genel bilgiler - İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü

advertisement
T.C.
Sağlık Bakanlığı
Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Nöroşirürji Kliniği
Şef: Op.Dr.Turgay BİLGE
HİPOFİZ ADENOMLARINDA
TRANSSFENOİDAL MİKROCERRAHİ
(Uzmanlık Tezi)
Dr.Sevda Uğraş
İstanbul - 2005
1
TEŞEKKÜR
Asistanlık eğitimim süresince mesleki bilgi, beceri ve deneyimlerinden, yanı
sıra hayat tecrübesinden yararlandığım, kendini ve bizleri hep daha ileriye taşıyan değerli
hocam Op.Dr.Turgay Bilge, şef yardımcımız Op.Dr.Tevfik Gözüm ve her konuda desteğini
esirgemeyen abilerim Op.Dr.Mustafa Arif Eras, Op.Dr.Mustafa Ali Akçetin, Op.Dr.Kadir Kotil,
Op.Dr.Cengiz Acar, Op.Dr.Bekir Kılınç’a ve Op.Dr.Nurgül Öktem Balcı’ya teşekkürlerimi
sunarım.
Çalışma arkadaşlarım Op.Dr.Necmettin Güzel, Op.Dr.Reşat Uyar, Op.Dr. Fatih
Yemşen, Op.Dr.Mehmet Kırali, Op.Dr.Emine Demir, Op.Dr. Ufuk Kuşçuoğlu, Dr. Bülent
Özdemir, Dr.İsmail Ulusal, Dr.Tamer Tunçkale, Dr.Tuğrul Ton, Dr.Bilgehan Şahin ve sevgili
sekreterimiz Ayşe Yağız, tüm servis ve ameliyathane hemşire ve personeline teşekkür
ederim.
Beni bugünlere getiren dedem, babannem, annem, kardeşlerim Ethem, Eda ve
Şayan ile her zaman arkamda desteğini hissettiğim biricik eşim Akın’a teşekkürler.
Dr.Sevda Uğraş
2
İÇİNDEKİLER
1- GİRİŞ VE AMAÇ
2- GENEL BİLGİLER
c. Tarihçe
d. Embriyoloji
e. Fizyoloji
f. Anatomi
vii. Nazal Kavite
viii. Sfenoid Sinüs
ix. Sella Tursica
x. Diyafragma Sella
xi. Pitüiter Gland
xii. Pitüiter Bez ve Karotid Arter
xiii. Kavernöz Sinüs
xiv. İnterkavernöz Sinüsler
xv. Optik Sinirler ve Optik Kiazma
xvi. Hipofiz Damarları ve Portal Sistemi
q. Epidemiyoloji
r. Patoloji
s. Sınıflama
t. Ayırıcı Tanı
u. Radyolojik Bulgular
xxii. Kompüterize Tomografi
xxiii. Magnetik Rezonans Görüntüleme
x. Klinik Belirti ve Bulgular
y. Tanı ve Tedavi
xxvi. Prolaktin Salgılayan Pitüiter Adenomlar
1
2
2
4
5
6
6
7
10
11
11
11
12
12
13
14
14
15
16
20
21
22
23
24
26
27
27. Klinik Belirti ve Bulgular
27
28. Laboratuar Değerlendirmesi
29. Medikal Tedavi
28
30. Cerrahi Tedavi
29
ee. Postoperatif Rekürrens
ff. Cerrahinin Fertilite ve Hamilelikle İlişkisi
28
31
31
xxxiii. Growth Hormon Salgılayan Pitüiter Adenomlar
34. Klinik Belirti ve Bulgular
35. Laboratuar Değerlendirmesi
36. Cerrahi Tedavi
37. Medikal Tedavi
38. Radyasyon Tedavisi
39. Tümör Rekürrensi
xl. Kortikotrop Adenomlar
41. Klinik Belirti ve Bulgular
42. Laboratuar Değerlendirmesi
43. Cerrahi Tedavi
44. Radyasyon Tedavisi
45. Medikal Tedavi
3
32
32
33
33
35
35
36
36
36
37
39
40
40
46. Bilateral Adrenalektomi
47. Nelson Sendromu
41
41
41
42
44
45
46
47
48
49
51
51
53
54
xlviii.
xlix.
l.
li.
Tirotrop Adenomlar
Nonfonksiyonel Hipofiz Adenomları
İnsidental Pitüiter Adenomlar
Pitüter Apopleksi
zz. Cerrahi Yaklaşımlar
liii. Transsfenoidal Yaklaşımlar
54. Endonasal Yaklaşım
55. Endoskopik Yaklaşım
56. Sublabial Yaklaşım
57. Sfenoidotomi ve Sellar Giriş
58. Tümör Çıkarılması
59. Rekonstrüksiyon ve Kapama
60. Komplikasyonlar
lxi. Transkraniyal Yaklaşımlar
62. Subfrontal Yaklaşım
63. Pterional Yaklaşım
64. Subtemporal Yaklaşım
65. Komplikasyonlar
66- GEREÇ VE YÖNTEM
67- BULGULAR
68- OLGULARDAN ÖRNEKLER
69- TARTIŞMA
70- SONUÇ
71- ÖZET
72- SUMMARY
73- KAYNAKLAR
4
55
57
57
58
58
58
59
61
72
77
86
87
88
89
1. GİRİŞ VE AMAÇ
Sella tursikanın oldukça dar olan sınırları içine nöral, endokrin, vasküler, osseöz ve
meningeal yapılar karmaşık bir anatomi oluştururlar. Merkezde bulunan hipofiz bezi
neoplastik transformasyona eğilimlidir ve burası iyi bilinen klinik sendromların bazılarının
oluştuğu yerdir.
Hipofiz adenomları tüm intrakranial tümörler içinde görülme sıklığı % 10-15 ile üçüncü
sırada gelirler. Hipofiz adenomları klinik, patolojik ve biyolojik olarak diğer intrakranial
tümörlerden farklılık gösterir. Bu özelliklerin çoğu bu tümörlerin hormon sentezleyebilmeleri
ve bunları salgılayabilmelerine bağlıdır. Hemen hemen hepsi adenohipofizden çıkan iyi
huylu, yavaş gelişen ve yıllarca semptom vermeden kalabilen lezyonlardır.
Hipofiz tümörü için ilk transsfenoidal girişim Avusturya Innsburg’ta 16 Mart 1907’de
Schloffer tarafından superiolateral nazoetmoidal yaklaşımla yapılmıştır. Günümüzde sella
tursikaya yapılan tüm yaklaşımlar birkaç özel durum dışında inferior nazal yaklaşımla yapılır.
Hirsch, 1910 yılında lokal anestezi altındaki hastada endonazal transseptal transsfenoidal
yaklaşımı uygulamıştır ve bu teknik günümüzde kullanılan teknikle aynıdır.
Transsffenoidal cerrahi yaklaşım; tekniğin kolaylığı, morbidite ve mortalite oranının az
olması, araknoid dışı bir yaklaşım olması, skatris bırakmaması, beyin retraksiyonunun
olmaması, hastanın erken mobilizasyonu ve hastanede kalış süresini kısalması ile
günümüzde hipofiz adenomlarının cerrahi tedavisinde en seçkin popüler yaklaşım olmuştur.
Bu uzmanlık tezinde 1995-2004 yılları arasında 122 hipofiz adenomlu olgu endonazal
transsfenoidal yöntemle opere edilerek; olgularda yaş, cins, şikayet, tümörün endokrin tipi,
vizyon ve görme alanı bulguları, yapılan görüntüleme teknikleri ile ameliyat öncesi ve sonrası
sonuçları, komplikasyonlar, medikal tedavi, radyoterapi ve nüks gibi konular araştırılmış,
hipofiz adenomlarında transsfenoidal adenomektominin etkinliği saptanmaya çalışılmıştır.
5
2. GENEL BİLGİLER
2.1. TARİHÇE
Hipofiz bezine ilgi 1886 yılında Pierre Marie’nin hipofiz bezi büyümüş iki akromegali
hastasını
tanımlamasıyla
başlamıştır(1).
Marie’nin
yazısı
nöroendokrin
fizyolojinin
başlangıcında ve hipofiz bezine cerrahi yaklaşımların gelişmesinde dönüm noktası olmuştur.
Sella tursikaya ilk yaklaşımlarda transkranial yol denenmiştir, ancak mortalite oranının göz
önünde bulundurulması 19. yüzyılda bu girişimleri genellikle engelleyici olmuştur(2,3).
Horsley’nin 10 hastalık serisinde mortalite oranı %20 ise de bu %50-80 mortalite oranı olan
meslektaşlarına göre önemli bir gelişmeydi. Transkranial yaklaşımın yüksek mortaliteli
sonuçları cerrahları güvenli, alternatif ekstrakranial yolları araştırmaya yöneltmiştir.
Hipofiz bezine transfasial yaklaşım yoluyla ulaşılabileceğini ilk 1897 yılında Giordano
ileri sürmüştür(4). Tarihsel olarak ilk transsfenoidal yaklaşım 1897 yılında kadavra üzerinde
Giordano tarafından uygulanmıştır. Giordano anatomik çalışmalarında frontal sinüs ön duvarı
ve burunda osteoplastik
rezeksiyon yaparak sellaya transglabellar-nazal yaklaşımı
tanımlamıştır. 1907 yılında Schloffer frontal sinüs ve fossanın rezeksiyonundan kaçınarak bu
prosedürü modifiye etmiş ve 16 Mart 1907’de insanda ilk sfenoidal hipofizektomiyi
superolateral nazoetmoidal yoldan ekstrakranial transsfenoidal yaklaşım kullanarak yapmıştır
(5). 1908 yılında Viyana’da Eiselsberg ve Hocheneg superior nazal yolu uygulamışlardır.
Menenjit ve istenilen düzeyde olmayan kozmetik komplikasyonlar transnazal yaklaşımın
modifikasyonlarının artmasını teşvik etmiştir(6). Theodor Kocher 1909 yılında submukozal
septum rezeksiyonuyla transnazal yaklaşımı geliştirmiştir(7). Aynı yıl Allen Kanavel inferior
nazal yaklaşımı tanımlamıştır(8). Sonradan Samuel Mixter ve Alex Quackenboss infranazal
yaklaşımı uygulamışlardır. Oskar Hirsch, 1910 yılında lokal anestezi altındaki hastada
endonazal transseptal transsfenoidal yaklaşımı uygulamıştır. Aynı yıl Albert E.Halstead
sifenoid sinüse ulaşım için ilk basamak olan sublabial gingival insizyonu tanımlamıştır.
Harvey Cushing pituiter tümörlerin cerrahi tedavisi için başlangıçta transkranial
yaklaşımı
kullanmıştır,
sekiz
subtemporal
operasyon
ve
beş
subfrontal
yaklaşım
uygulamıştır. Elde ettiği ilk sonuçlar onu tamammen vazgeçirmiş ve alternatif transsfenoidal
yaklaşımı benimsemiştir(9). Cushing, 1909 yılında Schloffer’in prosedürünü akromegalili
hastada kullanarak ilk transsfenoidal operasyonunu yapmıştır(10). 1912 yılında modifiye
cerrahi yaklaşımını tanımlamıştır; bu yaklaşımda A. E. Halstead’in sublabial insizyonunu
6
kullanmış ve Kocher’in submukoz septal rezeksiyonunu benimsemiştir. Cushing (1912,1914)
çeşitli tekniklerin avantajlarından yararlanarak bugün de yaygın olarak kullanılan prosedürü
geliştirmiştir. Henderson’ın rapor ettiğine göre, Cushing 1910 ve 1925 yılları arasında 231
pituiter tümörlü hastayı transsfenoidal yolla opere etmiştir ve mortalite oranı sadece %5.6 dır
(11). Bu esnada Norman Dott, 1923 yılında Cushing’den transsfenoidal yaklaşımı öğrendi ve
Edinbug’a dönünce prosedürü uygulamaya devam etti(12).
Paris’li Guiot, Dott’dan transsfenoidal prosedürü öğrendi ve 1960 yıllarının başında
Avrupa’da bu metodu yeniden canlandırıp, popüler hale getirerek haklı bir ün kazandı. Ayrıca
intraoperatif fluroskopi Guiot tarafından geliştirilmiştir. Guiot kombine transsfenoidal
dekompresyon ve postoperatif radyasyon tekniğinde uzmanlaşarak çok iyi sonuçlar elde
etmiştir. Guiot kranyofarengioma, klival kordoma ve parasellar lezyonların tedavisinda
transsfenoidal yaklaşımı kullanmıştır(13).
1962 yılında Hardy transsfenoidal yaklaşımı Guiot’den ögrendi. 1967’de Hardy
transsfenoidal cerrahide mikroskobu
kullanmaya başladı ve kendine özgü mikrocerrahi
aletleri tasarladı(14). Mikroskobun kullanımı pituiter tümörlerin, diğer sellar ve parasellar
lezyonların güvenli ve daha efektif rezeksiyonuna izin vermiştir. Mikrocerrahi geçiren ilk 50
hastada mortalite ya da morbidite gözlenmemiştir(15). 1968 yılında, Hardy sella tursikada
deformasyon yapmaksızın endokrinolojik anormaliklere neden olan mikroadenom kavramını
ileri
sürdü(16).
Hardy
300’den
fazla
hastada
transsfenoidal
mikrocerrahiyle
total
hipofizektomi, selektif mikroadenom çıkarılması, kranyofaringeom çıkarılması ve sellar veya
klival kordoma va menengiomların çıkarılmasını 1971’deki yayınında anlatmıştır. Morbidite ve
mortalite oranı transkranial yaklaşımdan daha azdı ve CSF rinore riskini oldukça
düşürmüştü. Bu prosedür sonraki 30 yılda pek çok deneyimli cerrah tarafından uygulanmış
ve mortalite oranları %0 ile %1 arasında rapor edilmiştir. Amerika ve Avrupa’da çeşitli
cerrahlarca bugüne kadar bu yaklaşım uygulanmıştır. Özellikle Edward Laws’ın 3850 vaka
ve Charles Wilson’ın 3182 vakalık serileri prosedürün geniş uygulandığını göstermektedir.
Teknolojideki
mikronörocerrahi,
ilerlemelerle
üç
boyutlu
klasik
transsfenoidal
computer-assisted
operasyonda
neuronavigation,
endoskopik
renkli
Doppler
ultrasonografi ve intraoperatif MRI kullanımıyla mortalite ve morbidite oranları büyük oranda
azaltılmaya çalışılmaktadır. Bushe ve Halves pitüiter cerrahide endoskop kullanımını 1978’de
rapor etmişlerdir(17). Yaniv ve Rappaport kombine yaklaşımı tarif etmişlerdir; ilk yaklaşım
sfenoid sinüse endoskopla, takibinde değişerek standart transsfenoidal mikrocerrahi
yaklaşımla tümör rezeksiyonudur(18). Jho ve Carrau endoskobik endonazal transsfenoidal
cerrahi geçirmiş hastalardaki
oldukça
umut
verici sonuçları rapor
etmişlerdir(19).
Transsfenoidal endoskopik cerrahide asıl eleştirilen steroskopik vizyon yokluğu ve yeterli alet
olmayışıdır. Tek burun deliği gibi sınırlı bir alanda çalışma cerrahın eli ve endoskop arasında
7
uyuşmazlık gibi potansiyel bir sorun oluşturabilir. Selektif mikrocerrahi adenomektomi ile
normal glandın korunması olanaklı hale gelmiş ve böylece hormonal yerine koyma tedavisi
olmaksızın pituiter fonksiyonlar korunmuştur(20).
2.2. EMBRİYOLOJİ:
Hipofiz embriyolojik olarak ağız ektodermi ve nöral ektoderm olmak üzere iki ayrı
bölümden gelişir. Adenohipofiz membrana bucco – pharyngica’nın önünde ve stomodeumun
tavanında
beliren
ektodermal
bir
divertikülden
(Rathke
kesesi),
nörohipofiz
ise
Diencephalon’un tabanından oluşan processus infindibularisten gelişir. Hipofizin ilk taslağı 8
somitli bir embriyoda 3 haftanın sonunda belirir ve 3. ile 4. aylarda son şeklini alır.
Stomodeum tavanında ağız ektodermi yukarıya doğru Rathke kesesi denilen bir çıkıntı
yapar. Bunun hemen arka üst tarafında ise nöral ektoderm aşağıya doğru çıkıntı verir. Bu iki
çıkıntı birbirini kucaklayacak şekilde gelişmeye devam eder. Rathke kesesinin kıvrılan
kenarları birbirine dokunarak kaynaşır. Tam kapalı bir kese halindeki parça, bölgedeki
mezoderm içinden yukarıya doğru göçüne devam eder. Bu mezodermin ileri gelişmesi ile
sfenoid kemik ve onun sinüsü oluşacaktır. Böylece ağız ektoderminden ayrılan Rathke
kesesi kemiğin içinde kalır. Bu dönemde Rathke kesesinin dip kısmı genişleyerek Rathke
cebi adını alırken onu başlangıçtaki çıkış yerine bağlayan kanal gittikçe daralıp sonunda
tamamen körelir. Yalnız Rathke kesesinin başlangıç kısmından ufak tomurcuk geri kalır.
Bundan pharyngeal hipofizin geliştiği kabul edilir. Rathke kesesinin arka üst bölümünden ona
yaklaşan nöral ektoderm uzantısının eminantia mediana altında kalan kısmı kesenin verdiği
bir uzantıya sarılır. Kesenin bir uzantısına pars tüberalis denir. Son şeklini almış olan kesenin
şişkin olan alt kısmına pars distalis adı verilir. Rathke kesesinin ortasındaki lümen bir yarık
halinde devamlı kalır. Erişkinde bu yarığın bulunduğu alana da pars intermedia denir. Bu
durumda oral ektodermden (Stomodeum) gelişen adenohipofiz pars tüberalis, pars
intermedia ve pars distalisten oluşmuştur.
Nörohipofizin gelişimi: Bu kısmın gelişimi bir parça daha geç başlar. Rathke kesesi
(vaya cebi) ortaya çıktıktan sonra diencephalon hizasında yerleşir. Bundan sonra mezenkim
Rathke kesesi ile diencephalon arasına girmeye başlar. Tam bu esnada nörohipofiz
taslağının diencephalon tabanında bir kalınlaşma şeklinde ortaya çıktığı görülür. Çok kısa bir
süre sonra Nörohipofiz taslağından aşağıya doğru bir çıkıntı belirir. Buna Recessus
infundibuli adı verilir. Çıkıntı gittikçe derinleşir ve uzun bir süratle processus infundibuli
oluşur. Processus infundibuli Rathke kesesinin ön duvarını bütün boyunca izler. Bu iki kısmın
temas ettikleri bölge cinsel fonksiyonların düzenlenmesinde önemli rol oynar. Rathke kesesi
stomodeum’dan ayrıldıktan sonra üst tarafı hafif çukurluk gösterir. Buraya Processus
infundibularis yerleşir ve genişleyerek posterior veya sinirsel lobu yapar.(21,22,23)
8
2.3. FİZYOLOJİ:
Vücut fonksiyonları iki büyük sistemle düzenlenir; sinir sistemi ve hormonal ya da
endokrin sistem. Santral sinir sistemi hipotalamus ve hipofiz aracılığıyla hormon yapımını
düzenler. Hipofiz bezinin hemen hemen tüm sekresyonu, hipotalamusun hormonal ya da
sinirsel sinyalleri ile kontrol edilir.
Fizyolojik açıdan hipofiz bezi iki farklı bölüme ayrılır; adenohipofiz ve nörohipofiz.
Hipofizden salgılanan hormonların bir kısmı periferik yapılara direkt olarak etki ederken, bir
kısmı ise tropik hormonlar olup, endokrin organlarda hormon yapımını kontrol eder. Hipofiz
bezinde biyokimyasal ve fizyolojik fonksiyonun kontrolü 8 tane peptid hormonla sağlanır.
Anterior lobda 5 farklı hücre bulunur ve 6 farklı hormon salgılanır. Hipofiz ön lobu hormonları
bütün vücudun metabolik fonksiyonlarının kontrolünde önemli rol oynarlar. 1) Büyüme
hormonu (GH-somatotrop hücre), vücuttaki birçok metabolik fonksiyonları, özellikle protein
yapımını etkileyerek büyümeyi sağlar. 2) Adrenokortikotropin (ACTH-kortikotrop hücreler),
bazı adrenokortikal hormonların sekresyonunu kontrol ederek, glikoz, protein ve yağ
metabolizmasını düzenler. 3)Tiroid stimülan hormon (TSH-tirotrop hücreler), tiroid bezinden
tiroksin hormonunun salgılanma hızını kontrol eder, tiroksin de tüm vücuttaki kimyasal
reaksiyonlardan çoğunun hızını ayarlar. 4)Prolaktin (PRL-laktotrop hücreler), meme
bezlerinin gelişmesini ve süt üretimini sağlar. 5) Folikül-stimülan hormon (FSH-gonadotrop
hücreler), 6) Luteinizan hormon (LH-gonadotrop hücreler). Hipofiz arka lobundan salgılanan
2 hormon ise farklı fonksiyonları yürütürler. 1) Antidiüretik hormon (vazopressin) suyun
idrarla atılmasını kontrol ederek, bu yolla vücuttaki su konsantrasyonunun düzenlenmesine
yardım eder. 2) Oksitosin, emme sırasında meme bezlerinden sütün çıkışına yardım eder ve
gebeliğin sonunda da doğuma yardımcı olduğu sanılmaktadır. Hipofiz arka lobundan hormon
salgılayan
hücrelerin hücre
cismi
hipofiz
arka
bezinde bulunmaz,
bu
hormonlar
hipotalamusta bulunan büyük nöronlarda yapılmaktadır; hormonlar daha sonra, nöron
liflerinin eksoplazması içinde hipotalamustan hipofiz arka lobuna taşınırlar.
Hipofiz bezinin hemen hemen tüm sekresyonu, hipotalamusun hormonal ya da
sinirsel sinyalleri ile kontrol edilir. Hipofiz arka lobunun sekresyonu hipotalamusta
başlayarak, hipofiz arka bezinde sonlanan sinir lifleri ile kontrol edilir. Buna karşın hipofiz ön
lobunun sekresyonu hipotalamus serbestletici ya da inhibe edici hormonları (faktörler) denen
hormonlarla kontrol edilir. Bu hormonlar hipotalamusun kendi içinde salgılanarak, median
eminensteki akson uçlarında depolanarak, hipotalamik-hipofizer portal damarlar adı verilen
küçük kan damarlarıyla hipofiz ön lobuna iletilirler. Hipotalamik hormonlar salıverilmesini
stimüle veya inhibe ettikleri hipofiz hormonuna göre adlandırlırlar. Bunlardan Kortikotropin
9
serbestletici hormon (CRH), Tirotropin serbestletici hormon (TRH) ve
Gonadotropin
serbestletici hormon (GnRH) yalnız stimülatör olarak rol oynarlar. GH sekresyonu
hipotalamus tarafından yoğun olarak hem stimüle hem de inhibe edici etki altındadır.
Büyüme hormonu serbestletici hormon (GHRH) stimülan etki, somatostatin ise inhibe edici
etkiye sahiptir. Prolaktin salınımı primer olarak PIF (Dopamin) ile inhibe edilir.
Adenohipofizin sekrete eden hücrelerinde hormonlar endoplazmik retikulum’da
sentez edilir ve veziküllerde depolanır. Bu veziküller hücre membranına yaklaşır ve
hipotalamustan salgılanan serbestletici hormonların stimülasyonu ile perisinüzoidal alana
ekzostoz ile atılırlar. Hormon granülleri interstisyal sıvıda çözünür ve hipofiz venöz sistemi ile
sistemik dolaşıma katılır. Hipofizin posterior lobunda ise hipotalamik olarak sentezlenerek
nörohipofizdeki sinüzoidler aracılığıyla sistemik dolaşıma verilirler. Bu çeşit hormonların
sekresyonu ve regülasyonu hipotalamus ve hedef organda yapılan hormonlar ile negatif feed
back sonucu regülasyonu sağlanır. Öteki hormonların tersine, büyüme hormonu hedef bezler
yoluyla değil, vücudun hemen tüm dokularında doğrudan etkili olur.(24,25,26,27,28)
2.4. ANATOMİ
Transsfenoidal hipofiz cerrahisini uygulamak operasyon sahasının cerrahi anatomisini
büyük ölçüde bilmeye bağlıdır. Transsfenoidal cerrahi uygulaması esnasında, suprasellar
bölge veya parasellar kranial sinir ve karotid arter yaralanmaları; arteryel kanama, görme
kaybı ve ekstraoküler felçlerin oluşması nadir de olsa görülebilir(29). Transsfenoidal
cerrahide mikroskobun giderek artan kullanımı bölgenin daha detaylı anatomik incelemelerini
gerekli kıldı. Transkranial ve transsfenoidal cerrahi yaklaşımlarda anatomik varyantların
bilinmesi çok önemlidir. Literatürde bu konuda yapılmış birçok araştırma mevcuttur
(30,31,32). Renn ve Rhoton 1975 yılında elli yetişkin sella ve çevre yapısını dikkatlice
incelemişler ve transsfenoidal cerrahi yaklaşım için önemli varyantları araştırmışlar.
Transsfenoidal yaklaşımda dezavantaj yaratabilecek varyantlar bulmuşlar(33). Cerrah
preoperatif radyolojik incelemelerle sıklıkla bu varyantları tanımlayabilir; ilaveten optik
sinirlerin ve karotid arterlerin sfenoid sinüse ekspoze olması gibi potansiyel varyantların
bulgusu cerrahın tekniğini, operatif yaklaşımını ve enstruman seçimini değiştirebilir.
2.4.1. Nazal Kavite:
Transsfenoidal girişimde hipofize ulaşmak için ilk anatomik basamak nazal kavitedir.
Nazal kavite inferiorda maxilla, lateralde superior, middle ve inferior nazal konkalar,
superiorda etmoidin kribriform plağı, posteriorda koanalar, sfenoidin rostrumu ve korpusu
tarafından oluşturulur. Nazal kavitenin transsfenoidal cerrahi açısından en önemli duvarı
kartilaj ve kemik yapılardan ulaşan septumdur. Septumun kemik yapısı, önde nazal
10
kemiklerin vertikal çıkıntıları, arkada sfenoid krest ve vomerle eklem yapan etmoid kemiğin
perpendiküler bölümünden oluşur. Her bir posterior nazal açıklığın ölçümü ~ 25mm vertikal
ve ~ 13 mm transversdir, sınırlarını üstte sfenoid kemiğin anterior açısı, altta palatin kemiğin
sert damağı oluşturan horizontal tabakasının posterior kenarı, medialde nazal septumu
oluşturan vomer ve lateralde medial pterygoid plate oluşturmaktadır. Çift sfenoetmoidal
resesler, superior nazal konkanın üst arkasında ve sfenoid kemiğin anterior açısının üst
önünde lokalizedir, bu bölge çift sfenoid ostea alanıdır ve nazal kavite ile sfenoid sinus
arasındaki bağlantıdır.
Nazal kavite, nazal konkaya doğru kalınlaşan ve vaskülaritesi artan mukoz
membranla döşelidir. Mukoz membran septuma doğru da kalındır; ancak nazal kavite
tabanındaki meatuslarda ve sinüslerde oldukça incedir.
Nazal kavite arterleri; oftalmik arterin anterior, posterior ve etmoidal dallarıdır. Nazal
septumun anterior inferior parçası genellikle superior labial arterin anterior inferior septal dalı
ile beslenir. Nazal kavite venleri, sfenopalatin ven, facial ven ve etmoid arterlerle ilerleyerek
oftalmik venlerde sonlanırlar. Nazal kavitenin sinirleri; oftalmik sinirin nazosiliar dalı, maxiller
sinirin anterior alveoler dalı, nazopalatin, anterior palatin ve sfenopalatin ganglionun nazal
dallarıdır. Septumun ön kısmını oftalmik sinirin nazosiliar dalı, orta kısmını nazopalatin sinir
ve arka üst kısmını etmoidal sinir dalları ile inerve olur.
2.4.2. Sfenoid Sinüs
Sfenoid sinüs kavernöz sinüsleri, karotid arterin kavernöz segmentlerini, optik,
extraoküler ve trigeminal sinirleri ayırır. Bunun yanı sıra sfenoid sinüs nazal kaviteden pitüiter
bezi ayırır. Şekli ve boyu pnömatizasyon seviyesine göre farklılık gösterir. Doğumda çok az
kavitesi varken esas gelişimini püberte sonrası gerçekleştirir. Hayatın erken safhasında
presellar alanın arkasında ve sella tursikanın arka aşağısındaki alana yayılırken, tam
boyutuna adölesanda ulaşır.
11
A
B
C
Şekil 2.1: Sfenoid sinüs tipleri; konkal (A), presellar (B), sellar (C).
Erişkinde konkal, presellar ve sellar tip olmak üzere, pnömatize sfenoid kemiğin
boyutuna bağlı olarak
sfenoid sinüsün üç tipi vardır. Konkal tipte sfenoid sinüs kemiğin
gövdesine ilerlemez, küçüktür ve sella tursikadan en az 10 mm.lik süngerimsi kemik
tabakasıyla ayrılır. Konkal tip 12 yaş öncesi çocuklarda sık görülür. Erişkinlerde görülme
oranı % 3’dür. Presellar tipte sfenoid sinüs sellanın anterior yüzeyinin ötesine penetre olmaz.
Sellar tip erişkinde görülür ve iyi pnömatize olmuştur. Sellar taban sinüs içine çıkıntı yapar.
Sellar tip sinüs klivusun üst parçasına veya dorsum sellaya doğru uzanabilir. Erişkinde
presellar tip % 24, sellar tip %76 oranında görülür (Şekil 2.1).
Sfenoid sinüsün ostiumundan selanın en yakın parçasına kadar olan mesafe sfenoid
sinüsün derinliğidir. Erişkinde kavitenin ortalama anterior-posterior çapı 17 mm’dir (1223mm). Bu ölçüm transsfenoidal cerrahide enstruman seçiminde önemlidir. Transsfenoidal
cerrahide sıklıkla kullanılan spekulumun uzunluğu 9 cm’dir ve ucu muhakkak sfenoid sinüsün
anterioruna yerleştirilmelidir. Sella tursikanın tabanına ulaşımda 9 cm’lik spekulum
uzunluğuna sfenoid sinüsün derinliği (2 cm veya daha fazla) eklenmelidir. Akromegalide bu
mesafe daha uzun olabilir, böylece transsfenoidal enstrumanın uzunluğunun 12 cm olması
önemlidir.
Transsfenoidal cerrahide diğer önemli bir ölçüm, anterior sellar duvar ve sellar
tabanın kalınlığıdır. Rhoton ve Hardy yaptıkları çalışmada, sellar tip sinüste anterior sellar
duvar kalınlığını 0,1-0,7mm (ortalama 0,4mm), presellar tipte ise 0,3-1,5 mm (ortalama
0,7mm) olduğunu tesbit etmişlerdir (34).
12
Şekil 2.2: Sfenoid sinüs septaları
Sfenoid sinüsün içindeki septalar büyüklüğü, şekli, kalınlığı, lokasyonu, bütünlüğü ve
sellar tabanla ilişkisi açısından çok değişiklik gösterirler. Sinüs içindeki kaviteler nadiren
simetriktirler,
sıklıkla
irregüler
minör
septalarla
bölünürler.
Transsfenoidal
cerrahi
planlanırken septanın pozisyonu bilinmelidir. Septa orta hatta yakın yerleşimli ise
transsfenoidal yaklaşımda belirgin bir şekilde kolaylaşma sağlar. İnceleme frontal ve lateral
tomografiyle veya MR’la yapılır. Çalışmaların çoğunda rastlanan sfenoid sinüs tipi; anterio
posterior eksen boyunca oryante olmuş, bir septumla ayrılmış, büyük sinüslerle birlikte, bu
büyük çift sinüsler içinde multiple daha küçük sinüslerin olduğu tiptir (33). İntersinüzel
septum sağ ve sol sfenoid sinüsü ayırır, yaklaşık tüm vakalarda vardır ve % 25’inde yolu orta
hattadır. İncelenen örneklerin çoğunda sadece anterior kısımda orta hattadır, arka kısımda
laterale doğru deviye olur ve sagital veya frontal planda bir yana eğim gösterebilir. Transvers
septa bir veya tüm sinüslerde olabilir. Genellikle sellanın ön duvarının üst kısmına tutunup,
buradan oblik olarak aşağı ve öne doğru sonra arkaya doğru uzanır. Eğer inkomplet ise
transvers krest diye adlandırılır. Sagital lateral septa intersinüzal septuma daha çok veya az
paralel seyreder. Lateral resesleri sinüsün ana kısmından ayırır. Medial ve frontal lateral
septa daha sonra tekrar bölümlere ayrılabilir. Örneklerin % 68’inde tek bir major septa sinüsü
iki büyük kaviteye ayırır. % 4’ünde sinüsü üç büyük kaviteye ayıran iki major septa vardır.
Örneklerin % 46’sında major septaların sella tabanını çaprazladıkları yer orta hattın
dışındadır. % 28’inde iki yana ayıran major septa bulunmayabilir ve % 18’inde de çift
kaviteler içinde minör septa içermezler (Şekil 2.2)(33).
13
Sfenoid gövdenin anterior inferior görünümleri geminin pruvası şeklindedir. Orta hat
inferiorda rostrum, anteriordan sfenoid krest ile işaretlenir. Rostrum vomer, etmoidin
perpendiküler laminası ile krista sfenoidalisler kontakt halindedir. Sfenoid sinüsün iki oval
deliği paramedian pozisyonda anterior yüzdedir, lateral açısı en arkadaki etmoid hücreler
yüzeyel oluğuna dokunur. Ortalama çapı 3,3 x 2,3 mm’dir. Sfenoid sinüsün osteumlarını
ihtiva eden sfenoetmoidal resesler yetişkinlerin % 48,3’ünde çok iyi gelişmiştir. Sinüs
aperturası % 70’inde yuvarlak daire şeklinde, % 15’inde toplu iğne başı büyüklüğünde, %
28’inde ise oval şekilde görülür.
İnternal karotid arter sfenoid kemiğin lateral yüzeyinin direkt karşısında bulunur ve
karotid arterin intrakavernöz parçası bu kemikte karotid sulkusta ilerler. Optik kanallar,
sinüsün superolateral bölümünde çıkıntı oluştururlar. Planum sfenoidalenin lateral alt
kısmında oblik bir hat izler. Optik kanal altında midlateral duvarda düzgün geniş çıkıntı
superior orbital fissürü gösterir ve maxillar sinir sıklıkla inferolateral kısmında çıkıntı
oluşturur. Maxiller sinir % 40, mandibular sinir % 4, sinüs içine protrüde olabilir. Trigeminal
sinirin 2. ve 3. bölümleri inferolateral kısımda bulunur ve iyi pnömatize olmuş sinüslerde
sinüs içine taşabilirler (34).
2.4.3 Sella tursika
Sella tursika, posterior sfenoid kemik üst yüzeyinde orta hatta bulunan, anterioru
tuberkülum sella ve anterior klinoid prosesle, posterioru dorsum sella ve posterior klinoid
prosesle sınırlanmış deforme U şeklinde çukurdur. Sella tursikanın orta kısmındaki hafif
çukurluk pitüiter fossa adını alır. Pitüiter fossanın anterior kısmındaki enine geniş kabartı
tüberkülum selladır ve bunun iki köşesinde bulunan küçük çıkıntılara anterior klinoid
proses denir. Sella tabanının anterior yüzünde anterior klinoid prosesin hemen altında iki
küçük çıkıntı halinde middle klinoid prosesler bulunur. Pitüiter fossanın posteriorunu
sınırlayan geniş çıkıntı dorsum selladır ve bunun iki kenarındaki çıkıntılar posterior klinoid
proses adını alır. Adultlarda sella tabanı Frankfurt horizontal planının 13,2 mm üzerinde
(-2,3+22,3 mm kadar) yerleşmiştir. Sıklıkla düz veya hafifçe konveks olan sella tabanının
ince olması belirgin bir şekilde hipofize transsfenoidal yaklaşımı kolaylaştırır. Renn ve
Rhoton sella tabanının kemik kalınlığını %18 vakada 1mm’den daha kalın (en kalın
4mm), %82 vakada 1mm veya daha az, %40 vakada 0.5mm veya daha az, bazı
vakalarda sadece birkaç mikron kalınlıkta olduğunu tesbit ettiler(33). Sellanın genişliği
sella tabanının horizontal genişliği olarak kabul edilir ve 10-16 mm arasındadır. Sellanın
derinliği tüberkülum sella ile dorsum sellayı birleştiren hatla, sella tabanını bu hatta dik
olarak birleştiren en uzun çizgidir ve bu uzunluk 5-13 mm arasında değişir (Şekil 2.3).
14
Şekil 2.3: Sella tursika
2.4.4. Diafragma Sella
Diafragma sella, sella tursikanın tavanını yapar ve pitüiter bezi çevreler. Sadece
pitüiter stalk’ın geçtiği merkezde açıklığı vardır. Diafragma sirkülerden çok köşeli ve düzden
çok konveks yada konkav olma eğilimindedir. İnfindibulum etrafında inceyken periferde biraz
daha kalındır. Transsfenoidal operasyon esnasında suprasellar yapıları yeterli koruyamayan,
ince yapıya sahiptir. Erken anatomik çalışmalarda Renn ve Rhoton %38’inde diafragmanın
kalınlığını, duranın bir yaprağının kalınlığında bulmuşlar fakat diğer % 62’sinde diafragma
oldukça ince olarak tesbit etmişler.
Diafragmanın merkezindeki
açıklık,
pitüiter stalktan daha büyük
boyuttadır.
Diafragmanın açıklığı vakaların % 56’sında 5mm veya daha fazla bulunmuş. Araknoid,
diafragmanın açıklığından sella tursikaya, yaklaşık hastaların yarısında protrüde olur. Cerrahi
sırasında açılırsa postoperatif CSF kaçağının potansiyel nedenidir.
2.4.5. Pitüiter gland
Pitüiter gland 0,6 g ağırlığındadır. Diafragmaya alttan yaklaşımda pitüiter bezin
posterior lobunun üst yüzeyi anterior lobundan açık renklidir. Anterior lob pitüiter stalk’ın alt
parçasını çevreleyerek pars tüberalisi oluşturur. Posterior lob yumuşak, nerdeyse
jelatinözdür ve sellar duvara yapışıktır. Anterior lob sıkıdır ve sellar duvardan kolaylıkla
ayrılır. Bezin genişliği çoğu hastalarda derinliği veya uzunluğuyla aynı veya biraz fazladır. Alt
yüzeyi genellikle sella tabanının şekline uygundur fakat lateral ve superior kenarları
varyasyon gösterir. Çünkü bu duvarlar yumuşak dokudan çok kemik içerir. Eğer diafragma
açıklığı genişse bez superiorda stalk’ın çevresinde konkav olma eğilimindedir. Superior
yüzey karotid arterin lateral ve posterior basısının sonucu üçgen şeklini alabilir. Anterior lob
posterior lobdan ayrılırken, pars tüberalis posterior lob ile kalma eğilimindedir. Küçük ara lob
kistleri sıklıkla anterior ve posterior loblar ayrılırken görülür.
