır.
Tüm bunlar da her iki ülkedeki vurgulanan yönetimsel koşul ve anlayış
farklılığının, doğal olarak yine örnekleri üzerinde durulan yasal düzenleme ve
uygulama farklılığına niçin yol açtığını, diğer bir söylemle Fransa’da devletin
en ön planda yer aldığı ve uygulamanın da bu değişmez koşul çerçevesinde
şekillendiğini açıklamaktadır.
2. TĐCARET VE EKONOMĐ
17. yüzyılda Fransa ve Đngiltere'nin ticaret ve ekonominin geneline
ilişkin anlayış ve izledikleri politikalarda da belirgin farklılıklar mevcuttur15.
Fransız mali sistemi içinde uygulanan vergilerden; özellikle tuz ile
köylünün, esnafın ve zanaatkârın malları ve gelirleri üzerinden alınan ve sık
sık arttırılan vergiler ön plandaydı. Diğer yandan çeşitli gümrük resimleri ile
yine
köylünün
üretimi üzerinden,
kilise tarafından
da
alınan
vergi
bulunmaktaydı. Burada vurgulanması gereken; krallığın finansman ihtiyacı
nedeniyle oran veya miktar olarak sıkça arttırılan vergilendirme sisteminin en
başta sermaye birikimi önünde büyük engel oluşturduğudur. Bununla da
kalmayarak söz konusu uygulama sonucunda köylü nüfusun yoksulluğu
artmış ve tarım ürünleri azalmıştır (Ekelund ve Tollison, 1991:98). Yine
vergilerin ödenebilmesi için uygun kredi kaynağının olmayışı ise, toprak
15 Fransa ve Đngiltere için belirtilen başlık altında tespit ettiğimiz ve burada belli başlı
örneklerden hareketle sonuca vardırılacak olan bu konu, dördüncü bölümde ayrıntılı olarak
temellendirilmişti, s. 98-126, 142-164.
204
sahibi köylüleri topraklarını satmak mecburiyetinde bırakmış (Hoffman,
1986:49), bu durum temel olarak Colbert’in; köylünün dirençli bir piyade
olabilmesi için zor şartlara alıştırılması, iyi donanımlı, kuvvetli askerlerden
oluşan bir orduya sahip ve dolayısıyla güçlü olmak için gelirin artması
gerektiği şeklindeki düşüncesinden kaynaklanmıştır.
Buna karşın Colbert, bazı ayrıcalıklı kimseler ve soyluların vergi
muafiyetine sahip olmalarını, krallığın büyük miktarda finansman ihtiyacından
dolayı ülke içi ticaretin serbestçe yapılabilmesine yönelik eyaletlerin ve
belediyelerin uyguladıkları tarifeleri, buğdayın Fransa’nın diğer bölgelerine
gönderilmesine ilişkin gemi yüklemeciliğindeki yerel sınırlamaları, bu yönde
girişimde bulunması ve kısa süreli sonuç almasına karşın, kaldıramamış
sonuç itibarıyla söz konusu uygulamalar devam etmiştir (Hoffman, 1986:53).
Diğer yandan üretim süreci ve işgücü piyasası ile ilişkilendirilebilecek
olan dini ayırımcılığın vardığı boyut yüzünden ülkeden yoğun bir biçimde
protestan göçü yaşanmıştır (Cole, 1971:6). Yine üretim süreci ile ilgili olarak,
endüstri düzeninin kontrol edildiği özel görevler oluşturulmuş, uyulmadığı
takdirde cezaları itibariyle çoğu acımasız ve sert olan; malların boy, en,
ağırlık ve kalitelerine yönelik standartlara uyulup uyulmadığının bizzat
işyerlerine
gidilerek
denetlenmesi,
aykırı
davrananların
mallarına
el
konularak, yakılarak ya da teşhir edilerek cezalandırılması gibi pek çok
uygulama başlatmıştır. Tüm bu uygulamalar karşısında çıkan isyanlar ise,
tıpkı köylü kaynaklı isyanlarda olduğu gibi, bastırılmıştır (Williams, 1970:155).
Dolayısıyla Colbert, ürünlere ilişkin yüksek standartlar getirerek, Fransız
endüstrisini merkezi kontrollere bağlayarak, yine monarşinin mutlak anlamda
sağlanmasının bir başka gereğini yerine getirmiştir.
Tüm bu anlatılanlardan, Colbert’in merkantilist sistemi tamamen devlet
geleneklerine
dayandırarak
uyguladığı,
devletin
oluşturduğu
büyük
monopollerin, yine Colbert tarafından yürürlüğe konulan bezdirici kurallar
nedeniyle hızla popüler olmaktan çıktığı ve tacirlerin bu alana yönelmesini
engellediği, dolayısıyla Đngiltere’deki yönetimle işbirliği içinde bulunan özel
girişim
modelinin,
uygulamadaki
bu
tür
olumsuzluklar
nedeniyle
gerçekleştirilemediği, buna tacirlerin ve özellikle savaşların yol açtığı kamu
205
ihtiyacının karşılanmasını sağlayacak bir finans yapısının oluşturulmasında
başarıya ulaşılamamasının da yol açtığı anlaşılmaktadır.
Oysa Đngiltere’de, yine halkın isyanlara varan yoğun mücadelesinden
sonuç alınmış ve ticari hayat çok sıkı düzenlemelere tabi tutulmadığı gibi,
serbest rekabetin dolayısıyla serbest ticaretin olması gerektiği düşüncesi
hakim kılınmıştır. Bu da hem iç hem de dış ticaret hacminde artış yaşanması
ve dolayısıyla bu alandaki rekabette Fransa'ya karşı üstünlük sağlanması
sonucunu doğurmuştur (Wallbank, Taylor, Bailkey ve 1962:325-326). Ancak
bu noktada, serbest ticaret söyleminden tam rekabet piyasasına özgü
işleyişin anlaşılmaması gerektiğini vurgulamakta fayda vardır. Nitekim yine
merkantilist anlayışın öngördüğü üzere belirtilen alanlarda hakim güç
olabilmenin Đngiltere için de temel amaç olduğu, bunun ise tacirler, şirketler
ve ülke genelinde monopolleşmeyle sağlanabileceği açıktır. O halde burada
anlaşılması gereken; ticaret ve girişimciliğin önündeki engeller ülke içinde
kaldırılıp ve hatta teşvik edilirken, diğer ülkeler söz konusu olduğunda
olabildiğince korumacı önlemlere başvurulduğudur. Đngiltere’de de, Doğu
Hindistan Şirketi örneğinde olduğu gibi süreç bu şekilde işlemiştir.
Fransa’ya karşı sağlandığı belirtilen söz konusu üstünlükte; 1651
yılında, Avrupa, Afrika, Asya ve Amerika’dan taşınacak malların ancak Đngiliz
gemileriyle taşınabileceği, bunun mümkün olmaması durumunda ise
sömürge gemileriyle taşınabileceğine ilişkin Gemicilik Yasası’nın çıkarılması,
1660 yılında yayımlanan yasayla da, bu kapsamın genişletilerek, geminin
kaptanı ve mürettebatın en az dörtte üçünün Đngiliz olması şartının
getirilmesi, kolonilerden tütün ve şeker gibi bazı ürünlerin doğrudan Kıta
Avrupa’sındaki limanlara gönderilmesinin yasaklanması, Hollanda’nın ticari
taşımacılıktaki üstünlüğüne son vermeyi amaçlayan, dolayısıyla monopol güç
elde ederek rekabette üstünlük sağlama ve ticaretten daha çok kazanç elde
etme amaçlı bu yasanın 1663 ve 1673 yıllarında yeniden düzenlenmesi
(Beaud, 2003:34) gibi uygulamalar kuşkusuz çok etkili olmuştur.
Yine, “Feodal yapının hızla yıkıldığı aynı dönem Đngiltere'sinde,
dönemin hemen başlarında önemli derecede sosyal ve ekonomik dönüşüm
yaşanmış, bunun yansımalarından biri olarak mülkiyet sahipliği konusunda ve
206
mülkiyet satışının serbestçe yapılabileceği yönünde karakteristik değişiklikler
ortaya çıkmıştır” (Wilson, 1965:9).
Öte yandan tarım sektörünün ihmal edildiği Fransa'nın aksine
Đngiltere’de, bir dizi teknik yenilik yaşanmış ve topraktan farklı mahsul alma
olanağı yaratılmıştır16. Tarım sektörüne ilişkin sağlanan gelişmeler sayesinde
de, Đngiltere yüzyılın sonlarına doğru hububatta net ihracatçı konumuna
gelmiştir (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:383).
