foucaultcu iktidar teorisinin eleştirisi

advertisement
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
FOUCAULTCU İKTİDAR TEORİSİNİN ELEŞTİRİSİ:
LACANCI BİR MÜDAHALE
[A Critique of the Foucaultian Theory of Power: A Lacanian Intervention]
Efe Baştürk (Dr.)
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
[email protected]
ÖZET
Foucault’nun teorisinde “her yerde hazır ve nazır” bir iktidardan söz edilir. Bu iktidar biçimi,
kurumları, ilişkileri, yasayı, politikayı, vb. aşan ve her yerden türeyerek yine her yere yayılan bir
sonsuzluk gibi sunulur. Böylece her şeyin, ancak iktidarın içerisinde düşünülebileceği ve bu nedenle
dışarısı düşüncesinin geçersizleştiği bir aşkınlık kavrayışı ortaya çıkar. Böylesi bir iktidar teorisinde
eksik olan şey, iktidarın kategorik bir dışsallıktan muaf olma halinin açıklanamayışıdır. Foucault,
iktidarı özneleşme biçimleri ile ele alırken, “her yerde hazır ve nazır” bir iktidarın ancak bilinçdışısal
mahiyette kurulabileceğine dair bir savı kendi teorisine dahil etmemiştir. Bu makale, Foucault’nun
iktidar kuramında eksik kalan bilinçdışısal mahiyeti Lacancı psikanalizin felsefi bağlamı içerisinde
değerlendirerek özne ve iktidar ilişkisine alternatif bir bakış açısı sunmayı amaçlamaktadır.
Anahtar Sözcükler: İktidar, özne, psikanaliz, Foucault, Lacan.
ABSTRACT
There is an omnipotent power mentioned in Foucaultian theory which is represented as an infinity
deriving from everywhere and spreading to everywhere by surpassing institutions, relations, law,
politics, etc. Thus, a form of transcendentally occurs in which both the “thinking of exteriority” is
invalidated and everything is related with power as well. The very missing part of this power theory
is the unaccountable circumstances of power exempted from a categoric exteriority. Foucault did not
include a theory meaning that an omnipotent power could only be established in unconscious way,
46
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
while he was estimating power with forms of subjectivation. This article aims to represent an
alternative view to the relationship between subject and power by criticizing the missing part of
Foucaultian theory within the philosophical context of Lacanian psychoanalyses.
Keywords: Power, subject, psychoanalyses, Foucault, Lacan.
47
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Giriş
Foucault’nun iktidara ilişkin teorisi, “özneleştirici” ve “tabileştirici” bir iktidarın bir-aradalığını
sunması nedeniyle zihin açıcıdır. Foucault, bir dizi farklı öznelik kategorileri analizleri etrafında
yapılandırıcı bir iktidarın arkeolojisine girişmiş olmakla beraber, bu öznelik kategorilerinin aynı
zamanda belirli faillik alanlarına oturtulması nedeniyle kendini süreklileştiren bir iktidar
mantalitesinden söz eder. Bu iktidar mantalitesi, maduniyet ile failliği bir araya getirerek özneliği inşa
eder. Bu anlamıyla özne bir taraftan fail kılınmıştır; ancak bu faillik özerk bir otonomi göstergesi
değil, bireye dışarıdan sunulmuş olan fakat içine yerleştirilerek kendiliğin kapatıldığı bir “öznelik
uzamı”dır. Dolayısıyla özne[lik], bireyin varoluşsal tekilliğinin bir gerçekliği değil, tersine, bireyin
içinde eritildiği ve onun yalnızca “konumlandığı” bir düzlemdir. Ben, Foucault’nun bu geçişleri tam
anlamıyla iktidar kuramında ayrıntılandıramadığını düşünüyorum; çünkü Foucault, bir taraftan
bireylerin “bireyleştirici teknolojiler” vasıtasıyla ekonomi-politik bir iktidar mantığının içerisinde
indirgenebilir oluşunu izlerken, bunun tam anlamıyla bireyliğin bütünüyle reddedildiği ve bireylerin
yalnızca “konum aldıkları” bir öznelik kipliğini üstlendikleri gerçeğin görmezden gelmektedir. Diğer
bir deyişle, bireyliğin (in-dividuality; varoluşun indirgenemez tekilliği) yerine özneliğin konulması
yalnızca kavramsal bir taşınmayı değil, aynı zamanda varoluşa ilişkin anlamsal bir taşınmayı içerir.
Özne, bireyliğe iliştirilen bir aparat değildir; bireyin dışında mevzilenen ve tüm anlamını bu mevzi
içerisinde bireyin bireysel oluşunu gerileterek varoluşu indirgenebilir kılan bir “yapı-gösteren”
kategorisidir. İşte bu nedenle, özne[lik], bireylerin içerisinde “konumlandığı”, yer doldurduğu ve bu
surette hareketlerine hem olanaklılık bahşeden fakat hem de onu sınırlandıran bir “yapı” şeklinde
düşünülmediği sürece Foucault’nun özneleştirici iktidar adını verdiği teorik mülahaza eksik
kalacaktır.
Bu teorik girişimin bir diğer eksikliği ise şuradadır: Özneliğin hem maduniyeti hem de failliği ihtiva
eden boyutu, yalnızca yapısal bir kategori olarak özneliğin belirleyiciliğini göstermez; aynı zamanda
bir tür “kimliklenme” sürecine dair etkiler taşıması bakımından “kendilik bilinci” adı verilen bir
fenomenolojiyi gündeme getirir. Elbette Foucault, iktidar teorisi içerisinde bilhassa cinsellik

Özneleşme anlamına gelen “subjectivation” ve tabi olma/tabi edilme anlamındaki “subjection” kelimelerinin aynı
kökten türemeleri Foucault’nun düşüncesinde merkezi bir rol oynar. Foucault’nun “özneleştirici iktidar” adını verdiği
iktidar biçimi, eş zamanlı biçimde özneleştiren ve özneleştirdiği ölçüde tabi kılan bir bağlama tekabül eder.
48
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
olgusunun böylesi bir kendilik bilinci ile örüldüğünü ısrarla ve sıklıkla vurgulamış olsa da, meselenin
kökeninde yer alan temel bağlam gözden kaçmıştır. Özneliğin bireyliğe olan üstünlüğü probleminden
ziyade, vuku bulan şey “fazlalık” adı verilen aşırılıktır; öznelik üzerinde konum alarak failleşen
öznenin eş-anlı biçimde yapısal bir sınırlama ile özerkliğe kavuşmasının sonucu, yapısal belirlenim
olmanın yanında, aynı zamanda kendilik bilincinin bizatihi kendilik deneyiminde açığa çıkmasıdır.
Foucault, burada (2010a, s. 336-9) kendilik bilincine işaret ederken, aslında bireyin yapı içinde
soğrulması ile ilgileniyor gibidir; oysa kendiliğin bizatihi kendine yöneltilmiş saf deneyimi yapı-danönce bir bağlamda temerküz eder. Yani özne, kendiliğin bilincini bir tür kendilik deneyimiyle özneliğe
uyarlamadan evvel “olması gereken bir şey” vardır. Bu, yapıyı öncelemez, tersine, yapının özneliği
kurmasındaki diyalektiği hayata geçirir: Özne, bu saf deneyimi yapı-dan-önce deneyimlemek
zorundadır ki, yapının dışsal-belirlenimciliği yerine “yapının içinde deneyim” olgusu algılanabilir
kılınsın. Çünkü özneliğin bireyselliğin tam üstüne yerleşimi, ancak bireyliğin “hatırlanamaz” ya da
“algılanamaz” bir bağlama oturtulabilmesiyle mümkün olur. Diğer bir deyişle, özneliğin yapısal
imali, kaçınılmaz biçimde, özneliğin “yapının içinde doğması” mefhumuna dayanmak
mecburiyetindedir. Bunun anlamı, özne, özneleştiği an ve hemen öncesinde yapının içinde olmak
“zorundadır”; yani, özne “önceden varsayılır”. Tam da önceden varsayılması nedeniyle, özne kendilik
bilincine bizzat kendisinin atıfta bulunabileceği bir “dilsel alan” edinir; böylece yapı ile olan
bütünleşikliğini kavrayabilir, ki bunun açılımı da zaten özneleşmenin kurucu ilkesidir.
Bu makalede geliştirmeyi düşündüğüm düşünce, tam da Foucaultcu düşüncede yanıtını alamadığımız
bu eksikliğin giderilmesi adına Lacan’a başvurmak ve Foucaultcu iktidar teorisinin ana hatları olan
maduniyet ve özneleşmenin eş-anlılığını tamamlayabilmek adına önermeler sunmaktır. Foucault’nun
iktidar teorisinde olduğunu varsaydığım bariz problem, iktidarın üretimi sonucunda ortaya çıkan bir
“taşıyıcı özne” fikrinin bizatihi Foucault’nun ele almaya niyetlendiği sorunu çözümleyememesidir.