15
2.4.6. Pitüiter bez ve karotid arter
İntrakranial internal karotid arterler; petroz piramidin apeksindeki karotid kanaldan
çıktıktan sonra başlar. Burada arter gasser ganglionunun hemen medialinde ve gangliondan
sadece dural bir kılıfla ayrılır, yukarı,öne ve mediale uzanarak posterior sella tursikanın
lateral bölümüne ulaşır ve kavernöz sinüse girer. Karotid arterin medial sınırını ayıran
mesafe ve pitüiter bezin lateral yüzeyi transsfenoidal cerrahi için önemlidir. Genellikle bezin
lateral yüzeyi ile karotid arter ayrıdır. Renn ve Rhoton yaptıkları çalışmalarında, arter bezin
içine girmemişse bez ve arterin arasındaki mesafeyi 1-7mm arası (ortalama 2,3mm) olarak
belirlemişlerdir(33).
Karotid arter kavernöz sinüs içindeki en medial yapıdır. İnternal karotid arter kavernöz
sinüsten anterior klinoid processin medial yüzeyi boyunca çıkarak anterior insisural boşluğa
ulaşır. Bu boşluğa girdikten sonra posterior, superior ve lateral yönde ilerleyerek anterior
perforated substance altındaki bifurkasyonuna ulaşır. Önce optik sinir ve kiazmanın altında
sonra lateralinde olur. Dallarını optik sinir, kiazma, 3. ventrikül tabanı ve tractına verir. Bu
dallar internal karotid arter ile optik sinir arasındaki boşuktan geçer ve yine bu dallar internal
karotid arter, optik sinir ve anterior serebral arterin oluşturduğu triangüler aralığa yönelik
cerrahi girişimlerde engel oluşturabilirler.
Karotid arterin orta hatta yakınlığı pitüiter cerrahi açısından oldukça önemlidir. Hipofiz
bölgesindeki iki karotis arter arası uzaklık ortalama 12-14mm’dir. İki karotid arter arasındaki
en kısa mesafe % 82 supraklinoid alanda, % 14 kavernöz sinüste, % 4 oranında sfenoid
sinüste bulunmuştur(29).
2.4.7. Kavernöz Sinüs
Kavernöz sinüsler sfenoid sinüs, sella ve pitüiter glandın her iki tarafında
lokalizedirler. Kavernöz sinüsün lateral duvarının üst kısmında okülomotor ve troklear sinir
yerleşmiş olup, alt kısmından trigeminal sinirin 1. ve 2. kısımları geçmektedir. Oftalmik sinir
ile karotis arasında abdusens lokalizedir. Kavernöz sinüsün medial duvarı sfenoid kemiği
çeviren periosteum tarafından oluşturulur. Kavernöz sinüsün lateral duvarı iki tabakadan
meydana gelir. Dış tabaka temporal dura tarafından oluşturulur. İç tabaka konnektif dokudan
ve 3.,4. ve 5. kranial sinirlerin kılıfları tarafından oluşturulur. Sinüs önde fissura orbitalis
superiordan giren oftalmik venlerle başlar. Arkada sinüs petrosus superior ve inferiorlara
açılır.
16
2.4.8. İnterkavernöz sinüsler
Sella içindeki interkavernöz bağlantılar genellikle hipofiz bezi ile olan ilişkisine göre
adlandırılır. Hipofizin anteriorundan geçenlere anterior interkavernöz sinüs, hipofizin
posteriorundan geçenlere de posterior interkavernöz sinüs adı verilir. Anterior sinüs
posteriordan daha büyüktür, biri yada ikisi birden bulunmayabilir. İnterkavernöz bağlantılar %
76-86 oranında hipofizin anterior dural yaprağında , % 32 oranında da inferior veya
posteriorunda görülmüştür. Anterior interkavernöz sinüsler sıklıkla diafragma sella ile glandın
anterior yüzü arasındaki açıda lokalizedir, % 10’u aşağı ulaşıp, anterior yüzeyin bir kısmını
örtebilir. İnterkavernöz sinüslere sirküler sinüsler adı da verilir. Büyük anterior venöz sinüsler
transsfenoidal hipofiz cerrahisini daha zor kılar(29).
2.4.9. Optik sinirler ve Optik kiazma
Optik kiazma üçüncü ventrikülün tabanı ve anterior duvarın birleşme yerindedir.
Anterior serebral arter , anterior komünikan arter, lamina terminalis ve üçüncü ventrikül
kiazmanın üstünde lokalizedir.
Optik
kiazmanın posteriorunda tuber
cinereum
ve
infundibulum, lateralinde internal karotid arterler, inferiorunda diafragma sella ve pitüiter
gland bulunur. Üçüncü ventrikülün suprakiazmatik resesi kiazma ve lamina terminalis
arasında lokalizedir. Pitüiter stalk’a uzanan infundibular reses optik kiazmanın arkasındadır.
Sella ile kiazma arasındaki ilişki kiazmanın tipi ile değişkenlik gösterir ve hipofize transfrontal
yaklaşım için kritik önemi vardır. Normal kiazma diafragma sella ve hipofiz glandı üzerinde ,
prefikse kiazma tüberkülüm sella üzerinde, postfikse kiazma dorsum sella üzerinde yerleşir.
Normal kiazma % 70 oranında görülür, % 30’unda ise yaklaşık yarı yarıya postfikse ve
prefikse kiazma görülür (Şekil 2.4).
17
Şekil 2.4: Optik kiazma tipleri.
Normal kiazma varlığında bile belirgin tüberkülüm sella, sella erişimini kısıtlayacaktır.
Tüberkülümün yapısı nerdeyse düz olabileceği gibi yukarı 3mm’e kadar protrüde de olabilir,
posteriora normal kiazma sınırına uzanabilir. Prefikse kiazmada, superiora protrüde
tüberkülüm sella transsfenoidal yaklaşımı kısıtlamazken, transkranial yaklaşımda suprasellar
alana ulaşımı engeller.
Karotid arter, optik sinir ve anterior klinoid process arası ilişkinin anlaşılması sellar ve
parasellar bölgedeki tüm cerrahi yaklaşımlar için esastır. Karotid arter ve optik sinir klinoid
process anteriorunun medialindedirler. Arter kavernöz sinüsün hemen altından ve optik
sinirin biraz lateralinden çıkar.
2.4.10. Hipofizin damarları ve portal sistemi
Hipofiz; superior hipofizer arter ve inferior hipofizer arter tarafından beslenir. Hipofizin
en önemli arteryal beslenmesini sağlayan damar inferior hipofizer arterdir. Çapı bölgeye
akan diğer arteryal yapılardan daha geniştir(32). İnferior hipofizer arter karotis internanın
kavernöz parçasından çıkan meningohipofizial trunkusun dalıdır. Her iki tarafta karotis
internadan çıkan inferior hipofizer arter sağ ve sol tarafta birer adettir. Superior hipofizer
arter ise internal karotid arterin supraklinoid parçasının birinci dalı olarak çıkar, hipofiz ön
lobunu ve sapı besler ve genellikle sayısı birden fazladır(31).
Superior hipofizer arterler infundibulum çevresinde, inferior hipofizer arterler ise
nörohipofiz çevresinde birer arter ağı oluştururlar. Superior hipofizer arterden çıkan dallar
18
genel olarak eminentia mediana ve infundibulumun üst kenarındaki sinüzoitlerde , inferior
hipofizer arterden çıkan dallar genel olarak infundibulumun alt kısmı ve nörohipofizdeki
sinüzoitlerde sonlanır. İnfindubilumdaki sinüzoitler vena portalis hipofizialis aracılığı ile adeno
hipofizden sinüzoitlere açılır. İnfundibuilumdaki sinüzoitler, vena portalis ve adenohipofizdeki
sinüzoitlerin oluşturduğu sisteme hipofizin portal sistemi adı verilir. Adenohipofiz ve
nörohipofizdeki sinüzoitler vena hipofizialis inferiorlar aracılığı ile beyin venöz sinüslerine
drene olurlar.
2.5. EPİDEMİYOLOJİ
Pitüiter tümörler primer beyin tümörlerinin % 10-15’ini oluşturur. İnsidans ve
prevalans araştırmanın araçları, çalışılan populasyon ve çalışmanın periyoduna bağlı olarak
değişiklik gösterir. Epidemiyolojik tahminler yıllık insidansın her 100.000 populasyonda 8,2 ile
14,7 vakayı işaret etmektedir. Selektif olmayan otopsi çalışmalarında genel popülasyonun %
20-25’inde pitüiter mikroadenomlar tesbit edilmiştir.
Pitüiter adenomlar tüm yaş gruplarında görülse de yaşamın üçüncü ve altıncı
dekadları arasında yüksek insidansta görülür. Genel bir kural olarak fonksiyonel pitüiter
tümörler daha genç yaşlarda görülme eğiliminde iken nonfonksiyone adenomlar yaşın
artmasıyla beraber daha belirginleşir. Pitüiter adenomlar tüm primer pediatrik beyin
tümörlerinin sadece % 2’sini oluşturur.
Birçok cerrahi serilerde pitüiter adenomların kadınlarda, özellikle premenapozal
dönemde daha yaygın olduğu gösterilmiştir. Pitüiter tümörlerde genetik yatkınlık, nadir
görülen multiple endokrin neoplazi tip 1 (MEN-1) ile sınırlıdır. Tüm pitüiter tümörlerin sadece
% 3’ü bu hastalıkla bağlantılı meydana gelir.
2.6. PATOLOJİ
Pitüiter gland bilobüle ve birleşik nöroendokrin yapısındadır. Anterior adenohipofiz
bölümü morfolojik, embriyolojik ve fonksiyonel olarak posterior nörohipofiz bölümünden
farklıdır. Her iki bölümde neoplastik transformasyon gösterebilirler, fakat pitüiter tümörlerin
çoğu histolojik olarak benign adenomlar olmak suretiyle adenohipofizden kaynaklanırlar.
Primer nörohipofizial tümörler nadirdirler, en yaygın olanları; granüler cell tümörler, gliomalar
ve hamartomlardır ve bunların her biri nöroaksisteki başka bir yerde bulunan benzer
19
tümörlerle histolojik benzerlikler taşırlar. Nörohipofiz metastatik tümörlerin en sevdiği
intrasellar bölgedir.
Pars distalis, pars intermedia ve pars tüberalis’i içeren adenohipofiz, çok hassas bir
şekilde regüle edilen hormon sentez ve salınım yeridir. Pitüiter bezin % 80’ini teşkil eder.
Anterior lob başlıca beş sekretuar hücre tipinden oluşur, her biri fonksiyonel ve ultrastruktürel
olarak farklıdır ve bez içinde oldukça tutarlı bir topografik dağılım gösterirler. Bu beş hücre
tipi growth hormon salgılayan somatotrop, prolaktin salgılayan laktotrop, adrenokortikotropik
hormon (ACTH) salgılayan kortikotrop, tiroid stimülan hormon (TSH) salgılayan tirotrop,
luteinizan hormon (LH) ve folikül stimülan hormon (FSH) salgılayan gonadotrop hücrelerdir.
Mikroskobik olarak anterior pitüiter hassas bir asiner yapı gösterir ve her bir asinüs çeşitli
sekretuar hücre tiplerinin karışımından oluşmaktadır. Bezin içinde bölgesel olarak kesin ve
farklı bir topografik düzenleme vardır. Bu topografik organizasyonu bilmek pitüiter cerrahide
önemlidir. Çünkü bu durum olasılıkla gland içerisindeki mikroadenomları disseksiyon yolu ile
araştırmada cerraha önemli ölçüde yardım eder. Mikroadenomların radyolojik olarak aşikar
olmadıkları durumlarda çok önemlidir. Pitüiter glanda horizontal bir kesi yapıldığında iki adet
lateral kanat ve ikiz kenar yamuk şeklinde santral kanat görülür(şekil). Growth hormon
salgılayan hücreler lateral kanatta, özellikle de anterior yüzeyine yakın bol miktarda bulunur.
GH salgılayan mikroadenomlar genellikle buradan çıkarlar. PRL salgılayan hücreler glandın
her yerinde bulunurlar. Fakat daha çok lateral kanadın posterior parçasında hemen posterior
loba bitişik alanda bulunurlar. PRL salgılayan mikroadenomlar bu bölgeyi tercih ederler.
Adenohipofizial hücrelerin % 10-15’ini oluşturan adreno kortikotropik hormon (ACTH)
salgılayan hücreler santral kanatta posterior lobun hemen anteriorunda bulunurlar.
Adenohipofizial hücrelerin % 5’inden daha azını oluşturan tirotrop hücreler tiroid stimülan
hormonu (TSH) yaparlar. Santral kanadın anterior parçasının küçük bir bölümünü işgal
ederler. Bu bölge TSH salgılayan adenomların orijin yeridir. Gonadotrop hücreler genellikle
anterior lobda bulunurlar ve LH ve FSH salgılarlar. Gonadotrop hücreler diğerleri gibi orijin
aldıkları topografik bölgeye sahip değildirler (Şekil 2.5).
20
Şekil 2.5: Hipofiz bezinde hücre tiplerinin topografik dağılımı
Genel olarak pitüiter tümörler mora çalan sarı-gri renktedirler. Yumuşak, sıvı, kremsi
bir yapısı vardır ve bu yapı onları sert kıvamdaki normal glandüler yapıdan ayırt ettirir.
Pitüiter adenomların histolojik büyüme tarzı diffüzden sinüzoidal, papillere kadar değişen
farklılıklar gösterirler ve bu özellikleri prognostik önem taşımaz. Pitüiter adenomda sellüler
monomorfizm ve asiner organizasyon yokluğu en önemli histolojik karakteristiğidir.
Adenomlardaki asiner yapının bozulması özellikle retiküler fiberlerin gümüşle boyanması ile
görülmektedir. Pitüiter adenomlar genellikle iyi sınırlı ve kendisine bitişik nontümöroz
adenohipofizial hücrelerden yoğunlaşmış, retikülün hücrelerden meydana gelen fibröz
psödokapsül ile ayrılırlar(36). Diğer lokalizasyonlardaki birçok benign tümörler fibröz kapsül
içermezler.
Standart
immümuhistokimyasal
immünoreaksiyonlarını
ve
glikoprotein
dizi
PRL,
hormon
GH,
α-
ACTH,
subunitini
LH,
FSH,
TSH’ın
içermelidir.
Pitüiter
adenomlarının teşhisi için ışık mikroskobisi ve hormon immünohistokimyasal çalışma
genellikle yeterlidir. Daha kesin bir sınıflama için ultrastruktürel bir araştırma gereklidir.
Herhangi bir tümörün ultrastruktürel yapı profili tümör sitogenezi, diferansiasyon derecesi ve
sellüler yapısı ile ilgili bilgiler sağlar.
2.7. SINIFLAMA
Pitüiter
adenomları
büyüklüklerine,
radyolojik
görünümlerine,
endokrin
fonksiyonlarına, morfoloji ve sitogenezine uygun olarak sınıflandırılabilirler. Klinikçiler
tarafından pitüiter adenomlarının sınıflandırılmasına yönelik en basit yaklaşım fonksiyonel
sınıflandırmadır. Bu sınıflamada tümörler salgı aktivitelerine bağlı olarak fonksiyonel veya
nonfonksiyonel olarak adlandırılırlar. Fonksiyonel adenomlar amenore-galaktore sendromu,
akromegali veya gigantizm, sekonder hipertiroidizm ve Cushing hastalığı veya Nelson
21
sendromu gibi klinik fenotipleri yapan, PRL, GH, TSH veya ACTH salgılayan adenomlardır.
Klinik bir hipersekresyon durumla alakasız gonadotrop adenom, null cell adenomlar,
onkositomalar ve çeşitli sessiz adenomlar gibi tümörlerin hepsi nonfonksiyonel adenomlardır
(37).
Tablo 2.1: Pitüiter adenomların fonksiyonel sınıflandırması
Adenom tipi
Sıklık
(%)
E/K
Oranı
İmmünhistokimyasal
profili
Klinik Görünüm
Seyrek granüllü PRL
cell adenom
2.7
1:2.5
PRL
Amenore-galaktore sendromu
(kadınlarda) Sellar kitle, hipogonadizm
(erkeklerde)
Yoğun granüllü PRL
cell adenom
0.04
-
PRL
Yoğun granüllü GH
cell adenom
7.1
1:0.7
GH, α-subunit( PRL, TSH,
LH, FSH)
Seyrek granüllü GH
cell adenom
6.2
1:1.6
GH ( PRL α-subunit)
Mixed GH hücre-PRL
cell adenom
3.5
1:1.1
GH, PRL (α-subunit, TSH)
Mammosomatotrop
adenom
1.2
1:1.1
GH, PRL(α-subunit, TSH)
Asidofil stem cell
adenom
1.6
1:1.5
PRL, GH
Hyperprolaktinemi; nadiren akromegali
Yoğun granüllü
krotikotrop adenom
9.6
1:5.4
ACTH ( LH, α-subunit)
Cushing hastalığı; Nelson sendromu
Seyrek granüllü
kortikotrop adenom
Nadir
-
ACTH
Tirotrop adenom
1.1
1:1.3
TSH (GH, PRL, α subunit)
Hipertiroidizm
Gonadotrop adenom
9.8
1:0.8
FSH, LH, α-subunit
(ACTH)
Nonfonksiyone sellar kitle
Sessiz kortikotrop
adenom subtip 1
1.5
1:1.7
ACTH
Nonfonksiyone sellar kitle; pitüiter
apoplexy
Sessiz kortikotrop
adenom subtip 2
2.0
1:0.2
β-endorfin, ACTH
Nonfonksiyone sellar kitle
Sessiz subtip 3
1.4
1:1.1
Anterior pitüiter adenomla
herhangi bir kombinasyonu
Prolaktin salgılayan adenoma benzer
(kadınlarda) Nonfonksiyone sellar kitle
(erkeklerde)
Null cell adenom
12.4
1:0.7
immünonegatif (FSH, LH,
TSH, α-subunit)
Nonfonksiyone sellar kitle
Onkositoma
13.4
1:0.5
immünonegatif (FSH, LH,
TSH, α-subunit)
Nonfonksiyone sellar kitle
22
Akromegali
Akromegali+hyperprolaktinemi
Sınıflanamayan
adenomlar
1.8
-
-
Değişken
Pitüiter adenomların patolojik sınıflaması eski ve uzun bir dönem boyunca sitoplazmik
boyanma özelliklerine göre asidofilik, bazofilik ve kromofobik olarak sınıflamasıdır. Asidofilik
adenomlar
GH
salgılayan
adenomlar,
bazofilik
adenomlar
ise
ACTH
salgılayan
adenomlardır. Boyanmayan tümörler topluca kromofobik tümörlerdir ve hormon inaktiftirler.
Bu
üçlü
sınıflandırma
kolaylığından
dolayı
yıllarca
kullanılmıştır.
Yeni
metodların
kullanılmasıyla sitoplazmanın boyanma özelliklerinin hücre tipinin tanınması, sekretuar
aktivitesi ve sitogenezisle çok az alakalı olduğu anlaşılmıştır. İmmünhistokimya ve elektron
mikroskop kullanımı pitüiter adenomların sınıflandırılmasında gold standart metoddur.
Tümörleri hormonal içerik, ultrastruktürel morfoloji ve sellüler köken temelinde betimleyen bu
metod yeni pitüiter adenom sınıflamalarının başında gelmektedir (Tablo 2.1) (38).
Pitüiter adenomların sella görünümüne göre sınıflaması Vezina sınıflamasıdır. Grade
1 ve 2’de sella duvarına invaze olmayan durumlar, grade 3 ve 4’te adenom invazyonunu
gösteren kortikal destrüksiyon vardır (Tablo 2.2) (39).
Tablo 2.2: Vezina Sınıflaması:
Grade I
Sella şekil açısından normal limitler içerisindedir. Tabanı sağlamdır. Ancak
tabanda incelme çift kontur ve kabarıklık gözlenebilir
Grade II
Sella global olarak asimetrik genişlemiştir. Taban ve duvarda defekt yoktur
Grade III
Sella genişlemiş veya normal büyüklüktedir. Fakat sella tabanı erode olmuştur
Grade IV
Sellanın kemik duvarı yaygın olarak destrüksiyona uğrar, konturları belirgin
olmadığı için Fantom sella adı verilir. Çoğu vakada tümör dokusu sfenoid sinüsü
tamamen doldurur ve klivus, kavernöz sinüse yayılmıştır
Pitüiter adenomları hacimlerine, invazyon durumları ve büyüme karakterlerine
bakılarak radyolojik açıdan sınıflandırılır. Bu sınıflamaya Hardy sınıflaması denir(25).
Büyüklüklerine göre pitüiter adenomlar mikroadenom ve makroadenom olarak ayırt edilir.
Çapı 10 mm’den küçük olan adenomlar mikroadenom, 10 mm’den büyük adenomlar ise
makroadenom olarak adlandırılır. Mikroadenomlar sellar görünüme göre Grade 0 ve 1, diffüz
sellar genişleme, fokal destrüksiyon yada kafa tasında ekstansif erozyon yapan tümörler
sırasıyla Grade 2, 3, 4 olarak sınıflandırılırlar (Tablo 2.3).
23
Tablo 2.3: Radyolojik Sınıflama:
Grade O
İntrapitüiter adenom, çap < 1cm, normal sella
Grade I
İntrapitüiter adenom, çap < 1cm, fokal bir taşma veya sellada minör
değişikliklerin görülmesi
Grade II
İntrasellar adenom, çap >1cm, genişlemiş sella ,fakat erozyon yok
Grade III
Diffüz adenom, çap >1cm, genişlemiş sella, lokalize erozyon veya destrüksiyon
Grade IV
İnvaziv adenom, çap >1cm, kemik yapılarda ekstansif destrüksiyon ( Fantom
sella)
Makroadenomlar ayrıca sellar uzanımlarına göre daha ileri sınıflandırılabilirler (Şekil
2.4 ve Tablo 2.5) (23).
Tablo 2.4: Suprasellar büyümeye göre sınıflama:
Simetrik
A
Sadece suprasellar sisterne büyümüş
B
3. ventrikül reseslerine uzanmış
C
3. ventrikül anteriorunun tamamını doldurmuş
İntrakranial intradural,
Asimetrik D
anterior,medial,posterior
E
Extrakranial, extradural (lateral kavernöz)
Evrensel olarak kabul edilmiş Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) sınıflaması beşli
adenohipofizial sınıflamadır(40). WHO sınıflaması;
1- Salgı aktivitesi ve klinik prezentasyon (akromegali gibi)
2- Büyüklük ve yaygınlık ( Hardy grade)
3- Histolojik özellikler (tipik veya atipik histoloji)
4- İmmünhistokimyasal profil
5- Utrastruktürel subtip
24
Bu
sınıflandırma,
mevcut
sınıflandırma
yapılarının avantajlarını
birleştirmeye
çalışmaktadır, aynı zamanda herhangi bir adenomun klinik ve patolojik yönleriyle ilgili tüm
bilgilerin pratik bir özetini sunmaktadır.
Şekil 2.5: Hardy ve Vezina sınıflaması
2.8. AYIRICI TANI
Anterior hipofizden gönderilen materyalde tümör tanısı konulduktan sonra yapılması
gereken işlem sella bölgesinde görülebilecek diğer monoton küçük çekirdekli tümörlerin ayırt
edilmesidir. Bunlar metastatik karsinom, lenfoma, meningiom, plazmasitom, germinom,
olfaktör nöroblastom ve gliomlardır. Pitüiter adenomlar, özellikle oligodedrogliom ve
epandimomları taklit edebilirler. Gliomlar bu bölgede çok ender bulunmaları ve sellayı infiltre
etmemeleri sebebiyle ayırıcı tanıda önemli yeri yoktur. Çok daha nadir olmakla birlikte
ektopik suprasellar adenohipofiz dokusu bir adenomla kolayca karışabilir. Dokundurma
preparatları özellikle adenomların diğer lezyonlarından ayırt edilmesinde işe yarar.
Ayırıcı Tanıda Sellar Kitleler:
Adenohipofizial orjinli tümörler; pitüiter adenom, pitüiter adenom-nöral koristoma
(pitüiter adenom-gangliositoma), pitüiter karsinom.
25
Nörohipofizial orjinli tümörler; granüler cell tümör, posterior lob veya stalk
astrositomu.
Nonpitüiter orjinli tümörler; kraniofaringiom, germ cell tümör, glioma (hipotalamik,
optik sinir veya kiazma, infundibulum), meningiom, kordoma.
Nonpitüiter orjinli nadir tümörler; kondroma, estesionöroblastoma, kemiğin giant cell
tümörü, glomangioma, hemanjioperistom, hemanjioblastom, lipom, leimyosarkom lenfoma,
melanom, miksoma, paragangliom, radyasyon sonrası neoplasm, rabdomyosarkom, sarkom,
schwannom.
Kistler, hamartomlar ve malformasyonlar; rathke cleft kisti, araknoid kist, epidermoid
kist, dermoid kist, hipotalamik hamartom, empty sella sendromu.
Metastatik tümörler; karsinom, plazmasitom, lenfoma, lösemi.
İnflamatuar durumlar; piyojenik infeksiyon veya abse, granülomatöz infeksiyon,
mukosel, lenfositik hipofizitis, sarkoidozis, langerhans cell histiositozis, giant cell granülom.
Vasküler lezyonlar; sakküler anevrizma (intrakavernöz karotid, supraklinoid karotid,
anterior kommünikan arter kompleksi, basiller arter tip), kavernöz anjiom.
2.9. RADYOLOJİK BULGULAR
Sella tursika ve parasellar bölgenin anatomisi çeşitli anlaşılması güç patolojiler içerir.
Bu bölgenin değerlendirilmesinde farklı görüntüleme yöntemleri kullanılır. Önceden yaygın
olarak kullanılan direkt lateral sella grafileri ve pnömosefalografiler günümüzde pek
kullanılmamaktadır.
Ancak direkt
lateral
spot
sella grafileri rutin sırasında yerini
kaybetmemekle birlikte, güvenilirliği tam değildir. Şimdi yüksek rezolüsyonlu komputerize
tomografiler (CT) ve magnetik rezonans MR) ile görüntülemeler ön plana çıkmıştır.
Parasellar ve sellar patolojilerin değerlendirilmesinde en seçkin görüntüleme yöntemi olarak
MR kabul edilmektedir (41).
Sellanın radyolojik incelemesine direkt sella grafileri ile başlanır. Bu grafiler PA ve
lateral pozisyonda alınır. Lateral sella grafisi ile sellanın boyutları ölçülebilir. Ayrıca sfenoid
sinüsteki pnömatizasyonun derecesinin saptanması ve tanımlanmasında rol oynar. Sinüs
pnömatizasyonundaki çeşitli tipler cerrahın transsfenoidal yaklaşımdaki tekniğini belirler.
Grafi ile sella tursika duvarındaki patolojiler saptanabilir. Uniform düzenli bir genişleme
empty sella lehinedir. Sella tabanında çift kontur görülmesi, sella duvarlarında lamina kaybı
26
ve
sfenoid
sinüs
içinde
yumuşak
doku
dansiteleri,
suprasellar
veya
intrasellar
kalsifikasyonlar görülebilir.
Geçmişte serebral anjiografi anevrizma hariç tutulursa pitüiter tümörlerin parasellar
ve sellar uzanımlarını belirlemek , menengiom gibi tümörlerin kanlanmasını saptamak için
yada
damar
invazyonu
açısından
tümörün
major
kan
damarlarına
invazyonunu
değerlendirmek için kullanılırdı. Günümüzde MR’ın kullanılması ile birlikte konvansiyonel
serebral anjiografinin kullanımı ve değeri azalmıştır(23). Anjiografi ve MR anjiografi aynı
zamanda
transsfenoidal
cerrahi
öncesi
intrakavernöz
karotis
damarlarının
konfigürasyonunun ve seyirlerinin tanımlanmasında faydalı olabilirler(42).
Pozitron
emisyon
tomografide
(PET)
glikoz
kullanımının
ölçülmesi,
pitüiter
makroadenomların biyolojik davranışının faydalı bir indikatörüdür. PET bir hipofiz
adenomunun büyüme tahmini ve tanımlanmasına imkan tanır. Postoperatif değişikliklerde
rekürren hipofiz tümörlerinin CT’de ayrımı zaman zaman zor olabilmektedir. Radyasyon
alanını hesaplamak gerektiği zaman, tekrar bir operasyon planlandığında ve ilaç tedavisinin
etkinliğinin değerlendirilmesinde metabolik olarak aktif tümör rekürrensini fibrozise ait
hipometabolizmadan ayırabildiğinden PET bu durumlarda kullanılır. Bu nedenle hem hormon
üreten hem de hormon üretmeyen adenomların tedaviye yanıtlarının izlenmesinde ve
rekürren tümör ile fibrozisi ayırmada faydalı olmaktadır(43).
2.9.1. Komputerize Tomografi (CT)
Sella
tursikanın
yüksek
rezolüsyonlu
CT’si
sellar
ve
parasellar
tümörlerin
değerlendirilmesinde değerli bir radyolojik teşhis aracıdır. Pitüiter tümörlerde CT ile koronal
planda görüntü elde edilmesinde IV kontrast verilmeden önce ve verildikten sonra görüntüler
elde edilir. Hem yumuşak doku komponentini hem de kemik yapıları (özellikle dorsum sella
ve sfenoid sinüs tavanını) yüksek rezolüsyonda göstermesi hipofiz makroadenomlarında CT’i
tercih edilen radyolojik tetkik konumuna getirmiştir. Ancak CT’de mikroadenomlara
duyarsızlık, hastayı MR incelemesine doğru kaydırmıştır. Mikroadenomun CT ile teşhis
edilme oranı % 50 yada daha azdır. Paramagnetik kontrast ajan (Gadalinium) ile MR’da %
70 oranında adenomlar tesbit edilir(23). Pitüiter adenomları CT’de daha iyi tanımlamak için
kontrast verildikten sonra görüntülemeler yapılmalıdır. Kontrast infüzyonundan sonra normal
pitüiter doku hemen kontrast tutar. Mikroadenomlar hemen kontrast tutmaz, kontrast madde
verildikten yaklaşık 30 dk. sonra kontrast tutar. 30 dk. sonra yapılan kontrastlı incelemede
normal pitüiter glandın tümörden ayırt edilmesi olanaksızdır. CT’de mikroadenom tipik olarak
hipodens bir alan olarak görülür. CT’de mikroadenom bulguları; 1- Pitüiter gland içinde fokal
27
hipodens bir alan, 2- Gland boyutlarının vertikal yüksekliğinin artması (vertikal yükseklik
olarak > 9-10 mm.), 3- Glandın superior yüzündeki konveksitenin asimetrik olması ile birlikte
pitüiter
stalk’ın
karşı
tarafa
doğru
deviasyonu
ve
sellar
taban
erozyonudur(41).
Mikroadenomlarda dansitenin artması yada kalsifikasyonlar çok nadir görülür. Aynı durum
makroadenomlar için de geçerlidir. Sellar kemiğin gelişimsel anomalileri nadirdir. Pitüiter
adenomdan kuşkulanılan hastaların değerlendirilmesinde dorsum sellanın farklı şekilde
gelişimsel anomalileri düşünülmelidir. Burada kemik deformiteler normal glandüler dokunun
suprasellar sistern içine yer değiştirmesine yol açar ve pitüiter tümör sanılarak yanlışlığa
düşülebilir(44).
Makroadenomlar ile ilgili nadir kalsifikasyonların saptanması ve adenoma komşu
kemik yapıların değerlendirilmesinde CT, MR’dan daha iyi değerlendirme sağlar. Ancak
geniş adenomlarda CT ile doğru bir ayırıcı tanı güç olabilir(45). Makroadenomalarda yorum
tamamen kitlenin komşu yapıları infiltre etmesine dayanmaktadır. CT’de bu lezyonlardaki
dezavantaj kavernöz sinüs invazyonunu her zaman net olarak gösterememesidir. Başlıca
avantajı ise kemik lezyonlarını (destrüksiyon, klival invazyon vs.) gösterebilen en iyi teknik
olmasıdır. Pitüiter adenom ile kavernöz sinüs invazyonu, tümörün lateral kenarı ile kavernöz
sinüs arasındaki ilişkinin saptanması CT ile imkansızdır(23).
2.9.2. Magnetik Rezonans Görüntüleme (MR)
MR günümüzde sellar ve parasellar patolojilerin değerlendirilmesinde en seçkin ve en
yaygın görüntüleme yöntemidir(23,45). Major avantajı yumuşak doku yoğunlukları için üstün
bir yöntemdir ve ayrıca multiplanar görüntüleme özelliği içerir. Kemik artefaktlar yoktur ve
hastalar için iyonize radyasyon zararı içermez. Anterior pitüiter gland normal anatomisi, MR
incelemesinde T1 ve T2 kesitlerde normal beyine göre izointens görünür. Adenomların çoğu
T1 ağırlıklı kesitlerde normal glanda göre hipointens, T2 ağırlıklı kesitlerde değişken
yoğunluk gösterir. Posterior pitüiter gland hem T1 hem de T2 ağırlıklı kesitlerde yüksek
sinyal yoğunluğunda görülür. Bu hiperintensite polipeptid hormonlara bağlı taşıyıcı
proteinlerin, nörofizinin ihtiva ettiği fosfolipit veziküllerin varlığı ile ilişkili olabilir.
T1 ağırlıklı görüntülerde BOS düşük intensiteye sahip olduğundan BOS hipofiz sınırı
MR’da görülür. T1 ağırlıklı görüntüler anatomik olarak extraaksiyal yapıları değerlendirmede
çok duyarlıdır. Pitüiter gland ve parasellar yapılar bu kuralı bozmaz.T2 ağırlıklı görüntüler
beyin parankimini değerlendirmede yararlı bilgiler sağlar. Beyin anatomisini değerlendirmede
T1 ağırlıklı görüntüler gibi rol oynamaz. MR tümörün extrasellar boyutunu karakterize
etmede CT’den daha üstündür(46).
28
MR’da intrasellar ve parasellar patolojiler ile ilgili çalışmalar nonkontrast MR
incelemeleri ile birlikte paramagnetik intrakavernöz kontrast ajanlarla rutin incelemeler
yapılır. Gadolinium-DTPA doz olarak 0,05-0,1 mmol/ kg verilir. Kontrast verildikten sonra
normal pitüiter gland, kavernöz sinüs ve pitüiter stalk kontrast tutarlar(23, 45, 47, 48). Klinik
ve biyokimyasal olarak şüpheli mikroadenomları en iyi olarak günümüzde T1 ağırlıklı ince
kesitlerle yapılan spin-echo MR görüntüleme ile mümkündür. Tipik olarak mikroadenomlar
anterior lobun orta yoğunluğu içinde fokal hipointens olarak görülürler. Mikroadenomların
çoğu lateral yerleşimlidir. Bunlarda pitüiter glandın üst yüzeyinin superiora yer değiştirdiği
yada pitüiter stalkın karşı tarafa doğru deplase olduğu görülür. Adenom yanında sella duvarı
değişikliği güvenilir bulgu değildir. Ancak çok güvenilir bulgu gland içindeki hipointens
yoğunluktur. MR ile mikroadenomların saptanmasında paramagnetik kontrast madde
kullanımı ile duyarlılık artar.
İntravenöz kontrast madde verildikten sonrası görüntüler 0-10 dk. aralığında
değerlendirilir. Mikroadenom hipointens, gland hiperintens görülür. Şayet gecikmiş
görüntüler elde edilirse kontrast ajanın lezyon içine yavaşça nüfuz ettiği görülür. Adenom
pitüiter glanddan daha hiperintens olabilir.
Makroadenomlar
MR’da iyi göründüğü
gibi CT’de de görülebilir.
Hastanın
görüntülenmesinde amaç pitüiter makroadenomların ayırıcı tanısını yapabilmek ve komşu
anatomik yapıların değerlendirilmesini sağlamaktır. Ancak makroadenom ile ilgili nadir
kalsifikasyonların ve adenoma komşu kemik yapıların değerlendirilmesinde CT, MR’dan
daha iyi değerlendirme sağlar. MR karotid arterler, optik kiazma ve tümör ile parasellar
yapıların ilişkisini daha iyi gösterdiği için CT’den üstündür. MR’da kan ve kan damarları
kolaylıkla ayrılır. Anevrizma hızlı kan akımı nedeni ile MR görüntülemede siyah görülür.
Anevrizma tromboze ise çok parlak görülür. Bununla birlikte MR transsfenoidal cerrahiden
önce olası önemli vasküler anormallikleri ekarte etmemizi sağlar. Makroadenomlarda T1
ağırlıklı inceleme çok önemlidir. Geniş tümörlerin sinyal yoğunluğu beyin dokusu ile
izointenstir. Gadolinium infüzyonundan sonra tümör genellikle homojen kontrast tutar.
Pitüiter apopleksili vakalarda tipik olarak geniş adenom içinde hemoraji mevcuttur. Teşhis
hem klinik hem de MR incelemesinde açıkca bellidir. Gland içine olan hemoraji yüksek sinyal
yoğunluğu içerir. Akut hemoraji T1 ağırlıklı görüntülemelerde yüksek sinyal yoğunluğu, T2
ağırlıklı görüntülemelerde yüksek veya düşük sinyal yoğunluğu gösterir. Yüksek sinyal
yoğunluğu T1 ağırlıklı serilerde hemorajiyi takiben 48-72 saat sonra gelişir(49,50).
Vakalarda postoperatif granülasyon dokusu, skar veya greft materyalleri normal
gland ve rezidüel adenomatöz dokudan oldukça zor ayırt edilebilir. Bu özellik nedeni ile
doğru bir değerlendirme cerrahiden 6 ay sonra yapılır(45). Bu tip vakalarda MR
incelemesinde postoperatif yumuşak doku kitlelerinin progresif büyümesi rekürren tümör için
29
en
iyi
görüntüleme
bulgusudur.
Bu
bulgular
endokrinolojik
markırlarla
birlikte
değerlendirilmelidir.