Teknik alandaki gelişme bununla da sınırlı kalmamış, yüzyıl boyunca
kömürün endüstride artan bir şekilde kullanılması ve üretimde makine
gücüne dayalı yeni yöntemlerin devreye sokulması sonucunda imalât
endüstrisinin gelişerek ekonominin büyümesi ve büyük ölçekli üretim sonucu
göreli olarak düşük fiyatlı mallar üretilmesi sağlanmıştır (Houston, 1999:147).
Gelişme tekstil sektöründe de yaşanmış, bu sektörün artan yün
talebini karşılamak için koyun sayısının arttırılması gerekliliği ortaya çıkmış,
bu ihtiyaç “çitleme hareketi” denilen, geniş arazilerin çitle çevrilmesini
beraberinde getirmiştir. Bu süreç yün ve yün imalâtını çok önemli bir yere
taşıyarak, kapitalizmin yükselişini de teşvik etmiştir (Crouzet, 1990:12-13). Bu
arada çitleme hareketinin tarım sektörü üzerindeki olumsuz etkisi, bu
sektörde yaşandığı vurgulanan yenilikler sayesinde toprağın verimliliğinin
arttırılmasıyla giderilmiştir. Diğer yandan tekstil sektörüne ilişkin gelişmeler,
18. yüzyıl Đngiliz Endüstri Devriminin hazırlayıcısı olması yanında, orta çağda
temel ihraç ürünü işlenmemiş yün iken, 16. yüzyıla gelindiğinde kumaşın
hakim ihraç ürünü haline gelmesi, 1660’larda ise yünlü kumaşın tüm ihracatın
değer olarak 2/3’ünü oluşturmasına, dolayısıyla bu alanda da Đngiltere’nin,
Avrupa’da büyük ihracatçı ülkelerden biri olmasına yol açmıştır (Cameron,
1989:114).
Đngiltere'nin söz konusu dönemde, özel sektörü de devreye sokarak,
yürüttüğü savaş ve yayılmacı politikanın getirdiği finansman ihtiyacı ise; yine
başta Doğu Hindistan Şirketi gibi hızlı ve olağanüstü şekilde büyüyen
16 Jethro Tull, Viscount Charles Townshend ve Robert Bakewell’in buluşlarıyla
örneklendirilen teknik yeniliklere, “Bilim Dünyası ve Teknik Yenilikler” ile “Tarım, Hayvancılık ve
Ticaret Temelinde Sanayileşme Politikası” başlığı altında yer verilmişti, s. 141, 148-150.
207
şirketlerden ve girişilen savaşların finansmanı ve kamu borçlarını düzene
koymak için kurulan Đngiltere Bankası aracılığıyla karşılanmıştır. Öte yandan
bu banka belirtilen kuruluş amacı dışında, ihtiyaç duyan özel sektör
kuruluşlarına da büyük ölçüde finansal katkıda bulunmuştur (Quinn,
2001:596).
Nihayet Đngiliz Parlamentosunun, Fransa'ya nazaran hızla bağımsız
olmaya başlaması neticesinde, vergi konusunda da Fransa'nın aksine tarım
ve ticareti engelleyici vergi yapısından ziyade, çok daha fazla rasyonel
temellere dayalı vergi sistemi oluşturulabilmiştir (Cameron, 1989:155).
Dolayısıyla her iki ülke için, özelde ticaret ve genelde ekonomi
alanlarında vurgulanan tüm bu farklı gelişme ve uygulamalar, yine iki ülkenin
uygulamaya geçirdikleri merkantilizm anlayışlarının da farklılaşmış olduğunu
göstermektedir. Bu noktada Fransa'ya ilişkin çift yönlü bir etkileşimden
bahsetmek mümkündür. Yani bir yandan Đngiltere'den farklı olarak devletin
tamamen ön planda yer alması karşısında verilen mücadelenin sonuçsuz
kalması mutlak monarşinin gücünü kıramamış, diğer yandan devletin öne
çıkarıldığı ve dolayısıyla monarşinin mutlak biçimde uygulanmasından dolayı,
örneğin özel girişimciler öne çıkamamış ve ticaretin daha liberal bir ortamda
yapılması sağlanamamıştır. Dolayısıyla kendisi de mutlak monarşi yanlısı
olan Colbert'in, tıpkı Đngiltere'nin Doğu Hindistan Şirketi gibi faaliyette
bulunacak bir şirket ve ulusal bir banka kurma gibi istek ve girişimleri, söz
konusu yönetim anlayışının bunlara ilişkin ortamı sağlamaya elverişli
olmamasından dolayı hayata geçememiştir. Nitekim bu noktada, Đngiltere'de
bu uğurda Kral I. Charles'in idam edildiğini, oysa Fransa'da sürecin bu
aşamaya ulaşmadığını, tam tersine XIV. Louis'nin “devlet benim” söyleminde
bulunduğunu hatırlamakta yarar vardır. Bunların sonucunda ise; Đngiltere'den
farklı olarak, sert ve tavizsiz ürün standardı, ulusal bir bankanın
kurulamaması, ağır vergiler, iç ticarette bile tarife, resim gibi ticareti
engelleyici unsurların ortadan kaldırılamaması, halkın ticarete yönelimde
isteksiz davranması ve özellikle dış ticarete ilişkin özel girişim modelinin
oluşturulamaması gibi durumlar ve uygulamalar ortaya çıkmıştır.
208
17. yüzyıl Fransa'sındaki mutlak monarşi yönetimi ve XIV. Louis
faktörü ile anlamlaşan Colbert'in bu uygulamalarının aksine aynı dönem
Đngiltere'sindeki altı çizilen durum ve uygulamalar ise Child'ın; yine tacirlerin
parlamentoda bulunmaları, yasal altyapısıyla beraber olabildiğince serbest
ticaret ortamının yaratılması, ticarete finansman desteği sağlanması ve
üreticilerin teşvik edilmesi, az sayıda ve adil bir vergileme sisteminin olması,
banka kurulması ve etkin bir biçimde çalıştırılması, insanlar arasında dini
ayırımcılığın yapılmaması, mülkiyet hakkının sağlanması gerektiği yönündeki
tespit ve önerileri ile örtüştüğü ve Child'ın çok önemsediği, en başta ticaretle
uğraşanların sayısının ve ticaret hacminin artmasına yol açacağını ve
herkesin yararına olarak zenginlik doğuracağını, faiz geliri elde ettiği için
ticarete yönelmeyen tacirlerin ise ticarete yöneleceklerini öne sürdüğü, düşük
faiz oranlarının (Child, 1751:38-45) Đngiltere'de kademeli olarak da olsa
gerçekleştirildiği görülmektedir.
3. ŞĐRKETLEŞME VE SÖMÜRGECĐ YAYILMA FAALĐYETĐ
Üzerinde durulan dönemde, merkantilist anlayışın temellerinden biri
olan; gücün zenginlik, aynı şekilde zenginliğin de güç doğuracağı
argümanından hareket edilen Fransa ve Đngiltere’de, tıpkı dönemin diğer
ülkelerinde olduğu gibi, yeni şirketler kurma ve sömürge elde etme
konusunda da gayret içinde olunmuştur17. Bu birbirine paralel amaç
doğrultusunda varılan nokta ise iki ülke için aynı olmamıştır.
Nitekim Fransa’da şirketler tamamen siyasi amaçlarla kurulmuş,
bunlar üzerinde, yine mutlak monarşi anlayışına ve uygulamasına uygun
düşecek
şekilde
doğrudan
devlet
müdahalesi
olmuştur.
Colbert’in
uluslararası çapta ticarette bulunacak, Đngiltere ve Hollanda’daki şirketler ile
rekabet edebilecek ticari şirketler kurulması gerekliliği düşüncesinden
hareketle kurmuş olduğu Doğu Hindistan ve Doğu şirketleri örneğinde olduğu
gibi, şirketler ya uzun ömürlü olamamış ya da arzulanan düzeyde başarı
17 Söz konusu iki ülkeye yönelik bu bölüm başlığıyla tespit ettiğimiz ve öne çıkan örnekler
dahilinde sonuç ortaya konulacak olan bu konunun alt yapısına, önceki bölümde yer verilmişti, s. 98111, 146-164.
209
sağlayamamışlardır (Ekelund ve Tollison, 1991:119, 165, 168). Bunda;
Đngiltere ve Hollanda’daki hükümetle işbirliği içinde bulunan özel girişim
modelinin Fransa’da uygulanamamış olması yanında, asiller ve orta sınıfın
paralarını ticaretten ziyade mülk ve memuriyet elde edebilmek için
kullanmaları, bunu yaparken mevcut durumlarını ve kendilerini güven içinde
hissetmeye devam etmeyi amaçlamaları ve bu durumu kâr elde etmeye
yeğlemeleri,
ticarete
yönelen
halkın
büyük
bir
çoğunluğunun
ise
şirketleşmeden ziyade bireysel ticareti tercih etmeleri de önemli etken
olmuştur (Williams, 1970:154).
