yeni dönemin eşiğinde afrika

advertisement
> DÜBAM
YUVARLAK MASA TOPLANTILARI
YENİ DÖNEMİN EŞİĞİNDE
AFRİKA
Moderatör: Aynur ERDOĞAN
> 2012 EKİM
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
DÜBAM
YENİ DÖNEMİN EŞİĞİNDE AFRİKA
Genel Yayın Yönetmeni
Akif EMRE
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
4
RAPOR
<
RAPOR
İbrahim TIĞLI
20. yüzyıl Afrika için bir kayıp yüzyıl olmuştu. Etiyopya dışında sömürge dönemini
yaşayan Afrika ülkeleri II.Dünya savaşının akabinde Fransa, İngiltere, İtalya, Portekiz
ve İspanya’dan bağımsızlıklarını elde ettiler. Fakat Afrika ülkelerinin üzerinden sömürgecilik ruhu bir türlü kalkmadı. Özellikle Fransa eski sömürgelerindeki varlığını siyasi,
ekonomik ve askeri açıdan devam ettirerek sözde bir bağımsızlık vermiş oldu. Afrika
yeni bin yıla bir umutla girerek 21. yüzyılın başta Senegal olmak üzere Afrika yüzyılının
başlayacağını ifade ettiler.
DÜBAM (Dünya Bülteni Araştırma Masası) her ay düzenlediği Yuvarlak Masa toplantısını Afrika’ya ayırdı. Yeni Dönemin Eşiğinde Afrika konulu yuvarlak masa toplantısına
Afrika sahasında çalışmalarıyla tanınan uzmanlarla kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirildi.
Aynur Erdoğan’ın moderatörlüğünde gerçekleşen söyleşiye Hatice Uğur, Ufuk Tepebaş,
Hasan Öztürk, Serhat Orakçı konuşmacı olarak katılırken Yard. Doç. Dr. Mustafa Yayla,
İbrahim Tığlı ve Usman Aliyu konunun müzakeresine katkıda bulundular.
Konuşmacılardan Hatice Uğur, “Osmanlı Afrika’sı” diye bir tabirin Osmanlı arşivlerinde geçtiğini belirterek Mısır’ın Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girmesiyle Kuzey
Afrika’da eyaletler kurulduğunu ifade etti. Hatice Uğur, Osmanlı Afrika’sı kavramının
Batı literatüründe kullanılan İngiliz Afrika’sı, Fransız Afrika’sı söylemlerinden oldukça
farklı olduğunu, dini bir beraberlik üzerine kurulan bu ilişkinin ekonomik, askeri veya
siyasi bir içerikten ziyade toplumsal ve kültürel değerlere yaslandığını beyan etmesi ve
Osmanlı’nın toprağı olmamasına rağmen Zangibar Sultanlığının kendini bu eksende
görmesi manidardır. Hatta bu Sultanlık Osmanlı hilafetini esas alarak halife adına hutbe
okutmuş kendisini Osmanlı Afrika’sının bir parçası olarak görmüştü.
5
> 2012 EKİM
Ufuk Tepebaş’a göre, Afrika ülkelerinde eğitim, sağlık, ekonomi alanlarında görülen
sorunların sömürgeciliğin bir sonucu olduğunu ifade etmesi, bir anlamda sömürgeciliğin
halihazır da devam ettiğini göstermektedir. Bağımsızlık sonrası oluşturulan siyasi yapılarda aslında derin bir bölünmüşlük olduğunu, farklı etnik, dini yapıya sahip toplulukların
bir arada yaşamaya mahkum edildiğini dile getirirken Tepebaş’ın bağımsızlık sürecinin
hala devam ettiğine vurgu yapması, Batı ile Afrika ülkeleri veya toplumları arasında mücadelenin devam ettiğini göstermektedir. Siyasi bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Afrika
ülkelerinin soğuk savaş döneminde ABD-SSCB çatışmasından etkilenerek komünizmi
yayma çalışmalarının bir arenasına dönüştüğü ABD’nin de SSCB’nin yayılmasını önlemek için bir sınırlama politikası güderek Afrika ülkelerini iki taraf arasında tercih yapmak zorunda bıraktıkları görülmektedir.
Yalnız burada üzerinde durulması gereken bir husus var: Tepebaş’ın iddiasına göre
80’li yıllar Afrika ülkeleri açısından büyüme yılları olurken, 90’lı yıllar büyümede gerilemenin başladığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Şüphesiz 90’lı yıllardaki ekonomideki
gerileme, iç savaşlar, kıtlık, politik kavgalar ve piyasa ekonomisini Afrika ülkelerinin
hazır olmayışlarıyla açıklanabilir. Özellikle Afrika’da başta petrol olmak üzere doğal
kaynakların kullanılmaya başlanmasıyla gelirin bir bölümünün alt yapı, sağlık, eğitim
için harcanması, ekonomide belirli bir iyileşmeyi beraberinde getirmiş, henüz işlenmeyi
bekleyen doğal kaynakların başta Çin, Brezilya, Hindistan ve İran gibi ülkeleri bölgeye
çekerek Afrika kıtası yeni bir küresel rekabet alanına dönüşmüştür.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Hatice Uğur, Osmanlı’nın Afrika’ya kurduğu ilişkinin insani boyutta olduğunu ve politikanın daima belirleyici olduğunu ifade etmektedir. Uğur’un, bu yaklaşımını desteklemek için verdiği örnekler de dikkat çekicidir. Oruç Reis’ten başlayarak yardım düşüncesinin her zaman ilk başta olduğunu sonrasında denizlerde üstünlük sağlamak Portekizlerle
mücadele etmek için amaçlar benimsendiği iddia ediliyor. Uğur’un bu iddiası verdiği
örnekle de örtüşüyor. Osmanlı uzun yıllar orada kalmasına rağmen halkın dilini değiştirmeye yönelik herhangi bir kültür emperyalizmi politikası gütmemiştir. Bugün Cezayir,
Fas, Tunus, mısır gibi ülkelerde hatta Sahra altı Afrika ülkelerinde yerel dillerden çok
batı dilleri konuşulmaktadır. Batı’nın Afrika’sı ile Osmanlının Afrika’sı arasındaki farkta
orta çıkmakta.
Osmanlı Devleti ile Batı’nın Afrika’ya bakışını karşılaştırmalı bir üslupla aktaran
Hatice Uğur, Fransa’nın yapmış olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin Cezayir kaynaklarını
İstanbul’a taşımak amacında olmadığının altını çiziyor. Sömürgecikte hakimiyet altındaki hakimiyet alanlarının yer altı ve yer üstü kaynaklarının taşınması söz konusu iken
Kuzey Afrika’da ki toprakların Osmanlı için bir gelir getirmediği aşikar.
Diğer bir konuşmacı Hasan Öztürk ise Afrika’daki iç savaşların nedenleri üzerinde
duruyor. Mağduriyetlerin iç savaşların çıkmasında önemli bir etken olduğunu belirterek sorunların temelinde devlet kavramı olduğunu söylüyor. Devlet kavramının Afrika
için negatif bir anlam içerdiğini ve Batı’nın Afrika’ya dayattığı ulus devlet yapısının
Afrika’nın gerçekleriyle bağdaşmadığını vurgulamakta. Osmanlı Devleti’nin Afrika ile
sınırlarının net olmadığını, bir açıdan Osmanlı’nın Afrika’ya bakışında yerel unsurların
belirleyici olduğu iddia edilmekte. Devletin devlet olarak görevini ifa edemeyişi iç savaş6
RAPOR
<
ların çıkmasına zemin hazırlayarak sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bugün Afrika ülkelerine baktığımızda Hasan Öztük’ün tespitinin oldukça yerinde olduğunu görüyoruz. Devletlerin birçoğu aşiretler tarafından etnik bir siyasi metaforla yönetilmektedir.
Ruanda, Kongo, Burundi gibi ülkelerde yönetici sınıf aynı etnik kökenlerden gelenlerden
meydana gelmektedir.
Savaşların diğer bölgeler için olduğu kadar Afrika için de bir realite olduğunu fakat
sömürgecilik sonra ve sonrası savaşların eski savaşlardan farklılık arz ettiğini belirtiyor
Hasan Öztürk. Sömürgeciliğin Öztürk’ün deyimi ile işletim sistemini değiştirmek yani
hegomanya kurmak olduğunu bir düzenin iktidar kullanılarak zorla değiştirilmeyi amaçladığı görülmektedir. Sömürgecilik yüzyıllardır birlikte yaşayan toplumları birbirinden
ayırdığı gibi birbiriyle yaşamaması gereken toplumları da birlikte yaşmaya mecbur ettiğini Ali Mazrui’den alıntı yaparak ifade eden ifade eden Hasan Öztürk, modern dönemdeki
savaşların bile Afrika’nın gerçeğiyle uyuşmadığını hatırlatıyor.
Hatice Uğur, söyleşinin ikinci oturumda Batı’nın Afrika imgesi üzerinde durmakta.
Afrika’nın zihinlerde hep negatif bir imaj çizdiğini, açlık, sefalet, yoksulluk, hastalık,
kirli sokaklarla gösterilmeye çalıştığını bizim de bu gösterimlerden etkilendiğimizi söylemekte. Bir bakıma Batı için Afrika efendiliğini hatırlatan bir simge gibi. Bob Gedolf’un
Bono isimli Afrika’ya anlatan klasik kitabında Batılıların Afrika’ya yaklaşımları konusunda ipuçları olduğunu belirten Uğur, kitaptaki resimlerin bile özenle seçildiğini söyleyerek yakın plandan çekilmiş insanların görüntüleri olduğunu böylelikle ter bezleri bile
belli olan bu kişilerin kurtarılmayı bekleyen zavallılar şeklinde lanse edilmesinin altında
efendilik düşüncesinin olduğunu ifade ediyor.
Türkiye’de Afrika çalışmaların henüz yeni olduğunu fakat problemli de bir yaklaşımın olduğunu söyleyen Hasan Öztürk, Nijerya’ya İstanbul’dan değil Londra’dan yani
batı merkezli bakıldığını iddia etmekte. Özellikle Türkiye’deki medyanın batı merkezci
yaklaşıma çanak tuttuğunu ifade eden Öztürk, yabancı basın ajanslarından tercüme edilerek haberler yapıldığını söyleyerek Afrika konusunda bir enformatik cehaletin de hüküm
sürdüğünün örneğini vermekte. Batı ajansların tercüme edilen haberler kabile savaşları
şeklinde olayları verdiğinde İstanbul’dan Nijerya’ya bakmadığımızı gösterdiğini belirtiyor.
7
> 2012 EKİM
Yuvarlak Masa Toplantılarının diğer bir konuşmacısı Serhat Orakçı Afrika’daki yardım örgütleri ve yapılan yardımların sonuçları üzerinde duruyor. 1960 sonrası Afrika’ya
trilyonlarca dolar yardım yapıldığını fakat bu yardımların ciddi bir refah ve kalkınmayı
sağlayamadığını söylemekte. Yardım kuruluşlarının BM’den kaynaklarını felaketler üzerinden sağladıklarına dikkat çeken Orakçı, felaketlerin kuruluşların gelirlerini artırdığı
gibi yardım faaliyeti adı altında başka amaçların da gerçekleştirdiği iddiasında bulunuyor. Orakçı’nın bu savı hiçte yabana atılacak bir iddia değil. Örneğin geçen sene Batı
Afrika’da yüzyılın en büyük açlık krizinin olacağı ifade edildi ve gerek BM’den gerek
bağışlardan milyarlarca dolar yardım kuruluşlarına aktarıldı. Fakat Sahel bölgesinde
beklendiği gibi bir kuraklık ve açlık krizi yaşanmadı. Mali krizi çıkarılarak insanların
dikkatleri o bölgeye sevk edildi böylelikle yardım kuruşları da pasatadan büyük bir pay
aldılar. Gerek Sudan’da gerek Mali’de istihbarat faaliyetlerinin bu yardım kuruluşlarıyla
yapıldığı anlaşıldı. Geçen Darfur’da sınır dışı edilen 11 yardım kurulu temsilcisinin İngiliz istihbaratı için çalıştığı ortaya çıktı.
BM’nin felaket öncesi önlem almak yerine felaket sonrası yardım faaliyetlerine girmesinin arkasında bir açlık veya felaket politikasının da etkili olduğu görünmektedir.
Özellikle Batılı yardım kuruluşlarının bu eksende hareket ederek ve felaketi en olumsuz
yönünün sergilenmesi bu tarz bir politik anlayışın ürünüdür. Orakçı insanların ölmeden
felakete maruz kalmadan yardım ulaştırmanın daha doğru bir anlayış olacağı çıkarsamasında bulunuyor.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Afrika ülkelerinin en büyük ekonomik sorunlarından birinin kaynak zengini ülkelerin
ekonomilerini kaynak ekonomisine dayandırdıklarını söyleyen Ufuk Tepebaş, gelirlerin
alt yapı yerine çarçur edildiğinden yakınıyor. Tepebaş’ın söylediklerini örneklendirmek
gerekirse 1999’da Sudan’ın güneyindeki petrollerin işletilmesiyle özelikle pamuk üretiminden bir gerileme yaşandı. Sudan ekonomisinde pamuk üretimi ve Arap sakızı gelirin
önemli bir bölümünü oluştururken bu yıllarda önemli bir gerileme yaşandı. Petrolden
elde edilen gelirlerin önemli bir bölümünün silah alımına ayrılması alt yapı hizmetlerinde
kullanılmaması, halkın ekonomik refahının geliştirilmesinde artı değere dönüştürülmemesi işsizlik, sağlık, eğitim gibi ülkenin kronik sorunları çözemedi.
Afrika ülkelerinde yıllık yüzde 5-6 büyümeye rağmen yoksulluk ve yoksunluğun
azaltılamayışı üzerinde durulması gereken bir konudur. Gana, Gabon, Ekvator Gine’si
gibi halkın refah seviyesinin artırıldığı ülkeler bulunmasına rağmen Afrika’nın geneli için
büyümenin halka yansımadığını söylemek doğrudur
Tepebaş, Afrika ülkelerinden uyuşturucu ticaretinde son yıllarda önemli bir artış olduğunu söylüyor. Özellikle Gine Bisav’da uyuşturucunun halkın en önemli geçim kaynağı
olduğunu söylemek mümkün. Gençler arasında kolay para kazanma arayışı üretimin gerçekleşmesinin de önüne geçerek tüketen fakat üretmeyen bir toplumun ortaya çıkmasına
da zemin hazırlamaktadır.
Nüfus sorununa değinen Tepebaş, nüfus planlamasının yapılamadığından şikayetçi.
Fakat Afrika’da nüfusun artması Afrika’nın en büyük zenginliklerinden biri. Afrika’nın
8
RAPOR
<
toplamına bakıldığında 1 milyarı geçen nüfusa sahip olması bir dezavantaj olarak görülmeli. Gelecek 40 yılda Avrupa ve Amerika’da yaşlı üretmeyen bir nüfus olacakken üreten
genç nüfusun yaklaşık üçte biri Afrika’da olacaktır. Eğer istihdam sorunu çözülebilirse
hem kaynakları hem potansiyeli bakımından bütün dünyayı besleyen bir kıtaya dönüşme
olasılığı yüksektir.
Afrika’da birçok sorunun hala çözülemediğini ülkelerin birbirlerine tecrübelerini aktarmada yetersiz kaldıklarını söyleyen Tepebaş, Sudan-Güney Sudan örneğini vermektedir. Bu bağlamda her iki ülke arasında bir ayrılma olmasına rağmen petrol paylaşımı,
sınır anlaşmazlığı gibi meseleler başta olmak üzere sorunlar hala çözülememiştir. 1994’te
Ruanda’da gerçekleşen sorunun bir benzeri bugün Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde
görülmektedir. Sorun bir anlamda bir ülkeden başka bir ülkeye taşınarak devam etmektedir.