Empty sellanın teşhisinde MR görüntülerinde T1 ağırlıklı incelemede sella tursika
içinde sinyal yoğunluğunda azalma mevcuttur ve T2 ağırlıklı incelemede yüksek sinyal
yoğunluğu vardır. Normal infindibulum ve pitüiter glandın inferiora yer değiştirdiği
görülmedikçe empty sella tanısı düşünülmemelidir. Şayet pitüiter infindibulum identifiye
edilemez ise intrasellar araknoid kist veya nekrotik pitüiter tümör düşünülmelidir(23).
2.10. KLİNİK BELİRTİ VE BULGULAR
Pitüiter adenomlar genellikle üç tip klinik belirtilerle prezente olurlar. Birinci tip klinik
belirtiler PRL, GH, ACTH ve TSH (çok nadir) hipersekresyonları sonucunda görülen
amenore-galaktore sendomu, akromegali veya gigantizm, Cushig hastalığı ve sekonder
hipertiroidizm belirtilerini içerir. Pitüiter adenomların % 70’i endokrin olarak aktifdirler,
hipersekretuar endokrin durum varlığı en sık görülen prezentasyondur.
İkinci tip klinik belirtiler pitüiter yetersizliğini içerir ve tipik olarak nontümoral pitüiter
gland veya stalka bası yapan büyük tümörlerle beraberdir. Genel olarak pitüiter gland kronik
kompresyon ve distorsiyonda bile olağan üstü fonksiyonel direnç gösterir. Ancak sonunda
anterior pitüiter yetmezlik meydana gelir. Kronik kompresyona her bir pitüiter aksın gösterdiği
tolerans farklıdır. Gonadotroplar etkiye en açık olan ve ilk etkilenenlerdir. Ondan sonra
tirotrop, somatotrop ve kortikotrop fonksiyonlar sırasıyla etkilenir(47). Tümörün büyüklüğü
veya glandın yada stalkın basısının derecesi ne olursa olsun pitüiter adenomlar nadiren
posterior pitüiter yetmezlikle prezente olurlar; bu durumun preoperatif varlığı neredeyse
pitüiter adenom tanısını dışarıda bırakır. Pitüiter adenomlara eşlik eden hipopitüitarizm
genellikle kronik bir süreçtir, ama pitüiter apopleksi olduğunda akut, beklenmedik ve acil
hayatı tehdit edici olabilir.
Üçüncü tip klinik belirtiler endokrinopati ile birlikte olsun yada olmasın kitle etkisi
semptomlarını içerir. Başağrısı genellikle ilk bulgudur ve trigeminal sinirin ilk divizyonunun
inerve ettiği diafragma sellanın gerilmesine bağlanmaktadır. Bu tümörlerin en yaygın objektif
bulgusu görme kaybıdır, suprasellar büyüyen tümörün anterior vizüel yollara basısının
sonucudur. Vizüel disfonksiyonların birçok paterni görülmekle birlikte asimetrik bitemporal
hemianopsi klasik olarak gözlenen defisitdir. Superior temporal quadranlar ilk etkilenme
eğilimindedir, bunu inferior temporal quadranlar takip eder ve daha sonra da inferior nazal
quadranlara ilerler. Kiazmanın anatomik durumuna (prefikse, normal veya postfikse),
tümörün büyüklüğüne, tümörün büyüme yönüne ve sürecin kronikliğine bağlı olarak
junctional skotomlar, çeşitli monoküler alan bozuklukları, görme keskinliğinin azalması,
30
afferent pupiller defektler, papil ödemi, optik atrofi ve total körlük gözlenebilir. Vizüel
disfonksiyon mekanik kompresyon ve iskemi sonucu olabilir.
Suprasellar büyümenin devam etmesi ile pitüiter tümörler hipotalamusa yayılabilirler,
bunun sonucunda uyku, dikkat, yeme, davranış ve duygu bozuklukları gibi çeşitli istem dışı
rahatsızlıklara neden olabilirler.
Bazı pitüiter tümörler 3. ventrikül içine doğru uzanarak foraminal obstrüksiyonla
hidrosefaliye neden olabilirler. Kavernöz sinüsün penetrasyonu ile laterale doğru büyüme
pitüiter adenomlar için nadir değildir. Genellikle asemptomatik olmakla beraber pitozis, yüzde
ağrı veya diplopi gibi kranial sinirlerle ilişkili semptomlar gösterirler. Lateral intrakranial
büyüme ile birlikte mezial temporal lobun kompresyonu ve iritasyonu parsiyel kompleks
nöbetlere yol açabilir.
Pitüiter veya nonpitüiter sellar kitlelerde sıklıkla ılımlı hiperprolaktinemi (< 150 ng/mL)
görülebilir. Bu fenomen, pitüiter stalk veya hipotalamusu içeren kompresif yada destrüktif
lezyonların sonucudur. Bu fenomenin önemi farkına varılmasıyla alakalıdır. Çünkü hemen
hemen sellanın herhangi bir yapısal, infiltratif, neoplastik veya inflamatuar süreç içermesi bu
etkiye neden olabilir. Sellar kitleyle ilişkili ılımlı yükselen PRL düzeyinin varlığı hemen bir
prolaktinoma teşhisine yol açmamalıdır. Genellikle 150 ng/mL’i aşan PRL düzeyi PRL üreten
tümörün sonucudur. Bu seviyenin altında, lezyon hala küçük bir prolaktinoma olabilir, ancak
herhangi bir sellar patolojiye bağlı olabilir.
Pitüiter tümörler zaman zaman tesadüfi olarak bulunabilirler. Tipik olarak hastaya
başağrısı yada diğer nonspesifik semptomlarla yapılan rutin beyin görüntülemelerinde
büyüklük, şekil veya sella içeriğinde anormalliğin gözlenmesiyle tanınabilir. Dikkatli bir
şekilde incelendiğinde pitüiter glanddaki hafif sinyal değişiklikleri rutin MR taramalarının %
10-12’sinde yada daha fazlasında tesbit edilebilirler. Fakat MR’da rastlantısal anormalliğin
tek başına varlığı bir adenom varlığını işaret etmez, dikkatli klinik ve endokrinolojik
korelasyon gerektirir.
2.11. TANI VE TEDAVİ
Pitüiter adenomdan şüphelenilen hastalar için diagnostik yaklaşım iki basamaklı bir
kordinasyonu gerektirir. Birinci basamak endokrin teşhisi saptamayı, ikinci basamak da
anatomik teşhisle tanıyı sağlamlaştırmayı içerir. Genellikle hikaye ve fizik muayene hastanın
endokrin durumu hakkında bazı bilgiler sağlar. Hormon fazlalığı veya noksanlığı belirtileri
özenli endokrin testlerle onaylanmalıdır. Endokrin incelemenin başlangıcında PRL, GH,
ACTH, LH, FSH, TSH, α-subunit, tiroksin, kortizol, insülin-like growth factor type-1(IGF-1),
31
testosteron ve östradiol bazal ölçümleri elde edilmelidir. Bu araştırmada görece eksiklik yada
fazlalık durumlarının açıklığa kavuşturulması ile çeşitli pitüiter hedef gland ekseninin
bütünlüğü hakkında ilk tahminler sağlanabilir. Bundan sonra spesifik endokrinopatinin tanımı
ek provakatif, dinamik ve spesifik hormon tahlilleriyle yapılır.
Endokrin teşhis saptandıktan sonra anatomik teşhis yapılmalıdır. Eskiden kafa
grafileri ve daha sonra CT’e bağlı olarak yapılan anatomik teşhis, şimdi yüksek çözünürlü
gadoliniumlu MR ile yapılmaktadır. Bu teknik 3mm çapına kadar olan mikroadenomların %
70’ini tanımlayabilmektedir.
Klinik teşhis, endokrin testler ve görüntüleme çalışmalarına bağlı olarak yapılan
pitüiter adenom teşhisinden sonra optimal terapi, tedavi amaçlarının değerlendirilmesi ile
başlar. Genellikle pitüiter tümörlerin tedavisi şu amaçlara yönelik olmalıdır:
1-Endokrinopatinin tersine çevrilmesi ve normal pitüiter fonksiyonun geri getirilmesi
2- Kitle etkisinin ortadan kaldırması ve normal nörolojik fonksiyonun geri getirilmesi
3- Tümör rekürrens riskinin mümkün olduğu kadar azaltılması yada ortadan
kaldırılması
4- Kesin bir histolojik teşhis elde edilmesi
Pitüiter tümörlerin tedavi seçimleri cerrahi rezeksiyon, reseptör aracılı farmakoterapi
ve radyasyon terapisini (konvansiyonel ve sterotaktik) içerir. Her ne kadar bunların her biri
çeşitli durumlarda belirli bir ölçüye kadar etkin iseler de bunların avantajları ve sınırları
dikkatli bir şekilde göz önünde bulundurulmalı ve her bir hastaya göre kapsamlı bir yönetim
planı uygulanmalıdır.
2.11.1. Prolaktin Salgılayan Pitüiter Adenomlar:
Prolaktinomalar adenohipofizin en sık görülen primer tümörleridir ve pitüiter
tümörlerin %30-40’ını oluştururlar. Çoğu monoklonal olup, sadece prolaktin salgılarlar, %
10’u gerek laktotrop gerekse somatotrop veya somatomamotrop hücrelerden ibarettir ve
hem PRL hem de GH salgılarlar. Tanı en sıklıkla 20-40 yaşındaki kadınlarda konulur;
erkeklerde tanı konulduğunda tümör daha büyüktür ve erkeklerde tümörün kalıtsal geçişine
daha fazla eğilim vardır. Çoğu sporadiktir, ancak nadiren MEN tip 1’in parçası olabilirler.
Medikal tedavi uzun dönemde memnun edicidir.
2.11.1.1. Klinik Belirti ve Bulgular:
32
Prolaktin sekrete
eden pitüiter
adenomların klinik
özellikleri prolaktineminin
endokrinolojik sonuçlarıyla ve genişleyen kitlenin nörolojik hasarıyla ilşkilidir. Yükselen PRL
düzeyi gonadotropin-serbestleştirici hormonun (GnRH) pulsatil sekretuar aktivitesini etkiler,
hiperprolaktineminin primer endokrinolojik sonucu hipogonadizmdir. Üreme çağı kadınlar
arasında menstrüel disfonksiyon hemen hemen daima en önemli belirtidir. Tipik olarak
sekonder amenore olarak kendini gösterir, oligomenore, menarşın gecikmesi, primer
amenore veya infertilite ile birlikte düzenli menstrüel siklus gibi formları da görülebilir.
Galaktore bu hastaların % 30’dan % 80’e kadar değişen oranda görülür. Östrojen eksikliğinin
belirtileri mesela azalmış libido ve disparonia olayın kronikliğine göre gözlenebilir. Etkilenen
bayan hastaların hemen hemen yarısı başağrısından şikayetçidir ama bayanlardaki çoğu
tümörler mikroadenom olduklarından tümör boyutu ile başağrısı gözlenmesi korele değildir.
Benzer olarak açıklanamayan düşmanlık, anksiyete, depresyon gibi çeşitli fizyolojik ve
vejetatif semptomlar nadiren prolaktinomalı bayanları etkiler.
Erkeklerde ve postmenapozal bayanlarda menstrüel değişiklikler gibi haberci göze
çarpan belirtiler olmasa da birkaç erken semptom görülür. Çoğu kitle etkisi yapacak kadar
büyüyene dek belirti vermez. Erkeklerde ve postmenapozal kadınlarda tipik olarak başağrısı
ve vizüel disfonksiyon görülür. Tümörün uzanımına bağlı olarak oftalmopleji ve diğer
nörolojik bulgular olabilir. Sıklıkla bu tümörlerin büyük boyutlu olması ve normal pitüiter beze
baskıları çeşitli derecedeki hipopitüitarizmi genellikle ortaya koyar. Bayanlarda olduğu gibi
PRL aşırılığı erkekte de hipogonadizm oluşturur. Libido azalması, impotans, relatif infertilite
sıklıkla görülür ama genellikle gözden kaçar. Galaktore hiperprolaktinomalı erkeklerin üçte
birine
kadar
görülebilir
Hiperprolaktinomalı
ama
erkek
ve
gözlenmesi
için
kadınlarda
sert
kemik
göğüs
manuplasyonu
demineralizasyonu
sık
gerekir.
görülen
komplikasyondur.
2.11.1.2. Laboratuar Değerlendirmesi:
Şüpheli prolaktinomanın endokrin
değerlendirilmesi artmış PRL seviyelerinin
konfirmasyonuyla başlar. Normal serum PRL seviyeleri 5-20 ng/ mL’dir. Gebelikte PRL
seviyesi 3. trimesterde 100-250 ng/ml’dir. Serum PRL düzeyinin > 200 ng/ml olması
prolaktinoma için tanı koydurucudur. Daha az PRL yükseklikleri intrasellar lezyonların
çeşitliliğine , çeşitli sistemik hastalıklara ve çeşitli ilaçlara (klorpromazin, haloperidol,
metoklopramid,
verapamil,
simetidin)
bağlı
olabilirler,
bu
nedenle
gözlem
altında
tutulmalıdırlar. Serum PRL seviyelerini yorumlarken hipotiroidizm, kronik böbrek yetmezliği
ve sirozun orta hiperprolaktinomaye eşlik edebileceği göz önüne alınmalıdır(51). Özellikle
hipotiroidizm ciddi pitüiter genişleme ile birlikte olabilir, bu tirotrop hiperplazi sonucudur ve
tümörü taklit eder.
33
Hiperprolaktinomanın medikal ve farmakolojik nedenleri elendikten sonra sella veya
hipotalamus veya her ikisinin lezyonları genel olarak ortaya konulabilir ve hiperprolaktinemi
derecesi de patolojik proçesi teşhis ettirebilir. Pratik olarak serum PRL seviyeleri 200 ng/ml
üzerinde ise saf prolaktinoma veya laktotrofik komponenti olan mixt pitüiter adenomun; PRL
seviyeleri 1000 ng/ml’nin üzerinde ise invazif prolaktinomanın göstergesidir. Eğer PRL
seviyeleri 200 ng/ml’nin altında ise suçlu lezyon küçük bir prolaktinoma olabilir ama PRL
salgılamayan pitüiter adenom veya diğer neoplastik, inflamatuar, yapısal lezyonların ayırıcı
tanısı yapılmalıdır. Genellikle psödoprolaktinomalar olarak tanımlanan bu lezyonlar stalk
etkisine bağlı ılımlı hiperprolaktimoya neden olurlar. PRL düzeylerinin artışı salgılandıkları
prolaktinomaların boyutlarıyla orantılı olarak artar.
Tedavi seçenekleri medikal tedavi, cerrahi rezeksiyon ve radyasyon terapisidir.
2.11.1.3. Medikal Tedavi:
Etkin medikal tedavilerin gelişimi cerrahi tedaviye pratik alternatifler imkanı
sağlamıştır. Ergot derivesi olan bromokriptin prolaktinomlar için bugün mevcut olan standart
farmakoterapidir. Kullanılan diğer ilaçlar Lusipride, Pergolid, Cabergoline, Qinagolide’dir. Bu
ilaçlar içinde en sık kullanılan bromokriptindir. Dopaminerjik ajanların etki mekanizması tip 2
(D2) dopamin reseptörlerinin aktivasyonuyla PRL yapımı ve sekresyonunun inhibisyonudur.
Bromokriptin protein sentez aktivitesini azaltarak, stoplazma volümünde ve ilgili intrasellar
organellerin boyutlarında azalma yaparak prolaktinomalarda belirgin hücresel küçülmeye
neden olur. boyutlardaki bu küçülme reversible’dır. Dopaminerjik ajanların uzun süreli
kullanımında değişik derecelerde kalsifikasyon, amiloid birikimi, perivasküler ve interstisyel
fibrozis gözlenir. Bu fibrozis eğer aşırıysa cerrahi çıkarımı güçleştirebilir.
İki önemli farmakolojik faktör bilinmelidir. İlki her nekadar dopaminerjik ajanlara çoğu
hastada iyi cevap alınsa da farmakolojik cevap çeşitlilik gösterir. Çok iyi cevap veren
hastalarda ciddi serum PRL düzeyi azalması, objektif visüel iyileşme ve saatler içinde
radyolojik ortaya konabilen tümör hacminde azalma gözlenebilir. Tam tersine bazı
tümörlerde ise hemen hemen hiç cevap görülmez. Prolaktin düzeyindeki azalma tümör
küçülmesinden önce olur. Bazı örneklerde dopamin reseptörü veya postreseptör defektleri
gösterilmiştir. İkinci önemli nokta bu ajanların tüm farmakolojik etkisi fibrotik değişiklikler
hariç ilacın kesilmesiyle tamamen geri döner. Yani farmakoterapi tümörisidal değildir.
Bromokriptin genellikle etkilidir ve iyi tolere edilir. Günlük doz 5-10mg’dır. Hastaların
% 80-90’ında menstruel disfonksiyon normalleşir ve fertilite sağlanır. Görme alanı defekti
olan hastaların yaklaşık % 90’unda düzelme görülür. Gebe kadınlarda gerektiğinde fetus için
en emin olan ilaçtır, bu yönden en emin gebelik dönemi ilk 1 aydır.Tümör hücresinin
34
membranındaki D2 reseptör azlığına bağlı vakaların % 10’unda ilaca duyarsızlık vardır.
Bromokriptin tedavisi ile küçülen tümörlerin büyük kısmında tedavi kesildikten sonra prolaktin
düzeyleri artar ve tümör tekrar büyür (genellikle birkaç hafta – birkaç ay zarfında); %1020’sinde tedavi kesildikten sonra tümör büyümez. Tedavi sırasında bazen prolaktin
azalmasına rağmen tümör büyüyebilir. Bromokriptinin yan etkileri bulantı (% 50), kusma (%
10-15); genellikle geçicidirler ve her bir doz artımıyla tekrarlayabilirler; hastaların % 5’i bunlar
ve diğer yan etkiler sebebiyle ilacı kullanamaz. Baş ağrısı % 20, ortostatik hipotansiyon %
20, nazal konjesyon ve kabızlık % 5 oranında görülür. Nadiren kistik dejenerasyonlu ve
intrasellar ekstansiyonlu makroadenom vakalarında tümör küçülmesine ve tümörün tıkaç
etkisinin kalkmasına bağlı serebrospinal sıvı rinoresi görülebilir(25).
Dopamin agonistlerinin kullanılmasının mümkün olmadığı koşullarda fertiliteyi
sağlamak için klomifen, pulsatil GnRH veya egzojen gonadotropinler kullanılabilir. Fertilite
arzusu olmayan hipogonad kadınlarda estrojenler kullanılabilir. Ancak daha sık prolaktin ve
MRG takipleri yapılmalıdır.
2.11.1.4. Cerrahi Tedavi:
Prolaktinomaların
tedavisinde
ilk
seçenek
dopaminerjik
ajanlarla
Prolaktinomaların cerrahi yönetiminde endikasyonlar:
Mikroprolaktinomlar
1- Dopamin agonist tedaviye rezistans veya suboptimal yanıt
2- Dopamin agonist tedavisine intolerans
3- Hastanın uzun dönem dopamin agonist tedavisini tercih etmemesi
Makroprolaktinomalar
1- Pitüiter apopleksi
2- Kistik prolaktinoma
3- Dopamin agonist tedaviye direnç veya suboptimal yanıt
35
tedavidir.
4- Dopamin agonist tedavi, radyoterapi, radyosurgery’nin efektivitesini artırmak için
tümör hacminin azaltılması
5- Sfenoid sinüs içinde geniş erozyonla prolaktinoma (dopamin agonist tedavi
tümörün küçülmesine neden olarak serebrospinal sıvı kaçağı oluşması riskini
artırır)
6- Gebe kalma isteği ( tümörün büyümesi hamile kalma olasılığının azalmasına
neden olur)
7- Hamilelik esnasında kitle etkisinin görülmesi
8- Prolaktin tanısı kesin değilse ve patolojik tanı gerekiyorsa
Charles B. Wilson mikroadenomlarda primer amenore, erkek cinsiyet ve prolaktin
düzeyinin 200 µg/l olduğu durumları da cerrahi endikasyona katmaktadır(38). Cerrahi
müdahalede endikasyonun açık olduğu tek durum pitüiter apopleksidir. MR’la tümör
yoğunluğunda hemorajik yada nekrotik materyal gösterildiğinde, dopamin agonistlerle tümör
volümünde tatmin edici bir azalma mümkün değildir. Kistik prolaktinomalarda da aynı şekilde
dopaminerjik ajanlarla aynı şekilde zayıf bir azalma olacağından, en iyi tedavi cerrahidir.
Hastaların küçük bir yüzdesi bromokriptinin yan etkilerini tolere edemezler. Bu durumda
cerrahi endikedir ve son derece başarılıdır. Bir başka endikasyon dopaminerjik tedaviye
rezistansdır ve iki yolla gösterilir. Birincisinde PRL düzeyleri normal seviyelere indirilemez,
hastanın hiperprolaktineminin neden olduğu şikayetleri devam etmektedir ve farmakolojik
yönetim devam etmesine rağmen tümör büyümeye devam edebilir. İkincisinde ise medikal
tedaviyle hastanın PRL düzeyleri normal düzeylere inmesine rağmen hastanın tümör
boyutunda azalma olmaz yada çok az küçülme olur, kitle etkisi devam eder. Büyük invazif
prolaktinomlarda dopaminerjik tedaviye başarılı yanıt alınabilmesine rağmen, kafa tabanında
geniş erozyon oluşturmaları sonucu tümörün küçülmesiyle CSF kaçağının oluşmasına neden
olabildiklerinden cerrahi bunlarda endike olabilir.
Özellikle PRL düzeyi 100 ng/ml’den az olan mikroadenomlarda küratif rezeksiyon
oranı yüksektir. Preoperatif PRL düzeyleri 100 ng/ml’den fazla olan mikroadenomlu
hastaların sadece %50’sinde küratif sonuçlar elde edilmektedir. Molitch 31 yayınlanmış
serisinde 1224 mikroprolaktinomalı hastada preoperatif PRL değerlerinden bağımsız olarak
endokrinolojik kür oranını % 71,2 olarak hesaplamıştır(51).
PRL sekrete eden makroadenomlu hastaların cerrahi sonuçlarının çok az teşvik edici
olduğu gözlenmiştir. Molitch 1256 makroadenomlu hastada küratif rezeksiyon oranını % 31,8
olarak rapor etmiştir(51). Medikal tedavinin başarısız olduğu hastalarda biyokimyasal
36
remisyon kolayca elde edilemese de kitle etkisinde rahatlama sağlayabilir. Boyutu
hiperprolaktinemi derecesine yansıyan ve invazif tümörlerde preoperatif serum düzeyleri,
cerrahi sonuç hakkında güvenilir tahminler sağlayabilir. Preoperatif PRL düzeyleri 200
ng/ml’nin üzerinde ise küratif rezeksiyon oranları oldukça düşmektedir. Bu birçok serilerde
kanıtlanmıştır, PRL seviyeleri eşiğin altında olanlarda küratif rezeksiyon oranları% 74 ve %
88 arasında iken PRL seviyeleri 200 ng/ml’nin üzerinde olanlarda oranları % 18 ile % 47
arasına kadar düşmektedir. Preoperatif PRL düzeyi 1000 ng/ml’den fazla olanlarda sadece
cerrahi nadiren kürle sonuçlanır. Postoperatif subnormal PRL seviyeleri özellikle 10
ng/mL’nin altındakiler gerçekten garantili uzun süreli küratif sonuçlardır. Her ne kadar
postoperatif değerleri 11-20 ng/ml olanlar küratif sayılsa da bu hastalarda tümör rekürrensi
için risk vardır. Postoperatif 1-2 gün içerisinde elde edilen PRL düzeyi sonucu daha doğru
tahmin etmemizi sağlar; ölçülemeyen düzey (2 micro g/l) %90’dan fazla kür olabileceğini
gösterir. Postoperatif düzeylerin normal düzeyin üst limitinin biraz üzerinde olması adenomun
inkomplet çıkarıldığını gösterir(38). Prolaktinomlarda cerrahi prognozu iyileştirme stratejisi
olarak bazıları postoperatif bromokriptin tedavisini önerirler.
2.11.1.4.1. Postoperatif Rekürrens:
Cerrahi
tedavinin
efektifliği
değerlendirilirken
tümör
rekürrensi
göz
önünde
bulundurulmalıdır. Tümör rekürrensi endokrinolojik olarak hiperprolaktinomayla gösterilirken,
radyolojik olarak tümörün büyümesi genellikle görülmez. Biyokimyasal rekürrens varyasyon
gösterir. Literatürde hiperprolaktinoma rekürrensi 5 yıllık takipte mikroadenomlar için % 1718, makroadenomlar için % 18-20 oranındadır(51,52).
2.11.1.4.2. Cerrahinin Fertilite ve Hamilelikle ilişkisi:
Prolaktinomlar planlanmış veya gerçekleşmiş hamileliğe üç temel problemi taşır:
infertilite, hamilelik sırasında tümörün büyüme riski ve tedavinin fetal gelişime etkileri.
Hamilelik sırasındaki normal fizyolojik cevap pitüiter laktoropların hiperplazisi ve boyutlarının
ikiye katlanmasıdır. Buna benzer cevap neoplastik laktotroplarda da olabilir ve tümörün
boyutu artabilir. Mikroadenomlarda % 1,6 gibi semptomatik büyüme riski varken
makroadenomlarda % 15,5 gibi bir risk vardır. Eğer makroadenom daha önce cerrahi veya
radyoterapi görmüşse risk % 4,3’e düşer(53). Hamilelik planlananlarda veya hamilelerde
tedavinin fetüse etkisi muhakkak düşünülmelidir. Bromokriptin tedavisi prolaktin seviyelerini
normalize etmek ve hastanın fertilitesini düzenlemek için erken gebelikte (3-4 hafta)
kullanılırsa spontan abortus veya konjenital anomali riski yoktur. Tüm gebelik boyunca
kullanılması durumunda bromokriptinin teratojenik etkisi yok gibidir. Genel prensip fetüsün
bromokriptine olabildiğince az maruz kalmasıdır(51). Hamilelik süresince cerrahi fetüs kaybı
37
riski taşır. İlk trimesterde fetüs kaybı riski 1,5 kat yüksektir, gebeliğin son dönemlerinde bu
risk 5 katına kadar çıkar(54).
2.11.2. Growt Hormon Salgılayan Pitüiter Adenomlar:
Somatotrop adenomlar GH’un hipersekresyonu ile çocukluk çağında jigantizm,
erişkinlerde akromegaliye neden olur. Somatotrop adenomlar kadın ve erkeklerde yaklaşık
olarak benzer sıklıkta görülür ve vakaların birçoğuna dördüncü ve beşinci dekatta tanı konur
(25).
2.11.2.1. Klinik Belirti ve Bulgular:
Büyüyen tümörün kitle etkisi veya aşırı GH sekresyonunun endokrinolojik sonuçları
kliniği oluşturur. GH aşırı sekresyonunun endokrinolojik sonuçları puberte sonrası
akromegali, epifizyal kapanmadan önce jigantizm fenotiplerini oluşturur. GH’nun fizyolojik
aktivasyonu geniş spektruma sahiptir, akromegalinin endokrinolojik belirtileri çeşitlidir. Major
alanlardaki patolojik ilişki deri ve konnektif dokudaki bozuklukları içerir; muskuloskeletal
anormallikler, kardivasküler, respiratuar sistem ve glukoz toleransının bozulması. Hastalarda
çoğu kez dramatik fiziksel transformasyonla akromegalinin tipik özellikleri görülür, hastalığa
nadiren erken aşamada tanı konur. Akromegali sinsi ilerler ve hastalığın başlangıcıyla teşhis
arasındaki süre yaklaşık 8.7 yıldır(55).
Hemen hemen bütün hastalar genellikle karakteristik vücut lokalizasyonlarında
görülen kemik ve yumuşak dokuda aşırı büyümeyle prezente olurlar. Yüz karakterleri
klasiktir; dudaklarda kalınlaşma, nazolabial kıvrımlarda abartı, burunda genişleme, frontal
kabartı, prognatizm, maksiller genişleme, dental maloklüzyon ve artmış diş arası genişlik.
Ses düşük ve derin rezonanslıdır, laringeal hipertrofi ve paranazal sinüs genişlemesine bağlı
horlama ve uyku apnesi gözlenebilir. Makroglossi sık şikayetdir ve yumuşak doku aşırı
büyümesi sonucudur, akromegaliyle görülen generalize visseromegalinin göstergesidir.
Yumuşak dokunun hipertrofsi sonucu eller ve ayaklarda aşırı genişleme vardır, el volümü ve
topuk ped kalınlığı artmıştır. Ter ve sebase bezlerin hipertrofisi sonucu aşırı yağlı ve pis
kokulu terleme gözlenir. Muskuloskeletal anomaliler özellikle artropatiler akromegalinin
sakatlık yapan komponentleridir. Periosteal yeni kemik oluşumu vertebraların elongasyonuna
ve genişlemesine yol açar, beraberinde intervertebral disklerde dejenerasyon ve osteofit
formasyonu olması sonucu kifoz deformitesi ve spinal stenoz gözlenir. Kostakondral
eklemlerin epifizlerinin kapanma kusuruna bağlı kosta elongasyonu ve karakteristik fıçı
göğüs deformitesi olur. Bu hastaların % 70’inde artropati mevcuttur ve tutulanların %
50’sinde günlük aktiviteleri kısıtlayacak kadar ciddidir. Özellikle kalça ve diz eklemlerini tutan
38
irreversible osteoartrit mevcuttur. Hipertansiyon, kardiomiyopati ve aritmi gibi kardiovasküler
komplikasyonlar hastaların üçte birinde gözlenir ve ciddi morbidite ve mortaliteye yol açar.
Akromegali ile malign tümörlerin birlikteliği özellikle kolonik karsinomlar
veya
premalign polipler için yüksektir, risk 3-8 kat artmıştır. Kolonik poliplerin periferik işareti
olduğu düşünülen akrokordonlar hemen hemen tüm kolonik polipli hastalarda gösterilmiştir.
Akrokordonlar sık görülen , yumuşak, küçük, et renkli veya hiperpigmente pedinküle
lezyonlardır, genellikle multiple olurlar ve boyunda, aksillada ve uyluktadırlar. Genellikle
asemptomatiklerdir. Üçten fazla akrokordon olması, erkek cinsiyet, 50 üzeri yaş, kolon
kanseri için pozitif aile hikayesi ve kolonik polip hikayesi akromegalide kolon kanseri için
önemli risk faktörleridir(56-57).
Akromegalinin hayat süresini kısalttığı çeşitli epidemiyolojik çalışmalarla gösterilmiştir.
Bir İngiliz çalışmasında erkek ve dişi akromegaliklerde kontrol grubuna göre erkeklerde 4.8
ve dişilerde 2.4 kez yüksek mortalite oranları gözlenmiştir(58).
2.11.2.2. Laboratuar Değerlendirmesi:
Her nekadar klinik fenotip genelde karakteristik ise de GH artışı muhakkak
dökümante edilmelidir. Endokrin kriterleri yükselmiş bazal GH düzeyi(>5 ng/ml), oral glukoz
tolerans testi (OGTT) ile yetersiz baskılanma, serum IGF-1 düzeylerinin yüksekliğini içerir.
Serum GH düzeylerinin pulsatil salınımı akromegali tanısını güçleştirir. Normalde GH
değerlerinin % 70-80’i 1µg/ l’nin altındadır. Bununla birlikte 24 saatlik zaman içinde 1µg/l’nin
üstündeki değerler erkeklerde iki kez, kadınlarda ise yedi kez gözlenir. 20-40 µg/ l düzeyine
ulaşan ana sekretuar epizot gece erken yavaş dalga uykusuna geçildiğinde ortaya çıkar.
Random GH düzeyi > 0.4 ng/ml ise akromegali düşünülmelidir. 24 saatlik GH düzeyi
ortalaması < 2.5 ng/ml ise akromegali dışlanır. Random GH düzeyi > 0.4 ng/ml ve artmış
IGF-1 düzeyi veya 75 g OGTT sırasında en düşük GH düzeyi > 1 ng/ml ise akromegali tanısı
konur. Somatomedin C (IGF-1) günün her saatinde sabittir(25,23).
Kural olarak ektopik akromegalinin olasılığı çok az olsada daima göz önünde
bulundurulmalıdır.
GH
sekrete
edici
hormon
(GHRH)
üreten
karsinoid
tümörler
gastrointestinal tract yada akciğer, pankreas adacık hücre tümörleri, akciğerin küçük hücreli
karsinoması ve nadiren feokromasitomayı içerir(59).
2.11.2.3. Cerrahi Tedavi:
Akromegalili hastaların primer tedavisinde cerrahi tercih edilir. Bazı akromegali
hastalarında, kontrol edilemeyen diabet, hipertansiyon veya konjestif kalp yetmezliği olabilir
ve bu hastaların anestezi alması sakıncalıdır. Bu hastalarda somatostatin içeren preoperatif
39
medikal hazırlık mantıklı olabilir. Yine de bugün akromegali için kesin tedavi transsfenoidal
cerrahidir. Genel kural genç hastalar büyük tümör ve yüksek bazal GH düzeylerine sahip
iken, yaşlı akromegalik hastalar daha uygun küçük tümör, düşük hatta normal değişik GH
düzeylerine sahiptirler. Teknik olarak akromegali cerrahisi sıklıkla zordur. Çünkü hastaların
dudak ve sfenoid sinüs mesafeleri uzundur ve birçok vakada uzun spekulum gerektirir.
Anesteziolojist endotrakeal tüp takarken karşılaşacağı durumlara karşı mutlaka uyarılmalıdır;
genişlemiş dil, uvula, epiglottis ve akromegali hastalarında vokal kordlarda kalınlaşmanın
entübasyon güçlüğüne yol açabileceği hatırlatılmalıdır. Akromegalili birçok hastada kronik
sinüzit vardır, nazal ve sinüs mukozaları kalınlaşabilir ve yönetim zorlaşır. Selektif
transsfenoidal adenomektomiden sonra, akromegalili hastaların %80’inden fazlasında
remisyon uzun süre devam eder. Bazı hastalarda okreotid kullanılarak medikal yönetimle
başarı sağlansa da en çok postoperatif irradyasyonla tedavi edilirler(38).
Cerrahinin etkinliği tümör büyüklüğü, invazyon durumu ve preoperatif GH düzeylerine
bağlıdır. Bazal GH düzeyleri 50 ng/ ml’den az noninvazif intrasellar mikroadenomlarda,
sadece cerrahi küratif olabilir. Cerrahi tedavi ile biyokimyasal remisyon sağlanan ve GH
seviyeleri önemli derecede azalan ama normal seviyelere ulaşılamayan akromegali
hastalarının postoperatif birkaç semptomlarında hızlı regresyon beklenebilir. Başağrısı
sıklıkla hızla düzelir, sonraki birkaç günde hiperhidrozisin düzelmesi ile parestezi ve yumuşak
doku
şişliğinde
regresyon
izler.
Cerrahi
ile
glukoz
toleransı
önemli
derecede
düzelebilmektedir. Hipertansiyon cerrahiye çok daha az cevap verme eğilimindedir.
Postoperatif kan basıncında biraz düzelme görülse de bazen başarılı cerrahi sonrası bile,
hipertansiyon sıklıkla devam eder.
Semptomatik kitle etkilerinde cerrahiye yanıt sık görülen bir durumdur. Görme
alanında düzelme hastaların % 90 ile % 100’ünde rapor edilmiştir (60,61).
Postoperatif analiz üç aşamalıdır; 1) erken postoperatif sonuçlar (cerrahi sonrası 1-3
gün), 2) kısa dönem (cerrahi sonrası 1-12 ay), 3) uzun dönem (cerrahi sonrası 12 aydan
sonra)(62). Akromegalide remisyon, OGTT esnasında GH düzeylerinin 1 µg/l’den daha az ve
plazma IGF-1 düzeyinin yaş ve cinsiyetine ayarlı normalizasyonu olarak tanımlanır, bu
kriterlere ulaşmayan hastalarda akromegalinin devam ettiği düşünülür. Random GH
düzeyileri diğer remisyon kriterleriyle korele olmalıdır. Random GH düzeylerinden en az bir
tanesinde 2.5 µg/l’den daha az olması remisyondur(63). Remisyonda prognostik açıdan
kanıtlanan kriter GH düzeyinin 2.5 ng/ml’nin atında olmasıdır. GH düzeyinin bu eşik değerin
altına düşmesinin akromegalide mortalitenin azalmasıyla ilişkili önemli bir faktör olduğu
saptanmıştır(64).
40
2.11.2.4. Medikal Tedavi:
Akromegalinin medikal tedavisinde dopamin agonistleri (bromokriptin,kabergolin),
somatostatin analogları (okreotid,lanreotid) ve GH reseptörü antagonisti (pegvisomant)
kullanılır.
Doğal somatostatinin hipotalamustan GHRH ve pitüiter glanddan GH salınımını
süprese ederek, GH sekresyonunu kontrol ettiğine inanılır. Kısa yarılanma ömrü ve infüzyon
sonrası rebount hipersekreyon nedeni ile klinik kullanımı pratik değildir. Somatostatin
analogları pitüiter somatotroplardan GH sekresyonunu fizyolojik olarak inhibe ederler.
Sellüler büzülmeye ve tümör histolojisinde göze çarpan değişimlere neden olurlar.
Somatostatin analoğuyla tutarlı olmayan morfolojik değişim görülür, bu ajanların güçlü
antiproliferatif etkisiyle, tümör büyüme fraksiyonunda azalmaya neden olurlar. Biyokimyasal
düzelmeyle bazen hastaların akromegalik semptomlarında dramatik rahatlama olabilir.
Başağrısı ve artralji hızla yok olur, yumuşak doku şişliğinde regresyon, parestezi ve
hiperhidrozis oldukça uniform bulunurlar. Okreotid uzun etkili (yarılanma ömrü 80-100
dakika, endojen somatostatinin ise 1-3 dakika) sentetik somatostatin analoğudur. Subkutan
300-600 µg/gün günde üç kez uygulanır. 6 aylık okreotid tedavisi alan 116 hastanın %
71’inde GH’da azalma, % 93’ünde IGF-1 düzeylerinde azalma tesbit edilmiştir(56).
Somatostatin analogları genellikle iyi tolere edilmekle birlikte diare, abdominal ağrı, mide
bulantısı, hafif malabsorbsiyon ve safra taşı formasyonu gibi gastrointestinal yan etkiler
görülebilir.
Dopamin agonistleri akromegalinin primer ve adjuvant tedavisinde kullanılır, ancak
çok az yanıt alınır. Hastaların çok azında GH düzeylerini normalize eder ve hatta tümör
boyutunda kayda değer azalma oldukça nadirdir. Jaffe ve Barkan bromokriptin tedavisi alan
hastaların sadece % 20’sinde GH düzeylerini 5 ng/ml’in altında gözlemlemişlerdir, vakaların
% 10’unda IGF-1 düzeylerini normal sınırlarda tesbit ermişlerdir(65). Okreotidle kullanımında
bazı hastalarda etkili olabilir.