Đngiltere’de ise, ulusal zenginliğe ticaret yoluyla ulaşılabileceği
düşüncesinden hareket edilerek elde edilen güç ve zenginlik, asıl olarak
denizciliğe dayalı ticaretten kaynaklanmıştır. Gemicilikte sağlanan ilerleme
sonucu ticari filonun arttırılmasıyla, Đngiltere’nin kumaş ihracatı ve deniz
yoluyla dış ticareti giderek artmış, bu durum ekonomik güç dengelerinin
Đngiltere lehine değişmesine yol açmıştır. Bu bağlamda sahip olunan
sömürgeler ile sıkı ekonomik ilişkiler kurulmuş ve buralara yönelik ticari
faaliyette bulunan şirketler, yasal düzenlemelerle desteklenmiştir (Kammen,
1970:7).
Bu bağlamda, Adam Smith’in merkantilist sisteme ilişkin; ticari
azınlığın, imalâtın ve ticaretin düzenlenmesiyle ulusal pazarda monopol
duruma gelmelerini sağlamaya yönelik bir girişimdi (Kammen, 1970:4),
şeklindeki tanımını uluslararası pazara taşıyacak bir biçimde, krallığın
ticarette monopolleşme yönünde özel birtakım ayrıcalıklar tanımış olması
sayesinde; kökeni 16. yüzyıla dek uzanan, ulusal öneme sahip olan ve
genellikle birleşerek faaliyette bulunan bireysel girişimler sonucu oluşturulan
şirketler, faaliyet alanlarında etkin olmuşlar, daha da ötesi “Doğu Hindistan
Şirketi” örneğinde olduğu gibi, ekonomik güçleri günden güne artmış, bu da
yeni yeni şirketlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır (Clapham, 1957:262-263).
Nitekim 17. yüzyılın hemen başında kurulan ve o dönemde tüm diğer
şirketlere nazaran büyük öneme sahip olan, yönetimle karşılıklı çıkar
ilişkisinde bulunan, Đngiltere Bankası yanında hükümete borç verme düzeyine
kadar finansal güce ulaşan ve yaklaşık iki buçuk yüzyıl gibi çok uzun bir süre
210
faaliyetini
sürdüren,
doğudaki
adaların
ve
Hindistan’ın
Đngiliz
Đmparatorluğunun sömürgesi haline getirilmesinde çok önemli bir rol oynayan
Doğu Hindistan Şirketi çok hızlı bir biçimde büyümüş ve faaliyet alanını
günden güne genişletmiştir. Başta bu şirket olmak üzere kurulan diğer
şirketler sayesinde, Đngiltere'nin dış ticaret hacmi katlanarak artmıştır. Bu
sürece bağlı olarak üretim de gelişmiş, böylelikle fırınlar, demirhaneler, şap
ve kâğıt imalâthaneleri ve tekstil imalatçıları yeni istihdam alanları yaratmaya
başlamışlardır. Öte yandan Doğu Hindistan Şirketi'nin ithal ettiği Hindistan
mallarının yurtiçinde kullanımının hem yasal düzenlemelerle engellenmesi,
hem de bunların Kıta Avrupa’sına yeniden ihracının yapılarak yerli sanayiîn
korunması sayesinde, bu şirket kuruluşunu izleyen yüzyılda artık diğer
şirketlerden öte, banka ve ülkelerle dahi mücadele edebilecek kadar güçlü
konuma ulaşmıştır (Beaud, 2003:32-33).
Sömürge elde etme mücadelesine gelince; Portekiz’in başlangıçta
hakim olduğu sömürgelerinde zamanla etkinliğini yitirmesi sonucu ortaya
çıkan boşluk, Hollanda ve Đngiltere tarafından doldurulmuş, bu sayede
denizaşırı kaynaklar bu iki ülke tarafından hızla sömürülmeye başlanmıştır
(Samson, 2001:8). Bu süreçte; Đngiltere’nin sahip olduğu deniz gücünün
koruması altında dış ticaret daha geniş alana yayılmış ve böylelikle söz
konusu dönemde dış ticaret hacminde artış yaşanmış, bu durum ise
donanmanın daha da büyümesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Đngiltere’nin
beliritlen noktaya ulaşmasında, altı çizilen karşılıklı etkileşimin yanında, sahip
olunan her sömürgenin tüm üretimini anavatana aktarmaya ve dış ticaret
ilişkilerini anavatanla kurmaya mecbur tutulmuş olmaları, yani sömürgelere
ilişkin oluşturulan söz konusu politika ve uygulamalar da bir diğer etken
olmuştur (Spiegel, 1971:150).
Nihayet yüzyılın ikinci yarısında Hollanda ile yapılan ve kazanılan
savaşlar
neticesinde
parlamentonun
tacirleri
bu
ülkenin
destekleyici
üstünlüğüne
ve
ticareti
son
verilmiş,
teşvik
edici
buna
yasal
düzenlemeleri de eklenince, şirketleşme özelinde ticaret ve sömürgeci
yayılma alanlarında önemli gelişmeler yaşanmış ve birbirini doğuran söz
211
konusu gelişmeler sayesinde Đngiltere'nin yayılma süreci daha da hızlanmıştır
(Kammen, 1970:2).
Tüm bu; denizlerin kademe kademe kontrol altına alınması, yabancı
topraklarda ticari karakollar kurulması, Đngilizlerin sahip olunan sömürgelerde
de mülkiyet sahibi olabilmeleri ve bundan dolayı yoğun ticari faaliyete
yönelmeleri, girişilen ve başarıyla sonuçlanan savaşlardan elde edilen
ganimetler, (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:378) Đngiltere’nin sömürge
elde etme yarışında da Fransa’ya nazaran daha ileride yer almasına yol
açmış, yine bu sayede su gücü, demir, kömür gibi kaynakları kolaylıkla elde
edebilmiştir. Nihayet kazançlı ticaret için sahip olunan sömürgelerden bu
şekilde yararlanma dışında, buralar yeni istihdam alanları olarak da
kullanılmıştır.
Đngiltere için bu ortaya konulanlar ise; yine Child’ın, sömürgecilik
sistemini ve gemicilik yasasını savunmasına ve “Barbados veya Jameika’da
çalışan her Đngiliz, anavatanda dört kişinin istihdamını sağlıyor” şeklindeki
söylemi ile mülkiyet ve özgürlüğü endüstriyi geliştirici unsurlar olarak gördüğü
yönündeki yaklaşımına uygun düşmektedir (Child, 1751:41).
4. DEMOGRAFĐK VE SOSYAL DURUM
Fransa ve Đngiltere'nin merkantilist anlayış ve uygulama farklılıklarının
arka planını oluşturan önemli unsurlardan bir diğeri, iki ülkenin o dönemdeki
demografik ve sosyal durumudur18.
Bu itibarla, 17. yüzyılda nüfusu itibarıyla Avrupa'nın en büyük ülkesi
olan Fransa'da; pek çok farklı etnik grup
bulunmaktaydı. Bunun sonucu
olarak insanlar büyük oranda farklı dilde, bunun olmadığı durumda ise yine
büyük oranda farklı lehçeyle konuşmaktaydılar. Fransa için bu durum; genel
bir eğitim sisteminin, siyasal ve toplumsal düzenin oluşturulamamış
olmasında (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:540) önemli bir etmen olarak
değerlendirilebilir. Diğer yandan siyasal ve özellikle toplumsal düzenin
18 Her iki ülke için belirtilen başlık altında tespit ettiğimiz ve bazı örneklerin öne çıkarılarak
sonuca bağlanacağı bu konu da, dördüncü bölümde ele alınarak temellendirilmişti, s. 92-93, 137-141.
212
sağlanması önünde; yüzyıl içinde genel anlamda durgunluk ve gerileme
arasında sürekli dalgalanmış olan ekonominin ve buna rağmen sık sık sert ve
kanlı bir şekilde bastırılmayı gerektiren isyanlara yol açan ağır vergi yükünün,
bir başka engel olduğunu da vurgulamak gerekir (Williams, 1970:146).
