IGMG_TEMMUZ_AGUSTOS_2012 Kopie 2.qxd:1

advertisement
Perspektif
TEMMUZ-AĞUSTOS 2012 • Yıl: 18 • Nr./Sayı: 211-212 İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Yayın Organı
ORUÇ
HİKMET
KAPISI
!
Selamların en güzeli ile
TEFEKKÜR AKLIN İBADETİDİR
Oruç insanlık kadar eski, kadim bir ibadet. Semavi dinlerdeki önemli yerinin yanı sıra, yeryüzündeki
hemen hemen bütün dinlerin mensupları ve inanç
sahipleri tarafından değişik şekillerde ifa ediliyor.
Peki orucun, sadece biz Müslümanlar için değil, bütün insanlık için bu denli önemli bir ibadet olmasının hikmeti nedir? Neden bütün dinlerde ve kültürlerde insanlar belirli periyodlarda ve belirli sürelerde kendilerini bilinçli olarak ve büyük bir gayret ile bir takım nefsî istek ve ihtiyaçlarından mahrum bırakırlar?
Uygulamalar arasındaki kimi farklılıklara rağmen
oruç ile hedeflenen esas itibariyle ve her şeyden çok
tefekkürdür hiç kuşkusuz. Cenab-ı Hakk'ın oruç ile
muradı Adem (as) dedemizden beri budur. İnsanın
iştahını, şehvetini, öfkesini vs. kontrol altına almasını, duygularıyla değil, aklıyla hareket etmesini bu
ibadet vesilesiyle özellikle murad eder Allah Teala. O, insanın Hayy’van tarafıyla değil de, kendi ruhundan üflediği İns’an tarafıyla hareket etmesini,
onu insan kılan en önemli özelliği olan aklını, ama
sadece aklını kullanarak ve duygularını kontrol altına alarak ayetleri üzerinde tefekkür etmesini ister,
insandan... Kendine, kendi içine dönerek Rabb’ini
düşünmesini ister Cenab-ı Allah, insandan... Kendini, yani Rabb’ini tanımasını diler (Men arefe nefsehü, fekad arefe Rabbehü).
Ramazanın ve orucun kimi zaman hikmetini unutsak da, her yıl yeniden iliklerimize kadar sinen buğusunun bizi kuşatmasının sebebi de budur, yaradana dönüştür, asırlardan beri. Asırlardan beri
Müslümanlar iple çeker o kutlu günleri. Ve bugün
dahi, dünyevileşmenin bütün gücüyle üstümüze ‘‘çullandığı’’ bugünlerde dahi, Ramazan’da Allah Cel-
le ilahî rahmetini ve bereketini yağdırır semadan.
Bize ne’liğimizi hatırlatır, hatırlatmak ister. Ve tüm
insanlık payına düşeni alır bu rahmet sağnağından.
Bizlere düşen, gündelik/dünyalık meşgale ve sıkıntılardan, yılda bir kez de olsa uzak durmaya, onları unutmaya çalışarak, Rabb’imizi ve ayetlerini hatırlamaya gayret etmektir. Onlar üzerine düşünmek,
çıkışımız (mebde) ile dönüşümüz (mead) hakkında tefekkürde bulunmak insana, üstelik her bir insan tekine farzdır. Taşköprülüzade’nin ifadesiyle,
tefekkür aklın ibadetidir ve insanın bütün uzuv ve
yetileriyle Rabb’e ibadeti kabre kadar kaçınamayacağı,
bir başkasına devredemeyeceği bir yükümlülüktür.
Bizler Hayy’van-ı Natık isek ve bizi yeryüzünde Allah’in halifesi kılan en önemli özelliğimiz düşünebiliyor olmamız ise, bu yetimizi kullanmak ve oruç
ile bizi halk edene yönelmek boynumuzun ve aklımızın borcudur.
Yaz tatilinin başladığı, kimilerimizin Ramazan’ı
Türkiye’de geçireceği önümüzdeki aylarda, Ramazan’ın Avrupa’da da güzel olduğunu, olabileceğini ifade etmeye çalıştık bu sayımızda. Abdullah Yıldız Hoca, Ramazan deyince sadece iftarın ve iftar
yemeklerinin akla gelmesinin yalnışlığını tatlı-sert
vurguladı, kendisiyle yaptığımız hoş sohbet esnasında. Rahime Söylemez’in diğer din ve kültür
havzalarındaki oruç ibadetine ilişkin kuşatıcı yazısı, orucun her kavme farz kılındığının kısa bir hatırlatması oldu. Yaz tatili ve Ramazan boyunca elinizden düşürmeyeceğiniz bir ‘‘Perspektif’’ hazırladığımız ümidiyle...
Gelecek sayımızda buluşmak üzere, kalbî selamlarımla.
• Mustafa YENEROĞLU
i çi n d ekil er
gündem
Futbolizm ...............................................................................................................................
Korsanlar Partisi ve Şişedeki Mektuplar ............................................
“Görünen Müslüman” Sorunu..................................................................................
6
8
10
dosya
...............................................................................
12
14
17
20
22
26
28
Dünyevîleşmenin Tarihi ......................................................................................
30
Evrensel İbadet: Oruç ..............................................................................................
Oruç: Hikmet Kapısı
................................................................................................
Ramazan Avrupa’da da Güzel!
...................................................................
Osmanlı’da Ramazan Âdetleri
...................................................................
Söyleşi: Kur’an’ın Gölgesinde Bir Ramazan
..............................
Yarının Bayramı, Bugünün Kabristanından Geçer!
Ramazan İkliminde Umre
.........
6
FUTBOLİZM
22
ABDULLAH YILDIZ İLE
SÖYLEŞİ: KUR’AN’IN
GÖLGESİNDE BİR
RAMAZAN
32
CAMİYE DÖNMEK
teşkilat
islam ve hayat
Camiye Dönmek ............................................................................................................
32
dünya
Mısır’da Devrim İçinde Devrim...................................................................
Arap Baharı’nın “Hayır” Diyebilen Kadınları
...........................
Burma Olayları ve Arakan’ın Dramı......................................................
34
36
38
Perspektif • Monatliche Zeitschrift der IGMG • IGMG Aylık Yayın Organı
JULI-AUGUST / TEMMUZ-AĞUSTOS 2012 • Yıl/Jg.: 18, Sayı/Nr.: 211-212
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen, Deutschland
Tel.: 02237 656-0 • Fax: 02237 656-555 • www.igmg.de • E-Mail: [email protected]
Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht
die IGMG. • Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir.
HERAUSGEBER • YAYINCI: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V.
(Amtsgericht Köln, VR 17018) adına Kurumsal İletişim Başkanlığı
Vertreten durch den Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü,
Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender
ABONNEMENT • ABONE SERVİSİ: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237 656-0 • Fax: 02237 656 555 • E-Mail: [email protected]
Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P)
Editör: İlhan Bilgü
Im Auftrag der IGMG durch 99names Design GmbH erstellt.
IGMG adına, 99names design GmbH tarafından hazırlanmıştır.
Merheimer Str. 229, 50733 Köln • Tel.: 0221 942240-0
ANZEIGENSERVICE • İLAN SERVİSİ: Tel.: 0221 942240-0
Fax: 0221 942240-119 • E-Mail: [email protected]
Jahresabonnement • Yıllık abone ücreti: 59,-EURO
Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten.
IGMG Genel Merkez Üyelerine ücretsizdir.
BANKVERBINDUNG • HESAP NO: BANK AUSTRIA:
IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW
G Ü ND E M D EN
K ISA K ISA...
DERİN DEVLET “GAFI”!
SÜNNET YASAKLANIYOR
Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinin uyum bakanı Bilkay Öney’in sekizi
Türk dokuz göçmeni öldüren
Neonazi örgütlenmeyle ilgili geçen yıl Kasım ayında yaptığı “derin devlet” açıklaması aylar
sonra başına dert açtı. Hıristiyan Demokratlar, Öney’i hedef tahtasına oturturken, Bakan kullandığı kelimelerin
yanlış anlaşıldığını söyledi. Bakan Öney, 17 Kasım 2011 tarihinde, kamuoyunda "dönerci cinayetleri" olarak da bilinen cinayetlerin açığa çıkması üzerine aşırı sağcı Milliyetçi Demokratik Parti'nin (NPD) Almanya'da yasaklanması teklifiyle ilgili olarak ANKA haber ajansına yaptığı açıklamada, "derin devlet" ifadesini kullandı. Sosyal Demokrat
Partili (SPD) Uyum Bakanı daha sonra 2 Mart 2012 tarihinde Stuttgart Alevi Kültür Merkezi’nde katıldığı bir konuşmada
da “derin devlet” dedi. Öney’in basın sözcüsü Fatih Ekinci,
“CDU milletvekillerinin aylar önce sarf edilmiş sözleri bugün gündeme getirmesinin nedeni nedir?” sorusu üzerine,
“Bunu bize değil karşı tarafa sormanız lazım. Böyle bir şeyi
beklemiyorduk, bizim için de sürpriz oldu” dedi.
Sünnetin sadece tıbbi zorunluluk hallerinde yapılabileceği kararı alındı. Köln'de bir
doktorun, 4 yaşındaki bir çocuğu sünnet etmesi ve ardından çocuğun iki gün sonra kanama nedeniyle hastaneye
kaldırılması üzerine gelişen
olayla başlayan mahkeme kararı Müslüman ve Yahudi kuruluşlar tarafından eleştiriliyor. Olayla ilgili ilk dava daha önce Köln Mahkemesi'nde
görülmüş, sünnetin İslam inancında yer alması ve ailenin
rızası üzerine yapıldığı için doktor suçsuz bulunmuştu. Ancak karara karşı itiraz amaçlı başvurulan Eyalet Mahkemesi
tam aksi yönde bir karar verdi.
Mahkeme, çocuklarını dini nedenlerle sünnet ettirecek anne ile baba ve ameliyatı yapan doktorların dava edilebileceğine karar verdi. Sünnetin yasa dışı olduğunu bilmediğini belirten doktoru ise serbest bıraktı. Bu karardan
sonra Almanya'da yaşayan Müslümanların ve Yahudilerin çocuklarını doktorlar tarafından sünnet ettirmelerinin
zorlaşacağı ve böylece din özgürlüğünün kısıtlandığı düşünülüyor.
SELEFİLERE BASKIN
MEDYA VE MÜSLÜMANLAR
Almanya İçişleri Bakanı
Hans-Peter Friedrich tarafından, ‘‘Demokratik devlet düzenini yıkmaya teşebbüs ve
Almanya Anayasası’na karşı
çalışmalarda bulunmakla’’
suçlanan Selefi grup(lar)a yedi eyalette 850 polisin katıldığı baskın düzenlendi.
Selefilere ait 70 ayrı ev ve dernek arandı, cami ve okullara da baskın düzenlendi.
Aramalar sonucunda dizüstü bilgisayar ve cep telefonlarına el kondu ve birçok materyal ele geçirildi.
İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich, ''Millatu İbrahi''
adlı Selefi grubunun yasaklandığını, operasyondan elde edilen belgeler ile iki Selefi grubun daha yasaklanacağını söyledi.
Almanya'da Bielefeld Üniversitesi ile İngiltere'de Keele Üniversitesi ağırlıklı olarak
Müslümanların medya kullanım alışkanlıkları ile medyada
Müslümanların ele alınış şekli incelendi. Araştırma kapsamında, Müslüman olan ve olmayan gazetecilerin yanı sıra
medyayı yakından takip eden Müslümanlarla görüşmeler
yapıldı, ayrıca yaklaşık 300 kişi de internet üzerinden yürütülen ankete katıldı. Edinilen sonuçlara göre, Medyada
yer alan Müslümanlara ilişkin yazı, film veya konuşmalar
Müslümanlar tarafından tehditkâr bulunuyor. Katılımcıların
yüzde 80'inden fazlası Müslümanların medyada klişelerle
ele alındığını düşünüyor, yüzde 70'inden fazlası ise bunu
gerçeği yansıtmayan bir tablo olarak algılıyor.
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 5
gündem
Futbolizm
Fatma Çamur • [email protected]
Haftalarca Avrupa sokaklarını bayraklar süsledi.
Bayrakların çok nadir görüldüğü Almanya sokaklarında
bile arabalar, evler ve iş yerlerinde Alman bayrakları havalandı. Diğer Avrupa ülkelerinde de durum farklı değildi. İnsanlar ülkelerine olan bağlılıklarını göstermek istedi. Bunun sebebi ise herhangi bir milli mesele değil,
22 insan ve bir top, yani futbol idi.
Polonya ve Ukrayna’nın ortaklaşa düzenlediği 2012
Avrupa Futbol Şampiyonası 6 Haziran’da start aldı. Şampiyona için Polonya stad, altyapı ve yenileme çalışmaları için 1.8 milyar Euro, Ukrayna ise 3.3 milyar Euro harcadı. Birçok yolsuzluk iddiasıyla suçlanan Avrupa Futbol Şampiyonası ev sahipleri hayvanseverler tarafından
da eleştirildi. UEFA Başkanı Michel Platini’nin, ülkeyi
ziyareti sırasında sokak hayvanlarının fazlalığı karşısında endişelenmesinin ardından şampiyonanın düzenleneceği kentlerde 250 bin sokak köpeği toplanarak uyutuldu, yakıldı veya sokaklara bırakılan zehirlerle ızdıraplı bir ölüme terk edildi.
Bu gelişmelerin yanı sıra, Avrupa Futbol Şampiyonasını birçok
Avrupa ülkesinin liderleri boykot etti. Bunun sebebi Ukrayna’nın muhalefet lideri
ve eski Başbakanı Timoşenko’nun görevini suistimalden, geçen Temmuz
ayında 7 yıl hapis cezasına
çarptırılmış olması idi. Siyasetçilerin çoğu, Timoşenko’ya verilen cezanın siyasî amaçlı olduğunu düşünüyor. Bunların dışında şampiyonanın ırkçı bir boyutu da var;
maçların ilk gününden beri siyahî
oyunculara karşı ırkçı sloganlar atılıyor.
sayfa 6 • Perspektif
Örneğin Çek Cumhuriyeti milli takımında forma giyen
Selassi Rusya karşılaşmasında açıkca ırkçı tezahüratlara maruz kaldı.
Futbol Milyonları Peşinden Sürüklüyor
Tüm bu olumsuzluklara rağmen aylardır beklenen şampiyona bundan önceki senelerde olduğu gibi başarılı bir
şekilde devam etti ve büyük kitleler tarafından takip edildi. Yüzbinlerce futbol fanatiği Polonya ve Ukrayna’ya akın
etti. Peki bu tür organizasyonlara ve futbola olan ilginin
arkasında ne yatıyor? Birçok ülkede spor denince akla
gelen hemen hemen tek alan futbol. Ve futbol, her kesimden insanın ilgi alanına giriyor. Buna rağmen amatörce oynanılanın dışında futbola sadece bir spor dalı demek bir hayli zor. Çünkü milyonlarca insanı ekran başına ve stadyumlara toplayan bu spor dalının ruhsal, toplumsal ve maddi birçok boyutu var.
Futbolcuları, teknik kadrosu, saha içi ve saha dışı
çalışanları ve her şeyden önemlisi “ilgili”leri ile futbol
sadece bir spor dalı değil, bir endüstri konumunda. Ve
taraftarların ilgisi sonucunda, dünya çapında sektörler
sıralamasında futbol 15. sıraya (Türkiye’de ise 6. sıraya) oturmuş bulunuyor. Birçok uzmana göre futbol insanlar üzerinde narkoz etkisi yapıyor ve toplumlarda bazı kadim değerlerin yerine
“monte” ediliyor. Futbol anavatanı
olan Avrupa’dan çok daha fazla
Türkiye’de zihinleri (!) meşgul
ediyor ve konuşulan konuların başında geliyor. Maçlar
ise birçok insan için deşarj
olabilme imkanı sağlıyor.
Toplumun büyük bir kesimi stadyumları rahatça bağırılan, küfür edilebilen,
istenildiği gibi davranarak
stres atılabilen dokunulmaz
yerler olarak algılıyorlar.
Tüm bunlardan çıkan sonuç:
Futbol sadece bir spor değil, bunun çok daha ötesinde insanlar
üzerinde etkili bir güç.
Futbol Toplumları Uyutan Bir Afyon
Futbol spor olarak sadece bir takımın dayanışmasını yansıtsa da ve güzel bir vakit geçirme (!) aracı olsa da, kesinlikle küçümsenmemelidir. Hatırlanacağı gibi, İspanya’nın
faşist lideri Francisco Franko, “Kitleleri yüzbinlik beşiklerde
uyuttum.” diyerek futbol stadyumlarını ve futbolun iktidar
sahiplerine verdiği gücü kastediyordu. Psikologlara göre futbol bireylere aidiyet hissi veriyor, bu yüzden her kesimden
insan, zengin, fakir, yaşlı, genç, dindar veya dinsiz, koyu bir
futbol fanatiği olabiliyor. En tehlikeli durum ise futbolun günlük hayata girmesiyle başlıyor. Manevi boşluğu hakiki manada din ve geleneksel değerler ile beslenmeyen insanların
içine düştükleri boşlukta, adına futbol denen ve sistem tarafından insanların kitlesel olarak uyutulmasına yarayan bir
spor dalı olarak ortaya çıkıyor futbol.
Bunların ötesinde, özellikle dindar insanlar için futbol
yön verici olduğunda ortaya çıkan görüntüler çok “can sıkıcı” bir hal alabiliyor. Modern yorumların geleneksel değerleri ve pratikleri küçümsediği, kimi zaman aşağıladığı son
dönemde, kendi (kadim) rituellerine hurafe gözüyle bakıp,
onlardan uzak duran Müslümanlar bir takımın peşinden sürüklenip, futbol fanatiği kesilebiliyorlar. Ne de olsa doğa boşluk kabul etmiyor.
Aslında kimseye kötü söz söylemeyen, saygı ve görgü sınırlarına dikkat eden dindar insanlar futbol maçlarında kendilerini kaybedip küfür edebiliyorlar. Bu durum bazen
maçlar esnasında namazı aksatmaya veya maç tartışmaları
yüzünden dostların birbirine kırmasına kadar gidiyor. Maçlar için onca zahmet ve maddi zorluğa katlanan insanlar hayatlarında başka hiçbir faaliyet için bu kadar uğraşmıyor. Günler ve aylar öncesinden biletlerini alıp, saatler öncesinden
stadyum gişelerinde bekliyorlar. Yani, futbol fanatiklerinin
hayatlarında bir gaye eksik ve bu eksiği futbolla kapatmaya
çalışıyorlar. Halbuki futbol özünde ve endüstiriyelleşmemiş
haliyle sadece 22 kişinin topu kaleye atma çabasından ibaret. Oynayanlara maddi ve fiziki bir getirisi olsa da, izleyenler
için hiçbir olumlu katkısı bulunmuyor.
Futbol Militarizmi Körükleyen Bir Araç
Futbolun belirli güçler tarafından bir uyutma aracı olarak kullanıldığı aşikar, bu konudaki başarıları da
çok büyük. İnsanlar futbolu öyle benimsiyorlar ki, tuttukları takım vazgeçilmez, yaptıkları her şey kusursuz
ve kazanmak için başvurdukları her yol elzem ve meşru olarak görülüyor. Bir spor maçı için bazen onlarca
kişinin yaralanması veya ölmesi başka nasıl açıklanabilir?
Futbol militarizminin Türkiye’de ilk olarak 1967 yılında Kayseri-Sivas maçında ortaya çıktığı kabul edilir. Karşılaşma 43 kişinin ölümü, yüzlerce kişinin yaralanması, onlarca arabanın ve dükkanın yakılmasına
yol açmıştır. Sivas’ta yaşayan Kayserililer maçtan sonraki günde saldırılara uğramış, evler ve işyerleri ateşe
verilmiştir. Yaşananlar sonrasında, bu olayın bir ilk ve
son olması umuluyordu ama sadece iki sene sonra Kırıkkale şehrinde yine bir futbol maçı 4 kişinin ölümüyle
sonuçlandı ve bugün hala stad içinde ve dışında şiddet
devam ediyor. İnsanlar birbirlerini yaralıyor, etrafa zarar veriyor ve İstanbul gibi büyük şehirler her derbi maçının öncesinde ve sonrasında olağanüstü bir durumla karşı karşıya geliyor.
Bir maç sadece 90 dakika. Ama maçtan önce ve sonra gelişen olaylar maçtan daha çok önem kazanıyor. Her
şey yazılıyor, çiziliyor ve basılıyor. Her şey tartışılıyor,
milyarlarca dolar/euro/lira para akıyor, spekülasyonlar artıyor. Oysa, taraftarlar ne kadar takımlarının idealleri peşinden koşsa da, çok sevdikleri ve hatta “taptık”ları futbolcular talep ettikleri parayı almadıkları zaman kesinlikle o formaları giymiyorlar. Sonuç olarak,
bu spor dalına bu derece anlam yüklemek her yönüyle (dinî, insanî, toplumsal, psikolojik olarak) yanlış ve
insanların kendilerini kandırmalarına yol açıyor. Özellikle dinî hassasiyet sahibi insanlar, hayatta başka gayelerinin olduklarını unutmamalı ve Futbolizm hastalığına kapılmamalılar. T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 7
gündem
Korsanlar Partisi Hareketi ve
Şişedeki Mektuplar
Zeynep Gencer • [email protected]
Almanya’nın tarih boyunca süregelen sancılı değişimleri
ülkeyi, politikasını ve ekonomisini ciddi anlamda etkilemiştir. İmparatorluktan Weimar rejimine ve daha
sonra Nazi rejimine kadar üç ayrı dönemde üç ayrı anayasal rejim uygulaması, Almanya’da Avrupa ülkeleri arasında nadir rastlanan bir yönetim çizgisinin oluşumuna
büyük katkı sağlamıştır ve Alman Devleti mağlup olarak çıktığı her savaştan sonra, demokratik ilkelerin öğretimi için yeni süreçler başlatmıştır. Bu bağlamda oluşan partiler anayasanın baştan yaratılmasına ve ülkenin
siyaset, ekonomi ve toplumsal yaşam vizyonunun daha
dengeli tasarlanmasına vesile olmuştur. Son zamanlarda Alman siyasi hayatında değişen ne var diye baktığımızda ise, klasik çizgiyi korumayı reddeden, siyasi, ekonomik ve sosyal konularda parti programlarını dahi henüz net bir şekilde belirleyememiş (!) bir parti çıkıyor
karşımıza: Korsanlar Partisi (Piraten Partei).