2.11.2.5. Radyasyon Tedavisi:
Radyasyon tedavisi cerrahi sonrası hastalığın nüksünde yada devamında adjuvant
tedavi olarak düşünülmelidir. GH seviyelerinin acil nomal sınırlara indirilmesi prematür
mortalitenin önüne geçmek için istenir. Radioterapi hızlı etki sağlar. Hemen hemen tüm hızlı
büyüyen ve lokal agresif tümör vakalarında radyasyon tedavisi tümör progresyonunu
durdurmuştur(66). Landolt ve arkadaşları tedaviye yanıt vermeyen 16 akromegali hastasını
41
gamma knife radiosurgery ile 50 akromegali hastasını standart radioterapi ile tedavi edip
karşılaştırmışlardır. Hormon hipersekresyon sıklığında farklılık görülmemekle birlikte
radiosurgery grubunda ortalama normalizasyon zamanını 1.4 yıl, konvansiyonel radioterapi
grubunda 7.1 yıl olarak tesbit etmişlerdir(67). Hipopitüitarzm her ikisinde de sık
komplikasyondur.
2.11.2.6. Tümör Rekürrensi:
OGTT altında GH seviyelerinin 1 ng/ml’nin altında olması ve IGF-1 değerlerinin
normalizasyonu ile remisyon tanımlandığında, devamlı bir remisyon genellikle elde edilir,
nadiren rekürrens eğiliminde olur. Akromegalik hastaların cerrahi tedavisinde endokrin
remisyon elde edilir ve 10 yıllık periyodun tamamlanması esnasında % 8 rekürrrens oranıyla
karşılaşılır(68). Rekürrent akromegalili birçok hasta yeniden cerrahiye adaydır. Rekürrent
tümörlü 29 akromegali hastasında reoperasyon ile sekonder remisyon % 48 olarak rapor
edilmiştir(69). Cerrahi ile remisyon başarılamadığında adjuvant radyasyon tedavisi bir
sonraki basamaktır.
2.11.3. Kortikotrop Adenomlar:
Pitüiter tümörlerin aşırı ACTH sekresyonu yapması sonucu gelişen hiperkortizolemik
durum Cushing hastalığıdır, 1932 yılında Harvey Cushing tarafından tanımlanmıştır. Cushing
hastalığı spontan hiperkortizoleminin en sık nedenidir( % 60-80). Cushing hastalığı ile
Cushing sendomunu ayırt etmenin acil pratik önemi vardır. Cushing sendromu nonspesifik
etyolojide, herhangi bir patolojik yada iatrojenik glikokortikoid fazlalığı durumudur.
Kadınlar erkeklerden daha fazla etkilenir, kadın-erkek oranları 3:1 ile 10:1’dir.
Kotikotrop adenomlar herhangi bir yaşta görülebilmekle birlikte, pik insidans üçüncü ve
dördüncü dekatlar arasında görülür. Erişkinde noniatrojenik cushing sendromu vakalarının %
70’inden bu tümörler sorumlu olduğu halde, pediatrik popülasyonun hiperkortizolemik
durumlarının sadece % 30’unu açıklar; bu yaş grubunda primer adrenal tümörler dominant
nedendir.
2.11.3.1. Klinik Belirti ve Bulgular:
Cushing hastalığının klinik özellikleri iyi bilinir ve doğrudan kronik glukokortikoid
fazlalığına bağlanabilir. En göze çarpan özelliği sentripetal yağ depolanması ile birlikte kilo
artışıdır, sıktır ve karakteristik bu şikayetle prezente olurlar. Yüzde, suprakalvikular bölgede
ve dorsoservikal bölgede yağ birikimi yoğunlaşarak tipik aydede yüz ve bufalo hörgücü
görünümü olur. Toraks ve abdomende visseral yağ depolanması ve yağ birikimiyle trunkal
42
obesite gelişir. Cushing hastalığında epidermis atrofisi ve konnektif dokunun değişimi
sonucu cilt incelerek minör travmalara bile hassas duruma gelir. Kapiller frajilite ile birlikte
yüzde ve ciltte pletorik görünüm ve kolay spontan morarma oluşumu meydana gelebilir.
Abdomen ve yanlarında geniş mor strialar tipik olarak birçok hastada mevcuttur, hirsutizm ,
frontal saç dökülmesi ve nadiren hiperpigmantasyon görülebilir.
Metabolik sapmalar Cushing hastalığında önemli bir rol oynar ve yüksek mortalite
oranlarını izah eder. Hipertansiyon ve çeşitli derecelerde glukoz intoleransı, ateroskleroz ve
diğer kardiovasküler komplikasyonları hızlandırmada katkıda bulunur. Osteoporoz bazı
derecelerde hemen hemen bütün hastalarda bulunur. Kemik demineralizasyonu özellikle
vertebra açısından önemlidir, asemptomatik hastaların önemli bir oranında kompresyon
fraktürü saptanabilir. Özellikle kaburgada, ayaklarda ve pelvisde patolojik fraktür görülebilir.
Sellar tümörün genişlemesinden ziyade kortizol aktivitesinin neticesinde kafa grafilerinde
dorsum sellada demineralizasyon sıklıkla görülür. Başka bir sık muskuloskeletal problem
steroid myopatidir.
Üreme fonksiyonu her iki cins içinde bozulmuştur. Kortizolün direkt antigonadal etkisi
ve androjen fazlalığı kadınlarda menstrual disfonksiyon ve infertilite ile sonuçlanır.
Erkeklerde libido azalması ve relatif infertilite yakınmaları olabilir. Hastalarda süperfisyal
fungal enfeksiyonlara (özellikle tenea versikolor ve mukokutanöz kandidiazis) eğilim olabilir.
Respiratuar enfeksiyon gibi diğer enfeksiyonlar görülebilir ancak bu hastalarda agresif ve
hayatı tehdit edici olabilirler. Cushing hastalığı olanlarda psikiatrik rahatsızlık oldukça sıktır,
depresyon, mani ve psikoz gibi emosyonel labilite görülebilir.
2.11.3.2. Laboratuar Değerlendirmesi
Kortikotrop adenomlarda teşhis belli başlı üç basmaklıdır. ACTH bağımlı yada ACTH
bağımsız hiperkortizolemi ayırt edilebilir. Adenomlarda ve Cushing hastalığında endokrin
profili şunları içerir: idrarda serbest kortizol düzeyi yükselir, düşük doz dexamethasone
testinde kortizol süprese olmaz, yüksek doz dexamethasone testinde kortizol süprese olur ve
ACTH düzeyleri ılımlı artar.
Endokrin teşhiste birinci basmak hiperkortizolemiyi saptamaktır. 24 saatlik idrarda
serbest kortizol ölçümü hiperkortizolemi saptanmasında ilk seçimdir. Üriner serbest kortizol,
önceki 24 saatlik periyot süresince plazma serbest kortizol aktivitesini yansıtır. İkinci tarama
testi, düşük doz dexamethasone süpresyon testidir, hiperkortizolemiyi doğrulamak için
kullanılmalıdır. Normal bireylerde, hipotalamus ve hipofizde negatif feedback inhibisyon yolu
ile düşük doz dexamethasone (1-4 mg) ACTH sekresyonunu süprese eder, sabah kortizol
düzeyleri 5 µg/dl’nin altına düşer. Hiperkortizolemi oluşturan bütün durumlarda düşük doz
43
dexamethasone süpresyonuyla kortizol seviyelerinde azalma görülmez. Çeşitli varyasyonları
olan testin ayaktan takibe imkan veren en iyi formu; hastaya gece saat 11:00’de 1 mg
dexamethasone verilir, sabah saat 08:00’de plazma kortizol seviyesi ölçülür. Sabah kortizol
düzeyleri 5 µg/dl’nin altına düşerse Cushing hastalığı ekarte edilir. Yüksek değerlerde daha
ileri süpresyon testleri yapılmaktadır. Klasik test 2 gün günde 4 kez düşük doz 0,5 mg
dexamethasone verilir. Normal bireylerde idrar serbest kortizol düzeyi % 50’nin altına
düşecektir. Phenytoin, phenobarbitone, carbamezepine ve rifampisin deksametazonun
klerensini arttırır ve yalancı pozitif sonuçlar elde edilebilir. Yine estrojen kullanan kadınlarda
da CBG artışına bağlı total kortizol artışı yalancı pozitif sonuçlara neden olur. Klinik olarak
Cushing sendromunu düşündüren ve hiperkortizoleminin bazı biyokimyasal özelliklerini
taşıyan hastalarda psödo Cushing oluşturan durumlar; depresyon, alkol kullanımı, ekzojen
obezite, hiperöstrojenemi durumları, OCS kullanımı, gebelik ve stresdir.
İkinci basamak, hiperkortizolemi nedenlerinin ACTH bağımlı olmayandan, ACTH
bağımlı olanın ayırt edilmesidir. Plazma ACTH seviyelerinin ölçümü ilk ip ucunu sağlar.
ACTH seviyeleri primer adrenal hastalıklarda süpresedir ama kortikotrop adenomları, ektopik
ACTH sendromu ve bazı CRH üreten tümör vakalarında yükselir. Genellikle kotikotrop
adenomlarda ACTH (80-200 pg/ml) ılımlı bir artış gösterirken, ektopik ACTH üreten
lezyonlarda tipik olarak > 200 pg/ml'nin üzerindedir.
Üçüncü basamak, ektopik ACTH’ın Cushing hastalığından ayrımıdır. Kortikotrop
adenomların sekretuar aktivitesi, ektopik ACTH üreten lezyonlardan farklıdır. Kortikotrop
adenomların glikokortikoidlerin negatif feedback etkisine cevabı devam etmektedir, yeterli
büyüklükteki glikokortikoid değişikliklerinde korikotrop adenomların sekretuar aktivitesi
süprese olabilir. Klasik olarak tanımlama, standart yüksek doz 48 saatlik periyotta günde 4
kez 2mg oral deksametazon verilir, üriner kortizol veya 17-hidroksikortikosteroid ölçülür.
Üriner steroid ekskresyonunun % 50 azalması kotikotrop adenomları akla getirir. Yüksek
dozlarda da süpresyon sağlanamazsa ektopik kaynaklı ACTH veya adrenal tümör düşünülür
(25,23). Yüksek doz dexamethasone testinin daha az zaman alan tek gecelik versiyonunda
gece saat 11:00’de 8 mg dexamethasone verilir ve sabah plazma kortizol düzeyleri ölçülür.
Bu testin Cushing hastalığı için sensivitesi % 89, spesifitesi % 100 ve teşhisin doğruluğu %
91’dir(70). Yüksek doz süpresyon testi kortikotrop adenomların endokrin profiliyle uyumlu
olduğu halde kesinlikle hatasız değildir, zaman zaman ektopik ACTH üreten lezyonlar benzer
süpresyon gösterebilir.
CRH stimülasyon testi ektopik ACTH üreten lezyonlardan kotikotrop adenomların
ayrımında kullanılan ek bir testdir. CRH 0,1 µg/kg IV bolus şeklinde verilir. Kortikotrop
adenomlu hastaların ayrımında
CRH stimülasyonu ile ACTH ve kortizol seviyelerinde
dramatik bir artış gözlenir. Pozitif cevap kriterleri plazma ACTH düzeylerinde % 50 artış veya
44
plazma kortizol düzeylerinde % 20 artışı içerir. ACTH üreten lezyonlarda CRH
stimülasyonuna cevap alınamaz.
Hastaların küçük bir kısmında atipik, uyumsuz sonuçlar yada diğer sonuçlara
ulaşılamadığında ek araştırmalar gerekir. Bilateral inferior petrozal sinüs örneklemesi (IPS)
pitüiter kaynaklı ACTH fazlalığının doğrulanması yada dışlanmasında yararlı olabilir(71).
Eğer ACTH fazlalığının kaynağı pitüiter adenom ise ACTH konsantrasyonu IPS’de periferal
kandakinden yüksek olmalıdır. Prosedür transfemoral, retrograd kateterizasyonla bilateral
IPS’i gerektirir. Kortikotrop adenomlu hastaların bazal sentral-periferal gradienti hemen
hemen daima 2’den büyüktür. Ektopik ACTH üreten lezyonlu hastalarda bu gradient 1,7’den
daha azdır. Santral-periferal gradientin 3’den büyük olması Cushing hastalığı için
diagnostiktir. IPS ile adenomun pitüiter glandın hangi tarafında lokalize olduğu belirlenir.
Bilateral IPS sonrasında bir tarafın ACTH konsantrasyonunun oranı 1,5’dan fazla ise
tümörün ACTH konsantrasyonu yüksek olan tarafta olma ihtimali yüksektir. Newel-Price ve
arkadaşları IPS’nin Cushing hastaları için sensivitesinin % 96, spesifitesinin % 100 ve
adenomun lateralizasyon uygunluğunun doğruluğunu % 78 olarak tesbit etmişlerdir(72).
2.11.3.3. Cerrahi Tedavi:
Hiperkortizolizm kaynağının kotikotrop adenom olduğu tesbit edildikten sonra
tedavide ilk seçenek tartışmasız cerrahidir(73,68). Cushing hastalığı olan hastalar kolay
parçalanabilecek doku, yumuşak kemik ve kapiller frajiliteye sahiptir. Üstelik birçok vakada
obesite, venöz hipertansiyona neden olan diğer faktörler, transsfenoidal cerrahi sırasında
major
komplikasyon
oluşturabilecek
faktörlere
sahiptirler.
Özellikle
preoperatif
görüntülemelerde tam olarak gösterilemeyen tümörlerde sellar içeriğin dikkatli ve sistematik
diseksiyonu genellikle gerekir. Dura açıldığında yada gland yüzeyi incelendiğinde tümör belli
değilse, gland insize edilmeli ve sistematik eksplore edilmelidir. Dokudaki hafif renk
değişiklikleri, kıvamı yada glandın konturu normal glanddan adenomu ayırt etmeye yardımcı
olur. Cushing hastalığının adenomu, kirli sarı ve yumuşak, semilikid sınırında ve peteşial
hemorajiyle sıklıkla çillidir. Adenomun çapı sıklıkla 2mm veya daha azdır. Bu anterior lob
yüzeyine ulaşabilir, kavernöz sinüsü invaze edebilir veya bütünüyle içinde uzanabilir, nadiren
posterior lobdan orjin alabilir. Adenom bulunamazsa, glanddan eksizyonel biopsi elde edilir,
sentral mukoza kama şeklinde çıkarılarak başlanır. Rezeke edilen materyalde adenom belli
değilse glandın lateral kanatları dikkatli inspekte edilmeli ve rezeke edilmelidir. Adenomun
identifiye
edilemediği
erişkinlerde
fertilizasyon
düşünmüyorlarsa
genellikle
subtotal
hipofizektomi yapılır, stalk’a bağlı rezidüel anterior lob dokusu bırakılır. Çıkarılan dokuda hala
adenom gösterilemiyorsa her iki kavernöz sinüs ve posterior lob mutlaka değerlendirilmelidir.
Adenom görülmediği takdirde cerrah supradiafragmatik tümör nodül ihtimalini en az
düşünmelidir.
45
380 Cushing hastasında mikroadenomlarda % 90’dan fazla ve makroadenomlarda
% 60 küratif rezeksiyon başarılmıştır(73). Cerrahi kürün başarılıp başarılamadığı genellikle
ikinci yada üçüncü postoperatif günde belli olur. Sabah kortizol seviyeleri 5µg/dl’den az ise
kür düşünülmelidir. Postoperatif sabah kortizol düzeyleri normal sınırlarda devam ediyorsa,
tedavi öncesi düzeylerde dramatik bir azalma olsa bile inkomplet çıkarılmıştır ve hastalık
devam ediyordur. Hastalarda tedavinin başarısıyla, cushingoid özelliklerde regresyon ve
pitüiter-adrenal aksın aylar içinde geri dönmesi görülür. Glandüler rezeksiyonun boyutuna
bağlı olarak hormonal replasman gerekebilir, sadece çok az hastada uzun dönem replasman
gerekir.
Remisyon başarıldıktan sonra biyokimyasal yada radyolojik rekürrens nadirdir.
Hastaların yaklaşık % 12’sinde rekürrens beklenebilir(68). Cerrahiyle başlangıçta kür
sağlanamayan hastalarda tedavide dört seçenek vardır: transsfenoidal eksplorasyonun
tekrarlanması, medikal tedavi, radyasyon tedavisi ve bilateral adrenalektomi. Laterale
uzanan invazif adenomlarda, komplet eksizyon makul bir beklenti değildir. Cerrahiyle kür
sağlanamaması durumunda sıklıkla tümörün bulunması ve çıkarılması yetersizdir, yanlış
teşhiste ( pitüiter kaynaklı olmayan hiperkotizolemi gibi) rol oynayabilir. Bu noktada bütün
preoperatif diagnostik çalışmalar dikkatle yeniden gözden geçirilmeli ve hastalığın pitüitere
bağlı olduğu doğrulanmalıdır. Preoperatif bilateral IPS yapılmadı ise bu noktada endikedir.
Deneyimli patolog tarafından cerrahi materyalin normal doku, ACTH immünreaktif adenom
yada kortikotrop hiperplazi içerip içermediği mutlaka değerlendirilmelidir. Bütün bu
araştırmalar hala pitüiter tümörü gösteriyorsa tekrar cerrahi düşünülebilir.
2.11.3.4. Radyasyon Tedavisi:
Sellar eksplorasyona yanıt alınamayan hastalarda oldukça etkili bir sonraki basamak
radyasyon tedavisinin bazı formlarıdır. Tsang ve arkadaşları postoperatif persistent veya
rekürrens görülen 29 Cushing hastalasında % 53 remisyon başarısı rapor etmişlerdir(74).
Remisyon 2 yıl içinde olur, bazı vakalarda 60 ay kadar geç görülebilir. Gamma knife ile
hastaların % 50-60’ında 12-20 ay içinde hiperkortizolemiyi normal sınırlara düşürüldüğü
rapor edilmiştir(75).
2.11.3.5. Medikal Tedavi:
Kortikotrop adenomlar için medikal tedavi en az çekici olan seçimdir. Medikal
tedaviye değişken yanıt, potansiyel toksisitesi ve tedavide yakın monitorizasyon gereksinimi
nedeniyle, bu tedavi üçüncü seçenektir. Hiperkotizolemi sonucunda aşırı rahatsız debilite
hastalarda, operatif prosedürün ve güvenli bir anastezinin sağlanması için preoperatif kortizol
düzeylerinin düşürülmesi gereklidir. Radioterapötik cevap beklenirken hiperkortizolemi
46
kontrolünde farmakolojik ajanlar kullanılabilir. Nadiren bilateral adrenalektomiden başka
bütün tedavilere refraktör hastalarda uzun dönem medikal tedavi gerekli olabilir.
İki temel ajanla Cushing hastalığı tedavi edilir. İlk ajan santral etkilidir, ACTH
sekresyonunu direkt olarak süprese eder. Cyproheptadine, bromokriptin, somatostatin
analogları ve sodyum valproat bu kategoridendir. İkinci ve daha etkili grup ajanlar periferal
etkili adrenal blokerlerdir, adrenal steroidogenezisi inhibe ederler. Ketoconazole, etomidate,
metyrapone, aminoglutethimide ve trilostane bu gruptandır.
2.11.3.6. Bilateral Adrenalektomi:
Total bilateral adrenalektomi ömür boyu glukokortikoid ve mineralokortikoid
replasmanı gerektirdiğinden son seçenektir, diğer bütün tedavilerin başarısız olduğu hastalar
için ayrılmalıdır.
2.11.3.7. Nelson Sendromu:
Nelson sendromu kortikotrop adenomların klinik özelliği olarak görülür yada sıklıkla
bilateral adrenalektomiden sonra progrese olur. Bu iatrojenik durum bilateral adrenalektomi
geçiren Cushing hastalarının en az % 10-15’inde gelişir. Kortikotrop adenomlarda oluşan
Nelson sendromu oldukça agresiftir. Çoğu tipik olarak hızlı büyüyen, çevredeki dokuya gross
invazif makroadenomlardır. Bu sendrom kolaylıkla tanınır, başlangıçta kortikotrop adenom
olduğu düşünülmemiş, bulunamamış veya inkomplet rezeke edilmiş hiperkortizolemi hikayesi
mevcuttur. Daha sonra, hiperkortizolemi bilateral adrenalektomi ile tedavi edildiğinde geçici
remisyon meydana gelir. Tipik olarak bu tümörlerde aşırı sekretuar aktivite görülür, ACTH
düzeylerinin dramatik olarak yükseldiği ve melanosit stimülan hormon gibi diğer
propiomelonokortin benzeri peptidler de yükseldiği gösterilir. Melanosit stimülan hormonun
yükselmesi, bu sendromu tipik simgeleyen hiperpigmentasyonla sonuçlanır.
Her ne kadar Cushing hastalığı olan adrenalektomize hastaların bir kısmında Nelson
sendromu gelişse de hangi hastalarda gelişeceğini önceden söylemek imkansızdır. Bazı
hastalarda sendromun özellikleri adrenalektominin ilk yılında görülür, diğerlerinde 10 yıl
geçmeden görülür. Özellik görüldüğünde yönetimi genellikle zordur. Birçok hasta invazif
makroadenoma sahiptir ve küratif rezeksiyon pek az gerçeğe uygun bir amaçtır. Nelson
sendromunda transsfenoidal cerrahi palyatif bir prosedürdür. Cerrahi rezeksiyon ve
rezeksiyonun tekrarlanması büyük tümörlerin kitle etkisini kontrol etmek için bazen gereklidir.
47
2.11.4. Tirotrop Adenomlar:
Tirotrop adenomlar pitüiter hormon aktif tümörlerin en az görülen tipidir, tüm pirüiter
adenomların % 1’inden azında görülür. Beck- Peccoz ve arkadaşları kapsamlı literatür
incelemelerinde 280 vaka tesbit etmişlerdir(76). Başlangıç özelliklerinden hipertiroidizm ve
guatr TSH’ın tümöral hipersekresyonuyla uyumludur. Prezentasyonda çok sık primer
hipertiroidizmden ayırt edilemez ve birçok hastaya yanlış teşhis konulur. Bu karışmada bir
zaman için semptomlar iyileşse de takibinde semptomlarda progresyon ve sellar kitlede
genişleme görülür.
Tirotrop adenomlar tüm yaş gruplarında (11-84 yaş ) görülebilir, belli bir cinsiyet
tercihi gösterilmemiştir. Birçok tirotrop adenomlar hipertiroidizmin klasik işaretleri ve
semptomlarıyla birliktedir. Genellikle diffüz büyümüş tiroid gland gösterilebilir. Bu tümörler bir
de GH sekrete edebilselerde hastaların küçük bir kısmında gerçek akromegali ile presente
olurlar. Tümör büyüklüğüne ve gland yada stalk kompresyon derecesine bağlı olarak,
hipopitüitarzm ve ılımlı hiperprolaktinemi endokrin prezentasyonda özelliklere eklenebilir.
Nörolojik semptomlar sıktır, özellikle tiroidektomi geçirmiş hastalarda görülür. Beck- Peccoz
ve arkadaşları adenomu hastaların üçte birinde sellaya sınırlı, üçte birinde sellanın dışına
uzanmış ve üçte birinde parasellar yapılara gross invazyon yapmış olarak göstermişlerdir.
Hastaların yarısından fazlasında görme alanı defekti gösterilmiştir(76).
Bu tümörlerde anahtar endokrinolojik özellik, TSH düzeylerinin ve sirkülasyonda tiroid
hormon
seviyelerinin
yüksekliğinin
gösterilmesidir.
Her
ne
kadar
uygunsuz
TSH
sekresyonunun medikal durumlarla ilişkisi nadirse de familyal disalbüminemi içermesi, ilaç
kullanımı (amiodarone, amphetamine, oral kontrast ajanlar), tiroid hormonlara periferal
rezistans ve protein transportunu artıran durumlar ( tiroid bağlayıcı globin, albümin,
transtiretin) klinik hikaye ve sorgulamada ekarte edilmelidir. Tirotrop adenomların %
80’ininde glikoprotein α-subunit ölçümlerde fazlalığa yol açar. α-subunit’in TSH’a oranının 1’i
aşması tirotrop adenom lehine ek kanıttır. GH, PRL yada her ikisinin yüksek ölçülmesi
hastaların üçte birinde olur, FSH ve LH yüksekliği oldukça nadirdir.
Tirotrop adenomlarda tedavi seçenekleri, cerrahi rezeksiyon, radioterapi ve
somatostatin analogları ile medikal tedavidir. Cerrahi tirotrop adenomlu hastalarda ilk
tercihtir. Beck-Peccoz ve arkadaşları 177 vakalık gözden geçirmelerinde yalnızca cerrahi ile
% 33 kür elde edildiğini, hastaların çoğunda tirotropin hipersekresyonunu kontrol için
adjuvant radioterapi gerektiğini rapor etmişlerdir. Preoperatif okreotid tümör küçülmesinde ve
TSH kontrolünde etkili değildir.
48
2.11.5. Nonfonksiyonel Hipofiz Adenomları:
Pitüiter tümörlerin yaklaşık % 30’unu oluştururlar. Bu tümörler 4. ve 5. dekatta
erkeklerde kadınlardan daha sıklıkla bulunurlar. Klinik olarak nonfonksiyone tümörler null cell
adenomlar, onkositomalar, sessiz kortikotrop adenomlar subtip 1 ve 2, sessiz subtip 3 ve
nadiren sessiz somatotrop adenomlar olmak üzere çeşitli morfolojik sınıflardaki lezyonları
içerirler. Nonfonksiyonel adenomlarda immünperoksidaz boyanma tetkikleri ve laboratuar
çalışmaları ile bir yada daha çok glikoprotein hormon, FSH, LH, TSH’nın alfa ve beta
subunitlerinin sapatanması, gonadotrop adenomları bu sınıf içinde değerlendirmemize neden
olmuştur. Her ne kadar gerçekte hormon aktif lezyonlar olsalar da sekresyon açık bir
hipersekresyon kliniğiyle uyumlu değildir.
Bu kategorideki adenomlar sekretuar ürünlerle tanımlanabilir klinik göstermezler. Tanı
konulduğunda, vakaların büyük çoğunluğu vizyonda azalma va bazı hipopitüiter yüz ifadesi,
tipik olarak gonadotropik yetersizlik, birlikte veya olmaksızın başağrısıyla presente olurlar.
Nadir durumlar dışında, semptomatik endokrin inaktif adenomlar büyüktür, sadece baş
ağrısıyla presente olabilir. Nonfonksiyone hipofiz adenomlarında başağrısı vakaların %
40’ında bulunur. Sıklıkla nonspesifiktir, temel olarak vertekste sıkıcı vasıfta, pozisyon veya
zamanla değişmeyen ağrıdır. Görme semptomları vakaların % 60-70’inde bulunur. Genellikle
bir yada her iki gözde temporal alanın kaybı, görme keskinliği kaybı ile belirir. Libido kaybı
daha çok erkeklerde, amenore bayanlarda görülür. Cinsel isteksizlik, yumuşak solgun deri,
kronik yorgunluk gibi panhipopitüitarzm bulguları görülebilir. Ayrıca stalk’ın kompresyonu
sonucu prolaktinde ılımlı bir yükselme görülebilir. Nonfonksiyonel adenomun büyümesi ile
ilerleyici pitüiter fonksiyon kaybı oluşur. İlk olarak gonadotropik fonksiyon sonra sırasıyla GH,
tiroid fonksiyon ve sonunda da ACTH kaybı oluşur. Bunun sonucunda progresif
hipopitüitarizm gelişir.
Cerrahi bu sınıf tümörlerde birinci seçimdir. Cerrahide amaç kitle etkisini kaldırmak,
nörolojik ve vizüel fonksiyonların restorasyonu ve pitüiter fonksiyonları korumak yada
restorasyonunu içerir. Neredeyse bütün semptomatik, endokrin inaktif makroadenomlar
genişlemiş sella tursika sınırlarının ötesine uzanır. Nadir durumlar dışında, kavernöz sinüs
yada middle fossa içine lateral ekstansiyon ve sifenoid sinüs içine tümör ekstansiyonuyla
birlikte sellar tabanın diffüz destrüksiyonu total çıkarmayı engeller. Dura invazyonunda
kavernöz sinüsten sella ayrılır, sinüsün kendi içine ekstansiyon olmasa bile, fokal invazyon
olmadıkça tümör cerrahisi rezeke edilemez hal alır. Bu vakalarda bazen durayı çıkarmak
gereklidir. Büyük tümör sık sık gerçekten dura invazyonu olmaksızın kavernöz sinüsün uzak
lateral intakt dura duvarından çıkarılır ve koronal MR ekstrem lateral ekstansiyon
göstermedikçe, sinüs duvarı invaze olmaktan çok gerilir. Her ne kadar pitüiter fonksiyonun
korunması genellikle başarılsa da tesbit edilmiş defisitlerin restorasyonu çok daha zordur.
49
Preoperatif hipopitüitarizm saptanamayan hastaların % 97’si postoperatif normal pitüiter
fonksiyonlarını devam ettirmişlerdir. Preoperatif endokrin defisit tesbit edilen hastaların
parsiyel veya komplet restorasyonunda başarı sadece % 16’dır. Kalıcı diabet insipidus
komplikasyonu hastarın % 3-5’inde görülebilir(77).
Semptomatik rekürrens gelişimi hastaların az bir kısmında görülür. Wilson
adenomları ilk 2 yıl 6 ay arayla ve sonra yılda 1 kez MR’la görüntülemiş ve 5 yıl sonrasında
rekürrens oranını % 5 tesbit etmiştir(38). Herne kadar daha önceleri inkomplet eksize edilen
tümörlerde postoperatif radyoterapi sıklıkla uygulansa da genellikle rutin stratejide terk
edilmiştir. Yavaş büyüyen lezyonlarda semptomatik rekürrensli hastalarda operasyonun
tekrarlanması genellikle radioterapiye tercih edilir. Agresif varyantlı tümörlerde yeniden hızlı
büyüme görülebileceği için radioterapi bu hastalarda tavsiye edilir.
2.11.6. İnsidental Pitüiter Adenomlar:
Gittikçe yaygınlaşan yüksek rezolüsyonlu MR kullanımı tesadüfü ve asemptomatik
yeni bir pitüiter adenom kategorisi oluşturmuştur.Radyografik olarak varsaydığımız
adenomların bir bölümü kistik adenomdan daha çok pür kisttir, ama kist 1cm çapa ulaşmışsa
yönetim adenoma yaklaşım gibi olmalıdır. Çünkü bu çapta pür kist ve adenomun her ikiside,
1cm’den büyük yada küçük olsada daha fazla büyüme potansiyelleri vardır.
Varsayılan
hipofiz
adenomunun
tanımlanmasında
belirleyici
özellikleri
:
1)
asemptomatiktirler; 2) normal anterior pitüiter fonksiyona sahiptirler ve provakatif testlere GH
yanıtı normaldir; 3) kalsifikasyon yoktur ve 4) lezyon sellaya sınırlıdır. Anterior pitüiter hücre
tiplerinden, gonadotroplar kompresyona çok hassastırlar, bunu somatotroplar ikinci sırada
izler. GH hayatın başından sonuna kadar fizyolojik rol oynar, GH sekresyonu çocuğun
normal gelişimi için şarttır. GH sekresyonu normal ise, bütün diğer anterior pitüiter
fonksiyonları neredeyse kesinlikle normaldir. Herhangi bir insidental adenom veya kist
yukardaki kriterleri karşılamalıdır.
Relatif cerrahi endikasyonlar:
-
anterior pitüiter fonksiyonlarda zayıflama
-
ekstrasellar ekstansiyon
-
2cm’den büyük çapa ulaşması
-
ekspansiyona eşlik eden baş ağrısı, inatçı ve tümöre bağlı
-
hızlı büyüme
50
-
semptomatik yada asemptomatik vizyonda zayıflamanın gösterilmesi
Bu tabloda gösterilen cerrahi kriterleri kesin değildir. Bundan başka, 1 yıl içinde
boyutu iki katına çıkanlar, buna rağmen asemptomatik olabilir. Bu adenomlarda nadir
görülen bir durumdur. Bu endikasyon listesi sadece meselenin ana noktalarıdır klinik yargıyla
birlikte kullanılmalıdır. Pür kist, boyutuna göre, insidental adenom gibi sınıflandırlırsa daha
fazla büyüme potansiyeline sahiptir, zararsız küçük kistler sıklıkla pars intermediada görülür,
1cm veya daha büyük kistler Wilson’nın kanaatına göre daha fazla büyürler ve bu büyüme
oranı tahmin edilemez(38).
2.11.7. Pitüiter Apopleksi:
Pitüiter apopleksi, genelikle tümörde şişme ile birlikte infarkt, nekroz ve hemoraji
yada tümör içine akut kanama sonucunda ani gelişen klinik durumdur. Bu klinik sendrom
akut başağrısı, meningismus, vizüel bozulma, oftalmopleji ve bilinç değişikliklerinden
ibarettir. Pitüiter apopleksi vakalarında predispozan faktörler; hamilelik, endokrinolojik
manüplasyonlar
(östrojen
verilmesi
gibi),
bromokriptin
kullanımı,
kafa
travması,
hipertansiyon, ateroskleroz, diabetus ketoasidoz, antikoagülan ilaçlar, serebral anjiografi ve
hipofiz tümörlerinin radyasyon tedavisi ile ilişkilendirilmiştir(78,79). Hastaların çoğu pitüiter
adenomun farkında değildir, apopleksi sıklıkla ilk belirtidir. Pitüiter apopleksi tüm pitüiter
adenomların % 1-2’sinde gelişen komplikasyondur. Literatürün genel olarak gözden
geçirilmesi ile artmış hemoraji insidansı gösteren bir tümör tipi görülmemiştir.
Pitüiter apopleksinin patofizyolojik temeli spekülatif olarak kalmıştır. Hızlı büyüyen
tümörlerde iskemik nekroz, pitüiter tümöre özgü intrinsik vasküler anomali ve sellar
diafragmaya karşı süperior hipofizeal arterin kompresyonunun apoplektik hemorajide payı
olduğu öne sürülmektedir(80). Apopleksinin patolojik profili tümör ve etrafındaki glandda
infarktla başlar, bunu hemoraji ve ödem takip eder. İntratümöral basınç aniden artar ve
tümörde volüm genişlemesine neden olur, bunu optik apparatusların ve kavernöz sinüs
içindeki
yapıların
mekanik
kompresyonu
takip
eder.
Kanın
subaraknoid
boşluğa
ekstravazasyonu nadir olarak meydana gelse de hemoraji hacmi genellikle gergin tümör
duvarlarının içinde kontrol altına alınır. Glandüler yıkım apoplekside görülen patolojik
özelliktir ve total, geçici veya kalıcı hipopitüitarizmin kısmi bir izahıdır. Posterior pitüiter kendi
kan ihtiyacını karşılar, genellikle hasardan kurtulur.
Pitüiter tümörlerin akut hemorajik infarktı gerçek bir beyin cerrahisi acilidir ve hemen
tanı ve glukokortikoid replasmanı gerektirir. Operatif veya nonoperatif strese bağlı akut
adrenal yetmezliği sıklıkla görülebilir ve zamanında tedavi edilmezse kollapsa yol açabilir
veya fatal olabilir. Daha çok tarihsel değeri olan pitüiter apopleksi fatal gidişlidir ve bugün
51
tedavisi streoid replasmanı ve acil dekompresyonudur; çoğu vakalarda iyi prognoza götürür.
Görme ve okülomotor palsiler her ne kadar öngörülemezlerse de sıklıkla zamanla düzelirler.
2.12. CERRAHİ YAKLAŞIMLAR
Sellar bölge için cerrahi yaklaşımlar genellikle üç temel grupta kategorize edilebilir
(Tablo 2.5).
Tablo 2.5: Sellar bölge için cerrahi yaklaşımlar.
Endonazal submukozal transseptal
transsfenoidal yaklaşım
Standart transsfenoidal yaklaşımlar
Endonazal submukozal septal yaklaşım
Endoskopik transsfenoidal yaklaşım
Pterional kraniotomi
Standart transkranial yaklaşımlar Subfrontal kraniotomi
Subtemporal kraniotomi
Kranial-orbital-zigomatik osteotomi yaklaşımı
Derome’nin transbazal yaklaşımı
Lateral rinotomi yada paranazal yaklaşım
Alternatif kafa tabanı yaklaşımları
Nazomaxillar osteotomi ile sublabial
transseptal yaklaşım
Transetmoidal yaklaşım
Sublabial transantral yaklaşım
Tüm pitüiter adenomların yaklaşık % 96’sına transsfenoidal yaklaşılabilir. Cerrahi
yaklaşımın seçimi bazı faktörlere bağlıdır. Bu faktörlerden en önemlileri sellanın büyüklüğü,
mineralizasyon derecesi, sifenoid sinüsün büyüklüğü ve pnömatizasyonu, karotid arterlerin
pozisyonu ve tortuozitesi, herhangi bir intrakranial tümörün varlığı ve yönü, lezyonun
patolojisi hakkında herhangi bir tereddüt varlığı ve öncesinde tedavi yapılıp yapılmadığıdır.
Transsfenoidal yaklaşım bazı durumlar dışında hepsinde tercih edilir. Anterior kranial fossa
içine tümörün önemli anterior uzantısının bulunması veya tümörün middle yada posterior
kranial fossa içine posterior veya lateral uzanımı olması ve suprasellar uzanım gösteren
52
tümörler ki kum saati biçiminde olan tümörlerde küçük bir diafragmatik açıklık rezeksiyonu
engelleyeceğinden transsfenoidal cerrahi tercih edilmez. Ayrıca tümörün suprasellar
uzanımının yoğunluğunun fibröz olduğuna inanılıyorsa kollaps ve sella içine çökmeyi
engeller. Bazı durumlarda transsfenoidal yada transkranial tek bir yaklaşımla tümörün
komplet rezeksiyonu yetersiz olabilir. Bu durum nadirdir ve tipik olarak halter şeklindeki
tümörlerle ilişkilidir.
Şekil 2.6: Sella tursikaya transsefenoidal yaklaşımlar ( A: transetmoidal, B:
transnazal-transsfenoidal, C: sublabial transsfenoidal. a: sellanın koronal görüntüsü; ICA:
internal karotid arter, PC: posteriorklinoid. b: sellanın sagital görüntüsü)
2.12.1. Transsfenoidal Yaklaşımlar
Pitüiter tümörlerin birçoğu için transsfenoidal yaklaşımın biri veya başka bir
varyasyonu en uygun yoldur (Şekil 2.6) (81,82). Genellikle bu yaklaşım standart submukozal
transseptal transsfenoidal mikrocerrahi prosedürdür. Sellaya cerrahi girişte en fizyolojik ve
minimal travmatik yoldur, pitüiter gland ve komşu patolojilere doğrudan ve üstün bir
görülebilirlik sağlar.