Đngiltere'nin ise aynı dönemde hem toplam nüfusu hem de nüfusu
10.000’den fazla olan şehir sayısı, Fransa'ya nazaran azdı. Buna rağmen, bu
şehirlerin nüfusları dikkate alındığında tersi durum söz konusuydu. Bu tablo
Đngiltere’de kırsal alandan şehirlere doğru bir hareketlilik yaşandığını,
dolayısıyla şehirleşmenin daha yoğun olduğunu göstermektedir. Kırsal
alandan özellikle Londra ve diğer büyük şehirlere yönelik söz konusu
hareketliliğin (Hill, 1967:32); hem veba salgını, hem nüfus artışı ve hem de
asıl olarak feodal yapıdan hızla kurtulan Đngiltere’de, ticari başarı sağlayan
şehir ve limanların ortaya çıkmış olması gibi unsurlardan kaynaklanmış
olduğu söylenebilir. “Bu durum ise ortak başarı için biraraya gelen tacirler ve
toprak sahiplerinin öncülüğünde, kırsal alan ile şehirler arasındaki ilişkinin
yoğunlaşması, sosyal tabakaların karışımı, yani sınıf ve mesleklerin
kaynaşmasına yol açmıştır. Böylelikle, bu gelişme ve ticari hayata ilişkin
ortaya konulan uygun ortam ve şartlar da, bazı orta sınıf ailelerin genç
çocuklarının ticaretle uğraşmaya başlamalarında etken olmuştur. Kaldı ki
ticari başarı, zenginlik yanında sosyal statü de sağlamaktaydı” (Wilson,
1965:9,10). Bu nokta da halkın; parlamenter demokrasi, özgürlük ve mülkiyet
hakkının güvence altına alınması gibi isteklerine idarenin kayıtsız kalmadığını
ve daha yüzyılın ilk yarısında mevcut sınıf farklılıklarını önleyici kanunlar
çıkarıldığını yinelemekte fayda vardır.
Fransa ve Đngiltere’nin demografik ve sosyal durumuna ilişkin söz
konusu unsurların da, en başta ticari gelişmişlik farkının oluşmasında etken
olan unsurlardan olduğu belirtilebilir. Çünkü Đngiltere'ye nazaran, halk
hareketlerinde başarı sağlanamamasıyla Fransa'da karşımıza çıkan sosyal
katmanlar arasındaki katı hiyerarşik yapının, ya da diğer bir söylemle sınıflar
arası geçişgenliğe ilişkin göreli kırılgansızlığın, halkın çoğunluğu üzerindeki
özellikle vergi yoluyla sağlanan baskının devamına yol açtığı anlaşılmaktadır.
Đki ülke açısından bu durum, yine merkantilizmin özünü oluşturan unsurlardan
213
biri olan müdahaleciliğin, Fransa'da daha yoğun uygulandığı anlamına gelir
ki, bu da Colbert'in vurgulanan sert ve bezdirici politika ve uygulamalarını, bir
başka yönden açıklamaktadır. Aynı şekilde Đngiltere'nin demografik ve sosyal
durumu için belirtilen gelişmelerin de, Child'ın, zenginliğe ulaşmak ve ticaret
yapmak arasında kurmuş olduğu doğrudan ilişkiye dayalı argümanının
nedenini açıkça ortaya koymaktadır.
5. DĐNĐ, SĐYASĐ VE EKONOMĐK MÜCADELELER
Fransa ve Đngiltere'ye yönelik, dönemin merkantilist anlayış ve
uygulama farklılıklarının arka planını oluşturan önemli unsurlardan biri olarak
ortaya çıkarılan iki ülkedeki; dini, siyasi ve ekonomik içerikli mücadelelerin
değerlendirmesine gelince19; 17. yüzyılda Fransa'nın, başta Otuz Yıl
Savaşları olmak üzere, girişmiş olduğu savaşlar kaçınılmaz olarak ekonomi
üzerinde çeşitli olumsuzluklar yaratmıştır.
Bu olumsuzluklara, paranın değer kaybına uğraması, ekonomide ve
özellikle tarımsal alanda yaşanan depresyon ve ülke içi ekonomik dengelerin
bozulması, örnek olarak verilebilir. Nitekim savaşların yol açtığı finansman
ihtiyacından dolayı, köylülerin topraklarının devralınması ve vergi oranlarının
daha da yükseltilmesi, yani şartların giderek zorlaşması köylülerin krallıkla
mücadeleye girmesi sonucunu doğurmuş, dolayısıyla sık sık mali boyutlu
direniş yaşanmıştır (Cooper, 1971:56). Fransa’daki sosyal düzeni olumsuz
yönde etkileyen, siyasi ve ekonomik içerikli bu durum, ülkede yaşanan
kargaşanın önemli bir kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dini yapı bakımından ise; kilisenin Papa’ya bağlı olduğu Fransa'da,
özellikle XIV. Louis döneminde, protestan ve katolik mezhepleri arasında
acımasız ve sert mücadeleler yaşanmış, krallık protestanlara yönelik yoğun
baskı uygulamış ve tüm bunların sonucunda protestanlar, başta Đngiltere
olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine kaçmak zorunda kalmışlardır (Cole,
19 Fransa ve Đngiltere’ye ilişkin söz konusu başlık altında ortaya çıkarılan ve burada yine
temel örnekler bazında ele alınarak sonuç çıkarılacak olan bu konunun zemini ise, aynı şekilde
dördüncü bölümde oluşturulmuştu, s. 95-98, 141-142.
214
1971:6). Söz konusu durum ise ülkede yaşanan kargaşanın, din temelinde
ortaya çıkan bir başka kaynağını oluşturmuştur.
Aynı şekilde Đngiltere’de de, özellikle yüzyılın ilk yarısında, halkın
krallık karşısında giriştiği yoğun bir mücadele süreci yaşanmış olsa da, bunlar
dini yapı ile ilgili olmaktan ziyade, ticaretin daha serbest ve uygun ortamda
gerçekleştirilmesi, parlamentonun daha etkin konumda bulunması şeklinde
özetlenebilecek,
dolayısıyla
yine
Fransa’dan
farklı
olarak,
tamamen
ekonomik ve siyasi içerikli mücadeleler şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Nitekim parlamentoda bulunan, kral ve parlamento yanlısı iki farklı grubun,
ekonomik yapının halkın istekleri gözetilerek şekillendirilmesi ve daha iyi
işlemesi amacı söz konusu olduğunda, krala karşı ortak tavır ve davranış
içinde bulunmaları (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:326), yani birlik ve
beraberlik içinde hareket etmeleri, belirtilen durumu desteklemektedir.
Söz konusu; dini, siyasi ve ekonomik içerikli mücadeleler başlığı
altında belirlediğimiz bu unsurların, yine her iki ülkenin merkantilist anlayış ve
uygulamalarının farklılaşmasına yol açtığı görülmektedir. Şöyle ki; o
dönemde ülke içinde zaten din temelli mücadele görülmeyen Đngiltere'de,
sonuç alınan ekonomik ve siyasi nedenlerden doğan mücadeleler ise
beraberinde ekonomiye yönelik devlet müdahalesinin, Fransa göz önüne
alındığında,
nispeten önemsiz kalmasını
getirmiştir.
Daha
da
ötesi
parlamentoda, vergi sistemi, ticaret kanunu, gemicilik anlaşmaları gibi tacirin
ve ticaretin önünü açan mevzuat düzenlemeleri yapılabilmiştir. Bu da
Đngiltere'nin, merkantilist anlayıştaki katı devletçilik görünümünden, Fransa'ya
nazaran daha uzak bir noktada bulunmuş olduğuna işaret etmektedir. Diğer
yandan Fransa'da, yine merkantilist anlayış içinde yer alan, milliyetçilik
kavramına da, mezhep farklılığı gerekçesiyle ülke dışına çıkmak durumunda
bırakılan Fransız protestanlar göz önüne alındığında, katı bir anlayışla
yaklaşıldığı görülmektedir. Oysa Đngiltere’de buna benzer bir durumun
olmadığı da anlaşılmaktadır.
Fransa ve Đngiltere'deki, ele alınan konuya ilişkin tüm bu farklı anlayış
ve koşullar da yine Colbert'in; köylünün dayanıklı bir piyade olabilmesi adına
zor şartlara alıştırılması gerektiği şeklindeki düşüncesini ve buna bağlı olarak
215
vergilerin oran ya da miktarında sık sık arttş yapılması yönündeki
uygulamasını (Durant, 1963:22), Child'ın ise; insanlar arasında ayırım
yapılmaması, ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasının gerekli olduğu
(Child,
1751:38,41)
şeklindeki
görüşünü
ve
Đngiltere’deki
bu
yönlü
uygulamaları açıklamaktadır.
Dolayısıyla temel olarak farklı ülkelerdeki merkantilist anlayış aynı ya
da birbirine benzer görünse de, Child’ın üzerinde durulan eserlerinden20
aktarılan görüşlerinden hareketle, Đngiltere’de izlenen politika ve uygulamalar
ile çağdaşı Colbert’in Fransa’daki politika ve uygulamaları esas alınarak
belirlendiği
üzere,
söz
konusu
anlayışta
ve
dolayısıyla
politika
uygulamalarında çeşitli faklılıklar olabilmekte ve bu farklılıklar da, çalışmaya
konu döneme ilişkin söz konusu iki ülke bağlamında örneklendirilerek ortaya
çıkarılan ve siyaset, yönetim anlayışı, ekonomi, ticaret, şirketleşme,
sömürgeci yayılma, demografi, sosyal durum, dini, siyasi ve ekonomik
mücadeleler gibi başlıklar altında toplanan unsurlardan kaynaklanmaktadır.