Korsanlar Partisi, 1 Ocak 2006’da ilk olarak İsveç’te
kurulan siyasi bir parti. Başlangıçta kendilerine İs-
sayfa 8 • Perspektif
veç’teki Piratenbyran adlı örgütü örnek almışlar. Korsanlar
özellikle internette özgürlük, bilgi ve dataların bedava
değiş-tokuş yapılması gibi son zamanlarda sıkça tartışılan, internette telif hakları nasıl korunur konusunu
merkeze alıyor.
Ancak örneğin şehirlerde otobüs ve tramvaylar gibi
toplu taşıma araçlarının ücretsiz olmasını talep eden Korsanlar, tahmin edileceği üzere ilgi alanını sadece internetteki telif ve patent hakları üzerinde kurmuyor. Partinin özellikle vurgulamak istediği temel konu yaşamın
her alanında “özgürlük”. Seçim sloganları da çok ilginç:
“Seçim afişlerine inanma, kendin bilgi edin (!)”
Bugün itibariyle Avrupa genelinde ve tüm dünyada
yaklaşık 50 ülkede temsilcileri bulunan ve kökleri İsveç’e
uzanan Korsanlar Partisi, 2006 yılının Eylül ayında Almanya’da, Berlin’de faaliyetlerine başlamış bulunuyor.
Kurucu ve mensupları sivil hakların güçlendirilmesi
için özgürlük ve siyasette şeffaflık gibi konularda, özellikle internet üzerinden etkin olmaya çalışıyorlar. Ayrıca parti, Almanya’nın dört eyaletinde parlamentoya
girmesinin ardından, kapsamlı bir program oluşturmaya ve farklı konularda görüşlerini belirlemeye çalışıyor.
İlginç ve değişik bir tarzda gelişen ve büyüyen, diğer partilerin kuruluş aşamalarından çok daha farklı tahakkuk eden bir serüvenle birlikte Korsanlar Partisi zihinlere kazınmayı başardı ve Parti kurallara riayetle, vazifelerini bir ‘yapılması gerekenler listesinde’ toparladı.
Bu listenin başında halkın Korsanlara verdiği desteği ispatlayan 2000 imza vardı, gerekenden 500 fazlaydı bu rakam, fakat Korsan Partisi hiçbir işini şansa bırakmak istemediğinden, halka gerektiği kadar duyuru yaparak, yaklaşık bir aylık bir zaman diliminde internet üzerinden bu kampanyayı tanıtarak bu imzalarla birlikte İsveç’deki 2006 seçimlerinde aday olmayı planlıyordu. 24 saatten daha az bir sürede 2.268 imza toplayan
Korsanlar, beklentilerinin çok daha üzerinde bir ilgiyle karşılaştıktan sonra bu büyüyen
ilgi ile “deniz korsanları” olmaktan çıkarak
“seçim korsanları” olmaya doğru siyasi bir geçiş yaptı.
Bugün Almanya’daki Korsan Partisi,
programının pek kuşatıcı ve kapsamlı olmamasına rağmen, Berlin’de dördüncü en güçlü parti konumuna gelmiş durumda. Yani sadece İsveç’te “siyasi fırtına” koparmakla kalmayan Korsanlar bütün Avrupa’da, “internet
kuşağının beklentilerinin tamamını temsil etmek ve hayata geçirmek” için kolları sıvamış
bulunmakta. Üyeleri ve destekçileri ise sanıldığı
gibi 18-20 yaşlarındaki internet bağımlısı
gençler değil, ileri yaşlarda da birçok üyesi var.
Araştırmalara göre, bu partiye oy verenlerin
önemli birçoğu, daha önce partilere kızıp sandığa gitmeyen vatandaşlardan oluşuyor.
Partiyi nistepen yakından tanıyanlara veya medyadan partiyi takip eden birçok insana sorulduğunda Korsanlar, “internetle alakalı bir şeyleri” veya “internet
nesli”ni temsil eden bir parti olarak adlandırılıyor. Almanya’da bugün politika gündemine bakıldığında, diğer
partilerin “internette özgürlük” gibi konulara tenezzül
etmediği gerçeğine karşın, “internet nesline” farklı bir
alternatif sunan Korsanlar, bu vesileyle son zamanlarda
popülaritesini yükseltmiş görünüyor.
CSU’nun internet temsilcisinin bir Twitter hesabı bile yokken, bu siyasilerin 20 Milyon Alman facebook üyesine nasıl ulaşacakları merak konusu. SPD lideri Sigmar
Gabriel’in zamanında bir blogcuya hoşuna gitmeyen bir
karikatür yüzünden uyarı gönderdiği de hâlâ unutulmuş
değil. Bu gibi nedenlerden dolayı “internet nesli”, köklü partilere mensup siyasetçilere güvenmekte tereddüt
ediyor. Gençlerin ve geleneksel politikaya itimat etmeyen hemen herkesin Korsanlara bu denli itibar etmesinin bir başka nedeni ise, yenilikçi insanlara siyasi arenada
farklı alternatiflerin sunulmaması. İktidarda olan koalisyon
hükümetinin sadece kendisiyle ve kendi politikaları ile
meşgul oluşu, bunun dışındaki önerilere pek kulak vermeyişi de, Korsanlar Partisi’ni destekleyenler için önemli bir sebep oluyor.
Korsanlar Partisi’ni seçmenin gözünde değerli kılan
diğer bir özellik: Parti programına girmesi öngörülen veya daha öncesinde fikir alışverişi yapılması gereken
başlıklar, Korsanlar Partisi’nin üyeleri tarafından internet ortamında tartışılıyor ve daha sonra ortak bir karara varılıyor. Bu yöntemle her üye, öngördüğü konuyu parti yönetimine sunabiliyor ve oy birliği sonucunda bu başlık programa alınıyor.
Yıllardır dillerden düşmeyen, 7’den 70’e herkesi ilgilendiren, Türkiye’de ülke gündemi olmaktan çıkmayan, “Türkiye, Avrupa’nın bir parçası mı?” sorusu da, Korsanların internet ortamında yanıt aradığı konulardan bi-
ri. Partinin Federal Yönetim Kurulu Üyesi Julia
Schramm, bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Türkiye coğrafi
açıdan hem Avrupa’nın hem de Asya’nın bir parçası. Ama
bizim bu konuda henüz kesin bir görüşümüz yok, fakat
bu konuda tartışıyoruz. Biz, uluslararası bir partiyiz, bu
şu anlama geliyor: Ulusal sınırlar dahilinde düşünmüyoruz. Kanımca bu noktada sorulması gereken soru, Türkiye ne istiyor? Türk vatandaşları, Türkiye’de yaşayan
insanlar ne istiyor? Avrupa Birliği’nin bir parçası olmaya evet mi, hayır mı diyorlar? Bu noktada benim tercihim, bu sorunun ilkin onlara (Türklere) sorulması olurdu. [...] Demokratik, açık ve şeffaf bir Avrupa istiyoruz.
Bu çerçevede eğer Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye olmak
istiyorsa, ben kişisel olarak burada hiçbir sorun görmüyorum.
Müslümanlık ve Hristiyanlık ile ilgili tartışmalar ise Korsanlar Partisi için ikinci planda kalıyor. Biz seküler bir
partiyiz, herhangi bir din partimizde ve izlediğimiz siyasette rol oynamıyor. Bu çerçevede Hristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin başlattığı tartışma, bizim için
önem taşımıyor.”
Korsanlar Partisi üyelerinin internet ortamında yürüttüğü tartışmalara bakıldığında, parti içindeki genel eğilim Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin desteklendiğini gösteriyor.
30 bin civarında üyesi bulunan Korsanlar Partisinin
aktif olarak çalışan Türk kökenli üyeleri de mevcut.
Schramm, göç ve uyum konusunda önemli bir bahise de
değinmeden edemiyor. Uyum sözcüğünü reddeden ve
onun yerine göç ve katılım ikilemine vurgu yapan
Schramm, Alman kökenli olmayan insanlara bu toplumun bir parçası olma ve katılım fırsatı verilmesi gerektiğini ve Alman kökenli olmayanların en azından yerel
seçimlerde oy kullanabilmesi gerektiğini savunuyor.
Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez
diyerek, her geçen gün daha da büyüyen bu siyasi oluşumun ilerleyen zamanlarda daha iyi takip edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 9
gündem
“Görünen Müslüman” Sorunu
İlknur Melekoğlu • [email protected]
Ayrımcılıkla ilgili iki önemli rapor yayımlandı. Bunlardan ilki merkezi Londra’da bulunan Uluslararası Af
Örgütü (Amnesty International) tarafından yayımlanan
Avrupa eksenli “Tercih ve Önyargı: Avrupa’da Müslümanlara Ayrımcılık” başlıklı rapor, diğeri ise Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) tarafından yayımlanan, Türkiye’deki başörtüsü meselesine dair yol haritası çizen, “Başörtüsü Yasağına İlişkin Değerlendirme
ve Öneriler” başlıklı rapor.
Avrupa’da Müslümanların başta istihdam ve eğitim
olmak üzere hayatın çeşitli alanlarında maruz kaldıkları ayrımcılığın resmedildiği Amnesty raporu, ibadet
yerlerine getirilen kısıtlamalar ve peçeye yönelik yasaklar
konusundaki sorunları daha önce de gündeme getirdiği Belçika, Fransa, Hollanda, İspanya ve İsviçre’ye odaklanıyor. Rapor bu ülkelerde ayrımcılığa maruz kalan bireylerden birçok örneğe yer veriyor.
“Başörtüsü Yasağına İlişkin Değerlendirme ve Öneriler” raporu ise TESEV’in geçen yıl yayımladığı, “Başörtüsü Yasağı ve Ayrımcılık: Uzman Meslek Sahibi Başörtülü Kadınlar” araştırmasının devamı niteliğinde ve
zaman zaman bu raporun verilerine atıfta bulunuluyor.
TESEV ve Amnesty raporu farklı ülkelere odaklanmış olsalar da, özellikle başörtülülerin eğitimi ve istihdamı konusundaki verilerdeki benzerlikler dikkat çekiyor. Verilen örneklerde başörtülü Müslüman kadınların istihdam konusunda diğer kadınlardan daha fazla ayrımcılık ve haksızlığa uğradığı vurgulanıyor. Gerek Türkiye’den gerekse Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden raporlara katkıda bulunan başörtülü Müslüman kadınlar, iş yeri, hatta staj yapabilecek bir yer ararken pek çok zorluklarla
karşılaştıklarını belirtiyorlar. Bu kadınlar okulda çok başarılı olsalar dahi, iş başvurusunda bulunduklarında genelde kendilerine yöneltilen ilk sorulardan biri başörtüsünü
çalışırken takıp takmayacağı yönünde oluyor, başörtülü olarak işe kabul edildiklerinde ise genelde ya daha az
sayfa 10 • Perspektif
ücret ödeniyor ya da insanlarla muhatap olmayacakları pozisyonlarda görevler veriliyor.
Yasal bir engel olmamasına rağmen işverenlerin
özel sektörde de başörtü ‘‘yasağı’’ uyguladığına işaret edilen TESEV raporunda, araştırma için görüşülen dindar/muhafazakar işverenlerin 28 Şubat üzerinden 10 yıl
geçmesine rağmen “yeşil sermaye” ve “rejim karşıtı” olarak fişlenmemek için yasağı uyguladıkları vurgulanıyor.
Amnesty raporunda ise Müslüman erkeklerin istihdam alanında karşılaştığı en önemli sorunlara şu örnekler
veriliyor; iş yerinde namaz kılınmasına müsaade edilmemesi,
Ramazan ayında esnek çalışma saatlerine izin verilmemesi, kıyafet ve sakala müdahele edilmesi... Ayrıca Amnesty, istihdam konusunda ayrımcılığı yasaklayan yasanın,
Belçika, Fransa ve Hollanda’da tam olarak uygulanmadığına dikkat çekiyor. Bu ülkelerde, dini ya da kültürel
sembollerin müşteriler ya da diğer çalışanlarla ters düşeceği veya şirketin kurumsal imajı ya da “tarafsızlığı” ile
uyuşmayacağı konularında işverenlerin ayrımcılık yapmalarına izin veriliyor ki, bu da doğrudan istihdam konusundaki Avrupa Birliği’nin ayrımcılık karşıtı mevzuaatı1 ile çelişiyor.
Son 10 yılda, birçok ülkede öğrencilerin okulda başörtüsü ya da kültürel ve dini kıyafetler giymesinin yasaklandığı kaydedilen raporda, Türkiye’deki başörtüsü
yasağı da eleştiriliyor. Türkiye’de okullardaki başörtüsü yasağının daha çok yargı kararlarından beslendiği belirtilen raporda, “Türkiye, yüksek öğretimde başörtüsü
ve diğer dini ve kültürel semboller ile kıyafetlere yönelik genel yasaklar getiren politika ve mevzuatları koruyarak, dinini ve kültürel inancını özgürce ifade etmeyi
tercih edenlerin din veya inanç özgürlüğü ile ifade özgürlüğü haklarını ihlal ediyor.” ifadeleri kullanılıyor. Raporda, bu tür yasakların kız öğrencileri daha çok etkileyerek
ayrımcılığa neden olduğu uyarısını yapan örgüt, uluslararası
hukuka göre devletin tarafsızlığı ve laikliğin, din ve inanç
özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaların meşru gerekçesi olamayacağının altını çiziyor.
Rapor verilerine göre, din ve inanç özgürlüğünün ana
bileşenlerinden biri olan ibadet yerleri kurma hakkı bazı Avrupa ülkelerinde, bu hakkın yerine getirilmesi ve bu
hakka saygı duyulması konusunda hükümetin öngördüğü
zorunluluklara rağmen kısıtlanıyor. Örneğin, 2010’dan
bu yana İsviçre Anayasası minare yapmayı yasaklayarak,
dolayısıyla İslam karşıtı kalıplaşmış yargıları iyice yerleştirerek İsviçre’nin saygı duymak zorunda olduğu
uluslararası yükümlülükleri ihlal ediyor. İspanya’nın
Katalonya bölgesinde ise, Müslümanlar dışarıda ibadet
etmek zorunda kalıyor, çünkü varolan ibadet yerleri dua
etmeye gelen herkesin sığamayacağı kadar küçük ve cami inşası talepleri Katalan gelenekleri ve kültürü ile bağdaşmadığı gerekçesi ile reddediliyor.
Amnesty raporunda Avrupa’daki en kalabalık Müslüman nüfusa sahip ülkelerden biri olan Almanya’ya değinilmemiş ancak diğer ülkelerde elde edilen verilerin
Almanya’ya da uyarlanması mümkün görünüyor. Gerek
iş, gerekse ev bulmak için yapılan başvurularda Alman
ismi taşımamanın, özellikle de Müslüman bir isme sahip olmanın getirdiği dezavantajlar konusunun zaman
zaman gündeme gelmesi üzerine anonim başvuru projesinin hayata geçirilmesi adeta bu konudaki haklılığımızı teyit ediyor.
Amnesty raporunun ortaya
koyduğu Avrupa’daki Müslüman
algısına ilişkin veriler ise şöyle: İslam iyi ve Müslümanlar kabul
edilebilir, sadece çok görünürde
olmadıkları sürece. Bunun ne anlama geldiği ise aşikar; Müslüman
bir kadın olabilirsin ancak eğitim
ve istihdam hakkını tam manasıyla
kullabilmen için başörtülü olmamalısın. Müslüman olabilirsin ancak iş yerinde namaz kılmamalısın. İbadet et ama camilerin bizi
rahatsız etmeyecek kadar küçük
ve görünmez olsunlar. Kıyafetinle, düşüncelerinle, örtünle, sakalınla “öteki” olma. “Öteki” olmak istemiyorsan diğerleri gibi düşün, hareket et ve yaşa, yani görünür olma.
Kısacası, Avrupa’daki sorunun adı İslam değil, “Görünen Müslüman”...
Amnesty ve TESEV, Müslümanların uğradığı ayrımcılığı
yönelik bir takım çözüm önerileri de sunuyor: Hükümetler,
özel sektör işverenlerinin sadece belirli bir kurumsal imajı tanıtmak veya müşterilerini memnun etmek için dini
ve kültürel sembol ve kıyafetlere yönelik kısıtlamalar getirmemesini garanti altına almalı. Avrupa Komisyonu,
AB İstihdama İlişkin Çerçeve Yönergesi’nin uluslararası
ayrımcılığa karşı standartlarla uyumlu bir şekilde uygulanmasını sağlamalı. Hükümetler, öğrencilerin ifade ve
din özgürlüğü haklarını (ayrımcılığa maruz kalmadan)
kullanabilmeleri için, eğitim alanında dini ve kültürel sembol ve kıyafetleri giymek üzerine genel yasaklar getirmekten
kaçınmalı. AB Konseyi, eğitim dahil birçok alanda din
veya inanç temelinde ayrımcılığa karşı koruma sağlayacak yeni bir Eşitlik Yönergesi teklifini kabul etmeli. Hükümetler peçe takmaya yönelik genel yasak uygulamaktan kaçınmalı. Müslümanların yeterli düzeyde ibadet yerlerine sahip olma hakkının garanti altına alınması
için kamu yetkilileri, kentsel planlamaları gözden geçirirken veya geliştirirken dini ve diğer yerel gruplarla ihtiyaçlarını değerlendirmek için anlamlı danışma ve müzakere süreçlerine girmeli. Eğer gerekli ise yeni ibadet
yerlerinin inşa edilmesi için kullanılabilecek alan tedarik edilmeli. Yetkililer, sadece aynı bölgede yaşayan bazı insanların hoşuna gitmeyecek diye yeni ibadet yerlerinin kurulmasına izin vermeyi reddetmemeli ve camilere yönelik varolan kalıplaşmış yargılarla mücadele etmeli.
TESEV’e göre ise: Konuya ilişkin iki temel görüş var.
İlk görüş, yasağın hâlihazırda yasal bir dayanağının bulunmadığını ve yasağın kaldırılması için yasal bir düzenlemeye ihtiyaç olmadığını savunuyor. Bu görüşe göre, başörtüsü serbestliği için hukuksal zemin yeterli, asıl mesele öncelikle
uygulamaya ilişkin. Uygulamada
sorun ise kamu sektörü, siyasi
alan, özel sektör ve toplumsal
hayatta karşılaşılan ayrımcılık vakaları. Ayrıca yasağın, Yüksek
Mahkeme kararları gerekçe gösterilerek meşrulaştırılması. Bu
durumun çözümü, Yüksek Mahkemelerin gerekçeyi tersine çevirecek kararı olabilir. Diğer görüş ise, başörtüsü yasağıyla ilgili
çözümün mutlaka yasal düzenlemeden geçtiğini öne sürüyor. Bu
görüşe göre, hukukta ciddi boşluklar olmasa, kişisel ve
keyfi uygulamalar mümkün olmayacak. Özetle, TESEV raporundan anladığımız, Türkiye’de başörtüsü sorununun daha çok keyfi uygulamalardan kaynaklandığı ve bu nedenle de ortadan kalkmaması için çok da geçerli bir sebep olmadığıdır.
İki rapor da ayrımcılıkla ilgili gerçekleri bilimsel olarak ortaya koydukları için önem taşıyor. Dileğimiz, bulguların sadece bilimsel veri olmakla kalmaması, bilakis
kanun koyucular ve hükümetler tarafından dikkate alınarak, gerçekçi çözüm önerilerinin uygulanıp, bu konuda
somut adımlar atılmasıdır. Zira bu alandaki en büyük görev hükümetlere ve siyasetçilere düşüyor ki, işe Müslümanlar üzerinden seçim yatırımı yapmaktan vazgeçmekten
başlayarak samimiyetlerini ortaya koyabilirler. *
AB Amsterdam Antlaşması 13. madde
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 1 1
dosya
Evrensel İbadet: Oruç!
Rahime Söylemez • [email protected]
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için
oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.
Umulur ki takvaya erersiniz.” (Bakara Sûresi, [2:183]) Zikredilen ayetten anlaşıldığı üzere oruç diğer ümmetlere de
farz kılınmıştır, ancak sınırları ve oruç tutulma biçimi her
bir dinin şeriatı gereği farklı olmuştur. Sadece semavî dinlerde değil, genel olarak bütün dinlerde oruç mevcuttur.
Yani oruç, insanlık tarihi kadar eski ve evrenseldir.
Asya dinlerinin birçoğunda oruç ibadetinin önemli
bir yeri vardır. Örneğin Budizmin kurucusu Buda, kurtuluşa ermek, yani Nirvana’ya ulaşmak için arzulardan vaz
geçmek gerektiğini ve bunun en önemli yolunun oruç olduğunu belirtir. Hinduizm’de oruç, nefsi temizlemek için
senenin birkaç gününde ve bayramlarda tutulur. Oruçlu iken yemek yenmez, bütün gece kutsal kitap okunarak ve “tanrıları” düşünerek vakit geçirirler. Ayrıca bazı
günlerde yalnızca kadınlar oruç tutar ve “Tanrının kadınlık
sıfatlarının tecellisi” olan tanrıçalara dua edilir. Güney Asya Hint dinlerinden olan Brahmanizm’de her ayın 12. ve
13. günü oruç tutulur. Yaşlılar ve çocuklar dahi oruç tutmaktan muaf değillerdir. Caynizm’de de oruç geniş bir
yer tutar; çok ağır ve katı hükümleri vardır. Örneğin Caynistler 40 gün arka arkaya oruç tutarlar ve birçok besini
sayfa 12 • Perspektif
yemezler. Ayrıca Caynistlerde “Ahimsa Prensibi” yaygındır:
Bu prensibe göre Caynistler hiçbir canlıya zarar vermezler
ve bunu bir ibadet olarak görürler. Caynistlerin kurucusu Mahavira’nın kendisine işkence yaparak dinde yükselmeye
çalıştığı, hatta et ve yumurtadan uzak durduğu ve ölünceye kadar oruç tuttuğu söylenmektedir. Caynistlerin kimi zaman oruç ile intiharı seçtikleri de bilinir.
