depremin sosyolojik incelenmesi: 2011 van depremi

advertisement
DEPREMİN SOSYOLOJİK İNCELENMESİ: 2011 VAN DEPREMİ
Z. Yonca Odabaş*
Sosyal bilimler ile doğa bilimlerinin kesişim noktalarından birisi olan afet olgusu, bahsi geçen
çalışma alanlarının ilgisini özellikle son on yıllarda daha fazla çekmeye başlamıştır. Böylesine
yönelimin arkasındaki temel nedenlerden bir tanesi afetlerin niceliksel olarak yirminci yüzyılın
birinci yarısı ile kıyaslandığında artış göstermesi sayılabilir. Bu artışın oluşumunda ise karmaşık
ilişkiler ağı bulunmaktadır. Çoklu unsurların farklı kombinasyonlarla birbirlerini, karşılıklı
olarak etkilemeleri, karmaşık ilişki ağlarının temel mantığını ifade etmektedir. Böylesine iç içe
girmişlik, afet olgusunun çoklu disipliner bir çalışma alanı olarak ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Bu çoklu disipliner özellik ise başta da belirtildiği gibi modernitenin mantığını
içselleştirilmiş ve onun somut örneği olan olan sosyal ve doğal bilim ayrımının yavaş yavaş
belirsiz hal alması ile eş zamanlılık göstermektedir. Farklı bir ifade ile afetlerin tanımlanmasında
kullanılan tek nedenli ve doğrusal bir çizgiye odaklanan bakış açısı son on yıllarda yerini çok
nedenli ve döngüsel bir anlayışa bırakmış bulunmaktadır.
Böylesine bir akıl yürütme biçimini önemseyen afet tanımlamaları da odak noktaları açısından
farklılık göstermiş olmasına rağmen, genel olarak hemen hemen hepsinde olan ortak noktalar
bulunmaktadır (Fritz,1961). Bu çalışmada da bu ortak noktalardan hareket edilerek bir afet
kavramsallaştırması yapılmaya çalışılmıştır. Bunun yanı sıra son on yıllarda doğa bilimlerde
ortaya çıkan ve etki alanını sosyoloji ve psikoloji dahil olmak üzere farklı sosyal ve doğa
bilimlerinde de gösteren “Karmaşıklık ve Kaos Çalışmaları” perspektifi de bu araştırmanın ana
bakış açısını ifade etmektedir. Belirtilen kavramsal ve teorik bakış açılarından yararlanılarak bu
çalışmada, 2011 yılında Van İli’nde meydana gelen iki büyük ve yıkıcı depremin sosyal etkileri
ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Risk Toplumu, Dünya Risk Toplumu ve Afet Olgusu
Risk Toplumu ile ilgili tartışmalar, 1990’lı yıllardan itibaren sosyal bilimler literatüründe kendini
göstermeye başlamıştır. Bu kavramın sahipleri olan Giddens ve Beck, bu kavramı tanımlama ve
bu olgunun ortaya çıkma nedenlerini açıklamada ortak argümanlarda bulunmuşlardır. Her iki
düşünüre göre, modern toplum ötesinde bir nitelik gösteren bu yeni olgu, Batı toplumlarının
aşırı bireyselciliğe ulaşmasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Farklı bir şekilde ifade edilecek
olursa, Risk Toplumu, sosyolojinin kurucularından olan Durkheim’ın en büyük korkusu olan
“anomi”nin, yani kolektif bilincin çözülmesinin, bireyselleşmenin yoğun bir şekilde yaşanmasının
gerçekleşmiş halidir denilebilir. Batı toplumları buna ek olarak Horkheimer(2005)’ın ifade ettiği

*
Çalışma, Atatürk Üniversite Bilimsel Araştırmalar Projesi kapsamında yürütülen projenin sonuç raporudur.
Doç. Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, [email protected]
6
“Akıl Tutulmasını” yaşamışlar ve pozitif bilime karşı saplantılı bağlılıklarını her fırsatta (bilimde,
sanatta, gündelik yaşamda) göstermişlerdir.