Afrika ülkelerinin sorunlarını yine kendilerinin çözebileceğini söyleyen Tepebaş, bölgesel ekonomik siyasi birlikteliklerle sıkıntılarını aşabileceklerini söylüyor. Ganalı siyasetçi Kwame Nkrumah’ın “tek Afrika” hayaline atıfta bulunan Tepebaş, birbirleriyle
dayanışma içine girmedikleri takdirde daima masada ABD, Çin gibi ülkeler karşısında
zayıf kalacaklarını belirtmek istiyor. Tepebaş’ın bu arzusu sorunların çözümünde ilk adım
olmasına rağmen şimdilik siyasi ve ekonomik bağımlıklarını ABD, Fransa hatta Çin’e
kaptırmış ülkelerin ortak zeminde hareket etmeleri zor görünüyor. Başta Afrika Birliği
olmak üzere Libya, Mali, Kongo, Liberya, Sudan, Zimbabwe’deki siyasi ve güvenlik
sorunların çözümünde aktif rol oynayamamışlar her zaman belirleyici olan Batılı güçler
olmuştur.
Müzakerecilerden Mustafa Yayla, Afrika üzerine Batı ülkelerinde olduğu gibi uzman
ve araştırma merkezlerinin olmayışından yakınıyor. Yalnız ekonomik yardımların yeterli
olmadığını özellikle eğitim alanında Afrika ülkeleriyle güçlü ilişkiler kurulması gerektiğini söylüyor.
Nijerya aslılı müzakerecilerden Osman Aliyu ise Türkiye’de Afrika’nın tek bir ülke
gibi algı olduğunu oysaki Afrika’da birbirinden çok farklı ülkeler olduğunu söylüyor.
Afrika’yı hep yardıma muhtaç insanların yaşadığı bir kıta olarak gördüklerini oysa
Nijerya’nın yer altı kaynakları bakımından zengin bir ülke olduğunu belirtiyor. Sorunun
yolsuzluk, rüşvet, kötü yönetim gibi nedenlerden dolayı refahın halka yansıtılamadığını
ifade ediyor. Kamerun’da 2002’ye kadar petrolden elde edilen gelirin doğrudan devlete
değil, devlet başkanının hazinesine aktarıldığını anlatan Aliyu, devlet başkanının bu geliri
kendi özel serveti gibi gördüğünü ifade ediyor.
9
> 2012 EKİM
Serhat Orakçı, ufuk Tepebaş’ın Afrika’da ki güvenlik konularını anlatırken terör
kelimesinin kullanılmasına dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor. Terör tanımlamasının
devletten devlete, çıkar ilişkisine göre farklılaştığını söyleyen İsrail’in kendisini, çalıştığı kurum İHH’yı terörist kategorisine koyduğunu söylüyor. Boko Haram’ın Nijerya’da,
Şebab’ın Somali’de çıkış sebeplerinin iyi araştırılması gerektiğinin altını çizerek ABD
başta olmak üzere Batılı güçlerin özelikle Somali’de bir kıyım gerçekleştirdiğini vurguluyor.
Afrika ülkelerinin başkentlerinin sömürge döneminin mantığı ile çizildiği, başkentlerin ülkenin sorunlarına müdahil olmada etkisiz kaldıklarını belirtiyor. Demokratik
Kongo’nun başkenti Kinşasa’nın ülkenin doğusu ve güneyinden tamamen kopuk olduğunu stratejik ve idari açıdan fonksiyonel olmaması sorunların çözümsüz kalmasını sağladığını belirtiyor.
Afrika kıtasının dünyadaki önemi gittikçe artmakta. Yer altı kaynakları bakımından
zengin bu kıta soğuk savaş sonrası yeni küresel güçler için bir çekim merkezine dönüştü.
54 Afrika ülkesinin birçoğunda güvenlik, işsizlik, kötü yönetim sağlık, eğitim çözülemeyen sorunlar olmaya devam ediyor. Fakat Afrika’ya sorun kıtası olarak bakmak yerine
kültürel zenginliğin en iyi yansıdığı ülke olarak bakmak daha doğrudur. Artık Afrika’nın
açlık, sefaletinden konuşmak yerine dünyaya ve insanlığa katkılarından söz etmek gereklidir.
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
Yeni Dönemin Eşiğinde Afrika
TOPLANTI METNİ
Aynur Erdoğan: Önce toplantının formatı ile ilgili bilgi vereyim isterseniz. Afrika konusunda Türkiye’de çok uzman yok… Neredeyse bütün uzmanları topladık buraya. Çok değerli konuklarımız var. Önce onları takdim edeyim. Hatice Uğur, Küre
Yayınları’ndan çıkan “Zengibar” isimli kitabıyla Afrika çalışmalarına eğildi, daha çok
Osmanlı Afrika’sı üzerine çalışıyor. Hasan Öztürk Bilgesam’da Afrika uzmanı olarak
hizmet veriyor. Ufuk Tepebaş Tasam ve Kadir Has Üniversitesi Afrika Araştırmaları
Merkezi’nde. Serhat Orakçı İHH’da Afrika sorumlusu olarak hizmet veriyor. Mustafa Yayla Kırklareli Üniversitesi’nde yardımcı doçent doktor. Ve İbrahim Tığlı bizim
Dünya Bülteni’nde hem tarih editörümüz hem de Afrika üzerine yazdığı analizlerle
kendisini tanıyoruz.
Öncelikle dört konuğumuza sorular yönelteceğim ve onlardan yaklaşık 15 dakika içerisinde düşüncelerini toparlamasını isteyeceğim. Sonra da müzakereciler olarak
Mustafa Yayla, İbrahim Tığlı ve aramıza katılacak olan Nijeryalı Osman Aliyul sorularını yöneltebilecekler. Yani bir tartışma ortamı oluşabilecek. Bu yüzden ilk sorulara 15
dakika içerisinde kısa yanıtlar verirseniz belki o tartışma ortamına daha fazla zaman
ayırabileceğiz.
Afrika’nın tarihine inebilmek için Hatice Hanım’la başlamak istiyorum. Siz Osmanlı Afrikası çalıştınız. Önce bir Osmanlı Afrikası tabiriyle girmek lazım belki. Böyle
bir kavramlaştırmayı kullanabilir miyiz, bununla ne anlıyoruz yani sadece coğrafi bir
şey mi, kültürel sosyal boyutları var mıdır?
Hatice Uğur: Öncelikle teşekkür ediyorum Dünya Bülteni’ne. Türkiye’de Afrika üzerine çalışan insan sayısı çok az olduğu için, genelde bu tür çalışmaları hiç kaçırmadan
gelmeye çalışıyoruz.
A.E. : Biz de teşekkür ederiz.
11
> 2012 EKİM
H.U.: Ben size küçücük bir şeyden bahsetmek istiyorum. Benim Afrika ile ilk tanışıklığımın ne şekilde olduğu ile ilgili kısa bir şey söylemek istiyorum. Boğaziçi Üniversitesi
Tarih Bölümü mezunuyum. Orada ilk defa yaz okulunda biz yabancı bir hocadan, çok
yaşlı bir Harvard’lı profesörden, Afrika tarihinde genel başlıkları içeren bir ders aldık.
Afrika ile ilgili çok genel temalardı fakat dersin sonunda “Osmanlı hakikaten Afrika’da
ciddi alanlarda varlık göstermiş... Kuzey Afrika değil, daha Güney’e doğru, yani
Kızıldeniz’den başlayıp Akdeniz, Kızıldeniz ve hatta daha güneyde Hint Okyanusu’na
kadar olan alanda… Biz sadece bir takım Osmanlı-Afrika ilişkilerinin olduğunu biliyoruz, bunun üzerine neden çalışmıyorsunuz?” diye bir soru sordu bize. Sınıfta zaten 3
kişiydik, birkaç kişi almıştı dersi. Yabancı birinin böyle bir uyarıda bulundu. Boğaziçi
Üniversitesi çok uluslararası bir üniversite aslında ama Türkiye çapında Afrika konusunda ne kadar yetersiz olduğumuzu görmüş olduk. Ben çok genel temalarla çalışmaya başladım. Bitirme ödevimiz için Arşiv’e girerken çok genel temalarla çalışmaya başladım.
Kızıldeniz, Akdeniz, Mısır, Cezayir gibi çok genel temalarla başladım ve bu çalışmayı
yaparken arşivde “Afrikay-i Osmani” diye bir kavramla karşılaştım. Hakikaten o kadar
etkilendim ki bundan. Biz şimdiye kadar Fransız Afrikası, İngiliz Afrikası, Belçika Afrikası gibi batılı ülkeler üzerinden Afrika tanımlarına aşinayız, fakat Osmanlı Afrikası
yani Afrikay-i Osmani ile ilk defa Osmanlı arşivindeki 1-2 belge aracılığıyla tanışmış
oldum. Ve ben hemen bunun peşine düştüm. Tezimde
Kızıldeniz, Akdeniz, Mısır, de aslında bütün sorgulamam, “Afrikay-i Osmani neCezayir gibi çok genel tema- dir?” sorusu çerçevesindeydi. Yani biz bu kavramdan
ne anlamalıyız? Tabi kavramlar tarih boyunca çok cidlarla başladım ve bu çalışmayı di değişikliklere uğruyorlar. Bir kavramın 16. Yüzyılda
yaparken arşivde “Afrikay-i size söylediği şey farklı oluyor, 20. Yüzyılda ondan anladığınız şey farklı oluyor. Bu açıdan ben daha çok şu
Osmani” diye bir kavramla şekilde bir kurgu yaptım. Afrikay-i Osmani’nin içinde
karşılaştım. Hakikaten o kadar düşünebileceğimiz hiç zihnimize gelmeyen çok uzak bir
coğrafya var mıdır? Evet, Mısır’ı, Cezayir’i biliyoruz,
etkilendim ki bundan. Biz şimTrablusgarp’ı, Libya’yı, Tunus’u biliyoruz, fakat bundiye kadar Fransız Afrikası, ların dışında başka yerler var mıdır diye düşünürken…
İngiliz Afrikası, Belçika Afrikası
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
gibi batılı ülkeler üzerinden
Afrika tanımlarına aşinayız,
fakat Osmanlı Afrikası yani
Afrikay-i Osmani ile ilk defa
Osmanlı arşivindeki 1-2 belge
aracılığıyla tanışmış oldum.
12
A.E.: Bunların Osmanlıyla ilişkisini de biliyoruz.
H.U.: Tabi elbette, bunlar Osmanlı eyaletleri çünkü. Ve Zengibar’la karşılaştım. Ahmet Kavas Hocamın bu anlamda çok teşvikleri oldu. Zengibar Hint
Okyanusu’nda bir ada. Şu an küçücük bir yer. 1 milyon
kadar insan yaşıyor fakat hakikaten Osmanlı Devleti’yle
ciddi ilişkileri var. Bunlar üzerine bir düşünelim diye
başladık. Ve tezimde Afrikay-i Osmani’yi sorgularken
Zengibar’a kadar gitmiş oldum. Ve şöyle bir şey çıktı; aslında, Afrikay-i Osmani denen şey 16. Yüzyıl-
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
dan başlayıp da Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki egemenliği eyaletleri de içine
alıyor fakat hiç Osmanlı eyaleti olmayan bir coğrafya da, farklı nedenlerden dolayı bu
Afrikay-i Osmani’nin içerisine girebiliyor. Zengibar bir Osmanlı eyaleti değildi ama
Cuma Hutbelerinde Abdülhamit adına hutbe okutulurdu. Neden? Çünkü Abdülhamit İslam Dünyası’nın halifesi. Ve Zengibar İslam medeniyetinin Doğu Afrika’da kurulmuş en
büyük merkezi. Toparlayacak olursak, 1517’de Mısır’ın fethedilmesiyle beraber Osmanlı Devleti’nin Afrika’yla ilk temasının başlaması ile birlikte, fiziksel anlamda bir takım
eyaletlerin kuruldu. Ama 19., 20. yüzyıllarda özellikle İslam Dünyası’nda Müslüman tebaanın Osmanlı’dan yavaş yavaş ayrılmasıyla Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’in İslam
birliği politikası çerçevesinde bütün dünya Müslümanları ile iletişime geçilirken Zengibar Sultanlığının da, Osmanlı ile irtibatta bulunduğu görülüyor. Zengibar böylece bu
Afrikay-i Osmani’nin içerisine girmiş oluyor.
A.E.: Osmanlı’dan günümüze biraz yoluculuk yapalım Ufuk Bey’le birlikte. Batı
Avrupa ülkeleri tarafından sömürgeleştirme süreci yaşadı Afrika. Sonra bu sömürgecilikten kurtulma, bağımsızlık savaşları yaşandı. Buraları kısaca geçerek aslında günümüzü en çok etkileyen Soğuk Savaş sonrası sürece gelmek istiyorum. Siz o süreçte
sömürgeciliğin Afrika’ya etkilerini nasıl görüyorsunuz?
13
> 2012 EKİM
Ufuk Tepebaş: Sömürgeciliğin Afrika’ya hemen hemen her anlamda etkisinin olduğunu ifade edebiliriz. Zaten bugün bunları açıkça görüyoruz; eğitim sisteminde, sağlık
sisteminde, ekonomik sistemde yaşanan sorunların temelinde bu vardır. O dönemde tabi
ki Afrika devletlerinin aslında ciddi anlamda parçalandıklarını, çok farklı sayıda etnik,
dinsel, dilsel, farklılıkların olduğu grupların bir arada yaşamaya zorlandıklarını görü-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
yoruz. Sürece bir başkaldırı var, bağımsızlık süreci yaşanıyor. Ancak Afrika ülkelerinin
gerçek anlamda hiçbir zaman bağımsızlıklarını kazanamadıklarını görüyoruz. Özellikle
Afrika ülkelerinin bir diğer talihsizliği de yeni bağımsızlıklarını kazandıkları dönemlerde
çok ciddi sorunlar yaşarken kendilerini yeni bir uluslararası rekabetin içinde bulmalarıdır.
SSCB ve ABD’nin başını çektiği soğuk savaş dönemi her ne kadar bu dönemde birçok Afrika ülkesi bağlantısızlık hareketine mensup olsa da, açıkçası çok fazla bu harekete bağlı
kalamıyor. İster istemez Sovyetler Birliği veya ABD’den birine daha yakın durmak zorunda kalıyor. Ki nitekim zaten SSCB’nin bu dönemde komünizmi Afrika’da yayma yolunda bir takım çabaları var. ABD’nin ise doğrudan Afrika devletleri üzerinde hegemonya
kurmaktan ziyade Sovyetler Birliği’nin Afrika’daki alaDoğu ve Güney Doğu Afri- nını sınırlandırmaya yönelik çalışmalar yaptığını görüyoruz. Bu koşullarda tabi ki Afrika ülkeleri çok ciddi soka Ortak Pazarı COMESA, runlar yaşıyorlar. Özellikle bugüne doğru biraz daha gelDoğu Afrika ekonomik top- diğimizde Afrika’nın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik
luluğu EAC, ve Güney Afrika sorunların temelinde de soğuk savaş ve soğuk savaştan
sonraki dönemin çok önemli etkileri var. Seksenli yıllara
Gümrük Birliği’nin bir araya baktığımızda Afrika’nın toplamda %2,4 büyüyebildiğini
gelerek ortak bir pazar oluş- görüyoruz. Doksanlı yıllarda sadece %2,2’lik bir büyümeden bahsetmek mümkün ki bu 20 yıllık süreç kayıp
turmaları hedefi var. Şayet bu dönemler olarak adlandırılıyor Afrika’da. Özellikle bu
planlandığı şekilde gerçekleş- son dönemde Afrika’nın önemli atılımlar, hamleler yapmasına rağmen, bilhassa milenyum kalkınma hedeflerine
tirilebilirse Afrika’nın önümüz- ulaşılması doğrultusunda, attığı adımların yeterli olmadeki süreçte geleceğini daha masının temelinde de bu 20 yıllık süreçteki ekonomik
parlak görüyorum. kayıplar, zaaflar çok önemli bir rol oynuyor diye düşünüyorum. Bu dönem tabi ki Afrika’nın aslında biraz
daha fazla seçeneğe sahip olduğunu görüyoruz. Soğuk
savaş sonrası, hatta 2000’li yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu açılım,
Hindistan’ın, Brezilya’nın, Meksika’nın, İran’ın, Kore Cumhuriyeti’nin ve tabi nitekim
doksanlı yılların sonlarından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu açılımlar
Afrika’nın geleceği açısından büyük önem taşıyor. Afrika’nın artık bugün daha fazla seçeneği bulunuyor. Ancak tabi ki bunların henüz yeterince değerlendirildiğini söylemek
mümkün değil. Özellikle Afrika ülkeleri arasında sömürgecilik döneminden kaynaklanan sorunların halen günümüze yansımalarını görmek mümkün. Özellikle bugün Orta
Afrika’da Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki savaşın temelinde yatan nedenler, komşu ülkeler arasındaki sıkıntılar… Somali’nin yine bir türlü birliğini, bütünlüğünü sağla14
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
yamamasında, yine soğuk savaş dönemindeki sorunların belirleyici rol oynadığını görüyoruz. Sudan’ı yine aynı şekilde bu kapsamda değerlendirmek mümkün. İşte geçtiğimiz
hafta her iki ülkenin lideri Sudan ve Güney Sudan liderleri Etiyopya da Addis Ababa’da
bir araya geldiler. Uluslararası baskılara rağmen kısmi bir anlaşma ancak sağlanabildi.