Çünkü, Foucault’nun sorunsallaştırmaya niyetlendiği düzlem, özneleştirici iktidarın dolaylı biçimde
özneye taşınması, onda ikamet etmesi ve onda görünür olmasıdır. Fakat Foucault kendi teorik çizgisi
içerisinde bu sorunla doğrudan başa çıkamaz; iktidarın özneleştirici bağlamının hep özneye dışsal
düzlemlerde “sıkışması” bu yüzdendir (iktidara karşı dışarısı düşüncesinin açmazı tam da bu çelişkide
saklıdır). Öyleyse yapılması gereken, iktidarın özneye dışsal oluşunu referans almak ve iktidar
ilişkileri olmaksızın özneleşme olmayacağını söylemekle yetinmeyip, bir adım geriye kayarak,
öznenin iktidara zemin hazırlayan bir düzlem olduğunu kabul etmektir. Diğer bir deyişle, Foucaultcu
49
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
iktidar teorisinin temel açmazı, bariz biçimde özneyi bir sonuç olarak ele almak suretiyle iktidarın
dışsallığı varsayımını bir türlü geriletememesidir; oysa iktidar, öznenin belli bir alan açması ile
“çağrılır”. Burada kurucu ilişki tersine çevrilir; iktidar, üretici pozisyondan çıkarak yinelenen ve fakat
yenilenen bir bağlama oturur. Burada iktidar, özneyi üreten ve ona hem sınırlar hem de olanaklar açan
kurucu etmen olmaktan çıkar, öznede görünen bir şeye dönüşür. İşte burada, bizi Lacancı psikanaliz
felsefesinin sınırlarına taşıyacak olan soru belirir: Özneyi oluşturan ve ardından kaybolan iktidarın,
ürettiği şeyde görünmesi nasıl açıklanmalıdır? Bu soru, iktidarın dışsallığından kopartılarak belli bir
özdeşlik ilişkisinin tesis edildiği düzlemin öne çıkartılması ile yanıtlanabilir ancak. Başka bir
ifadeyle, Foucault’nun açıkta bıraktığı şey, iktidarın içselleştirilmesi adını verdiği ve kendini normsal,
mekânsal
(panoptik)
ve
özneleştirici
prosedürlerde
gösteren
olgunun
hangi
düzlemde
içselleştirildiğini belirtmemiş olmasıdır. Dışsal iktidarın özneye içselleşmesi, ancak iktidarın
bilinçdışısal bir bağlama yerleşmesiyle mümkün olabilir. Bu da iktidarın “geri gelmesi” yoluyla
özneyi kurduğuna işaret eder. Foucaultcu iktidar teorisini tamamlayabilmenin koşulu, tam da
Foucault’nun dahil etmekten kaçındığı psikanalitik paradigmayı bu teorik mülahazaya yerleştirmekle
mümkün olur.
I. Foucaultcu İktidar Teorisi: Varsayımlar ve Açmazlar
Foucault’nun iktidar teorisinin ayırt edici yanı, iktidarın özneleştirici vasfını merkeze alan
önermelerin bir arada sunulmasından kaynaklanır. Foucault’nun iktidar kuramında baskı ve
tahakküm, yerini özgürlük ve gösterime (demonstration) bırakmıştır. Gösterim, burada, varoluşun
öznel bir görünürlük ve ayırt edilebilirlik çerçevesinde anlamlandırılmasına ilişkindir ve Foucault,
bunu modernliğin getirmiş olduğu bireyselleştirme söylemleri içerisinde kavrar. Buna göre
bireysellik, yalnızca ekonomi politik alanında vuku bulan ve bireylerin özgür iradeleri yoluyla bir
araya geldikleri bir toplumsallığın temel birimi olarak değil, bireylerin kendilerini anlamlandırma ve
kendilerini başkalarının gözünde “ayırt edilebilir kılma” amacıyla içine girdikleri bir söylem şeklinde
kavranmalıdır. Foucault’nun bireyselleştirici söylemler ile kavramaya çalıştığı şey, temelde, iktidar
ilişkilerinin kurucu, özerkleştirici ve failleştirici dinamiklerini çözümlemektir; diğer bir deyişle
söylemin bireyselleştirici vasıtasıyla örgütlenen bir iktidar ilişkisinin açımlanması Foucault’nun
temel problemidir (Foucault, 2011a, s. 75).
50
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Bireyselleştirici söylemlerin bir iktidar mantalitesi şeklinde ele alınmasının Foucaultcu bağlamı,
öncelikle birey kavramının belli bir norm ile ilişkilendirilmiş somutlukların dolayımı şeklinde ele
alınması ile başlar. Foucault için birey kavramının soyut ve normatif bir içeriği yoktur; Nietzsche’den
aldığı mirasla tüm normatiflerin soykütüksel bir eleştirisini yapmaya girişerek, anlamın esasında bir
iktidar, daha genel ifade edersek bir hiyerarşik ilişki olduğu varsayımını temellendirme uğraşındadır.
Soykütüksel yöntem, Foucault için bireyselleştirici söylemlerin bir iktidar ilişkisi çerçevesinde
anlaşılması için temel yöntemdir; çünkü Foucault’ya göre soykütüksel yöntem, verili olanın nesnel
bir kabul bağlamında değil, tersine yorumlanabilir ve bu sayede içeriğindeki oluşum koşulları fark
edilebilir bir eleştiri düzlemidir (Foucault, 2011b, s. 230-54). Nietzsche’nin soykütükten anladığı,
kendini zorunluluk biçiminde dayatan tüm anlamlandırma girişimlerinin oluşumunda saklı olan
olumsallıkların, yani bunların belli bir güç ilişkisi çerçevesinde bir-araya toplanmasının
çözümlenmesidir; diğer bir ifadeyle soykütüksel yöntem, kendini bir köken ve değişmezlik halesi
içerisinde sunan anlamların kökenselliğini reddetmek ve oluşumlarındaki somut nedenselliklerin izini
keşfetmektir (Nietzsche, 2008, s. 33). Dolayısıyla Foucault’nun sorduğu soru şuna yakındır: Birey
kavramına ahlaki, politik, simgesel ve toplumsal bir “değer” atfetmenin ve onu “biricik” görmek
suretiyle tüm normatiflerin “temeli” haline getirmenin koşulları nelerdir? Diğer bir deyişle, hangi güç
ilişkileri çerçevesinde birey kavramı normatif ve kökensel bir içerik kazanmıştır? Bu soruların,
aslında soybilimle keşfedilmesi istenen iktidar ilişkilerinin özneye öncel olduğu varsayımına
dayandığını söyleyebiliriz. Bunun açık anlamı, Foucault’nun iktidar ilişkilerinde özneye dışarıdan
yönelen bir belirleyici gücü değil, tersine onu kuran ve onun kavrayışlarını yönlendiren bir devindirici
etki formüle etmek arzusunda olmasıdır.
Foucault’nun bu soru çerçevesinde aradığı yanıtlar, onu bir dizi farklılaşmış iktidar çözümlemesine
sevk etmiştir. Bir taraftan söylemin soykütüksel eleştirisi vasıtasıyla kavramın normatif içeriğinin
nasıl kurulduğuna dair tarihsel arkeolojiler (2013a; 2011c); diğer taraftan bireyin normatif içeriğinin
belli bir standardizasyon ekseninde kurulması ile ayırıcı sentez işlevini aldığı ikilik rejimlerinin
incelenmesi (2013b; Hapishanenin Doğuşu, 2013c; 2002) ve nihayetinde standardizasyon ve ikilik
rejimlerinin birleştirilmiş sentezini sunan genelleştirilmiş iktidar şebekesinin çözümlenmesi (2010b;
2013d) vardır. Bu çözümlemeler kimi yanıyla birleşik-bütünleşik bir program gibi okunabilir, ya da
bazı yönlerden aralarında belli ayrımlar ve farklı hipotez kümeleri vardır. Ancak, Foucault’nun iktidar
teorisine en temelden bakıldığında, yani iktidar, bireyselleştirici söylemlerin çoğulluğu üzerinden ele
51
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
alındığında, Foucault’nun sorunsalı tüm eserlerine içkin bir kod olarak belirir: Bireyin özne halini
alarak belli faillik eksenleri ile uyumlaştırılması ve bu uyumun bir iktidar ilişkisi bağlamında
çözümlenmesi. Foucault, bunu bilhassa Cinselliğin Tarihi adlı metninde bir anlamda toparlar: İnsanın
özneye dönüşümünde belirleyici olanın deneyimler olduğunu ileri süren Foucault, bu deneyimlerin
belirlenimciliği altında özneleşmenin varyantlarını çıkarır (2010a, s. 329, 403, 428 ve 445). İnsanın
düşünme, konuşma ve davranma etkinlikleri yoluyla bu deneyim alanlarına girmesi ile beraber
özneleşmenin başladığı ileri sürülebilir. Bu, Foucault’nun, varoluşun ancak koordinatları belirlenmiş
deneyim alanları ve onlara içkin davranış ve tutum pratikleri aracılığı ile kavranabileceğine ilişkin bir
argüman kurmasının hipotetik altyapısını oluşturur. Foucault için deneyim, şimdiki zamanın sınırlılığı
içerisinde anlık meydana gelen bir faillik değil, insanın belirli deneyim süreçleri ile özdeşleşerek
özneleşmesinin fiili durumudur. Bu, tam da Foucault’nun “hakikat oyunları” adını verdiği durumu
yansıtır: Deneyimsel biçimlere içkinleşmiş güç ilişkilerinin yapılandırıcı etkileri vasıtasıyla
özneleşmenin koordinatlarını belirleyen ve buna uygun olarak faillik alanları ile bu faillik alanını
anlamlandıran deneyim alanı, bu somut deneyim-anlam özdeşliğini şimdiki zamana aşkınlaştıran
mitik bir belirlenimdir (2011a, s. 100). Örneğin deliliği incelerken Foucault’nun yanıtını aradığı soru,
akıl hastalığının hangi “hakikat oyunları” içerisinde belirlendiği değildir sadece, o aynı zamanda bu
adlandırmanın (akıl hastalığı) oluşumu ile ilişkilendirilebilecek davranış ve tutum pratiklerinin
bilişsel olarak zihinlere kodlanmasıdır (2011a, s. 234).