Hastaya dikkatli pozisyon verilmesi çok önemlidir. Hasta supin pozisyonda uzanmalı
ve sağ omzu masanın üst sağ köşesine gelmelidir. Hasta yarı oturur pozisyonda, operasyon
tarafı kalp seviyesinin üzerinde olacak ve sella ile sfenoid sinüs seviyesinde venöz drenaja
izin verecek şekilde yatırılır. Toraks 20-25 derece eleve edilerek intraop lumbar kataterden
gerektiğinde hava enjeksiyonuna yardımcı olunulur. Baş Mayfield atnalı fiksatörle laterale 20
derece yatırılarak sol kulak sol omuza yaklaştırılır. Çoğu hastada baş pozisyonunda minör
ayarlamalar yapabilmek için rijid pinler tercih edilmez. Ameliyat masası pozisyonlanarak
53
hastanın başı odanın duvarına paralel hale getirilir. Bu lateral görüntülemeye ve operasyon
odasına göre hastanın orta hattına oryante olmaya olanak sağlar. Baş ve mikroskop
ayarlanarak cerrahın görüş alanına direk burun ve sella getirilir. Bu genel olarak hastanın
burnu tavana paralel hale getirilerek yapılır. Masanın cerrah tarafına doğru hafif eğilmesi ile
cerrah hastanın üzerine doğru uzanmadan dik durarak operasyonu yapabilir. Bu eğimi
vermek yine servikal spondilozlu hastalar için de boyun çok fleksiyona gelmediği için
yararlıdır. Venöz hava embolisi majör sorun teşkil etmez. Bu pozisyonda venöz basınç
düşerek kanama azalır, kanama operasyon sahasına değil sinüslerin reseslerine akar. Her
ne kadar kuru operasyon sahası avantaj olsa da endoskopla mikroadenomlar üzerinde
çalışılıyorsa daha önemli hale gelirken Cushing hastalığında işe yaramaz. Azalmış kanama
orofarinkse rutin konulan tamponu gereksiz hale getirir. Alternatif pozisyonda cerrah supinde
yatan hastanın başındadır fakat kanama azalması olmadığı için özellikle endoskopik
yaklaşımda zorluk çekilir (Şekil 2.7).
Şekil 2.7: Transsfenoidal yaklaşımda hasta pozisyonu
Tüm çaba hastanın çok iyi pozisyonda olması içindir çünkü böylelikle
cerrahinin sonuna dek sellaya yaklaşım açısı ve lokalizasyon standardize edilir. Hastanın
kafası masaya fikse edilmediği için kavernöz sinüs bölgesinde mikroskopu ayarlamadan baş
çevrilerek geniş görüş elde edilebilir.
Bundan sonra transsfenoidal prosedürün sfenoid sinüse giriş rotası belirlenir. Temel
iki seçim endonazal yaklaşım ve sublabial yaklaşımdır. Burun deliğinin ve lezyonun
büyüklüğüne bağlı olarak
cerrah seçim yapar. Sublabial insizyon büyük ve daha zor
lezyonlarda cerrahide geniş bir koridor sağladığı için tercih edilir.
54
2.12.1.1. Endonazal Yaklaşımlar
Antiseptik solüsyonla cilt ve yüz hazırlandıktan sonra, % 5 kokain solüsyonuyla
ıslatılmış gazlı bezler nazal spekülüm ve bayonet forceplerle burun deliklerine yerleştirilir.
Gazlı bezler nazal mukoza ile 5-10 dakika temas edecek şekilde tutulur. İçinde 1:200,000
epinefrin içeren % 0.5 Xylocaine submukozal enjekte edilir. 25 numara iğne ile 10-20 ml
solusyon önce gingiva üstüne daha sonra nazal septumun inferior parçası boyunca ve en
son nazal septumun lateral bölümlerine infiltre edilir. Nazal mukozayı kartilaj septumdan
solusyon enjeksiyonuyla ayırmak için bilinçli bir çaba gösterilmelidir.
Küçük L şeklinde mukoza insizyonu ile girilerek vertikal insizyonla kemik ve
kartilajinöz septum bileşkesinin posterioruna ve paraleline daha sonra anteriora maksilla
kartilajinöz septum yapışma yerine paralel gidilir. Kartilaj septumun kemik septumla
birleşmine doğru diseksiyonla nazal mukoza kaldırılır. Burada vertikal insizyonla etmoidin
perpendiküler plate’in her iki tarafında bilateral posterior submukozal tüneller oluşturulur.
Kartilajinöz septum ile maxillanın artikülasyonu ondan sonra rahatça diseke edilir ve karşı
tarafın üzerine inferior mukozal tünel kaldırılmaya çalışılır, böylece inferior mukozal yırtıklar
oluşturmadan kartilajinöz septum laterale doğru yerinden çıkarılabilir. Etmoidin perpendiküler
plate’inin her iki tarafına nazal spekulum yerleştirilerek sabitlenebilir ve sfenoid sinüsün ön
yüzü ortaya konulur. Eğer burun delikleri standart spekulum ile uyumlu olamayacak kadar
küçük ise alar ring içinde hemitransfiksiyon insizyonunun
inferior uzatılması sıklıkla
exposure için yeterlidir. Eğer burun küçük yada daha geniş exposure gerekli ise, genellikle
sağ inferior ala boyunca alar insizyon yapılır. Alarotomi mutlaka plastik teknik ile
kapatılmalıdır.
Bazı hastalarda özellikle çocuklarda ve daha önce nazal, septal yada transsfenoidal
cerrahi geçirmiş hastalarda, endonazal septal pushover teknik denilen alternatif endonazal
yakalaşım kallanılır. Anterior nazal tünel yaratmak için submukozal insizyon yerine burun
deliğinden girilerek, maxiller ridge üstündeki septumun yerleşiminin temelinde nazal
septumun lateral mukoz membranında insizyon yapılır. İnsizyon kartilajinöz ve kemik septum
birleşim yerine yada bu kemik öceden çıkarılmış ise sfenoidin ön yüzüne taşınır. Nazal
septum dikkatlice disartiküle edilir, karşı taraf inferior tünel geliştirilir ve mukoz membrana
bitişik iki yaprakla birlikte septum etmoidin perpendiküler plate’i ve sfenoidin ön yüzünü
ortaya koymak için laterale aksettirilir. Bu hızlı metod standart submukozal yaklaşım kadar
zarif olmayabilir ama konvansiyonel yaklaşımın zor olduğu durumlarda oldukça efektif
olabilir.
55
2.12.1.2. Endoskopik Yaklaşım
Bu yaklaşımda tek görüntüleme aracı olarak yada operasyon mikroskobuna ek olarak
düz ve açılı endoskoplar kullanılır. Endoskop kullanımı cerrahın sol tarafına masaya konulan
endoskop tutucu ile daha efektif olabilir, cerrahın elleri boş kalır. Ek bir Mayo standı cerrahın
sol tarafına yerleştirilerek endoskop tablasına destek sağlanır, fiberoptik looplar ve kamera
kordonu bu alanda korunur. Sellaya birkaç endoskopik yaklaşım kullanılır(83). Standart
endonazal
submukozal
varyasyonlarını
içerirler
transseptal
ve
ve
submukozal
transetmoidal
diseksiyondan
yaklaşımların
kaçınılan
endoskopik
direkt
endonazal
sfenoidotomi yaklaşımında kullanılırlar(84). Direkt endonazal sfenoidotomi yaklaşımı Jho ile
popülarize olmuştur, sfenoetmoidal reses düzeyinde sfenoid rostrum üstünde küçük mukozal
insizyonla direkt anterior sfenoidotomi yapmak için kullanılır. Endonazal landmark, orta
turbinate ile nazal septum arasındaki mesafedir. Jho tutarlı anatomik landmarkı orta
turbinate’in alt sınırı olarak vurgulamıştır, bu sınır cerrahı sfenoid sinüs içindeki sellar
döşemenin yaklaşık 1 cm aşağısındaki alana götürür.
Endoskop genellikle sol nostrile konulur ve orta tirbunate duvarı boyunca ilerletilerek
sfenoid anterior duvarına kadar uzatılır. Künt diseksiyon aleti ile sfenoid ostium açılır.
Sfenoid anterior duvarı açılı punç ile genişçe açılır. Posterior nasal septumun küçük bir
segmenti eksposure’a yardımcı olması için genellikle rezeke edilir. Arteryal kanama
inferolateral bölümlerdeki sfenoidotomi sırasında sfenopalatin arterin zedelenmesiyle
oluşabilir. Monopolar veya bipolar emici koter bu durumda kullanılabilir.Endoskop daha sonra
masadaki endoskop tutucuya bağlanarak sol sfeinodotomi defektine koyulur. Endoskop şaftı
burnun içine yerleştirilmiş plastik tüp içinden içeri sokup çıkarılabilir, böylelikle çevredeki
mukozaya zarar vermez. Sağda küçük kendinden durabilen nasal spekulum kullanılabilir.
Alternatif olarak tüm manüplasyonlar tek bir nostrilden yapılabilir. Sellar duranın ortaya
konulması standart transsfenoidal cerrahideki gibidir.
Endoskopik teknik savunucuları bu tekniğin süperior ve panaromik intrasellar
görüntüleme, daha az travmatik, postopertaif nazal tamponlardan kurtulma ve daha kısa
hastanede kalış avantajlarını vurgularlar. Her ne kadar ilk sonuçlar cesaret verici olsa da bu
yaklaşımın standart mikrocerrahi yaklaşıma göre yararları tartışmalıdır (Şekil 2.8).
56
Şekil 2.8: Anterior sfenoidotomi tamamlanınca panaromik endoskopik görüntü (solda)
ve şematik çizimi (sağda). Klival indentasyon (cl), karotid arterin kemikteki
protuberansları (c), sella (s), kavernöz sinüsler (cs), tüberkülüm sella (ts), optik
protüberanslar (o).
2.12.1.3. Sublabial Yaklaşım
Her ne kadar en sık kullanılmış koridor olsa da artık bu yaklaşım sadece endonasal
eksposure yetersizliğinde kullanılır. Bu anterior kranial taban prosedürleri, küçük nazal
açıklığı olan hastalar, standart spekulum konulamayan pediatrik hastalarda tercih edilir. Yine
endonasal yaklaşımla yeterince görülemeyen geniş tümörlerde özellikle kavernöz sinüs içine
lateral uzanım gösteren veya klivus geniş yayılımı olan hastalarda kullanılır.
Büyütme altında üst dudak retrakte edilir ve insizyon buccogingival birleşimde bir
kanin dişten diğerine yapılır. Piriform aperturun inferior sınırı ortaya çıkana kadar maxiller
ridge ve anterior nazal dikenden mukozayı dikkatlice kaldırmak için subperiostal diseksiyon
kullanılır. Eğri disektörler kullanılarak ve lateral sınırın medialinden çalışarak, sert damağın
süperior yüzeyinden mukoza diseksiyonu ile iki inferior nazal tünel yaratılır. Keskin
diseksiyonla sol anterior tünel ve sol inferior tüneller birleştirilir ve nazal septumun sol
tarafının bütünü etmoidin perpendiküler plate’inin gerisinde sergilenir. Nazal septumun
bazalinin sol tarafı boyunca künt diseksiyon yapılır, nazal septumun kartilajinöz kısmı disloke
edilir ve sağa yansıtılır. Kemik septumun sağ tarafı boyunca sağ posterior mukozal tünel
geliştirilir. Bu noktada transsfenoidal retraktör yerleştirilir. Retraktör yerleştirildikten sonra
vomer karina şeklindeki görüntüsüyle kolaylıkla ayırt edilebilir. Nasal spine dikkatlice
korunmalıdır çünkü nasal spine ve kesici dişler anterior orta hattı gösterir. Yaklaşımı sağdan
yapma eğilimi genellikle sola kaymayla sonuçlanır. Vomerin orta omurgasını ve sfenoidin
rostrumunun superior yüzeyini tanımak kritiktir.
57
2.12.1.4. Sfenoidotomi ve Sellar Giriş
Sfenoid sinüs anterior yüzeyine ulaşıldıktan sonra videofloroskopi yada nöronavigatör
final pozisyon için gerekli ayarlamayı
yapmak ve retraktör bacaklarının yörüngesini
ayarlamak için kullanılır. Orta hat oryantasyonu bu aşamada çok önemlidir ve sfenoid
bölgenin tomografi imajları, kemik anatomonin betimlenmesi ve sfenoidal giriş planının
yapılmasında son derece yardımcıdır. Operasyon sahasındaki kemik septum kısımları LillieKoeffler aleti yada Ferris Smith punchla rezeke edilmelidir. Herhangi bir rezeke kartilaj ve
kemik kapatma sırasında kullanabilmek için saklanmalıdır. Tecrübeli cerrahlar için nazal
spine anterior olarak major engel teşkil etmez,kozmetik açıdan bu yapıyı muhafaza etmek
tercih edilir. Sfenoid retraktörün pozisyonu ile vomerin karinası ve sfenoidin ön yüzü görülür.
Sırtın her iki tarafında sfenoid sinüsün ostia’sı tesbit edilebilir.
Operasyon mikroskobuyla sfenoidin anterior duvarı açılır ve sfenoid sinüse girince
exposure genişletilir. Sinüs içindeki mukoza cup forseple rezeke edilir. Mukozanın
rezeksiyonu
kanamanın
ve
postoperatif
mukosel
formasyonu
riskinin
azalmasına
yardımcıdır. Bütün internal kemik landmarkların açık görülmesiyle cerrah karotid arterlerin
posizyonunun uyumu, sellar döşeme, anterior fossa döşemesi ve klivusla yeniden oryante
olur. Gerçek zamanlı floroskopik imajlarla operatif anatomi arasında ilişki kurulur ve uygun
orta hat yörüngenin devam ettirilmesi sağlanır.
Sellar taban açıkça görülebilir olmalıdır. Bazı tümörlerde sellar döşeme erodedir yada
olağanüstü incedir ve keskin olmayan hook ile kırılabilir. Sellanın tabanı kalınsa küçük bir
chisel kemiği çıkarmak için kullanılabilir. Rekürrens ortamında sellar döşemenin görüntüsü
oldukça değişik olabilir. Tamamen skar dokusundan oluşan ve sfenoid sinüsün içinde skar
dokusunun devamlılığıyla karşılaşılan zor vakalar olabileceği gibi bazı vakalarda sellar
döşeme yeniden oluşarak daha önce operasyon geçirmemiş gibi görünebilir. Sellar
döşemeye girildikten sonra Kerrison tip punch ile açıklık genişletilir. Yeterli kemik exposure
transsfenoidal yaklaşımın başarısında, özellikle büyük tümörlerle ilişkililerde çok önemlidir.
Sella tabanı genişce açılmalı, böylelikle sağ ve sol kavernöz sinüslerin anterior sınırı ve
superior kavernöz sinüsün inferior sınırı ortaya konmalıdır. Rekürrent tümörlerde geniş kemik
açılımı, dokunulmamış duranın ortaya çıkmasına müsaade edebilir. Bu dura ile skar dokusu
arasındaki planın tesbitinde oldukça yardımcıdır. İnvazif tümör durayı erode edebilir ama
birçok vakada dura intaktdır.
Mikroskop objektif mesafesi 350-375mm’e ayarlanır ve x 12.5 büyütme yapılır,
böylelikle sella tüm görüntü alanını doldurur. Bu fokal uzunluk hem eller hem de araçlar için
58
yeterli çalışma alanı sağlar. Dura tamamen mavi ve çok ince görünebilir, bir kist varlığının
olasılığını yada bir empty sellayı işaret eder. Dura açılmadan önce karotis arterlerin
pozisyonu imaj çalışmalarında yeniden değerlendirilmelidir. Bazı kistik pitüiter adenomlarda
uzun iğneyle boşaltma yapılması yardımcı manevradır ve dura açılmadan önce kist içeriği
değerlendirilmelidir. Dural açılış bölgesi seçilir, koterize edilir, haç şeklinde insizyon yapılır
veya dural pencere oluşturulur. Unutulmamalıdır ki sellar dura iki tabakadır ve arasında
yapılan diseksiyon kanamaya neden olabilir; özellikle mikroadenomlu ve Cushing hastalığı
olanlarda. İnterkavernöz sinüs nadiren bir engel olarak sayılabilir ki transvers olarak sellayı
ikiye ayırır. Bu durumda dural açılmayla birlikte ani kanama olabilir, prosedürün geri kalanına
mani olabilir. Her ne kadar ufak açma bir seçenek olsa da bu da tüm tümörün alınmasını
zorlaştırır. Bunun yerine dura genişce açılmalıdır.
2.12.1.5. Tümör Çıkarılması:
Tümörü çıkarmaya kalkışmadan right angle disektörle dura etrafındaki sınır yoklanır.
Bu manevrayla tümör etraf duradan sıyrılır, mobilize edilir. Bu tümör çıkarılmaya çalışılırken
yapılırsa çok zor olur.
Makroadenomların bölümleri sırayla çıkarılmalıdır. Genel olarak cerrah superior
bölümden önce inferior ve lateral bölümü çıkarır. Bu tümörün suprasellar bölümünün aşağı
düşerek ortaya çıkmasına neden olur. Tercihen 45 derece açılı halka küret kullanılmalıdır.
Laboratuar analizi için alınabildiği kadar tümör alınmalıdır. Santral ve superior bölümlerinin
alınmaya başlanmasıyla diyafragma erkenden ameliyat alanına doğabilir, geri kalan tümörün
görünmesini engeller, disseksiyonu zorlaştırır ve CSF kaçağına sebep olma şansını arttırır.
Tümörün lateral bölümlerinin alınması, özellikle kavernöz sinüsün içine girenlerin alınması
muhakkak yumuşak olarak künt uçlu küret ile yapılmalı ve karotid arter ve kraniyal sinirler
korunmalıdır. Bu teknik tecrübe ile elde edilir. Lezyon nispeten serbest hale gelinceye kadar
süperior diseksiyon geciktirilmelidir, böylece pitüiter stalk travması ve hipotalamusa
travmanın sekonder yayılımı minimalize edilir. Her ne kadar tümörün intrasellar bölümünün
alınması suprasellar uzanımının görüntüye prolapsına neden olsa da 10ml hava veya salin
lumbar kateter ile enjekte edilerek geri kalan suprasellar bölümün sellanın içine geçmesine
olanak sağlanır. Eğer lomber dren mevcut değilse valsalva manevrası genelde yeterli olur.
Alternatif olarak bilateral juguler ven kompresyonu yapılabilir. Eğer tümör hala inmemişse
ring küret intrakranial alanda ihtiyatla kullanılabilir, ancak sadece direkt floroskobik kontrol
altında kullanılmalıdır. Rezeksiyondan sonra diafragma genellikle prolabe olur ve genellikle
komplet rezeksiyonu gösterir.
İçinde hava bulunan genişlemiş suprasellar sistern
59
videofloroskopi ile bakılarak tümörün tam çıkarıldığından emin olunabilir. Tümör çıkarıldıktan
sonra hemostaz gelfoam ve pamuklu tamponlar ile sağlanır.
Tüm vakalarda normal pitüiter dokunun korunmasına çalışılmalıdır. Büyük diffüz
adenomda normal glandüler doku genellikle sellar duvarın karşı süperolateralinde
konumlanmış ince bir membran gibi görünür. Turuncu-sarı renkteki gland sağlam yapısıyla
birlikte gri renkte tipik hassas granüler yapısıyla tümörden ayırt edilir. Kuşkulanılan glandüler
kalıntıdan biopsi alınabilir.
Mikroadenomların çoğu dura açıldığında doğrudan görülemediğinden farklı bir cerrahi
strateji gerektirir. Normal glanddan itibaren sistematik aranır. Transvers glandüler insizyonla
başlanır, bunu subdural diseksiyon ve lateral kanatların mobilizasyonu izler. Glandda
insizyon
yeterli
derinliğe
ulaşmışsa
Hardy
disektörüyle
lateral
basınç
genellikle
mikroadenomun operasyon sahasına herniasyonuna neden olur, lokalizasyon böylece
belirlenebilir. Kavitenin içine girilerek küçük ring küret ve cup forcep kullanılarak total çıkarılır.
Bütün şüpheli dokular çıkarılır ve biopsi elde edilir.
2.12.1.6. Rekonstrüksiyon ve Kapama:
Tümör çıkarıldıktan sonraki basamak hemostazdır. Endoskopik, endonasal veya
sublabial transsfenoidal yaklaşımların dar koridoru nedeni ile aşırı kanama operasyon
süresini çok uzatır, olayı zorlaştırır, hem tümör rezeksiyonunu hem de normal pitüiter bezin
tanınmasını engeller ve bazen de çok nadir olarak operasyonu sonlandırır. Transsfenoidal
pitüiter cerrahide bilinen hemostaz yöntemleri cerrahi alanın farklılığından dolayı modifiye
edilmiştir. Dar yaklaşım nedeniyle bipolar koter kullanımı kısıtlıdır. Bonewax kemik sfenoid ve
sellar sınırlarda kullanılırken gelfoam tümör yatağında kullanılır. Bu tekniklere rağmen ısrarlı
kanama olabilir. Yeni ve kuvvetli hemostatik ajan olan Floseal,steril jelatin matriks ve
trombin komponent karışımıdır, son zamanlarda bazı cerrahlarca tercih edilmektedir. Bazı
cerrahlar CSF kaçağı olan hastalarda kapatmada fibrin glue kullanırlar. Abdomen sağ alt
kadrandan alınan yağ ile sella doldurulur. Yağ kloramfenikol solusyonunda ıslatılır, uygun
şekilde kesilir ve sellanın içine yerleştirilir. Nasal septumdan alınan kemik ve kartilaj sellar
tabanın rekonstrüksiyonu için kullanılır. Bu rekonstrüksiyon prosedürü önemlidir çünkü
ilerdeki reeksplorasyonu sağlar ve semptomatik sekonder boş sella sendromunu engeller
(Şekil 2.9).
60
Şekil 2.9: Sella ve sifenoid
sinüsün rekontrüksiyonu
Tüm hastalarda postop su ve elektrolit dengesi monitorize edilmelidir. Postoperatif
dönemde çeşitli derecelerde diürezis görülür, ama bu diabetus insipidus tanısını yada
vazopressin ihtiyacı gerekliliğini göstermez. Bu durum hızlı bir diürezis eşlik eden, serum
sodyum ve serum yada idrar osmolaritesinde karakteristik değişiklikle kendini gösteren
gerçek diabet insipidustan ayırt edilmelidir. Diabetus insipidus olüştuğunda genellikle
geçicidir. Eksojen stres steroid seviyelerini postoperatif ilk günün başlangıcında hızla azaltır.
Pitüiter adrenal aks fonksiyonu hakkında şüphe varsa fizyolojik doz (20 mg/g hidrokortizon)
steroid replasmanı endokrin testler yapılana kadar verilmelidir. Profilaktik antibiotik nazal
tampon çıkarılana kadar verilir. Komplikasyon görülmeyen hastalar için hastanede kalış
süresi 2-4 gündür. Cerrahiden sonra 6. haftada hastaya endokrin testler tekrarlanır. Yaklaşık
3 ay sonra gadoliniumlu MR görüntüleme yapılır.
2.12.1.7. Komplikasyonlar
Transkranial yaklaşımla karşılaştırıldığında görülebilir skar dokusu olmaksızın, düşük
mortalite ve morbiditesi, düşük komplikasyon oranı ile transsfenoidal cerrahi hastalarda
büyük oranda tolere edilir. Çeşitli retrospektif kümülatif serilerde, operatif mortalite oranı %
0.5 ve major morbidite oranı % 2.2 olarak belirlenmiştir(85). Operasyona ait ölümler
genellikle intrakranial kanama, hipotalamik hasar yada CSF fistülü sonucunda gelişen
menenjitin sonucudur. Transsfenoidal yaklaşımın komplikasyonları:
1- İnfeksiyon; menenjit, sellar apse, intrakranial apse, sinüzit, yara enfeksiyonu
2- CSF rinore; CSF kaçağı veya pnömosefali
3- Hipotalamik hasar; direkt yaralanma, yaralanmaya sekonder infarkt veya kanama
semptomatik SIADH
61
4- Pitüiter; diabetes insipidus (genellikle geçici), hipopitüitarizm, sellar pnömatosel
5- Kranial sinir hasarı; optik sinir travması, optik sinir infarktı, optik sinirin hematom
ile kompresyonu, optik sinirin empty sella içine herniasyonu, 3. kranial sinir felci,
6. kranial sinir felci
6- Vasküler; kanama (intraoperatif yada postoperatif), vasküler hasar veya oklüzyon
SAH veya spazm, travmatik anevrizma, karotid kavernöz fistül, venöz hava
embolisi
7- Maxillofasial; nazal septal perforasyon, cribriform plate fraktürü, maxiller fraktür,
palatal ayrılma, burun deformitesi, mukosel, dental uyuşukluk, orbita duvar
fraktürü
8- Çeşitli; hidrosefali, hemiparezi, quadriparezi, anosmi, postoperatif nöbet,
postoperatif pisikoz, narkolepsi, hepatit
Hipotalamus hasarı direkt cerrahi yaralanma ile hemoraji veya iskeminin sonucu
olabilir. Klinik özellikleri ölüm, koma, DI, hafıza kaybı ve vejetatif değişiklikleri içerir. Önceden
kraniotomi yapılmış yada radyasyon tedavisi almış hastalarda sık görülürler(86).
Optik sinir yada kiazma hasarı, direkt cerrahi travma, hemoraji veya iskeminin
sonucunda olabilir. Transsfenoidal retraktörlerin agresif açılması ve yanlış yerleştirilmesiyle
kemik yapıların fraktürleri sonucunda optik sinir hasarı oluşabilir. Daha öce geçirilmiş kranial
cerrahi ve radyasyon tedavisi sonucunda adhezyonlu hastalarda görülmesi daha olasıdır(86).
Cerrahi anatominin tayini, dikkatli ve nazik teknik, efektif floroskopi kullanımı bu
komplikasyonlardan uzaklaştırır.
Her ne kadar nadir görülse de vasküler hasar bu prosedüre eşlik eden operatif
mortalitenin ana kaynağıdır(87). Hemen hemen her transsfenoidal serisi en az bir genellikle
fatal arteriyel hasar içerir. Karotidin intrakavernöz parçası hasar oluşmasına çok açıktır, bunu
Willis dolaşımının diğer komponentleri takip eder. Tümörün tamamen arteriyel yapılara
yapışık olmasıyla laserasyon, perforasyon yada spazm veya intraluminal trombozis
gelişmesiyle hasar meydana gelebilir. Bu hasarın sonucunda intrakranial kanama, trombotik
stroke, embolik stroke, false anevrizma yada karotikokavernöz fistül gelişir. Vasküler
hasardan şüpheleniliyorsa kanama konrolünde tampon kullanılmalı ve acil postoperatif
anjiogram elde edilmelidir. Tümör kapsülünün agresif traksiyonundan kaçınılarak, nazik
teknikle ve orta hattan sapılmaması ile bu komplikasyonlardan kaçınılır.
62
Transsfenoidal cerrahi ile ilişkili birçok serinin komplikasyonları arasında CSF rinore
ve menenjit vardır. Genellikle incelmiş sellar diafragmanın yapışık tümör nedeniyle direkt
veya traksiyonla kesilmesi sonucunda oluşur. Sellanın dikkatli kapatılması çok önemlidir.
Postoperatif CSF kaçağı genellikle nazal tampon çıkarıldığında belli olur. Bu durumda
hemen transsfenoidal yolla yeniden açarak kaçağı belirlemek ve yeniden kapatmak en iyi
yaklaşımdır. CSF fistülü erken postoperatif dönemde görülmeyebilir.
Pitüiter tümörler oldukça düzenli bir kavernöz sinüs ihtiva ederler. Bazı vakalarda
tümör sadece sinüsün medial duvarını invaze ederken, oldukça invazif tümörler sinüsün
küçük boşluklarına invazyon gösterebilirler. Karotid arter ve 6. kranial sinir manevralarda
hasara en açık durumdadırlar, 3. ve 4. kranial sinir daha az hasar görürler. Hassas teknik,
anatomik
yapıların
iyi
görülmesi,
Gelfoam
ve
tamponla
tam
hemostaz
bu
komplikasyonlardan uzaklaştırır.
Birçok durumda mevcut pitüiter fonksiyon genellikle korunur. Mikroadenomlar için
pitüiter fonksiyon kaybı bir çalışmada vakaların yaklaşık % 3’ünde tesbit edilmiştir.
Makroadenomlarda % 95’den çok vakada anterior pitüiter fonksiyon korunabilmiştir.
Preoperatif endokrin defisit tesbit edilen hastaların sadece % 16’sında parsiyel yada komplet
onarım başarılmıştır. Hastaların üçte birinde geçici diabetus insipidus görülürken, hastaların
% 3’ünde kalıcı posterior pitüiter yetmezlik tesbit edilmiştir(88). Tekrar operasyon geçirmiş
veya kraniotomi yapılan hastaların çoğunda ve sıklıkla postoperatif endokrin defisit eğilimi
vardır.
Beyin sapı hasarı klivusun bozulması yada büyük tümörün klivusu erode etmesiyle
yanlış yönelim sonucunda oluşur.
Retraktörün tedbirsiz kullanımı sert damak veya cribriform plate’in ayrılmasına yada
fraktürüne neden olur. Cribriform plate’in kırılması rinore kaynağını oluşturur. Postoperatif
periyotta sifenoid sinüs mukozası enfekte olabilir, febril sinüzite neden olabilir ve sonunda
mukosel gelişir. Nazal kısmın yetersiz hemostazı yara yüzeyinden kanamaya ve şişliğe
neden olabilir. Nazal septum, nazal spine ve nazal mukozada yanlış teknik, kozmetik ve
fonksiyonel olarak üzücü eksternal nazal deformiteyle sonuçlanabilir. Nazal mukozanın sinir
sonlanmasındaki hasar koku alma duyusunun kaybına neden olabilir. Bazal piriform açıklığın
aşırı büyütülmesi alveolar sinirler ve damarların hasarına neden olarak dişeti ve dişlerde
canlılık kaybı ve uyuşmayla sonuçlanır.
Pitüiter tümörlerde reoperasyon oldukça yüksek komplikasyon oranı taşır(89).
Yeniden transsfenoidal cerrahi ile tedavi edilen 158 hastalık bir çalışmada operatif mortalite
oranı % 2.5 ve yeni komplikasyon oranı % 29 olarak tesbit edilmiştir(86). Birinci yaklaşımı
63
trankranial prosedür olan hasların önemli bir çoğunluğunda operatif komplikasyon oldukça
sıktır. İlk transsfenoidal yaklaşım yapılmış hastalarda skar, yapışıklık ve anatomik yapıların
bozulması komplikasyonlara yatkınlaştırır. Daha önce radyasyon tedavisi veya medikal
tedavi alanlarda tümörde fibrotik değişikliklere neden olması beklenir.
2.12.2. Transkranial Yaklaşımlar
Pitüiter gland ve sellar bölgenin cerrahi tedavisinde günümüzde üç transkranial
yaklaşım kullanılmaktadır. Bu yaklaşımlar subfrontal, pterional ve subtemporal yaklaşımdır.
Transsfenoidal yaklaşım pitüiter adenomlar için ilk tecih olmasına rağmen transsfenoidal
yaklaşımın kontrendike olduğu durumlarda transkranial yaklaşım tercih edilir.
2.12.2.1. Subfrontal Yaklaşım:
Yüzyılın başında Krause tarafından tasarlanmıştır ve daha sonra Frazier tarafından
modifiye edilmiştir. Subfrontal yaklaşımın orta hat subfrontal yaklaşım ve oblik subfrontal
yaklaşım olmak üzere iki varyantı vardır.
Orta hat subfrontal yaklaşım, hipofizektominin performansı için 1950’lerde Ray
tarafından popülize edildi. Bu yaklaşımın temel avantajı cerrahın optik sinirler arasında
kolaylıkla çalışabilmesi ve pitüiter stalk ile karotis arterlerini kolaylıkla identifiye edebilmesidir.
Burada frontal sinüslerin idaresi kolaydır ve prefikse kiazma major bir problem değildir. Orta
hat subfrontal yaklaşımın ana dezavantajı beynin ağır retraksiyonunu gerektirmesidir. Sellar
bölgeye ulaşım için inferior frontal lobun en medial parçasının olfaktör çukurdan yukarıya
doğru retrakte edilmesi gerekir.
Oblik subfrontal yaklaşımda tek fark yaklaşımın orta hat boyunca değil de orbitanın
çatısı üzerinde olmasıdır. Bu da frontal lobun daha az retrakte edilmesini gerektirir ve anozmi
ile sonuçlanabilecek karşı taraf olfaktör traktusun gerilme riskini azaltır. Dezavantajı ise sella
kavitesinin daha az ulaşılabilir olması ve cerrahın sağ optik sinir üzerinde çalışmasını
gerektirmesidir.
2.12.2.2. Pterional Yaklaşım:
Pterional yaklaşım ilk kez Adson tarafından tarif edilmiş olup, halen en çok kullanılan
yaklaşım yoludur. Unilateral deri insizyonu ile lateral olarak frontotemporal kemik kaldırılır.
Sfenoid kemiğin büyük kanadı orbita meningeal arter sınırı belli olana kadar drille alınır. Dura
açıldıktan sonra silvian fissür disseke edilir. Sfenoid kemiğin posterior kanadı boyunca
karotis artere, kiazmaya ve adenoma kolayca yaklaşma olanağı sağlar. Bu yaklaşımın
avantajı olfaktör sinirin kesilmemesi ve frontal lobun daha az elevasyonudur.
64
2.12.2.3. Subtemporal Yaklaşım:
Paramedian subfrontal prosedüre bir alternatif teşkil edecek şekilde Sir Victor Horsley
subtemporal yaklaşımı tanımlamışsa da bu yaklaşım ilk kez Caton ve Paul tarafından
kullanılmış ancak tümöre ulaşmak mümkün olamamıştır. Subtemporal yaklaşımda temporal
kraniektomi yapılır. Dura açılır ve temporal lob süperiora retrakte edilerek, sellar bölgeye
ulaşım sağlanır. Herne kadar bu yaklaşım retrokiazmatik lezyonlar için faydalı olabilirse de
dezavantajları oldukça fazladır. Temporal lobun ağır retraksiyonu gerekir ve prepontin
sisternadaki yapılar zorlukla görülür. Cerrah ipsilateral posterior serebral ve süperior
serebellar arterleri yeterince iyi görebilir. Ancak karşı taraftaki eş değerlerini ve karşı 3.
kranial siniri görmek imkansızdır. Aynı zamanda ipsilateral 3. ve 4. kranial sinirler yaklaşım
yolu üzerindedir ve bu yüzden yaralanmaya meyillidirler.
2.12.2.4. Komplikasyonlar
Subfrontal yaklaşımın temel operatif komplikasyonu, aşırı beyin retraksiyonundan
kaynaklanan frontal lobda postoperatif ödem oluşumudur. Ancak bundan sakınılabilir. Diğer
önlenebilir komplikasyonlar; optik sinir, 3. kranial sinir ve serebral arterlerin yaralanmasıdır.
Gerilmiş yada yaralanmış bir optik sinir asla manipüle edilmemelidir, aksi halde görme kaybı
riski artar. Arter yaralanmasının nedeni cerrahın arterleri tanımasındaki hatasıdır. Anterior
serebral ve diğer arterler bir meningiom içinde gömülmüş yada o kadar fazla gerilmiş ve
distorsiyona uğramış olabilir ki tümör damarı olarak algılanabilirler.tümör içindeki herhangi bir
arter sadece dokusunu besleyen bir arter olduğu kesinlikle teyit edilinceye kadar
korunmalıdır. Anozmi subfrontal cerrahide bariz risktir. Sağ taraftaki olfaktör traktus sıklıkla
bölünür.
65
3. GEREÇ VE YÖNTEM
Bu çalışmada 1995-1999 yılları arasında Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Nöroşirürji Kliniğinde hipofiz adenomu nedeniyle opere edilen 33 olgu, 1999-2004 yılları
arasında Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroşirurji Kliniğinde hipofiz adenomu
nedeniyle aynı cerrah tarafından endonazal transsfenoidal yaklaşımla opere edilen 89 olgu
çalışmaya alınmış ve endonazal transsfenoidal yönetimin etkinliği ve sonuçları araştırılmıştır.
Taksim Hastanesi Nöroşirurji Kliniğinde opere
edilen hastalar arşivden taranmış ve tüm
hastalara mektup ve telefonla ulaşılarak son kontrolleri yapılmıştır. Hastaların 32’sine
ulaşılamamıştır.
Hastaların seçiminde yaş ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin, sellar ve parasellar
yapılardaki tümörlerde hastaların hastalıkları ile ilgili hikayeleri alındı, tam olarak fizik ve
nörolojik muayanaleri yapıldı. Bu muayenelerde özellikle spesifik olarak başağrısı, vizyon
kaybı, menstrüel siklus bozuklukları, galaktore, impotans, infertilite ve endokrinolojik
bozukluklarla ilgili bulgu ve semptomların olup olmadığı not edildi.
Endokrinolojik değerlendirmede tüm vakalarda anterior pitüiter fonksiyonla ilgili veriler
preoperatif ve postoperatif 6 hafta içinde elde edildi. Değişik zaman aralıklarında
endokrinolojik testler tekrarlandı. Bu değerlendirmede hipofizer patolojilerde rutin olarak
istenen endokrin hormonlar için bir profil oluşturuldu. Sabah 08:00 kortizolü, PRL, TSH, T3,
T4, GH, IGF1, LH, seks steroidleri ve açlık kan şekeri rutin olarak istendi ve incelendi. Gerek
duyulduğunda posterior hipofiz ile ilgili testler ile diğer özellik arz eden Cushing ve
akromegalide daha ileri incelemeler yapıldı.
Nöroradyolojik değerlendirmelerde, tüm hastalarda rutin direkt sella grafileri elde
edildi. Hastaların 28’ine CT ve tümüne MR tetkiki yapıldı. Mikroadenomlu ve nörolojik
muayenesi normal olan hastalarda görme keskinliği ve görme alanı verileri elde edilmedi.
Optik sinirlere ve kiazmaya bası bulguları olanlarda ve tüm makroadenom hastalarında
preoperatif ve postoperatif göz kliniğinde vizyon ve görme alanı tetkikleri yaptırıldı ve
sonuçlar değerlendirildi.