20 Child’ın bu çalışmaya konu, “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse of
Trade” ile “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade
and Interest of Money” adlı eserleri, dördüncü bölümde incelenmiş ve değerlendirilmişti, s. 171-192.
216
SONUÇ
Bu çalışmada; merkantilist anlayış temelde aynı veya benzer görünse
de, ülkeler bazında bu anlayışta ve dolayısıyla politika uygulamalarında bir
takım faklılıkların göze çarptığından hareketle, ülkelerin merkantilist anlayış
ve uygulamalarındaki farklılıkların, yine onların farklı arka planları ile ilgili
olduğu, yani; ekonomik, siyasi, yönetsel, ticari, dini ve demografik yapı gibi
arka
planlarının
merkantilist
anlayış
ve
uygulamalarını,
dolayısıyla
politikalarını belirlediği gösterilmeye çalışılmıştır. Belirtilen kapsamda, önce
genel olarak 17. yüzyıldaki Avrupa’nın arka planı ve ardından çalışmanın
konusunu oluşturan ülkeler; Fransa ve Đngiltere’nin, Jean Baptiste Colbert’in
görüş ve uygulamaları ile yine Sir Josiah Child’in görüş ve dönem
Đngiltere’sindeki uygulamalar temelinde ele alınarak, değerlendirilmesi
gerekirdi.
Bu bağlamda söz konusu dönem Avrupa’sında; özellikle 1649, 1660,
1661 ve 1690’lı yıllarda tarım sektörü kaynaklı depresyonlar, kıtlıklar, salgın
hastalıklar, ekonomik, siyasi ve dini nedenli kargaşalar ve dolayısıyla yoğun
mücadeleler
yaşanmıştı.
Nitekim
sonucunda
1648
tarihli
Westfalya
Antlaşması’nın imzalandığı, mezhepler arası anlaşmazlık kaynaklı Otuz Yıl
Savaşları o dönemde gerçekleşti. Bu durum en başta, Hollanda gibi istisnalar
dışında bazı ülkelerde nüfus artışını durdururken, başta Almanya olmak
üzere, bazı ülkelerde de nüfusta azalmaya yol açtı. Avrupa’nın pek çok
ülkesinde şehirleşme de düşük düzeydeydi. Öte yandan halkın çoğunluğu
geçimini topraktan sağlamaktaydı, önemli teknolojilerin olmaması karşısında,
ekonomik büyüme büyük oranda toprağın verimliliğine bağlıydı. Nitekim
madene dayalı endüstriler, dönemin Avrupa ekonomisinin, Đsveç ve Đngiltere
gibi çok küçük bir bölümüyle sınırlıydı. Mülkiyet hakkı ise çok gelişmemişti.
Dolayısıyla köylülerin büyük çoğunluğunun böyle bir hakkı bulunmamaktaydı.
Oysa dönem Avrupa’sında mülk sahipliği sosyal bir statü olmanın ötesinde,
217
siyasi güç için bir temel oluşturmaktaydı. Diğer yandan, Otuz Yıl
Savaşlarından sonra uluslararası güç elde etmede dünyevi unsurların
eskisine
nazaran
ön
plana
çıkmasıyla,
sömürgeleşme
ve
özellikle
sömürgelerle ticarette gelişme yaşandı. Başta Hollanda ve Đngiltere olmak
üzere tüm büyük çaplı ticarete girişen ülkeler, bunu sömürgeci politikalarla
gerçekleştirdi. Bu süreçte kuşkusuz söz konusu iki ülkenin, bu alanda faaliyet
gösteren ayrıcalıklı şirketlerinin de büyük payı oldu. Tüm bunların
sonucunda, 15. ve 16. yüzyıllarda Đspanya ve Portekiz’in elinde olan
ekonomik üstünlük, 17. yüzyıla gelindiğinde güneyden kuzeye, Đngiltere ve
Hollanda’nın eline geçti.
Fransa’ya gelince; Colbert döneminde Fransa’nın başında “devlet
benim” şeklindeki meşhur söylemiyle XIV. Louis bulunmaktaydı. Halkın
verdiği mücadelelerin sonuçsuz kalması ve bu söylemin de ortaya koyduğu
üzere,
parlamentonun
etkin
olamadığı
mutlak
monarşi
anlayışı
ve
uygulaması, dolayısıyla geçmişe nazaran çok daha güçlü bir merkezi yönetim
söz konusuydu. Bu durum, hemen her alana uzanan ve Colbert’in kararname
şeklindeki düzenlemeleriyle
somutlaşan tavizsiz bir
devletçi anlayışı
beraberinde getirdi. Ekonomiye ilişkin söz konusu uygulamalar ise tacirlerin
faaliyet alanını kısıtlayarak, ticaretin gelişmesi önünde büyük bir engel haline
geldi. Bununla beraber vergi muafiyetleri ve istisnalarının, tek otoritenin kral
olması
karşısında,
sınırlandırılamamasından
dolayı
vergi
tabanının
genişletilememesi ve dolayısıyla artan finansman ihtiyacı da, sıklıkla
yürürlükteki vergilerin arttırılmasını beraberinde getirdi. Bu yönlü uyulamalar,
sermaye birikimini olumsuz etkileyerek yoksulluğu hem genişletti ve hem de
derinleştirdi. Öte yandan Colbert’in, köylünün zor şartlara alıştırılmasının
gerekli olduğu şeklindeki düşüncesinin bir ürünü olan söz konusu politika ve
uygulamalar sonucu yaşam koşulları daha da ağırlaştı. Dolayısıyla özellikle
bu kesim, söz konusu olumsuzlukların düzeltilmesi yönündeki isteklerinin
sonuçsuz kalması karşısında, krallığa karşı sık sık isyan düzeyinde
mücadeleye girişti. Yani verilen mücadeleler siyasi içerikli ya da yönetimde
söz sahibi olma isteğinden kaynaklanmıyordu. Bunun yanında ülkedeki
protestanların dışlanması, yoğun bir protestan göçü yaşanmasına yol açtı.
218
Yine mutlak monarşi anlayışı ile uyumlu bir biçimde, şirketler üzerinde de
doğrudan devlet müdahalesi oldu. Bu da şirketlerin faaliyetlerini zorlaştırıp,
geniş tabana yayılmalarını ve yeterince güçlü mali yapıya sahip olmalarını
engelledi. Colbert tarafından kurulan şirketler ise, özellikle Hollanda ve
Đngiltere’deki karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı olarak yönetimle işbirliği içinde
faaliyet gösteren şirketler karşısında pek varlık gösteremedi. Kaldı ki asiller
ve orta sınıfın ticarete ilişkin istek ve yönelimi de, para karşılığı elde edilen
memuriyetin arzulanması, mülk elde etme gayesi ve yüksek faiz sayesinde
riske girmeden getiri elde edilmesi gibi nedenlerden ötürü, çok güçlü değildi.
Bu alanda Đngiltere’nin ulaştığı aşamaya gelinememesinde, ticarete yönelen
halkın büyük bir çoğunluğunun şirketleşmeden ziyade bireysel ticareti tercih
etmeleri de bir diğer etken oldu. Diğer yandan farklı dil ya da lehçe
kullanılması sonucunu doğuran etnik grubun çokluğu da, genel bir eğitim
sistemi, siyasal ve toplumsal düzen oluşturulması önünde engel teşkil
etmekteydi. Nihayet yüzyıl boyunca girişilen savaşlar da, asıl olarak tefeciliğe
dayanan, yani sağlıklı işleyen bir finans piyasası ve dahası bir banka
kurulamamış olan Fransız ekonomisi üzerinde, sonu isyanlara kadar ulaşan
bir diğer önemli baskı unsuru oldu.
Đngiltere’de ise; Fransa’dan farklı olarak, daha çok siyasi içerikli
girişilen mücadeleler sonucunda, I.Charles’in öldürülmesi pahasına sonuç
alınmasıyla, parlamento etkinliğini sağlayabildi. Bunun sonucunda gemicilik
yasaları gibi düzenlemeler ticaretin önünü açtı ve bir yandan artan sömürgeci
faaliyetlerle elde edilen sömürgeler ile kurulan sıkı ekonomik ilişkiler, diğer
yandan ayrıcalıklı şirketler sayesinde ticaretten daha fazla kazanç sağlandı.