Bu kodlama anlamlıdır; çünkü bir taraftan söylemsel (delilik), normsal (akıl hastalığı) ve işlevsel
(kapatma) iktidar dizilerini bir araya getirir. Fakat öbür taraftan, denklemin diğer tarafında yer alan
“normal” boyutu da kuran ve yöneten bir iktidarı gösterir. Bu iktidar, yalnızca anormal olarak
kodlanan unsurların yönetilmesi ile ilgili değildir; tüm bu söylemsel ve kurumsallaşmış iktidar
alanlarını hem olanaklı hem de meşru gösteren bir “kendilik disiplini” yoluyla açığa çıkar. Bu kendilik
disiplini, bireylerin “içeriden yönetilmeleri” olgusuna dayanak sağlayan unsurlar aracılığı ile
gerçekleşir. Burası tam da Foucault’nun Nietzsche gibi etik kavramının soykütüğünü çıkartmaya
giriştiği yerdir. Bilgi öznesi veya iktidar öznesi gibi süreçler, yapılandırılmış faillik alanları ile
uyumlu davranış ve tutum eksenlerinden türer; ancak etik öznenin alanı belirsizdir. Foucault, etik
öznede “kendi eylemlerinin öznesi” olma durumunu işaret eder; burada ön-belirlenmiş (ya da
yapılanmış) tutum ve davranış göstergeleri, yani özneleşme koşulları yoktur – daha doğrusu
işaretlenmemiştir. Ancak, eğer gerçekten özneleşme sürecinden bahsediliyorsa, bunun anlamı, etik
52
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
öznenin yine de ön-belirlenmiş birtakım tutum ve davranış göstergeleri içerisinden kendi eyleminin
öznel sorumluluğunu ve dahası bu eylemin belirli bir ilke ile uyumunu işaretleyecek öznel sınırı
göstermesi gerektiğidir. Diğer bir deyişle, özneleşmenin kendisi şayet tutum ve davranışların önbelirlenmiş deneyim alanları ile özdeşleşen faillik eksenleri ile bütünleşmesi ise, buradan çıkan sonuç
eylemin öznel sorumluluğu meselesinin dahi önceden yapılanmış başka bir kategoriye işaret etmesi
gerektiğidir. Foucault burada çifte açmazla karşı karşıyadır: Bir taraftan etiğin, “uyulması değil fakat
yaratılması gereken” bir şey olduğunu öne süren Nietzscheci tavrın izindedir; fakat diğer taraftan
kendi epistemolojik çizgisinde özneleşmenin ontolojik mevcudiyeti olarak koyutladığı “davranışfaillik-deneyim” özdeşliğinin geçerliliğini muhafaza etme kaygısı güder.
Bunu somutlamak için şöyle ilerleyebiliriz: Foucault, özneleşme üzerine modern sorunsallaştırmanın
üç ana hattı takip ettiğini ileri sürer. Bunlardan ilki bilgi öznesidir; bu, bireylerin çeşitli söylem
kurulumları içinde yeniden üretimleridir. İkincisi, iktidar öznesidir: Söylemsel alanlar içerisinde
uygunluklarının denetlendiği öznelik kipleridir. Üçüncü ise etik öznedir: Eylemlerin sorumluluğunda
olan özne (2011a, s. 58). İlk ikisi dışsal ve zamansal olarak özneye nazaran önceden belirlenmiş olan
düzeneklerden oluşur. Problem yaratan şey, üçüncüsü, yani etik öznedir. Çünkü Foucault, etik öznede
neredeyse özne-iktidar ilişkisine dair bir döngüsellik öneriyor gibidir. Etik özneyi “eylemlerinin
özneliği” minvalinde değerlendiren Foucault, bu üçüncü tip öznelikte “kendilikle ilişki” nosyonunu
mercek altına alır. Burada vuku bulan şey normun içinde yer alma, ona dahil olma, onun öngördüğü
biçimlerde tutum ve davranış pratikleri geliştirme değildir; tüm bu pratikler kümesini (yapıpyapmama, izin verme-reddetme) bu pratiklere anlamlı geçerlilik zemini sağlayan hakikat düzlemi
çerçevesinde üretmektir. Foucault, burada etik özneyi ön-belirlenmiş bir anlam dünyası içerisinde
davranış ve düşüncelerini bu belirlenmiş alanla uyumlaştıran bir özne olarak değil, daha ziyade
kendiliği yapılandırmada etkili olan ilkelerin öznel davranış yoluyla belirlenim kazandığını gösteriyor
gibidir. Oysa kendilik bilinci, kendilik etiği ya da kendilik kaygısı adını verdiği bu olgusal düzlemler,
özneleşmenin adeta üzerine kapanma yoluyla gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Fakat kafa
karıştıran soru, Foucault’nun bu üzerine kapanma meselesine hiç eğilmediği, dahası meselenin bu
tarafından yaklaşmadığıdır. Foucault’da eksik olan şey, açık biçimde, deneyimlerin belirli bireysellik
dayatması hipotezinde öne sürülen içkin savın zamansal bir ardışıklığı imlemesidir. Buna göre
deneyim, belli bir öznelik kipini dayatır ve özneleşmeyi kuran şey de, bu deneyimin içine fail olarak
katılmak ve bunun sonucunda özne olarak oradan çıkmaktır.
53
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Dikkat edilirse, vuku bulan şey hep bir ardışıklık şeklinde cereyan etmektedir: Önce deneyimin
bireysellik kipi dayatması gelir; ardından bu deneyim alanına ön-belirlenmiş davranışlarla katılınır;
deneyim ile failliğin birleşmesiyle özne oluşur. Fakat etik öznenin oyuna girmesi ve doğrudan
kendilik kaygısının ortaya çıkması, bu ardışıklığı sekteye uğratır: Çünkü etik özne bir taraftan
kendiliğin dışsal belirleniminin ontolojik eleştirisini içerirken (Foucault, 2015, s. 7-10); diğer taraftan
etik olanın içerisinde var-olma kipini işaretleyen bir faillik düzlemini zorunlu biçimde işaretler.