Böylesine bir deneyimin yaşandığı Batı toplumu Giddens ve Beck’e göre artık “Akıl
Tutulması”nın sınırlarına gelmiş ve sorgusuz sualsiz fetişleştirdiği bilim başta olmak üzere
modern toplumun tüm değerlerine karşı kuşkucu bir gözle bakmaya başlamıştır. Özellikle
pozitif bilime ve onun pratiklerinden olan teknolojiye karşı olan aşırı sadakat, pozitif bilimin
“pozitif” yönlerinden daha ziyade “negatif” yönlerine maruz kalma nedeni ile çözülmeye
uğramıştır. Refleksif modernite ya da düşünümsel modernite denilen bu süreç ile bilim ile
toplum arasındaki ilişki yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır.
Risk toplumunda bilim, bir boyutu ile yeni risklerin kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Bu
yeni riskler, gelecek konusunda toplumlar kendilerine belirli bir yol çizmelerinde sınırlılıklara
neden olmaya başlamakta ve rasyonel toplum olan modern toplumun kesinliğinden giderek
uzaklaşılmaktadır. Olasılıkların egemen olduğu bu yeni oluşum içinde, toplumlar ve kişiler,
karanlık içinde kendilerine güvenilir yollar bulmak için farklı stratejiler geliştirmeye başlamış ve
korkularının kaynağını ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
Beck ( 1992, 1999), Risk Toplumu ile ilgili dile getirdiği bu argümanlarını zaman içinde daha
da geliştirmiş ve Dünya Risk Toplumu kavramsallaştırması ile Batı toplumlarında ortaya çıkan
değişim ve dönüşümleri adlandırmıştır. Bu yeni olguda, riskler ulus devlet sınırlarını aşmış ve
uluslararası bir arenada boy göstermeye başlamıştır. Özellikle, pozitif bilimin pratiği olan
teknolojik gelişmeler, bu oluşumda en önemli etken olarak görülmüş ve teknoloji aracılığı ile
ortaya çıkan yeni tür risklerden bahsedilmiştir. Nükleer santrallerden kaynaklanan sorunlar,
genetiği ile oynanmış gıdalar, biyolojik silahlar Dünya Risk Toplumu’nun temel örnekleri
arasında yer almaktadır. Bu riskler ile başa çıkmada, diğer bir deyişle mücadele etmede artık,
ulus devletlerin tek başına müdahalesi yeterli olmamakta, bu nedenle uluslararası bir girişime
ihtiyaç duyulmaktadır.
Gerek Risk Toplumu’nun gerekse Dünya Risk Toplumu’nun geleceğe yönelik belirsizliklere
odaklanan ve içerik bakımından karamsar bakış açısı, fizyolojik bir varlık olan yerkürenin sahip
olduğu potansiyel riskleri de içermektedir. Depremler, seller, fırtınalar yerkürenin fizyolojik
özelliklerinden kaynaklanabilen riskler arasında yer almaktadır. Bu riskler gelecekte insan
birlikteliklerini tüm yönleri ile tehdit etme potansiyeline sahip bulunmaktadır. Bunun yanı sıra
bu doğa olayları geçmişte de insan birlikteliklerini tüm yönleri ile tehdit etmiştir. Doğa olayların
geçmiş zamana ait olma durumu, gerek doğa bilimleri, gerekse sosyal bilimleri ilgilendiren yeni
bir kavramı karşımıza çıkarmaktadır: Afet.
Bununla birlikte, afet tanımlamalarında odak unsur sadece doğa olayları olmamış, kavramın
sınırları, Giddens (1998)’ın “dışsal risk” ile “imal edilmiş risk” arasında yaptığı ayrıma benzer
şekilde doğal afetleri ve imal edilen yani insanlar tarafından üretilen afetleri de içerecek şekilde
genişletilmiştir. Bunun yanı sıra iki kutuplu bir bakış açısının neden olduğu sorunların da
farkına varılarak, bu iki uç noktanın kesişim alanları da afet tanımlamaları içinde yerlerini
bulmuştur.
7
Afet ile risk arasındaki temel farklılık zaman boyutunda karşımıza çıkmaktadır. Doğal, insan
ürünü ya da melez nitelikli afetler, aslında geçmişte yaşanmış olaylardır. Bunların gelecekte
yaşanma olasılığı ise, afet riski kavramının içeriğini oluşturmaktadır. Bahsi geçen her iki kavram
politika alanında da yansımasını bulmakta ve düzen ve ilerleme mantığı çerçevesinde
kurgulanmış olan toplum kavramsallaştırmaları afet ve afet yönetimi anlayışını üretmektedir.