Cerrahi prosedür olarak tüm hastalara standart endonazal transsfenoidal girişimi
uygulandı. 122 olguda 3 hastaya ilave transkranial operasyon yapıldı. Hastaların endokrin
profillerine göre endokrin kliniğiyle birlikte takip ve tedavileri yapıldı. Operasyon esnasında
66
elde edilen doku numunelerinin standart histopatolojik incelemeler ve immünhistokimyasal
yöntemlerle patolojisi değerlendirildi.
Hastalara ameliyat öncesi gece 5 mg oral Diazepam ve 8 mg deksametazon
yaptırıldı. Ameliyattan ortalama 45 dakika önce 0,5 mg Atropin+ 1μg/kg Fentanyl ile
premedikasyon yapıldı. Profilaktik antibiyotik olarak 1g Seftriakson verildi. EKG, SpO₂,
EtCO₂ ve non-invaziv arteriel basınç monitorizasyonunu takiben indüksiyonla 5-7 mg/kg
Thiopenton ve 0,5 mg/kg Atrakuryum kullanılarak olgulara endotrakeal tüp yerleşleştirilerek,
ağzın sol tarafına sabitlendi. Bronşial aspirasyonu engellemek için ıslak gazlar orofarinks
kavitesine yerleştirildi. İnvaziv arteriel basınç ve sağ subklavian vene santral venöz kateter
yerleştirildikten ve monitorizasyon tamamlandıktan sonra 15 dakika içinde hastaya pozisyon
verildi.
Hastanın sağ omuzu masanın sağ üst köşesine gelecek şekilde hasta yarı oturur
pozisyonda oturtuldu. Çivili başlık yerleştirilmeden önce 2 μg/kg Fentanyl yapılarak ağrı
duyması engellendi. Çivili başlık yerleştirildikten sonra baş horizontal planda 15 derece
fleksiyonda, sol kulak sol omuza hafifçe yatırılarak fixe edildi. Daha sonra her iki burun deliği,
burun ve hastanın yüzü antiseptik solüsyonla temizlendi. Ayrıca yağ grefti almak için sağ alt
periumblikal bölge antiseptik solüsyonla temizlendi ve hasta örtüldü. Mikroskop altında 25
nolu Dental iğne ile nazal mukoza, posterior septum ve anterior sfenoid duvara submukozal
% 5 Lidokain ve 1/200000 karışımı infiltre edildi. Böylece mukozanın kolay diseksiyonu ve
kanamanın azalması sağlandı. Sağ burun deliğinden girilerek hemitransfiksiyon insizyonu
yapıldı. Kartilaj septumun kemik septumla birleşmine doğru diseksiyonla nazal mukoza
kaldırıldı. Kartilaj septum kemikten lukse edilip, laterale ekarte edildi. Burada vertikal
insizyonla etmoidin perpendiküler plate’in her iki tarafında bilateral posterior submukozal
tüneller oluşturuldu. Etmoidin perpendiküler plate’inin her iki tarafına nazal spekulum
yerleştirildi ve kemik septum ortaya konularak diseke edildi. Vomerin anterior kenarı ve
etmoid kemiğin perpendiküler laminası Ferris Smith punchla rezeke edilerek sfenoid sinüs
rostrumuna ulaşıldı. Herhangi bir rezeke kartilaj ve kemik kapatma sırasında kullanabilmek
için saklandı. Sfenoid retraktörün pozisyonu ile vomerin karinası ve sfenoidin ön yüzü
görüldü. Sırtın her iki tarafında sfenoid sinüsün ostiumu tesbit edildi. Operasyon
mikroskobuyla sfenoidin anterior duvarı açıldı ve sfenoid sinüse girince exposure genişletildi.
Sinüs mukozası rezeke edildi, sellar taban görüldü. X Ray cihazıyla spekulum yörüngesi ve
sella tabanı görüntüsü elde edildi. Yeterli tecrübe edinildikten sonra X Ray cihazına olan
ihtiyaç azaldı. Punch ve ronjorlerle sella tabanı açılarak genişletildi. Dura 11 nolu bistüri ile
kare veya H şeklinde insizyonla açıldı. Tümör dokusundan biopsi örneği alınarak tümör
mikroadenom veya makroadenom olmasına göre prosedüre uygun boşaltıldı. Tümör
yatağına alınan yağ grefti konularak, sella tabanı alınan kıkırdak septalar ve kemik ile
67
rekonstrükte edildi. Sfenoid sinüs içine yağ grefti konularak nazal septum mukozası
kapatıldı. Her iki burun deliğine Merosel antibiyotikli pomatlar sürülerek yerleştirildi. Ameliyat
süresi yaklaşık 50 dakika idi.
Hastalar postoperatif yoğun bakıma alındılar, erken dönemde nörolojik muayene ve
vizyon değerlendirildi. Vital bulgular, aldığı-çıkardığı sıvı takibi saatlik yapıldı. Eğer saatlik
idrar çıkışı iki saat üst üste 500 ml’den yüksek ve idrar dansitesi 1005’in altındaysa Minirin
(DDAVP) sprey yada diğer formları hastaya kullanıldı. Serum osmolaritesi, serum sodyum
konsantrasyonu ve elektrolit değerleri günlük elde edildi. Postop 1.gün hormon profili elde
edildi. Profilaktik olarak başlanan Seftriakson 1g 2x1olarak tamponaların çıkış gününe kadar
kullanıldı. Hastaya preoperatif başlanan 8 mg Dexametazon azaltılarak üç günde kesildi.
Postop 6. saatten itibaren beslenmesine izin verildi. Foley kateteri postop 2. günde çıkarıldı.
Hastalar postop 2.gün mobilize edildi. Nazal tamponlardan soldaki postop 2.gün, sağdaki
postop 3. gün çıkarıldı. Komplikasyonsuz olgular postop 4. gün taburcu edidi. Endokrinolojik
tetkikler 1-1,5 ay sonra tekrarlandı, gerekli olgular endokrin kliniğiyle birlikte değerlendirildi.
Postoperatif 1. gün ve 3. ayda sellar MR tetkikleri yapıldı. Daha sonra yılda 1 kez MR tetkiki
tekaralandı.
Histopatolojik
değerlendirme
Çapa
Tıp
Fakültesi
onkoloji-patoloji
laboratuvarında yapıldı.
4. BULGULAR
Çalışmaya alınan 122 olgunun 67’si (% 54,9) kadın, 55’i (% 45) erkekti. Opere
ettiğimiz hastaların en küçüğü 14, en büyüğü 74 yaşında ve hastaların yaş ortalamaları 38.9
idi. Dekatların dağılımında 2. dekatta 6 hasta (% 4,91), 3. dekatta 26 hasta (% 21,3), 4.
dekatta 34 hasta (% 27,8), 5. dekatta 29 hasta (% 23,7), 6. dekatta 12 hasta (% 9,8), 7.
dekatta 13 hasta (% 10,6) ve 8. dekatta 2 hasta (% 1,6) idi. Cinsiyete göre yaş ortalaması
erkek olgularda 42,6, kadın olgularda 35,8 bulunmuştur. Kadın hastaların yaş ortalamasının
erkek hastalara nazaran daha düşük olduğu görülmüştür (Şekil 4.1).
35
30
25
20
Herbir
dekaddaki
hasta sayısı
15
10
5
0
1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8.
68
Şekil 4.1 : Dekadlara göre hasta sayısı.
Adenom tipi 78 olguda (% 63,9)endokrin inaktif, 22 olguda (% 18) prolaktinoma, 16
olguda (% 13,1) GH sekrete eden adenom, 4 olguda (% 3,2) kortikotrop adenom ve 2 olguda
(% 1,6) tirotrop adenom idi (Şekil 4.2).
Tirotrop
Kortikotrop
Somatotrop
Hasta Sayısı
Prolaktinoma
Endokrin İnaktif
0
10
20
30
40
50
60
70
80
90
Şekil 4.2: Adenom tiplerine göre hasta dağılımı.
122 olguya 147 transsfenoidal cerrahi uygulandı. 98 olguya bir kez, 17 olguya iki kez
ve 4 olguya üç kez transsfenoidal cerrahi uygulandı, 3 olguda transsfenodal girişim takiben
pterional yaklaşımla transkranial cerrahi uygulanmış olup, hastaların ortalama takip süresi 13
aydır.
Hastalardan alınan anamnezlere göre şikayetlerin başlangıç sürelerinin 2gün- 10 yıl
arasında ( ortalama 2,9 yıl) değiştiği görüldü. Olguların başvuru şikayetleri arasında
başağrısı, görme bozukluğu, amenore, galaktore, ellerde ve ayaklarda büyüme gibi
akromegalik semptomlar, 4 hastada Cushingoid semptomlara yönelik yakınmalar ve 2 hasta
da hipertiroidi yakınmaları mevcuttu. Başağrısı hastaların büyük bölümünde ortak şikayet
olarak bulunan en sık bulgu idi.
Adenom tipine göre semptom ve bulgular incelendiğinde prolaktin sekrete eden
adenomlu 22 hastanın 19’unda başağrısı (% 86,3), 15’inde amenore (% 68,1), 13’ünde
galaktore (% 59), 3’ünde görme bozukluğu (% 13,6) mevcut idi. 22 olgunun 12’si
makroadenom (% 54,5), 10’u mikroadenom (% 45,4) idi. 22 olgunun 5’i erkek (% 22,7)
hastaydı ve bu hastalarda major şikayet impotanstı.
69
GH sekrete eden adenomlu 16 hastanın 8’i kadın (% 50), 8’i erkek (% 50) idi. 16
olgunun tümünde ellerde ve ayaklarda büyüme, makroglossi gibi akromegali bulguları
mevcuttu. 5 hastada görme bozukluğu (% 31,2), 4 hastada başağrısı (% 25), 3 hastada
amenore-galaktore (% 18,75), 1 hastada terlemede artış (% 6,25), 1 hastada hirsutizm (%
6,25), 1 hastada hipertansiyon (% 6,25), 1hastada impotans (%6,25) şikayeti mevcuttu. 16
olgunun 11’i makroadenom (%68,7), 5’i mikroadenom (%31,2) idi. 2 olgu (% 12,5) GH-PRL
mixt tip adenoma sahipti ve 2’si de kadındı.
Kortikotrop adenomlu hastaların 4’ü de kadın ve cushingoid görünüme sahip idi. 4
olgunun 3’ünde adet düzensizliği (% 75), 1’inde başağrısı (%25), 1’inde terlemede artış (%
25), 1’inde hirsutizm şikayeti mevcuttu. 4 olgunun 3’ü de mikroadenomdu.
Tirotrop adenomlu 2 olgunun 1’i kadın, 1’i erkekti. 2 olguda da (% 100)hipertiroidi
kliniği, 1’inde eksoftalmus (% 50), 1’inde nefes darlığı (% 50), 1’inde görme bozukluğu,
1’inde aşırı terleme (%50) mevcuttu. Olguların 1’i mikroadenom (% 50), 1’i makroadenom (%
50) idi.
Endokrin inaktif adenomlu 78 olgunun 41’i erkek (% 52,5), 37’i kadın (% 47,4) idi. 78
olgunun 61’inde başağrısı (% 78,2), 53’ünde görme bozukluğu (% 67,9), 13’ünde amenore
(% 16,6), 6’sında galaktore (% 7,6), 5’inde impotans (% 6,4), 2’sinde çift görme (% 2,5)
şikayetleri mevcuttu. Görme bozukluğu şikayeti olan olguların yapılan vizyon muayenesi ve
görme alanında 29’unda bitemporal hemianopsi (% 37,1), 9’unda unilateral temporal
hemianopsi (% 11,5), 1’inde unilateral nazal hemianopsi (% 1,2), 1’inde üst quadranopsi (%
1,2), 1’inde periferik skotomlar, 6’sında bir gözde amoroz (% 7,6) tesbit edildi ve 6’sında
vizyon ve görme alanı normal olarak değerlendirildi. 4 hastada 6. kranial sinir felci (% 5,1), 2
hastada 3. kranial sinir felci (% 2,5), 1 hastada enoftalmi tesbit edildi. 24 olguda(% 30) stalk
etkisine bağlı PRL seviyelerinde 1 hasta hariç 50 ng/ml’i geçmeyen artış mevcuttu.1 hastada
pansitopeni (% 1,2), 1 hastada hipotiroidi (% 1,2) tesbit edildi.
Pitüiter apopleksi ile gelen 3 (% 3,8) olgudan 1 tanesi PRL değeri yüksek gebe, diğer
ikisi endokrin inaktif adenomlu kadın hastalardı.
Tablo 4.1: Adenom özellikleri.
Adenom Özellikleri
Suprasellar uzanım
Yok
0-10mm
11-20mm
21-30mm
31-40mm
70
Say
ı
29
11
50
24
8
Yüzde
23,7
9
40,9
19,6
6,5
Şekli
Yapı
Büyüme
karakteristiği
Simetrik suprasellar büyüme
Asimetrik suprasellar
büyüme
Kistik veya hemorajik
Soft
Hard
Kalsifiye
Mix
Invazif
Noninvazif
66
27
54
22
29
71
8
2
12
75
47
23,7
58
6,5
1,6
9,8
61.4
38.5
Radyolojik incelemede 122 olgunun tamamına sella spot grafileri yapıldı. İlave olarak
tüm olgulara MR tetkiki ve 28 olguya CT yapıldı. Olguların tümör boyutları, suprasellar
uzanım şekli, yapısı ve karakteristikleri tabloda gösterilmiştir (Tablo 4.1).
Olgular Vezina grade, Hardy grade ve radyolojik sınıflama ile değerlendirildi. Vezina
sınıflamasına göre; Grade I olgu sayısı 28, Grade II olgu sayısı 19, Grade III olgu sayısı 57,
Grade IV olgu sayısı 18’dir. Suprasellar sınıflamaya göre; Grade A’da 26 olgu, Grade B’de
31 olgu, Grade C’de 10 olgu, Grade BE’de 6 olgu, Grade CE’ 14 olgu, Grade DE’ 6 olgudur.
Radyolojik sınıflamaya göre; Grade 0 olgu sayısı 15, Grade 1 olgu sayısı 4, Grade 2 olgu
sayısı 28, Grade 3 olgu sayısı 57, Grade 4 olgu sayısı 18’dir.
Adenomların 103’ü makroadenom
(%84,4),
19’u mikroadenom
(%15,5)
idi.
Makroadenomlu 50 olguda görme keskinliğinde azalma mevcuttu. 6 hastada preop bir gözde
amoroz, 34 hastada bitemporal hemianopsi, 12 hastada unilateral temporal hemianopsi, 1
hastada üst quadranopsi, 1 hastada unilateral nazal hemianopsi, 1 hastada periferik
skotomlar, 4 hastada 6.kranial sinir felci, 2 hastada 3.kranial sinir felci ve pitoz tespit edildi.
Olgularımızın postop yapılan görme keskinliği ve görme alanı muayenelerinde 6 olguda
preop mevcut bir gözdeki amoroz aynı kaldı. Preop bitemporal hemianopsisi olan 34 olgudan
29’unda postop düzelme gözlendi(% 85), 4 hastada kısmi düzelme gözlendi(% 11), 1
hastada ise aynı kaldı(% 2,9). Preop unilateral temporal hemianopsili 12 olgu ve unilateral
nazal hemianopsili 1 olgu postop düzeldi(% 100). Üst quadranopsili 1 olgu postop düzeldi(%
100). 6. kranial sinir paralizisi olan 4 olgudan postop 1’inde tam düzelme(% 25), 3’ünde
laterale bakış kısıtlılığında kısmi düzelme gözlendi(% 75). 3.kranial sinir paralizisi olan 2 olgu
da postop tam düzeldi(% 100). Hastalarda postop % 84,6 tam düzelme, % 13,4’ünde kısmi
düzelme sağlandı, % 13,4’ü aynı kaldı.
Prolaktinomalı 22 olgunun 17’sinde total tümör eksizyonu (% 77,2), 5’inde rezidü (%
22,7) saptandı. 22 olgunun 1’inde preoperatif PRL düzeyi 100 ng/ml’nin altındaydı ve bu
hastada postoperatif endokrinolojik kür sağlandı (% 100). Preoperatif PRL düzeyi < 200
ng/ml olan 9 olgudan 8’inde (% 88,8) endokrinolojik kür sağlandı. Preoperatif PRL düzeyi >
200 ng/ml olan 11 hastadan 7’sinde (% 63,6) endokrinolojik kür sağlandı. Preoperatif PRL
71
düzeyi > 1000 ng/ml olan 1 invaziv prolaktinomalı hastada endokrinolojik kür sağlanamadı. 1
hastada postop CSF rinore gelişti, günlük LP’lerle rinoresi duran ve rinoresi tekrarlamayan
hastada 4 ay sonra menenjit tablosu gelişti. İntaniye kliniğiyle birlikte menenjit tedavisi
uygulanan hasta ex. oldu (Tablo 4.2 ve 4.3).
Tablo 4.2: Prolaktinomaların Grade ve Stage’leri ve postop remisyon oranları
Cerrahi
Grade ve Stage
Hasta Sayısı
Remisyon
Intrasellar
10
9 (%90)
Mikroadenomlar
Suprasellar ekstansiyon
(Grade I)
Kavernöz sinüs invazyonu
İntrasellar
3
2 (%66)
Makroadenomlar
Suprasellar
Ilımlı
3
2 (%66)
(Grade II)
ekstansiyon
Majör
6
3 (%50)
Kavernöz sinüs invazyonu
Fokal
6
3 (%50)
Sfenoid Sinüs İnvazyonu
Difüz
1
0 (%0)
(Grade III ve IV)
Kavernöz Sinüs İnvazyonu
1
0 (%0)
Tablo 4.3: Prolaktinomaların preop PRL düzeylerine göre remisyon oranları
Preop PRL
Düzeyleri
Hasta
Sayısı
Cerrahi
Kür
<100ng/ml
1
1 (%100)
<200ng/ml
9
8 (%88.8)
>200ng/ml
11
7 (%63.6)
>1000ng/ml
1
0 (%0)
Growth hormon sekrete eden adeomlu 16 akromegali olgusunun radyolojik olarak
12’sinde total tümör eksizyonu (% 75), 4’ünde rezidü (% 25) tesbit edildi. Postop GH düzeyi
10 olguda < 5ng/ml (% 62,5), 2 olguda < 10 ng/ml (% 12,5), 4 olguda > 10 ng/ml (% 25)
tesbit edildi. Postop GH düzeyi < 5ng/ml olan olgularda klinik düzelme gözlendi. Preop GH
düzeyi 50 ng/ml’nin altında olan olguların % 91’inde remisyon tesbit edildi. 2 olguya 2 kez
transsfenoidal cerrahi, 1 olguya 3 kez transsfenoidal cerrahi uygulandı. 2 olgu daha önce
başka bir klinikte transkranial operasyon geçirmiş ve daha sonra kliniğimize başvuran
olgulara transsfenodal cerrahi yapılmıştır. 1 olguda postoperatif remisyon sağlandıktan 2 yıl
sonra kontrolde GH düzeyi yüksek tesbit edildi. Hasta endokrin kliniğiyle birlikte takibe
72
alınarak okreotid tedavisi başlandı. 18 aylık tedavi ile hastada remisyon elde edildi. 16
olgunun 2’si GH-PRL mixt tip adenomdu. Bu iki olgudan 1’i kavernöz sinüs invazyonu olan
invaziv
makroadenom,
1’i
mikroadenomdu.
İnvaziv
makroadenomlu
hasta
postop
radyoterapiye gönderildi (Tablo 4.4).
Tablo 4.4: Akromegali hastalarında tümör karakteristiği ve postop GH düzeyleri
Tümör karakteristiği
Grade
Stage
I
0
I
A
II
Preop GH düzeyi (ng/ml)
Postop GH düzeyi (ng/ml)
<10
<5
<50
>50
5
5
1
1
2
A
1
2
III
B
1
III
C
IV
D,E
1
2
1
1
2
1
<10
>10
1
1
1
1
1
1
Kortikotrop adenomlu 4 olgudan 3’ünde postoperatif kür (% 75) sağlandı. 1 olguda
postop CSF rinore komplikasyonu gelişmesi üzerine hastaya fistül tamiri için tekrar
transsfenoidal cerrahi girişimde bulunuldu.
Tirotrop adenomlu 2 olgudan mikroadenomlu olguda postop TSH değeri ve periferal
hormonları normal sınırlarda idi. İnvazif karakterde makroadenomlu olgunun TSH ve periferal
hormon değerleri azalsada hastaya postop radyasyon tedavisi uygulandı. Radyoterapi
sonrası MR görüntülemesinde rezidü tesbit edilmesi üzerine 2. transsfenoidal girişim
uygulandı.
Endokrin inaktif adenomlu 78 olgunun 51’inde total tümör eksizyonu (% 65,3),
27’sinde rezidüe saptandı (% 34,6). 78 olgunun 9’una 2 kez transsfenoidal cerrahi, 4’üne 3
kez transsfenoidal cerrahi girişim, 3’üne transsfenoidal sonrası transkranial cerrahi
uygulandı. 1 olgu transkranial cerrahi sonrası invaziv karakterde olması nedeniyle
radyoterapiye gönderildi. 1 olgunun ilk transsfenoidal cerrahisi başka bir klinikte yapılmıştı.
Preoperatif görme bozukluğu ve görme defekti olan olguların postop yapılan görme keskinliği
ve görme alanı muayenelerinde 6 olguda preop mevcut bir gözdeki amoroz aynı kaldı. Preop
bitemporal hemianopsi olan 29 olgudan 24’ünde postop düzelme gözlendi( % 82,7), 4
hastada ise kısmi düzelme gözlendi (%13,7), 1 hastada ise aynı kaldı (%3,4). Preop
unilateral temporal hemianopsili 9 olgu ve unilateral nazal hemianopsili 1 olgu postop
düzeldi. Üst quadranopsili 1 olgu ve periferik skotomlu 1 olgu postop düzeldi. 6. kranial sinir
73
paralizisi olan 4 olgudan postop 1’inde tam düzelme, 3’ünde laterale bakış kısıtlılığında kısmi
düzelme gözlendi. 3.kranial sinir paralizisi olan 2 olgu da postop tam düzeldi. Preop
panhipopitüitarizmi olan 1 olguya transsfenoidal cerrahi sonrasında takibinde hidrosefali
gelişmesi nedeniyle V-P shunt takıldı. Dahili problemleri ortaya çıkması nedeniyle dahiliye
kliniği ile birlikte tedavisi düzenlendi. Tedavisi devam ederken dahili problemleri nedeniyle
hasta ex oldu. Preop hipotiroidisi olan 1 olgunun postop hormon profili normaldi. 2 olguda
postop hipopitüitarizm gelişmesi üzerine endokrin kliniği ile takibe alınarak replasman
tedavisi başlandı.
122 olguda ensık karşılaşılan komplikasyon araknoid yaralanması ve diabetes
insipitustur. 9 olguda postop rinore gözlendi (% 7,3), CSF rinore aralıklı LP’lerle 7 olguda
durdu. 1 olguya CSF kaçağı nedeniyle tekrar transsfenoidal cerrahi uygulandı ve CSF kaçağı
tekrar gözlenmedi. 1 olguda CSF kaçağı sonrası menenjit gelişti, menenjit tedavisi devam
ederken ex oldu. 1 olgu 4 ay sonra menenjit tablosuyla kliniğimize geldi. Postop CSF rinore
tesbit edilmeyen hasta menenjit tablosu sonrası tedavi sırasında ex oldu. 24 olguda postop
diabetes insipitus gözlendi. 21 olguda geçici diabetes insipidus (% 17,2), 3 olguda kalıcı
diabetes insipitus (% 2,4) gözlendi. 2 olguda postop hipopitüitarizm (% 1,6) görüldü. Preop
panhipopitüitarizm tablosunda olan 1 olgu postop dahili problemleri nedeniyle tedavisi devam
ederken ex oldu. Olgularda septal perforasyon, sinüzit, arter yaralanması ve intrasellar
hematom gibi komplikasyonlar gelişmedi (Tablo 4.5 ve Şekil 4.3).
Ölüm
K
a
n
B
O
A
S
r
a
D
İ
D
H
İ
Hipopitüitarizm
Sinüzit
Septal Perforasyon
Menenjit
0
5
10
15
20
25
Şekil 4.3: Tüm olgularda gelişen komplikasyonların dağılımı.
Tablo 4.5: Tüm olguların bazı özelliklerine göre dağılımı (Kısaltmalar: K:Kadın, E:Erkek,
N:Normal, R:Sağ, L:Sol, BTH:Bitemporal hemianopsi, RTH:Sağ temporal hemianopsi,
LTH:Sol temporal hemianopsi, R/LNH:Sağ/sol nasal hemianopsi, SQ:Üst quadronopsi,
74
PS:Periferik skotomlar, TS:Transsfenoidal, TC: Transkranial, İ:İlk cerrahisi başka klinikte
yapıldı, R:Radyoterapi, *:2.operasyonu BOS fistül tamiri, T:Total, R:Rezidü)
Y
A
Ş
,
C
İ
N
S
Sİ
K
A
Y
E
T
S
Ü
R
E
Sİ
ENDOKRİN TİP
PREOP
HORMON
24-K
2 yıl
PRL: 164 ng/ml
Galaktore
N
-
2
45-K
1,5
yıl
PRL: 113 ng/ml
Amenore,Galaktore
N
-
3
4
28-K
25-E
1 yıl
1 yıl
PRL: 110 ng/ml
PRL: 126 ng/ml
Amenore,Galaktore
Başağrısı-İmpotans
N
N
-
5
50-K
3 yıl
GH: 11ng, IGF1:415
BaşağrısıAkromegalik
N
N
6
24-K
1,5
yıl
PRL: 91ng/ml
Amenore,Galaktore
N
-
7
45-K
6 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı-görme
bozukluğu
R 6/10
L 7/10
BTH
8
42-E
3 yıl
GH: 6 ng
IGF-1: 441
BaşağrısıAkromegalik
N
N
9
35-E
5 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı-sol gözde
görme bozukluğu
L 7/10
RN
LTH
10
38-E
8 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı-İmpotans
N
N
11
34-E
6 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı-görme
bozukluğu
R 7/10
L 8/10
BTH
12
38-K
2 yıl
PRL: 275ng/ml
13
32-K
2 yıl
Endokrin inaktif
Amenore,Galaktore
Çift görme,başağrısı,
Amenore
N
6. sinir
paralizisi
14
61-K
6 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı
Sağ göz
enoküle
N
O
1
N
O
Y
A
Ş
,
C
İ
N
S
Sİ
K
A
Y
E
T
S
Ü
R
E
Sİ
ENDOKRİN TİP
PREOP
HORMON
SEMPTOMBULGU
SEMPTOMBULGU
VİZY
ON
KES
KİNLİ
K
VİZY
ON
KES
KİNLİ
K
75
G
Ö
R
M
E
A
L
A
N
I
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
-
İ
N
C
E
L
E
M
E
MR
CT
MR
MR
MR
CT
MR
CT
MR
CT
MR
CT
MR
CT
MR
CT
MR
CT
MR
MR
-
MR
-
G
Ö
R
M
E
A
L
A
N
I
CT
MR
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
İ
N
C
E
L
E
M
E
V
E
Z
İ
N
A
H
A
R
D
Y
G
R
A
D
E
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
P
O
S
T
O
P
C
E
R
A
H
İ
C
T
M
R
S
I
N
I
F
POSTOP
HORMON
DÜZEYİ
T
A
K
İ
P
(
A
Y
)
1-
0
TS
T
PRL: 10 ng/ml
50
2-A
2
TS
R
PRL: 15 ng/ml
48
11-
0
0
TS
TS
T
T
PRL: 12 ng/ml
PRL: 14 ng/ml
47
47
2-A
2
TS
T
GH: 6 ng
IGF-1: 250
46
1-
0
TS
T
PRL: 14 ng/ml
45
3B,E
3
TS
R
-
45
2-A
2
TS
(2)
T
GH: 4,3 ng
IGF-1: 124
40
4C,E
4
TS
R
-
40
2-A
2
TS
T
-
39
3-B
3
TS
T
-
36
14C,E
0
TS
T PRL: 74,2 ng/ml
29
4
TS
R
-
20
3-B
3
TS
T
Postop 20 ay
sonra ex
20
V
E
Z
İ
N
A
H
A
R
D
Y
G
R
A
D
E
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
S
I
N
I
F
C
E
R
A
H
İ
P
O
S
T
O
P
C
T
M
R
POSTOP
HORMON
DÜZEYİ
T
A
K
İ
P
(
A
Y
)
15
26-K
1,5
yıl
PRL: 672ng/ml
Amenore,Galaktore
Başağrısı
N
-
16
25-K
1 yıl
PRL: 150ng/ml
Amenore,,Başağrısı
N
-
17
60-E
3 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı-görme
bozukluğu
L 7/10
R 8/10
BTH
18
37-K
3 yıl
Endokrin inaktif
PRL: 48ng/ml
Amenore,Galaktore
Başağrısı
N
-
19
26-K
1,5
yıl
PRL:175ng/ml GH:
11,9ng
IGF1-: 450
Amenore,Galaktore
Başağrısı
Akromegalik
20
62-K
10
gün
Endokrin inaktif
Pitüiter apoplexi
Çift görme,başağrısı,
Ense sertliği
R 7/10
L 9/10
Sağ 3.
sinir
paralizisi
R 7/10
L 6/10
21
45-E
4 ay
PRL: 150ng/ml
Başağrısı-İmpotans
Görme bozukluğu
22
22-K
3
hafta
PRL: 313ng/ml
Gebe(apoplexi)
Başağrısı-görme
bozukluğu
CT
MR
CT
MR
CT
MR
CT
MR
3-B
3
TS
R PRL: 280 ng/ml
14
1-
0
TS
T
PRL: 15 ng/ml
12
4-C
4
TS
T
-
12
2-
2
TS
(2)
T
PRL: 24 ng/ml
9
BTH
CT
MR
4C,E
4
TS
(3)
R
GH: 11 ng
IGF-1:400
PRL:958ng/ml
9
BTH
MR
3-B
3
TS
(2)
T
-
8
RN
L 6/10
LNH
CT
MR
3-B
4
TS
T
PRL:13ng/ml
7
-
SQ
MR
3-B
3
TS
T
PRL: 105 ng/ml
7
2-B
2
TS
T
Hipopitüitarzm
Endok. Klin.