Öyleyse Foucault, kaçınılmaz biçimde, ön-belirlenmiş deneyim alanları içerisinde özneleşmenin
eleştirisi için önerdiği etik özneliğin, yine belirli bir deneyim alanı içerisinde failleşmesinin zorunlu
olduğuna ulaşır. Bunun açık anlamı; iktidar ilişkilerini özneleşme üzerinden okuyan Foucaultcu tez,
etik özneliğin mevcut özneleşme süreçlerini eleştirel bir bağlamda bir tür kendilik bilinciyle aşmaya
çalışan çabasının yine iktidar ilişkisine kapı araladığı gerçeğiyle karşı karşıya kalır. Kısaca
Foucault’nun iktidar teorisindeki boşluk, iktidar ilişkilerinin ön-belirlenmiş deneyimler alanı
içerisinde failleştirici düzeneklerin ardışık gelişi ile gerçekleştiği varsayımından türer. Foucault, esas
itibariyle, özneleşme süreçlerinin eleştirel bağlamı olarak addedilen etik özneliğin neden ve nasıl bu
özneleşme-deneyim döngüsü içinde kapana kısılmış olduğunu fark edemez; çünkü mevcut iktidar
ilişkiler alanına karşı inşa edilebilecek olan yaratıcı bir etik-kendiliğin yine benzer bir iktidar ilişkisi
içerisine oturtulması zorunluluğu ile hesaplaşamaz. Başka bir ifadeyle, Hapishanenin Doğuşu’nda
resmettiği üzere, kendiliğin çifte bölünmüşlüğünü birbirine karşı kullanarak denetimi içeriden kuran
gözetleyici iktidar, beden ve ruh arasındaki bölünmüşlüğe dayanırken (2013b, s. 295-6), bundan
çıkartacağımız sonuç, ruhun bir anlamda bedensel denetime dayalı iktidara karşı etik özneliğin inşa
edileceği düzlem olduğudur. Ve bu mantık, zorunlu biçimde, bizi bir diğer sonuca ulaştırır: Bedenruh bölünmesinde tüm dikkatini beden-üzerinden-ruh-kontrolü sağlamaya yöneltmiş olan iktidar,
nasıl [ve neden] bir boşluk bırakmaktadır ki, bu boşluktan iktidar ilişkileri tarafından yakalanmayacak
bir etik-kendilik ortaya çıkabilsin? Ve bana kalırsa asıl önemli soru, etik adı altındaki normatif imlecin
kendisinin bir özneleştirici vasıfla yüklenmediğini ve bütünüyle bireyin edimselleştirmek yoluyla
yarattığını nereden biliyoruz; ve dahası bu normatif işaretin, bireyleri aslında özne kılmak üzere
seferber edilen bir teknoloji olduğunu neden düşünmeyelim? Bizzat Foucault, Nietzsche’den aldığı
mirasla, “hakikat istencinin kendisinin bir iktidar arzusu olduğu”nu (Foucault, 2012, s. 65)
söylememiş miydi? Öyleyse özneleştirici bir iktidara karşı, karşı-özneleşme pratiğinin hem imkanını
sağlayacak şey, hem de bunun yeniden bir iktidar ilişkisine dönüşmeyeceğinin garantisi nedir?
54
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Foucault’cu iktidar teorisindeki kapanmaz boşluk, iktidarın hep “kurucu” vasıfla donatılması ve bu
nedenle özneleşmenin biricik koşulu olarak düşünülmesidir. Bu, Foucault’nun bilhassa iktidara karşı
geliştirmeyi umduğu direniş düşüncesinde açığa çıkar: Çünkü bir tarafta özneliğin kurucu biçimi
olarak iktidar vardır, fakat diğer taraftan bu iktidara karşı dile getirilecek karşı-özneleşmenin kendisi
de – tam da özneleşmenin kurucu ölçütünün iktidar olmasından ötürü – özneleştirici iktidarın ağına
yakalanmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, Foucault, iktidar ve özne arasındaki ilişkiyi hep “kurucu”
bağlam üzerinden ele aldığı için bir boşluk kalmaktadır ve bu boşluk, bilhassa özne ve iktidar
arasındaki tam örtüşmezliğin bulunmadığı durumlarda ortaya çıkar. Bunu şu şekilde ifade etmek
mümkün gözüküyor: Karşı koyduğumuz şey olarak iktidar ile varoluşumuzun koşulu olarak iktidar
arasında eğer bir aynılık düzlemi varsa, şu halde iktidara karşı koymak aynı zamanda kendiliğin reddi
ya da kendiliğin artık tanımlanamaz ve algılanamaz bir müphemliğin nesnesi olduğu anlamına gelir.
Şu halde iktidara karşı koyma düşüncesi, iktidarı var eden özneleştirici pratiklerin bütünüyle terk
edildiği saf bir ütopik düzleme göndermede bulunur. Fakat eğer özne[leşme] ve iktidar arasında bir
farklılık ekseni küçük de olsa varsa (etik-özne imkanında olduğu gibi); bunun da anlamı, iktidarın
kuşatamadığı bir özneliğin bulunduğudur ki bu düşünce de aslında şu varsayımla aynı kapıya çıkar:
eğer iktidar, karşı özneleşmenin üzerine oturduğu normatif-gösteren ağını kendiyle ilişkili
kılamıyorsa, bu, iktidarın “eksiltilmiş” olduğunu gösterir. Oysa iktidar, kaçınılmaz biçimde hakikatin
metafiziksel bağlamını normatif-gösterenlerde somutlayarak kendisini aşkınlığın ve gerçekliğin
bütünleştiricisi olarak sunmak zorundadır (“bunu yapmalısın, şundan dolayı”. Dikkat ederseniz bu
ifadede somut olan [bu], orada görünmeyen fakat varlığı hissedilen bir koyutlama [şu] ile
işaretlenmektedir). Çünkü karşı-özneleşme, ancak iktidarın üzerine yerleşmiş olduğu bu düzlemleri
birbirinden kopartmak ve iktidarın çıplak işleyişini göstermek amacında olduğu sürece anlamlı bir
edimdir; ki bunun başka bir anlamı, karşı-özneleşme ile iktidarın aynı anda birlikte var
olamayacağıdır (çünkü iktidar, karşı-özneleşmeyi imkansız-öznelik olarak göstermesi yoluyla kendi
kurulumuna temel sağlayan öznelik biçimlerine kiplik sağlayabilir).
O halde Foucaultcu iktidar teorisindeki boşluğun merkezine ulaşmış oluyoruz: Foucault, aslında,
özne ve iktidar arasındaki ilişkiyi kavramıştır, fakat bunu ifade ederken, yine de özneye bir alan açma
isteği ve kaygısı bu kavrayışın önüne geçmiştir. Foucault’nun teorisinde özne hem kurulan, belirlenen
55
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
ve inşa edilen bir nesnelik düzlemidir; buna karşın, o hem de verili olanın içerisinde bulunduğu
yerden sıçrama veya kopuş ile kendiliği kuracak olan faildir. Bu gerilim, Foucault’nun kendi
epistemolojisi içerisinde özne ile iktidar arasındaki yer yer dikotomik, buna karşılık bazen de
antagonistik ilişkiyi resmetmektedir. Ancak Foucault’cu iktidar teorisine içkin problem karşımızda
durmaktadır: özneleştirici bir iktidar aynı zamanda karşı-özneleşmeyi mümkün kılabilir mi; yoksa
karşı-özneleşmenin kendisi de kaçınılmaz biçimde özneleştirici bir iktidar ağına yakalanmak zorunda
mıdır? Bu çifte gerilim aslında şu noktada zihinleri aydınlatır: Özneleştirici bir iktidara karşı
geliştirilmesi hedeflenen karşı-özneleşme pratiği, özneliğin aslında salt kendilik bilinci dolayımıyla
kurulamayacağı için, içinde bulunduğu iktidar ilişkilerinden bağımsız gelişemez. Çünkü iktidar,
aslında kendiliğin kavranabileceği ve öznenin kendisini “bir özne olarak” dile getirebileceği yapısal
belirlenimlerin toplamıdır ve Foucault’nun iktidarda kavradığı şey tam da iktidarın salt özneleştirici
prosedürlerden ibaret olmayıp, aynı zamanda özneye bir varoluş, bir anlam ya da bir faillik alanı
açmasıdır. Bu kavrayış, daha doğrusu Foucaultcu iktidar teorisindeki boşluk, tam da bu nedenle
Lacancı bir müdahaleyi çağırır.
II. Özne ve İktidar Döngüsünü Tamamlamak: Lacancı Müdahale
Lacan yalnızca Freud-sonrası psikanalizin değil, post yapısalcı ve post Hegelci felsefelerin alet
çantası olmuştur. Hatta denilebilir ki, özne üzerine geliştirilen post modern ve post yapısal temalar
çoğunlukla Lacancı'dır; çünkü bu tartışmalar, büyük ölçüde Lacan’ın kavramsallaştırmaları ve
sorunsallaştırmalarına dayanır (Rabate, 2003, s. 5). Bunun en önemli sebebi, hiç kuşkusuz, Lacan’ın
kendi psikanaliz kuramını oluştururken büyük felsefi temalara ve tartışmalara dayanarak çok boyutlu
bir öğreti sunabilmiş olmasıdır. Örneğin Lacancı psikanaliz Hegelci “tanınma” nosyonunu kendisine
merkez noktası alırken, bu nosyonu Saussurecü dilbilim ile birleştirerek yepyeni bir felsefe üretmiştir.
Hegel’in “tanınma arzusu” (Hegel, 1987, s. 178) olarak geliştirdiği sav, Lacan’da Saussurecü
dilbilimin içerdiği bir yapısal şemaya oturtularak genişletilmiş, bu da özne teorisinde yeni ufuklar
yaratmıştır. Özne’yi tam anlamıyla etkin, bütünlüklü ve karşısındakine eksiksiz biçimde
hükmedebilen bir fail olmaktan çıkarıp onu edilgen, eksik ve öteki’ne bağlı ve bağımlı addeden bir
teorik mülahaza, Lacancı psikanalizin belkemiğidir. Hegelci diyalektiği dahi yeniden yorumlayan
Lacan, diyalektiğin kapsayarak aşma ve bu sayede bütünlüğe ulaşma çabası değil, tam tersine
eksikliğin tasdik edildiği süreç olduğunu iddia eder. Bu hipotez, Lacan’da özne-öteki ilişkisinin nasıl
56
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
ele alındığını ve öznenin neden ve nasıl eksiltilmiş bir momente tekabül ettiğini anlamak için hayati
önemdedir.