Diğer bir deyişle, gerek afet olgusu, gerekse afet riski kavramsallaştırması, insan birlikteliklerinin
“normal işleyişlerini” bozduğu için, “düzeni” kırdığı için, onunla başa çıkmak amacı ile
disiplinlerarası bir çalışma alanı olan ve afetlerin ya da afet risklerinin olumsuz etkilerinin
olabildiğince minimum seviyeye indirilmesini hedefleyen “afet yönetimi” ve “afet riski yönetimi”
alanlarının oluşmasına sebep vermiş ve erken dönemlerde, tepeden aşağıya doğru bir yön
izleyen bu alanlarda, pratikte karşılaşılan sorunlar ve bu sorunların meydan okumaları ile
tabandan yukarıya doğru bir bakış açısının daha etkili olacağı kanaatine varılmıştır.
Tabandan hareket eden afet ve afet riski yönetimi alanları, ayrıntıların öneminin farkına
varmayan ya da varmak istemeyen erken dönem afet ve afet riski yönetim alanlarından kökten
bir farklılık göstermektedir. Temel kabulü, insan birlikteliklerinin homojen olmadığı ve bu
heterojenliğin afet olgusu ile kesişim yaşadığı durumlarda, afet ve afet riski yönetimi için önemli
bir tehdit ve kaynak olabileceğine dayanan bu bakış açısı ile daha sürdürülebilir bir afet ve afet
riski yönetimi modeli ve pratiği mümkün olabilmektedir. Her türlü insan birlikteliğinin gerek
kendi içinde gerekse diğer insan birliktelikleri oluşumları arasında benzer ve farklı noktaları
bulunmaktadır. Bu benzerlik ve farklılıkların dikkate alınması afet ve afet riski yönetiminin
etkililiği için büyük önem taşımaktadır.
İncinebilirlik, hassasiyet ya da kırılganlık olarak da sıklıkla karşımıza çıkan bu heterojenlik
durumunun, ilk bakışta negatif bir içeriğe sahip olsa da; daha derinden bir inceleme ile, dolaylı
da olsa, bu özelliklere sahip olan kesimlerin sahip oldukları pozitif niteliklere de vurgu yaptığı
görülmektedir. Diğer bir ifade ile insan birlikteliğinin heterojenliğinin, sosyal sınıf ve SES
(sosyoekonomik seviye) farklılıkları, toplumsal cinsiyet farklılıkları, etnik köken farklılıkları, ırk
farklılıkları, sağlıklı olup olmama üzerinden çizilen “normal-patoloji” ayrımı, bunun önemli
uzantılarından biri olan bedensel ve zihinsel engellilik durumu ve yaş farklılıkları ile yaşlılık
tartışmalarını da içerdiğini ileri sürmek söz konusudur. Böylesine bir çeşitlilik tüm sosyal
sorunlar için hem avantaj hem de dezavantaj sağlamakta ve bu durum afet ve afet riski yönetimi
tartışmaları için de geçerliliğini korumaktadır.
Orta sınıfın bir üyesi olan, zihinsel ve bedensel bir engeli olmayan, yetişkin ve heteroseksüel
olan beyaz Batılı erkeğin yarattığı dünyada bu erkeğin dışında olan tüm sosyal kesimler göz
ardı edilmiş durumdadır. Bütüncül bir bakış açısı ile Dünyayı, insanı öncelikli olarak
“açıklamaya”, daha sonra kendisine yöneltilen eleştiriler çerçevesinde “anlamaya” çalışan beyaz
erkek, yine de önceliği kendine vermiş ve diğer sosyal kesimleri, fiziksel çevreyi ihmal etmeye
devam etmiştir. İhmal edilen bu sosyal ve fiziksel çevrede yer alanlar (kadınlar, çocuklar,
engelliler, farklı ırk ve etnik kökene ait olanlar, yaşlılar, homoseksüeller ile fizyolojik çevre, diğer
bir deyişle doğa) süreç içinde kendi bakış açılarından Dünyayı anlatmaya çalıştıkları kavramsal
ve kuramsal çerçevelerini inşa ederek, bu hegemonik ilişkiye engel olmaya çalışmışlar ve
çalışmaya devam etmektedirler. Feminist Teori, Çocukluk Çalışmaları, Engellilik Çalışmaları,
8
Eleştirel Irk Teorisi, Gerontoloji, Queer Teori, Yeni Ekolojik Paradigma bu karşı çıkış sürecinde
oldukça aktif rol oynamışlardır.