Yahudilikte ise oruç insanın nefsini alçaltmak ve bu
amaçla ona eziyet vermek demektir. Dua ve yakarış öncesi mutlaka yapılması gereken bir ritüeldir. Mütevazi olmak, mazlumlara yardım etmek ve kötülüklerden uzak
durmak da orucun en önemli rükunlerindendir. Bilinçli
veyahut bilinçsizce yapılan günahlardan, bizzat kendisinin ya da mensup olduğu aile, soy, hatta milletten herhangi birinin yaptığı günahlardan dolayı ise kefaret orucu tutulur. En önemli kefaret orucu, Yom Kippur, yani Kefaret orucu günü tutulur. O gün bir yıl içerisinde işledikleri
günahlardan dolayı Yahudiler Tanrı’dan af diler, pişman
olduklarını oruç tutarak dile getirirler. O gün dünya ile
ilişkilerini tamamen kesmeleri gerektiğini özellikle söyleyen Yahudi din adamlarının tam aksine günümüzdeki
Yahudilerde öğlene kadar çalışmak adet haline gelmiştir. Hz. Musa Tur dağına çıktığında Yahudilerin altın bir
buzağıya tapınmalarından ötürü, Yahudilerin Yom Kippur orucunu af dileme amaçlı tuttukları anlaşılmaktadır.
Yahudilikte birçok farz oruç vardır. Oruç farziyeti ise 12
yaşından itibaren başlar. İmsak, önceki akşam güneş batarken başlar ve o gece ve ertesi gün ilk iki yıldız görününce oruçlar açılır. Yahudiler ikamet ettikleri birçok ülkede gördükleri ızdırap ve zulüm yüzünden sembolik olarak farklı birçok oruç tutarlar; Ağustos ayının 9’unda Süleyman mabedinin (M.Ö. 586 ve M.S. 70 yıllarında) iki
kez yıkılmasının hatırasına oruç tutulur. 4. ay orucu, 17
Temmuz’da, Kudüs’ün Babillilerin eline geçişi anısına tutulan bir oruçtur. 10. ay orucu ise (M.Ö. 586 yıllarında)
Kudüs’ün Babilli kralının yakalanmasından dolayı tutulan bir oruçtur. İbrani takvimine göre resmi yılın ilk ayı
olan Tişri ayının 3. gününde, yani 1. Yahudi sürgünü sırasında Kudüs’te kalan Yahudi lider Gedalya’nın anısına da yine oruç tutulur.
Hz. İsa (as) henüz kendisine peygamberlik verilmeden önce 40 gün oruç tutmuş ve Yahudiliğe ait olan Kefaret orucunu böylelikle yerine getirmiştir. Hz. İsa ve o
dönemdeki Hristiyanlar için de oruç çok önemli bir iba-
dettir. Yazımızın başında geçen ayetten de anlaşılacağı
üzere oruç birçok millete farz kılınmış, ancak bu orucun
mahiyeti ve şartları hakkında kesin ve net bir bilgi verilmemiştir. Sadece Tertulliyen, “Oruç Üzerine” adlı eserinde Havarîlerden kalma mecburî bir oruçtan bahsetmiştir. Hristiyanlıkta oruç kilisenin üçünçü emridir.
Günümüzdeki Hristiyanlarda ise iki çeşit oruç vardır;
bunlar, Ökarastik (Şükran orucu) ve Eklesiyastik ( Kilise orucu) oruçtur. Ökarastik oruç, Kominyon’dan, yani
Ekmek-Şarap ayininden önce belirli bir süre katı besinlerin yenilmesinin yasaklanmasıdır. Eskiden gece yarısından
Kominyon zamanına kadar yemek içmek yasak iken günümüzde, (II. Vatikan Konsili’nden sonra) bu süre Kominyon’dan 1 saat önce yememek ve 3 saat önce alkol
almamak olarak değiştirilmiştir.
İkinci oruç olan Eklesiyastik oruç, katoliklere has 40
günlük bir perhiz dönemidir. Bu oruç yılın belirli günlerinde “Kefaret/Tevbe” olarak ifa edilen bir ibadettir ve zaman içerisinde birçok değişikliğe uğramıştır. Günümüzde oldukça hafifletilmiş ve azaltılmış bir oruçtur. Gündüzleri
sadece bir öğün yemek, sabah ve akşam ise hafif yemek oruç
yerine geçmektedir. Bunun aksine Ortodoks Hristiyanlar
eski geleneklerine çok bağlıdırlar. Onlarda oruç daha
uzun tutulur ve katı kurallar uygulanır. Özellikle Advent’te Noel’den 4 hafta önce, Katolikler ve Ortodokslar
40 günlük bir perhiz uygularlar. Protestanlar ise orucu tamamen reddederler (küçük grup/cemaatler hariç).
Hristiyan inancına göre Hz. İsa çarsamba günü ele verilmiş, cuma günü çarmıha gerilmiş ve cumartesi günü
de gömülmüştür. Hz. İsa’nın öldükten sonra dirilip göğe çıktığına inanılan Paskalya’da da oruç tutmanın önemli bir yeri vardır. Paskalya’dan iki gün önce oruç tutmak
dindar olan Hristiyanlarda çok yaygındır. Ancak genel olarak oruç tutmak kişinin vicdanına bırakılmış bir ibadet
olarak görülmektedir.
Hz. İsa’dan ve günümüzdeki Hristiyanların oruçlarından
bahsetmişken Hz. Meryem ve onun susma orucunu anmadan geçmek olmaz. Hz. Meryem Kur’an’ı Kerim’de adı
gecen tek kadındır. Namusunu en iyi şekilde koruyan, iffet ve ismet sahibi bir mü’min olarak... Meryem (a.s.) Hz.
İsa’yı dünyaya getirdiğinde Allah-u Teala ona üç gün insanlar ile konuşmamasını, sadece işaret diliyle anlaşmasını ve beşikteki bebeği İsa (a.s) ile igili bir şey sorulacak olursa bebeğe işaret etmesini (Meryem Suresi’nin 26.
Ayet-i Kerimesinde buyurulduğu üzere) emretmiştir. Hz.
Meryem’in susma orucundaki amaç; bulunduğu toplum
onu anlamayacağı için boşuna konuşmaması, suskunluk
orucu ile Allah’ı zikretmesi ve O’na şükretmesi olarak yorumlanır. Salih oruç tutanların boş ve anlamsız olan her
şeyden uzak kaldıkları her daim vurgulanmıştır. Nitekim
Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden
biri oruçlu iken çirkin bir söz söylemesin, boş ve lüzumsuz
konuşmasın. Biri kendisine çatacak olursa yahut hakaret edecek olursa ona, ‘ben oruçluyum’ desin.”
Hz. Meryem’i anmışken Zekeriyya peygamberi (as),
yani Hz. Meryem’in eniştesini (teyzesinin eşi) anmadan
geçemeyiz: Hz. Zekeriyya’ya da, çocuğu (Hz. Yahya) olacağına dair müjdeyi alınca Allah-u Teala tarafından üç
gün boyunca konuşma yeteneğinden mahrum bırakılarak susma orucu tutturulmuştur. Hz. Meryem’e emredilen
susma orucu ile Hz. Zekeriyya’ya emredilen oruç gerek
mahiyet bakımından gerekse amaç bakımından birbirinden
biraz farklıdır. Ayetleri incelediğimizde Hz. Zekeriyya yanılgısı yüzünden oruç tumaya Allah (cc) tarafından
mecbur bırakılmıştır. Hz. Meryem’de ise tam aksine Yahudi kavminin dik kafalılığı ve anlamamada ısrar etmesi üzerine Cenab-ı Hakk, kelam etmesi boşa harcanan bir
çaba olacağı için Hz. Meryem’i susma orucu ile engelleyip kulunu zor bir durumdan kurtarmıştır.
İslamiyette ise oruç Kur’an’ı Kerim’de ‘savm’ kelimesi ile ifade edilmiştir. Allah-u Teala Kur’an’da orucun farziyetini ve hükümlerini açıklamıştır. Kur’an’ı Kerim’de zikredilen orucun amacı müttaki, yani takvalı Müslümanlar
yetiştirmektir. Ayrıca hata ile birini öldürmenin kefaret seçeneklerinden biri oruçtur. (Mücadele Sûresi, [58:4]). Hac
ibadetinde tıraşı geciktirmenin, ihramlı iken bir canlı öldürmenin ve yemin bozmanın kefareti de yine oruçtur…
Oruç tezkiye ve takviye ibadetidir. Bütün şeriatlardaki ortak amaç ise tefekkürdür. Semavi olmayan dinler de dahil, bedenin bir takım arzularını bastırarak Yaradan’ı düşünmek, insanın kendine, kendi nefsine dönmesi, nefis muhasebesini yapması bütün dinlerde orucun ortak muradıdır. Kimi zaman iştahın, kimi zaman şehvetin, kimi zaman (konuşma gibi) bazı bedensel yetilerin “askıya alınması” insanın Yaradanını ve
eylemlerini tefekkür etmesi amacıyladır. T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 1 3
dosya
Oruç: Hikmet Kapısı
Prof. Dr. Adem Apak • [email protected]
İslam öncesi Arabistan’da çetin hayat şartları ve geçim zorluğu sebebiyle Araplar arasındaki öncelikli irtibat şekli düşmanlıktı. Buna göre aralarında herhangi bir
anlaşma bulunmayan iki Arap kabilesi tabiî olarak birbirlerine
düşman kabul edilmiştir. Dolayısıyla kabile savaşları İslam öncesi Arabistan toplumunda rutin hale gelmişti. Öyle ki, Arap câhiliyye hayatında en önemli sosyal hadiseler olarak Eyyâmü’l-Arab adı verilen kabile savaşları kabul edilirdi. Savaş halinin devamlı geçerli olduğu bu şartlarda Araplar, hac ve ticaret gibi zorunlu faaliyetlerini îfâ
edebilmek için güvenli zaman dilimlerine ihtiyaç duymuşlardır
ki, onlara bu imkânı Hz. İbrahim (as) zamanında tespit
edilmiş bulunan Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb
gibi savaşın yasak kabul edildiği haram aylar sağlamıştır.
Nitekim Araplar, Hac vazifesini de bu dönemde gerçekleştiriyorlar; savaşsız geçen bu dönemde Arap kabileleri her taraftan Mekke’ye geliyor, buralarda birkaç gün
konaklıyor, ihtiyaçlarını gideriyor, mallarını takas ediyor,
sayfa 14 • Perspektif
gece sohbeti ve eğlenceler tertip ediyor, daha sonra da
güvenlik içinde yurtlarına dönüyorlardı. (Bakara, 2/197198). Bu sebeple cahiliye dönemi Arapları adı geçen ayları en mübarek, muteber ve makbul aylar olarak kabul
ediyorlardı.
İslâm dini de yukarıda zikri geçen haram ayları tanıdı
ve kutsal saydı. Bu aylarda her türlü şiddet hareketini yasakladı. Ayrıca Müslümanlar için hac yine bu dönemde
farz kılındı. İslâm’ın gelmesiyle Araplar arasındaki aylar
konusundaki en büyük farklılık Ramazan ayında kendini
gösterdi. Zira Ramazan ayı İslâm öncesi geçmişle mukayese edildiğinde ayların en üstünü ve muteberi haline geldi. Öyle ki, Müslüman toplumlar arasında zamanla
bu ay on bir ayın sultanı olarak ilan edildi. İslâmî dönemde
Ramazan’ın diğer ayların fevkinde görülmesinin en bariz özelliği ise bin aydan daha faziletli olan Kadir gecesinin bu ayda bulunmasıdır. Kadir gecesini bin aydan daha faziletli hale getiren hususiyet ise insanlığın son hidayet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in bu gecede yeryüzü semasına inmeye başlamasıdır. Dolayısıyla fazilet açısından Ramazan ayını diğer ayların önüne geçiren en mühim hususiyet, Allah’ın bütün insanlık için son mesajı
ve nuru olan Kur’an’ın bu ayda indirilmiş olmasıdır. Ramazan için bu fazilete İslâm dininin beş temel esasından
olan oruç ibadetinin bu ayda yerine getiriliyor olmasını da ilave etmemiz gerekir.
Ramazan ayı, gerek Müslüman fert, gerekse Müslüman toplumların hayatında büyük etkiler bırakan müstesna bir zaman dilimini temsil eder. Gerçekten de bu ay
geldiğinde insanların gönüllerinde ve sosyal hayatlarında bir heyecan ve yenilenme, toplumların manevî dünyalarında da bir canlanma, neticede de bir olgunlaşma işaretlerine şahit olunur. Öyle ki, oruç ibadetinin de etkisiyle bütün Müslüman toplumlar üzerine adeta bir melekût sukûneti hakim olur. İnananların hal, söz ve davranışlarında müsbet anlamda muazzam gelişmeler meydana gelir.
İnsanlığın son rehberi ve önderi Hz. Peygamber
(sav), insanı ve Müslüman toplumları pek çok cihetten
etkileyen Ramazan ayına hususi olarak hazırlanır, sahâbesine de aynı hususta hazırlık yapmalarını tavsiye ederdi. Nitekim bir Ramazan arefesinde Medine mescidinde ashabına hitabet şu minvalde bir konuşma yapmıştır
ki, burada dile getirilen ifadeler, Ramazan’ın Müslüman
üzerindeki olumlu etkilerini en güzel bir şekilde ortaya
koyar:
“Ey insanlar, Mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu ayın içinde bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi vardır. Orucu farz, kıyamı (teravihi) sünnettir. Bu ayda yapılan nafile bir ibadet, farz bir ibadete; farz bir ibadet ise
onun yetmiş katı sevaba denktir. Ramazan, karşılığı cennet olan sabır ve ihsan ayıdır. Öyle ki, Müminlerin rızkı
Ramazan’da çoğalır. Bir oruçlu, orucunu açtığı esnada günahları Allah tarafından bağışlanır. Bir hurma ve bir avuç
su ile iftar açtırana da Allah aynı sevabı verir. Ramazan,
evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden
kurtulma ayıdır. Kim bu ayda işçisinin işini hafifletirse,
Allah onu bağışlar ve cehennem ateşinden azat eder. Ey
insanlar! Ramazan ayında dört şeyi çok yapın. Bunlardan
ikisi ile Rabbinizi razı edersiniz. Diğer ikisine ise sizin ihtiyacınız var. Rabbinizi razı edeceğiniz şeyler; kelime-i şahadet ve tevbe-i istiğfardır. Sizin muhtaç olduğunuz iki
şey ise, Allah’tan cenneti ister, cehennemden O’na sığınırsınız. Kim oruç tutan bir mümine su ikram ederse, Allah da onu benim Kevser havuzumdan içirir. Bu havuzdan içen cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” (İbn
Huzeyme, Sahih, (Thk. M. M. A’zamî), III, 191-192,).
Allah Rasûlü (sav) yukarıdaki konuşmasında ifade ettiği hususların tamamını Ramazan’da bizzat yaşamıştır. Onun
hutbesinde dile getirdiği hususları başlıklar altında ele almak mümkündür:
Ramazan: Kur’an ayı
Allah Rasulü (sav) her şeyden önce içinde nazil olmaya başlaması sebebiyle bu ayı Kur’ân ayı olarak kabul
etmiştir. Dolayısıyla bir taraftan gündüz saatlerinde sahabeyle birlikte Kur’ân okur; diğer taraftan da gece saatlerinde Cebrail ile kendisine o zamana kadar nazil olmuş âyetleri mukabele ederdi. Müslümanlar Ramazan ayındaki bu “mukabele geleneği”ni günümüze kadar devam
ettirmişlerdir. Ramazan aylarında sadece hatm-i şerifler
okumak suretiyle Kur’ân’dan gerçek anlamıyla istifade etmiş olunamaz; Kur’ân’ın bize ne demek istediğini anlamaya çalışmak, tabiî ki asıl hedef olarak Kur’ân’ın bizden
istediği şekilde yaşamaya çalışmak hususunda gayret göstermemiz de gerekir.
Ramazan: Oruç ayı
Ramazan Kur’ân ayı olduğu kadar aynı zamanda
oruç ayıdır da. Çünkü farz olan oruç ibadeti bu ayda yerine getirilir. Hz. Peygamber (sav) farz olan Ramazan orucuna çok ehemmiyet verirdi. Oruç ibadeti, oruç tutan insanları yeme, içme ve birtakım bedeni ihtiyaçları karşılamayı erteleme yönüyle adeta nefisleri olmayan bu sebeple günah işlemeyen meleğe çevirir. Oruç ibadeti, Müs-
lümanın kendi heva ve hevesiyle mücadele etmesini, genel anlamda nefsini tezkiye etmesini sağlar. Bunu başarabilen oruçlunun mükâfatı iftar yemeğidir. Tabii ki, bu
maddi mükâfattır. Gerçek mükâfat ise Allah’ın rızasıdır.
Zira Allah Rasûlü (sav) inanarak ve karşılığını sadece Allah’dan bekleyerek tutulan orucun, kişinin geçmiş günahlarının tamamının kefaretine vesile olacağını garanti eder. Hz. Peygamber (sav) iftarda acele edilmesini, sahurda ise imsaka uzanan geç vakte kadar yemeyi tavsiye
ederdi (Müslim, Sıyâm 48-50). Ayrıca Allah Rasûlü
(sav) sahur yemeğinde bereket olduğunu söyler, oruç söz
konusu olduğunda Ehl-i Kitap’la Müslümanlar arasındaki
farkın sahur yemeği olduğunu ifade ederdi (Müslim, Sıyâm, 46).
Ramazan: Teravih ayı
Ramazan denildiğinde bazıları için direkler arasındaki
gece eğlenceleri akla gelir. Günümüzde de benzer şekilde Ramazan geceleri adeta eğlence faaliyetlerine sahne
olmakta, dolayısıyla bu eğlence meclisleriyle oruç tutanların
bir kısmı camiden ve tabiatıyla teravihten alıkonulmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, Ramazan geceleri ancak teravih ile ihya edildiğinde Ramazan gecesi olur. Zira Ramazan ayı aynı zamanda bu aya has kılınan Teravih namazıyla bir anlam kazanır. Öyle ki Allah Rasûlü (sav)
bu ayda teravihi asla ihmal etmemiştir. O ilk üç gün bunu sahabeyle birlikte cemaatle kılmış; daha sonra ümmetine
farz olacağı endişesiyle evinde yalnız kılmaya devam etmiştir. Bu namaz, halife Hz. Ömer dönemine kadar da
çoğunlukla münferit kılınmıştır. Ancak o, halife olduğu
zaman görevlendirdiği şehir öğretmenlerine halka teravihi cemaatle kılmalarını emretmiş, böylece onun başlattığı
teravih uygulaması günümüze kadar ulaşmıştır.
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 1 5
dosya
Ramazan: İtikâf ayı
Ramazan ayı, yine bu aya mahsus olan itikâf ibadeti
ile de ayrı bir hususiyet kazanır. Ancak zamanla bu ibadet Müslümanların neredeyse terk ettiği ve adeta ehemmiyeti unutulan bir sünnet haline gelmiştir. Halbuki Hz.
Peygamber (sav) her Ramazan’da mutlaka itikâfa girerdi. Bu hususta Hz. Aişe’den gelen rivayette şöyle buyrulur:
“Rasûlullah (sav) vefat edinceye kadar Ramazan’ın son
on gününde itikâfa girer ve derdi ki: “Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın”. (Buhârî, Fadlu Leyletü’l-Kadr 3, İtikâf 1,14; Müslim, İtikaf 5). Aynı konuda Ebu Saîd’den gelen rivayet ise şöyledir: “Biz, Hz. Peygamber (sav) ile birlikte Ramazan’ın orta on gününde i’tikafa girdik, yirminci günün sabahı olunca eşyalarımızı (evlerimize) taşıdık. Rasûlullah (sav) bir hutbe irad etti ve
sonra şunu söyledi: “İtikafa girmiş olanlar, itikâf mahallerine dönsünler. Zira bu gece bana Kadir gecesinin hangi gece olduğu gösterilmişti, sonra unutturuldu. Siz,
son on günde ve tek gecelerde arayın. Ayrıca bu gece kendimi su ve çamur içinde secde eder gördüm.” Rasûl-i Ekrem (sav) itikâf mahalline dönünce, o günün sonuna doğru hava bozdu. Mescid, o sıralarda (üzeri dallarla örtülmüş) çardak şeklindeydi. Hz. Peygamber’in (sav) burnu ve burun yumuşağı üzerinde su ve çamur bulaşığını
gördüm. Bu gece 21. gece idi.” (Buhârî, Fadlu Leylet’lKadr 2, 3, İtikaf 1, 9, 13; Müslim, Sıyâm 213). Ebu Hüreyre’den gelen rivayette ise bu konuda şöyle bildirilir:
“Hz. Peygamber (sav) her Ramazan’da on gün i’tikafa girerdi. Vefat ettiği yılda ise yirmi gün i’tikafa girdi.” (Buhârî, İ’tikaf 17; Ebu Dâvud, Savm 78, (2466). İbnu Mâce, Sıyâm 58).
Ramazan: İkram ayı
Ramazan, Müslümanlar için cömertlik ayıdır. Bu hu-
sayfa 16 • Perspektif
susta Allah Rasulü (sav) bütün Müslümanlar için en güzel örnekliği sunar. Öyle ki, Hz. Peygamber (sav) sofrasını Ramazan’da herkese, özellikle de fakirlere açardı. O,
hayır ve yardımlaşma konusunda insanların en cömerdi
idi. Özellikle de Ramazan ayı geldiği zaman Hz. Cebrail ile görüştüğünde bu cömertliğin sınırı olmazdı. Hz. Cebrail ile görüşmesi Ramazan ayı boyunca her gün gerçekleşirdi. Onun hayır-hasenattaki cömertliği esen rüzgara
benzerdi. (Buhârî, Savm 7).