Lacan için özne ve öteki arasındaki ilişki, ki o her ne kadar Hegel’e atıfla kendi teorisini oluştursa da,
bütünlüklü bir ilişki değildir. Lacan için ne özne ne de öteki birbirilerinden kesin ve kat’i sınırlarla
ayrılmış ve aralarında istikrarlı bir farklılaşmış ilişkinin öğeleri değillerdir. Tersine, bu kategoriler
belirli işleyiş ve yönelimler ile değil, oluş ve dönüş temalarıyla iç içedir. Diğer bir deyişle özne-öteki
ilişkisi daima özdeşleşme, ayrılma, değişme, vb. kavramlar dahilinde düşünülmelidir. Lacan’ın
İmgesel, Sembolik ve Gerçek adını verdiği ve kendi psikanaliz kuramının temel savlarını oluşturan
kavramları tam da özne ve öteki arasındaki ilişkinin değişkenliği ve müphemliği çerçevesinde
kurulmuşlardır (Lacan, 2013a, s. 215-77). Bu çalışmada Lacancı psikanalizin çok sınırlı bağlamda
ele alınacağını belirteyim. Bu bakımdan Lacan’ın kendi kuramını oluştururken dayandığı temel
kavramları basitçe şöyle izah edebiliriz: İmgesel: ben’in kendini kavradığı yansıtıcı yüzeydir. Lacan
bunu daha çok “aynada yansıyan çevre” olarak belirtmiştir (Lacan, 2013b, s. 144-5). Burada ben-lik,
ancak imgesel yüzey sayesinde kendi varoluşunun ayırdına varır. Ancak bu kavramı önemli kılan,
varoluşun kavrandığı imgesel yüzeyin somut ben’den daha fazlasına tekabül ettiğinin idrakidir; yani
ben imgesi, somut ben’den daha bütünlüklü ve eksiksizdir. Bu yüzden imgesel yüzey, somut benliği
dehşete düşüren, onu öteki’nin bakışına bağımlı ve muhtaç bırakan şeydir. Sembolik: Lacan’ın
Saussurecü “gösteren-gösterilen” (örneğin “ağaç” sözcüğü bir gösteren olarak nesne-ağaç
[gösterilen] betimler) ilişkisini kendi kuramı içerisinde yeniden yorumladığı evredir. Burada her
gösteren, bir başka gösteren’e atıfla oluşturulur; dolayısıyla düzenli, farklılaşmış ve bütünlüklü bir
varlık kategorisinin olmadığı iddia edilir. Sembolik evre, ben’liğin imgesel idealini imkansızlaştıran
şeydir, çünkü benliğin dışsallıktan azade bağımsız ve özerk bir öğe olmadığının göstergesi olarak
sembolik evre, tıpkı dilin oluşumu gibi her göstergenin (gösteren-gösterilen ilişkisi) aynı zamanda
başka göstergeye bağlı olduğunu ve bu bağın bitimsiz olduğunu gösterir. Özne, tam da sembolik
evrende göstergeyi somutlayan kategoridir; o ne özerk bir faildir ne de ayrımlaşmış bir özbilinçtir.
Tersine özne, göstergeler arası keyfi ilişkilenmenin düğüm noktası olarak daima belirlenendir.
Gerçek: Sembolik olan tarafından dahil edilemeyen fazlalıktır. Bu fazlalık, Lacan’ın psikanaliz
kuramında “dil-dışı kalan”, yan, “dile dökülemeyen” olarak ifade edilir (Zizek, 2011, s. 250).
Sembolik evrende gösteren-gösterilen ilişkisi (gösterge) anlamın dilsel birliğini koyutlarken aynı
zamanda onun belli bir gramer kuralı içinde olma zorunluluğunu imler. Gerçek, bu gramer kuralından
57
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
kaçan, çünkü göstergeye (gösteren-gösterilen) dahil edilemeyen fakat “oralarda bir yerlerde olduğu
hissedilen” boşluktur. Öznenin eksikliği, bir taraftan göstergeler arası düğümlenmelerin birleşim
noktası olarak kendinde-varlık olamayışı, diğer taraftan Gerçek yoluyla kendinde-varlık’a
ulaşabileceği arzusu duyumsamasıdır. Her süreçte aslında ilksel bir bilinç vardır: ben’lik, kendini
ancak
öteki’nin
bakışı
yoluyla
kavradığından
(imgesel)
veya
Öteki’nin
alanı
içinde
konumlanabildiğinden şöyle bir yaklaşım geliştirir: öteki/Öteki, mutlak düzeyde ben’e fazla olan ve
dahası ben’in eksik olduğunu vurgulayarak onu tamamlayacak olan kusursuzluk topografyasıdır. Bu
bakımdan eksiklik, özne tarafından olumsuz bir hissiyat gibi kavranmaz; tersine bu eksiklik
düşüncesini deneyimleme yoluyla özneye, öteki’nin bakışına ve Öteki’nin dili içerisinde konum
almaya doğru yol açılır.
Lacancı psikanaliz kuramının esası, öznenin diyalektik serüveni içerisinde imgesel özdeşleşme,
sembolik konumlanma ve gerçek-tarafından-baştan-çıkarılma süreçlerini deneyimlemesine dayanır.
Bu diyalektik serüven sonucunda özne hem kendi eksikliğini hem de öteki’nin eksikliğini
kavradığında bu defa diyalektiği tersine çevirerek yeniden öteki’nin bütünlüklü olduğu imgesel ve
sembolik düzeylere dönme kaygısı taşır. Fantezi’nin işlevi burada belirginleşir: Fantezi, öznenin
öteki’ndeki eksikliğin nedeninin aslında özne tarafından öteki’nin bütün olarak algılandığı
yanılsamasına karşılık, öteki’nin yeni baştan bütüncül şekilde kurgulanmasıdır (Zizek, 2011, s. 59).
Çünkü öznenin varoluş koşulu, öteki’nin eksiksiz bir fazlalığa tekabül ettiği varsayımını
deneyimlemesine dayalı olduğundan, öteki’ndeki eksiklik özne tarafından giderilir. Burası, Lacan’ın
Hegel’den devraldığı “tanınma” ilişkisini psikanalizin en temel dinamiği olan arzu ile bütünleştirdiği
yerdir. Hegel’in, “Özbilinç, ancak tanınan bir şey olarak vardır” (1987, s.178) önermesine dayanarak
Lacan, varoluşun deneyimlenmesi olarak özbilincin ancak “dışsal bir düzene dahil olma” yoluyla
olacağını iddia eder (Lacan, 2014: 51). Konuşmanın anlamı da burada ortaya çıkar; çünkü konuşma,
hem bu dışsal düzenin algılandığını gösterir hem de oraya dahil olmak için öznenin çabasını imler.
Lacan’ın bu dışsallığı “dil” olarak koyutlaması ve psikanalizin “bir dil gibi yapılanmış” (2013a, s.
215) olduğunu önermesi bu yüzdendir. Çünkü konuşma, her şeyden önce bu dışsallığın kavranmış
olduğunu gösterir – çocuk, dilin içerisine doğmuş olduğundan, o dilin sınırları içerisindeki ifade
şablonlarını duyumsayarak kendi biyolojik varoluşunu kültürel şablonlarla ifade etmeye yönelir.
Örneğin acıktığında çıkardığı seslerin biyolojik tepkiden kültürel ifade kümelerine doğru ilerlemesi
bu yüzdendir.
58
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Lacan, imgesel özdeşleşme ile sembolik konumlanmayı bir anlamda insanın nesneler sistemi ile
girdiği ilişkinin anlaşılması için kurgular. Çünkü Lacan, insan-nesne ilişkisini asla birbirine dışsal
gibi görünen ve aralarında etkin-edilgen farklılaşmasının olduğu saf bir ayrım gibi düşünmez. Tersine
bu ilişki, tam da özne ve öteki arasındaki müphemlik gibi oluş süreçleri içerisindedir; daima yapılanan
ve tersine dönüşler ile birbirine bağlanan ve dolayım vasıtasıyla anlaşılabilir kılınmış bir eklemleniş
olarak insan-nesne ilişkisi, anlamın üretildiği bir süreçtir (Lacan,1993, s.39). Lacan için bu ilişki hem
imgesel özdeşliğin hem de sembolik konumlanmanın yansımasıdır: Nesne, yalnızca kullanıma
indirgenmiş saf meta değildir, o aynı zamanda özneyi anlamsal olarak kuran bir dolayımdır; insan,
nesne ile ilişkisinde kendi ideal ben’ini ve öteki’nin gözündeki konumunu kaydeder. Bu, özellikle
Kojeve’nin Hegel yorumunu andırır: Kojeve, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin temelinde yatan
şeyin Hegelci tanınma arzusu olduğunu ifade ederken, arzunun bir varlık olarak öteki’yi değil,
öteki’nin arzusunda yer edinme istenci olduğunu belirtmiştir (Kojeve, 2001, s. 44, 45, 65 ve 82).