Nitekim bu şirketlerden Doğu Hindistan Şirketi; doğudaki adaların ve
Hindistan’ın, Đngiliz Đmparatorluğunun sömürgesi haline getirilmesinde çok
önemli bir rol oynadı. Böylelikle ulaşılan güç ve zenginlik, asıl olarak deniz
ötesi ticaret yoluyla, diğer bir söylemle denizaşırı kaynakların sömürülmesiyle
sağlandı. Nitekim her sömürge tüm üretimini anavatana aktarmaya ve dış
ticaret ilişkilerini anavatanla kurmaya mecbur tutulmuştu. Yine yaşanan
sosyal dönüşüm sayesinde mülkiyet hakkı ve satışı konularında gelişme
yaşandı. Bu da, özellikle köylüler nezdinde, mülkiyetin serbestçe alınıp
219
satılması imkânını doğurdu. Belirtilen dönüşümün etkileri ülke içiyle sınırlı
kalmayarak, büyük çiftliklerin kurulması ve işletilmesi anlamında, sahip
olunan sömürgelere dek uzandı. Öte yandan tarım sektöründe yaşanan
teknik yenilikler, bu sektörde Đngiltere’yi önce kendine yeten, ardından da
ihracatçı ülke haline getirdi. Kömürün kullanılmasıyla da sanayi sektöründe
benzer gelişme yaşandı ve daha büyük ölçekli üretim yapılabildi. Yün
imalâtının yükselişi ise, geniş arazilerin çitle çevrilmesi anlamına gelen
çitleme hareketini ortaya çıkardı. Bu durum ise tekstil sektörünün de
gelişmesine ve Đngiltere’nin bu alanda da ihracatçı bir ülke olmasına yol açtı.
Bu arada tüm bu süreç ve girişilen savaşlara ilişkin finansman ihtiyacı ise,
tanınan ayrıcalıklar sayesinde başta Doğu Hindistan Şirketi gibi hızlı ve
olağanüstü şekilde büyüyen şirketlerden ve kamu borçlarını düzene koymak
için kurulan Đngiltere Bankası aracılığıyla karşılandı. Bunların sonucunda
yaşanan bir başka gelişme de, kırsal alandan, şehirlere doğru hareketlilikte
ortaya çıktı ve dolayısıyla hızlı bir şehirleşme süreci yaşandı. Şehirleşme;
farklı katmanlardan insanların bir araya gelmesiyle, sınıf ve mesleklerin
kaynaşmasına katkı sağladı. Tüm bunlar kuşkusuz halkın yönetime karşı bu
uğurda verdiği mücadelede başarı elde etmiş olmasından kaynaklandı.
17. yüzyılda Avrupa genelinden hareketle, Fransa ve Đngiltere için tüm
bu ifade edilenler; Fransa bağlamında Colbert’in, öncelikle kralın tek otorite
olması ve O’na rağmen bir uygulamaya gidememesi, sanayi müfettişi
aracılığıyla endüstri düzeninin, uyulmadığı takdirde cezaları itibariyle çoğu
acımasız ve sert olan; malların boy, en, ağırlık ve kalitelerine yönelik
standartlara uyulup uyulmadığının bizzat işyerlerine gidilerek denetlenmesi,
aykırı davrananların mallarına el konularak, yakılarak ya da teşhir edilerek
cezalandırılması gibi yöntemlerle kontrol edildiği özel görevler oluşturması,
merkantilizmi tamamen devlet geleneklerine dayandırarak uygulaması, özel
girişim modelini gerçekleştirememesi, işleyen bir finansal yapı ve banka
kuramaması, ticaretin önündeki engelleri kaldırarak, daha serbest ortamda
ticaret yapılmasını ve halkın ticarete ilgi ve yönelimini sağlayamaması,
köylünün dayanıklı bir piyade olabilmesi adına zor şartlara alıştırılması
gerekliliği düşüncesinden hareketle, sık sık vergi arttırımına gitmesi,
220
şeklindeki politika ve uygulamaları ile örtüşmekte ve ulaşılan sonuçların
nedenini açıklamaktadır.
Đngiltere bağlamında ise Child’ın; tacirlerin karar alıcı mekanizmada
fiilen yer alması ve ticareti geliştirici yönde mevzuat düzenlemesi yapılması,
daha da ötesi üreticilerin teşvik edilmesi ve ticaretin mali anlamda da
desteklenmesi, iyi işleyen bir finans piyasası oluşturulması ve banka
kurulması, insanların ayırımcılığa tabi tutulmaması ve mülkiyet hakkına sahip
olması, mevcut sömürgelerin daha da yaygınlaştırılması ve sömürgelerle,
kuşkusuz Đngiltere lehine olacak şekilde, ilişkiye önem verilmesi, dış ticaretin
Đngiliz gemileri ile gerçekleştirilmesi, bu alanda rekabette bulunabilmek için
ticari kâr ve siyasi gücün birleştirilmesi ve ulusal çıkar söz konusu olduğunda
dış ticarete bazı kısıtlamalar getirilmesi, nüfus artışının ve ülkeye yabancı
girişinin engellenmemesi ve yine ticaretin geliştirilmesi, yoksul insanların
işgücünden
sömürgelerde
faydalanılması
ve
ekonomik
büyümenin
sağlanabilmesi için, olmazsa olmaz koşul olarak gördüğü, faiz oranlarının
düşürülmesinin gerektiği şeklindeki tespit ve önerilerinin nedenini de
açıklamaktadır.
Dolayısıyla; zenginlik ve güç elde etme şeklinde özetlenebilecek
merkantilist düşüncenin temel amacı, tıpkı dönemin diğer ülkelerinde olduğu
gibi, 17. yüzyılda Fransa ve Đngiltere’de de ön plandaydı. Yine aynı şekilde,
bu amaca ulaşma yolunda, nüfusun ve üretimin arttırılması, sanayileşmenin
sağlanması, ticaretin geliştirilmesi ve dış ticaretten daha fazla kazanç
sağlanması, tüm bunlar için ülke içindeki üretken faaliyetlerin; imtiyazlar,
devlet yardımları, vergi muafiyeti gibi yöntemlerle teşvik edilmesi, nüfusun
arttırılması ve daha da ötesi ülke dışındaki kalifiye elemanların ülkeye
çekilmeye çalışılması, yine dış ticaretle ilişkili olarak; bu alanda göreli
üstünlüğe ve bunun için de dış ticaret faaliyetinde bulunan şirketlere ve filoya
sahip olunması, bu faaliyetlerin ise güçlü donanma ile güven altına alınması
ve nihayet ithalâtın tarifeler ve yasaklama gibi yöntemlerle kısıtlanması, buna
karşın ihracatın teşvik edilmesi ve diğer yandan olabildiğince sömürge elde
edilmesi şeklinde özetlenebilecek amaçlar da, yine dönemin diğer ülkelerinde
221
olduğu gibi, Fransa ve Đngiltere açısından da ortak amaçlar olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Bununla beraber tüm bunların sağlanmasına yönelik, dönemin
Fransa’sında
ve
Đngiltere’sinde
başvurulan
yöntemler
ve
dolayısıyla
uygulamalar sonucunda varılan noktaların, birbirinden tamamen farklı olduğu
görülmüştür. Bu durum, kişi ya da ülke bazında ulaşılmak istenen hedefler
ortak paydada buluşsa da, elde edilen sonuçların aynı olmayabileceğini
göstermektedir. Bunda da kuşkusuz en başta söz konusu sürecin işleyişi
belirleyici
olmaktadır.
Daha
açık
ifadeyle,
uygulamadaki
farklılıklar,
beraberinde farklı sonuçları getirebilmektedir. Her iki ülkedeki bu anlamda
tespit edilen farklılıklar ise, bu ülkeler bağlamında ortaya çıkarılan ve siyaset,
yönetim
anlayışı,
ekonomi,
ticaret,
şirketleşme,
sömürgeci
yayılma,
demografi, sosyal durum, dini, siyasi ve ekonomik mücadeleler gibi başlıklar
altında kategorize edebileceğimiz unsurlardan kaynaklanmıştır. Bu da o
dönemde Fransa ve Đngiltere’deki merkantilist anlayış ve uygulamaları
belirlemiş ve dolayısıyla farklılaştırmıştır.
222
KAYNAKÇA
BEAUD, Michel; Kapitalizmin Tarihi, Çev. Fikret BAŞKAYA, Ankara, Dost
Kitabevi Yayınları, 2003.
BIRMINGHAM, David; A Concise History of Portugal, Cambridge
University Pres, 1993.
BLAUG, Mark; “Economic Theory and Economic History in Great Britain,
1650-1776”, Past and Present, (28), 1964, s. 111-116.
-----
The Early Mercantilists Thomas Mun (1571-1641), Edward
Misselden (1608-1634), Gerard de Malynes (1586-1623), Pioneers In
Economics 4, England, Edward Elgar Publishing Limited, 1991a.