Burada ifade etmemiz gerekir ki, Müslümanlardan bir
kısmı Ramazan ayında cömertliklerini göstermekle birlikte, bu faaliyette fakirleri gözetmek yerine lüks otellerde
pahalı iftarlar vermek suretiyle sadece yakınlarını ve birbirlerini ağırlamaktadırlar. Bu da oruç ibadetinin lüks tüketim aracı haline gelmesine, üstelik pahalı menülerle israfa sebep olmaktadır ki, bu manzaraları hem orucun, hem
Ramazan’ın ruhaniyetiyle hem de İslâm dininin paylaşma anlayışıyla hiçbir şekilde izah ve telif etmek mümkün
değildir. Dolayısıyla adeta gösteri haline gelen bu tür iftar faaliyetlerini terk edip daha mütevazı ve ihtiyaç sahibi
insanların da dahil ve misafir edildikleri sade iftar ve sahur organizasyonlarının düzenlenmesi gerekir. Unutmamalıyız ki, iftarlar çok güzel yemekler yemek için gerçekleştirilen şölenler değil, Müslümanların Allah tarafından
kendilerine sunulan nimetleri yine Allah’ın kullarıyla paylaşarak birbirlerine cömertçe ikram ettikleri müstesna anlardır.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in (sav) Ramazan ayını manevî anlamda bir arınma ve temizlenme ayı olarak
gördüğünü ve bir taraftan kendisini arındırmaya gayret
ederken, diğer taraftan da çevresini buna göre şekillendirmeye çalıştığını da ifade etmemiz gerekir. Müslümanlara
düşen de bu hususta Allah Rasûlü’nü (sav) kendilerine
örnek almak olmalıdır. dosya
Ramazan Avrupa’da da Güzel!
Mahmut Aydınel • [email protected]
Toplu iftarlar, teravih namazları, cami avlusunda yemek standları, çay ile birlikte sahur vaktine kadar sohbetler ve gözün eriştigi her tarafta cıvıl cıvıl insanlar. Burası Türkiye veya herhangi bir İslam ülkesi değil, burası Avrupa. Ve Avrupa’daki bir Müslüman bu ortamı bırakıp birkaç adım attığında kendini çok farklı bir dünyada bulabiliyor. Halbuki mekan yakın ve zaman aynı.
İslamî cemiyetler ve Müslümanların bireysel çabaları sonucunda Avrupa’nın değişik yerlerinde küçük alanlarda
da olsa, “Ramazan’da bir İstanbul akşamı” atmosferini hissetmek mümkün olabiliyor. Bu arada dışarıda rutin hayat
devam ediyor ve Ramazan ayının heyecan ve coşkusunu
sokaklarda görmek tabii ki pek mümkün olmuyor.
Hemen her kesimden ve her yaştan, hatta dini konularda
hassasiyet sahibi olmayan Müslümanlar tarafından bile benimsenen Ramazan ayı, toplumun tümünü etkisi altına alır. Oruç ve teravih namazları bir ay boyunca titizlikle
takip edilir. İftar davetleri Müslümanlar arasında güçlü bir gelenektir. Misafirler davete icabet ederler, beraber iftar edilir ve sohbetler eşliğinde güzel bir Ramazan
akşamı geçirilir. Ve Müslümanların bir gelenek
haline getirdikleri bütün bu adetlerinin yanı sıra, Türkiye’de hemen hemen her mahallede iftar çadırlarının kurulması geleneği şimdilerde
Avrupa’nın bazı büyük şehirlerine de taşınmış
bulunuyor. Şehrin kalabalık bir meydanında yerleştirilen ve çoğu zaman Müslüman cemaatler
tarafından finanse edilen iftar çadırlarında Müslümanlar, çok seyrek olarak iftar sofralarına
katılıyor da olsalar gayri-müslimlerle birlikte iftar ediyorlar. Böylece hem İslam kültürü Avrupa’ya
taşınmış ve yaşatılmış oluyor hem de farklı görüş ve inançtan insanların kaynaşmasına, İslam
ve Müslümanlar hakkında soru işaretlerinin
ortadan kalkmasına vesile olunuyor. Kısaca if-
tar çadırları Avrupa ve Avrupalılar için her yönüyle büyük bir zenginlik sunuyor.
İftar çadırlarının Avrupa ile tanışmasının hikayesi ise
bir hayli ilginç: Seneler evvel Hollandalı bir öğretmen
turist olarak Türkiye’ye gelir. Tatili Ramazan ayına
denk geldiğinden akşam olduğunda insanların büyük meydanlarda kurulmuş çadırlara girip orada yemek yediklerine şahit olur. Bunun yılın 365 günü yapılan normal
bir şey olduğunu düşünen öğretmen, cebinden para çıkarıp yemek yemek için çadıra yanaşır. Güleryüzlü bir
şekilde karşılanıp, yemek ikram edilmesinin, üstelik
para da alınmamasının ardından (hayret eder ve) öğrenir ki, Ramazan çadırları ve ikram edilen yemekler bu
aya mahsus bir gelenektir. Tatilini bitirip Hollanda’ya
döndükten sonra tanıdığı Türkler’e yaşadıklarını anlatır ve böylece Avrupa’nın ilk Ramazan çadırı Haarlem
şehrinde kurulmuş olur...
Avrupalı Müslümanların kendi ülkelerinden (özellikle Türkiye’den) buraya getirdikleri bir başka gelenek
ise Ramazan etkinlikleri ya da Ramazan eğlenceleri. Bugün Avrupa genelindeki birçok camiinin avlusunda iftar çadırları kuruluyor ve kimi hediyelik eşya alışverişi
imkanları sunuluyor. İnsanlar oruçlarını cami avlusunda açıyor, teravih namazlarını cemaatle eda ediyor ve birçoğu sahur vaktine kadar cami çevresinde sohbetlerine
devam ediyor. Böylece binlerce kilometre uzakta olsalar da dedelerinin inşaa ettiği ve yıllardır sahiplendikleri camiilerinde “Eyüp Sultan”ın manevi havasını yaşı-
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 1 7
dosya
yorlar/yaşatıyorlar.
Avrupalı Müslümanlar, kimileri için hala gurbet, kimileri için artık memleket olan Avrupa şehirlerinde Ramazan geleneklerini yaşatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kısıtlı imkanlar çerçevesinde camileri ve Müslüman dostlarını yalnız bırakmıyorlar. Gayri-müslim olan
ve çoğunluğun oruç tutmadığı bir toplumda oruç ibadetini yerine getirmek ve gündelik hayata devam etmek
birçok yönüyle zor. Ancak Müslümanların azınlıkta olduğu bu ülkelerde Ramazan’ın izlerine gündelik hayat
içinde nadiren rastlanmasına rağmen, aileler Ramazan’ı günlük hayatın bir parçası olarak yaşıyor, yaşamaya çalışıyor. Buna ilaveten dostluk, kardeşlik ve komşuluğu
geliştirmek için Müslüman aileler gayri-müslim komşularını
hem camilerine hem de iftar için evlerine davet edebilirler. Rahat ve huzurlu ortamlarda bu toplumda birlikte yaşadığımız insanlarla daha sağlıklı fikir alışverişine
bu şekilde girilebilir. Önyargıları, peşin hükümleri, ortadan kaldırmak için Ramazan, hepimize istifade edilmesi gereken güzel bir vesile sunuyor.
Çocuğa Her Yer Ramazan (Bayramı)
Avrupalı Müslüman ailelerin Ramazan’ı kendilerini ve
kültürlerini gayr-i müslim komşularına anlatmak için bir
fırsat bilip değerlendirmeleri gerekir ve aileler bu atmosferde büyüyen çocuklarına da Ramazan ayının güzelliklerini, hikmetlerini ve nimetlerini en güzel şekilde anlatmalı
ve onların birçok şeyi oyun yoluyla öğrendiklerini dikkate almalılar. Geriye dönüp geçmişe bakıldığında, özellikle Osmanlı döneminde çocuklara Ramazanı sevdirmek için
uygulanan birçok yöntem olduğu görülebilir. Bunlardan
birkaçı; sadaka taşı, sadaka kutusu, fukara sofrası ve misafir
ağırlama oyunları olarak zikredilebilir.
sayfa 18 • Perspektif
Başlangıçta çocuklara tekne orucu, yani yarım gün
oruç tutturulur ve o gün bir ip kesilerek dualarla çocuğun kutusuna veyahut da sandığına konur, sonra biriken
ipler bağlanır ve aile büyüklerine satılır. Ailenin büyükleri
İhlâslar okuyarak o ipleri birbirine bağlar ve sonra minyatür süslü bir sandığa bağlayıp bu sandığı açık artırmayla
çocukların akrabalarına sunarlar. Böylelikle sandık satılır ve çocukların bayram harçlığı da çıkmış olur. Aileler çocuklarının Ramazan ayının manevi havasını içlerine çekebilmeleri için Ramazan eğlencelerinin düzenlendiği yerleri ailece gezebilir, camilere teravih namazlarına gider, fakir fukarayı ayırt etmeksizin iftar yemeğine davet eder, evin en güzel köşesinde renkli minyatür mahyalar kurar, bu mahyalara “Hoşgeldin Ramazan”
yazıp çocuğun gönlüne ve gözüne hitap ederler.
Avrupa’da da aynı coşkunun yaşanması için, çocuklara buna benzer birçok oyun ile, Ramazan ayını ve orucun ehemmiyetini güzel bir şekilde anlatılabiliriz. Bunun
için ilk etapta çocuğun gözüne ve kalbine hitap edilmesi
gerekmektedir. Çocuklar renkli ve cümbüşlü olan her şeyi sever. Örneğin Ramazan ayına hazırlık olarak evlerin
güzel bir köşesini süsleyip Ramazan ayının günlerini gösteren bir takvim hazırlayıp her gün için küçük bir hediye hazırlanabilir. Bu bir sevgi sözcüğü, bir öpücük, bir
bebek veyahut da bir araba olabilir. Evin başka bir yerine de bir pano asıp, bu pano güzel sözler, dualar, fıkralar, ayetler ve hadislerle süslenebilir.
Ayrıca Ramazan ayı çocuğun karekterinin gelişmesi için
iyi bir fırsattır ve oruç tutmanın çocuklar için çok önemli ve anlamlı bir yeri vardır. Oruç yetişkinliğe atılmış ilk adım
olarak görülür, oruç tutmayı başardığında çocuk kendisiyle
gurur duyar ve kendine olan güveni artar, hatta arkadaşlarıyla oruç tutmada yarışır. Böylelikle oruç ile gelen ihla-
sın tadına varır… Günümüzde çocuklara kültürümüzde
olduğu gibi tekne orucu tutturup her tutulan oruç için çocuğa özel/has bir şey verip Ramazan’ın sonunda büyük bir
seromoni ile ailelere satabilir, onlara orjinal bir hediye sunabilir veyahut da on bir ayın sultanı olan Ramazan ayı gibi çocukları oruç tuttukları için bir aylığına evimizin sultanı veya padişahı ilan edebiliriz.
Bunun yanı sıra, Avrupa’da yaşayan Müslüman çocukları ailece yemek yemekten çoğunlukla yoksun olduklarından iftar ve sahurları ailece yapmaya özen göstermeli, israfa kaçmadan çocuğun sevdiği yemekleri
hazırlamalı, sevdiği arkadaşları iftara davet etmeliyiz. Yoksul ve fakirleri unutmayıp, çocukların empati kurabilmesi
için sadaka kumbara ve kutuları vs. hazırlayıp çocukların sadaka vermeye ve hayır işleyebileceği bir ortam hazırlamaları tavsiye edilebilir, ayrıca ormanlara gidilip, aç
kalan diğer canlı varlıkların da doymasına vesile olunup
çocukların merhamet duygularının gelişmesini ya da tazelenmesini sağlayabiliriz. Aileler, bir verene Allah mükafat olarak kat kat vereceğini anlatıp çocukların hayırda yarışmalarını teşvik etmelidirler.
Avrupa’da yaşayan ailelerin çocuklarına Ramazan coşkusunu daha iyi yaşatabilmeleri için esasen farklı birçok
imkan ve seçenek var. En önemlilerinden biri, gayrimüslim komşu çocuklarının ve sınıf arkadaşlarının iftar
yemeklerine davet edilmesi, okullarda gayri-müslim
çocuklara Müslüman ebeveynler ve çocukları tarafından
Ramazan ayının tanıtılmasıdır. Bu bilgiler sınıflarda bir
ders saati veya birkaç dakikalık sunum şeklinde verilebilir. Çocuklarla birlikte Avrupa’nın birçok mezarlığında bir Fatiha’dan yoksun kalmış Müslümanların kabirlerini ziyarette bulunabilinir. Avrupalı Müslümanlar
artık yaşadıkları ülkelerde kalıcı oldukları için, bu tür ge-
lenekleri yeniden uyarlamaları ve devam ettirmelidirler ki, çocuklar dinlerini ve kültürlerini yaşadıkları toplumla bağdaştırabilsinler.
Aileler çocuklarının bir dahaki Ramazan ayını iple çekmelerini istiyorlarsa onları camilere, teravih namazlarına ve cami avlularında organize edilen eğlencelere götürmeye özellikle özen göstermeliler. Camilerde kılınan
teravih namazları, okunan Kur’an-ı Kerim’ler, beraber
açılan iftarlar ve toplu halde kılınan bayram namazlar çocuğun dünyasında çok farklı bir pencere açar. Çocuklar
kolay kolay ailece veyahut da sevdikleriyle yaptıkları güzel olan hatıraları unutmazlar. Dolayısıyla bu ortamlar
çocukların Allah’ı ve Peygamberi anlaması için bulunmaz bir nimettir. Mübarek Ramazan ayında evimiz tıpkı, İstanbul’daki, Şam’daki, Bağdat’taki ya da Kahire’deki bir Müslüman evi gibi huzur kokmalı… Çocuklarımız
bu kokunun ve manevi havanın farkına varıp geriye kalan diğer 11 ayında Ramazan ayı olmasını istemeleri için
anne-baba birçok konuda fedakarlık göstermelidir.
Ramazan için yapılan ön hazırlıkları Ramazan bayramı için de yapılmalıdır. Çocuklara güzel bayram elbiseleri alıp onlar ile hediyeleşilmelidir. Hediye vermenin
sünnet olduğunu bunun sadece büyüklerin küçüklere aldığı hediyelerden ibaret olmadığını çocuklara öğretmeli
ve onları da hediye vermeye yönlendirmeliyiz. Mahalledeki komşular ile bayramlaşıp çocuklar için güzel ve
heyecanlı olan “şeker toplama” geleneğini unutmayıp onlara ufak bir harçlık, şeker, çikolata verip hal ve hatırlarını sorup minik gönülleri almalıyız.
Çocuklar ailece bayram namazına gidip akabinde sevdikleriyle bayramlaşıp Ramazan ayını ihya ettikleri için
şükür namazı kılıp bir dahaki Ramazan ayına kavuşmak
için dua etmeliler. Bu mübarek ayı çocuklarımız ile en
iyi şekilde değerlendirebilme duasıyla... T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 1 9
dosya
Osmanlı’da Ramazan Âdetleri
Aişe Akova • [email protected]
Hemen hepimiz Türkiye’de, özellikle İstanbul’da bugün dahi Ramazan’ın bir başka yaşandığını duymuşuzdur. Hatta birçoğumuz bunu bizzat yaşamış, Ramazan’ın
birkaç gününü dahi olsa bir kez daha İstanbul’da geçirmek için hala “can” atıyoruzdur. Peki nedir Türkiye’de
(ya da payitaht İstanbul’da) Ramazan’ı eşsiz kılan
şey(ler)? Kuşkusuz asırlara şamil gelenekler, yani Osmanlı
tecrübesi... Aynı atmosferi Avrupa’da yaşadığımız yerlere taşımak, yaşanılan yerlere mahsus unsurlarla da birleştirip “orjinal” bir terkip inşa edebilmek için ise “eski”yi biraz daha yakından tanımak gerekli. Her birimizin iliklerine sinmiş (ancak bazıları bugün unutulmuş)
âdetlerimizin hikmet-i sebebini bilirsek, onları bulunduğumuz her yerde yaşamak ve bizden sonrakilere miras bırakmak çok daha kolay olur hiç kuşkusuz... O zaman eskiye ya da eskimeyene biraz daha yakından bakalım:
Fiyatları belirleyen “narh defterleri”
Osmanlı’da Ramazan-ı şerifin yaklaşmasından dolayı
gerek ekmek, gerekse eşya fiyatlarının inip çıkmaması
konusunda devlet tarafından sabit fiyatlar belirleniyor
ve belgelerde kayıda geçiyordu. Bu çıkan fiyat belgelerine narh defteri deniliyordu. Bu fiyat belgelerini mahalle
imamlarının bakkallara iletmeleri emrediliyordu. Bu şekilde Ramazan ayından özellikle gıda maddelerinin fi-
yatları düşük tutulması ve fakir ailelerinde Ramazanda
rahat alış veriş yapması sağlanırdı.
İftarda kapılar herkese açıktı
Ramazan’da halk, eşine-dostuna iftar vermeyi büyük
bir ibadet kabul eder, misafir ağırlamak için çırpınılırdı. Ramazan boyunca iftar vakitlerinde kapılar açık tutulurdu. Böylece yolda kalan ve ihtiyacı olan herkes istediği eve girer iftar sofrasına dahil olurdu. Bunun için
tanıdık olmaya gerek yoktu ve iftar için gelenin kim olduğu da asla sorulmazdı.
İbadet için çalışma saatleri düzenlenirdi
Ramazan ayı sosyal hayatın, hatta çalışma hayatının
önemli ölçüde değiştiği bir aydı. Öyle ki devlet dairelerinde tatil ilan edilir, gazeteler çıkmazdı. Önemli makamlar
ise gece açılırdı. Bu düzenleme, “Bu ayda, emri altında
olanların vazifelerini hafifletenleri Allah-u Teala affedip,
Cehennem ateşinden kurtarır.” hadis-i şerifine dayandırılırdı. Bu uygulamadan dolayı halkın vakti çok olurdu.
Ramazan ayını en iyi şekilde idrak edebilmek için bazı
kimseler camilerde itikafa girer, ramazan boyunca ibadetle meşgul olurlardı.
Dikkat padişah çıkabilir!
Padişahlar ramazanda, halkın ihtiyaçlarını öğrenmek
ve köşe bucak mahallelere kadar girip nelerin yolunda
gidip gitmediğini bizzat görmek için tebdil, yani kıyafet
değiştirerek gezerlerdi. Ekmek, et, yağ, mum ve benzeri ihtiyaçlarla ilgili dükkanları gezen padişahlar, fırındaki
ekmeğin gramajını, narh fiyatlarına uyulup uyulmadığını
da kontrol eder, düzeltilmesi için derhal emir çıkarırdı.
Sosyal dayanışma örneği “sadaka taşları”
Sadaka taşları taş bloklardan oluşan, genellikle cami
veya türbe köşelerinde bulunan, ortası çukur, bir buçukiki cm yüksekliğinde taşlardı. Bu taşlar Osmanlı’da sosyal dayanışmanın bir parçasıydı ve fakirlerin umut kapısıydı. Fakirler dilenmekten, zengin riya ve gösterişten
çekindiği için sadakalarını bu taşlara koyar, fakir de gece vakti gelip ihtiyacı kadarını buradan alıp, geriye kalanını kendisi gibi bir başka fakire bırakırdı.
sayfa 20 • Perspektif
Silin borçlarını...
Osmanlı’da ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb. dükkanlarına
girer, onlardan Zimem defterini, yani veresiye defterini
çıkarmalarını isterdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele
sayfaların yekununu yaptırıp, “Silin borçlarını... Allah kabul etsin” der, çeker giderdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi.
mesi) Farsçada aylık manasına gelen “mahiye” kelimesinden gelir. Bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir
halattan küçük kandiller sarkıtılarak gece karanlığına sözcükler yazmak, günümüze kadar gelen bir Osmanlı sanatıdır. Günümüzde elektrikle yazılan mahyalar, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir sanattı.
Mahyacılar ramazanın her akşamına ayrı ayrı sözlerle mahya kurmak için gün boyu çalışır; ve iftardan sonra yüzlerce kandillerden oluşan mahya iki saat yanardı.
Huzur dersleri
İlmiye sınıfına özel bir ihtimam gösteren Osmanlı padişahları, ramazan ayında ulemanın ileri gelenleriyle birlikte “Huzur dersleri” adıyla bu aya mahsus dersler yaptırırdı. Kadı Beydavi Tefsiri okumanın adet olduğu huzur
derslerinde konular öylesine ince ayrıntılarıyla tartışılırdı
ki Fatiha suresiyle başlayan ve 169 yıl fasılasız devam edilen derslerde Kur’an-ı Kerim’deki muayyen sıra takip
edilerek ancak Nahl Suresi’ne kadar gelinebilinmiştir. Bu
dersler sayesinde küçük yaşta bulunmalarına rağmen şehzadeler, pek çok ilmi meselelere vakıf olurlardı.
Pilavın içinde “diş kirası”
Osmanlı döneminde zengin köşk veya konaklarda iftara davet edilen misafirlere iftarını yapıp teravihe gitmek üzereyken hane sahibi tarafından kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler diş kirası olarak hediye edilirdi.
Yemeğini bitirenler diş kiralarını aldıktan sonra “Kesenize bereket”, “Allah daha çok versin”, “Ziyade olsun”
gibi dualarla konaktan ayrılırlardı. İşin aslı ise, bu vesile ile muhtaçlara yardımda bulunmak ve onları sevindirmekti.