Bunun anlamı, arzu, tanımlanabilir bir kategori ya da indirgenebilir bir nesne değildir; arzu daima
imgesel özdeşliğin içerisinde ben’in öteki’nin gözünde nereye konumlandığının bilinmeyişi ile
ilgilidir ve bu da arzunun giderilemeyişinin açık ifadesidir. Çünkü arzu, eğer öteki’nin arzusu olarak
koyutlanıyorsa, bunun anlamı, arzunun ancak arzulanabilir bir şey olarak daima özneye belirsiz bir
eksiklik düşüncesini aşılayan itki olduğudur. Lacan’ın öznenin neden kendisini eksiklik ile
koyutladığının gerekçesi tam da arzunun bu belirsizlik halesi ile örülü müdahalesidir: arzu, daima,
öteki’nin arzusunda yer edinme istencinin doğrulanmasıdır.
Lacan’ın Hegel’den devraldığı fakat onun ötesine götürdüğü tanınma arzusu, eksikliğin
fenomenolojisini kuran temel kategoridir. Çünkü Lacan, yine Hegel’den devraldığı üzere, köle ve
efendi arasındaki ayrımın temelinde, kölenin neden köle olarak kalmak zorunda olduğunu eksiklik
ile yanıtlar: efendinin “efendi” olarak tanınmasının – yani Efendi’lik içinde konumlanması – nedeni,
kölenin kendi “köleliği” üzerinden dünyayı kavramasıdır; böylece köle, efendi-olmayan olduğu
ölçüde köle’dir. Hegel’deki köle, Lacan’da özne’dir; onu (köle/özne) tanımayan (olduğu haliyle
anlamlı görmeyen) bir sembolik yapının içinde kuşatılır ve konumlandırılır. Burada ortaya çıkan
“eksik”, gösteren-gösterilen (gösterge) birliğinin tam anlamıyla kuşatamayışından kaynaklanır:
gösteren (isimlendirme) gösterilen (nesne) üzerinde tam anlamıyla bir belirteç koyamaz. Böylece
59
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
efendinin yerini almak isteyen kölenin travmatik deneyimi açığa çıkmış olur: Köle, efendinin yerini
almak yoluyla efendi olacağını zannederek, diyalektik mücadeleyi olumsuzlama üzerinden
kavramıştı; oysa onun yerini aldığında içine düştüğü travmanın nedeni, kendi ile “efendi” arasında
hala bir eksikliğin – özdeşlik yokluğu – deneyimlenmesidir. Lacan, bu nedenle hakikatin sahici
anlamda deneyimlenemeyeceğini öne sürmüştür; çünkü hakikat (gerçek), ancak sembolik yapı
içerisinde dilsel göstergeler dahilinde kurgulanan bir şeydir. Bu mutlak bağın yokluğu, öznenin
travmatik varoluşunun nedeni olarak belirir; çünkü “dil, dünyayı tam anlamıyla gösteremez”.
Öyleyse Lacancı teori, bize, anlamın daima özneye dışsal olduğunu söyler. Daha doğrusu Lacancı
özne, asla Descratesçı bir Cogito değildir; semboliğin anlam dünyası içinde kurulan bir şey olması,
yani dünyayı semboliğin dilsel koordinatları ile deneyimlemesi ve adlandırması nedeniyle, özne
daima “eksik” ve o derece de edilgendir. Yine burada Hegel ile Lacan arasındaki önemli bir farka
işaret edebiliriz: Hegel, kölenin özbilinç yoluyla kendini aşmasında, yani diyalektik uğrakta belli bir
failleşme momenti görmüştü. Hegel’in, kölenin bağımlı varoluşunu aşmak suretiyle belirleyici bir
varoluş kipliğini yakaladığı diyalektik sentezde Lacan’ın gördüğü şey travmadır: ulaşılan yerin
aslında a-topos oluşunun deneyimlenmesidir. Özne, olumsuzlamayı olumsuzlamak suretiyle kendi
özerk varoluşunu yakaladığını, Lacancı ifade ile söylersek “büyük Öteki’yi alt ettiğini” sanır. Oysa
konumlandığı bu yeni yerde Öteki’ne hiç olmadığı kadar ihtiyaç duymaktadır; çünkü onun söz konusu
yerde olduğunu tasdikleyecek bir öteki olmak zorundadır. Ve bu öteki, asla yerinden edilemeyecek
kadar öznenin ötesinde olmalıdır. Lacan, bunu oldukça çelişkili gibi görünen bir anlam kayması ile
yakalar: öznenin Öteki’ne yönelttiği şey, talep olmanın öncesinde, Öteki’nin özneden ne istediğidir.
Aslında bu soru Lacan için kritiktir; çünkü Öteki’ne yöneltilen bu soru, Öteki’nin “talep eden”,
öznenin ise “talebi karşılaması gereken” olduğunu normatiflik ekseninde kurar. Lacan’ın burada
keşfettiği şey, öznenin saf edilgenliği ya da Öteki’nin eksiksiz oluşu değildir (hatta Lacan tam tersini
düşünür); burada vuku bulan şey, aslında öznenin failleşebilmek adına Öteki’nin talepte bulunduğunu
ön varsaymasıdır. Buna göre, Öteki, “talep eden” olarak koyutlanmadığı sürece, özneye faillik alanı
açılmaz; ya da öznenin failleşebilmesinin anahtarı Öteki’nin ondan talepte bulunmasıdır. Böylece
Lacan, bize, Öteki ile özne arasındaki ilişkinin dışsal ve ayrımlaşmış olmaktan ziyade, birbirini kuran,
besleyen ve tetikleyen bir geri dönüşler zinciri ile meydana geldiğini söylemek ister. Aslında
Öteki’nin ne istediğinin yanıtı bende’dir; çünkü özne, Öteki’nde, yerini ancak kendisinin
doldurabileceği (aksi takdirde kendisinin faillik koşulu oluşamaz) bir eksikliği varsayar; “onda eksik
60
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
olan şeyin tamamlayıcısı bendedir” dediği an, özne Öteki ile bağı yakalar ve failliğinin olanaklılık
koşulunu ve anlam topografyasını kurmuş olur. Böylece Öteki, bizatihi özne tarafından ve özne için
üretilir; yine aynı şekilde özneye dışsallaştırılır. Dışsallaşmanın yegane nedeni, öznenin fail olma
koşulunun ancak ötede bulunan bir Öteki yoluyla mümkün olacak olmasıdır (Keskin, 2008, s. 3489). Çünkü özne[leşme], ancak özneye dışsal ve onun ötesinde konum almış bir Öteki ile mümkün
olur. Ancak tekrar hatırlatmakta yarar var: Lacan, özne ve Öteki arasındaki ilişkiyi ayrımlaşmış
şekilde ele almadığı için ve bu nedenle aralarındaki ilişkiyi birbirilerine dönüşler ve “yer almalar”
olarak kurguladığı için, Öteki’nin öznenin ötesinde konumlanmasındaki ince ayrıntıyı fark etmek
gerekmektedir. Bu ötede-konumlanma, Öteki’nin (ve Ötekiliğin) ulaşılamaz, dolayısıyla yerinden
edilemez olması hasebiyle özneyi daima fail olarak tutacak koşulun parametresidir.
Buradan çıkan ana fikir, öyleyse, eksikliğin öznede dolaylı biçimde kuruluyor olmasıdır. Bunun açık
anlamı, özne, kendindeki eksikliği, bu eksikliğin aynı zamanda Öteki’ne ait olması koşulu ve
sayesinde deneyimler. Diğer bir deyişle, Öteki’ndeki eksiklik, öznenin eksikliğini kuran ilksel
belirleyicidir. Özne, Öteki’ndeki eksiği giderme adına, Öteki ise özne’deki eksiğin tamamlanması
maksadıyla kurulan ve birbirilerinin yerini alan müphem boşluklardır. Lacan’ın psikanaliz kuramının
en kritik noktası, özne ve Öteki arasındaki diyalektik konumlanmayı aynı zamanda her birinin kendi
içinde deneyimlenebilecek bir diyalektiğe çevirebilmesidir. Öteki’nin “bütün” olduğu varsayımını
kuran şey, özne’deki eksiklik bilincidir; fakat aynı şekilde bu varsayım, Öteki’nin eksik olduğu
varsayımını üretir; çünkü özne, ilksel eksikliğin bilinci ile kendini tamamlayabilecek eksiksiz
Öteki’ne yöneldiğinde, “aslında” Öteki’nin kendisinden “eksikliğini giderme adına talepte
bulunduğu”nu kavrar. Diğer bir deyişle, Öteki “eksik olduğu için” özneden talepte bulunur; öznenin
Öteki’ye doğru harekete geçmesinin (onun talebini karşılayacak olmasının) nedeni ise öznenin eksik
oluşudur:
Öncelikle… Öteki, bir gösterendir…Ama bu nedenle, yani her gösteren
kaçınılmaz olarak bir başka gösterene bağlı olmasından ötürü, o halde
buradan, Öteki’nin de aslında diğer gösterenler gibi eksik olduğu sonucu
çıkar (Lacan, 2006, s. 694).