-----
The Later Mercantilists, Josiah Child (1630-1699) and John
Locke (1632-1704), Pioneers In Economics 5, England, Edward Elgar
Publishing Limited, 1991b.
-----
Charles Davenant (1656-1714) and William Petty (1623-1687),
Volume I, Pioneers In Economics 6, England, Edward Elgar Publishing
Limited, 1991c.
-----
Pre-Classical Economists, Pierre Le Pesant Boisguilbert (1645-
1714), Baron de Montesquieu (1689-1755), Ferdinand Galiani (1727-1787),
James Anderson (1739-1808), Dugald Stewart (1753-1828), Volume II,
Pioneers In Economics 7,
England, Edward Elgar Publishing Limited,
1991ç.
-----
Pre-Classical Economists, John Law (1671-1729) and Bernard
Mandeville (1660-1733), Volume III, Pioneers In Economics 8, England,
Edward Elgar Publishing Limited,1991d.
BLITZ, R.C.; “Mercantilist Policies and the Pattern of World Trade, 15001750”, Journal of Economic History, 15 (1), March, 1967, s. 39-55.
BRINTON, Crane, CHRISTOPHER John B., WOLFF Robert Lee; A History
of Civilization “Prehistory to 1715”, New Jersey, Prentice Hall, Inc.
Englewood Cliffs, 1971.
223
BURNS, Edward McNall; Western Civilization-Their History And Their
Culture, W.W. Norton & Company Inc, Sixth Edition, 1963.
BURNS, Edward Mc Nall, RALPH Philip Lee; World Civilizations From
Ancient to Contemporary, Third Edition, W.W Norton Company Inc., 1964.
CAMERON, Rondo; Essays In French Economic History, Richard D. Irwin,
Inc., First Printing, 1970.
-----
A Concise Economic History Of The World From Paleolithic
Times To The Present, Oxford University Press, Inc., 1989.
CHILD, Sir Josiah; Brief Observations Concerning Trade and Interest of
Money, http://socserv2.socsci.mcmaster.ca, 1668.
-----
A New Discourse of Trade, http://oll.libertfund.org, 1751
CLAPHAM, John; A Concise Economic History of Britain From The
Earliest Times To 1750, Cambridge University Pres, 1957.
CLARK, Sir George; Early Modern Europe From About 1450 To About
1720, Oxford University Pres, 1960.
CLEMENS, Paul G. E; “A Revolution Of Scale In Overseas Trade: British
Firms In The Chesapeake Trade, 1675-1775”, Journal Of Economic
History, March, XLVII, volume 1, 1987, s. 1-43.
COLE, Charles W.; Colbert and A Century of French Mercantilism, New
York, Columbia University Press, Volume I, II, 1964.
-----
French Mercantilist Doctrines Before Colbert, Printed in
U.S.A by Taylor Publishing Company, 1969.
-----
French Mercantilism 1683-1700, New York, Octagon Books,
Second Printing, 1971.
COLEMAN, D.C; “Labour in the English Economy of The Seventeenth
Century“, Economic History Review, 2nd series, 8 (3), 1956, s. 280-295.
-----
Revisions In Mercantilism, Methuen Co. Ltd., First
Publication, 1969.
COOPER, J. P.; The Decline of Spain and The Thirty Years War 160948/59, Cambridge At The University Pres, 1971.
224
CROUZET, François; “England And France In The Eighteenth Century: A
Comparative Analysis Of Two Economic Growths”, Translated By Martin
THOM, Britain Ascendant: Comparative Studies In Franco- British Economic
History 1990, Cambridge University Pres, 1990.
ÇAKLI, Sabri; Đktisat Politikası Düşüncesinin Evrimi, Ankara, Başar Ofset,
Birinci Baskı, 1998.
DALES, J.H.; “The Discoveries and Mercantilism, An Essay in History and
Theory”, Canadian Journal of Economics and Political Science, 21 (2),
May 1955, s. 141-153.
DAVIDSON, Marshall B; The Horizon Concise History Of France,
American Heritage Publishing Co., Inc, 1971.
DEANE, P; The Industrial Revolution and Economic Growth: The
Evidence
of
Early
British
National
Income
Estates,
Economic
Development and Cultural Change, Edited by R.M Hartwell, 1967, Vol. V,
No. I, The Causes of The Industrial Revolution in England, Methuen and Co
Ltd, 1957.
DENIS, Henri; Histoire de la pensée économique, PUF, 1966.
-----
Ekonomik Doktrinler Tarihi, Çev. Atilla Tokatlı, Cilt I. Sosyal
Yayınları, Đstanbul, 1973.
DEYON, Pierre; Le Mercantilisme, Flammarion, 1963.
DURANT, Will, DURANT Ariel; The Age Of Louis XIV, Simon And Schuster
Inc., 1963.
EKELUND, R. B. Jr., HEBERT Robert F; A history of Economic Theory
and Method, 3. Basım, Mc Graw-Hill Publishing Company, New York, 1990,
s. 50-51.
EKELUND, R. B. Jr., TOLLISON R.D.; Politicized Economies, Monarchy,
Monopoly and Mercantilism, Texas University Pres, 1991.
GLASSMAN Debra, REDISH Angela; “New Estimates Of The Money Stock
In France, 1493-1680”, Journal Of Economic History, March, XLV, 1, 1985,
s. 31-46.
GOULD, J.D.; “The Trade Crisis of the Early 1620s and English Economic
Thought”, Journal of Economic History, 15 (2), June, 1955, s. 121-133.
225
GREGORY, T. E; “The Economics of Employment in England 1660-1713”
Economica, 1-2 (1), 1921, s. 37-51.
HAMĐTOĞULLARI, Beşir; Çağdaş Đktisadi Sistemler Oluşum ve Değişim
Aşamaları Đle Strüktürel Ve Doktrinal Bir Yaklaşım, Ankara, Savaş Kitap
ve Yayınevi, Dördüncü Baskı, 1986.
HECKSCHER, Eli F.; Mercantilism, Translation by Mendel SHAPIRO,
Revised 2nd Edition 1955, Printed by Brolferd and Dickens, 1931.
HEXTER, J. H., PIPES R., MOLHO A.; Europe Since 1500, American
Heritage Publising Co. Inc., 1971.
HILL, Christopher; Reformation to Industrial Revolution, The Making of
Modern English Society 1530-1780, Vol. I., Pantheon Boks, 1967.
HOFFMAN, Philip T; “Taxes and Agrarian Life in Early Modern France:Land
and Sales, 1550-1730”, Journal Of Economic History, March, Vol. XLVI,
1986, s.37-55.
HOUSTON, R.A; Colonies, Enterprises and Wealth: The Econimies of
Europe and the Wider WorldĐn the Seventeenth Century, Edited by Euan
CAMERON, Early Modern Europe, Oxford University Pres., 1999.
HULL, C. H; “Petty’s Place in the History of Economic Theory”, Quarterly
Journal of Economics, 14, May, 1900, s. 307-340.
IMBERT, Jean; Histoire Economique, P.U.F. Paris, 1965, s. 260.
KAMMEN, Michael; Empire and Interest, The American Colonies and The
Politics of Mercantilism, J. B. Lippincot Company, 1970.
KAPP, K. William, KAPP Lore, L.; History of Economic Thought, Barnes
and Noble inc. Third printing, 1956.
KEARNEY, H.F “The Political Background to English Mercantilism“,
Economic History Review, 14 (3), April, 1959, s. 484-496.
KEYNES, J.M.; The General Theory of Employment, Interest and Money,
The Macmillan Press Ltd., Londra, 1976, s.336.
KINDLEBERGER, Charles P; “The Economic Crisis Of 1619 To 1623”,
Journal Of Economic History, March, LI, 1, 1991, s. 149-175.
KING, C. Horold; A History Of Civilization-Earliest Times To MidSeventeeth Century, Printed In The U.S.A., 1956.
226
KOENIGSBERGER, H. G.; Early Modern Europe 1500-1789, A History of
Europe, Longman Group UK Limited, 1987.
LAWSON, Philip; The East India Company:AHistory, Published in the
U.S.A by Addison Wesley Lonhman, First Published, 1993.
LOWRY, S. Todd; Pre-Classical Economic Thought From The Greeks To
Scottish Enlightenment, Kluwer Academic Publishers, 1987.
MAIN, Gloria L., MAIN Jackson T.; “Economic Growth And Standart Of Living
In Southern New England, 1640-1774”, Journal Of Economic History,
March, XLVIII, 1, 1988, s. 27-46.
MARCHAL, Jean; Cours d’Economie Politique, Liberr, de medicis, Paris, 4.
Baskı, 1964, s. 66-67.
MARKS, K., ENGELS F.; Sömürgecilik Üzerine, Çev. Muzaffer ERDOST,
Ankara, Sol Yayınları Birinci Baskı, 1997.