sevk
7
4C,E
4
TS
(2)
TC
(1)
R
-
6
3-A
3
TS
R
PRL:19,5ng/ml
6
2-A
2
TS
T
PRL:4,7ng/ml
5
23
30-K
3 yıl
Endokrin inaktif
Amenore,Galaktore
Başağrısı
L 4mps
LTH
CT
MR
24
31-K
1 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı-görme
bozukluğu
L 7/10
R 8/10
BTH
CT
MR
25
30-K
2 yıl
PRL: 130ng/ml
Galaktore,Başağrısı
N
N
26
46-E
1 yıl
PRL:124ng/ml
Unutkanlık,başağrısı
impotans
N
N
27
29-K
2 yıl
N
MR
2-
2
TS
T
33-E
3 ay
Yüzde kıllanma ,
şişme, kilo alma
Bel ağrısı, terleme,
organomegali
N
28
ACTH: 20,6
Kortizol: 17
GH: 12,3 ng
IGF-1: 500
N
N
MR
1-
0
TS
T
3-B
3
TS
T
PRL:41ng/ml
Test:2,6ng/ml
4
CT
MR
CT
MR
Kortizol:5,4
ACTH:24,4
GH:3,1ng/ml
IGF1:270µg/ml
5
4
29
32-E
2 yıl
PRL: 150ng/ml
Başağrısı-İmpotans
Görme bozukluğu
L 7/10
R 8/10
BTH
CT
MR
30
16-K
4 ay
PRL: 242ng/ml
Amenore,Galaktore
Başağrısı
N
-
MR
3-B
3
TS
T
PRL:30ng/ml
4
31
34-K
4 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı-görme
bozukluğu, amenore
L 2mps
R 7/10
BTH
CT
MR
4D,E
4
TS,
TC
R
Hipopitüitarim
End. Kln. Sevk
3
32
22-K
2 yıl
ACTH:180pg/ml
Kortizol: 20
Cushingoid
görünüm,adet
düzensizliği
N
-
MR
1-
1
TS
T
ACTH:24pg/ml
Kortizol :
3,1µg/dl
3
33
46-E
1,5
yıl
PRL: 220ng/ml
İmpotans
Görme bozukluğu
-
RT
H
CT
MR
3-B
3
TS
T
PRL:18ng/ml
2
34
32-K
3 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı,görme
bozukluğu
BTH
MR
3-B
3
TS
T
-
35
35
60-E
2 yıl
Endokrin inaktif
Sol gözde görme
kaybı
RT
H
CT
MR
4C,E
4
TS
(3)
R
-
40
36
46-K
10 yıl
GH:25ng/ml
-
N
MR
1-
0
TS
T
GH: 4,2ng/ml
6
37
40-K
18
ay
Endokrin inaktif
-
N
MR
2-A
2
TS
T
PRL:19ng/ml
3
T
-
6
T
T
PRL:11ng/ml
10
20
R 6/10
L 7/10
L
amorotik
R 3/10
Başağrısı,akromegali
k
Adet düzensizliği,
başağrısı
38
52-E
2 yıl
Endokrin inaktif
Başağrısı,sol göde
görme azalması
L 6/10
RN
LTH
39
40
49-E
26-K
2 ay
2 ay
Endokrin inaktif
PRL:217ng/ml
Başağrısı
Başağrısı,Amenore
N
-
N
N
CT
MR
MR
MR
41
18-E
1,5
yıl
GH:160ng/ml
Akromegalik,
görmede bozulma
L 7/10
R 8/10
BTH
42
39-K
1,5
yıl
Endokrin inaktif
Amenore,Galaktore
Görmede bozulma
L 6/10
R 8/10
BTH
76
3-C
3
2-A
1-
2
0
MR
3-C
3
MR
4C,E
4
TS
(2),
İ
TS
TS
TC
TS
(2)İ
TS
(3)
T
R
GH:7,2ng/ml
PRL:24 ng/ml
4
28
N
O
43
Y
A
Ş
,
C
İ
N
S
Sİ
K
A
Y
E
T
S
Ü
R
E
Sİ
ENDOKRİN TİP
PREOP
HORMON
40-E
2 ay
GH: 520mIU/ml
IGF-:1810ng/ml
SEMPTOMBULGU
VİZY
ON
KES
KİNLİ
K
Hipertansiyon,
akromegalik
N
G
Ö
R
M
E
A
L
A
N
I
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
İ
N
C
E
L
E
M
E
V
E
Z
İ
N
A
H
A
R
D
Y
G
R
A
D
E
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
P
O
S
T
O
P
C
E
R
A
H
İ
C
T
M
R
S
I
N
I
F
N
MR
2-A
2
TS
R
BTH
CT
MR
3-B
3
TS
(2)
T
RT
H
MR
4C,E
4
POSTOP
HORMON
DÜZEYİ
GH:19ng/ml
(
A
Y
)
2
44
17-K
8 yıl
Endokrin inaktif
Amenore,başağrısı,
Görme bozukluğu
R 7/10
L 9/10
45
25-E
5 yıl
TSH:8,6mU/l
T3:8,2nmol/l
T4382nmol/l
Hipertiroidi,
exoftalmus,görmede
azalma
R 1/10
LN
46
40-K
8 ay
GH:250ng/ml
OGTT,GH:200
ng/ml
Sağ gözde görme
azalması,akromegalik
R 6/10
LN
RT
H
MR
3-C
47
28-E
8 ay
Endokrin inaktif
Sol gözde görme
kaybı
L 1mps
RN
BTH
CT
MR
3-D
3
Şuur kaybı, halsizlik
R 6/10
L 7/10
BTH
MR
4D,E
4
L 7/10
RN
LTH
MR
3-C
3
N
-
MR
1-
0
N
-
MR
1-
0
TS
T
GH: 3,7ng/ml
7
N
N
MR
2-A
2
TS
(2)
T
-
7
L 8/10
R 6/10
BTH
CT
MR
4D,E
4
TS
R
-
6
N
N
MR
3-B
3
TS
T
-
10
N
N
MR
3-B
3
TS
T
-
5
L 8/10
R 6/10
BTH
MR
R
-
7
R 7/10
RT
H
MR
R
-
10
R 2mps
BTH
MR
48
62-E
5 ay
Pansitopeni
TSH:2,4,FT3:1,36
FT4:0,55
Kortizol<1
49
52-E
2 ay
Endokrin inaktif
50
44-K
10 yıl
ACTH:151pg/ml
Kortizol:28,5µg/dl
51
46-K
3 yıl
GH:23ng/ml
OGTT,GH:5ng/ml
52
46-E
3 yıl
Endokrin inaktif
53
31-K
15
gün
Endokrin inaktif
54
36-K
20
gün
Endokrin inaktif
55
74-E
6 ay
Endokrin inaktif
56
39-E
15
gün
Endokrin inaktif
57
51-K
1 yıl
Endokrin inaktif
58
28-K
1 yıl
Endokrin inaktif
PRL:110ng/ml
59
19-E
3 yıl
Endokrin inaktif
60
36-K
54-K
2 yıl
11
ay
Endokrin inaktif
61
Endokrin inaktif
62
32-K
1,5
yıl
Endokrin inaktif
63
20-K
3 yıl
PRL:278ng/ml
64
65-K
10
gün
Endokrin inaktif
65
20-K
4 ay
PRL:2039ng/ml
66
34-K
5 yıl
PRL:200ng/ml
Sol gözde görme
kaybı, başağrısı
Başağrısı,adet
düzensizliği
Cushingoid görünüm
Başağrısı,akromegali
k
Üşme ,titreme
Başağrısı-görme
bozukluğu
Başağrısı
Başağrısı-görme
bozukluğu
Başağrısı-görme
bozukluğu
Başağrısı-görme
bozukluğu,impotans
Sağ gözde görme
azalması
Sağ gözde görme
azalaması,amenore
Başağrısı-görme
bozukluğu,impotans
Başağrısı
Sağ gözde görme
azalması
Sol gözde görme
kaybı,sol6.CN felci
Başağrısı,
Amenore,galaktore
Sol gözde görme
azalması
Başağrısı,
Amenore,galaktore
Amenore,galaktore
4C,E
3C,E
3-B
TS
(2)
R
TC
,TS
3
(2)
İ
4
3
PRL:19ng/ml
T
A
K
İ
P
14
R
TSH:3,2mU/l
T3:4,5nmol/l
T4:278nmol/l
10
T
GH: 11,9ng/ml
PRL:56,8ng/ml
10
TS
R
-
6
TS
(2)
Kortizol<1
R Tiroid hor.düşük
5ay sonra exitus
TS
(2)
TS
(2)
*
TS
(2)
TS
(2)
Hipopitüitarizm
Endok.klin.sevk
ACTH:19,9pg/m
T
l
Kortizol:3,3µg/dl
T
5
10
22
3
TS
T
-
3
3
TS
R
-
20
2
TS
TS
(3)
T
PRL:17ng/ml
3
T
-
8
N
-
MR
3C,E
2-A
R 6/10
BTH
MR
3-A
3
L
amorotik
, IR(-)
RT
H
MR
4D,E
4
TS
(2)
R
-
18
-
-
MR
1-
0
TS
T
PRL:17 ng/ml
3
L 8/10
RN
BTH
MR
3-B
3
TS
T
-
3
TS
R
PRL:692 ng/ml
8
2
TS
T
PRL:11ng/ml
11
N
77
PS
MR
-
-
MR
-
-
MR
4B,E
1-
67
47-E
68
26-K
4 yıl
PRL: 215ng/ml
69
29-K
Endokrin inaktif
70
22-E
Endokrin inaktif
Görme bozukluğu
71
65-K
2 ay
20
gün
1,5
ay
Başağrısı,libido
azalması,impotans
Amenore,galaktore,
başağrısı
Görme bozukluğu
Endokrin inaktif
Görme bozukluğu
2 yıl
Endokrin inaktif
Y
A
Ş
,
C
İ
N
S
Sİ
K
A
Y
E
T
S
Ü
R
E
Sİ
ENDOKRİN TİP
PREOP
HORMON
72
19-K
1 ay
TSH:6,2µIU/dl
T3:198ng7dl
T4:15µg/dl
73
45-E
4 yıl
GH:34 ng/ml
74
65-E
3,5a
y
Endokrin inaktif
75
58-K
3 yıl
PRL:225ng/ml
TSH↑T3↓T4↓
76
14-K
6 ay
PRL:68ng/ml
Pitüiter apoplexi
77
31-E
1,5
yıl
Endokrin inaktif
78
17-K
2 yıl
Endokrin inaktif
79
60-E
1 ay
Endokrin inaktif
Galaktore, infertilite,
başağrısı
Başağrısı,adet
düzensizliği,galaktore
başağrısı
80
41-K
6 ay
Endokrin inaktif
Amenore,, başağrısı
N
O
SEMPTOMBULGU
-
-
MR
3-C
3
TS
R
-
7
-
-
MR
1-
0
TS
T
PRL: 13ng/ml
11
N
L
amoroz
N
RT
H
MR
3-B
3
TS
T
-
10
MR
2-B
2
TS
T
-
18
N
N
MR
3-B
3
TS
T
-
9
VİZY
ON
KES
KİNLİ
K
G
Ö
R
M
E
A
L
A
N
I
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
İ
N
C
E
L
E
M
E
V
E
Z
İ
N
A
H
A
R
D
Y
G
R
A
D
E
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
P
O
S
T
O
P
C
E
R
A
H
İ
C
T
M
R
S
I
N
I
F
POSTOP
HORMON
DÜZEYİ
T
A
K
İ
P
(
A
Y
)
-
-
MR
1-
1
TS
T
TSH:2,1µIU/dl
T3:180ng/dl
T4:5,4µg/dl
15
N
N
MR
1-
0
TS
T
GH:2,4ng/ml
19
L,R
1mps
BTH
MR
3-B
3
TS
T
-
10
Başağrısı, halsizlik
N
N
MR
2-
2
TS
T
CSF rinore
sonrası
menenjit,Exitus
4
Amenore, başağrısı
N
-
MR
1-
0
TS
T
PRL:11ng/ml
3
N
-
MR
3-B
3
TS
T
PRL:
10
N
-
MR
4
TS
R
PRL:
22
N
N
MR
2
TS
T
-
7
N
-
MR
3
TS
R
PRL:14ng/ml
7
L 7/10
R 8/10
BTH
MR
3-C
3
TS
R
-
6
N
N
N
N
MR
MR
3-A
2-
3
2
T
T
-
10
5
N
N
MR
3-B
3
TS
TS
TS
(2)
R
GH:4,7ng/ml
7
GH:3,1ng/ml
LH: PRL:
10
Nefes darlığı
yorgunluk,terleme
Makroglossi,
başağrısı
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
4B,E
13B,E
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
Başağrısı
Başağrısı
Başağrısı,
akromegalik
Amenore,yüzde
kıllanma,görme
azalması
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
RN
L 4mps
N
MR
1-
1
TS
T
L
amorotik
R 4mps
BTH
MR
3-C
3
TS
R
N
-
MR
3-
3
TS
T
DI gelişen hasta
tedaviyi yarım
bırakarak ayrıldı
7
R 6/10
L 8/10
BTH
MR
3B,E
3
TS
R
GH:20ng/ml
7
BTH
MR
4C,E
4
TS,
TC
T
-
6
BTH
MR
3-C
3
TS
R
-
10
N
MR
3C,E
3
TS
R
Taşikardi
nedeniyle
dahiliyeye sevk
5
BTH
MR
4D,E
4
TS
(2)
R
-
7
81
30_
E
7 ay
Endokrin inaktif
82
83
27-K
53-E
3 yıl
3 ay
84
30-E
1 yıl
85
33-K
2 yıl
Endokrin inaktif
Endokrin inaktif
GH:9,2ng/ml
IGF1>500ng/ml
GH↑,LH↑,PRL↑
Mixt tip
GH:11ng/ml
86
43-E
10
ay
Endokrin inaktif
87
40-E
5 ay
Endokrin inaktif
İmpotans,libido kaybı,
88
48-K
10 yıl
GH:265ng/ml
OGTTGH:200ng/m
l
89
47-K
2
gün
Endokrin inaktif
90
28-E
1 ay
Endokrin inaktif
91
53-K
15
gün
Endokrin inaktif
92
48-E
6 ay
Endokrin inaktif
Akromegalik,koku
alamama,görmede
azalma
Başağrısı,sol gözde
pitoz,6CN felci,kusma
Başağrısı, sağ gözde
görme azalması
Bulanık görme,
başağrısı, sol
6CNfelci
Başağrısı,görmede
azalama
R,L
3mps
R 3/10
L 7/10
L 7/10
L hafif
enoftalmi
R 3mps
L 5/10
78
12
93
70-E
5 ay
Endokrin inaktif
94
35-E
20
gün
Endokrin inaktif
95
37-K
2 yıl
Endokrin inaktif
96
97
31-K
34-K
1 yıl
1 yıl
PRL:218ng/ml
PRL:390ng/ml
98
42-K
99
26-K
6 ay
Endokrin inaktif
55-K
2,5
ay
TSH↓,endokrin
inaktif
10
0
N
O
Y
A
Ş
,
C
İ
N
S
Endokrin inaktif
Sİ
K
A
Y
E
T
S
Ü
R
E
Sİ
10
1
34-K
10
2
32-K
1 yıl
10
3
41-K
5 ay
10
4
27-E
4 ay
10
5
32-E
1 yıl
10
6
10
7
10
8
10
9
11
0
11
1
11
2
ENDOKRİN TİP
PREOP
HORMON
R,L
4mps
L 5/10
R 7/10
BTH
MR
3-B
3
TS
T
10
BTH
MR
3-B
3
TS
T
3
N
N
MR
1-A
2
TS
T
16
N
N
N
N
MR
MR
21-
2
2
TS
TS
T
R
N
N
MR
1-
2
TS
T
L 7/10
R 8/10
BTH
MR
1-A
2
TS
T
MR
3B,E
2
TS
R Endok.klin sevk
Hipotirodi,başağrısı
SEMPTOMBULGU
N
VİZY
ON
KES
KİNLİ
K
N
G
Ö
R
M
E
A
L
A
N
I
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
İ
N
C
E
L
E
M
E
V
E
Z
İ
N
A
H
A
R
D
Y
G
R
A
D
E
R
A
D
Y
O
L
O
J
İ
K
-
C
T
M
R
S
I
N
I
F
3
8
8
P
O
S
T
O
P
C
E
R
A
H
İ
PRL:11 ng/ml
PRL:67 ng/ml
POSTOP
HORMON
DÜZEYİ
6
15
T
A
K
İ
P
(
A
Y
)
Başağrısı,görmede
azalama
L 7/10
R 8/10
BTH
MR
3-B
3
TS
T
Akromegalik,
hirsutizm,
N
N
CT
MR
1-A
2
TS
T
GH:0,84ng/ml
IGF1:335ng/ml
48
Akromegalik,
galaktore,amenore
N
N
MR
2-A
2
TS
T
GH:0,3ng/ml
2
Başağrısı,akromegali
k
N
N
MR
1-A
2
TS
T
GH:1,7ng/ml
IGF1:286ng/ml
20
Endokrin inaktif
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
L 5/10
R 7/10
BTH
MR
3-B
3
TS
(2)
T
14
Endokrin inaktif
Başağrısı, halsizlik
N
N
MR
3-C
3
TS
R
12
Endokrin inaktif
45-E
Başağrısı,görmede
azalama
Başağrısı,görmede
azalama, kusma
Başağrısı,görmede
azalama, kusma
Başağrısı,Amenore
Amenore
Başağrısı,görmede
azalama
Başağrısı,görme
bozukluğu,Galaktore
OGTTGH:20,7ng/ml
IGF1:525,8ng/ml
PRL:19,5ng/ml
GH:40ng7ml
PRL:112,17
GH:8,9ng/ml
IGF1:1600ng
/ml
4 aysonra
Menejit ex
48-E
6 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı
N
N
MR
1-A
2
TS
T
12
55-E
2,5
ay
Endokrin inaktif
Başağrısı, impotans
N
N
MR
3-B
3
TS
T
9
Endokrin inaktif
Başağrısı
N
N
MR
3-A
3
TS
T
20
N
N
MR
3-A
3
TS
T
5
27-E
38-E
1 yıl
Endokrin inaktif
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
68-E
5 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı
N
N
MR
3-A
3
TS
T
6
47-K
2 yıl
Endokrin inaktif
Başağrısı
N
N
MR
2-A
2
TS
T
4
R 6/10
L 7/10
BTH
MR
3-B
3
TS
T
4
MR
3-A
3
TS
T
7
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
L
amorotik
R 4mps
RT
H
MR
3C,E
3
TS
R
10
11
3
65-E
10
ay
Endokrin inaktif
11
4
32-E
5 ay
Endokrin inaktif
11
5
43-E
10
ay
Endokrin inaktif
57_
K
17
gün
Endokrin inaktif
Başağrısı, amenore
N
N
MR
3-B
3
TS
T
8
56-K
2 yıl
Endokrin inaktif
Başağrısı , amenore
N
N
MR
3-A
3
TS
T
3
11
6
11
7
N
79
11
8
22-E
2 yıl
Endokrin inaktif
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
RN
L 6/10
BTH
MR
3C,E
3
TS
R
11
9
29-K
10
ay
ACTH: 92pg/ml
Kortizol: 33,4
Cushingoid görünüm,
Adet düzensizliği
N
N
MR
1-
1
TS
T
12
0
37-K
5 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı, amenore
N
N
MR
3-B
3
TS
T
4
R,L
1mps
BTH
MR
4D,
E
4
TS
R
6
N
N
MR
3-A
3
TS
T
6
12
1
54-E
10
ay
Endokrin inaktif
12
2
48-E
2 ay
Endokrin inaktif
Başağrısı, her iki
gözde görme
azalması
Başağrısı,her iki
gözde görme
azalması
80
3
ACTH:
22,7pg/ml
Kortizol:4,7µg/dl
6
6. TARTIŞMA
Hipofiz
adenomlarının
tedavisinde
tek
başına
yada
kombinasyon
halinde
uygulanabilecek primer tedavi seçenekleri; tümörün çıkarılması için mikrocerrahi yaklaşım,
herhangi bir endokrinopatinin ilaçla tedavisi ve radyoterapi gibi yöntemlerdir(25,13,90).
Mikrocerrahideki hızlı gelişmeler, direkt optik büyütmeyle mükemmel operatif görüntülemeler,
normal sağlıklı dokularla patolojik dokuların ayrımını olanaklı kılmış ve selektif mikrocerrahi
adenomektomi ile normal glandın korunması olanaklı hale gelmiştir. Bununla birlikte postop
hormonal yerine koyma ile morbidite ve mortalitede mükemmel sonuçlara ulaşılmıştır(13,
90). Bu nedenlerle transsfenoidal cerrahinin primer avantajları, düşük morbidite ve mortalite
oranları ile tümör çıkarılırken normal pitüiter bezin korunması özelliğidir(25).
Transsfenoidal yaklaşım mikroadenomlarda, sella içine lokalize makroadenomlarda,
orta hatta simetrik suprasellar büyüyen adenomlarda, sfenoid sinüs içine büyüyen
adenomlarda, kavernöz sinüse doğru lateral genişleyen tümörlerde, klivus 1/3 üst ve 1/3 orta
kısımda ekstradural yerleşimli tümörlerde endikedir. Düzensiz multilobüle suprasellar
tümörlerde, retrosellar subfrontal tümörlerde, intrasellar kısımı küçük, suprasellar kısmı
büyük olan Dumbell tümörlerde ve klivus 1/3alt kısmında intradural yerleşimli tümörlerde
kontrendikedir(13,79,37). Çocukluk çağında transsfenoidal yaklaşım tekniği, erişkinlere
uygulanan standart transsfenoidal tekniğinden belirgin farklılıklar göstermemektedir.
Pediatrik hastalarda en sık rastlanan teknik farklılık prepnömatize, konkal tipte bir sfenoid
sinüsün drillenmesi ihtiyacıdır(91,92,93). Sellar bölgenin cerrahisinde mikroskobun giderek
artan
kullanımı
bölgenin
daha
detaylı
anatomik
incelemelerini
gerekli
kılmıştır.
Transsfenoidal cerrahide önemli olan anatomik varyantlara özel dikkat gösterilmelidir
(29,31,33,34). Görüntüleme yöntemlerindeki gelişmeler ile MR günümüzde sellar ve
parasellar patolojilerin değerlendirilmesinde en seçkin yöntem olarak kabul edilip,
kullanılmaktadır(45).
Hipofiz adenomlu hasta tek başına yada kombine olarak üç tablo ile müracaat
edebilir. İlki hipofizin hiperfonksiyonudur. Bu durumda Amenore-Galaktore sendromu,
Akromegali,
Gigantizm,
Cushing
hastalığı,
sekonder
hipertiroidizm
gibi
bir
takım
hipersekretuar etkiler görülür. Bunların tersine büyük nonfonksiyone hipofiz adenomu, nadir
olarak da hipofiz apopleksisi sonucunda normal hipofiz glandının yada stalkın kompresyonu
sonucu hipofizde hipofonksiyon gelişir. Son olarak hipofiz adenomlu hasta nörolojik
semptom
ve bulgularla
başvurabilir.
Tümörün
81
büyüklüğü,
fonksiyon durumu,
tipi,
semptomların başlangıcı ve hızı tedaviyi etkileyen faktörlerdir(13).
Bu nedenle hipofiz
adenomlarının klinik seyirleri, tedavi yaklaşımları farklı olacağından her bir adenom tipi ayrı
olarak incelenecektir.
Endokrin inaktif adenomlar genellikle makroadenomlardır. Bu yüzden kitle etkisi veya
hipopitüitarizm semptomları ile müracaat ederler. Cerrahinin amacı tümör kitlesini küçültmek,
komşu vital yapılar üzerindeki kompresyonu kaldırmak ve patolojik tanıyı elde etmektir.
Transsfenoidal teknikle adenomun total çıkarılması her zaman mümkün olmasa bile
çoğunlukla uzun süreli semptomsuz intervaller gerçekleştirilebilir(77,94). Endokrin inaktif
adenomlu hastalara yapılan cerrahinin başarısı 4 parametre ile ölçülebilir; görmenin
iyileşmesi, endokrin fonksiyonun düzelmesi, tümörün radyolojik olarak çıkarıldığının tesbiti ve
komplikasyonların azlığıdır(95,96).
Endokrin inaktif adenomlarda en sık semptom Ebersold serisinde % 72, Comtoisin
serisinde % 74 ile görme bozukluğudur(77, 95). Bizim serimizde ise en sık semptom %78,2
ile başağrısıdır, bunu % 58,9 ile görme bozukluğu takip eder. Bizim serimizdeki başağrısı
şikayetinin literatürle uyumsuzluğu nonspesifik bir bulgu olmasına bağlanmıştır. Ebersold ve
Comtoisin serileri ile karşılaştırdığımızda postop görme alanı defekti ve vizyon bulgularında
Comtoisin serisiyle uyumlu, Ebersold’un serisine göre daha iyi sonuçlar elde ettik. Ebersold
100 hastalık serisinin 72’sinde görme kaybı olduğunu ameliyat sonrası 3 (% 4) hastada
vizyonda kötüleşme olduğunu, 53 (% 73) hastada vizyonda tam yada kısmi düzelme
olduğunu bildirdi. Comtois 126 hastalık serisinin 93’ünde vizüel alan defektleri, 51 hastada
görme keskinliğinde azalma olduğunu, görme alanı defektlerinde % 82 düzelme olduğunu, 5
olguda postop vizyonda kötüleşme olduğunu bildirdi. Bizim postop vizyon ve görme alanı
defektlerinde kötüleşme olan olgumuz olmadı. Vizyon ve görme alanı defekti bulgularında
düzelme % 82,7 olarak bulundu.
Peter Mc L Black ve ark. serisinde prolaktin değerlerinin çoğu hastada yükseldiğini,
bu değerlerin hastaların % 70’inde 50 ng/ml’nin üstünde olmadığını bildirdiler(97). Comtois
ve ark. serisinde % 65’inde prolaktin düzeylerinin yüksek olduğunu ve tüm hastalarda
prolaktin düzeylerinin 2-75µg/l aralığında olduğunu bildirmişlerdir. Bizim serimizde 24
hastada (% 30) prolaktin seviyeleri yükselmiş olarak tesbit edildi. Bir hasta hariç PRL
düzeyleri 50 ng/ml’nin altında bulunmuş olup literatürle uyumludur. Olgularda postop hormon
düzeyleri normal sınırlarda bulunmuştur. Comtois’in serisinde hipotiroidizm % 18 olarak
bildirilmiştir. Bizim serimizde ise 1 (% 1,2) olguda hipopitüitarizm tesbit edilmiş olup postop
hormon profili normal olarak bulunmuştur.
Kremer P ve ark. 22 nonfonksiyone pitüiter adenomlu hastada % 31 total rezeksiyon,
% 50 rezidü, % 18 rezidüel doku ile skar dokusunun net ayırt edilemediğini bildirdiler(98).
82
Endokrin inaktif adenomlarda rekürrens oranını etkileyen en önemli faktör tümörün
invazivliğidir. Tümör boyutlarının rekürrens oranına etkisi yoktur(95). Transsfenoidal cerrahi
sonrası rekürrens en sık 4-8 yıl arasında görülmektedir(77). Ameliyatın başarısı tümörün
komplet çıkarılmasına ve lokal invazyonun varlığına bağlıdır. Adenomun hepsini total olarak
çıkarmak her zaman mümkün olmaz, sadece % 6 olan rekürrens oranı rezidüel adenomlu
hastaların tümünde daha ileri bir tedaviye gerek olmadığını göstermiştir(77). Bizim serimizde
% 65,3 total rezeksiyon, %34,6 rezidü tesbit edilmiştir. Rezidüel kitlesi olan olgularımızdan 1
tanesine postop radyoterapi uygulandı. Ortalama 20 aylık takip sonrası rezidüel kitlelerinde
büyüme olmadı.
Endokrin inaktif adenomlarda transsfenoidal cerrahi ile hipofiz hipofonksiyonu
düzeltilir, kabul edilebilir morbidite ve mortalite oranı mevcuttur. Rezidüel veya rekürrent
tümör önemli bir problemdir. Adjuvant radyoterapi veya tekrar cerrahi kararı riskleri göz
önünde bulundurularak verilir. Hastada radyografik veya semptomatik olarak bulgu olmasa
bile uzun dönem takip yapılmalıdır(99).
Prolaktinomalı olguların tedavi seçenekleri konusundaki tartışma hala güncelliğini
korumaktadır.
Tedavi
edilmeyen
mikroprolaktinomaların
doğal
seyri
tam
olarak
bilinmemektedir. En uygun tedavi seçeneği tümör boyutları, serum PRL seviyesi, hastanın
yaşı, genel sağlık ve ilgili cerrahi riski, hastanın medikal tedaviye uyumu ve fertiliteyi istemesi
gibi faktörler rol oynar(38). Prolaktinomalarda tedavide amaç tümör kitlesinin azaltılması,
hiperprolaktineminin düzeltilmesi ve anterior pitüiter fonksiyonun korunmasıdır. Bu tedavide
prensip
prolaktin
seviyelerinin
tam
olarak
normale
dönmesidir.
Çünkü
uzamış
hiperprolaktinemi durumu önemli derecede osteoporoz ve infertilite nedenidir(100).
Bromokriptin tüm prolaktinomalarda % 60-90 oranında prolaktin seviyesini normale
getirir. Makroadenomaların % 60-80’ninde tümör hacmini %25 oranında azaltır(101).
Bromokriptin tedavisi ile prolaktin seviyelerindeki azalma saatler içinde, tümör boyutlarındaki
küçülme ise birkaç günde başlar. Maksimum küçülme 3-12 ay arasında sağlanır.
Bromokriptin tedavisi tümörosidal değildir. Hastalar bu ilacı sürekli almak zorundadır.
Bromokriptin tedavisi perivasküler fibrozis ve cerrahi klivaj alanının obliterasyonuna neden
olabilir. Landolt ve ark. en az 1 yıl bromokriptin tedavisi alan hastalar ile almayan hastaların
cerrahi sonuçlarını kıyasladılar. Bromokriptin alan hastalarda başarı oranı % 44 iken ilaç
almayanlarda % 81 olarak buldular ve bromokriptin tedavisi ile oluşan fibrozisin hastalardaki
kür oranını etkilediğini ileri sürdüler. Fibrozisin tümörün tam olarak çıkarılmasına engel
olduğu kanaatine vardılar(102). Barrow ve ark. 12 makroprolaktinomalı olguda cerrahiden 6
hafta önce verilen bromokriptin tedavisi ile ilgili çalışmada bromokriptin süresinin
uygulamada önemli olduğunu bildirdiler. Cerrahinin maksimal tümör küçülmesi sağlandıktan
sonra yapılması gerektiğini, bu sürenin de yanıt veren vakalarda maksimum akut küçülmenin
83
tedavinin 3. haftasında olduğunu, 6 haftadan sonra küçülme gözlenmediğini bildirdiler.
Ayrıca uzun süreli tedavi neticesinde fibrozise neden olabileceğine ve bu değişikliğin
eksizyonu zorlaştırdığına inanmaktadırlar(103). Bizim bromokriptin kullanan olgularımızda
kısa süreli kullanım nedeniyle fibrozise rastlanmamıştır.
Kadın hastalarda tümör 12 mm’den geniş ise gebe kalmayı arzu ediyorsa, gebelikte
tümör büyümesi riskinden ve nörolojik semptomlardan kaçınmak için gebe kalmadan önce
tümör rezeksiyonu tercih edilir. Şayet tümör 12 mm’den küçük ise gebelik esnasında
nörolojik disfonksiyon riski % 1’den azdır(25). Hamilelik esnasında tümör genişlemesi varsa
bromokriptin tedavisi etkili ve güvenlidir. Konjenital anomali, spontan abortus yada multiple
doğumların riskini artırmaz. Hamilelik esnasında bromokriptin tedavisi alan kadınların
çocuklarında motor ve fizyolojik gelişmeler normaldir. Bizim pitüiter apopleksi ile gelen ve acil
transsfenoidal dekompresyon sonrası patolojisi prolaktinoma tesbit edilen 1 olgumuz gebelik
boyunca bromokriptin tedavisi aldı. Hastanın bebeğinde anomali saptanmadı, motor ve
fizyolojik gelişimi normaldi.
Cerrahi tedavi prolaktinomalar için etkili ve güvenli bir tedavidir. Prolaktin sekrete
eden adenom kistik, kısmen nekrotik, anlamlı kan kolleksiyonu içermedikçe, kan prolaktin
düzeyi tümörün boyutunu gösterir. Ayrıca preoperatif bazal PRL düzeyi sonucu doğru tahmin
etmemizi sağlar, cerrahi kür sağlanabilirliği direkt olarak bazal PRL düzeyiyle ters ilişkilidir.
Hatta postoperatif 1-2 gün içerisinde elde edilen PRL düzeyi sonucu daha doğru tahmin
etmemizi sağlar; ölçülemeyen düzey (2 µg/L) %90’dan fazla kür olabileceğini gösterir.
Postoperatif düzeylerin normal düzeyin üst limitinin biraz üzerinde olması adenomun
inkomplet çıkarıldığını gösterir(38). Transsfenoidal cerrahi sonrası mikroprolaktinomalarda
normal prolaktin sonuçlarının elde edilme oranı % 60-90 arasındadır. En iyi sonuçlar
preoperatif PRL düzeyi < 200ng/ml’nin altında olan hastalarda alınmaktadır(104,105).
Massoud
ve
ark.
64
mikroprolaktinomalı
olgunun
%
90’nında
normal
prolaktin
konsantrasyonunu elde ettiklerini bildirmişlerdir(106). Makroadenomlarda orta derecede
suprasellar ekstansiyon varsa ve radyolojik olarak invazyon bulgusu yoksa mikroadenomlarla
benzer sonuçlar alınmaktadır(102). Feigenbaum ve ark. makroadenomaların % 85,7’sinde ,
mikroadenomların % 77’sinde kür elde ettiklerini bildirmişlerdir. Olguların % 74,3’ünde total
tümör eksizyonu, % 6’sında rezidü tesbit etmişlerdir(107). Bizim serimizde % 77,2 total
eksizyon, %22,7 rezidü bulunmuştur ve literatürle uyumludur. Randall ve ark.’ları 84
prolaktinoma serisinde preop PRL düzeyi < 100 ng/ml olan olgularda % 88 kür, preoperatif
PRL düzeyi 100ng/ml veya daha fazla olanlarda % 50 kür ve diffüz adenomların % 50’sinde,
invaziv adenomların % 25’inde başarılı sonuçlar bildirmişlerdir(108). Tyrrell ve ark. 219
prolaktinoma olgusunda preoperatif PRL düzeyi < 100ng/ml olan olguların %92’sinde,
intrasellar
mikroadenomlu
olguların
%91’inde
84
remisyon
elde
etmişler;
intarsellar
makroadenom yada ılımlı suprasellar ekstansiyonu veya fokal sfenoid sinüs invazyonu olan
makroadenomlu olgularda % 80-88 remisyon elde etmişler. Preop PRL düzeyi > 200 ng/ml,
büyük ve invazif adenomlarda % 37-41 remisyon elde ettiklerini bildirmişlerdir(109). Bizim
serimizde preop PRL düzeyi < 100 ng/ml olan 1 olguda % 100 kür, intrasellar
mikroadenomlu olgularda % 90 remisyon; intrasellar makroadenom yada ılımlı suprasellar
ekstansiyonu veya fokal sfenoid sinüs invazyonu olan makroadenomlu olgularda % 66-75
remisyon elde edilmiştir. Preop PRL düzeyi > 200 ng/ml, büyük ve invazif adenomlarda %
38 remisyon elde edilmiştir. PRL düzeylerine göre < 100ng/ml olan 1 olguda, <200ng/ml olan
9 olgunu 8’inde (% 88,8), > 200 ng/ml olan 11 olgunun 7’sinde (% 63,6) kür elde edilmiş ve >
1000 ng/ml olan invazif 1 olguda kür sağlanamamış olup literatürle uyumludur.
Laws ve ark. prolaktinomalarda transsfenoidal rezeksiyonu takiben gebelik oluşumu
ile ilgili bir çalışmada 200 kadın hastada cerrahiyi takiben gebeliğe ulaşan 78 hasta ile
ulaşamayan 122 hastayı karşılaştırmışlar. Gebeliğe ulaşan hastalarda preop PRL düzeyi
ortalama 246 ng/ml olarak tesbit edilmiş ve % 71’inde postop prolaktin düzeyleri normal
sınırlarda bulunmuş(86). Prolaktinomanın tedavisinde radyasyonun yeri sınırlıdır. Radyasyon
tedavisi ancak primer total rezeksiyon başarılamayacak kadar büyük makro prolaktinomalar
ve invaziv tümörlerde yada kitle etkisi yapan rekürren tümörlerde, medikal ve cerrahi
tedavinin
kontrendike
yada
faydasız
olacağı
düşünülen
vakalarda
uygulanır(25).
Transsfenoidal cerrahiyi takiben prolaktinomlarda rekürrens oranı yeterince incelenmemişse
de bu oran ortalama % 5-10 arasında değişmektedir(104).
Tedavi edilmemiş akromegali mortalite riskini iki kat artırır. Her akromegali olgusunu
tedavi etmek bir zorunluluktur. Tedavi sonrası GH seviyelerinin tekrar normal seviyeye
gelmesi ile beklenen yaşam süresi uzatılır(110). Akromegalili hastaların primer tedavisinde
cerrahi tercih edilir. Bazı akromegali hastalarında ,kontrol edilemeyen diabet, hipertansiyon
veya konjestif kalp yetmezliği olabilir ve bu hastaların anestezi alması sakıncalıdır. Bu
hastalarda somatostatin içeren preoperatif medikal hazırlık mantıklı olabilir. Yine de bugün
akromegali için kesin tedavi transsfenoidal cerrahidir. Genel kural genç hastalar büyük tümör
ve yüksek bazal GH düzeylerine sahip iken, yaşlı akromegalik hastalar daha uygun küçük
tümör, değişik düşük hatta normal GH düzeylerine sahiptirler(38).
Bazal GH seviyesi, tümörün büyüklüğü ve invazivliği cerrahinin başarısı için
prognostik faktörlerdir. Ameliyat sonrası hastaların yarısında GH seviyesi normale döner. GH
salgılayan adenomlarda postoperatif ölçülen değerin 5 ng/ml’nin altında olması gerekir
(111,112). IGF-1 (somatomedin C) GH sekresyonu tarafından regüle edilen, GH’nun
etkilerinin periferik mediatörüdür. IGF-1 seviyesi gün içinde fluktuasyon göstermez, kandaki
seviyesi GH sekresyonunun güvenilir bir göstergesidir. GH düzeylerinin normale dönmesi
saatler ve günler içinde olurken, IGF-1 düzeyi haftalar hatta aylar sonra normale döner.
85
Şimdi birçok yazar başarılı tedavi kriteri olarak 24 saat içinde GH konsantrasyonları 2,5
ng/ml’ye eşit veya daha az olması ile birlikte, sirkülasyondaki IGF-1 düzeylerinin normale
dönmesine inanmaktadırlar(100). Tatminkar sonuçlar için kriterler akromegalik semptom,
bulgularda klinik düzelme ve GH sekresyonunun normale dönmesidir. Preop bazal GH
değerleri 50 ng/ml’nin altında olan hastalar cerrahi sonrası remisyon şansı yüksek olan
hastalardır. Mikroadenomlu hastalar cerrahi sonrası iyileşme meyilleri en iyi olanlardır. En
kötü sonuçlar belirgin derecede yüksek GH seviyeleri olan invaziv tümörlü hastalarda görülür
(90).
Abosch ve ark. 254 akromegali olgusunda transsfenoidal mikrocerrahi adenom
rezeksiyonuyla % 76 remisyon, %24 hastalığın devam ettiğini bildirmişler(113). Shimon ve
ark. 98 transsfenoidal cerrahi geçiren akromegali olgusunda endokrinolojik takipleri
değerlendirmişler ve tek operasyonla % 74 remisyon elde etmişlerdir. 11-20 mm
makroadenomların % 73’ünde, 20 mm’den büyük makroadenomların % 20’sinde remisyon
başarabilmişlerdir. Preop GH düzeyleri 50 ng/ml’nin altında olanlarda % 85, 50 ng/ml’nin
üzerinde olanlarda % 30 remisyon elde ettiklerini bildirmişlerdir(114). Ross ve ark. 214
growth hormon sekrete eden adenomlu olguda transsfenoidal cerrahi sonrası sonuçları
değerlendirmişler ve olguların % 56’sında postop GH düzeyelerini 5 ng/ ml’nin altında tesbit
etmişler. Postop GH düzeyi 5 ng/ml’nin altında olan bütün hastalarda klinik olarak düzelme
gözlemlediklerini rapor etmişler(111). Bizim serimizde preop GH düzeyi < 50 ng/ml olan 12
olgunun %91’inde remisyon elde edilmiştir ve literatürle uyumludur. Olgularımızın %
62,5’inde postop GH düzeyleri < 5 ng/ml olarak tesbit edilmiş ve bu hastalarda klinik olarak
düzelme gözlenmiştir. Postop remisyondaki bir hastamızda 2 yıl sonra rekürrens gözlenmiş
ve hastaya okreotid tedavisi uygulanmıştır. Okreotid tedavisi ile remisyon 16 ayda elde
edilmiştir. Geniş tümörlü hastaların % 20-40’ında GH ve PRL hipersekresyonu mixt olarak
bulunur(112). Bizim GH-PRL salınımı bir arada içeren 2 (%33) olgumuzdan biri invaziv
makroadenomlu tümördü. Olguya 3 kez transsfenoidal sonrası medikal ve radyoterapi
uygulandı.
Akromegali olgularında RT sonrası GH seviyelerinin kabul edilebilir seviyelere
gelmesi için 2-10 yıl gerekir, bu sırada aktif akromegali bulguları devam eder. Cerrahi öncesi
RT yapılan hastalarda cerrahinin başarısı düşük, CSF kaçağı olma insidansı ve menenjit
riski yüksektir(111). Ross ve ark. 214 hastalık akromegali serisinde GH düzeylerini uzun
dönem sonunda (70 ay) % 84 hastada 5 ng/ml’nin altında saptadı. Bizim düşüncemiz cerrahi
sonrası normal GH seviyesi elde edilemeyen hastalarda MR’da belirgin rezidü kitle mevcutsa
reoperasyon uygulamak, rezidü kitle yoksa medikal tedavi veya RT uygulamak yönündedir.
Cushing hastalığının genel olarak kabul edilen primer tedavisi selektif transsfenoidal
adenomektomidir(115).
ACTH sekrete
eden adenomların ortalama
86
boyutu 4 mm
civarındadır, üçte biri 3 mm’den daha küçüktür. Kontrastlı yüksek rezolüsyonlu koronal
planda MR incelemesi sonucu adenomun saptanma oranı % 70 civarındadır(116). Radyolojik
yöntemlerle hipofizde adenom sapatanamayan olgularda yüksek doz deksametazon
süpresyon testinde % 50 veya daha fazla supresyon sağlanıyorsa tedavi hipofize yönelik
olmalıdır. Bu olgularda petrozal sinüs kateterizasyonu sırasında alınan venöz kan örneğinde
aynı anda periferden alınan kana göre daha yüksek ACTH seviyesi tesbit edilmesi hipofiz
adenomunu destekler. Cerrahi eksplorasyon ile adenom genellikle ortaya çıkarılır, adenom
bulunamazsa ve hasta fertilite istemiyorsa hipofizin % 80-90’ı çıkarılmalıdır. Cerrahi serilerde
negatif eksplorasyon oranı % 5-20 bildirilmiştir(117). Cushing hastalığında değişken
lokalizasyonları, küçük boyutları, genellikle yarı sıvı kıvamda adenomları ve sıklıkla
nörohipofiz
dokusuna
olan
benzerlikleri
titiz
bir
cerrahi
eksplorasyon
gerekliliğini
açıklamaktadır.
Bogan ve ark. 100 vakalık Cushing serilerinde % 78 başarı ve şifa sağlandığını
belirttiler. Olguların % 12’sinde spesifik tanı bilinmeden kalmış, bu oran Hardy’nin 75 vakalık
serisinde % 13’dür. Olguların % 71’inde tümör sella içinde sınırlanmış ve bu tümörlerde % 11
terapotik başarısızlık elde edilmiş. Makroadenom insidansını % 22, Hardy ise %11 olarak
bildirmiştir(118). Laws 36 hastalık serisinde remisyon oranını % 58 olarak bildirmiştir(115).
Shimon ve ark. 82 Cushing olgusunda bir operasyonla % 78 remisyon, ikinci operasyonu
geçiren olguların % 62’sinde remisyon elde ettiklerini bildirmişlerdir(119). Bizim serimizdeki
bütün Cushing olguları mikroadenom olup % 75 remisyon elde edilmiştir ve literatürle
uyumludur. Cushing hastalığında rekürrens oranı % 3,7-9,3 olarak rapor edilmiştir(25). Bizim
serimizde yaklaşık 2 yıllık takipte rekürrens gözlenmemiştir.
Tirotrop adenomlar pitüiter hormon aktif tümörlerin en az görülen tipidir, tüm
pirüiter adenomların % 1’inden azında görülür. Beck- Peccoz ve arkadaşları kapsamlı
literatür incelemelerinde 280 vaka tesbit etmişlerdir(76). Tirotrop adenomlarda tedavi
seçenekleri, cerrahi rezeksiyon, radioterapi ve somatostatin analogları ile medikal tedavidir.
Cerrahi tirotrop adenomlu hastalarda ilk tercihtir. Beck-Peccoz ve arkadaşları 177 vakalık
gözden geçirmelerinde yalnızca cerrahi ile % 33 kür elde edildiğini, hastaların çoğunda
tirotropin hipersekresyonunu kontrol için adjuvant radioterapi gerektiğini rapor etmişlerdir.
Preoperatif okreotid tümör küçülmesinde ve TSH kontrolünde etkili değildir. Sanno ve ark. 16
tyrotropin pitüiter adenom olgusunda cerrahi ile % 62,5, cerrahinin radyasyon ve medikal
tedaviyle kombinasyonuyla % 87,5 remisyon bildirmişlerdir(120). Mindermann ve Wilson’ın
serilerinde 20(% 63) invazif tümörlü olgu mevsutmuş ve bunların 6’sına postoperatif sellar
irradyasyon uygulanmış. 6 olgudan 1’ine irradyasyon sonrası rekürrens nedeniyle ikinci
operasyon uygulanmış(121). Bizim serimizde invaziv tümörlü bir olgu transsfenoidal cerrahi
87
sonrası radyasyon tedavisine gönderildi. Kontrolleri sırasında MR incelemesinde rekürrens
saptanması nedeniyle hastaya ikinci transsfenoidal cerrahi uygulandı. Her 2 olguda da
postop tiroid hormonları normal seviyelerde tesbit edilmiştir.