III. Özne ve İktidar: Quo Vadis?
61
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Foucault’nun teorisinde iktidar, tıpkı Lacan’ın kurguladığı gibi yapısal bir kurulumla özneyi imal eder
ve ona faillik hatları çizerek öznenin hem sınırını hem de hareket alanını imler. Ne var ki Foucaultcu
iktidar teorisinde iktidar ilişkilerinin “özneleştirici” prosedürleri bu kadar net değildir. Örneğin bir
taraftan toplumsal normların oluşumu, bunların söylemlere eklemlenişi ve tüm bu söylemsel
kurulumların belli ceza-denetim prosedürlerini içermesiyle beraber topyekun bir panoptik ağı
resmedilir; fakat diğer taraftan özneleştirici prosedürlerin bu norm-söylem eklemlenişi dahilinde
çizdikleri yapısal sınırların devamlı boşluklar ya da kaçış hatları içerdiği varsayılır. Oysa ki bu iktidar
biçimi, yalnızca norm ve söylem eklemlenişine uygun olarak biçimlendirilmiş iktidar aygıtları ve
bunların denetiminde işleyen özneleşme ağlarının karşılıklı konumlanmaları yoluyla çalışmaz.
Söylemin norma dayalı şekilde denetimsel iktidarları olağanlaştırmasının temelinde yatan şey, her
şeyden önce, bu iktidar biçiminin “özneleştirici” boyut içermesidir. Ve Foucault, özneleştirici
prosedürleri yalnızca denetim aygıtlarının temelini oluşturan söylemsel birliklerin nesnesi olarak ele
alır; oysa özne[leşme], eğer belli bir faillik ve bu failliğin içerdiği deneyimin asli etkin öğesi olma
konumunu içeriyorsa, bunun anlamı, burada vuku bulan şeyin eksiksiz çalışan bir iktidar makinesinin
kusursuz kuşatıcılığı değildir. Özneleştirici bir iktidar, her şeyden önce, karşısındakinin bulunduğu
konuma yerleşebilen, yani bulunduğu yerle ve sabitlenmiş işleviyle sınırlı kalmayan bir hareketliliğe,
akışkanlığa ve en önemlisi müphemliğe tekabül eder.
Ben, bu müphemliğin tam da Lacan’ın kavradığı gibi, dönüşlü bir ilişki çerçevesinde
değerlendirilmesi olgusunun Foucault’da eksik olduğunu düşünüyorum. Çünkü Foucault, iktidar ve
özneyi öyle bir konumlandırır ki, aralarındaki yatay asimetri hiçbir zaman aşılamayacak bir
hiyerarşiye tekabül eder. Oysa ki özne ve iktidar arasındaki karşılıklı konumlanma, ki Foucault’nun
teorisinde bu çok belirgindir, “birbirilerinde temsil edilebilen şeyler” olarak ele alındığı zaman bu
ilişki net biçimde kavranabilir. Bu, iktidarın Foucault’daki kavranışıyla ilgili bir mesele değildir; bu,
daha ziyade, iktidarın özneleştirici bağlamı ile ilgili bir problemdir. Çünkü iktidarın özneleştirici
bağlamından konuştuğumuz zaman, ister istemez belli bir faillik alanı ve daha önemlisi bu failliğe
özgü bir bilinç durumu yaratan bir etkiden konuşmak durumundayızdır. Bunun nedeni, iktidarın
özneleştirici vasfının, kaçınılmaz biçimde iktidara içkin kavrayış, tutum ve disiplin gibi öğelerin
içselleştirilmesini gerektirmesidir. Başka bir ifadeyle, özneleştirici bir iktidar, tüm bu öğelerin
dışsallığını, yani bireylere dışarıdan dayatılıyor oluşunu ortadan kaldırmak zorundadır. Böylece
karşılıklı konumlanmış, yani arada belli bir sabitlenmiş mesafeyi öngören disipliner ilişkinin yerine
62
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
iktidarın, öznenin konumunda yeni baştan üretilebilir bir biçimde ele alınması gereken bir ilişki ortaya
çıkar. Burada, iktidarın özneleştirici vasfından ziyade, “öznenin gözünde iktidarın konumu ve
yeniden üretimi” ön plana geçer: Öznenin özneleşme koşulu ve imkanı olarak iktidar, o halde, özne
ile başka türlü bir bağ içindedir.
Benim “Lacancı müdahale” adını verdiğim ve Foucaultcu teoriyi yerine oturtmak amacıyla işlevsel
kılınabilecek önerme, tam da bu gizil bağı çözümleyebilmek için devreye sokulmalıdır. Nitekim
Foucault, iktidar ve özne arasındaki ilişkiyi her tür dikey hiyerarşiden yoksun biçimde kurgularken,
amacı, iktidarın, özne açısından ona hareket ve sınır belirleyen yapısal belirleyiciliğini ön plana
çıkarmaktı. Foucault, bu nedenle iktidarı egemenlikten ayırırken, dışsal şiddet ile içselleştirilmiş
disiplin arasındaki farkın önemine dikkat çekiyordu. Çünkü egemenliğin tersine iktidar,
içselleştirilebildiği ölçüde kendilik tarafından yeniden dizayn edilebilen, sunulabilen, göstergeye
dönüştürülebilen ve nihayetinde belli bir öz-disiplin, istenç ve kavrayış motifleri içinde özneyi kuran
bir referans noktasıdır. Bu ise, açıkça, özne ile iktidar arasındaki ilişkinin bir anlamda öz-düşünümsel
bir şekilde kavrandığına işaret eder: İktidarın özne için referans noktası olması, daha doğrusu iktidarın
özne’ye “ondan talepte bulunan” bir şekilde yaklaştığı sanrısı, öznenin tüm öz-edimlerini (disiplin,
istenç, kavrayış, vb.) tetikleyen kurucu dinamiktir. Dolaysıyla iktidarın özneleştirici vasfı, iktidara
özgü disiplin-denetim teknik ve teknolojilerinin özgüllüğünden kaynaklanmaz; dahası bunların
özneleştirme sürecinde etkileri sınırlıdır. Zira özne ve iktidar arasındaki özgül bağ, öznenin, yapısal
olarak ön-belirlenmiş belli bir hareket alanına duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır. Bu hareket alanı
olmadığı takdirde ne eylemde bulunmak olanaklıdır, ne de bu eylemsellik dolayımıyla özneleşme
mümkündür. Çünkü özne, özneleşme sürecine içkin mantıktan ötürü, içine doğmak zorunda olduğu,
yani tanıyarak ve varoluşsal kipliğini ona atfederek dahil olduğu bir sembolik yapı aracılığı ile
özneleşebilir. Biyolojik bir varlık olmaktan çıkıp kültürel bir varlık olmaya doğru yönelmesindeki
kurucu etki olan konuşma, burada metaforik olarak ele alınabilir: konuşarak kendimizi (istenç, öfke,
vb.) ifade ederiz; kendi varlığımızın ayrı, özerk ve birtakım talepleri olan bir varlık olduğu gerçeğini
vurgulayabilmemizin koşulu konuşmanın kendisidir; ancak, son kertede kendi özerkliğimizi ifade
ettiğimiz konuşmanın ait olduğu dil alanının koordinatlarına mahkumuzdur. Foucault, şayet bu
yapısal belirlenmişliğin dışında bir varoluş kipliği dahilinde karşı-özneleşme tasavvuru
geliştirebiliyorsa ne ala; ancak Foucault, karşı-özneleşmenin sekanslarının mevcut özneleştirici
iktidar ağının içerisinde görmekle büyük yanılgıya ve kaçınılmaz biçimde çelişkiye düşmektedir.