Fatih dönemi sadrazamlarından Mahmut Paşa bu konuda
çok güzel örnek olmuştu. Mahmut Paşa, Paşanın sofrasında oruç açanlar, “diş kirasına” ilaveten her akşam mutlaka ikram edilen nohutlu pilavın gelmesini dört gözle
beklerdi, dişlerine takılma ihtimali olan sert bir sahte nohut yakalama ümidiyle… Çünkü Paşa, kazanlarda pilav
pişirilirken pilavın içine nohut biçimi verilmiş altınlar atardı. Bu altın nohutların dişe takılma ihtimali olduğundan
bu hediyeleşmeye “diş kirası” dendi. Az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur
Bir başka ramazan adeti ise “az yiyen melek olur, çok
yiyen helak olur”, “az yiyen hergün yer, çok yiyen bir gün
yer” gibi vurgulu sözleri hat sanatçılarına yazdırıp yemek
odalarına astırmalarıydı. İftar sofralarında bunu görenler yemede ölçüyü kaçırmaz, doymadan sofradan kalkmayı bilir ve Peygamber Efendimizin (sav) sünnetini de
yerine getirmiş olurdu.
Ramazanın Yıldızları: Mahyalar
Ramazan ayına mahsus olan mahyalar (mahya keli-
Kaynak:
• Tolga Uslubaş: Böyleydi Osmanlı’nın Ramazan’ı
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 2 1
söyleşi
Kur’an’ın Gölgesinde Bir Ramazan
Abdullah Yıldız İle Söyleşi
Murat Kubat • [email protected]
- Müsaade ederseniz Hocam, röportaja genel bir
soruyla giriş yapmak istiyorum: Sizce, Ramazan ayı
bir Müslüman için ne ifade etmelidir? Özellikle
Türkiyeli Müslümanlardaki mevcut Ramazan ayı
algısında hatalar olduğunu düşünüyor musunuz?
- Maalesef, Türkiyeli Müslümanlar arasında yaygın
bir “Ramazan Müslümanlığı” algısı var; Ramazan ayı ile
başlayıp Ramazan Bayramı ile biten ve genellikle ‘nerede
kalmıştık?’ dercesine eski yaşam biçimine kaldığı yerden
devam edilen bir “geleneksel Müslümanlık”; handiyse örf
haline gelmiş bir “kültürel Müslümanlık” da diyebiliriz
buna. Farz namazları kılmayıp yalnız Teravih’e giden,
gündüzleri de yalnız mide orucu tutmakla yetinen bir Müslümanlık. Halbuki Tevhid’in hakikatine iman eden müminlerin, bu inancın eyleme dönüşmüş biçimleri olan
beş vakit namazla, zekât ve infakla, davet, dua, kıraat, tefekkür, zikir ve tesbihâtla hayatlarını sürdürürken, Ramazan ayında buna oruç ibadetini de ekleyerek, yufkalaşan yürekleri ile daha çok infak ederek, Kur’ân-ı Kerim’in inzal buyurulduğu bu ayda Kitabullah’ı bir kez daha okuyup anlayarak, onun hayat verici ilkelerine göre
yaşayıp arınarak, namazlarına Teravih’i ekleyerek İslamî hayatlarına yeni bir coşku katmaları, adeta her Ra-
ABDULLAH YILDIZ:
1954 yılında Adana’nın Kozan ilçesinde doğdu. Adana İmam Hatip Lisesini 1973 yılında bitirdi. Aynı yıl girdiği
Konya Selçuk Eğitim Enstitüsünden 1976 yılında mezun oldu. 22 yıl öğretmenlik yaptı.
Çalışmaları Kur’an ve ‘‘Tarih Felsefesi’’ üzerinde yoğunlaşıyor. Başlıca eserleri şunlardır: Namaz: Bir Tevhid Eylemi,
Kur’an’ı Anlamaya Giriş,
Yusuf’un Üç Gömleği.
sayfa 22 • Perspektif
mazan ayında yeniden doğmaları, dirilmeleri ve bu diriliklerini, duruluklarını diğer 11 aya yaymaları gerekir.
- Peygamber Efendimiz’in (sav) Recep ayının girmesiyle sık sık, “Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” şeklinde dua ettiğini biliyoruz. Peygamberimizin ta Recep ayının başlangıcından itibaren, Ramazan ayına ulaşma isteğini dualarında zikretmesini nasıl okumalıyız?
- Yüce Peygamberimiz’in (sav), diğer aylardan daha
çok Recep ayına, Recep’ten daha çok Şaban ayına, ondan daha çok da Ramazan ayına önem verdiğini, daha
fazla ibadet edip âhiret havasına girdiğini biliyoruz. Esasen Recep Şaban’a, Şaban da Ramazan ayına bir hazırlıktır. Ramazan ayı ise Kadir Gecesi ile ve bu gecede nazil olmaya başlayan Kur’ân-ı Kerim’i gereği gibi anlayıp
hayata hakim kılma gayreti ile taçlanan bir mübarek zaman dilimidir. Zünnûn-ı Mısrî der ki: “Recep ekme ayıdır, Şaban sulama ayıdır, Ramazan ise derleyip toplama
ayıdır.” Dolayısıyla “Üç Aylar”, manevi ürünleri ekip-dikerek ve sulayıp geliştirerek sonunda inşaallah hasat edeceğimiz bereketli bir süreç olarak görülmeli ve geceleri
ve gündüzleri ile en güzel şekilde değerlendirilmelidir.
- Ramazan ayının önemi, Bakara sûresinin 185.
ayetinde şu şekilde vurgulanıyor: “Ramazan öyle bir
aydır ki, insanlara yol gösteren, doğrunun belgelerini
içeren ve doğruyu yanlıştan ayıran Kur’ân o ayda indirilmiştir...” ve ayet “Öyle ise sizden kim Ramazan ayına ulaşırsa o ayı oruçlu geçirsin.” şeklinde devam ediyor. Kısaca, Ramazan ayı değerini adeta Kur’ân’dan
alıyor ve biz bu ayı oruçlu geçiriyoruz. Kur’ân’ın indirildiği ayı oruçlu (savm ile) geçirmemizin hikmeti hakkında neler söylersiniz?
- Öncelikle, biz müminler her ibadetimizi Allah emrettiği için yaparız. İslam’da bütün ibadetlerin amacı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Ancak, Rabbimizin bizlere
emir buyurduğu her ibadetin elbette, kendisine mahsus
illetleri, hikmetleri ve gayeleri vardır. İbadetlerin bu gaye
ve hikmetleri bilinmelidir ki, yapılan ibadetler içi boş eylemlerden ibaret kalmasın. Orucun hikmet ve hakikatlerine
gelirsek: merhum Muhammed Esed, Bakara/183.âyeti
tefsir ederken, ‘ruhsal arınma’ olarak tanımladığı orucun
amacını üç maddede açıklar: (1) Kur’an vahyinin başlamasını kutlamak -ki Ramazan ayında vuku bulmuştu-;
(2) etkili bir nefs disiplini sağlamak; (3) herkese, bizzat kendi tecrübesi ile açlığı ve susuzluğu tattırmak, böylece
yoksulların ihtiyaçlarının gerçek anlamını kavratmak.”
İslâm âlimleri, genel manada orucun hikmetini; ‘nefsi menfî arzulardan alıkoymak, alışkın olduğu şeylerden koparmak ve şehevî gücünü düzene sokmak, böylece nefsi arındırmak’ şeklinde izah ederler. Gerçekten de oruç, müthiş
bir irade sınavıdır; sırf Allah için nefsin arzu ve isteklerine direnmektir.
- Ramazan ayı içerisinde bin aydan daha hayırlı
bir geceyi barındırıyor: Kadir gecesi. Kadir sûresinin ilk 3 ayetinde “Muhakkak ki Biz onu (Kur’ân’ı)
Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır...”
buyruluyor. Demek ki Kur’ân, inmeye başladığı geceyi kat be kat bereketlendiriyor. Bu ayete muhatap
olan Müslümanların bu ayetten alması gereken mesaj ne olmalıdır? Kadir gecesini mümkün mertebe ibadetle geçirip, geriye kalan günlerde daha az hassas
davranıp, daha az ibadet etmek doğru mudur? Kadir
gecesinin özel kılınması ile murad edilen bu mudur?
- Peygamberimiz (s.) bir Şaban ayının son gününde
ashabını toplayarak der ki: “Ey insanlar! Yüce ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize bastı. Onda bir gece vardır ki
bin aydan daha hayırlıdır…” Yani Ramazan’a saatler kala, o mübarek ay’ı müjdeleyen Peygamberimiz (s.), bin
aydan hayırlı -ki uzunca bir insan ömrü eder: 82.5 yılKadir gecesine dikkat çeker; hangi gecesi olduğu kesin
belirtilmeyip her gecesi Kadir olması muhtemel bu
ay’ın her gün ve gecesini Allah’ın razı olacağı amellerle
geçirmeyi, hiç bir ânını gafil geçirmemeyi hatırlatır. Devamla; “O ayda bir hayır işleyen kimse diğer aylarda bir
farz işlemiş gibi olur. O ayda bir farz işleyen ise diğer aylarda yetmiş farz işleyen gibidir.” buyurarak farz olan oruç
ve namazın dışında hayır işlemeyi ve salih ameller yap-
mayı tavsiye eder.
Burada bir farza yetmiş farz, hatta daha
fazlası ve “bir gece”ye “bin ay”dan
daha hayırlısı vaat
ediliyor. Yetmiş sayısının çokluktan
kinaye olduğunu
biliyoruz. Yedi yüz,
yedi bin, yetmiş
bin… Günümüzün
seküler, materyalist, pozitivist zihinlerinin algılamakta güçlük çekeceği bir oran bu.
Nasıl olur da bir gece, bin aydan hayırlı olur; bir iyilik
bir anda yetmişlere katlanır? Bir “fırsat mevsimi” bu. Bir
gün/gece, bir an öyle bir tevbe eder, öyle bir karar verirsiniz ki, hayatınız değişir, yepyeni bir sayfa açarsınız
hayatınıza; Allah’ın razı olacağı amelleri güzelce yapmaya
başlar ve devam edersiniz. Yoksa gece sabaha kadar ibadet edip, ertesi gün aynı hayat tarzına devam etmekle,
Kadir gecesinin “kadri” bilinmiş olmaz.
- Peygamber Efendimiz’in (sav), kendisine henüz
peygamberlik görevi verilmeden önceki yıllarda,
Hira Dağı’nda sık sık inzivaya çekildiğini, kendi iç
alemine yöneldiğini ve vahyi bu halde iken almaya
başladığını biliyoruz. Peygamberimizin, hicretin
ikinci yılında, Medine’de, orucun farz kılınmasıyla
birlikte, her yıl Ramazan ayının son on günü itikafa
girdiği bilgisine de sahibiz. Peygamberimizin gerek
Hira, gerekse de İtikaf tecrübesi, merkezinde haz ve
hız kavramlarının yer aldığı bu çağda bizlere neler
söyleyebilir ya da söylemelidir?
- ”İtikaf“ın kelime anlamı kendini tutmak; bir şeye
yönelmek, bağlanmak, yapışmaktır; dini anlamda ise, Allah’a yaklaşmak maksadıyla kendini mescide hapsetmek,
kapatmak demektir. Peygamberimizin (sav) Medine’ye
hicretten sonra her yıl Ramazanın son on gününde mescidde itikâfa çekildiği, mübarek eşlerinin de genelde aynı zamanda, kendi hücrelerinde itikâf yaptıkları nakledilir. İtikafa giren kimse, kendisini dünya işlerinden ayırarak Allah’a yönelir; ibadetle meşgul olur, tefekkür eder,
zikir yapar. Bol bol Kur’an okur, çok çok dua ve istiğfar
eder. Peygamberimiz’e (s.) salat ü selam getirir. Köklü
bir nefis muhasebesi yaparak nefsini terbiye etmek için
durup düşünür. Oruçlu tutarak her türlü dünyevi kaygıyı, yemeyi, içmeyi, şehevi arzuları bir kenara bırakan
mümin, hayatın anlamı üzerinde de derin bir tefekküre
dalar. Zira, akıp giden hayatın hızlı koşusunu durdurmadan,
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 2 3
söyleşi
kendi adına ve insanlık adına “nereye gidiyoruz?” sorusuna cevap araması ve bulması mümkün olmaz. Böylece itikaf; Kur’an okuyarak üzerinde derin derin düşünen
müminin, onun rehberliğinde hayatını yeni baştan düzene koyması, onun şaşmaz ölçülerine göre doğru ve yanlışlarının sağlamasını yapması, en az bir yıllık amel ve faaliyetlerinin muhasebesi ile bir sonraki yılın planlamasını yapması için muhteşem bir imkân olur.
- “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı...” şeklinde başlayan Bakara sûresinin 183. ayetinden hareketle, orucun önceki peygamberlerin şeriatlarında da olduğunu öğreniyoruz. Oruç ibadetinin insanlık tarihiyle yaşıtlığı, yani orucun ilk insan ve peygamber Hz. Adem’le
eş zamanlı olarak var olduğu söylenebilir mi? Orucun bizden öncekilere de farz kılındığının ayette haber verilmesi bize ne söyler?
- Evet, bu âyette geçen “sizden öncekiler” ifadesi ilk
insan Hz. Âdem’e kadar bütün insanları içerir ve araş-
sayfa 24 • Perspektif
tırmalara göre, insanların yeryüzünde var olduğu günden bu yana hiçbir fert ve toplum, -şekil, zaman, amaç
ve içerik olarak farklı olsa da- oruç ve benzeri ibadetlerden
yoksun olmamıştır. İnsanın kendi isteği ile ve aşkın bir
amaç uğruna kendisini yeme-içme ihtiyacından ve diğer
arzu-isteklerinden uzak tutması, ondaki “ötelere yönelme”
eğilimini ve arayışını açığa vurur. Bu arayış, onu yaratılış amacını keşfetmeye ve Yaratıcısı ile buluşmaya kadar
götürür. Hazlarını gemleyerek hayvanlardan farkını
keşfeden ve “insanlığının” farkına varan insan, ardından
Rabbi (mürebbisi) olan Rahmân’a “kulluk” etmesi gerektiğinin farkına varır. Kısaca oruç; insan ve kul olduğunun farkına varmaktır.
-“Namaz Bir Tevhid Eylemi” isimli kitabınızı, namazın içinin boşaltıldığını gördüğüm için kaleme aldım diyorsunuz. Oruç ibadetinin içinin boşaltıldığını
da düşünüyor musunuz? Peygamber Efendimiz
(sav)’in “Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçtan nasipleri
sadece aç ve susuz kalmaktır.” hadisi çercevesinde
neler söylemek istersiniz?
- Ne yazık ki, ibadet hayatımızın büyük bölümü, içi
boş ve kuru şekilden ibaret ritüeller haline gelmiş bulunuyor.
Bu hadiste ifade buyurulduğu üzere; ‘namazlar yatıpkalkmaya, oruçlar aç-susuz kalmaya’, keza çoğu zaman
hac ibadeti neredeyse bir turistik seyahate, zekât ve infaklar bir gösteriye, dualar her işi Allah’a havale eden bir
miskinliğe, Kur’ân kıraatleri gırtlaktan öteye geçmeyen
ses ispatına ya da yalnızca sevap kazanma vesilesine dönüşmüş durumda. Oysa oruç, sadece imsak’tan iftar’a kadar aç-susuz kalmaktan ibaret değil; elbette öncelikle mideyi ve şehveti tutmaktır ama ağza, dile, göze, kulağa ve
kalbe de yani tüm bedene ve haz merkezlerine de hükmetmeyi gerektiren kuşatıcı bir ibadettir. Dahası “ötelere seyahat” şuuru içinde zamanın, mekânın, varlığın farkına varmayı, kulluğunu idrak etmeyi sağlayan deruni bir
ibadettir. Oruç haz ve hızı gemlemeyi öğretir insana!..
İnsanı nefsinin, midesinin, şehvetinin esiri olma, paranın, malın, mülkün kulu olma zilletinden bir tek ilâhın
kulu olma şeref ve özgürlüne yükseltir; onu teksîr/tekâsür
(tanrıları, kutsalları, mal ve evlatları çoğaltma, çokluk-
la övünme) batağından kurtarıp tevhîd asaletiyle onurlandırır.
- Ramazan ayının girmesiyle, Kur’ân’la irtibatımız daha da yoğunlaşıyor. Bu yoğunlaşma, aynı zamanda güzel bir gelenek olan Mukabele okuma şekli ile de ortaya çıkıyor. Bu ayda Kur’ân’la girdiğimiz
ilişki bu kadarıyla yeterli midir? Kur’ân’da Kur’ân’ın
mehcur bırakılmasından bahsedilir. Bu mehcurluğu nasıl anlamak gerekir?
- Allah Rasûlü (s.) “hançerelerden öteye geçmeyen” kuru teganniden ibaret bir kıraati şiddetle eleştirir ve bunu “fitne” olarak nitelendirmiştir (Tecrid-i Sarih,
h.1723). Hz. Ali (r.a), kendisinde tefekkür ve tedebbürün bulunmadığı bir ibadet ve kıraatte hayır olmadığını söyler. Başta Peygamberimiz (s.) olmak üzere, ashabı kiramın ve ilk nesillerin, anlamadan hızlı hızlı Kur’ân
okumayı doğru bulmadıkları ve onaylamadıkları da
herkesin malumudur. Mesela Peygamberimiz (s.), kısa
zamanda şu kadar hatim indirmektense, Bakara Sûresi’ni
anlayarak okumanın daha makbul olduğunu ashabına hatırlatmıştır. Ama bütün bu tavsiye ve yönlendirmelere
rağmen, başta Türkiyeli Müslümanlar olmak üzere, İslâm dünyasının çoğunda Kur’ân-ı Kerim, yaygın olarak
‘sevap maksadıyla’ okunmaya devam edilmektedir. Hakikat şu ki, Zuhruf Sûresi’nin 43-44. âyetlerinde beyan
edildiği üzere, Hesap Günü’nde talimatlarına uyup-uymadığımızdan hesaba çekileceğimiz yegane kitap Kur’ân-ı
Kerim’dir. Onu okuyup anlamadan ve hayatımızın bütün alanlarına onun ilkelerini hakim kılmadan Rabbimize
hesabımızı veremeyiz. Üstelik Kıyamet Gününde Peygamberimizin (s.) ümmetinin büyük bölümünden şikâyetçi
olacağı husus, bir “erken uyarı” olarak yine Kur’ân’da yer
alır. Furkan Sûresi’nin 30. âyetinde, Rabbimiz şöyle buyurur: “Ve Rasûl der ki: Ya Rabbi, muhakkak ki benim kavmim/ümmetim bu Kur’ân’ı mehcûr bıraktı.” Buradaki “mehcûr” ifadesi oldukça anlamlıdır. Genellikle Türkçeye “terkedilmiş bırakmak” şeklinde çevrilen bu kelime; daha derin manalar içerir. Hicret kökünden gelen bu terimi; “Kur’ân’ı
doğru anlayıp hayatlarına hakim kılmaktan, onun ilkelerini gereği gibi yaşamaktan kaçındılar; Kur’ân-ı Kerim’in
hükümleriyle amel etmediler” şeklinde anlamak gerekir.
Rabbimiz, Kıyamette Peygamberini ve Kitabını bize “şikayetçi” değil, “şefaatçi” kılar inşaallah.
- Son olarak; Sizin de içerisinde aktif görev aldığınız Namaz Gönüllüleri Platformu, 2012 yılını
“Gençlik ve Namaz Yılı” ilan etti. Gençleri merkeze
alan bu yılki çalışmanızın Ramazan ayında ne tür faaliyetleri olacak?
- 2012 Gençlik ve Namaz Yılı kampanyamızın amacı, inşallah daha çok sayıda gencimizin namazla buluşmasına vesile olmak. Beş vakit namazla günde beş kez
Rabbleri ile buluşan gençlerimiz, inşallah vakit vakit ke-
male erecek, kıyam kıyam şeytana başkaldıracak, rükû
rükû Cenab-ı Hakk’a boyun eğecek ve secde secde
O’na yakın olacaklardır. Ankebut Sûresi’nin 45. âyetinde beyan edildiği üzere, başta gençlerimiz olmak üzere
tüm müminlerin huşû içinde dosdoğru kılacakları namazlar,
onları her türlü fahşâ’dan yani çirkin hayâsızlıklar ile ahlâksızlıklardan ve her türlü münker’den yani Allah’ın razı olmayacağı tüm kötülüklerden koruyacaktır. Bu çerçevede gençlik dernekleri ve diğer kuruluşlarla işbirliği
çalışmalarımız sürerken, özellikle çocuklarımızın ve
gençlerimizin namazla ve cami ile buluşmalarını sağlayan ödüllü “Haydi Çocuklar Camiye” kampanyasını
özendirmeye ve yaygınlaştırmaya devam ediyoruz. Aslında bu kampanyayı Diyanet teşkilatımız başlatmıştı ama
yeterli düzeyde yaygınlık kazanmamıştı.
Şimdi okulların tatil olduğu yaz döneminde, Ramazan ayına kadar çoğu camilerimizde Kur’ân öğretimi yapılacak inşaalah. Namaz Gönüllüleri Platformu olarak,
“din gönüllüleri” kardeşlerimize destek olmak suretiyle, bu yaz Kur’ân kurslarını, çocuklarımızın beş vakit namaza gelmelerini sağlayacak bir ödüllü kampanyaya dönüştürmeye çalışıyoruz. Konya/Seydişehir, İzmir/Bayraklı,
Osmaniye, İstanbul/Tuzla, Kağıthane, Hatay/Kırıkhan, Manisa/Kırkağaç vb. şehirlerimizde binlerce gencimizin katılımıyla oldukça güzel sonuçlar alınan bu kampanya şimdi tüm yurda yayılıyor elhamdülillah. Mesela Muğla/Milas’ın tüm camilerinde başladı, Balıkesir/Havran’da devam ediyor, Ordu merkezde başlıyor.
Bursa/İnegöl’de ise 4 bin çocuğumuzun katılımı ile bir
rekora koşuluyor…
Duamız, inşallah bütün gençlerimizin, tüm insanımızın
hatta tüm insanlığın secde ile buluşmasıdır.
- Bizlere kıymetli vaktinizi ayırıp, sorularımıza cevap verdiğiniz için dergimiz ve okuyucularımız adına teşekkür ediyoruz. T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 2 5
dosya
Yarının Bayramı,
Bugünün Kabristanından Geçer!