Afet ve afet riski yönetimi ile ilgili çalışmaların farklı disiplinlerin kesişim noktası olması, onun
burada bahsedilen hegemonik ilişkiyi de dikkate almasını gerektirdiği su götürmez bir gerçektir.
Her ne kadar farklı başlıklar altında ortaya çıkmış olsa da, söz konusu eleştirel bakış açılarının
birbirleri ile kesişimsellik (intersectionality) ilişkisi içinde oldukları bilinmektedir. Diğer bir
deyişle, melezlikler sosyal ve fiziksel çevrenin temel öğeleri olmuşlardır.
Problem:
Lindell (2013: 797), afet çalışmaları olarak isimlendirilen disiplinlerarası ya da çoklu disipliner
alanın afet ya da kitlesel acil durumlar olarak ifade edilen ve aniden ortaya çıkan kolektif boyutta
stres yaratan olayların sosyal ve davranışsal görünümlerine odaklandığını belirtmektedir. Tehlike
yaratan doğa olayları, gruplar arası şiddet içeren çatışmalar, teknolojik kazalar, yaşamsal
kaynaklarda yaşanan kıtlık, en genel ifade ile gündelik yaşamın olağan rutini içinde devam
etmesini engelleyen her türlü olumsuz olayların bu başlık altında ele alınacağını dile
getirmektedir.
Wallace (1956’dan akt. Lindell, 2013:798), afetlerin mekan odaklı oluşumlarının, farklı bir şekilde
dile getirilecek olursa afetlerin belirli mekanlarda meydana gelmesinin sonucu olarak bir dizi
etki alanlarının ortaya çıktığını ifade etmektedir. Bu etki alanları ise daha önce bahsedilen
incinebilirlik kavramına ek olarak dayanıklılık kavramını da tartışmalara dahil etmektedir. Ancak
yine daha önce de dile getirildiği gibi toplum denilen olgu oldukça karmaşık bir niteliğe sahiptir
ve bu karmaşık ilişkiler ağı, afet olgusunda da kendisini göstermektedir. Bu karşılıklı içiçe geçiş
durumu afet incinebilirliğinin yine kendi aralarında karşılıklı etkileşimi içeren çok sayıda alt
başlıklara ayrılmasına neden olmaktadır. Bu karmaşıklık ve karışıklık, afet etkilerinin neden ve
sonuçlarının neler olabileceği konusunda net bir remin çizilmesinde önemli bir engel teşkil
etmektedir. Şekil 1, bu karmaşık ilişki ağının işleyiş mantığı konusunda önemli ipuçları
vermektedir:
9
Acil durum yönetimi müdahaleleri
Afet öncesi
koşullar
Tehlike
azaltma
Acil duruma hazırlıklı
olma
İyileşmeye
hazırlıklı olma
Tehlikeye
maruz kalma
Fiziksel
etkiler
Sosyal etkiler
Fiziksel
incinebilirlik
Tehlike olayı
Sosyal
incinebilirlik
Şeki
Hazırlıksız olmaktan
kaynaklanan afet tepkisi
Hazırlıksız olmaktan
kaynaklanan afet iyileşmesi
Olaya özgü koşullar
Şekil 1: Afet Etki Modeli ( Lindell ve Prater, 2000’den akt. Lindell, 2013:799)
Afet çalışmalarının çerçevesini üç boyutta ele alan Lindell (2013:799), bu üç unsurun birbirleri
ile karşılıklı etkileşimlerine de dikkat çekmek istemektedir. Afet öncesi koşullar olarak ifade
edilen ilk boyut, tehlikeye maruz kalma, fiziksel ve sosyal incinebilirlik olarak üç alt başlığı
içerirken; acil durum yönetimi müdahaleleri şeklinde isimlendirilen ikinci boyutta ise tehlike
azaltma, acil durum hazırlıklı olma, iyileşmeye hazırlı olma süreçleri yer almaktadır. Son olarak
olaya özgü koşullar boyutunda tehlike olayı, hazırlıksız olmaktan kaynaklanan afet tepkisi,
hazırlıksız olmaktan kaynaklanan afet iyileşmesi dikkat çeken başlıklar olmaktadır. Tehlikelere
maruz kalma durumu, insanların belirli coğrafi alanları işgal etmesi ile yakın ilişki içinde
bulunmaktadır. Dere yataklarını yerleşim alanlı olarak belirleme bu duruma örnek olarak
verilebilir. Buna ek olarak, fiziksel incinebilirlik başlığı da kendi içinde alt bileşenlere sahip
bulunmaktadır: insan incinebililiği (yaşam kaybı ve yaralanmalar), tarımsal incinebilirlik (tarım
alanlarının zarar görme potansiyeli), yapısal incinebilirlik (alt yapı hizmetleri, bina kalitesi vb.)