Özellikle Afrika birliğinin bu anlamda çok yapıcı bir rol oynadığını gördük.
Ancak ulusal çıkarlar maalesef bazen çözümü kısıtlayabiliyor. Afrika’nın önümüzdeki süreçte sosyo-ekonomik anlamda gelişimini hızlandırabilmesi açısından bölgesel ekonomik topluluklara önemli sorumluluklar düşüyor. Özellikle yakın zamanda başlayan birtakım açılım hamleleri var. Doğu ve Güney Doğu Afrika Ortak Pazarı COMESA, Doğu
Afrika ekonomik topluluğu EAC, ve Güney Afrika Gümrük Birliği’nin bir araya gelerek
ortak bir pazar oluşturmaları hedefi var. Şayet bu planlandığı şekilde gerçekleştirilebilirse Afrika’nın önümüzdeki süreçte geleceğini ben biraz daha parlak görüyorum. Çünkü
özellikle bu birlikteliğin sağlanabilmesi Afrika’nın dış dünyaya karşı da daha güçlü durabilmesi açısından müzakerelerde pazarlık gücünü arttırabilmesi açısından kendisine bir
katma değer sağlayacaktır diye düşünüyorum.
A.E.: Hatice Hanım, Ufuk Bey’den dinledik; Batılı ülkelerin, Çin’in vs. Afrika’da
bir nüfuz mücadelesi var. Osmanlının da benzer bir nüfuzu vardı Afrika üzerinde.
Farklı görüyor musunuz bu iki siyaset biçimini?
H.U.: Elbette… Tarihsel süreci sorgulayacaksak Osmanlı Devleti’nin Çin’den, İngilizlerden ya da diğer Avrupalı ülkelerden çok daha fazla ve çok daha erken dönemlerde
Afrika ile ilişkileri var. Ancak bugün çok ciddi bir tıkanıklık var ne yazık ki. Bunu aşması
gerekiyor Türkiye’nin. Çeşitli adımlar da atılıyor bu anlamda…
A.E.: Özellikle 1.Dünya Savaşı sürecinde Afrika’nın sömürgeleştirilmesi söz konusu; silahlı işgal altındaydı. Bağımsızlık mücadelelerinden sonra da silahlı işgal veya
vali atama şeklinde olmasa bile ekonomik sömürgeleştirme gibi farklı sömürgeleştirme
biçimlerine rastlıyoruz. Osmanlı’nın kurduğu ilişki ve siyaset biçimi ile karşılaştırırsak
ne tür farklılıklar gözlüyorsunuz?
15
> 2012 EKİM
H.U.: Osmanlı Devleti’nin tarihte Afrika ile ilgilenmesinin birkaç sebebi üzerinde durur tarihçiler. Osmanlı Devleti Mısır’a ilk defa adım atmasından çok önce Oruç Reis, Barbaros Hayrettin Paşa gibi bağımsız denizciler Ege Denizi’nde bir takım faaliyetlerde bulunurken Afrika’yla olan ilk ilişkiler kurulmuştur. Endülüs’te Müslümanların İspanyollar
tarafından kıyıma uğramasından sonra bu denizcilerin oradaki Müslüman halka yardım
etmek amacıyla kuzeye doğru yani Ege Denizi’nden yukarı Akdeniz’e doğru çıktığını
ve oradaki Müslüman halka yardım etmek amacıyla mesela Cezayir’de, Tlemcen’de bir
merkez kurdukları söylenir. Mesela bağımsız bir denizci olan Oruç Reis’de ve Osmanlı
Devleti’nde, şöyle bir motivasyon var: Müslüman halka yardım etmek. Yani İspanyol
tehdidine, işkencelerine maruz kalan, kötü muameleden kaçan Müslümanların taşınıp en
emin coğrafyaya yerleştirilmesi. İşte Türk denizcileri ilk dönemde bunu yaparak başladılar.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E.: Afrika’yla ilk ilişkiler bu şekilde?
H.U.: Evet, ilk ilişkinin bu şekilde olduğunu söyleyebiliriz. Yani bu biraz daha insani
bir ilişki. Bugün insani yardımların götürülmesi gibi. Suriye krizinde de daha insani boyutlu bir ilişki var. Ama tarihçiler şunu da söylerler ki; Osmanlı Devleti aslında Batı’ya
doğru ilerlerken Yavuz Sultan Selim’le birlikte Doğu’nun da çok önemli bir merkez olduğunu fark edip ya da günlük siyasetine bunu da alıp Doğu’ya doğru ilerleme şeklinde
bir politika belirlemişti. Bunda da sıcak denizlere inme, güneye inme, Kızıldeniz ağzını
kapama buradaki çok büyük ticaret akışını yani doğu ticaretini kontrol etmek gibi bir
amacı da vardır. Çünkü o dönemde üstün bir güç olabilmek için bütün üstün güçlerin
yaptığı gibi doğu ticaretinde etkin bir rol almak için Osmanlı Devleti de bu sebeple gitmiştir diyen, daha ekonomik bir vurgu yapanlar da vardır tarihçiler arasında. Yani birkaç
farklı motivasyondan bahsedilebilir. Örneğin Yavuz’un Mısır’da Memluklularla mücadelesi bağlamında, İslam dünyasında bir sürü sıkıntı vardı, fakat Memluklular yeterince
güçlü olmadığı için Osmanlı Devleti’nden yardım istedi Endülüsler ve Osmanlı Memluk
İslam Halifesi olarak görevlerini yerine getiremiyor deyip orada gücü ele geçirme gibi bir
amacı oldu diyen tarihçiler de var. Yani farklı motivasyonlardan bahsedebiliriz. Fakat sonuçta 16. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti Afrika’ya adımını atmıştır. Çin’in de erken
dönemlerde Doğu Afrika’yla ilişkileri vardı. İşte Portekizlilerin de Afrika’yla ilişkileri
vardı, fakat Osmanlı Devleti’nin Afrika’yla olan ilişkisinde şöyle çok basit bir şey söyleyeceğim. Kuzey Afrika Osmanlı’nın en çok hakimiyetinin olmuş olduğu bölgelerden biri.
Türkçe konuşan neredeyse hiç kimse yok. Ama İngilizce konuşan, Fransızca konuşan
bir sürü nüfus var. Osmanlı Devleti’nin dominant bir güç olarak kendi varlığını oradaki
halka empoze etmedi. Burayı fethettim burası artık Türk toprağıdır, burada bundan sonra
Türkçe konuşulacak demedi. Yani Osmanlı Devleti aslında birçok yerde yaptığı gibi -Balkanlarda da kısmen aynı şey yapılmıştır- fethetmiş olduğu coğrafyada yerel unsurlarla
birlikte hareket ederek ve hatta onları kendi içerisinde yani kendi içerisinde daha özerk
bırakarak oranın kalkınmasına güçlenmesine yardımcı olmuştur.
A.E.: Ama o zaman şimdiki gibi petrol, değerli madenler vs. çıkarılmıyordu topraklarından?
H.U.: Bunlar yoktu ama o dönemde de köleler vardı, fildişi ticareti vardı, İpek yolu
vardı, Baharat ticareti vardı...
16
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
A.E.: Bunlar üzerinden bir sömürgeleştirme politikası güdüldü mü mesela?
H.U.: O dönemin, yani 16. Yüzyılın en güçlü sömürgecileri Portekizliler ve İspanyollar. Osmanlı Devleti’nin 16. Yüzyılda güçlü bir şekilde Doğu’ya yönelmesinin en
önemli sebeplerinden bir tanesi de bu. Portekizliler sıcak denizlere inebilmeye, dünya çapındaki güç sahibi olmaya çalışıyorlar. Yani Avrupa’da çok karışık dengeler var
ve herkes kendi bölgesinde güçlü olmak için dışarıdan ne alabilirim mücadelesinde.
İşte Portekizliler de Doğu ticaret yollarını kontrol etme motivasyonuyla hareket edip
Osmanlı’yla toslaşıyorlar.
A.E.: Zengibar’da bir nüfuzdan bahsediyorsunuz; Osmanlı halifesi adına hutbe
okunuyor vs. Oradaki ekonomik ilişki biçimini nasıl görüyorsunuz? Mesela Portekiz’in
yaptığı gibi oradaki yeraltı veya yerüstü kaynakları Osmanlı merkezine mi geliyordu?
H.U.: Zengibar çok uç bir nokta. Zengibar’da zaten
böyle bir şeyden bahsedilmez. Ama en hakim olduğu
Cezayir’de bile bundan bahsetmek mümkün değil. Yani
Osmanlı Devleti’nin Cezayir’in kaynaklarını alıp merkeze, İstanbul’a taşıması diye bir şey söz konusu değil.
Yani böyle bir ilişki biçimi kurmuyor, böyle bir sömürgecilik mantığıyla hareket etmiyor Osmanlı Devleti. Hakikaten çok farklı olduğu söylenebilir.
A.E.: Hasan Bey, Afrika ülkeleri bağımsızlığını
sağladı diyoruz ama bir de iç savaş diye bir dert çıktı
ortaya. Bu insanlar Avrupa’ya karşı bağımsızlık savaşı
verdikten sonra neden birbirlerine düştüler, neden iç
savaş ortaya çıkıyor? Bunun mantıklı bir sebebi var
mı? Nasıl açıklıyorsunuz?
Osmanlı haritalarına baktığım zaman Balkanlar’da
veya Türkiye’nin doğusunda
Osmanlı’nın sınırları çok net olarak gözükür. Ama Afrika’da öyle
bir sınır yoktur. Devlet kavramı
zaten Avrupa menşeli bir şey.
Yani Afrika toplumlarının yerel
yönetimleri çok daha farklı…
Yani sömürgecilik dönemi boyunca Avrupa’nın, Portekiz’in, özellikle Fransa’nın
ve aslında metropolün koloniye hükmettiği bir ilişki türü. Osmanlı tabi böyle bir yönetim biçimini benimsemiyor hiçbir zaman, daha çok özerk bırakıyor. Ama ben bugünkü
17
> 2012 EKİM
Hasan Öztürk: Yani insanlar şöyle birbirleriyle savaştıklarına göre mutlaka kendilerince mantıklı gördükleri bir sebebi vardır. Ama iç savaşların genellikle başlamasının sebebi zaten bir mağduriyettir. İnsanların bir mağduriyeti vardır ciddi anlamda. Bu mağduriyeti hiçbir şekilde gideremedikleri için tek yol şiddete
başvurmaktır. Afrika’da da biraz böyle mağduriyetler doğuyor bağımsızlığın kazanılmasıyla. Aslında az önce Hatice Hanım’ın bahsettiği şöyle ilginç bir şey var. Avrupa her
zaman bir metropol-koloni ilişkisi kurmuş.
Afrika’daki birçok sorunun temelinde şunun olduğunu düşünüyorum: Devlet kavramı…
En basitinden biz ulus devletten bahsederiz bugün öyle değil mi? Dünyada kaba bir hesap
yapsak 5000 tane etnik grup olduğu söyleniyor. 200 tane devlet var. Böldüğünüzde aslında her bir devlet çok etnili bir yapıya sahip. Bugün mesela Avrupa’da kaç tane etnik grup
var desek yüzü bulmaz ve bunla biraz övünürüz ne kadar homojeniz diye. Ama Kongo’da
250 tane farklı dil konuşuluyor derken tonumuz biraz daha böyle aşağılayıcıdır mesela. Ne kadar geri kalmışlar, 250 tane dil konuşuluyor gibi. Aslında bu oranın ne kadar
kendini koruyucu bir mekanizmaya sahip olduğunu gösteriyor. Mesela benim dikkatimi
çeken şeylerden bir tanesi de Osmanlı haritalarına baktığım zaman Balkanlar’da veya
Türkiye’nin doğusunda Osmanlı’nın sınırları çok net olarak gözükür. Ama Afrika’da öyle
bir sınır yoktur. Devlet kavramı zaten Avrupa menşeli bir şey. Yani Afrika toplumlarının
yerel yönetimleri çok daha farklı bir şeydi…
A.E.: Kabile mantığı mı diyelim?
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
H.Ö.: kabile de biraz negatif bir anlam çağrıştırıyor. Kabile değil de aşiret denebilir belki. Daha çok toplumu bireyin ön planında tutan aslında mesela Nyerere’nin
Tanzanya’da yaptığı, adını sosyalizm diye İngilizceye çevirdikleri ama sosyalizm olmayan bir sistem. Nyerere “Biz kendi atalarımızın yönüne dönelim” diyerek kendi
sistemlerini koruyor. Diyor ki “köyümüzün önde gelenleri bir ağacın altında toplanırlar, bir meseleyi konuşmaya başlarlar çözmeden de o ağacın altından kalkmazlar.” Bu
aslında bugün temsili demokrasi dediğimiz şeyin bir alt modeli. Yani seçim kurumu
olmadan demokrasi gibi bir şey var orada. Sonra Türkiye’nin Tanzimat’la yaşadığı sorunun bir benzeri ortaya çıkıyor. “Bu aşiretin, bu köyün lideri bu değil benim atadığım
kişi” deniyor. Ve o atadığı kişi de başkentten yetki alarak farklı davranıyor. Ama hiçbir
bir yaptırım gücü yok. Her şeyden önemlisi bir maddi güç olmadığı için bir yatırım
yapamıyor oraya. Ve üstüne üstlük vergi alıyor. Tabi bunlar ister istemez hep modern
devlet anlayışının Afrika’da negatif bir anlamı olduğunu gösteriyor bize. Günümüz
Afrika’sında bu iç savaşlar hep bu yüzden çıkmıştır. Çünkü devlet hiçbir zaman devletlik görevini yerine getirememiştir.
A.E.: Otorite olarak yok anlamında mı?
H.Ö.: Evet, hem de mesela Doğu Afrika toplumlarında şöyle bir anlayış var: Bir göl,
ufak bir dere taştı diyelim. Benim tarlam suların altında kaldı. Hepiniz bana getirip o
seneki ürünlerinizden biraz verirsiniz benim o seneyi çıkartmamı sağlayacak kadar. Birisi getirmezse halk ona baskı yaparmış ille getirecek diye. Birisinin evi yıkıldığı zaman
köyün lideri hemen haber gönderirmiş herkese, herkes işini gücünü bırakacak o kişiye ev
yapılacak. Bunlar yaşanmış şeyler mesela.