İlhan Bilgü • [email protected]
Bayramlar, Müslümanların sevinçli olduklarını göstermeleri gereken bir gündür ki, o gün, Müslümanlardan kim olursa olsun, namaz kılamayacak durumda olanlar dahil, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkes
Bayram Namazı vaktinde bir araya gelir, Allah’a ibadet
ve dua ederek güne başlarlar; günlerini coşkuyla ancak,
biribirleri için Allah’tan merhamet ve af dilemekle geçirirler. O gün, herkes neşeli olmak durumundadır.
Çünkü o gün, izhar-ı meserret, yani, sevinçli olmayı, neşeli olmayı ortaya koymanın günüdür. Bir başka Müslümanı incitecek, ürkütecek ya da korkutacak her şey o
gün mutlaka saklanmak zorundadır. Allah’a ibadet edip
yalvarmak, Allah’tan diğer Müslümanlara merhamet ve
af dilemek, ziyarette bulunmak, hatır sormak, gönül almak, ikramda bulunmak bu sevinci ortaya koyan tutumlardandır.
İşte bu sevinç dolu günümüz, yüzyıllardır süregelen
bir gelenek halinde, bir gün öncesinden (Arefe Günü)
kabir ziyaretleri ile başlar. Kabir ziyaretlerinden maksat,
elbette ki, artık bu hayatta olmayan en yakınlarımız başta olmak üzere komşularımız, dostlarımız, sevdiklerimiz
sayfa 26 • Perspektif
ve dâr-ı bekâya irtihal eylemiş tüm Müslümanlardır. Dualarımız ve af dileklerimiz, bizden önce öbür âleme gidenler
için olmak zorundadır. Arefe’nin ertesi, kinimizi, nefretimizi,
öfkemizi yenip, tüm bu habis alışkanlıklarımıza rağmen
sabredip, tahammül edip, neşeli olduğumuzu, güler
yüzlü olmamız gerektiğini ortaya koyduğumuz bayram
günüdür. O gün, sevdiklerimizi, dostlarımızı kucaklayıp
bağrımıza basacağımızı göstermek en önemli vazifemizdir.
Böylesine neşeli, bir günün yolu evvela kabristandan geçer. Artık bu öylesine bir gelenek hâline gelmiştir ki, bayramımızı, neşeli günlerimizi müjdeleyen Arefe Günü, kabirlerinde yatanları ziyaret günümüz oluvermiştir.
Gelenek, Arefe Günü’ne heyecanlı bir şekilde hazırlanmayı, o gün sabahleyin, mümkünse sabah namazından önce, ama mutlaka sabah erkenden gusül abdesti
alarak başlamamızı anlatır bize. Yarınki neşeli gününümüzün başlangıcıdır o sabah. Bambaşka bir havası ve tadı olan “Bayramlıklar”ımızın tadını ilk defa o zaman tadarız. Ancak gideceğimiz, ziyaret edeceğimiz ilk yer, sevdiklerimizin yattığı, bizleri göz yaşına boğan o acı günü
hatırlatan kabristanlardır. Bu nasıl bir anlayıştır ki, neşeli olmamanın neredeyse yasak olduğu o Bayram’a hazırlanırken, ilk iş olarak, yolumuzu bu “kasvetli” mekana, çoklarının yanından geçerken bile korkup ürktüğü,
kafalarda pek çok hayallerin dolaştığı “ev”lerin bulunduğu o yere çıkarır. O yetmez, sanki bayramlarımız “ölmüşler”imizin bayramlarıymış gibi, Bayram Namazı
sonrasında da devam eder kabir ziyaretlerimiz.
Müslüman, hayatını öylesine
bir şuurla yaşar ki, en sevinçli
anı bile, onu kendisinden geçirip Rabb’inden koparmaz.
Çünkü nihayetinde varılacak yer
kabirdir. Ve daha da önemlisi,
“Dünya hayatı yalnızca bir
oyun ve bir oyalanmadan başkası
değildir. Korkup-sakınmakta
olanlar için ahiret yurdu gerçekten
daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (En’âm
Sûresi, [6:32]) gerçeğini hep
akılda tutmaktır.
Şu bir gerçektir ki, mezar-
lar ve mezarların oluşturduğu kabristan eski çağlardan
beri esrarengiz anlamları çağrıştırırlar. Eski Çin ve Türk
geleneklerinde ölmüş babalar, analar, hocalar ve sultanlar
ölü oldukları halde dünyada yaşayanları korurlar ya da
onlara lanet ederler. Bu açıdan kabir ziyaretleri, bu eski inanışlarda Allah’tan başkasından korkma ve onlardan yardım dilenme duygusunu yaygınlaştırır ki, bu durum insanı bir nevi şirke götürür. Fakat İslamî gelenekte ne ölümün kendisi, ne ölmüş olan biri, ne de ölmüşlerin gömüldükleri mezarlıklar insana, ne bu dünyada,
ne de ahirette hiçbir şey yapamaz. Ama bizim onlara karşı bir vazifemiz vardır; hepimizin tek tek huzurunda hesab vereceği Allah’tan onlara merhamet eylemesi için dua
ve niyazda bulunmak. Sadece bu değil, onların bu dünyayı terkedişleri nasıl ki istisnasız bir mukadderât ise, bizim de vakt-i saati gelince terk-i dünya eylememiz o kadar sıradandır. Bunun için, onların bu hâllerini görüp kendi akibetimiz için de Allah’tan af ve bağışlanma dileriz.
Zira, “De ki, kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi
bulacaktır; sonra gizli ve açık her şeyi Bilen’e götürüleceksiniz
de O size, yaptıklarınızı birer birer haber verecek.” (Cum’a
Sûresi, [62:8])...
Bilindiği gibi Allah Resûlü (s.a.v.), özellikle kabirler
başında bağırıp çağıran kadınların, kabirleri ziyaret etmesini yasaklamış, daha sonra, İslamî edebe uyan kabir
ziyareti âdâbı yerleşince bu ziyaretleri serbest bırakmıştır.
Ve kabir ziyaretlerinin asıl maksadını şöyle tarif etmiştir: “(Bundan sonra) Kim kabirleri ziyaret etmek isterse,
ziyaret etsin. Çünkü, kabir ziyareti sizi dünyada zahitleştirir (dünyaya aşırı bağlanmamanızı ve değer vermemenizi
sağlar ) ve âhireti hatırlatır. Ancak, kabir ziyareti esnasında
ziyaretle bağdaşmayan boş söz ve günah işlerden sakınsın.”
(Nesâî, Cenâiz, 100; İbn Mâce, Cenâiz, 47)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kabirleri en fazla ziyaret
eden kişiydi. Ama o bu ziyaretleri bir tören haline getirmemiş, kimi zaman gece ve gizlice gitmiş, neredeyse
her cuma ve Arefe günleri bu ziyaretleri gerçekleştirmiştir.
İşte günümüzde, Arefe Günü ve Bayram Namazı sonrasındaki kabir ziyaretleri geleneğimiz, bu sünnetin anısına, en sevinçli ve neşeli anlarımızı yaşadığımız günlerin öncesinde devam edegelmektedir. Elbette ki, Allah
Resûlünün bizlere öğrettiği kabir ziyareti âdâbına uygun
olarak...
O’nun sünnetine baktığımızda, kabirlerin yanında namaz kılınmaz. Orada sadece o kabirlerdekiler için dua
edilmez; kendimiz için, yaşıyorlarsa bile ana-babamız,
evlatlarımız ve sevdiklerimiz için sadece Allah’a dua ve
niyazda bulunuruz. Orada yatanlardan herhangi bir istekte bulunmaz, sevdiklerimizin bizi bu dünyada terkettikleri
için ağıtlar yakmaz, âh-vâh etmeyiz. Sükûnet içinde duamızı ederiz. Biliriz ki, Allah’ın bizi bu dünyaya getirmesi
kadar, bu dünyadan alması da sıradan ve hepimizin ba-
şına gelecek bir durumdur ve bu dünya bir imtihan dünyasıdır: “Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan
edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” (Bakara Sûresi,
[2:155]) Kabir ziyaretimiz işte bu müjdeye ulaşabilme
sabrını kazanabilmeye matuftur. Bunun içindir ki, kabirlerin
başlarında ettiğimiz dua (okuduğumuz Kur’an’ı da dua
niyetiyle okuruz), Allah’tan mağfiret dilenmenin ötesine geçmez. Orada şöyle dua ederiz: “Esselâmu alâ ehli’ddiyâri mine’l-mü’minîne ve’l-müslimîn. Ve yerhamullâhu’lmüstakdimîne minnâ ve’l-müste’hirîn. Ve innâ inşâallâhu
bikum lâhikûn. Es’elullâhe lenâ ve lekümü’l-âfiyete.” Peygamber Efendimizin tüm kabir ziyaretlerinde yaptığı duların bir özeti olan bu duanın Türkçe meali şöyledir: “Selâm olsun iman eden ve teslim olanlardan bu diyarda yatanlara! Allah, bizim geçmişlerimize de daha sonra buraya geleceklerimize de rahmet eylesin. Bizler de inşaallah sizlere katılacağız. Allah’tan size de bize de âfiyet (af ve iyilik) diliyorum!” (Müslim, Cenâiz, 103-104)
Ve şöyle devam ederiz: “Ey Mü’minler yurdunun sakinleri! Sizlere selam olsun! İnşâallâh biz de size katılacağız.
Allah, bizden ve sizden ölmüş ve ölmemiş olanlara ikramda bulunsun. Allah’tan bize ve size afiyet dileriz.”
Ölmüş olanlarımıza, “Rabbimiz, bizi ve bizden önce
iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman
edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen,
çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.” (Haşr Sûresi, [59:10])
şeklinde yaptığımız dua, bugün, yani bayram günü neşemizi göstermenin bir başka yolu olsa gerektir.
İmdi, bizler gibi Müslüman kabirlerinin olmadığı yerlerde yaşayan Mü’minlerin bu önemli geleneği nasıl sürdürecekleri meselesi önemlidir. Yapmamız gereken şey,
Arefe Günü sabah namazından, bayram günü de Bayram
Namazı’ından sonra geçmişlerimiz için, yaşayayanlarımız ve gelecek nesillerimiz için aynı duaları tekrarlamaktır.
Zira Allah ve onun engin rahmeti, zamandan ve mekândan
münezzehtir... T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 2 7
dosya
Ramazan İkliminde Umre
Ünal Ünalan • [email protected]
Umre, sözlüklerde ziyaret etmek anlamında olup, uzun
ömürlü olmak, evi mamur etmek, korumak ve Allah’a kulluk etmek anlamlarına da gelen ve (amr) kökünden türemiştir. Dini bir kavram olarak ise, özel bir şekilde Kabe’nin ziyaret edilmesidir.
Umre ibadetinin hacdan farkı Arafat ve Müzdelife vakfesi, kurban kesme, şeytan taşlama görevlerinin Umre’de
olmamasıdır. Bundan dolayıdır ki, Umre “hacc-ı asgar”
yani küçük hac olarak kabul edilmiştir. Küçük hac olarak kabul edilen Umre ibadeti hakkında Hanefi ve Maliki mezhebleri her Müslümanın ömründe bir kez Umre yapmasını müekked sünnet olarak kabul etmişlerdir.
Şafii ve Hanbeli mezhebleri ise diğer iki mezhebten farklı olarak kişinin ömründe bir kez umre yapmasını farz
olarak görmüşlerdir.
Kuran-ı Kerim de,”Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın...” 1 ayetinde bu ibadetlerin başlanıldığı zaman muhakkak tamamlanması gerektiği vurgulanırken,
Umre’nin de Hac gibi üzerinde özenle durulması gerektiği
açıkca ifade edilmektedir.
sayfa 28 • Perspektif
Ebû Hureyre (ra)’dan rivayete göre, Resûlullah (sav)
hadislerinde Umre’yi teşvik etmenin yanı sıra, “Bir Umre diğer Umreye kadar işlenenler için keffarettir...” 2 buyurarak, sadece bir kez Umre yapmaktan daha ziyade tekrar tekrar Umre yapmayı teşvik etmektedir. İbn-i Abbas
(ra)’dan nakledilen bir başka rivayetinde ise Peygamber
Efendimiz (sav), “Hacla umrenin arasını birleştirin. Zira bunlar günahı, tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlemesi gibi temizler.” ifadelerinde bulunur ve Umre ile oluşacak olan manevi temizliğin ne kadar güçlü olacağını vurgular. Ve birden fazla Umreye yapmayı teşvik
eder. Bu hadis-i şerif de Umre ibadetinin faziletini en açık
biçimde ortaya koymaktadır.
Yukarıdaki iki hadis-i şerife dikkat edecek olursak Umre ile ilgili teşvikler, yapılan tek bir Umre’ye bağlanılmamış,
bir Umre’nin arkasından bir başka Umre’ye veya Hac ibadetinin sonrasındaki bir Umre’ye ayrıcalıklı manevi ikramlar sunulmuştur.
Peygamberimizin, Umre’den sonra Umre, Hac’dan
sonra Umre yaklaşımlarına denk düşecek şekilde Ramazan ile de Umre üzerinde durduğunu görüyoruz. Ramazan ayının kendine mahsus faziletleri olup, “Ramazan
ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”
3
diyerek fazietini anlatılırken diğer bir hadiste, Hz. Ebu
Hüreyre (ra)’den rivayetle: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ademoğlunun her ameli katlanır. (Zira Cenab-ı Hakk’ın bu
husustaki sünneti şudur:) Hayır ameller en
az on misliyle yazılır, bu
yediyüz misline kadar çıkar. Allah Teâla Hazretleri (bir hadis-i kudside)
şöyle
buyurmuştur:
“Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sırf benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfaatlandıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terketti.” 4 buyrulmaktadır.
Hadis-i Şeriflerde amellerin karşılığının Allah-u Teala tarafından yediyüz misline çıkarılacağı bildirilirken,
oruçlunun durumu ise özel bir mükafata tabi tutulmaktadır
ki bu da Ramazan ayının ve orucun özel bir ikramıdır.
Ramazan ayının ve umre ibadetinin faziletleri birarada
olduğunda ise büyük bir izzet ve ikram ortaya çıkmaktadır. İşte bu bağlamda, Abdullah b. Abbas (ra)’dan nakledilen bir rivayete göre, Resûlullah (sav) Efendimiz: “Ramazan ayında yapılan umre, hacca denktir.” 5 buyurarak kendi bünyesindeki lütufları ve nimetiyle bir ibadet olan Umre’nin, yerine getiriliş vaktine göre daha da
üstünlük arzedebileceğini Müslümanlara müjdelemektedir. Ramazan ayının beraberinde getirdiği değerlerle
Umre ibadeti bir araya gelince, Umre sevap olarak Hac
ibadetinin derecesine ulaşmaktadır. Bu sebeple, Ramazan ayında yapılacak olan Umre’ye özel bir teşvik vardır. Umre’nin Ramazan ayında yapılması mendub olarak kabul görmüş ve daha muteber olacağı defaatle zikredilmiştir.
Yukarıdaki hadislere
gördüğümüz, birden fazla
Umre yapmanın uygulamasını Efendimizin (sav) hayatında bizzat görüyoruz.
Peygamberimiz (sav) hayatında bir Hac ve dört
kez de Umre yapmıştır ve
birden fazla umre yapmakta mustehabtır. Hz.Aişe (ra.ha) validemiz de Resulullah’ı kendine örnek
almış, bir sene içerisinde üç
kez Umre yapmıştır. 6
Ramazan ayının manevi iklimi Umre’nin faziletiyle
biraraya getirilerek ruhi derinliklerde manevi bir seyahate yola çıkmak gerekir. Hac’ca denk kabul edilen ramazan Umresi, orucu, teravihleri, beş vakit namazın Mescid-i Haram da kılınması gibi ibadetlerin birarada yaşanması
büyük bir maneviyat iklimi oluşturacaktır.
Binlerce insan akşam namazı ile Kabe’nin etrafında
iftarın nasıl kardeşlik manzarası oluşturduğuna şahitlik
edecektir. Aynı duyguları paylaşmak, aynı hedeflere kilitlenmek, ilahi bir gündemin takipçisi olmak, cömertlik, ikram ve birçok değer bir anda yüz binlerce Müslüman ile birlikte, canlı olarak yaşanılacaktır. Ramazan ayının Müslümanları ne denli kutsî bir nefis terbiyesi okuluna tabi tuttuğuna şahitlik edilecektir.
Son dönemlerde,sözde gelenekleri yad etmek bahanesiyle, karnavala çevrilmeye çalışılan Ramazan Ayı da
en farklı şekilde manevi bir nefis terbiyesine dönüşecek,
toplumsal itikaf heyecanı yaşanarak uhrevi bir ikram olacaktır. Kısacası Ramazan
Umresi, tavafın, namazın ve
orucun biraraya geldiği tek
zaman dilimi olup, Müslümanlara sunulan uhrevi
bir sofra olacaktır. 1
Bakara Sûresi, [2:196]
Buharî, Umre: 2
3
Buharî, Savm 5, Bed’ü’I-Halk
11, Müslim, Sıyâm 2, (1079)
4
Buharî, Savm 2, 9, Libas 78; Müslim, Sıyâm 164 (1151)
5
Buhârî, Umre: 4
6
Fıkhüs-sünne, 1/539
2
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 2 9
teşkilat
Dünyevîleşmenin Tarihi
Orgun Özcan • [email protected]
9 -10 Haziran 2012 tarihleri arasında Gençlik Teşkilatı Üniversiteliler Birimi bu yılki Yatılı Eğitim Seminerleri’nin (YES) üçüncüsünü IGMG’nin Kerpen’deki merkezinde düzenledi. 70 civarında üniversiteli, Prof. Dr. Mehmet Genç Hoca’nın sağlık nedeniyle katılamaması sonucunda, talebesi İhsan Ayal’ı dinleme imkanı buldular. Yaklaşık 25 senelik beraberliklerinden beslenerek Prof. Dr. Genç’i anlatan Ayal, ayrıca Osmanlı İktisat Tarihi’ne Giriş ve Lisan ve Sekülerizm konulu birer seminer verdi. Avusturya’dan gelen
konuşmacı Sinan Ertuğrul ise Hristiyanlık Tarihinde Modernleşme konusunu ele aldı.
İlk dersi “Batı’nın İslam Algısı” konusuyla Üniversiteliler Başkanı Celal Tüter yaptı. Tüter, “Gayri-müslim
bir toplum içinde yaşıyoruz ve mütedeyyin olarak yaşamak
istiyoruz. Ayrıca yaşatmak gibi bir sorumluluğumuzun
da olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu hizmeti birileri buralara kadar getirdiler. Onların yaptıkları “kuru” bir teşekkür ile hakkı verilemeyecek kadar büyüktü. Bu yapının
bugüne gelişinin temelinde, hiçbir karşılık beklemeden
emek sarfeden insanların özverisi var. İnsanların eylemleri,
ufkunu geçemez. Eylemlerinin ancak ufkunuz kadar zuhur eder. İhlas ve samimiyet doğrudan bilgi ile alakalı
bir husus değildir, ancak alim olmakla da ârif olunmaz.
Bu pencereden bakarak olup biteni yorumlamak gerekir.
sayfa 30 • Perspektif
Bir cihan imparatorluğunun kuruluşunun 2 bin çadırı olan beyliklere değil de 500 çadırı olan Osmanlı Beyliği’ne nasip olmasını iyi irdelemek gerekir. Bu beylik nasıl bir sistem inşa etti de 600 sene ayakta kaldı. Osmanlı
İmparatorluğu, yayıldığı coğrafî alanın genişliği, hakimiyeti
altına aldığı kültürlerin çeşitliliği ve yaşadığı sürenin uzunluğu bakımından hem Türk, hem de İslam tarihinde rakipsiz olduğu gibi, dünya tarihinde de benzeri az bulunan büyük bir siyasî tecrübedir. Osmanlı Devleti’nin 1350’li
yıllarda ayak bastığı Avrupa kıtasında 300 yıldan fazla
kalmış olması Batı-İslam ilişkilerinde yabana atılmayacak önemi haizdir.”
Tüter konuşmasının devamında, “18. yüzyıldan sonra Batı’da İslam üzerine ciddi araştırmaların yapıldığını
ve eserlerin ortaya konduğunu görüyoruz. 1850’lere gelindiğinde artık binlerce kitap ve binlerce makale vardır
İslam üzerine. Bu sadece Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki
varlığı sebebiyle değildir... Batı kolonilerinin buradaki etkisi her şeyin önünde: Oradaki kültürü, yaşantıyı, teolojik altyapıyı bilmeden on yıllarca oralarda kalmak, sömürmek
mümkün olamazdı.” ifadelerinde bulundu.
Sinan Ertuğrul ise konuşmasına, çok erken başlayan
bir tarihi süreci inceleyeceklerini ifade ederek başladı ve
devamla: “Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun devlet dini olduğunu ilk beyan eden Kayser Konstantin olmuştu. Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise, yine Papa’nın Roma’dan doğru kayseri seçerek üzerinde büyük
etki sahibi olduğu Kutsal Roma Germen İmparatorluğu
kurulmuştu. Nitekim Latince, Hristiyan din adamlarının
bildiği İncil’in diliydi ve bundan dolayı da devlet, hatta bilim dili olmaya devam etmişti. 962 yılında I. Otto’nun kayser olmasıyla başlayan bu dönemde, Papa kaysere, kayser de Papa’ya muhtaçtı. Fakat bu iki yönetici grup, halka haksızlık yapmaya devam ederken, Janhus 1415 yılında Prag’da yeni bir İncil yorumunda bulunarak İsa’nın hükümeti ele geçirmek için değil, insanları kurtarmak için
geldiğini ifade etti. Sonrasında ise 16. yüzyılın başlarından itibaren birçok Katolik din adamı kiliseyi eleştirerek
kendi ekol ve takipçi kitlelerini oluşturdular. Fikirlerinin
yayılmasında ise matbaanın ve derebeylerinin desteklerinin büyük etkisi oldu. 1517 yılında ortaya çıkan Luther’i,
sonrasında Fuger, İgnazius von Loyola, Calvin, Münster,
Zwingli olmak üzere birçok din adamı takip etti. Ve uzun
savaşlar sonrasında öne çıkan Protestanlar, kiliseden bağımsız olarak kendi kraliyetlerini kurmayı başladılar, Fransa’da IV. Henri örneğinde
görüldüğü gibi. 1555 yılında bu savaşlara ara verilmiş ve ‘Augsburger Religionsfrieden’ ile kiliseye karşı hükümdarın, halkının dinini seçebileceğine karar verilmişti (cuius regio eius religio). Angelikan Kilisesi’nin oluşmasına rağmen, 17. yüzyılda yaşamış ve Britanya’da ün kazanmış olan Püritan Oliver Cromwell ise, kralın Katolik krallara olan benzerliğini kabul etmemiş
ve isyan etmiştir. Otuz Yıllık Savaş sonrasında
ise Westfalen Anlaşması yapılmış, o zamanlarda kilise taraftarı olan kaysere karşı bir başarı daha elde edilmişti. Bir
süre sonra kilisenin mallarına el konmuş ve sürekli savaşlardan
dolayı dünyevî yaşamı kolaylaştıracak olan icatlar geliştirilmişti. Böylelikle modernleşme ile sekülerleşme iki ayrı süreç olarak aynı zamana denk gelmiştir... Dünyevîleşmenin insanlar için ahlakî anlamda ne ifade edebileceğini sorgulayan filozoflar olduysa da (Nietzsche ya da
Kant gibi), kilise ve bununla birlikte din, devletle yer değiştirmiş oldu. İnsanlar artık kiliseye değil, devlete uymalıydılar.