bu başlıklar içinde ilk sıralarda yer almaktadır. Tüm bu süreçler ise, fiziksel ve sosyal etkileri
ortaya çıkarmakta ve /veya varolan fiziksel ve sosyal koşullardan etkilenmektedir. Bahsi geçen
fiziksel etkilere ölüm, yaralanma ve taşınır taşınmaz malların zarar görmesi örnek olarak
verilebilir. Sosyal etkiler ise, psikososyal etki (olumlu ya da olumsuz yönlerde kişiler arası ilişki
biçimlerine afetlerin etkisi bu başlık altında yer almaktadır), demografik etkiler (nüfusun
nicelikse ve niteliksel olarak afet nedeni ile değişime uğraması gibi), ekonomik etkiler (iş kaybı,
kaynak kaybı vb), politik etkiler (politik sisteme güvenin azalması, politik düzenin kırılması vb.)
başlıklarını içermektedir. Burada unutulmaması gereken en önemli nokta, tüm bu fiziksel ve
sosyal etkilerin hem kendi aralarında hem de daha önce belirtilen üç etki boyutu ile karşılıklı
olarak etkileşim içinde olduğudur.
10
Acil durum müdahaleleri başlığında ise, afet öncesi ve sonrası şeklinde yapılan afet yönetiminin
sınıflandırılması mantığı karşımıza çıkmaktadır. Doğrusal bir mantık çerçevesinde afet ile başa
çıkma süreçlerinin bu şekilde iki ayrı döneme ayrılması, Mileti(1999)’nin de belirtiği gibi afet
yönetiminin sürekliliğinin kısıtlanmasına neden olmaktadır. Böylesine sınırlılıktan kurtulmak için
ise, afet yönetiminin dört aşaması olarak da dile getirilen azaltma, hazırlıklı olma, tepki ve
iyileşme başlıkları döngüsel bir ilişki ağı içinde ele alınmalıdır.
Afetlerin şu ana kadar dile oluşum nedenleri ve etki alanları çerçevesinde bu çalışmanın temel
problemini, afetlerin sosyal düzeni bozma özelliği oluşturmaktadır. Bu sorundan yola çıkılarak
bu araştırmada 2011 yılında Van İli’nde meydana gelen iki büyük ve çok sayıda arttı depremin
sosyal ekonomik politik ve kültürel alandaki yansımaları birbirleri ile olan bağlantılarına da
dikkat edilerek tartışılmaktadır.
Amaçlar
Yukarıda dile getirilen genel amaca ek olarak bu yazıda ele alınan alt amaçlar şu şekilde
sıralanabilir:
1. Toplumsal cinsiyet olarak kavramsallaştırılan kadın ve erkeğin afet deneyimi ve bu deneyim ile
başa çıkma mekanizmaları nelerdir?
2. İncinebilirliği yüksek grup olarak değerlendirilen çocukların afet deneyimleri nelerdir?
3. Katılımcıların afet bilgi ve farkındalığı ne seviyedir. Bu seviyeyi etkileyen unsurlar nelerdir?
Önem
Afetler, homojen nitelik göstermeyen insan birlikteliklerini değişik derecelerde etkilemektedir.
Bu etkileme bir yönü ile incinebilirliği işaret ederken; diğer yönü ile de incinebilirliğin azaltılması
için neler yapılabileceği konusunda politika yapıcı, uygulayıcı ve araştırmacılara ipuçları
sağlamaktadır. Tabandan hareketle bir afet yönetimi (bottom up approach), bu amaca
ulaşmada oldukça işlevsel niteliğe sahip bulunmaktadır. Böylesine bir bakış açısı ve sayıltıdan
hareket eden bu çalışma, sürdürülebilir bir afet yönetimin gerçekleşebilmesi için ilk aşama olan
incinebilirlik boyutları ile başa çıkma kapasitelerinin neler olabileceğini belirli bir örneklem
içinde gösterebilme potansiyeli bakımından önem taşımaktadır.