18
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
A.E.: Peki, modern devlet oturmadı çünkü kendilerine yabancı bu anlayışı benimsemediler. Geleneksel sistem nereye gitti de bu insanlar birbirlerini öldürecek kadar bir
otorite boşluğu ortaya çıktı?
H.Ö.: Cinayetler aslında olmayan bir şey değildi. Mesela 1822 yılında Mehmet Ali
Paşa, yanılmıyorsam Func Sultanlığını yıktığında o zaman Darfur’la sık sık savaşlar oluyor, özellikle o Cebel Marra bölgesinde. Tarıma elverişli bir yer ve ticaret güzergahında.
Çok ciddi savaşlar oluyor. Borno Sultanlığı da öyle Batı Afrika’da. Savaş bir gerçeklik
orda, hiçbir zaman olmamış bir şey değil ama anlatmak istediğim şey şu: Sömürgecilik
dediğimiz şey sırf bir kaynağı alıp götürmek değil. Tabiri caizse oranın işletim sistemini
yeniden kurmak…
Bambaşka bir işletim sistemi kuruyorsunuz bir bilgisayara. Ali Mazrui’nin çok sık
vurguladığı gibi, sömürgecilik birlikte yaşaması gereken toplumları bölmüştür. Ayrı yaşaması gereken toplumları da bir arada yaşamaya zorlamıştır. Somali örneğinde olduğu
gibi. Bu insanlar belki önceden Masailerle savaşıyordu. Ama bugün Kenya’da bunlar yan
yana yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu kötü veya iyidir anlamında söylemiyorum ama bu
bir tespit, bugün bir gerçeklik. Veya Liberya’da bugün karşımıza çıkan şey yine mesela
yerel halkla sonradan gelenlerin ister istemez az çok Amerikan menşeli bir devlet anlayışına sahip bir grubun yerel anlayıştaki bir grupla çatışması. Yani savaş yok değildi, zaten
vardı ama burada kastettiğim şey benim var olan insanların memnun olduğu bir sistem
yerine, dışarıdan bir sistemin getirtilip zorla altyapısı da oluşturulmadan oraya oturtturulması.
A.E.: Bu denli vahşet var mıydı? Mesela insanların taşla birbirinin kafasını ezdiği
sahneler gördük. Dediğinizden anladığım, bunlar Afrika tarihinde normal ve geleneksel…
H.Ö.: Savaş Avrupa’da da böyledir. Avrupa geç gelişmiş bir kıtadır diyor ya Ali Mazrui. 30 yıl savaşları, 100 yıl savaşları, 1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı… Ama buna
barbarlık diyeceksek vahşet insanoğlunun olduğu her yerde olmuş. Ama Afrika özelinde yamyamlık diyeceksek bu Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de geçiyor. O tarafa
gitmeyin yamyamlar var diye uyarıyor. Harbiye’deki askeri müzeye gittiğinizde orada
silahları görüyorsunuz. Orta Çağ Avrupa silahları onlar. Yani bu silahlar kullanılmış insan
hayrete düşüyor sizler de görmüşsünüzdür. Doğurabileceği vahşeti düşünüyorum da ben.
Taştan da beter şeyler görüyorsunuz orada. Yani bunun Afrika’yla bağdaşlaştırılması yanlış bence. Ama böyle bir şey yok muydu? Vardı. Onu da inkar edemeyiz tabi ki.
19
> 2012 EKİM
A.E.: Bu bir politika mı aslında? Avrupa tarihinde de yaşanmış birçok vahşet var
ama mesela Ruanda da birbirinin kafasını taşla ezen görüntüleri çok görüyoruz biz. O
bizim gözümüze sokuldu bir süre yani. Afrika vahşeti gibi bir olgu var bizim kafamızda,
yani gitmeye korktuğumuz bir yer. Bu politika mıydı acaba?
H.U.: Mesela Bilim ve Sanat Vakfı’nda Afrika dersleri yaptık arkadaşlarla. Ve Afrika dendiği zaman aklınıza neler geliyor diye bütün öğrencilere formlar doldurttum. 40
tane madde çıktı. mesela bunlardan sadece 6 tanesi falan olumlu algı, Afrika’yla ilgili.
Açlık, susuzluk en masumları. Kölelik, vahşilik, renksizlik, soluk sokaklar, kirlilik, ırkçılık, ucuz iş gücü, misyonerlik gibi bir sürü olumsuz anlam çağrışım yapıyor insanda.
Afrika dendiği zaman insanların aklına ilk etapta bunlar geliyor. Üniversite öğrencileri
bu cevapları veren kimseler. Tabi bunda medyanın çok ciddi bir rolü var. Amerika’da
bir yazarın Afrika tarihini dünya tarihinde bir yere konumlandırmaya çalıştığı bir kitabı
var. O şimdi Türkçeye çevriliyor. Orada da mesela, Afrika’yla ilgili imajlar nelerdir diye
sorulmuş. Amerika’daki insanlar da böyle düşünüyor. Çünkü Afrika’yı nereden tanıyoruz biz? BBC’nin, National Georaphic’in hayvan belgesellerinden, işte katliamları öne
çıkaran yayınlarından. Yani bugün bir Mali, Timbuktu’daki binlerce eser, yazmalardan
kimin haberi var ki? Yani bunlar ön plana çıkarılmıyor. Yani Afrika dendiği zaman terk
edilmişlik, izolasyon, kölelik, açlık, sefalet kirli sokaklar vs. gibi hep negatif bir algı ön
plana çıkarılıyor.
A.E.: Bu da siyaseten himayeyi haklı çıkartacak bir durum?
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
H.U.: Elbette. Somali’deki bu en son açlık ve susuzluk krizi olmuştu… Dünya
Bülteni’nde de bir yazı yazmıştım… Orada bile şu vurgunun yapılması gerekiyor: Biz
bir şey olarak Somali’ye gitmemeliyiz, kendimizi müstağni görmemeliyiz. Somali, İbn
Battuta seyahatnamesinde, Somali’deki yaşayan insanların, çok kilolu ve şişko olarak
çizer. O kadar iri yarıdır ki der bir oturuşta kuzu yer diye Somali’yi anlatıyor. Şimdi o
Somali’ye bakın bir de bugünkü çizilen Somali’ye. Hakikaten Hasan Bey’in de söylediği
gibi, çarpıtmalar vs. oluyor. Bir de sömürgeciliğin getirmiş olduğu acı bir tablo da var.
H.Ö.: Bir de şu var; Avrupa’da çok satan Afrika kitaplarına baktığınızda Bob
Geldof’un, Bono’nun kitabıdır. Bunlar özenle hazırlanmış gibidir. Çalışan mühendis bir
Afrikalının resmi yoktur orada; aç, fakir bir Afrikalının resmi vardır. Hep yakın plandan
çekilmiş, yüzündeki ter bezleri gözükür. Ama uzaktan, profilden bir kendi profesyonel,
beyaz yakalı bir çalışanını çektikleri gibi çekmiyorlar resimleri. Bu biraz da Batı geleneğinde olan, “orada kurtarılmayı bekleyen, yardıma muhtaç insan var, biz, ki üstünleriz,
bunların ruhlarını kurtarmalıyız, cennete girmelerine vesile olmalıyız” görüşünden kaynaklanıyor.
A.E.: Ve hatta siyaseten, askeri olarak himayemiz altına almalıyız…
H.Ö.: Mutlaka. Tabi, bu da kullanışlı bir malzeme. Türkiye’de Afrika az çalışılıyor
20
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
ama çalışıldığı zaman da bu problem olarak çıkıyor. Çünkü biz Nijerya’ya, İstanbul’dan
Lagos’a ve Abuca’ya bakmıyoruz. Biz önce Londra’ya bakıyoruz, ondan sonra Abuca’ya
bakıyoruz. Medya organlarında çalışan arkadaşlarım var… Yabancı dili olduğu için ilk
önce onu dış haberler servisinde masaya oturturlar, ajanslara düşen haberleri çevirttiriyorlar mesela. Ve O da olduğu gibi çeviriyor. Hiçbir şekilde sorgulamıyor. O yüzden geçen
seneydi, yanılmıyorsam, bir Afrika-Türkiye Medya Forumu düzenlemişti Türkiye, oradan mesela gazeteciler gelmişti, haberciler. Bu Türkiye için, umarım devamı gelir bunun,
irtibatlar sürer, çünkü öbür türlü biz İstanbul’dan baktığımızda Nijerya’yı görmeliyiz.
Yoksa her şeye BBC gözüyle bakarsak kabile savaşları yapıyorlar, bunlar ilkel insanlar
deriz. Az önce dedim ya bir savaş varsa onun mutlaka makul bir gerekçesi vardır. Hiçbir
insan durduk yere birbiriyle savaşmaz.
A.E.: Serhat Bey, Afrika açlığından bahsetmişken, orada bir de sivil toplum kuruluşlarının oynadığı bir rol var. Oraya giden yardımlar, Batılı beyaz adamın götürdüğü
yardıma benzer mi görülür, yoksa artık değişti mi bu algı? Mesela İHH Afrika’nın
birçok ülkesinde faal şu anda… Afrika’daki sivil toplum kuruluşlarının genel olarak
rolü nedir ve orada açlığın giderilmesinde, bunlara kalıcı çözümlerin üretilmesinde bu
sivil toplum kuruluşlarının bir faydası, katkısı olabilecek mi?
21
> 2012 EKİM
Serhat Orakçı: Sivil toplum kuruluşları Afrika’da önemli bir konu başlığı. Gerçekten binlerce, belki on binlerce sivil toplum kuruluşu Afrika içerisinde faaliyet gösteriyor.
Bunların bir kısmı Türk ve Müslüman ülkelerden, bir kısmı da Batı’dan ve diğer Avrupa
ülkelerinden. Ve baktığınız zaman Afrika entelektüelleri ciddi manada sivil toplum kuruluşlarını ve yardım mantığını sorgular hale geldiler. Yani bugün yapılan yayınlara, çıkan
kitaplara baktığınızda ciddi manada entelektüeller tarafından sorgulanıyor. Yani yardım
gerçekten Afrika’ya bir fayda getiriyor mu ya da yardım adı altında başka şeyler mi yapılıyor acaba diye bir soru soruluyor. Şimdi burada haklı gerekçeler de var. Çünkü mesela
bağımsızlık sonrası döneme, 1960 sonrası döneme baktığınızda trilyonlarca dolar maddi kaynak Afrika’ya aktarılmış, devletler üzerinden, batılı ülkeler üzerinden ve batının
kurmuş olduğu diğer organizasyonlar üzerinden. Ama mevcut duruma baktığınızda da
çok ciddi bir iyileşme sağlanamamış bu yardıma rağmen. Şimdi tabii haliyle bu resim
insanlara bu soruyu sordurur. Yani yardım neden yaramıyor yani neden derdimize deva
olmuyor? Bunun haricinde yani yatırımı ön plana çıkarmak alternatif olarak ilk akla gelen
şey. Yani biz yardım değil de daha çok yatırım istiyoruz. Bugün baktığımızda birçok Afrikalı ekonomist yardım istemiyoruz yatırım istiyoruz diyor. Bu da diğer bir bakış açısı.
Ben yaklaşık beş yıldır İHH İnsani Yardım Vakfı ile insani yardım alanında çalışıyorum
ve aşağı yukarı on yıldır da Afrika’nın içerisinde çeşitli ülkelerle görevler yapıyorum.
Buralara devletin ulaşması gerçekten zor. Çünkü devlet yapıları Afrika’da gerçekten çok
zayıf. Mesela bir örnek vereyim; başkentteki merkezi yapının çok uçta bir köydeki bir
sorunu giderme şansı çok düşük. Genelde sorundan haberdar bile değil ama özellikle çok
mobilize olan yardım kuruluşlarında çalışanların bu tarz sorunları fark etme ve bunlara
karşı çözüm üretme yeteneği var. Mesela bunu biz çok sık sık yaşıyoruz, bir bölgeye
gidiyoruz. Devletin belki hiç artık yani unuttuğu bir bölge… Orada insanlarla konuşuyorsunuz, oturuyorsunuz oranın sorunlarını algılayabiliyorsunuz ve bu insanlara
yaptığınız projelerle bu sorunlara çözüm noktasında yardımcı olabiliyorsunuz. Şimdi
zayıf bir devletin bunu yapma şansı yok. Orada sivil toplum bir boşluğu dolduruyor evet.
Bu konuda sivil topluma gerçekten ihtiyaç var. Türk sivil toplum kuruluşları da son beş
yıldır Afrika’da çok ciddi bir açılım gerçekleştiriyorlar. Türkiye’nin işte Afrika açılım
politikası ekseninde Afrika ülkelerine geliyorlar belki daha önce hiç bilinmeyen ülkelere
şu anda büyük merkezler açıyorlar.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E.: Peki, gerek STK’lar tarafından gerek devletler bazında, ileriye dönük bir açlık politikası var mı?
S.O.: Evet, gelmek istediğim ikinci nokta bu. Böyle bir politika olmak zorunda. Çünkü yardım kuruluşları da Birleşmiş Milletler de kaynaklarını bu tarz felaketler üzerinden
sağlıyorlar, temin ediyorlar. Ve bu tarz şeyler ön plana çıktığında fon buluyorlar ve işte bu
bölgelerde çalışmalar yapıyorlar. Mesela bir fotoğrafçı bir bölgeye gittiğinde binlerce fotoğraf çekiyor orada, ama içlerinden en dramatik olanını alıp derginin kapağına koyuyor
ya da haberin üzerine yerleştiriyor ki etkisi çok daha fazla olsun diye. Yardım çalışmaları
da biraz bu eksende yürüyor. Yani insanlar ölen birilerini görmeden gidip yardım etmiyorlar. Maalesef böyle. Yardım kuruluşları ve özellikle siyaset ve politika olarak bilinçli
bir şekilde bu şekilde yapıyorlar demek istemiyorum ama özellikle batılı kuruluşların çalışma mantığı bu çerçevede işliyor. Mesela çoğu zaman şunu diyoruz, ya işte açlık geliyor
bunu görüyoruz ama neden önlem alamıyoruz. Çünkü buna önlem alınmamasının bir sebebi şu, mesela BM bu konuda çok eleştirilir; felaket olacağını bile bile neden müdahale
edilmedi. Şimdi bütün bu kurumlar bir fon, yani merkezi bir fon kullanarak çalışıyorlar
ve bu fon maalesef bir yerde bir felaket patlamadan gelmiyor. Yani mesela görüyorum bir
yerde bir sorun var, Mali’de mesela ciddi bir sorun var, orada insanlar ölecek ama insanlar ölmeden gerçek manada yardım ulaşmıyor. Böyle bir açmaz var.
A.E.: Neden öncesinde gitmiyor yardımlar?
S.O.: Çünkü fon gelmiyor, yani insanlar ancak ellerini cebine, felaketi gördüklerinde…
A.E.: Birleşmiş Milletler’in cidden bizim fonlarımıza ihtiyacı var mı?
22
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
S.O.: BM de sonuçta devletlerin desteğiyle çalışan bir merkez. Mesela işte Somali’de
geçen sene gördük açlık felaketi başladı ki bunu biz, sivil toplum kuruluşları çok çok
öncesinden görebiliyoruz. Çünkü bölgeden size hasatla ilgili, yağmurla ilgili, insanların
zor yaşam şartları ile ilgili devamlı bilgiler geliyor ve siz görüyorsunuz bir şeyler geliyor,
bir şeyler olacak ama devletlerin harekete geçmesi için mesela Türkiye’nin de harekete
geçmesi için yani televizyonda çok dramatik çocuk sahnelerinin yer alması gerekiyor.