Kilisenin bastırdığı bilimin de ilerlemesiyle dünya algısı
değişen Avrupa insanları, kozmolojide Kopernik’e, ontolojide
Newton fizik anlayışına, epistemolojide deneyciliğe, antropolojide evrim anlayışına, sosyolojide bireyselliğe,
üretimde sanayileşmeye doğru gelişti.” Ertuğrul son olarak, dünyevîleşmenin materyalist bir bilim anlayışıyla pekiştiğini vurguladı ve bu dünyevîleşmenin ise Fransız İhtilali örneğinde olduğu gibi hiç de kardeşlik, eşitlik ve özgürlükle alakası olmadığını açıkladı.
İlk dersinde Prof. Dr. Mehmet Genç hocayı anlatan
İhsan Ayal, hocayla nasıl tanıştıklarını aktardı. Sıra dışı
ve yazdıklarıyla değil, yazmadıklarıyla meşhur olan bir
ilim adamı olarak nitelendirdiği Mehmet Genç’i, ilk kez
yayınevinde gördüğünü, bir yıl boyunca derslerine katıldıktan sonra talebesi olduğunu söyledi ve Hoca’nın Osmanlı’da olduğu gibi zeka avcısı olduğunun altını çizdi.
Çok bilmesine rağmen az yazmasının bir meziyet teşkil ettiğini ifade ettikten sonra, ilim adamının kadın, para ve makam talebinden ziyade ilimle meşgul olma hazzını yaşadıklarını vurguladı. Hocasının edebiyat, felsefe, musiki, matematik, iktisat ve tarih konularına ilgi duyduğunu zikreden Ayal, kendisinin hocası için hala haftalık aktüel kitaplar temin ettiğine dikkat çekti.
Ayal ayrıca, Osmanlı İktisat Tarihi’ne giriş yaparken,
sistemin temeli olan üç kaideye değindi: “Her şehir ancak kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra pay-i taht İstanbul’a mamül gönderir, İstanbul’un artan mamülleri
de devlet içinde paylaşılır, ancak devlet içinde ihtiyaç duyulmadığı takdirde ihracat gerçekleşir (provizyonizm).
Devletin kıtlık zamanlarında da güçlü kalması için büt-
çe sağlam tutulur (maliye/fiskalizm) ve yeni çözüm tekliflerinin halka faydalı, devlete faydalı ve ikisine de zararsız olmaları gerekir (gelenekçilik/tradisyonalizm).”
Ayal ayrıca, Osmanlı’nın, Avrupa’daki Merkantilizm ile başlayan Kapitalizm zihniyetinin farkına varmasına
rağmen, bu gelişmelere ve sonrasında gerçekleşen sanayileşmeye de kararlılıkla katılmadığını kaydetti. Böyle olduğu halde, 300 sene Avrupa’ya doğru genişleyen
Osmanlı, 400 senede ancak bastırılabilmiştir.
‘Lisan ve Sekülerizm’ konulu seminerde ise Ayal, her
kelimede olduğu gibi, laiklik ve sekülerizm kelimelerinin
de anlam haleleri ve tarihlerinin olduğunu zikretti. Öncelikle
dinin, devletin kendisi hakkında bir tutum sergilemesi gerektiği bir olgu olduğunu söyleyen Ayal, din ve devlet arasındaki ilişkinin asla yok olmadığını ekledi. Laikliğin dini
daha ziyade düşman ilan ettiğini, sekülerliğin ise dini güç
olarak devletten ayırdığını dile getiren Ayal, bu dünyevîleşme sürecinin Avrupa’da kiliseyi önce siyasi kudretinden
sıyırma, sonra hayatı idame ederken kiliseyi referans kabul etmeme olarak gerçekleştiğini anlattı.
İslam aleminde ise dünyevîleşme sürecinin ehl-i akıl
olan Mutezile akımıyla başladığını iddia eden Ayal, bunun sünnetten uzaklaşma olduğunu ifşa eden Müslümanlar tarafından eleştirilerek Ehl-i Sünnet tabirinin oluştuğunu savundu ve Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı tartışması da Kur’an’ı anlamada aklı odak noktası haline
getirme gayretinden ortaya çıktığını, dünyevîleşme çabalarının hep Kur’an ve Sünnet’i odak noktası olmaktan uzaklaştırmak anlamına geldiğini söyledi, bu gayretlerin hep süregeldiğinin altını çizdi. Osmanlı’nın çöküşüyle dünyevîleşmenin batılılaşmaya doğru evrildiğinden de bahseden Ayal, müspet ilimlere verilen
önemle olgunun ciddiyet kazandığını söyledi: Nitekim
Arapça’da sekülerleşmeye ilmî vurgu yapılarak ‘ilmaniyyun’
denmiştir. Ayal son olarak, Türkiye’de Cumhuriyet döneminin başlamasıyla zorla gerçekleştirilen batılılaşmanın,
kültürün çekirdek olguları olan din, dil, musiki ve kültürün kabuk olguları olan mimari, sanat, edebiyat,
mutfak ve giyim alanlarında devrimlerle ilerlemiş olduğunu
hatırlattı. T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 3 1
islam ve hayat
Camiye Dönmek
Zeynep Topçu • [email protected]
Bayram, Cuma ya da vakit namazlarında “Kadın camiye gider mi, gitmeli midir?” gibi bir soru olabilir bazılarımızın zihninde. Esasen söylenen bunca farklı şey,
verilen bunca farklı fetva arasında, bu konularda bazılarımızın kafasının ne denli karışık olduğu da ortadadır.
Kadınların camilere erkekler kadar sık gitmesine olumsuz tepki gösterenler olduğu gibi, bunun çok doğal ve
hatta zaruri olduğunu ifade edenler de mevcuttur. “Kadınların erkekler kadar sık camiye gitmesi neden eleştiriliyor olabilir ki?” diye sorduğumuzda: İslam’ın ve Efendimiz (sav)’in kadına bakışı nedir? Kadın evden çıkmamalı
mıdır? gibi başka bir takım sorular ile karşı karşıya kalıyoruz. Ve bu kimisi artık kalıplaşmış düşüncelerle mücadele etmek çok da kolay olmuyor, çünkü mevcut duruma itiraz edip, “hakkını arayan” kadınlar genelde Müslüman feministler olarak, kadınların hakkını savunan erkekler ise “modernist” ya da verdikleri desteğin arkasında
başka niyetleri olan, kötü niyetli insanlar olarak damgalanabiliyor.
Hadislerden ve Asr-ı Saadet’ten verilen örneklerden,
Peygamber Efendimiz (sav) zamanında kadınların en
az erkekler kadar sık camiye gittiğini, bunun İslam kültüründe, İslam tarihinde hayatın olağan bir parçası ve
dolayısıyla çok normal olduğunu, Allah’ın kulları olarak
kadın ve erkeğin eşit oldukları ve inanan her insanın ibadethanelerde ibadet hakkının bulunduğunu biliriz… Ni-
sayfa 32 • Perspektif
tekim cami Arapça cem (=toplamak) kelimesinden türeyen, toplayan/bir araya getiren, içine alan/içinde barındıran manasına gelmektedir ve kadınların da bu birliktelik kavramı içinde yer aldığını vurgulamanın ne kadar gereksiz olduğu izahtan varestedir.
Müslümanlar olarak bizler cemaati dinin olmazsa
olmaz şartı sayan, cemaat (ve cami) merkezli bir dinin ve medeniyetin mensuplarıyızdır. Ve bu medeniyet içerisinde yer alan erkeğin de, kadının da camiden
uzaklaşınca dini bir hayatının olmasının çok zor olacağının altını çizmek gerekir. Camiden ve cemaatten
uzak kalan bir Müslümanın düzgün bir dini algısı, anlayışı, yaşantısı olması çok zordur.
Kadınların bir toplumun yapı taşları olan genç dimağları
inşa ettiği göz önünde bulundurulduğunda ise, bunun gibi kutsal bir sorumluluğu üstlenen bilhassa annelerin, yeni nesillerle birlikte, dinî ve kültürel geleneklerin yaşatılmasının ve geleceğe taşınmasının en önemli bileşeni olduğunu kabul etmek gerekir. Anneler sadece evlatlarını
doğurmakla kalmaz, aynı zamanda bir toplumu doğurur
ve inşa ederler. Bu durumda camiden uzak kalan veya cemaatin önemini kavrayamayan bir annenin İslam toplumuna katkısının ne denli etkin olacağını sorgulamalı, bu
katkının nitelikleri ve şekilleri üzerinde düşünmeliyiz.
Peygamber Efendimiz (sav)’in örnekliğine dönersek; kadınların Efendimiz döneminde sıklıkla vakit namazları ve cuma namazları1 için camiye gittiğini ve cami içerisinde namaz kıldıklarını biliyoruz. Harise kızı Ümmü Hişam şöyle anlatıyor: Ben, Kaf sûresini Cuma namazlarında Hz. Peygamberin dilinden öğrendim. Çünkü O, her Cuma günü minberde Kaf sûresini okurdu.2
Ve camiye gelen kadınlar ayrı bölümlerde değil, caminin ana mekânında, perde veya paravan olmadan, saf düzenine uygun olarak namazlarını kılmışlardır. Cemaat
sıralamasında önde erkekler, hemen arkalarında çocuklar
ve en arkada da kadınlar yer almıştır.3
Hatırlanacağı üzere, Hz. Ömer zamanında, Cuma
hutbesinde yaşlı bir kadın Hz. Ömer’e mehir konusunda
itiraz etmiş ve bir ayeti delil göstererek Hz. Ömer’in
doğru olmayan bir beyanda bulunduğunu söylemiştir. Hz. Ömer’in bu itiraz karşısında kendi yanlışını kabul ederek: “Kadın doğru söyledi, Ömer yanlış söyle-
di.” dediğini de yine sahih kaynaklardan öğreniyoruz.4
Yaşanan bu hadise Hz. Ömer’in halifeliği döneminde
vuku bulmuştur ve bu durum Peygamberimizin vefatından sonra da kadınların camilere gelmeye devam ettiklerini, cami cemaatinin bir parçası olduklarını göstermektedir. Kadınlar camilerde hem namaz kılmak,
hem de gündelik yaşantılarında karşılaştıkları soru(n)lara cevap bulmak için bulunmuşlardır. Bizlerin
arasında kaç kişi, kadınların da Cuma namazına gittiğine şahit olmuştur? Ve, Kadınların “Cuma cemaati”nden
olmamaları ne zamandan beri normal sayılır olmuştur?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında kadınlar çocuklarıyla birlikte bugünkünden çok daha sık bir biçimde camilerde bulunmuştur. Hatta sabah ve yatsı namazı için de camiye gitmek istemişler, fakat eşleri karanlıkta dışarı çıkmalarına razı olmamıştır. O sahabe hanımlar peygamberimize durumu şikâyet etmişler ve bunun
üzerine Peygamber Efendimiz “Karanlık
vakitlerde eşleriniz namaza gelmek istediklerinde onlara engel olmayın.” buyurmuştur.5 Benzer bir tutumla Peygamberimiz (s.a.v.) kadınların da bulunduğu bir cemaate namaz kıldırırken çocuk ağlaması duyunca, anneler
akıllarını namaza veremez diye kısa sureler okumuştur.6 Bu örnek(ler) ile Peygamber (s.a.v.)’in çocukların namaza ve caminin havasına alışmasına
dair gösterdiği hassasiyeti ve konuya
(yani cemaatte kadınların yer almasına) verdiği önemini anlıyoruz.
Günümüzde de kadınlar çocuklarına
rağmen ve hatta çocuklarıyle birlikte
eskisi kadar sık camiye gelmeli ve camiden, cami atmosferinden nasiplenmelidir. Beş vakit namazın tamamında olmasa bile gün içerisinde fırsat buldukça, Cuma
ve Bayram namazlarına ise mutlaka camide, cemaatin arasında bulunmaya çalışmalıdırlar. Bayram ve Cuma namazlarına gelen çocukların dini günleri ve bayramları, daha iyi kavrayabilme ve cemaat olgusunu yaşayarak öğrenebilme fırsatının aksi takdirde kaçırılacağı düşünülürse,
bu katılım bugün, dün olduğundan belki de daha elzemdir.
Bununla birlikte, Asr-ı saadete bakıp, yaşadığımız günlere döndüğümüzde açık bir çelişki çıkıyor ortaya ve kaçınılmaz bir soru geliyor aklımıza: O zamandan bu yana ne oldu da kadınlar camilerden uzaklaştı veya uzaklaştırıldı? Kadınların cemaate katılmaya, onun bir parçası olmaya, soru sorma ve dini konularda bilgi edinmeye
artık eskisi kadar ihtiyacı kalmadı mı?
Geldiğimiz noktayı anlamak için geçmişe, geçmişe
göz atmak için de, Prof. Dr. Mehmed Said Hatipoğlu
Hoca’nın satırlarına atıf yapma ihtiyacı duyuyoruz:
“3/9. asrın zahid muhaddisi Hakim-i Tirmizi, Nevadiru’lUsûl isimli hadis kitabında, ‘Hanımlarınızı sokağa bakan
odalarda oturtmayın, onlara yazı yazmayı öğretmeyin.’ ibaresini Hz. Peygamber’den nakletmekte ve bu emrin hikmetini
açıklamayı da vazife bilmektedir: Yazı öğrenirse, söyleyemediğini yazıya geçirip fitneye düşürebilirmiş!... Öyleyse suyu başından kesmek gerekirdi!
İşin daha acaib tarafı, yukarıdaki ibarenin aynısını Hz.
Ömer’e mal edip, bu büyük halifeyi tam tersi bir hüviyete
bürüme gayretlerinin kitablara geçirilmiş olmasıdır.
Aynı asrın kitabiyatında, mesela İbn Kuteybe’nin Uyûnu’l-Ahbar’ında, kadınlara karşı yürütülecek siyaset meyanında yukarıdaki ifadeyi, aşağıdaki ilavesiyle birlikte, Hz.
Ömer’den nakledilmiş olarak görüyoruz: … Onlara karşı çıplaklıktan yardım isteyin (fazla elbise almayın ki, dışarı çıkıp fitneye düşmesinler). Onlara çokca ‘hayır’ deyin.
‘Evet, olur’ demek onları daha çok istemeye teşvik eder.
Hele şükür ki, mevzû hadîs mütehassısı alimlerimiz, Hz. Peygamber’e
isnad edilmiş bu iftirayı temizlemeye
çalışmışlardır…” 7
Yine Hatiboğlu Hoca’nın ifadeleriyle: “… İlk asırlarda tohumları atılan sosyal çalkantıların, fitne tehlikelerinin, kadınları sarmasından korkan
erkek takımı, onları duvarların arkasına hapsetmeyi çare zannettiler ve bu
sakat düşünceleri tatbik ettirebilmek için,
Hz. Peygamber adına konuşmayı metod edindiler…”
Özetle günümüzde şahit olduğumuz, kadınların camilerden bu denli “el ayak çekmesi” olgusu yalnış yorumlar ve çarpık bir takım düşüncelerin etkisiyle ve ataerkil toplumların kadına bakışıyla da beslenmiş, mevcut hale gelmiştir. Yapılması gereken büyük ölçüde yerel ve kültürel olan bu yalnış yorum ve tutumun sorgulanması ve kadınların çocukları ile birlikte tekrar camiye dönmesidir. 1
Ebu Şeybe, Musannef, Hn. 5157.
Müslim, Cuma, Kıraetil-Kuran.
3
Buhârî, Salât 20/ Ebû Dâvud, Salât 71.
4
İbn Kesir, Nisa, 20.
5
Müslim, Salât, 139.
6
Müslim, 722.
7
Mehmet Said Hatipoğlu, Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti, Otto Yayınları, 2009
2
T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 3 3
dünya
Mısır’da Devrim İçinde Devrim
Mehmet Özkan • [email protected]
16-17 Haziran tarihlerinde Mısır’da yapılan seçimler sonrasında Mısır tarihinde ilk kez demokratik yollarla
seçilen Cumhurbaşkanı, askerî karşı darbeye rağmen İhvan-ı Muslimin (Müslüman Kardeşler) adayı Muhammed Mursî oldu. Seçim sürecinde çok büyük eleştirilerin muhatabı olan Mursî’nin, seçim kurulunun açıklamasını
müteakiben yaptığı konuşmada, kadın erkek, Müslüman,
gayr-ı Müslim tüm Mısırlıların cumhurbaşkanı olacağını ve uluslararası sözleşmelere uyacağını söylemesi ülkedeki gerginliği bir nebze olsun sakinleştirdi. Her ne
kadar bu yazının yazıldığı sırada henüz tam olarak belli olmasa da, cumhurbaşkanlığı yardımcısı olarak bir Kıptî’yi ve bakanlar kuruluna da liberal kanattan Muhammed el Baradei gibi isimlerin yanı sıra sol kanattan da
çeşitli isimleri almayı planlaması devrimin ortak ruhunu yansıtıyor gibi. Fakat asıl konuşulması gereken mesele, ülkedeki askerî yönetimin nasıl ve hangi şartlarda
görevini yeni başkana devredeceği meselesi.
Arap dünyasında yaklaşık bir-buçuk yıl önce başlayan devrimlerin en önemli ve kritiği hiç şüphesiz Mısır’da
yaşanan devrimdi. Bu ülkedeki devrim, sadece Mısır’ın
sayfa 34 • Perspektif
konumu ve Arap dünyasındaki etkisi dolayısıyla değil,
aynı zamanda ülkedeki güç dengelerindeki griftliklerin
doğal bir sonucuydu. Libya’da kabilelerin konumu ve alacakları pay ülkenin geleceğini belirlerken, Kaddafi’nin
kurduğu kabileler ittifakının yıkılması çok da zor olmadı. Tunus’ta ise ordunun net olan konumu ve ülkedeki
göreceli olarak az olan griftlikler, hem ülkedeki dönüşümü kolaylaştırdı hem de güç mücadelesi çok yoğun yaşanmadı. Fakat Mısır’daki durum bütün diğer ülkelerden farklı bir konum arz etmekte. Hem ordunun ikili oyunu yani gerektiğinde devrimcileri destekleyen gerektiğinde ise eski konumunu koruyan konumu, hem de ordunun ülke ekonomisi ve siyasetindeki derin etkisi devrim sonrası dönüşümü zorlaştırdı. Üstelik tam da Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde parlamentonun feshi, bütçenin askerî konsey tarafından onaylanma mecburiyeti, iç ve dış güvenliğin orduya bırakılması gibi anayasal değişiklikler, ordunun gerçek iktidarı elinden bırakmak istemediğini göstermekte.
Kanaatimizce, Mısır ordususun tutumu, birçok açıdan özellikle 1950 öncesi Türkiye’deki CHP zihniyetini yansıtmaktadır. Özellikle, “devrim gerekirse bile,
onu da biz ordu eliyle yaparız” şeklindeki tavrı ve bu çerçevede atılan adımlar bu benzerliklerden yalnızca birkaçı. Ekonominin ordunun elinde olması da bir başka
benzerlik.
Arap dünyası, Mısır üzerinden okunduğunda artık devrim dalgasını göreceli olarak geride bırakmış ve devrim
sonrası yeniden yapılanma sürecinde yaşanan sorunların içinde bulmuştur kendisini. Mısır’daki yaşananları geçmişi de
unutmadan bu açıdan ele almak gerekmektedir. Çünkü, devrim yapılmış ve iktidar aktörleri değişikliğe uğramıştır
ama en önemli sorun olarak devrim meydanlarının ruhunu özetleyen, “Hubz, Hurriye ve Adale: Ekmek, özgürlük ve adalet” isteklerinin nasıl karşılanacağı artık
devrimin en önemli sorunu haline gelmiştir.
Devrim sonrası sürecin en temel
göstergelerinden birisi tıpkı devrim öncesinde olduğu gibi, aslında Mısır si-
yasetinde iki temel aktörün Ordu ve Müslüman Kardeşler
olduğudur. Bu aktörlerin siyasî yaklaşımı, alacağı kararlar
ve atacağı adımlar çerçevesinde diğer irili ufaklı birçok
aktör kendi konumunu düzenleyecek ve ülkenin geleceği bu şekilde belirlenecektir. Selefîler ve diğer İslamî
cenah, anlaşmasalar ve çok eleştirseler de İhvan’ı kendilerine daha yakın bulacaklardır. Ne var ki, cumhurbaşkanlığı seçimine kadar Müslüman Kardeşler daha çok
tek başına hareket eden bir görüntü vermiş ve bu çerçevede kurduğu koalisyonlar çok sağlıklı olmamıştır. Seçim sonrasında “balkon konuşması” türü bir konuşma
yapıp herkese kapısının açık olduğunu belirten Mursî’nin
bu yaklaşımı eğer bu tutum
devam ettirilirse önümüzdeki dönemde ordunun gücünü azaltmaya yönelik kitlesel siyasetin
ana öğelerinden birisi olacaktır.