63
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Görmemiz ve fark etmemiz gereken şey temelde şudur: “Özne, içine doğduğu sembolik alanın “ondan
bir talepte bulunduğu” sanrısıyla ve kendisindeki eksikliği fark etmek suretiyle Öteki’ye yönelerek,
bu süre zarfında özneleşmeyi tamamlamak ve ilk aşamadaki eksiklik bilincini aşmak ister. Ancak bu
süre zarfında yine fark eder ki, kendisinden talepte bulunan Öteki’nin talepte bulunuşunu bir
gerçeklik olarak kendisine kodlayan kendisinden başkası değildir; dolayısıyla eksikliğin Öteki’nde
oluşunu kabul etmeyerek diyalektiği tersine çevirerek, talep eden bir Öteki sanrısını süreklileştirmek
adına kendisini “talepte bulunulan” varlık haline getirmenin yollarını ve olanaklarını arar”. Bu
Lacancı epilog, Foucault’da bir karşı-özneleşme imkanı olarak tasavvur edilen “etik-özne”
kavrayışının bir eleştirisi gibi düşünülebilir. Foucault’nun bu etik-öznelikte gördüğü şey, özneleştirici
iktidara karşı yeni bir kendilik kaygısı yoluyla tüm bu iktidar ilişkilerinden bağdaşık bir özneleşme
deneyiminin olanaklarının kurgulanmasıdır. Ancak, kaçırdığı şey, öznenin mevcut ilişkilerin
parametresini belirleyen Öteki’nden kaçarak onun etki alanının dışında bir varoluş dünyası
arzularken, kaçınılmaz biçimde yine Öteki’ne dönmek zorunda olmasıdır. Bunun nedeni aslında çok
basittir: Foucault, iktidar ilişkilerinin özneleştirici bağlamının temeline yerleştirdiği o müphemlikte
(ki bu açıkça Ötekilik’tir) ayrımlaşmış kategoriler görür. Kaçmanın, uzak durmanın, alternatif
örgütlenmelerin mümkün olduğu bu kurucu mesafe düşüncesi Foucault’da oldukça güçlüdür ve
direniş düşüncesinin imkanını yakaladığı yer tam da bu mesafedir. Oysa bu mesafe, öznenin
özneleşebilmesi için, yani iktidarın, öznedeki eksikliği önce vurgulamak ardından bu eksikliği
gidermek için ondan bir talepte bulunduğu varsayımının kurgulanabilmesi için hayati önemdedir. Bu
aradaki mesafe ortadan kaldırıldığında özneyi bekleyen şey, kendiliği kavrayabilecek o tanınma
boyutunun yokluğudur; kulakların olmadığı bir yerde işlevsiz kalan dil gibi öznenin yok-gösterene
dönüştüğü moment Foucault’da bir imkan gibi düşünülür.
Sonuç
Özne ve iktidar üzerine düşünmenin en zor tarafı, ister istemez özne merkezli bir yorumlama ile
iktidarın geriletilebileceği düşüncesinin bir anda kendini dayatması ve iktidar ilişkilerini hafife
almayı beraberinde getirmesidir. Foucault, belki bu konuda haksız biçimde eleştirildiği için, iktidar
ilişkilerinin alt edilebilirliğini gösterebilmek adına karşı-özneleşme pratiklerine kendi teorisinde yer
açmayı denemiştir. Belki de “iktidar filozofu” olarak anılmamak için iktidarın boşluklarını deşifre
64
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
etmeye yeltenmiş, bu nedenle iktidarın üretildiği bölgeler olan özneleşme kiplerini mercek altına
almıştır. Aslında Foucault’nun projesi oldukça netti: İktidarın dışsal olmayıp içeriden üretilen bir şey
olduğunu gösterme niyeti taşımaktaydı. Bu nedenle iktidarın çalışma biçimlerinde sürekli
içselleştirme dinamiklerini çözümlemeye girişerek özneleşme süreçlerine ulaştı. Ancak, her
özneleşmenin belirli söylemselleştirmeler yoluyla kurulumuna aşırı odaklanma, bir anda iktidar
ilişkilerinin kaçınılmaz bir olağanlaştırılmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Foucault’nun iktidar
teorisindeki en önemli sorun, her yere yayılan ve her yerde hazır ve nazır şekilde bekleyen bir iktidar
ile bu iktidarın her yerdeliği nedeniyle içerisinde açılan gediklere sızabilecek ve iktidar ilişkilerini bu
boşluklardan yakalayıp geçersiz kılabilecek bir karşı-özneleşme arasındaki gerilimin çözüme
kavuşturulmamış olmasıdır. Dahası, bana kalırsa en önemli sorun, Foucault’nun bu teorik açmazının
mevcut varsayımlar ile çözümlenemeyecek oluşudur. Çünkü bu teorik mülahaza içerisinde özneye
bırakılan alanın açıklığı ya da sınırlılığı net değildir.
Lacancı psikanaliz kuramın müdahaleye çağrılabileceği yer, tam da Foucault’nun belirsizlik içinde
bıraktığı bu ara bölgedir. Lacancı kuramda, özneye eş-zamanlı biçimde alan bırakan fakat o bıraktığı
alan içerisinde onun sembolik evrenden kopuşunu olanaksız hale getiren bir düşünsellik mevcuttur.
Bu düşünsel zemin, bize, öznenin hem sembolik yapıyı (özneleştirici iktidar) harekete geçiren (çünkü
Öteki, özneden talepte bulunduğu varsayılan öğedir), fakat hem de bu yapı tarafından devamlı
akamete uğratılan (özdeşleşilmek istenen Ötekiliğe asla ulaşamama) bir öğe olduğunu gösterir. Bu
içsel diyalektik, öznenin Öteki (sembolik/iktidar) karşısında konumlanışındaki tersine dönüşleri,
eklemlenmeleri ve değişimleri içerir; böylece özne ve Öteki arasında sabit bir konumlanmanın ya da
birinin diğerini yerinden etmesinin mümkün olmadığı savına ulaşılır. Ben, bu karşılaştırma
neticesinde, karşı-özneleşmenin bir alternatif olarak düşünülemeyeceği, çünkü bu sürecin eninde
sonunda öznenin yeniden Öteki tarafından massedileceği sonucuna ulaşıyorum. Ve son olarak,
Foucaultcu iktidar teorisindeki boşluğun, tam da Foucault’nun yöntemini geçerlileştirmek adına ve
dolayımıyla, Lacancı psikanaliz kuramına referansla giderilebileceğini öne sürmek istiyorum.
65
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
KAYNAKÇA
Foucault, M. (2002) Kliniğin Doğuşu Tıbbi Algının Arkeolojisi, çev. Şule Ünsaldı, Ankara: Epos Yayınevi.
Foucault, M. (2010a) Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Foucault, M. (2010b) The Birth of Biopolitics Lectures at the College de France 1978-1979, çev. Graham
Burchell, New York: Palgrave.
Foucault, M. (2011a) Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden ve Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Foucault, M. (2011b) Felsefe Sahnesi, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Foucault, M. (2011c) Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, İsanbul: Ayrıntı Yayınları.
Foucault, M. (2012) Bilme İstenci Üzerine Dersler College de France Dersleri 1970-1971, çev. Kerem Eksen,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Foucault, M. (2013a) Kelimeler ve Şeyler İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay,
Ankara: İmge Yayınları.
Foucault, M. (2013b) Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Yayınları.
Foucault, M. (2013c) Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Yayınları.
Foucault, M. (2013d) Güvenlik Toprak Nüfus College de France Dersleri 1977-1978, çev. Ferhat Taylan,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Foucault, M. (2015) Öznenin Yorumbilgisi College de France Dersleri 1981-1982, çev. Ferda Keskin, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Hegel, G. W.F. (1987) Tinin Görüngübilimi, çev. A. Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınevi.
J. M. Rabate (der) (2003) The Cambridge Companion to Lacan, New York: Cambridge University Press.
Keskin, Y. (2008) “İçine Ulaşılan, Ötede Bırakılan Şato: Tanıma Arzusu Bağlamında Hegel ve Lacan”,
MonoKL Uluslararası Hegel Özel Sayısı, Volkan Çelebi (der), İstanbul: MonoKL, ss. 340-355.
Kojeve, A. (2001) Hegel Felsefesine Giriş, çev. Selahattin Hilav, İstanbul: YKY
Lacan, J. (1993) The Psychoses The Seminar, Book III 1955-1956, J. A. Miller (der). çev. R. Grigg, New York:
W. W. Norton Books.
Lacan, J. (2006) Ecrits The First Complete Edition in English, çev. B. Fink, New York: W.W. Norton Books.
Lacan, J. (2014) Baba-nın-Adları, çev. Murat Erşen, İstanbul: MonoKL.
66
ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar
ETHOS: Dialogues in Philosophy and Social Sciences
Ocak/January 2017, 10(1), 46-67
ISSN 1309-1328
Lacan. J. (2013a) Psikanalizin Dört Temel Kavramı Seminer 11. Kitap, çev. Nilüfer Erdem, İstanbul: Metis
Yayınları.
Lacan. J. (2013b) “Özne-Ben’in İşlevinin Oluşturucusu Olarak Ayna Evresi”, İdeolojiyi Haritalamak (içinde),
Slavoj Zizek (der), çev. Sibel Kibar, Ankara: Dipnot, ss. 143-153.
Nietzsche, F. (2008) Ahlakın Soykütüğü Üstüne, çev. Ahmet İnam, İstanbul: Say Yayınları.
Zizek, S. (2011) İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları.
67
Download