Ondan sonra ancak devlet başkanları ziyaret ediyorlar, devletler vaatlerde bulunuyorlar
ya da hibelerde bulunuyorlar.
H.Ö.: Ben mesela gıda ve tarım örgütünün Doğu Afrika ofisinde çalışmıştım. Biliyorsunuz Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu biraz sitem
etti genel kurul konuşmasında. Yani gerçekten benim Sömürgecilik dediğimiz şey sırf bir
şahsi görüşüm, dünyanın en işe yaramaz örgütleri lis- kaynağı alıp götürmek değil. Tatesi oluşturulsa BM, herhalde o listede en üste gelecek
biri caizse oranın işletim sistemini
kurumlardan bir tanesi maalesef. Yani aşırı bir bürokrasi
var. Bu konuda akademik kitaplar da yazıldı. Yani Ser- yeniden kurmak… Bambaşka bir
hat Bey’in dediği gibi öyle bir sektör oluşmuş. Özel bir
işletim sistemi kuruyorsunuz bir
şirket gibi çalışıyor. Bunların kariyer planlaması yapılıyor. Özel master programları var. NGO’larda çalışmak bilgisayara. Ali Mazrui’nin çok sık
için bu master programını alıyorsunuz. Daha sonra sizin vurguladığı gibi, sömürgecilik biriş bulmanız lazım. Serhat Bey’in dediği gibi bir felaket
olacak. Bir ihtiyaç doğacak, siz de bir özel şirket gibi, likte yaşaması gereken toplumları
ben bu ihtiyacı giderebilirim, diye başvuracaksınız ve bölmüştür. Ayrı yaşaması gereken
fon getireceksiniz. Ve bu sizin kariyeriniz. Siz orada bir
toplumları da bir arada yaşamaya
şeyler yaptığınız sürece bir işiniz. Yoksa işsizsiniz. Ve
dolayısıyla bu insanlar uzun vadeli düşünemiyorlar. Me- zorlamıştır.
sela işte sizin dediğiniz gibi yağmurdan az çok oradaki
insanların haberi oluyor. Biliyorlar ki önümüzdeki sene biz bu sorunu yaşayacağız. Ama
yardım kuruluşu bunu düşünemiyor. Çünkü yardım kuruluşuna para verenler altı aylığına
veriyor ve altı ay sonra somut bir şeyler görmek istiyorlar orada. Bir senelik planlama
yapamıyorlar mesela. Zaten BM’nin bütçesinin çoğu ama çoğu maaşlara, ulaşım masraflarına gidiyor. Yılda 3-4 defa genel merkezden uzmanlar gönderiyorlar. Uçak biletleri, 5
yıldızlı otelde kalmaları, paraları buralara gidiyor Birleşmiş Milletler’in maalesef.
23
> 2012 EKİM
S.O. : Bugün yatırım isteği var Afrika’da, bakıyorsunuz ekonomileri hakikaten hızlı
gelişiyor. Avrupa merkezlerinde çok ciddi ekonomik krizler yaşanmasına rağmen ortalama %5-6’nın üzerinde, kıta genelinde bir büyüme var. Ve önümüzdeki 5 yıl içerisinde
bunun devam edeceği öngörülüyor. Evet, şimdi böyle bir talep var ama sivil toplumun
da doldurduğu boşluklar var. Bunu da göz ardı etmemek lazım. Hem sivil toplum kuruluşlarının hem de yatırım kanallarının ciddi manada aktif olarak kullanılması ve sisteme
kazandırılması lazım. Eğitim, sağlık sorunlarıyla, yoksullukla vs. ile ancak bu şekilde
mücadele edebilirsiniz. 1 milyar nüfusu olan bir kıtanın neredeyse 400 milyon insanı 1
doların altında günlük gelirle yaşamak zorunda. Yani ciddi bir yoksulluk da var. Şimdi
bunu da göz ardı edemiyorsunuz. O yüzden sivil toplum kuruluşlarına da ciddi manada
ihtiyaç var. Şimdi burada şöyle de farklı bir mekanizma var onu da ben söylemek istiyorum. Türk sivil toplum kuruluşlarının, özellikle de mesela bizim İHH olarak yapmış olduğumuz bir uygulama var. Biz yerel sivil toplum kuruluşlarını güçlendirme çalışmaları
yapıyoruz. Çünkü biz bu işin mantığına baktığımızda buradaki meselelerin bizim uzaktan
müdahalelerimizle çözülemeyeceğini görebiliyoruz. O yüzden sivil toplum kavramının
bu ülkelerde güçlendirilmesi lazım. O yüzden kapasite geliştirme çalışmaları yapıyoruz.
Mesela çok küçük bir sivil toplum kuruluşunu alarak o ülkede projeler gerçekleştirerek,
hem işleyişi öğreterek, hem de iş yapmayı öğreterek sonuçta onun kapasitesini geliştiriyorsunuz ve daha hazır hale getiriyorsunuz. Sonuçta orada yarın bir gün başka bir felaket
yaşandığında, açlık, sel yahut da buna benzer başka felaketler olduğunda hazır olmalarını
sağlayacak mekanizmayı harekete geçirmeye çalışıyoruz. Yani Türk sivil toplum kuruluşlarını belki bu noktada biraz ayrı tutabiliriz.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E.: Ufuk Bey, biraz önce bölgesel işbirliği kurumlaşmalarından bahsettiniz. Anlattıklarınızdan anladığıma göre sömürgecilik sonrasında Afrika’daki ülkelerin kendi
aralarında ekonomik dayanışma gerçekleştirebileceği kurumlar bunlar. Özellikle ekonomik olarak kalkınmada bu kurumlara ümit bağlandığını söyleyebilir miyiz?
U.T. : Tabi, kesinlikle. Zaten şöyle bir konu da var. Malum Afrika Birliği’ne mensup
olan 54 bağımsız ülke var. Ve Afrika Birliği’nin 54 ülkenin sorunuyla aynı anda meşgul olabilmesi, bu sorunlara çözüm geliştirebilmesi mümkün değil. Özellikle biraz önce
bahsi geçen birkaç ülke var. Mali’de bir anda askeri darbe olduğunda Afrika Birliği’nin
gidip oraya bir anda müdahil olması mümkün değil. Bunu mesela ondan daha iyi yapabilecek olan, o bölgeyi daha iyi tanıyan, şartlarını daha iyi bilen bir ECOWAS, Batı Afrika
Devletleri Ekonomik topluluğu vardır, çok ciddi bir çatışma-çözüm mekanizması da var.
Afrika’nın bugün ekonomisini çeşitlendirmesi gerekiyor. Birçok ülkenin, özellikle kaynak zengini olan ülkelerin sırtlarını buradan gelen gelire dayadıklarını görüyoruz. Bu çok
sıkıntılı bir durum. Buradan gelen gelirler çarçur ediliyor, tabiri caizse. Yatırıma dönüştürülemiyor. Ekonomi genişletilemiyor. Ve dolayısıyla ortaya çok ciddi sıkıntılar çıkıyor.
Buralarda Afrika’daki bölgesel ekonomik toplulukların inisiyatif alabilmeleri çok büyük
24
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
önem arz ediyor. Afrika’nın maalesef bugün en önemli sorunlarının başında gelen konu,
altyapı yatırımları. Altyapı yatırımlarına maalesef çok fazla önem verilmiyor. Afrika’ya
bugün her ne kadar yatırımlar artıyor desek de aslında kapasitesiyle uyumlu değil bu.
Afrika’ya çok daha fazla yatırım yapılmalı. Ancak bundan önce oraya yatırımların gidebilmesi için Afrika’da güçlü bir altyapı tesis edilmesi gerekiyor. Bugün için sahra altı
Afrika ülkelerine yalnız altyapının geliştirilebilmesi için 480 milyar dolarlık bir yatırıma
ihtiyaç duyulduğu söyleniyor. Bunlar çok ciddi rakamlar olabilir tabi ki ancak şuna da
bakmak da fayda var. Güvenlik açısından mesela Batı Afrika’dan her yıl Avrupa ülkelerine inanılmaz bir uyuşturucu kaçakçılığı söz konusu. Ve bunun çok ciddi bir ekonomik
gelir ortaya çıkardığını görüyoruz. Yani bunlar önlenebilse dahi Afrika’ya bu altyapı yatırımları gidebilir. Afrika’nın altyapısı geliştirilebilir. Zaten bölgesel ekonomik toplulukların da son dönemde yapmaya çalıştığı şeyler bunlar, yani altyapının güçlendirilmesi ve
oraya daha fazla yatırım çekilebilmesi. Tabi ki bu anlamda Afrika aslında az önce Serhat
Bey’in değinmiş olduğu bir konu %5-%6 ortalama büyüyen bir kıta. Ancak neden yoksulluk azaltılamıyor? Burada temel sıkıntılardan bir tanesi de, nüfus planlaması maalesef
yok Afrika’da. Nüfus çok hızlı bir şekilde artıyor. Bugün rakamlara baktığımızda aslında
AİDS, sıtma, verem gibi hastalıklar nedeniyle hayatını kaybeden insan sayısı geliştirilen
çözümlerle birlikte aslında ciddi anlamda azaltılıyor. Ancak maalesef bunların hala olması gerektiğinin çok çok üzerinde olduğunu görüyoruz.
A.E.: Peki, doğal kaynakları nüfusa yetmeyecek şekilde mi? Afrika’nın doğal kaynakları bu kadar kıt mı, yoksa bu doğal kaynakların kullanımında mı sorun var?
25
> 2012 EKİM
U.T.: Doğal kaynakların kullanımında sorun var maalesef. Zaten doğal kaynakların
bulunduğu yerlere baktığımızda, örneğin bir Nijerya’yı örnek göstermek gerekirse, petrol kaynaklarının sadece belirli kesimlerde toplandığını görüyoruz. Aynı şekilde bugün
bunun kavgasını veren Güney Sudan ve Sudan arasındaki duruma da baktığımızda yine
petrol kaynaklarının %75’i güneyde, sadece %25’i Sudan tarafında kalıyor. Diğer ülkeler
için de bunları söylemek mümkün. Ve buradan elde edilen gelirler ne yazık ki yatırıma
dönüştürülemiyor. Mesela bunu yapan, başarıyla uygulayan ülkeler var, yok değil. Bunların başında Gana geliyor. Bir Batı Afrika ülkesi, Gana. Yakın zamanda petrol kaynakları
keşfedildi ve Gana ekonomisini hızla çeşitlendiren ülkelerin başında geliyor. Buradan
gelen, elde edilen geliri, tarım sektörüne, sanayi sektörüne yatırımlar yaparak, inşaat sektörüne, altyapı sektörüne yatırımlara dönüştürerek daha fazla yatırım elde edebiliyorlar.
İşte bunun için Afrika ülkelerinin tecrübelerini birbirleriyle daha fazla paylaşabilmeleri
gerekiyor. Ha tabi burada engelleyici bir takım faktörler var. O da nedir? Sömürgecilikten
kaynaklanan bir takım sorunlar, ülkelerin kendi içerisinde yaşamış oldukları sorunlar…
Örneğin bugün Orta Afrika’ya baktığımızda Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin doğusunda çok ciddi sıkıntıların yaşandığını görüyoruz. 1990’lı yıllarda Ruanda’daki katliamın aslında sona ermediğini, ne yazık ki Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ne taşındığını
görüyoruz. Orada hala Tutsilerle Hutular arasında çok ciddi bir mücadele var. Maalesef
bunlar çok fazla gündeme gelmiyor. Komşu ülkelere de bu tür sıkıntılar sıçrıyor. Son
dönemde terör örgütlerinin sayısının hızla arttığını görüyoruz. El Kaide ile ilişkilendirilen bir takım terör örgütleri var. Bunların komşu ülkeleri tehdit ettiklerini görüyoruz.
Kenya daha dün Somali’yi işgal etti. Oraya askerlerini soktu. Sıkça askeri operasyonlar
gerçekleştirebiliyorlar. Burada bölgesel ekonomik toplulukların biraz daha fazla inisiyatif
alabilmeleri, askeri müdahaleleri önleyebilmeleri gerekiyor.
Mesela bir fotoğrafçı bir
bölgeye gittiğinde binlerce fotoğraf çekiyor orada,
A.E.: Bu bölgesel toplulukların doğal kaynakların
Afrika için kullanımında bir rolü olabilir mi sizce?
Yoksa yabancı güçler bu örgütlenmeler üzerinden nüfuz edebilir mi?
U.T. : Yabancı güçlerin tabi ki etkileri oluyor yani
olmaması mümkün değil. Yani bugün orada bir Çin
olanını alıp derginin kapa- Halk Cumhuriyeti’nin etkinliğini tartışamayız. Çin orada ne yapıyor, tabi ki ihtiyaç duyduğu enerji kaynakları
ğına koyuyor ya da haberin için orada. Ancak benim özellikle vurgulamak istediğim
üzerine yerleştiriyor ki etkisi nokta şu, eğer Afrika ülkeleri bu bölgesel ekonomik
topluluklar vasıtasıyla kendi aralarında bir birliktelik
çok daha fazla olsun diye.
oluşturabilirlerse müzakere güçleri daha fazla olacaktır.
Yardım çalışmaları da biraz Pazarlık güçleri artacaktır. Çin’le, Hindistan’la veya bir
bu eksende yürüyor. Yani in- Avrupa ülkesi ile masaya oturduklarında çok daha farklı
kazanımlar elde edebilirler bundan. Dolayısıyla Afrika
sanlar ölen birilerini görme- ülkelerinin bunu göz ardı etmemeleri gerekiyor. Zaten
den gidip yardım etmiyorlar. nitekim Afrika Birliği’nin kuruluş amacı, Gana’nın eski
devlet başkanı Kwame Nkrumah’ın hayaliydi, Afrika
birleşmelidir. Yani bu aslında yeni görülen bir şey değil, taa o dönemde 60’lı yıllarda görülen bir şeydi. Afrika ülkeleri kendi aralarında bir
birliktelik oluşturamadıkları müddetçe bu sıkıntıların yaşanması devam edecektir, bunlar
kaçınılmaz olacaktır ne yazık ki.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
ama içlerinden en dramatik
A.E.: Türkiye ve Çin’in Afrika üzerindeki politikasını karşılaştırdığınızda Afrika
kaynaklarının kendi halkları için kullanımı bağlamında ne diyebilirsiniz? Türkiye ve
Çin bunu destekliyorlar mı veya bu politika bağlamında nüans var mı aralarında?
26
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
27
> 2012 EKİM
U.T.: Birtakım nüanslar var tabi ki. Ben özellikle kendi açımızdan, Türkiye Cumhuriyeti açısından değerlendirdiğimde bu bölgesel ekonomik topluluklar üzerinden çok fazla
bağlantı kuramadığımızı düşünüyorum Afrika ülkeleriyle. Maalesef bunları tanımıyoruz.