Literatürdeki geniş serilerde pitüiter apopleksi insidansı %0,6-12,3 arasında
bildirilmektedir(122). Asemptomatik pitüiter apopleksi insidansının daha fazla olduğu
bildirilmektedir. Onesti ve ark. pitüiter apopleksili hastalarda normal nörolojik muayeneden
bilateral körlüğe kadar çeşitli semptomlar olacağını 21 hastalık serisinde göstermiştir(122).
Ebersold ve ark. 10 yıldan fazla takip edilen 940 adenomlu hastadan 13’ünde(% 1,4) pitüiter
apopleksi bildirmişlerdir. 13 hastanın 11’inde(% 85) meningeal iritasyon bulguları ve 12’sinde
(% 92) görme alanı bulguları yada oküler sinir paralizileri tesbit etmişler(78). Bizim serimizde
pitüiter apopleksi insidansı % 2,4’ dür ve bu literatürle uyumludur.
Antibiyotiklerin gelişmesi, steroid replasman terapisi ve mikrocerrahi tekniklerle
transsfenoidal cerrahiyi takiben cerrahi mortalite belirgin şekilde azaldı. Yakın zamanda
seçilmiş serilerde mortalite oranları % 0-1,75 arasında değişmektedir(123). Wilson 1000
hastalık serisinde mortalite oranını % 0,2 olarak bildirmiştir(124). Zervas tarafından yapılan
uluslararası bir yayında makroadenomlar için 2677 transsfenoidal girişimde 23 ölüm (% 0,9)
ve mikroadenomlar için 2606 transsfenoidal girişimde 7 ölüm (% 0,3) bildirilmiştir(85).
Rinore transsfenoidal girişimin en sık (% 3-4) komplikasyonlarından biridir(123).
Vakaların 2/3’üne yakınında postop rinore spontan olarak rezorbe olur yada spinal drenaj
veya seri yapılan LP’lere ihtiyaç gösterir(125). Transsfenoidal cerrahi sırasında araknoid
yırtılmışsa CSF kaçağını önlemek için sellanın içinin doldurulması ve bu paketin
desteklenmesi gerekir(69). Freidberg transsfenoidal cerrahi sonrası CSF kaçağı olduğunda
hemen reeksplorasyon yapılarak sellanın doldurulup tabanının kıkırdak varsa kıkırdak veya
Syntez titanyum plakla desteklenmesi gerektiğini bildirmiştir(126). Bizim uygulamamız
araknoid yırtıldığında sella içine batından aldığımız yağ grefti doldurup sella tabanını vomer
varsa vomerle yoksa perpendiküler lamina ile destekleyip, postop 3 gün immobilizasyon ve
seri lomber ponksiyonlar yapmak şeklindedir. Buna rağmen CSF kaçağı olursa erken
dönemde reekplorasyon yapılmasını savunuyoruz. CSF kaçağı olan
1 olgumuzda
reeksplorasyonla kaçak kontrol altına alınmıştır.
Transsfenoidal cerrahiyi takiben en sık rastlanan pitüiter disfonksiyon diabetes
insipitusdur. Özellikle suprasellar adenomlarda olmak üzere geçici DI görülme riski % 1560’dır ve kalıcı DI daha nadirdir(85).
İntrakranial damarlar yada kavernöz sinüsün yaralanması transsfenoidal cerrahinin
en ciddi komplikasyonlarından biridir. Zervas’ın uluslar arası serisinde vasküler yaralanma
88
transsfenoidal
cerrahi
Transsfenoidal
cerrahiyi
ile
ilgili
takiben
ölümlerin
masif
%
29’undan
epistaksis
sorumlu
vasküler
yada
bulunmuştur(85).
kavernöz
sinüs
yaralanmasını düşündürür. Bununla birlikte cerrahiyi takiben nadir de olsa minör epistaksis
epizotları bildirilmiştir. Transsfenoidal cerrahiyi takiben hematom oluşma insidansı % 01,2’dir(123).
Endonazal veya sublabial transsfenoidal cerrahi sonrası nazal septum perforasyonu
riski % 2-40 arasındadır(127). D Arrigo ve ark. nazal septum perforasyonunu engellemek için
basit bir teknikten bahsetmişlerdir. Mukoperikondriumun septal kartilaj üzerindeki hareketinin
engellenmesi yara iyileşmesini kolaylaştırdığından mukoperikondriumun fibrin glu ile
yapıştırılmasını önermektedirler(127). Bizim en sık karşılaştığımız komplikasyon % 17,2 ile
geçici diabetes insipitustur, kalıcı diabetes insipitus % 2,4
oranında görülmüştür.
Olgularımızın %7,3’ünde postop rinore gelişmiştir. 2 olgumuz menenjit sonrası, 1 olgumuz
transsfenoidal cerahi sonrası dahili problemleri nedeniyle ex olmuştur. 2 olgumuzda postop
hipopitüitarizm gelişmiştir. Olgularda septal perforasyon, sinüzit, arter yaralanması ve
intrasellar hematom gibi komplikasyonlar gelişmemiştir. Bizim komplikasyon oranlarımız
literatürle uyumlu bulunmuştur.
Cerrahi tedavi sonrası rekürrens ya inkomplet çıkarım yada gerçek rekürrens
sonucudur. Genç hastalarda fertilite ve hipofiz fonksiyonlarını korumak için daha az radikal
davranmak gerekir. Bu rekürrens riskini artırır. Sonradan görülen rekürrens tedavinin
başarısızlığı olarak değerlendirilmemelidir. Rekürrent adenomların tedavisi semptom ve
bulgulara bağlıdır. Sadece MR’da kitle varsa semptom yoksa takip edilmelidir. Nüks yapmış
tümörler biyolojik olarak daha agresif davranırlar. Nüksü önlemenin en iyi yolu tümörü
tutulum şüphesi olan dura da dahil tam olarak çıkarmaktır. Cerrahiye ek olarak RT ve GamaKnife nüksü azaltan yöntemlerdir(69). Nükslerde ilaç tedavisi nadiren etkilidir. Nüks
adenomlara uygulanacak transsfenoidal cerrahi sırasında çok dikkatli olunmalıdır. İkinci
operasyonda genellikle normal hipofiz fonksiyonları korunamaz, DI riski daha yüksektir.
Önceki ameliyatı başarısız olan hipofiz adenomlu hastaya ikinci tedavi aşaması olarak
transsfenoidal cerrahi uygulananlarda komplikasyon oranı daha yüksek, hiperfonksiyone
olanlarda normale dönme oranı daha azdır. En yüksek mortalite ve morbidite oranı önceki
ameliyatı transkranial olarak yapılan hastalardır(123).
Hipofiz adenomlarında tek başına cerrahi tedavi veya adjuvan RT uygulansa da 30
yıllık takip sonrası bile nüks görülebilmektedir. Hipofiz adenomlarında tam bir kür sağlandı
diyebilmek için çok uzun takiplere ihtiyaç vardır(128). Bizim olgularımızda rekürrens
konusunda sağlıklı rakamlar verebilmemiz için daha uzun süreli takiplere ihtiyaç vardır.
89
7. SONUÇ
Hipofiz adenomlarının biyolojik ve morfolojik özellikleri değişkenlik gösterir. Bazı
tümörler mikroadenom olarak kalıp yıllarca büyüme göstermezken, nadir de olsa metastaz
yapan hipofiz karsinomlarına da rastlanabilmektedir. Ancak bu tümörler histolojik olarak
bening tümörlerdir. En invazif hipofiz adenomları bile cerrahi ve radyoterapi ile kontrol altına
alınabilmektedir.
Hipofiz adenomlarının en iyi tedavisi cerrahi tedavidir. Transsfenoidal mikrocerrahinin
primer avantajı daha düşük mobidite ve mortalite oranı ile tümör çıkarılırken normal pitüiter
bezin korunmasında güvenli ve etkin bir yöntem olmasıdır. CT ve özellikle de MR adenoma
yapılacak cerrahi girişime karar vermede ve postoperatif rezidü konrolünde yardımcıdırlar.
Preop ve postop endokrinolojik değerlendirmeler endokrinopatilerin varlığının saptanmasında
ve cerrahi tedavi, radyoterapi ve medikal tedavinin etkinliğinin değerlendirilmesinde rol
oynarlar.
Nonfonksiyonel adenomlarda cerrahinin primer amacı, adenomun totale yakın veya
subtotal
çıkarılması
ve
normal
hipofiz
fonksiyonunun
korunmasıdır.
Fonksiyonel
adenomlarda ise tam bir endokrinolojik kürün sağlanabilmesi için total çıkarılmasıdır.
Mikroadenomlarda selektif adenomektomi ile tam bir şifa sağlanır. Kavernöz sinüs invazyonu
olan veya suprasellar uzanımlı Hardy Grade D’li makroadenomalarda cerrahi tedavi ile tam
şifa sağlamak zordur. Transsfenoidal teknikle adenomun total çıkarılması her zaman
mümkün olmasa bile uzun süreli semptomsuz dönem sağlanabilmektedir. Hipofizde rezidüel
adenomu olan her hastaya radyoterapi yapılmamalıdır. Ayrıca radyoterapinin etkilerinin geç
ortaya çıkacağı da akılda bulundurulmalıdır. Cerrahi tedavi sonrası radyografik veya
semptomatik bulgu olmasa bile hastalara uzun süreli takip yapılmalıdır. Bromokriptin
tedavisi, küratif değil supresif bir tedavi olup cerrahi sonrası prolaktin düzeyi yüksek olan
hastalara uygulanmalıdır. Okreotid tedavisi, pahalı ve pratikte uygulama zorluğu olan bir
tedavi olmasına karşın akromegalik semptomlar üzerine olumlu etkileri saptanmıştır.
Hipofiz adenomları için transsfenoidal cerrahi, güvenli ve etkin bir yöntem olmasının
yanı sıra normal hipofiz dokusunun korunmasında da yeterli bir tekniktir.
90
8. ÖZET
122 hipofiz adenomlu olgu(endokrin inaktif adenomlu 78 (% 63,9) olgu, prolaktinomalı
22 (% 18) olgu, growth hormon sekrete eden adenomlu 16 (% 13,1) olgu, kortikotrop
adenomlu 4 (% 3,2) olgu, tirotrop adenomlu 2 (% 1,6) olgu) endonazal transsfenoidal
adenomektomi ile opere edilerek ortalama onüç ay takip edilmiştir.
Olguların 67’i (% 54,9) kadın, 55’i (% 45) erkek ve yaş ortalamaları 38.9’dur. 122
olguya 147 transsfenoidal cerrahi, 3 olguya transsfenodal girişim takiben pterional
yaklaşımla transkranial cerrahi uygulanmıştır. Remisyon oranı endokrin inaktif adenomlarda
% 65,3, prolaktinomalarda % 88,8, growth hormon salgılayan adenomlarda % 62,5, Cushing
hastalığında % 75, tirotrop adenomlarda % 100 olarak saptandı. Vizyon ve görme alanı
bulgularındaki düzelme % 97 bulundu. Olgularda ciddi bir cerrahi komplikasyon gözlenmedi.
Transsfenoidal mikrocerrahi girişim hipofiz adenomlarının cerrahi tedavisinde etkin ve
güvenli bir ameliyattır.
91
9.SUMMARY
We treated surgically for one hundred and twentytwo patients with pituitary
adenomas. Seventyeight patients (%63.9) were endocrinally inactive pituitary adenomas and
twentytwo patients (%18)
were prolactinomas and sixteen patients (%13.1) were GH
secreting pituitary adenomas and four patients (%3.2) were ACTH secreting adenomas and
two patients (%1.6) were thyrotroph adenomas. All patients were follow up at thirteen
months on average.
There were sixtyseven
(%54.9) female and fiftyfive (%45) male patients whose
median age was 38.9 years. The 122 patients included in this study undervent a total of 147
trans-spheoidal operations including three for a first recurrence. Remission rates were %
65.3 in endocrine inactive adenomas and %88.8 in prolactinomas and %62.5 in GH
releasing adenomas and %75 in cushing disease and %100 in thyrotroph adenomas. Visual
acuity and visuel fields were normalised in nintynine percent. No serious complication was
recorded after surgery.
Trans-sphenoidal microsurgery is an safe and effective operation for the
treatment of pituitary adenomas.
92
5. OLGULARDAN ÖRNEKLER
Olgu No: 26
A
B
Şekil 5.1: Prolaktinomalı olgunun preoperatif (A) ve postoperatif (B) MR incelemesi.
Olgu No: 57
A
B
Şekil 5.2: Endokrin inaktif adenomlu olgu; preoperatif (A) ve postoperatif (B) MR
incelemesi
93
Olgu No: 22
Şekil 5.3: Prolaktinomalı pitüiter apopleksi ile gelen gebe hastanın preoperatif görme
alanı.
Şekil 5.4: Aynı olgunun postoperatif görme alanı.
94
Olgu No 35:
A
B
Şekil 5.5: Endokrin inaktif tümör; preoperatif (A) ve ilk postoperatif (B) MR
incelemesi .
Şekil 5.6: 3 kez transsfenoidal girişim geçiren aynı hastanın 3.postoperatif MR
incelemesi.
95
Olgu No: 45
A
B
Şekil 5.7: Tirotrop adenomlu olgu preoperatif (A) ve postoperatif (B) MR incelemesi.
Postoperatif radioterapiye gönderilen hastada kontrolde rekürrens tesbit edilerek
ikinci transsfenoidal girişim uygulandı.
Olgu No: 88
A
B
Şekil 5.8: Akromegalik hastanın preoperatif (A) ve postoperatif (B) MR incelemesi
96
Olgu No: 90
A
B
Şekil 5.9: Endokrin inaktif adenomlu olgunun preoperatif (A) ve postoperatif (B) MR
incelemesi.
97
10. KAYNAKLAR
1-
Marie P: Sur deux cas d’acromegalie: hypertrophie singuliere non
congenitale, des extremites superieures, inferieures, et cephaligue. Rev
med 6:297-333, 1886
2-
Collins WF: Hypophysectomy: historical and personal perspective. Clin
Neurosurg 21:68-78, 1974
3-
Couldwell WT, Simard MF, Wiess MH,et al: Pituitary and adrenal, in
Schwartz SI, Shires GT, Spencer FC (eds): Principles of Surgery, ed
7.New York: McGraw-Hill, 1999,pp 1613-1659
4-
Giordano F: Compendio di Chirurgia Operativa Italiana, ed 2. Torino,
Italy:UTET, 1911 (Reference unverified)
5-
Onesti TS, Post DK: Complication of Transsphenoidal microsurgery in post
DK Friedman DDEE, Mc Cotmik P (eds): Postoperative complications in
intra cranial Neurosurgery, Thieme medical puplushing Newyork P
61:63,1892.
6-
Liu JK, Das K,Weis MH, Laws ER Jr, Couldwell WT: The history and
evoluation of transsphenoidal surgery. J Neurosurg. 2001 Dec;95 (65) :
1083-96.
7-
Kocher T: Ein Fall von Hypophysis tumor mit operativer Heilung. Dtsch Z
Chir 100:13-37, 1909
8-
Kanavel AB: The removel of tumors of the pituitary body by an infranasal
route. A proposed operation with a description of the technic. JAMA 53:
1704-1707. 1909
9-
Cushing H: The Weir Mitchell Lecture. Surgical experiences with pituitary
disorders. JAMA 63: 1515-1525, 1914
10-
Cushing H: Partial hypophysectomy for acromegaly. With remarks surgical
result in 338 cases (Dr. Harvey Cushing’s series). Br J Surg 26: 811-921,
1939
98
11-
Dott NM, Bailey P: A consideration of the hypophyseal adenomata. Br J
Surg 13: 314-366, 1925
12-
Horwitz NH: Library: historical perspective: Norman M. Dott (1897-1973).
Neurosurgery 45: 944-948, 1999
13-
Hardy J: Transsphenoidal pituitary Approach to the Gland in Robert H
Wilkins, setti S Rengachary (eds). Neurosurgery Vol I 1375-1384, 1996
USA.
14-
Hardy J: (Surgery of the pituitary gland, using the trans-sphenoidal
approach. Comparative study of 2 technical methods.) Union Med Canada
96: 702-712, 1967 (Fr)
15-
Welbourn RB: The evolution of transsphenoidal pituitary microsurgery.
Surgery 100: 1185-1190, 1986
16-
Hardy J: Transsphenoidal microsurgery of the normal and pathological
pituitary. Clin Neurosurg 16: 185-217, 1969
17-
Bushe KA, Halves E: Modifizierte Technik bei transnasaler Operation der
Hypophysengeschwulste. Acta Neurochir 41: 163-175, 1978
18-
Yaniv E, Rappaport ZH: Endoscopic transseptal transsphenoidal surgery
for pituitary tumors. Neurosurgery 40: 944-946, 1997
19-
Jho HD, Carrau RL: Endoscopic endonasal transsphenoidal surgery:
experience with 50 patients. J Neurosurg 87: 44-51, 1997
20-
James K. Lıu, M.D., Kaushık Das, M.D., Martin H. Weıss, M.D., Edward R.
Laws, Jr., M.D.,and William T. Couldwell, M.D., Ph.D.: The history and
evolution of transsphenoidal surgery. J Neurosurg 95: 1083-1096, 2001
21-
Dere F: Nöroanatomi ve fonksiyonel nöroloji. Çukurova Üniversitesi Tıp.
Fak. Yay. Kurulu Adana 1996
22-
Kayalı H, Satıroğlu G, Taşyürekli M: İnsan Embriyolojisi. 7. Basım Alfa
Basım –yayın Sayfa 167-169, 1992
99
23-
Tindall GT, Borrow LD: Tumors of the sellar and parasellar area in aduty in
youmans Jr (ed): Neurological surgery USA: WB Sanders S Company pp
3347-3504, 1997
24-
Dillon, R. S.: Handbook of Endocrinology: Diagnosis and Management of
Endocrine and Metabolic Disorders, 2nd Ed. Philadelphia, Lea & Febiger,
1980
25-
Eisenberg BM, Onesti S, Post KD: Functioning pituitary tumors in Robert H
Wilkins, settu S Reganchhory (eds): Principles of neurosurgery pp: 34.234.19, 1994. Mosby-year book Europe Ltd England.
26-
Rauschning W: Brain Tumors and Tumor Like masses classucation and
Differential Diagnosis in Diagnostie neuroradiology (eds) Anne 6. OSBORN
painted in USA pp. 461-485, 1994
27-
Taner D, AtaseverA, Durgun B: Fonksiyonel nöroanatomi. ODTÜ
Geliştirme Vakfı yaymcılık ve İletişim De. Şubat 1998.
28-
Baxter, J.D., and MacLeod, K. M.: Molecular basis for hormone action. In
Bondy, P. K., and Rosenberg, L.E. (eds): Metabolic Control and Disease,
8th Ed. Philadelphia, W.B. Saunders Co., 1980,p. 104.
29-
Fujji K, Chambers MS, Rhotan AL Jr. Neurovascular relation ships of the
sphenoid sinüs. J . Neurosurg 50: 31-39, 1979
30-
Kaplan AH, Browden J, Kriegen JA: İntracavernous connections of the
cavernous sinuses. J . Neurosurg Vol:45, August 1976
31-
Krisht FA, Barrow DL, Bornett WD et al.: The microsurgical Anatomy of the
Superior Hypophyseal Artery. Neurosurgery Vol 35, No:5, November 1994
32-
Leclernco AT, Grisolli F: Arterial blood syophy of the normal human
pituitary gland. J. Neurosurg 58: 678-681, 1983
33-
Renn HW, Rhoton AC: Microsurgical anatomy of the sellar region. J.
Neurosurg Vol:43, September 1975
34-
Rhoton AL Jr, Hardy DG, Chambers SM: Microsurgical anatomy and
dissection of the sphenoid bone, cavernous sinus and sellar region. Surg
Neurol 12:63-104, 1979.
100
35-
Friend KE, Chiou YK, Lopes MBS et all: Estrogen receptor Expression in
Human pituitary: Correlation with immunohistochemistry in normal tissue
and immunohistochemistry and morphology in macroadenomas Journal of
Clin Endocrinology and Metabolism. Vol 78, No:6 p1497-1503 1994.
36-
Scheithauer BW, Kovacs KT, Laws ER Jr., and Raymond V. Randall:
Pathology of invasive pituitary tumors with special reference to functional
classification. J Neurosurg 65:733-744, 1986.
37-
Thapar K, Kovacs K, Hirvath E, et al.: Classification and pathology of
pituitary tumors in editors Robert H Wilkins settins Rengachary Second
edition. Vol:1, p 1273-1289, 1996 USA.
38-
Wilson CB : Extensive personal experience ‘surgical management of
pituitary tumors’. Journal of Clin Endocrinol and Metab Vol: 82, No:8, May
1997.
39-
Vezine JL: Prolactin secreting pituitary adenomas radiologic diagnosis in:
progness in prolactin physiology and pathology C Robyn, M Horder G (eds)
Elsevier Nort Holland Biomedical press Amsterdam New York pp 351-360,
1978.
40-
Kovacs K, Scheithauer B, Horvath E, Lloyd R: The World Health
Organization classification of adenohypophyseal neoplasms: A proposed
five-tier scheme. Cancer 78:502-510, 1996.
41-
FitzPatrick M, Tartaglino LM, Hollander MD, Zimmerman RA, Flanders AE:
Imaging of sellar and parasellar pathology. Imaging in OphtalmologyII
Vol:37, No:1, January 1999.
42-
Gorczyca W, and Hardy J: microadenomas of the Human Pituitary and
Their Vascularization. Neurosurg Vol: 22, No: 1, Part 1, 1988.
43-
Francavilla LT, Miletich R, Michele D: Position Emission Tomography of
pituitary macroadenomas: Hormone production and Effects of Theropres:
J. Neurosurgery Vol:28, No:6, 1991.
44-
Lamasters LD, Bogger EJ, Wilson CB: Computered tomography of a sellar
spine. J. Neurosurg 57: 407-409, 1982.
101
45-
Montanera W, Kuchorczyke W: Imaging of sellar and parasellar lesions.
Neurosurg (Eds) Robert H Wilkins settings Rengachary second edition
USA Vol:1, page 1253-1272, 1996.
46-
Nelson BP, Robinson GA, Hirsch W: Postoperative computed tomography
evaluation of patients with large pituitary tumors treated with operative
decompression and radiation Therapy J. Neurosurgery. Vol: 28, No: 2,
1991. USA.
47-
Thorner MO, Vance ML, Horvath E, Kovacs K: The anterior pituitary. In
Wilson JD, Foster DW, (eds): Williams Textbook of Endocrinology.
Philadelphia, WB Saunders, 1992, pp 221-310.
48-
Dwyer AI, Frank JA, Doppman JL et al.: Pituitary adenomas in patients
with cushing disease instual experience with Gd- DTPA enhanced MRI
imaging . Radiology 163:421-426,1987.
49-
Nichols AD, Laws ER J, Housen WD and Abboud FC: Comparison of
magnetic rezonans imaging and computed tomography in the preoperative
evolvation of pituitary adenomas. Neurosurgery, Vol: 22, No: 2, 1988.
50-
Kulkarni MV, Lee KF, Mc Andle CB et all.: Microadenomas technical
considerations and CT correlation Am. J. Neuroradiol 9: 5-11, 1988.
51-
Molitch ME: Pathologic hyperprolactinemia. Endocrinol Metab Clin North
Am 21:877-901, 1992.
52-
Post K, Habas JE: Comparison of long term results between prolactin
secreting adenomas and ACTH secreting adenomas. Can J Neurol Sci
17:74-77,1990
53-
Molitch M: Pregnancy in the hyperprolactinemic woman. N Engl Med
312:1365-1370, 1985.
54-
Brodsky J, Cohen E, Brown B, et al: Surgery during pregnancy and fetal
outcome. Am J Obstet Gynecol 138:1165-1167, 1980.
55-
Molitch ME: Clinical manifestation of acromegaly. Endocrinol Metab Clin
North Am 21:597-614, 1992.
102
56-
Ezzat S, Mehmed S: Are patients with acromegaly at increased risk for
neoplasia ? J Clin Endocrinol Metab 72:245-249, 1991.
57-
Ezzat S, Strom C, Mehmed S: Colon polyps in acromegaly. Ann Intern Med
114:754-758, 1991.
58-
Alexander L, Appleton D, Hall R, Ross WM: Epidemiology of acromegaly in
the Newcastle region. Clin Endocrinol 12: 71-79, 1980.
59-
Faglia G, Arosio M, Bazzoni N: Ectopic acromegaly. Endocrinol Metab Clin
North Am 21: 575-595, 1992.
60-
Laws E, Piepgras D, Randall R, Abboud C: Neurosurgical management of
acromegaly. J Neurosurg 50:454-461, 1979
61-
Laws
EJ,
Trautmann
JC,
Hollenhorst
RW
Jr:
Transsphenoidal
decompression of the optic nerve and chiasm: Visual results in 62 patients.
J Neurosurg 46:717-722, 1977.
62-
Kreutzer J, Vance M. L., Lopes M. B. S., Laws E. R., Jr.: Surgical
Managament of GH-Secreting Pitüitary Adenomas: An Outcome Study
Using Modern Remission Criteria. The Journal of Endocrinology and
Metabolism 86(9):4072-4077, 2001.
63-
Wilson CB, Dempsey LC: Transsphenoidal microsurgical removal 250
pitüitary adenomas. J Neurosurg 50:454-461, 1978.
64-
Bates A, Van’t Hoff W, Jones J, Clayton R: An audit on the outcome of
acromegaly. QJ Med 86:293-299, 1993.
65-
Jaffe CA, Barkan A: Treatment of acromegaly with dopamine agonist.
Endocrinol Metab Clin North Am 21:713-735, 1992.
66-
Eastman RC, Gorden P, Glatstein E, Roth J: Radiation therapy of
acromegaly. Endocrinol Metab Clin North Am 21:693-713, 1992.
67-
Landolt A, Haller D, Lomax N, et al: Stereotactic radiosurgery for recurrent
surgically treated acromegaly: Comparison with fractioned radiotherapy. J
Neurosurg 88: 1002-1008, 1998.
68-
Laws ER, Chenelle AG, Thapar K: Recurrence after transsphenoidal
surgery for pituitary adenomas: Clinical and basic science aspect. In von
103
Werder K, Fahlbusch R (eds): Pituitary Adenomas: From Basic Research
to Diagnosis and Therapy. Amsterdam, Elsevier, 1996,pp 3-9.
69-
Laws ER, Thapar K: Recurrent pituitary adenomas. In Landolt A, Vance M,
Reilly P (eds): Pituitary Adenomas. Edinburgh, Churchill Livingstone, 1996,
pp 385-394.
70-
Luciano MG, Oldfield EH: The diagnosis of Cushing’s disease. In Cooper
PR
(eds):
Cotemporary
Diagnosis
and
Management
of
Pitüitary
Adenomas. Park Ridge, IL, American Association of Neurological
Surgeons, 1990, pp 101-123.
71-
Mamelak AN, Dowd FC, Tyrrell JB, McDonald FJ, and Wilson CB: Venous
Angiography is Needed to Interpret Inferior Petrosal Sinus and Cavernous
Sinus
Sampling
Data
for
Lateralizing
Adrenocorticotropin-Secreting
Adenomas. Journal of Clin Endocrinol and Metab Vol: 81,No.2, 475481,1996.
72-
Newll-Price J, Trainer P, Besser M, Grossman A: The diagnosis and
differential diagnosis of Cushing’s syndrome and pseudo-Cushing’s states.
Endocr Rev 19:647-672, 1998.
73-
Semple P, Laws E: Complication in a cotemporary series of patients who
underwent transsphenoidal surgery for Cushing’s disease. J Neurosurg
91:175-179, 1999.
74-
Tsang RW, Brierley JD, Panzarella T, et al: Role of radiation therapy in
clinical hormonally-active pituitary adenomas. Radiother Oncol 41:45-53,
1996.
75-
Morange-Ramos I, Regis J, Dufour H, et al: Short-term endocrinological
results after gamma knife surgery of pituitary adenomas. Stereotact Funct
Neurosurg 70:127-138, 1998.
76-
Beck-Peccoz P, Brucker-Davis F, Persani L, et al: Thyrotropin-secreting
pituitary tumors. Endocr Rev 17:610-638, 1996.
77-
Ebersold MJ, Quast LM, Laes ERJ, et al: Long-term results in
transsphenoidal
removal
of
Neurosurg 64:713-719, 1986.
104
nonfunctioning
pituitary
adenomas.
J
78-
Ebersold MJ, Laws ER, Schelthaver BW, et al: Pituitary apoplexy treated
by transsphenoidal surgery. A clinicopathological and immunocytochemical
study. J Neurosurg 58:315-320,1983.
79-
Onesti TS, Wisniewski T, Post DK: Clinical versus subclinical pituitary
apoplexy presentation surgical management and outcome in 21 patients.
Neurosurgery Vol:26, No:6, 1990.
80-
Cardoso E, Peterson E: Pituitary apoplexy: A review. Neurosurgery 14:363373, 1984.
81-
Laws ERJ: Transsphenoidal approach to pituitary tumors. In Schmidek HH,
Sweet WH (eds): Operative Neurosurgical Techniques, vol 1. Philadelphia,
WB Saunders, 1995, pp 283-292.
82-
Laws ERJ: Transsphenoidal surgery. In Apuzzo MLJ (ed): Brain Surgery:
Complication Avoidance and Management, vol 1. New York, Churchill
Livingstone, 1993, pp 357-362.
83-
Spencer W, Das K, Nwagu C, et al: Approaches to the sellar and
parasellar region: Anatomic comparison of the microscope versus
endoscope. Laryngoscope 109:791-794, 1999.
84-
Jho HD, Carrau RL: Endoscopic endonasal transsphenoidal surgery:
Experience with 50 patients. J Neurosurg 87:44-51, 1997.
85-
Zervas NT: Surgical result for pituitary adenomas: Result of international
survey. In Black PM, Zervas NT, Ridgeway EC, Martin J (eds): Secretory
Tumors of the Pituitary Gland. New York, Raven Press, 1984, pp 377-385.
86-
Laws ER, Fode NC, Redmond MJ: Transsphenoidal surgery following
unsuccessful prior therapy: an assessment of benefits and risks in 158
patients. J Neurosurg 63:823-829, 1985.
87-
Laws ER: Vascular complications of transsphenoidal surgery. Pituitary
2:163-170, 1999.
88-
Laws ER, Thapar K: Pituitary surgery. Endocrinol Metab Clin North Am
28:119-131, 1999.
105
89-
Laws ER: Pituitary Tumors. In Little JR, Awad IA (eds): Reoperative
Neurosugery. Baltimore, Williams & Wilkins, 1992, pp 106-112.
90-
Laws ER Jr: Acromegaly and gigantism in Robert H Wilkins, setti
spangachy (eds) Neurosurgery pp:1317-1320, 1996.
91-
Kane LA, Leinung MC, Scheithauer BW, Bergstralh EJ, Laws ER Jr et al:
Pituitary Adenomas in Childhood and Adolescence. Journal of Clin.
Endocrinol and Metab Vol. 79, No. 4, 1135-1140, 1994.
92-
Kunwar S, Wilson CB: Pediatric Pituitary Adenomas. Journal of Clin.
Endocrinol and Metab Vol. 84, No. 12, 4385-4389, 1999.
93-
Partington MD, Davis DH, Laws ER, Scheithauer BW: Pituitary adenomas
in childhood and adolescence: Result of transsphenoidal surgery. J
Neurosurg 80: 209-216, 1994.
94-
Kurosaki M, Lüdecke DK, Flitsch J, Saeger W: Surgical treatment of
clinically nonsecreting pituitary adenomas in elderly patients. Neurosurg
Vol 47 No:4 p 843-849 2000.
95-
Comtois R, Beauregard H, Somma M, et al: The Clinical and Endocrine
Outcome to Transsphenoidal Microsurgery of Nonsecreting Pituitary
Adenomas. Cancer 68: 860-866, 1991.
96-
Saito K, Kuwayama A, Yamamato N, et al: The Transsphenoidal Removal
of non functioning pituitary adenomas with suprasellar extension. The open
sella method and intentionally steged operation. Neurosurgery Vol: 36, No:
4, April 1995.
97-
Black PM, HSV WD, Klibamski A, Kliman B, et al: Hormon production in
clinically non functioning pituitary adenomas. J Neurosurg 66: 244-250,
1987.
98-
Kremer P, Farsting M, Human J, Sontar K: MRI imaging of residual tumor
tissue after transsphenoidal surgery of hormone inactive pituitary
adenomas, a prospective study. Acta Neurochir (Wien) 65: 27-30, 1996.
99-
Oyesiku NTM, Tindall GT: Endocrine inactive adenomas; Surgical result
and prognosis. Landolt AM, Vance ML, Reilly PL. Pituitary adenomas
Curchill Livingstone pp. 377-383, 1996.
106
100-
Couldwel TW, Simard TM, Weiss HM: Surgical management og Growth
hormone-secretory
and
prolactin-secreting
pituitary
adenomas
in
Schimidek HH, Sweet WH (eds), operative neurosurgical techniques,
indications, methods and results. pp. 305-313, 1995.
101-
Jaquet P: Medical therapy of prolactinomas Acta Endocrinologica 129
(suppl) 31-33, 1993.
102-
Landolt
AM:
Prolactinomas;
Pre-operative
bromocriptine
treatment
perspectives in Neurological surgery 1: 105-119, 1990.
103-
Barrow DL, Tindall GT, Kovacs K, et al: Clinical and pathological effects of
bromocriptin on prolactin-secreting and other pituitary tumors. J Neurosurg
60: 1-7, 1984.
104-
Tindall GT, Reisner A: Prolactinomas in Robert H Wilkins, settis
Rengachery. Neurosurgery pp. 1299-1307, 1996.
105-
Reilly PL: Prolactinomas ; Surgical results and prognosis. Landolt AM,
Vance ML, Reilly PL: Pituitary adenomas. New York Curchill Livingstone pp
363-375, 1996.
106-
Massoud F, Serri O, Hardy J, Somma M, Beauregard: Transsphenoidal
Adenomectomy for Microprolactinomas: 10 to 20 years of follow up. Surg
Neurol 45: 341-346, 1996.
107-
Feigenbaum SL, Downey DE, Wilson CB, Jaffe RB: Extensive Personal
Experience:
Transsphenoidal
Pituitary
Resection
for
Preoperative
Diagnosis of Prolactin-Secreting Pituitary Adenoma in Women: Long Term
Follow-Up. Journal of Clin Endocrinol and Metab Vol:81, No:5,1996.
108-
Randall RV, Laws ER Jr, Abboud CF, Ebersold MJ, et al: Transsphenoidal
Microsurgical Treatment of Prolactin-Producing Pituitary Adenomas. Mayo
Clin Proc 58:108-121, 1983.
109-
Tyrrell JB, Lamborn KR, Hannegan LT, Applebury CB, Wilson CB:
Transsphenoidal Microsurgical Therapy of Prolactinomas: İnitial Outcomes
and Long-term Results. Neurosurgery Vol:44, No:2, 1999.
107
110-
Serri O, Beauregard C, Hardy J: Long-Term Status and Disease-Related
Morbidity in 53 Postoperativ Patients with Acromegaly. J Clin Endocrinol
Metab 89(2): 658-661, 2004.
111-
Ross DR, Wilson CB: Result of transsphenoidal microsurgery for growth
hormone-secreting pituitary adenoma in series of 214 patients. J
Neurosurg 68: 854-867, 1988.
112-
Nyquist P, Laws ER Jr, Elliott E: Novel Features of Tumors That Secrete
Both Growth Hormone and Prolactin in Acromegaly. Neurosurgery Vol. 35,
No. 2, 1994.
113-
Abosch A, Tyrrell JB, Lamborn KR et al: Transsphenoidal Microsurgery for
Growth Hormone-Secreting Pituitary Adenomas: İnitial Outcome and LongTerm Results. J Clin Endocrinol and Metab Vol. 83, No. 10, 1998.
114-
Shimon I, Cohen ZR, Ram Z, Hadani M: Transsphenoidal Surgery for
Acromegaly: Endocrinological Follow-up of 98 Patients. Neurosurgery Vol.
48, No. 6, 2001.
115-
Mampalam TJ, Tyrrell JB, Wilson CB: Transsphenoidal Microsurgery for
Cushing’s Disease. Annals of Internal Medicine 109: 487-493, 1988.
116-
Watson JC, Shawker TH et al: Localization of pituitary adenomas by using
intraoperative ultrasound in patients with Cushing’s disease and no
demonstrable pituitary tumor on magnetic resonance imaging. J Neurosurg
89: 927-932,1998.
117-
Tindal GT, Herring CI, Clark RV et al: Cushing’s disease result of
transsphenoidal microsurgery with emphasis on surgical failures. J
Neurosurg 72: 363-369, 1990.
118-
Bogan
JE,
Tyyrell
BJ,
Wilson
CB:
transsphenoidal
microsurgical
management of cushing’s disease : Report of 100 cases. J Neurosurg 59:
195-200, 1983.
119-
Shimon I, Ram Z, Cohen Z et al: Transsphenoidal Surgery for Cushing’s
Disease:
Endocrinological
Follow-up
Neurosurgery Vol. 51, No. 1, 2002.
108
Monitoring
of
82
Patients.
120-
Sanno Naoko, Teramoto A, Osamura Yoshiyuki: Long-term surgical
outcome in 16 patients with thyrotropin pituitary adenoma. J Neurosurg 93:
194-200, 2000.
121-
Mindermann T, Wilson CB: Thyrotropin-producing pituitary adenomas. J
Neurosurg 79:521-527, 1993.
122-
Onesti St, Wisniewski T, Post KD: Clinical versus subclinical pituitary
apoplexy presentation surgical management and outcome in 21 patients
Surgical Neurology 26:980-986, 1990.
123-
Ciric
I,
Ragin
A,
Baumgartner
C,
Pierce
D:
Complications
of
Transsphenoidal Surgey: Results of a National Survey, Review of the
Literature, and Personal Experience. Neurosurgery Vol. 40, No. 2, 1997.
124-
Wilson CB: A decade of pituitary microsurgery the Herbert olivecrona
lecture. J Neurosurg 61: 814-833, 1984.
125-
Black PM, Zervas NT, Candia GL: İncidance and management of
complications of transsphenoidal operation. For pituitary adenomas.
Neurosurgery 20: 920-924, 1987.
126-
Freidberg SR, Hybels RL, Bohigian RK: Closure of cerebrospinal fluid
leakage after transsphenoidal surgery: Technical note. Neurosurgery 35:
159-160, 1994.
127-
D’Arrigo C, Landolt AM: Fibrin sealing of mucopericondrial flops in
endonasal-transsphenoidal surgery: Technical note. Neurosurgery 35: 529532, 1994.
128-
Grisgsby PW, Simpson JR, Fineberg B: Late regrowth of pituitary
adenomas after irradiation and/or surgery. Cancer 63: 1308-1312, 1989.
109
Download