Mısır’da ordunun belirleyici aktör olma konusundaki ısrarı cumhurbaşkanlığı ikinci
turunun hemen öncesindeki
gelişmelerle de tescil edilmiştir. Yargı kararıyla parlamentonun geçersiz olduğunun ilan
edilmesi yanında ordunun yeni anayasa yapılıp seçimler yapılıncaya kadar başkanlık yetkilerini üsteleneceğini bir anayasa belgesiyle yasallaştırması
bunun net göstergesidir. Dünyanın hiçbir yerinde ordu, siyasetten kolay bir şekilde geri
çekilmemiştir. Ama Mısır’da
ordu, siyasetten çekilmesi gerektiğini kabul ettiği anda
bile, siyaseti yeniden dizayn etmiş ve yetkileri kendi elinde toplamıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan Latin Amerika ve Afrika tecrübeleri askerlerin siyasetten
çekilmesinin hem zaman hem de bazı köklü değişiklikler olmadan mümkün olmadığını göstermiş, İslam dünyasında yaşanan asker-sivil ilişkileri ise çok daha zorlu
geçmiştir. Özellikle İslam ülkelerinde ‘‘İslamcı’’ların iktidara geleceği yaygarasının yaygınlığı ve bunun Batı dünyası tarafından desteklenmesi, askerin siyasetten çekilmesini daha da çetrefilli ve sıkıntılı hale getirmiştir.
Mısır’da yaşanan durum, ordunun çekilir gibi görünmekle beraber siyasetteki yerini ve etkisini kalıcı olarak meşrulaştırmaya yöneliktir. Ordu hâlâ, anayasa yapımında söz sahibi olmak ve süreci aktif bir şekilde kendisi şekillendirmek istemektedir. Hemen acil bir şekilde kurulan Milli Güvenlik Konseyi adlı yeni yapılanma,
her ne kadar yetkilerinin tam olarak ne olduğu belli ol-
masa da, ordunun kalıcı olma isteğini, en azından Türkiye’de eskiden olduğu gibi MGK türü kanallarla meşrulaştırmaya hazırlık niteliğindedir.
Eğer Mısır’da yaşanan devrim bir şekilde başarısızlığa uğratılır ya da uzun süre sürüncemede bırakılacak
şekilde sonuçlanırsa, bu durum, bölgesel düzenin yeniden yapılanmasından diğer aktörlerin bölgedeki planlarına kadar birçok şeyi yeniden düşünmemizi gerektirecektir. Türkiye’nin öncülük etmek istediği yeni düzen
ise bu süreçte ilk yara alacak olandır. Özellikle Türkiye’nin
Mübarek’e yönelik açıkça iktidarı bırakma çağrısı ve devrimcilerin safında yer tutması Mısır’da askerin etkili olması halinde bir süreçte ilk yara alacak olan ilişkidir. Aynı şekilde Mısır’da yaşanan gelişmeler Tunus’ta olmasa bile büyük ihtimalle Libya’daki gelişmeleri etkileyecektir. Arap baharının nihaî başarısının Mısır’daki sürecin başarılı olmasına
bağlı olması bu çerçevede kendisini daha da gösterecektir.
Ayrıca Mısır’da içişlerinde yaşanacak gel-gitler ve bunun getirdiği ekstra sorun ve sıkıntıların
zaten kötü olan sosyo-ekonomik
durumu daha da kötüleştirmesi bir ihtimalden öte gerçekliktir. Yıllardır içten içe kaynayan
bir toplumun devrimle beraber biraz rahatlamış olması
muhtemel bir patlamayı biraz
azaltmış olsa da, devrim iyileştirme anlamında hiçbir adım atamamış olduğu için, bu ihtimal her zaman vardır.
Tüm bu yaşanan gelişmelere rağmen Mısır’da devrimin kalıcı bir iz bırakması ve köklü bir dönüşüm yapması zaman alacaktır. Fakat bu süreçte en kilit nokta siyasî alanda yapılan devrimin sosyo-ekonomik yapıdaki
değişikliklerle de desteklenmesidir. Özellikle ekonomik
alanda kaydedilecek açılımların hem sosyal tabandaki rahatsızlıkları gidermekteki önemi hem de ortaya çıkaracağı muhtemel soysal dönüşüm, devrimin kalıcı olmasının en temel altyapısını oluşturacaktır. Sosyal ve ekonomik dinamiklere dokunmayan ve bunları yönlendirmeyen hiçbir siyasî devrim tarih boyunca kalıcı olamamıştır. Mısır’daki devrimcilerin bütün enerjilerini siyasî boyuta indirgemeleri yerine sosyo-ekonomik boyutlarda da gelişmeleri yönlendirmeye talip olması sadece
Mısır’da yaşanan sürecin değil aynı zamanda tüm Ortadoğu’nun geleceğinin yeniden şekillenmesinde kilit bir
rol oynayacaktır. T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 3 5
dünya
Arap Baharı’nın “Hayır” Diyebilen Kadınları
İlknur Küçük • [email protected]
Geçenlerde çocuk psikolojisine dair bir kitap ilgimi çekti. İstemediği davranışlara maruz kalan çocuk sessizce “hayır, istemiyorum” diyordu, etrafındaki büyükler bunu
dikkate almıyor yine kendi istedikleri gibi davranıyorlardı. En sonunda dayanamayan çocuk ortaya atılıyor ve haykırıyordu, “...Hayır bankta yalnız oturmak istiyorum! Hayır kimsenin beni öpmesini istemiyorum...” Etrafında şaşkın şaşkın çocuğa bakan büyükler, “Neden bunu en baştan bu kadar açık söylemedin” diyerek özür diliyorlardı ve
çocuk şunu öğreniyordu: Demek ki, gerektiğinde haykırarak hayır diyebilmeliyim.
Ardından gazetelerde, Yemenli aktivist ve gazeteci Tevekkül Karman’ın Arap Baharı’nda kadınların ve gençlerin
sokağa dökülmesiyle devrimlerin başarıya ulaştığınıvurguladığı
demecine rastladım. Üç çocuk annesi olan ve 33 yıl Yemen’i
yöneten Salih’in iktidarı bırakması ile sonuçlanan süreçteki rolü nedeniyle 2011 yılı Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Karman, “Arap Baharı’nda önceden marjinalize olmuş,
toplumun arka sıralarına itilmiş kadınlar, onurları ve özgürlükleri
için savaştılar. Sadece kadın hakları için değil, aslında insan
hakları için mücadele ettiler. Tunus’ta, Libya’da, Suriye’de
ve Yemen’de bunun örneklerini gördük” diyor.
Tüm dünyada, özellikle gençler ve kadınların kendi gelecekleri için harekete geçmek zorunda olduklarını
vurgulayan Karman, toplumların
kadınlara ve gençlere
daha fazla güvenmesi gerektiğinin
de altını çiziyor:
“Liderleri beklememeliyiz. Herkes
sorunu çözecek liderin kendisi olduğuna inanmalı. Sessiz kalmak sorunun
parçası olmaktır.”
sayfa 36 • Perspektif
Karman, “Kadını, sadece fiziksel olarak değil, haklarını vermeyerek psikolojik olarak da öldürüyorlar. Tüm dünyada kadınlar sorun yaşıyor. Ancak Arap kadınları en kötü durumda olanlar.” diyor. Peki neden özellikle Arap kadınları bu durumda, Müslüman oldukları için mi? Bu sorunun cevabını bulmak için dinimizin toplumsal hayatta
kadınlarla ilgili olarak yaklaşımına bakmak gerekir. Tevbe Suresi’nde, “Mümin erkeklerle Mümin kadınlar birbirlerinin
velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar...” denilmektedir. Yani kadın ve erkek birbirlerinin yoldaşı, yardımcısıdır ve iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak her ikisine de verilmiş bir görevdir. Bu bağlamda, erkek ne ölçüde düşüncesini açıklama hürriyetine sahipse,
kadın da aynı hürriyete sahiptir. Bunun uygulamalarını bizzat Peygamberimizin yaşantısında görürüz. Peygamberimiz ve ashab kadınların görüşüne başvurup, onlarla istişare etmiştir. Hatta Efendimiz, ashabıyla münasebetlerinde
ve devlet başkanlığı görevini ilgilendiren bazı meselelerde, kendi hanımlarına danışmış ve fikirlerini her zaman dikkate almıştır. Asrı Saadet’te kadınların halifeye, yani devlet başkanına, onun Kur’an’a aykırı buldukları içtihadlarına, hem de camide, bütün cemaatin huzurunda karşı çıktıkları vakidir.
Dolayısıyla, sorun dinlerinden kaynaklanmadığına
göre, bugünkü Müslüman kadınların önündeki asıl sorun
cehalet ve yanlış yorumlardır. Julie Elisabeth Pruzan-Jørgensen tarafından Danimarka Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü için hazırlanan İslam’daki kadın aktivistlere dair çalışmada tam da bu konuya dikkat çekiliyor. Çalışmada, İslam çoğu kadına hak ihsan ederken bu haklarının pratikte uygulanmadığı, hatta çoğu kişinin İslamî kaynaklar hakkında bilgisiz olduğu görüşüne yer verilerek, “Onlar İslam’ın
kadına verdiği hakları, ayrıcalıkları ve korumayı görmezden geliyorlar.” deniyor. Bu noktada, toplumu gerek kadına verilen haklar konusunda eğitmek, gerekse İslam’dan
kaynaklandığı düşünülen, ancak aslında geleneklerden kaynaklanan uygulamaların İslam dışı olduğunu anlatabilmek
için yoğun bir çaba gereklidir.
Bununla birlikte Müslüman aktivist kadınlar, kadınlarla
ilgili meselelere çözüm sunarken yerel olarak kabul edilebilecek
öneriler getirilmesinin önemine işaret ediyor. Çünkü aktivist kadınların uluslararası norm ve kurallara bakış açıları farklılık arzediyor. Örneğin, bazıları BM’nin Kadınla-
ra Karşı Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması ile Mücadele
Sözleşmesi’ni yerel yaklaşımlarla uzlaştırmayı mümkün görüyor. Çoğunluğu İslamî organizasyonlara bağlı bazı kadınlar ise cinsiyet, eşitlik, feminizm gibi evrensel konseptlerin,
Batılı yaklaşımı teşvik ederek, kadın erkek arasındaki farkı ve tamamlayıcılığı dikkate almadığı için lokal boyutta
empoze edilmesine karşı çıkıyor.
Aktivizm hareketi Arap kadınlarının güçlenmesine
katkı sağlamak isteyen yerel ve dış aktörler ile ilgili bazı riskleri de beraberinde getirmektedir. Ve İslamî kadın aktivizmi
yerel politik güç oyunlarının istenmeyen yönde gelişmesine de sebep olabilir. Bu harekette saf tutan Müslüman
kadınlar; hareketin cinsiyet ve aile rolleri konusundaki İslamî yaklaşımın meşruiyet ve özgünlüğünün güçlendirilmesi açısından ve aynı zamanda laik yaklaşımların veya gayri Müslimlerin seslerinin dışarıda tutulması bakımından
risk taşıyabileceğini unutmamalı, çalışmalarında bu hususlara
özellikle dikkat etmelidir.
Ayrıca Müslüman kadınların aktivizmi laik kadınların
aktivizmine oranla Arap dünyasında daha geniş bir kitle
tarafından kabul görme potansiyeline sahip. Dolayısıyla bu
hareket gerek kamusal, gerekse özel hayatta Arap kadınını pek çok yönden güçlendirebilir. Örneğin, İslamî sosyal
yardım çalışmalarına katılmak pek çok kadın için özel hayat dışındaki hayata katılım anlamında evin dışına çıkabileceği
meşru bir fırsat yaratmakta ve örnek gösterilecek bu çalışmalar sayesinde kadınların tecrübe kazanması, sosyal bir
çevreye katılması ve belki de yetki ve gücünü artıracak bir
gelir sağlanacaktır.
Müslüman kadınların aktivizmi kadınlara, -vaiz, alim
veya politikacı vs. olarak- yeni ortamlarda yeni pozisyonlar sağlayacak, onların bu yeni rol model pozisyonları sosyal hayattan kopuk yaşayan diğer kadınlara ilham olacaktır. Ayrıca bu hareket dini ilimleri yeniden yorumlama ve
İslam tarihini, -özelikle de kadınların bakış açısından- Peygamberimiz ve ashab zamanında kadının rolü gibi konuları yeniden yazma imkanı verebilir. Özellikle de bu harekete
dahil olan kadınlar yanlarındaki erkekleri, kadının toplumdaki
yeri gibi konuların içine çekebilirler.
Geleneksel olarak erkek hegemonyası altında olan politik alanda da Müslüman kadın aktivistler ayrı bir önem
taşıyor. Başörtülü, hatta peçeli saygın kadınlar olarak
Müslüman kadın politikacıların meşrulaştırılması kadın seçmenler, gönüllüler ve adaylar için kapıları aralamak olacaktır.
Bu potansiyel özellikle Arap Baharı konseptinde hiç olmadığı
kadar önemlidir.
Müslüman Kadının İmajı Değişti
Raporlara göre, Arap dünyasında sosyal medyayı kullanım oranındaki yıllık artış %78. Devrimlerde genç Arap
kadınların da sosyal medyayı kullanması kolay oldu, aileleri bunda bir beis görmediler. Bu da sokağa çıkmadan organize olmalarına fırsat verdi. Nitekim, Mısırlıların dev-
rimin lideri diye bahsettikleri Asmaa Mahfouz’un, Youtube’a yüklediği kısa videonun Tahrir’de yapılan büyük gösteride etkili olduğu biliniyor.
Arap coğrafyası içindeki en yoksul ülke olan Yemen’de
kadınlar, en eğitimsiz, en işsiz kesim. Ve Yemen’de kadınlar,
sokağa çıkmalarını bile engelleyen geleneklere karşı çıkarak peçeleri ile meydanlara çıktılar. Kadın nüfusunun
%71’inin okuma yazma bilmediği bu ülkede haksızlıklara
karşı çıkan kadınların sesleri, bölge kadınlarının özgüvenini güçlendirdi.
Ayrıca Arap baharı içinden birçok kadın kahraman çıkarttı. Arap ayaklanmasını başlatan kadınlar halk ayaklanmasının adeta sembolü oldular, adalet ve eşitlik taleplerinin sözcüsü oldular. Onlar bu başkaldırışlarıyla oryantalistlerin tek tip kabul ettiği, edilgen Müslüman kadın
imajını yerle bir ederek önemli bir başarıya imza attılar.
Türkiye’deki Müslüman aktivist kadınlara baktığımızda ise; özellikle üniversitelerdeki başörtüsü yasağından
sonra daha planlı çalışmalar yaptıklarını görüyoruz. Hemen hemen her şehirde yasağa karşı yapılan protesto gösterileri uzun zaman sürdü. Bununla yetinmeyen kadınlar
gerek çeşitli dernekler kurarak, gerekse bu alanda varolan
derneklerin çalışmalarında aktif rol alarak, hem yerel hem
de uluslararası boyutta seslerini daha çok duyurmaya çalıştılar, bu konuda çözüm getireceklerine inandıkları siyasi
partilerde görevler üstlenerek yılmadan emek sarfettiler.
Türkiye’de başörtüsü konusunda bugün gelinen noktada,
aktivist kadınların bu emeklerinin ve zulme karşı “hayır”
diyerek haklarını aramalarının payı gözardı edilemez.
İslam coğrafyasında kadınlar için asıl mücadele ise şimdi başlıyor. Bu kadınların barışın yayılması, özgürlük ve adaletin herkes için tecelli etmesi için birbirleriyle tecrübelerini paylaşması, bu amaçla birbirlerine yardım etmeleri ve
dünya siyasetinde yerlerini almaları gerekiyor. Bu kadar mücadelenin ardından kadınlara ‘‘hadi evlerinize dönün’’ denmesinin önüne geçilmesi ve kadınların artık özgüvenle zulme, ezilmişliğe ve haksızlıklara karşı haykırarak “hayır” deme haklarını kullanmalarıgerekiyor. Zira Müslüman kadınların
“hayır”ı, tüm insanlığa hayırlar getirecektir. T E M M U Z - A Ğ U S TO S 2 0 1 2 • s ay f a 3 7
dünya
Burma Olayları ve Arakan’ın Dramı
hem de başkenti Akyab ile birlikte pek çok yerleşim biriminin ismini değiştirdi. Arakan, Müslümanları ve bir
zamanlar Müslümanların idaresi altındaki çoğulculuğu
hatırlatırken, eyaletin yeni adı, eyaletteki Budist inanBurma’da, bir Budist kadının Müslümanların tecaçlı Rahin azınlığın hâkimiyetini hatırlatıyor.
vüzüne uğradığı iddiasıyla başlayan olaylar, ülkenin
Arakan’ın dramı 1948 yılında İngiliz sömürgesinin
Rahin eyaletindeki Rohingya kökenli Müslümanların maresmî olarak son bulması ile iyice artarken, 1970’li yılruz kaldığı ve ilgisizlik sebebiyle artık unutulmaya yüz
larda uluslararası boyuta ve nihayet 1982 yılındaki Burtutmuş bir dramı yeniden dünya gündemine getirdi. Öyma vatandaşlık yasasının akabinde zirveye ulaştı. 1982
le görünüyor ki, Müslüman köylerine karşı yapılan salyılı vatandaşlık yasasına göre, Arakan Müslümanlarının
dırılar sonrasında bölgedeki her türlü baskı ve ayrımcıvatandaşlıkları iptal edildiği gibi, resmî kayıtlarının tulığın kaynağı olan merkezî idare de artık bu saldırıların
tulmasından da vaz geçildi. İbadethaneleri, okulları yıülkenin temellerini sarsar hale gelmiş olmasının farkıkıldı, kapatıldı. Başka okullara kayıtları yapılmadığı gina vardı. Zira, merkezî idare ilk kez, bölgedeki problemlerin
bi, bulundukları yerleşim birimleri dışına çıkmaları yaçözümünde ülkedeki diğer Müslümanların yardımına başsaklandı ve ticarete ancak belirli şartlarda izin verildi. Evvurdu ve yine ilk kez eğer haksızlık varsa mutlaka adaliliklere dahi, ancak belirli şart ve sayılarda müsaade edillet önünde bunun hesabının sorulacağını ifade etti.
di. Ülkede herkesin bir kimliği bulunması gerekirken bölBaşka yerler ve ülkeler için çok normal/sıradan olan bu
ge Müslümanlarına kimlik verilmediği için, Müslüiki adımın ne kadar önemli adımlar olduğu, Arakan probmanlar var olduklarını isbat edebilme imkanına sahip delemi bir bütün olarak göz önüne getirildiğinde anlaşağiller. Bu yüzden, özellikle Bangladeş’e kaçmak durumunda
bilecektir. Burma’da Müslüman nüfûsun 3 ile 8 milyon
kalan Müslümanlar resmen mülteci statüsünü dahi kaarasında olduğu tahmin edilmektedir. Resmî veriler 3 milzamadı. Son yıllarda, hem Malezya hem de Tayland, Müsyonu gösterirken, gayr-ı resmî rakamlar 8 milyon olarak
lüman mültecilerin ya ülkeye girişini engelliyor ya da topteleffuz edilmektedir. Bu farkın en önemli nedeni, hüluca Burma sınır bölgelerine götürüyorlar. Hindistan’ın
kümetin Rohingiya’lı 1.5 Milyon Müslüman ile birlikgeçen ay Arakanlılara resmî mülteci statüsü vereceğini
te Hindistan, Çin, Tayland, ve Laos sınırlarında çeşitli
ve arkasından Bangladeş’in de aynı yönde adım atacaetnik kökenlileri vatandaş olarak kabul etmemesi. Ve bu
ğını bildirmesi ise yönetimi bir ölçüde sıkıntıya soktu.
etnik kökenlere sahip olanlar arasında da MüslümanlaBurma’nın bir başka ilginç karakteristiği ise, askerî
rın bulunması sebebiyle rakamlarda büyük bir ihtiidareye karşı en büyük muhalefeti gösterebilen Budist
laf/fark ortaya çıkıyor.
rahiplerin başta Müslümanlar olmak üzere diğer dinî azınBurma’nın askerî yönetimi, eyalet olarak Arakan’ın
lıklara karşı yürütülen sindirme ve ayrımcılık hareketlerine öncülük etmesi.
Arakan probleminin çözümü
için, yeni demokratikleşme sürecinde dünyanın umut bağladığı muhalefet lideri Daw Aung San Suu
Kyi’nin tavrı çok önemli. Bu konuda önemli bir adım atılamamış olmasına rağmen Suu Kyi, eyalette Müslümanların da içinde bulunduğu
parti örgütleri kurmaya başladı. Ancak San Suu Kyi’nin de, Müslümanların vatandaşlığı meselesi ile ilArakanlılar dünyanın unuttuğu bir soykırımla karşı karşıya... Kelimenin tam anlamıyla vagili herhangi bir çözüm planı/protansızlar. Kaçabilen Arakanlılar, Bangladeş’te bu şartlarda yaşıyor...
jesi henüz bulunmuyor. Hakkı Yazar • [email protected]
sayfa 38 • Perspektif
Fitre ve Zekâtınla sen de
ir Kelebek uçur
Hayr'a yol gösteren,
(önderlik eden)
onu yapan gibidir.
Hadis-i Şerif
Fitre ve Zekâtınızla siz de
bir Kelebek uçurarak,
büyük bir kelebek etkisi
meydana getirin ve hayr’a
kanat çırparak yol gösterin.
Azlar bir araya gelsin,
manevi bereketle ciddi
imkanlar ortaya çıksın.
''Fitre ve Zekâtlarınızı en
doğru yerlere ulaştırıyoruz.''
İslam Toplumu Millî Görüş Sosyal Hizmetler Başkanlığı
Boschstraße 61-65 · 50171 Kerpen • Tel.: +49 (0) 2237 - 656 293 · Fax: +49 (0) 2237 - 656 222 • [email protected] · www.igmg.de
Download