ECOWAS olsun, COMESA olsun, Türkiye Cumhuriyeti ile çok yakın işbirliği yapmak
isteyen ülkeler bunlar. Ancak ne yazık ki bunlarla şu anda tam olarak ilişkilerimizi geliştirdiğimizi söylemek mümkün değil. Çin bu ülkeleri gayet iyi tanıyor. ECOWAS’la
çok yakın ilişkileri var, kalkınma yardımları yapıyorlar. Almanya’nın yine ECOWAS’la
çok yakın ilişkiler içerisinde olduklarını görüyoruz. Batılı ülkelerin daha çok COMESA
üzerinden Doğu Afrika’ya yatırımlar, yardımlar yaptıklarını ve bu bölgesel topluluklarla daha yakın ilişkiler geliştirdiklerini görüyoruz. Çin Halk Cumhuriyeti tabi ki orada
çok farklı yatırımları bulunan bu yatırımları çok çeşitlendirmiş olan ülkelerin başında
geliyor. Çin Halk Cumhuriyeti orada aslında önlenemez bir yükseliş içerisinde. Bu maalesef bir takım dezavantajlar da getiriyor Afrika’ya. Bu nedir? Batılı ülkelerin tabi ki
bu tepkisini çeken bir durum. Özellikle ihalelerde bir takım yolsuzluklar yapıldığı, Çin
Halk Cumhuriyeti’ne çok rahat ihaleler verildiği ifade ediliyor. Bu noktada tabi ki bir
takım sıkıntılar doğuyor. Çin Halk Cumhuriyeti’nin de tabi ki kendine göre bir takım
hesapları var orada. Mesela İngiltere’nin, eski dışişleri bakanlarından, yanlış hatırlamıyorsam, James Brown’ın gündeme getirdiği bir husus var: “Britanya’nın 150 yıl önce
yapmış olduğunu bugün Çin Halk Cumhuriyeti yapıyor” diyor. Ya da geçtiğimiz yıl dışişleri bakanı Hillary Clinton’ın Tanzanya ziyareti sırasında kullanmış olduğu bir ifade
var: “Yeni sömürgecilik”... Tabi ki Çin’in adını zikretmiyor ama nereye mesajı gönderdiğini anlamak mümkün. Bunu zamanında kendileri de yaptılar, hala daha yapmaya devam
ediyorlar. Çin’in de tabi ki orada kendine göre hesapları var. Burada önemli olan Afrika
ülkelerinin ne yapabilecekleri, kendilerini burada daha iyi sorgulayabilmeleri, dışarıya
karşı daha dik durabilmeleri. Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika ile ilişkilerine baktığımızda
bizim ithalat ve ihracat rakamlarımız aslında birbirine çok yakın. Yani karşılıklı kazanımlara dayalı ilişkilerden bahsetmek mümkün. Geçtiğimiz yıl, 2011’in rakamlarıyla 19
milyar dolarlık bir ticaret hacmimiz var, bunun 10 milyar dolarını ihracatımız, 9 milyar
dolarını da ithalatımız oluşturuyor. Yani çok dengeli bir ticaretimiz söz konusu. Bu yıl bu
rakamın, 2012 sonunda, 25 milyar dolara yükselmesi bekleniyor. Ancak mesela Çin Halk
Cumhuriyeti bu yıl Afrika’yla dış ticaret hacminin 185 milyar dolar olmasını beklediğini
açıkladı. Yani arada çok ciddi bir farktan söz etmek de mümkün. Şu anda tabi ki Türkiye Cumhuriyeti’nin orada Çin Halk Cumhuriyeti’yle, Hindistan’la, Brezilya’yla rekabet
edebilmesi kolay değil. Ancak karşılıklı kazanımlara dayalı ilişkiler geliştirdiğimiz müddetçe Afrika’yla ben uzun vadede çok olumlu gelişmelerin olacağını düşünüyorum. Şu
anda zaten Afrika ülkelerinin Türkiye’ye bakış açıları pozitif. Özellikle bu önümüzdeki
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
yıl, 2013 yılında yapılacak olan 2. Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi, bu açıdan çok ciddi
bir fırsat, çok büyük önem arz ediyor. İş dünyamızın artık biraz daha açılmaya başladığını
görüyoruz. Özellikle Kuzey Afrika’daki dönüşüm sürecinden sonra buradaki yatırımların
sahra altı Afrika’ya kaydırılabilmesi, bunun artırılabilmesi önemli bir başarı. Yani bugün
mesela sadece Afrika ile adı anılan birkaç iş dünyasının temsilcisi var. TUSKON bunların
arasında, Dış Ekonomik İlişkiler Kurumu DEİK’den bahsediliyor. Yakın dönemde TÜSİAD Afrika’ya ilk adımını attı, Arçelik firmasının Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki beyaz
eşya firması Defy’yi satın alarak bu pazara girmesi ve burada yapacağı üretimi bütün
Afrika’ya pazarlayacak olmasından dolayı önümüzdeki dönemde kendilerinin Kenya’ya
bir heyet halinde gerçekleştirmek istedikleri bir gezi, seyahat planlanıyor. Bunlar da buraya girebildikleri takdirde, bakıp etraflarını biraz daha inceledikleri takdirde Afrika’dan
çok önemli kazançlar elde edilebileceği, Afrika’nın istihdamına katkı sağlanabileceği
açık. Tabi ki orada istihdam yaratmanız insanların, yoksul halkın da gelirinin artması
anlamına gelecektir. Ancak altını çizmekte yarar görüyorum; Afrika’nın nüfus planlamasını çok iyi yapabilmesi gerekiyor. Bunu yaptığı takdirde Afrika’daki yoksulluğun azaltılabilmesi mümkün olacaktır. Çünkü bir önyargı var. Afrika’da her şey çok kötü, sağlık
koşulları çok geri değil. Aslında Afrika’ya sağlık yardımları gidiyor. Gerekli yatırımlar
yapılıyor. Sadece bu yardımların koordinasyonunda bir takım sıkıntılar yaşanıyor. Hızlı
ve önlenemeyen nüfus artışı da çok ciddi bir sorun. Mesela bir istatistik vermek gerekirse,
önlenebilir hastalıklardan dolayı sadece sahra altı Afrika ülkelerinde her yıl 8,5 milyon
çocuğun hayatını kaybettiğini görüyoruz. Bu çok acı bir gerçek maalesef. Aslında bunlar
önlenebilir. Bunlar için bir takım önlemler alınabilir. Tabi ki burada ülkeler arasındaki
koordinasyonun arttırılabilmesi çok önemli. Bölgesel ekonomik topluluklara da tabi ki bu
anlamda büyük yükümlülükler düşüyor. Yani her şeyi Afrika Birliği’nden beklemek bence yanlış olacaktır. Çünkü Afrika Birliği’nin tümüyle bütün Afrika’ya nüfuz edebilmesi
gerçekten çok zor. İmkansız diyebiliriz.
A.E.: Aslında sormak istediğim daha çok şey var ama müzakereci arkadaşlara, konuklarımıza da fırsat vermek istiyorum. Hem Mustafa Bey’in görüşlerini almak hem
de eğer varsa soru yönlendirmesi iyi olur. Buyurun Mustafa Bey.
Mustafa Yayla: Öncelikle teşekkür ederim. Arkadaşlar gerçekten güzel çalışmalarını
güzel düşüncelerini özetlediler. Şimdi Afrika’ya Osmanlı’dan, tarihten başladık ve günümüze geldik. Çok geniş bir yelpaze. Tabi koskoca bir kıtayı bu kadar süre içerisinde
değerlendirmek oldukça zor. Ama ülke çalışmaları yaparsak geleceğe yönelik olarak bu
konuda Afrika’ya yaklaşımımız daha faydalı olur. Ben Batı’daki köklü Afrika araştırma
merkezlerinin kendilerini bizzat ziyaret ettim, ikili ilişkiler kurmaya çalıştım. Ama bu
28
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
merkezler 50-60 yıllık köklü merkezler, master ve doktora öğrencileri çalıştırıyor bünyesinde. Mesela 1960’ta Bratislava’da, bugünkü Slovakya da mı kalıyor?
H.Ö.: Çek Cumhuriyeti’nde.
M.Y.: Çek Cumhuriyeti’nde. Afrika çalışmaları alanında üniversite diploması veren
bir fakülte var. Türkiye bu konuda Afrika’ya, özellikle araştırma alanında maalesef çok
geç kalmış. Biz bu araştırma merkezlerine üye olmak istediğimizde, şartları ağırdı. Yani
parasal şartlar o kadar önemli değil ama en az 10-12 tane master öğrenciniz olması gerekiyor. Yani üniversite araştırma boyutunda TUSKON, DEİK, TÜSİAD, MÜSİAD gibi
diğer ticari kuruluşlar olmasa, onun dışında köklü bir araştırma, çalışmalarımız yok. Ama
Türkiye’nin açılımı kapsamında özellikle yurtdışı Türklerinin Afrika ülkelerine burs verdiklerini biliyoruz. Bu sene bayağı burs veriyorlar. Özellikle burslar yeterli. O münasebetle Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, Kamerun’da
bulundum. Bu arada Ramazan ayında kısmi olarak Güney Afrika’daydım. Mesela
Türkiye’nin şu anda yaptığı, bu öğrencilere burs veriyor. Mesela Tanzanya’ya 5 kişilik
bir burs araştırma görevlimiz ya da YÖK kapsamındaki öğretim üyesi yetiştirme çabalarındaki programda özellikle Afrika’da pilot bölgelere öğrenci göndermemiz ve araştırmalarımızı devam ettirmemiz gerekiyor. Bu kısa girişten sonra özellikle Türkiye’nin
tarihsel bağlamında daha sonra değinebiliriz. Mesela bu Afrika’ya yardım faydalı oluyor
mu, olmuyor mu? Edinburgh’ta 60 yıllık bir Afrika Araştırmaları Merkezi’nde 20 küsür
master, doktora öğrencisinin bulunduğu bir derse katılmıştım. O derste Afrika’ya yardımlar faydalı mı, değil mi tartışması vardı. Afrika’dan doktora yapan öğrenciler çoğunlukta
olmasını savundu.
A.E.: Ne anlamda hedefine ulaşmıyor? Yani hak eden kişiye mi gitmiyor yoksa gidiyor da aslında hedef mi yanlış?
S.O.: Bazen de para silaha gidebiliyor. Mesela siz fakir insanlara gıda olarak gönderiyorsunuz ama yani bir dolandırıcılık mevzusundan dolayı para silahlı grupların eline
geçebiliyor.
A.E: Birleşmiş Milletlerin yaptığı yardımdan mı bahsediyorsunuz? Mesela sizin
İHH’nın yaptığı yardım…
S.O.: Yok. Mesela bunun bir örneği vardı. 1980’lerde Etiyopya’da ciddi bir kuraklık
olduğunda büyük bir konser düzenleniyor. Yüz milyon dolar gibi bir para toplanıyor o dönemde. Sonra farklı kanallardan o para silahlı grupların eline gidiyor. Yani bu da BBC’de
yıllar sonra haber olarak çıkabiliyor karşımıza.
29
> 2012 EKİM
M. Y.: Çok meşhur bir atasözü vardır; bir insanı doyurmak isterseniz ona balık alıp
vermek yerine, balık tutmayı öğretmeniz gerekiyor. İkinci anlamda, birinci anlamda sizin
dediğiniz; yardımlar siyasi kanallar vasıtası ile gidecek. O siyasi kanallar yardımın kaymak kısmını kendi aralarında dağıtabiliyorlar. Gerçek toplum kitlesine ulaşmıyor. Bunu
İHH olarak siz daha iyi biliyorsunuz, yani yardımın esas gitmesi gereken yere ulaşmasında sosyal ve siyasal sorunlar çıkıyor. Mesela Afrika’da bölge çok uzak, yolda tehlikeler
var. O yüzden mesela koskoca Kongo’nun bile iki bin kilometreyi geçmeyecek asfalt yolu
var. Hani Orta Afrika’da zaten şehrin ortasında normal bir kaç kilometre asfaltın dışında,
o anlamda bir yol yok. Yani karayolunu kullanma şansınız yok. Birçok yardım yapan arkadaşlar gerek Tika adına çalışan gerek İHH ve diğer yardım kuruluşları bu riskleri alıyor.
İşte bunların kendi ülkelerinde, bir de kendi ülkelerinde aldıkları riskler var.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E.: Diğer taraftan bir de yardım veya bilgi dışarıdan gelmek zorunda mı?
Afrika’nın bir konumu var; medeniyet kurucu bir kıtadan bahsediyoruz. Belki şu an
ona yardım edenlerden çok daha derin bir kültüre sahip yerel yapılardan bahsediyoruz... Niye biz öğretiyoruz. Bu insanları kendi haline bıraksak yollarını çizemeyecek
durumdalar mı?
M.Y.: Dediğiniz çok doğru da şu anda içlerinde bulundukları siyasal, sosyal yapıdan dolayı ihtiyacı olduğunu görüyorsunuz. Kırk elli yıl önceki Türkiye ile şimdiki
Türkiye aynı değil. Elli yıl önceki insanlar da aynı düşünüyordu; medeniyet kurmuş bir
Osmanlı’nın torunlarıydı ama şimdiki Türkiye’nin gelişimi daha farklı. Yani sosyal, siyasal, düşünsel anlamda bu insanların önleri kapandı. Önlerinin açılması lazım. Mesela kabileler arasında savaş. Doğal şeylerdir çünkü bizde de yaylaklar arasında sınır çatışmaları
Osmanlı tarihinde çokça meşhurdur. İkisi de Müslüman’dır, Sünni’dir. Çok iyi insanlardır
tek tek ele aldığınızda… Ama bunları uyandıracak fikri ve sosyal yapılanma gerekiyor.
Mesela Türk kuruluşlarından biri öğretmen yetiştiren okullar açıyor oralara. Tornacı veya
tamirci, elektrikçi vs. mesleki eğitim veren. Sahaya bakınca biz bu problemleri görüyoruz. Afrika’nın geçmişte uygarlıklar ülkesi olmasının bu konularla alakası yok. Şu an
var olan olaylar üzerinden hareket ediyoruz. Bir de Afrika üzerinde oynanan oyunlar
var. Türkiye’nin şu anda Afrika ile olan ticaretini küçümsüyoruz. Afrika ile bu ilişkilerimiz 96’dan sonra daha da gelişmeye başlamış, karar verilmiş ama en çok 2000’den
sonra siyasi iktidarın Türkiye’de düzenli olmasından kaynaklanan bir şekilde devam eden
gelişmeler var. Mesela baktığımızda 2000 yıllarında Çin’in Afrika ile ticaret hacmi on
dört buçuk milyar dolar, Türkiye’nin de bir buçuk milyar dolar ve on yıl sonra Türkiye
on beş milyar dolara hatta yirmi milyar dolara çıkıyor. Cumhurbaşkanı da Başbakan da
geçen seneki Afrika ziyaretlerinde bunu yirmi beş milyar dolara hatta otuza çıkarmayı
hedeflediklerini söylemişti. Çin’in şu andaki şeyi benim verilerime göre yüz kırk beştir.
30
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
Aradaki oran on kat. Çin’in nüfusuna bakıyorum, Türkiye’nin nüfusu yetmiş beş milyon.
Çin’in ne kadar? Bir milyarı geçiyor değil mi? On katından fazla. Çin’in gayri safi milli
hâsılasının üretim güçlerini toplamını yaptığınız zaman Türkiye’nin belki elli misli, beş
yüz misli. O yüzden şu anda Türkiye’nin Afrika’da yaptığı ticaret hacminin gerçekten
Çin’den ileri derecede olduğu ortaya çıkıyor.
A.E.: Evet, Osman Aliyul’dan dinleyelim Afrika’yı bir de. Osman Nijeryalı, Fatih
üniversitesinde sosyoloji okuyor. Halktaki yönelimleri belki anlatmak ister. Mesela dışarıdan yardım bekler mi halk? Dışarıdan yardımlara nasıl bakar?
O.A.: Afrika’nın Türkiye’ye bakışı… Ben Türkiye’de yaşıyorum bir takım şeyler görüyorum hakikaten. Sokaklarda olsun, okulda olsun, arkadaşlar arasında olsun. Yardım
beklentisi muhakkak, Afrika’da yardım beklentisi var. Neden? Bir kere Afrika dediğimiz zaman tek bir ülke olarak diye bir algılayış var.