MARX, Roland.; L’Angleterre des révolutions, Armand Colin, 1971, s. 87.
MATHIAS, Peter; The First Industrial Nation, An Economic History Of
Britain, 1700-1914, Methuen, Abstract Of British Historical Statistics içinde,
B.R. Mitchell ve P. Deane, Cambridge University Press., 1969.
MOTOMURA, Akira; “The Best And Worst Of Currencies: Seigniorage And
Currency Policy In Spain, 1597-1650”, Journal Of Economic History,
March, LIV, 1, 1994, s. 104-127.
MUCHMORE, L; “Gerard de Malynes and Mercantile Economics”, History of
Political Economy, 14 (2), Autumn, 1969, s. 336-358.
-----
“A Note on Thomas Mun’s “England’s Treasure by Foreign
Trade”” Economic History Review, 23 (3), December, 1970, s. 498-503.
NIELSEN, Randall; “Storage And English Governmemt Intervention In Early
Modern Grain Markets”, Journal Of Economic History, March, LVII, 1,
1997, s. 1-33.
ÖZGÜVEN, Ali; Đktisadi Düşünceler-Doktrinler ve Teoriler, Đstanbul, Filiz
Kitabevi, 1984.
PAULING, N. G; “The Employment Problem in Pre-Classical Economic
Thought”, The Economic Record, 27, 1951, s. 52-65.
PENNINGTON, D. H. ; Europe In The Seventeenth Century, A General
227
History of Europe, Lonhman Group Uk Limited, Second Edition,1989.
POTTER, Mark; “Good Offices: Intermediation By Corporate Bodies In Early
Modern French Public Finace”, Journal Of Economic History, September,
LX, 3, 2000, s. 599-626.
PRIBRAM, Karl; A History Of Economic Reasoning, London, The Johns
Hopkins University Press, Second Printing, 1986.
QUINN, Stephen; “The Glorious Revolution’s Effect On English Private
Finances: A Microhistory, 1680-1705”, Journal Of Economic History,
September. LXI, 3, 2001, s. 593-615.
ROCHELLE, Siège; 1627-1628; “Edit de grâce” d’Alés, 1629.
ROLL, E.; A History of Economic Thought, 4. Basım, Faber ve Faber Ltd.,
Londra, 1973.
ROTHKRUG, Lionel; Opposition To Louis XIV., The Political and Social
Origins Of The French Englightenment, Princeton University Press, 1965.
SAMSON, Jane; The British Empire, Oxford Readers Series, Oxford
University Press, 2001.
SAVAŞ, Vural; Đktisatın Tarihi, Ankara, Siyasal Kitabevi, 4. Baskı, 2000.
SCHMITT, H. O.; “Mercantilism: A Modern Argument”, Manchester School,
47 (2), June, 1979, s. 93-111.
SCHUMPETER, Joseph A; History of Economic Analysis, Oxford
University Press Inc., 1954.
SCREPANTI Ernesto, ZAMAGNI Stefano; An Outline of The History of
Economic Thought, Translated by David FĐELD, Oxford, Clarendon Press,
1993.
SELLA, Domenico; Italy in the Seventeenth Century, Published in the
U.S.A by Addison Wesley Longman, First Published, 1997.
SPENGLER, J. J.; “Boisguilbert’s Economic Views vis-ả-vis those of
Contemporaray Réformateurs’, History of Political Economy, 16 (1),
Spring, 1984, s. 69-88.
SPERLING, J; “The Internatıonal Payments Mechanism in The Seventeen
and Eighteenth Centuries”, Economic History Review, 14 (3), April, 1962, s.
446-468.
228
SPIEGEL, Henry William; The Growth Of Economic Thought, New Jersey,
Prentice-Hall Inc., 1971.
TANĐLLĐ, Server; Yüzyılların Gerçeği ve Mirası 16.-17. Yüzyıllar:
Kapitalizm ve Dünya, III. Cilt, Đstanbul, Adam Yayınları 6. Baskı, 2004.
TAPIÉ, Victor L.; The Rise and Fall of the Habsburg Monarchy, Translated
by Stephen HARDMAN, Praeger Publishers Inc., Second Printing,1972.
TURANLI, Rona; Đktisadi Düşünce Tarihi, Đstanbul, Bilim Teknik Yayınevi, 3.
Baskı, 2000.
VAGGI, Gianni, GROENEWEGEN, P.; A Concise History Of Economic
Thought From Mercantilism To Monetarism, Printed By Antony Rowe ltd.,
2003.
VINER, J.; “Power Versus Plenty as Objectives of Foreign Policy in The
Seventeenth“ and Eighteenth Centuries”, World Politics, 1, 1948, s. 1-29.
VRIES, Jan; European Urbanization 1500-1800, Methuen and Co. Ltd.,
1984.
WALLBANK, T. Walter, TAYLOR Alastair M., BAILKEY, Nels M.; Civilization
Past And Present, Printed In The U.S.A., 1962.
WEIR, David R.; “Life Under Pressure: France and England, 1670-1870”
Journal Of Economic History, March, XLIV, 1, 1984, s. 27-47.
WILLIAMS, E. N.; The Ancien Régime in Europe Government and
Society in the Major States 1648-1789, Harper & Row Publishers Inc.,
1970.
WILSON, Charles; England’s Apprenticeship 1603-1763, Edited by Asa
Briggs, New York, S T. Martin’s Pres, First Published, 1965.
Wu, C.Y.; An Outline of International Price Theories, Oxford University
Press, 1939.
YILMAZ, Şiir E.; Dış Ticaret Kuramlarının Evrimi, Ankara, Gazi Üniversitesi
Yayın No: 178, Đ.Đ.B.F. Yayın No:57, 1992.
ZELLER, Gaston; Industry In France Before Colbert, Edited By Rondo
CAMERON, 1970, Essays In French Economic History, Richard D. IRWIN
Inc. 1950.
229
ÖZET
DOĞRUER,
Erdem.
Merkantilizm,
Farklı
Merkantilist
Anlayış
Ve
Uygulamaları Etkileyen Unsurların Ülkeler Bazında Analizi (Fransa: Jean
Baptiste Colbert Ve Đngiltere: Sir Josiah Child’ın Görüşleri Temelinde Bir
Karşılaştırma), Doktora Tezi, Ankara, 2009.
Bu çalışmada merkantilizm dönemindeki farklı merkantilist anlayış ve
uygulamalar, 17. yüzyılda yaşamış ve Fransız devlet yönetiminde bulunmuş
olan Jean Baptiste Colbert’in görüşleri ve uygulamaları ile aynı şekilde
çağdaşı, Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nde yöneticilik yapmış ve parlamento
üyeliğinde bulunmuş olan, döneminin önde gelen düşünürlerinden Sir Josiah
Child’ın eserleri, görüşleri ve Đngiltere’deki uygulamalar, bağlamında
incelenmiştir. Bu kapsamda; Colbert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın
görüş ve dönem Đngiltere’sindeki uygulamalar ekseninde, Fransa ve
Đngiltere'deki 17. yüzyıl merkantilist anlayış ve uygulamaları, karşılaştırmalı
bir biçimde ortaya konulmuştur. Bunun sonucunda her iki ülkedeki söz
konusu anlayış ve uygulamaların farklı olduğu, bu farklılığın ise yine bu
ülkelerdeki; ekonomi ve özellikle dış ticaret, siyasi durum ve yönetim anlayışı,
dini yapı, demografik ve sosyal durum gibi unsurlardan kaynaklandığı ortaya
çıkarılmıştır.
Anahtar Sözcükler
1. Merkantilizm
2. 17. yüzyıl
3. Jean Baptiste Colbert
4. Sir Josiah Child
230
ABSTRACT
DOĞRUER, Erdem. The Analysis of the Factors that Affect Mercantilism,
Different Mercantilist Views and Practices on the Base of Countries (A
Comparison on the Foundation of the Views of France: Jean Baptiste Colbert
and England: Sir Josiah Child), PhD, Ankara, 2009.
In this study the different mercantilist views and practices have been studied
in terms of the views and practices of Jean Baptiste Colbert who has lived in
the 17th century and has been in the French government administration as
well as the works and views of his contemporary Sir Josiah Child who has
been an administrator in the English East Indian Company, been a member
of the parliament and is one of the leading thinkers of his era and the
practices in England. To this extent, the 17th century mercantilists views and
practices have been shown in a comparative manner in the axis of the views
and practices of Colbert and the views of Child and the practices of England
at that time. As a result it has been put into light that the said views and
practices in both countries are different and that this difference arises from
factors such as economy and especially foreign trade, political situation and
the view of administration, religious structure and demographic and social
condition.
Key Words
1. Mercantilism
2. 17th century
3. Jean Baptiste Colbert
4. Sir Josiah Child
Download