Çin Halk Cumhuriyeti
Somalili Tanzanyalıyla veya Nijeryalıyla aynı sanki,
aynı kökten gelmiş gibi bir algılayış var. Dolayısıyla bir Afrika’da önlenemez bir
Afrikalı fakir, yardıma muhtaç olan vs. gibi bir takım
yükseliş içerisinde. Bu maalgılar çıkıyor ortaya. Yardıma ihtiyacımız var mı yok
mu? Ekonomik olarak bakarsak yeraltı kaynaklar var. alesef bir takım dezavantajNijerya’da özellikle petrol var. Afrika’nın en önde ge- lar da getiriyor Afrika’ya…
len petrol çıkaran ülkesi. Ama neden acaba bu petrol
iyi yollarla, iyi bir şekilde halka ulaşamıyor? Veya iyi Özellikle ihalelerde bir takım
bir şekilde niye değerlendirmiyoruz? Bence hakikaten yolsuzluklar yapıldığı, Çin
-sadece Nijerya değil- Afrika’nın sıkıntısı şu an genel
Halk Cumhuriyeti’ne çok
olarak; rüşvet. Devlet yatırım yapıyor. Yeraltı kaynaklarda baya yatırım var ama bu para çıkıyor, nereye gidi- rahat ihaleler verildiği ifade
yor? Nerelerde kullanılıyor? Devletteki üst kademeler,
ediliyor. … İngiltere’nin, eski
rüşvet yiyor diyebiliriz.
U.T.: Ama şöyle bir şey var: Kamerun’da 2002’ye
kadar petrol gelirleri diye bir kalem yoktu devlet bütçesinde. Doğrudan devlet başkanının cebine giderdi, hazinesine. Osmanlı da belki böyle yapıyordu ama Türkiye
geleneğinde, Göktürklerden beri gelen bir anlayış vardı;
sultan halkından sorumludur.
dışişleri bakanlarından, yanlış hatırlamıyorsam, James
Brown’ın gündeme getirdiği
bir husus var: “Britanya’nın
150 yıl önce yapmış olduğunu bugün Çin Halk Cumhuriyeti yapıyor” diyor.
31
> 2012 EKİM
H.U. : Çok ciddi bir hukuksuzluk problemi var.
Türkiye’de de böyle değil miydi yirmi, on beş, yirmi beş
yıl önce. Mesela İSKİ GATE vakasını hatırlıyorum…
O.A.: Dediğim gibi aşırı bir rüşvet var. Nijerya’da örnek bir başkanlık sistemimiz var,
senatoda milletvekilleri şeyi vardı, Amerika sistemi gibi. Amerika’yla karşılaştığımızda
bir senatör Amerika’nın senatöründen iki veya üç kat fazla maaş alıyor. Yani nereden
alıyor bu maaşı? Sorsak, nereden ve nasıl alıyor? Bilmiyoruz.
A.E.: Sistemleşmiş bir rüşvet yani?
S.O.: Yolsuzluk herhalde. Kastedilen şey yolsuzluk…
O.A.: İşte bu hakikaten rüşvet aşırı bir derecede, nereye kadar gideceğini bilmiyoruz
artık ve şu an ciddi bir şekilde Afrika dışarıdan yardım istiyor. Neden? Çünkü Allah bize
verdi ama bu kaynakları nasıl değerlendireceğimiz fikri yok. Düşünce yok yani. Tabii düşünce, ilim adamları, bilim adamları aramızda var... Diyelim teknoloji alanında veya bir
toplumun bilim adamı olarak nasıl çözüm üretebileceğimiz hakikaten var ama bunların
çoğu Afrika’da değil zaten.
A.E: Evet. Beyin göçü…
O.A.: Evet. Dışarıda, neden? Afrika’da bir takım sıkıntılardan dolayı ülkede rahat
yaşayamıyorlar, güvenmiyorlar. Çok azı Afrika’da bulunuyor. Dolayısıyla nasıl bunlar
balık tutacak? Kendi çözümlerini nasıl üretebilecekler? Yani sadece oraya para, kıyafet
vesaire götürmek çözüm değil. Şu an ki ve ilerideki karşılaşacağımız sorunlara bir takım
çözümleri nasıl üretebileceğimize dair bir yardım istiyoruz hakikaten. Eğitim mesela.
Afrika’nın aşırı bir derece eğitime ihtiyacı var.
A.E: Buradan bakınca Afrika nasıl görünüyor? Yani buranın medyasının gözüyle,
buranın insanının gözüyle baktığında doğru bir algı var mı sence?
O.A: Bence Türkiye’nin algıları aşırı yani.
H.U.: Arap diyorlardır mesela siyah bir insana Arap diyorlar genelde. Karşılaştın mı?
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
O.A: Karşılaştım baya sadece Arap değil. Arap deseler bile daha kalır. Daha çok ağır
kelimeler, ağır hakaretler… Yaklaşık beş sene kadar da yaşadığım bir ülke olduğu için
artık sıkılmıyorum yani.
A.E.: Çok karşılaşıyor musun böyle hakaret edene?
O.A: Karşılaşıyorum.
U.T.: Bir de ben şunu eklemek istiyorum, geçtiğimiz dönemde ben Kadir Has
Üniversitesi’nin bir projesini yürütmüştüm Afrikalı göçmenlerle. İstanbul’daki Afrikalı
göçmenlerdi tam olarak başlığı. Genel olarak bütün İstanbul’u kapsayan Feriköy bölgesi vardı, Şişli, Beyoğlu ve Fatih bölgesini kapsayan bir çalışmaydı. Özellikle orada
Birleşmiş Milletlerin uluslararası göç örgütü ile de görüşmeler yaptım. Onların da tec32
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
rübelerini aldım. Son dönemde mesela Somalililere karşı inanılmaz bir sempati var Türk
toplumunda ve hatta görüşmüş olduğum Afrikalı göçmenler bana şunu söylediler, bize
ülkemizi sorduklarında biz Nijeryalıysak, Sudanlıysak bunu gizliyoruz. Somalili olduğumuzu söylüyoruz ve bize yaklaşımları daha olumlu oluyor şeklinde bir takım ifadeler
kullanmışlardı.
A.E.: O halde biz Afrika ile medya üzerinden irtibat kuruyoruz. Yani medyada nasıl
yer alıyorsa…
U.T.: Medyaya düşen çok önemli bir rol var. Az önce Hasan arkadaşımızın bahsettiği gibi geçtiğimiz ilkbahar ayında yapılan medya zirvesinde Afrikalı temsilcilerle Türk
temsilcilerin Ankara’da bir araya gelmeleri gibi bunların arttırılabilmesi çok önemli. Bizim Afrikalılarla doğ- Ama neden acaba bu petrol
rudan iletişim kurabilmemiz çok önemli. Yani Batı’dan iyi yollarla, iyi bir şekilde halalmaktansa bu bilgileri doğrudan kendimiz birebir iletişim kurarak sağlayabilirsek daha sağlıklı bir mekaniz- ka ulaşamıyor? Veya iyi bir
ma işleyecektir. Afrikalıları biz daha doğru tanıyacağız, şekilde niye değerlendirmionlar bizi daha doğru tanıyacaklar.
M.Y.: Onun içinde Türkiye Cumhuriyetinin üniversiteler nezdinde öğretim üyesi yetiştirme programında
Afrika’ya Türk öğrenciler için de burs vermesi lazım.
U.T.: Kesinlikle.
A.E: Mezun olunca dönecek misin Osman?
yoruz? Bence hakikaten -sa-
dece Nijerya değil- Afrika’nın
sıkıntısı şu an genel olarak;
rüşvet.
O.A: İnşallah tabii. Ben kendi adıma sosyolog ve
aynı zamanda bir Afrika uzmanı olmak hedefiyle inşallah, okuyorum.
M.Y.: Türk insanı Afrika’yı çok iyi tanımıyor doğru ama Afrikalılar da kendi ülkelerini çok iyi tanımıyorlar. Yani bu eleştiriyi sık sık getiriyorum Afrikalılara. Bir kere kendi
toplumlarını çok iyi bilmiyorlar, kültürlerine biraz yabancılar. Afrika’nın diğer ülkelerine karşı çok ilgisizler. Mesela Nijeryalı ise Nijerya var kafasında ve komşu ülkelerle
ilişkiler, kıta genelinde ilişkiler çok fazla enterese etmiyor. Tabii bunda sosyo ekonomik
durumun düşük olması etkili. İnsanlara çok fazla gidip görme şansı vermiyor yani.
İ.T.: Ben soru sorarak o müzakere hakkımı gerçekleştirmek istiyorum. Önce Ufuk
Bey’e soracağım da; Ufuk Bey bu Afrika’da ölüm oranlarında bir azalma fakat doğum
oranlarında bir artmanın devam ettiğini, nüfusun fazlalaştığını söylediniz. Bu Afrika için
bir risk olabilir mi?
33
> 2012 EKİM
U.T.: Tabii ki. Bu çok ciddi bir risk.
İ.T.: Birinci sorum bu, ikinci sorum şu; güvenlik. Afrika’da bir güvenlik sorunu var.
Bu güvenlik sorunu uzun vadede nasıl çözülebilir? Yani temel nokta olarak ne olabilir.
Serhat Bey’e bir sorum olacak bu noktada.
İ.T.: Hasan Bey’e bir sorum var. Hasan Bey bildiğim kadarıyla siz iç savaş sonrası
Afrika’daki barış ortamına da çalışıyorsunuz. Şu anda bir örnek var Ruanda örneği. İç
savaşı yaşadı. Afrika’nın geleneğinde bir iç savaş var, politik olarak. Peki, iç savaş sonrası nasıl bir politik tecrübe var? Özellikle Sudan’da nasıl olacak bu? Kongo’da böyle bir
tehlike var. Bu nasıl sonuçlanacak, bu barış ortamı nasıl tesis edilecek?
H.Ö.: Henüz saha çalışması yapmadım ben bu konuda, tamamen teorik okumalarım
ve gözlemlerim üzerine konuşacağım. Az önce bahsettiğim şey, bizim Avrupa menşeli
devlet kavramını başka bir toplum üzerine giydirmeye çalışıyoruz. Ruanda’da olan neydi? Tutsiler savaşı kazandılar ve aynı sistemi onlar devam ettirdi. Yani sistem aynı sistem
ve problem üreten bir sistem. Dolayısıyla sistemin başında kimin olduğunun çok da bir
önemi olmuyor sistem değişmediği sürece. Benim önerdiğim şey şu aslında: Serhat Bey
de söylemişti mesela, yardımlar öyle bir yerlere gidiyor ki bazen… mesela İHH temsilcileri ile devletten hiç kimseyi görmemişler belki. Örnek vereyim, Tanzanya’nın kuzey
doğusundaki Tabora şehri … şehri ile daha alakalıdır. Belki bizim Suriye ile Antep’in
ilişkisi gibidir. Şimdi siz buraya oradaki birisinin bakmasına izin vermiyorsunuz. Oraya
bağlanamaz bunlar çünkü sınırların kutsallığı vardır. Bu savaş sebebidir. Bu defa devlet
de oraya erişemiyor. Ve bu zamanla sorun çıkartacaktır. Gelişmekte olan toplumlarda
adalet kurumu da henüz güdük kalmış. Türkiye de öyle mesela. Şu an Ruanda’da mesela
ben bir iki tane saha araştırması okudum.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E: Adalet derken Hukuk mu demek istiyorsunuz?
H.Ö.: Tabii. Mesela şöyle bir örnek vereyim, şu an mesela Tutsiler biliyorsunuz yönetimde Ruanda’da ve birçok Tutsi yargılanmıyor suçlarından dolayı. 94’te işlediği suçlardan dolayı. Tutsilerle Hutsiler arasındaki rekabetten dolayı mesela Tutsilerin çoğu yargılanmıyor. Örneğin Hutular geleneksel mahkemeleri kuruluyor. Geliyor orada toplumun
içinde, stadyum gibi bir yerde itiraf ediyor, ben pişmanım diyor.
A.E.: Biraz günah çıkarma gibi. BBC’de bir belgeselde görmüştüm; geleneksel
mahkemede, günah çıkarma gibi bir şeydi. Yani bir yaptırımı olan bir hukuk sistemi
gibi değildi.
H.Ö.: Evet, yaptırımı olmuyor ama buna rağmen hapse atılanlar var. İşte, bu tip şeyler
hep iç savaşı doğuruyor. Mesela siyasi sebeplerden dolayı çıkmışsa iç savaş tekrar tekrar
çıkabiliyor ortaya. Sudan’daki, Ruanda’daki, Kongo’daki gibi. Ama mesela ekonomikse
sebep, iç savaş bittiği zaman tekrar nüksetmesini kimse ummuyor. O yapıyı biz ne derece
34
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
değiştirebiliriz. O sorun üreten yapı aynı kaldığı sürece çok bir şey değişmeyecek; sadece
sistemin başındakiler değişecek.
U.T.: Nüfus planlamasının yapılması gerektiğinden bahsetmiştim. Yine sağlık alanında gelişimin kat edilebilmesi için malum eğitime ağırlık verilmesi gerekiyor. Bugün
Afrika’ya yapılan kalkınma yardımlarının yalnızca yüzde ikisinin eğitim sektörüne ayrılabildiğini görüyoruz. Bu maalesef çok kısıtlı bir bütçe, dolayısıyla burada bir sıkıntı
var. Aynı zamanda yine çok önemli bir noktanın altını çizmek de gerekir, anne ve çocuk sağlığı. Annelerin bilinçlenebilmeleri, eğitilebilmeleri bu nüfus üzerinde olumlu etki
yaratacaktır. Çünkü her yıl yüz binlerce anne hamilelikten kaynaklanan sıkıntılardan
dolayı yaşamını yitiriyor ve dolayısıyla ortaya çok acı manzaralar çıkıyor. Bu anlamda insanların bilincinin arttırılabilmesi önem taşıyor. Sağlık alanında Malawi örneğini
vermek istiyorum burada. En az gelişmiş ülkelerden birisidir Afrika’da. Son dönemde
Malawi’nin bir takım dış borçlarının iptal edildiğini görüyoruz ve bu iptal edilen borçlar
sayesinde buradaki meblağın sağlık sektörüne yatırıldığını ve bu yıl çocuk ölümlerinin
yüzde elli azaltılabildiğini görüyoruz. Yani burada iptal edilen borçlarda kastım milyon
dolarlar değil, çok cüzi miktarlar ve bunlarla çok ciddi anlamda gelişme kat edilebiliyor.
Güvenlik konusuna gelince son dönemde tabii ki aslında Afrika’da bir iç savaş dalgası
söz konusuydu. Son dönemde buna biraz daha terör örgütlerinin de eklendiğini görüyoruz ve bir iç savaş tehdidi tekrar yaratılmaya çalışılıyor. Özellikle Somali bunun başını
çeken ülkelerden biri. Arkadaşımız da çok iyi bilir ki El-şebab terör örgütü Nijerya’da
son dönemde yine etkinliğini arttıran kuruluşların başında geliyor. Burada tabii ki ülkeler
arasında işbirliğinin yine önemi ortaya çıkıyor.
35
> 2012 EKİM
Mesela bugün Kenya’nın Somali’ye girmesi kendine tehdit olarak gördü ve El-şebab
terör örgütüne karşı bir operasyon düzenlemesi. Bunlar tabii ki Afrika birliğinin öncülüğünde olması gereken, atılması gereken adımlar, girişimler. Yoksa bir ülke kendine tehdit
olarak gördüğünde bunu karşı tarafa girerek yapmamalı. Burada tabii ki ne yazık ki dış
güçlerin çok önemli etkileri oluyor. Şu anda mesela Doğu Afrika’da ciddi anlamda bir
kamplaşmadan söz etmek mümkün. Özellikle Kenya ve Uganda’nın Amerika Birleşik
Devletleri tarafından desteklenmeleri… İşte az önce tartışılan bir konu vardı, Ruanda
örneğini verdik mesela Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki çatışmalarda Ruanda
yönetiminin devlet başkanının çok ciddi bir sorumluluğu var. Batılı ülkelerin, Amerika
Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin desteğine dayanarak orada Tutsilere yönelik bir takım linç politikaları uygulayabiliyor. İşte bu yakın dönemde mesela Kongo Demokratik
Cumhuriyeti çok tartışıldı ve uluslararası kamuoyundan da tepki geldiğinde mesela bu yıl
Amerika Birleşik Devletleri Ruanda’ya yapacağı bir miktar yardımı iptal ettiğini açıkladı.
Yani dolayısıyla bir takım baskı olabiliyor, bu tür durumlarda, olaylar deşifre edildiğinde. Dolayısıyla bunların araştırılıp daha iyi bir şekilde ortaya konulması gerekiyor diye
düşünüyorum ben.
A.E.: Türkiye’nin bir rolü olabilir mi barışın tesisinde?
U.T.: Barışın tesisinde Türkiye’nin rolünün özellikle biraz daha kısıtlı olabileceğini
düşünüyorum. Tabii ki bu mesela gözden geçirme toplantılarında olsun, 2008 yılında
kabul edilen İstanbul Deklarasyonu’nda olsun güvenlik konusuna atıfta bulunulduğunu görüyoruz. Zaten özellikle Türk polisinin, askerinin Afrika’da eğitim verdiğini, birçok ülkede bu eğitimleri sağlayabildiğini, oralara katkı yapabildiğini biliyoruz. Ancak
Türkiye’nin tabii ki yapabileceği katkı burada biraz sınırlı kalacaktır. Nihayetinde orada
bugün uygulanmakta olan gizli gündeme sahip olan ülkelerin bu politikaları sürdürmeleri
Türkiye’nin atacağı adımların ancak sınırlı düzeyde kalmasına neden olacaktır. Çünkü o
ülkelerin silahlandırılmaları, bu silahlandırmanın devam etmesi, silah akışının kesilememesi… Bugün baktığımızda terör örgütünün en fazla petrol zengini ülkelerde olduğunu
görüyoruz. Mesela şu örneği vermek istiyorum; El-şebab terör örgütü Amerika Birleşik
Devletlerinin terör örgütleri listesindedir ancak Nijerya’da Boko Haram terör örgütü bu
listede yer almamaktadır. Mesela Nijerya yönetimi buna çok ciddi anlamda tepki gösteriyor. Bu terör örgütünün Nijerya’da Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarını çok fazla
tehdit etmediğini görüyoruz. Bunlar bilinçli mi yapılıyor, ne şekilde gerçekleştiriliyor ve
dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri bu terör örgütünü listeye almıyor. Bir nevi çifte
standart uygulanıyor burada.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E: Hedefi ne örgütün?
U.T.: Örgütün hedefi özellikle kuzey Nijerya’da on iki eyaleti kapsayan bölgede şeriat
yasasını ilan etmek ve burada şeriat kurallarının uygulanması. Ancak tabii başlangıçtakinden biraz daha hedefler sapmış durumda. Özellikle son dönemde bu çatışmaların başkent Abuje’ye kadar taşınabilmesi, Birleşmiş Milletler binasının bombalanması ve yakın
zamanda yine Nijerya parlamentosundaki senatörlerin bu örgüte bir miktar para aktardıklarının deşifre edilmesi tabii ki olayları çok daha karmaşık bir hale getirdi. Seçimlere
daha çok zaman olmasına rağmen bölünebilme senaryoları konuşuluyor, tartışılıyor. Yine
bu senaryolar bugün mesela Çad için de, Kongo Demokratik Cumhuriyeti için de geçerli. Dolayısıyla bu sorunların kalıcı bir şekilde çözülebilmesi önemli. Çünkü bu şekilde
çözümlenmediği takdirde biz mesela birkaç yıl sonra buraya yeniden geldiğimizde elli
dört ülkeden değil de altmış ülkeden bahsedeceğiz, yetmiş ülkeden bahsedeceğiz. Ancak
ülkelerin bölünmeleri maalesef sorunların çözümü anlamına gelmiyor. İşte bunun bugün
en açık örneği Güney Sudan, Sudan’dan ayrıldıktan sonra çatışmaların yeniden alevlen36
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
diğini görüyoruz. 2005 yılında yapılan kapsamlı barış antlaşmasının aslında kapsamlı bir
barış antlaşması olmadığını sadece kısa vadede çatışmaları önlemeye yönelik bir nevi
ateşkes olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla uzun vadeli kalıcı adımların atılabilmesi büyük
önem taşıyor. Bu da Türkiye gibi birçok ülkenin buraya aktif desteğiyle olabilecek şeydir.
Çünkü bugün Amerika Birleşik Devletlerinden sonra Afrika’ya en fazla silah satan ikinci
ülke konumunda Çin Halk Cumhuriyeti. Petrol ithal edip silah ihraç ediyorlar. Dolayısıyla bu akışın önü kesilmediği müddetçe ne yazık ki bu takım sıkıntılar Afrika ülkeleri için
sorun teşkil etmeye devam edecektir.
37
> 2012 EKİM
S.O.: Katılmadığım bazı noktalar var onları söylemek zorundayım. Şimdi birincisi
nüfusla ilgili risk şimdi Afrika’da nüfus çok önemli bir konu ve bunu oturup ciddi ciddi
konuşmak lazım. Bir milyar nüfustan bahsediyoruz bugün 2040 yılından sonra iki milyara çıkacak bir nüfus. Şimdi bu ileriki dönemlerde çok daha artacak. Yani dünyanın bütün
bölgeleri yaşlanırken Afrika’daki nesil gençliğini koruyacak ve bu ciddi avantajlar da
beraberinde getiriyor Afrika’ya. Şu an yoksulluk ekseninden baktığımızda nüfus evet bir
risk gibi gözüküyor ama daha gelecek perspektifli baktığınızda bu çok büyük bir avantaj
ve potansiyeli de beraberinde getiriyor. O yüzden nüfusu böyle değerlendirmek lazım
Afrika’da. O yüzden Türkiye şuanda Afrika’yla ilgili çalışma alanında öngörülerinde
böyle bir Afrika’ya hazırlık yapması lazım.
Şimdi ikinci bir katılmadığım nokta da bu terör örgütleri meselesi. Afrika’da bazı
noktalarda, bazı ülkelerde bazı örgütler çıkıyorlar ve bu örgütler bazı faaliyetlerde
bulunuyorlar. Tabii tanımlama, devletten devlete çıkar ilişkisine göre değişir. Mesela
İsrail’in tanımlamasına göre şuan ben de teröristim, benim çalışmış olduğum kurum
da İsrail’in terör listesinde. Bu örgütlerin çıkışına bakmak lazım, bu örgütler neden
çıkmış, Afrika’da bu örgütler neden var? Boko Haram diye bir örgüt neden Nijerya’dan
çıkmış? Eş-şebab denen örgüt neden Somali’den çıkmış? Bunu anlamak lazım. Şimdi Şebab’tan önceki döneme baktığınızda Somali’de ciddi bir Birleşmiş Milletler ve
Amerika operasyonu var, ciddi bir kıyım var. Yani bu örgüt bu kıyıma cevap olarak da
çıkmış olabilir orada. Yani bu toplumsal refleksleri iyi okumak lazım bence. Bir önceki
döneme baktığınızda Somali’de çok ciddi bir soğuk savaş mücadelesi var Sovyetlerle
Amerika arasında. Amerika’nın desteklemiş olduğu bir diktatör işin başında. Yani siyasi konjonktür bir önceki devrede çok ciddi etkiler bıraktı Afrika üzerinde, soğuk savaş
döneminde. Dış müdahale oldukça fazlaydı ve sonrasında Afrika çok sorunla yüzleşmeye başladı; yoksulluk, eğitim, sağlık sorunu, hızlı nüfus artışıdır vesaire. Ve bunlar
dış müdahaleler sonrasında Afrika ülkelerinin kendi başlarına mücadele edemeyeceği
boyutlara ulaştı ve bu seferde dış yardımlar buralara gelmeye başladı. Gerek sivil toplum kuruluşları aracılığıyla, gerek devletin eliyle, gerekse Birleşmiş Milletler gibi diğer
organlar tarafından bir kurtarma operasyonu Afrika’yı iyileştirme operasyonu gündeme
gelmeye başladı. Kıyasladığınızda mesele 1960’lardan Somali’nin, Afrika’nın birçok
ülkesindeki gelir dağılımı ve gelir durumu o dönemin Çin’inine göre, Uzak doğu ülkelerine göre çok çok iyi. Bir Tayvan’a göre, Singapur’a göre, Hong-Kong’a göre Afrika
ülkelerinin gelir durumu çok çok çok iyi.
A.E: Hangi dönemde?
S.O.:1960’lardan bahsediyorum. Kişi başına düşen gelire baktığımızda…
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E: Ne değişti?
S.O.: Güney Asya ülkelerinde çok büyük bir değişim yaşanırken Afrika’da geriye
gidiş, bir kayıp var. Bunda sömürgeciliği çok büyük bir etkisi var.
A.E: Ama 1960’larda da aynı koşullardaydı Afrika...
S:O.: Hayır, 1960’a gelince gelene kadar baktığınızda Afrika kıtasında üç renk belirgindir; kırmızı, İtalya’yı temsil eder; yeşil, Fransa’yı temsil eder ve diğer gri tonlar
bağımsızları İspanya, Portekiz gibi ülkeleri temsil eder. İkinci Dünya Savaşından sonra
bu bağımsızlık mücadelesinden sonra ciddi bir ayrışma meydana geldi. Ellinin üzerinde
ülkeden bahsetmeye başlıyorsunuz.
38
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
A.E: Yani informel sömürgecilik formel sömürgecilikten daha etkili ve parçalayıcı
oldu diyorsunuz?
S.O.: Çok ciddi. Hiç baktınız mı haritada Mali’nin nasıl bir şekle sahip olduğuna?
Çok enteresan bir şekli var. Ülkelerin ortasında çok küçük bir boğaz var, o boğazı kapattığınızda iki bölgeyi otomatikman zaten ayırıyorsunuz birbirinden. Ya da mesela Afrika
haritasındaki başkentlere bakın mesela. Başkentler çok böyle stratejik olmayan, uzak,
idare açısından çok kullanışlı olmayan yerler. Yani mesela Kongo’nun başkentine bakıyorsunuz limana yakın bir yerde ama ülkenin geri kalanına o kadar uzaktaki yani imkânı
yok ülkeyi oradan yönetmenizin. Sömürgecilik döneminin bıraktığı böyle bir Afrika var.
O yüzden bu bölünmeler, iç savaşlar, bu mücadeleler
bunların hepsi çok normal bu miras üzerinde. Ve bunlar Afrika’da bazı noktalarda,
daha da devam edecek yani 2020, 30’da belki yüz tane
bazı ülkelerde bazı örgütler
Afrika ülkesi olacak böyle Ufuk’un söylediği bölünmeler devam edecek. Durdurulamaz çünkü kabilelerin ya- çıkıyorlar ve bu örgütler bazı
rısı bir yerde kalmış yarısı öbür tarafta kalmış ve bunlar
faaliyetlerde bulunuyorlar.
doğal olarak birleşiyorlar.
U.T.: Ben nüfusla ilgili bir eklemede bulunmak istiyorum.
A.E.: Kısa olsun hocam, bitirelim.
Tabii tanımlama, devletten
devlete çıkar ilişkisine göre
değişir. Mesela İsrail’in ta-
39
> 2012 EKİM
U.T.: Tabii ki. Afrika’nın nüfus planlaması yapması
nımlamasına göre şuan ben
gerekir derken benim kast etmek istediğim, Afrika’nın
nüfusu büyüsün ancak kontrollü bir şekilde büyüsün. de teröristim, benim çalışmış
Afrika’dan bahsederken genel olarak herkes şunu söy- olduğum kurum da İsrail’in
ler; Afrika’nın doğal zenginlikleri vardır ve genç nüfusu
vardır. Bunlar Afrika’nın sermayesidir. Evet, kesinlikle terör listesinde.
katılıyorum ancak eğer nüfusunuz eğitimden yoksun.
Afrika genelinde yüzde 21,4’müş okuma yazma bilmeyenlerin oranı. Dolayısıyla bu eğitimi verebilecek kadar büyütebilmek lazım nüfusları. Bu şekilde olduğu takdirde bunu
Afrika avantaja dönüştürecektir. Aksi takdirde bu dezavantaj olarak Afrika’ya dönecektir.
Çünkü insanlar neticede yoksul olduklarında sokaklara çıkacaktır, taşacaktır. Terör örgütleri ile ilgili de şu ifadeyi kullanmak gerekir: Tabii ki daha önceden de Afrika’da çok ciddi
sorunlar vardı. O zaman terör örgütleri yoktu muhakkak. Ancak orada mesela Nijerya’da
bahsetmek istediğim şuydu, bilmiyorum arkadaşımız beni doğrular mı? Boko Haram terör örgütünün kuruluş tarihi resmi olarak 2002’dir. Ancak 2009’dan itibaren eylemleri ile
ses getirmeye başladığını görüyorsunuz. Kuruluş tarihindeki amaçları ile şu anki amaçları
arasında çok ciddi farklılıklar var. Nijerya’daki federal yönetim Boko Haram terör örgütüne gelin müzakerelere başlayalım, masaya oturalım şeklinde davette bulunduğunda bu
müzakere masasına bir türlü oturtamıyor karşı tarafı. Dolayısıyla bu çok ciddi bir sıkıntı
oluşturuyor. Burada tabii ki dış güçlerin bunu bir fırsat bilerek devreye girmeleri o terör
örgütünün amaçlarını sabote etmeleri de burada önemli bir faktör. Sorunların çözülememesinin zaten temel nedeni de bu maalesef.
A.E.: Hatice Hanım eklemek istediğiniz bir şey var mı?
H.U.: Ben çok genel anlamda bir iki şey söylemek istiyorum. Bunlardan birincisi
Türkiye’de öncelikli olarak ciddi bir bilinç oluşması gerekiyor. Bunu yapabilmemizin en
önemli yollarından bir tanesi hakikaten Afrika çalışmalarının güçlendirilmesi. Bu anlamda ciddi enstitülerin kurulması, Afrika çalışacak öğrencilerin Afrika’ya sahaya gönderilmesi. İkinci olarak da çok kısaca Afrika’nın kendisinin silkinip bir şey yapması gerekiyor.
Yani güçlü Afrikalı liderlerin oluşması lazım bence. Afrika’dan Türkiye’ye gelen öğrenci
arkadaşlarımız gibi öğrenci gönderilmeli. Daha önce İslam kalkınma bankası ciddi öğrenciler gönderiyordu. Ben Boğaziçi’de bir sürü arkadaşım vardı Afrikalı örneğin. Afrika’da
öğrenciler gönderilerek özellikle sosyal bilimler alanında eğitim alanında bir seferberlik
olması lazım. Afrika’ya kim ne yaparsa yapsın Afrika ancak kendisini, kendi kendini iyileştirebilir. Dışarıdan insanlar sadece önerilerde bulunabilir ya da ufak tefek düzeltmeler
yapabilir ama Afrika’nın kendini iyileştirmesi gerekiyor. Bizim de Türkiye olarak Afrika
nere, Türkiye nere psikolojisinden ve bir zamanlar biz oranın sahibiydik psikolojisinden
sıyrılıp, bu iki uçtan da sıyrılıp Afrika’yla daha farklı bir birleşme, bütünleşme ilişkisine
girmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
A.E.: Hepinize tek tek teşekkür ediyorum. Ayağınıza sağlık. İnşallah başka platformlarda bu konuları daha derinlemesine tartışma imkânı buluruz. Bu şekilde sadece bir
giriş yapmış olmuş olalım. Geldiğiniz için, düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için çok
teşekkür ederiz.
40
YENI DÖNEMIN EŞIĞINDE AFRIKA
<
> DÜBAM YUVARLAK MASA TOPLANTILARI
YENİ DÖNEMİN EŞİĞİNDE
AFRİKA
Moderatör: Aynur ERDOĞAN
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
41
> 2012 EKİM
> 2012 EKİM
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Download