Sınırlılıklar
2011 yılı sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusun etnik yapı ve bununla bağlantılı olarak gelişim
gösteren siyasi tercih bakımından göreli olarak Kürt kökenli vatandaşlarının yaşadığı Van İl’inde
meydana gelen iki büyük ve devamındaki artçı depremler, gerek bölgenin gerekse Türkiye’nin
genelinde farklı etkiler ve tepkilerin oluşumuna neden olmuştur. Ekonomik, siyasi, sosyal ve
kültürel değişimlerin her birisinin birbirleri ile karşılıklı olarak etkileşim içinde olduğu bu
çalışmanın temel kabulleri arasında yer almaktadır. Bu sayıltı üzerine kurgulanarak bu
çalışmada, depremin sosyal yaşam üzerine, afet topluluğunun gündelik yaşamında ve yaşam
11
algısında meydana getirdiği kırılmalar daha ayrıntılı olarak incelenmektedir. Çalışma sonucunda
ortaya çıkan sonuçlar, örneklem tekniğinin izin verdiği ölçüde sadece araştırmaya katılanlar ile
sınırlı tutulmaktadır.
Yaklaşım ve Sayıltılar
Bu çalışmanın teorik bakış açısını Karmaşıklık ve Kaos Çalışmaları oluşturmaktadır. Wallerstein
(1999) tarafından klasik sosyoloji kültürüne yönelik başkaldırılar arasında yer alan Karmaşıklık
Çalışmaları, klasik sosyolojinin tek nedenli açıklamalarının sınırlılıklarına dikkat çekmektedir.
Sayğan (2014), karmaşıklık kavramının sosyal ve doğa bilimlerinden farklı isimler tarafından
sıklıkla son dönemlerde kullanılmaya başlanıldığını ifade etmektedir: bu isimler arasında yer
alan Allen (2001:150’den akt. Sayğan, 20154) karmaşıklığı, “çevresine sadece bir yönden değil,
çok farklı yönlerden tepki gösterebilme kapasitesine sahip bir sistem” olarak tanımlamaktadır.
Allen’a göre bu tanım, karmaşıklığın tek yönlü ve doğrusal bir sistem olmadığı daha ziyade
dallanıp budaklanan çoklu unsurların bir arada karşılıklı olarak etkileşim içinde olduğu bir
sistam anlamına gelmektedir. Sistem ile ilgili çalışmalarda önemli bir diğer isim olan ve
sosyolojik olarak yeni işlevselciler arasında sayılan Luhmann (1985’den akt. Sayğan, 2014) da
karmaşıklığı “bir sistemde gerçekleşme ihtimali olan çok sayıda olasılık” anlamına gelmektedir.
Karmaşıklık, 1970’lerde ve 1980’lerin başında, bir grup bilim adamının yoğun çalışmalarının
neticesinde geniş bir alan olarak ortaya çıkmıştır. Biyoloji, kimya, bilgisayar simülasyonları,
evrim, matematik, sosyoloji, uyum psikolojisi, fizik karmaşık sistemler üzerine odaklanan farklı
çalışma alanlarından birkaçı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Doğrusal ve tek boyutlu bir var olmadan ziyade çoklu etmenlerin karşılıklı ilişkisine odaklanan
karmaşık sistemin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür (Sayğan, 2014):
 Doğrusal Olmama ve Öngörülemezlik: Karmaşıklık Teorisi’ne göre, doğrusallık ve neden-sonuç
ilişkisi ve modernitenin önemli bileşenlerinden olan “tahmin edilebilirlik”, gerçekliği anlamada
sınırlı bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle pozitif bilimlerin söz konusu mantığını reddetmektedir.
Bunun yerine, karmaşık sistemlerin dinamikliğinden dolayı geleceği tahmin etmenin çok güç
olduğunu ileri sürmektedir. Bu nedenle karmaşıklık sistemlerde öngörülemezlik temel özellik
olarak karşımıza çıkmaktadır.
 Kelebek Etkisi (Küçük Girdilerin Büyük Değişikliklere Neden Olması), Hassaslık ve Çekici
Öğelerin Etkisinde Kalma: Karmaşık sistemlerde çok küçük girdiler, çok büyük değişikliklere
neden olmaktadır. Brezilya’da küçük bir kelebeğin kanat çırpmasının Teksas’ta kasırganın ortaya
çıkmasında etkili olması ile özetlenen bu karmaşık bağlılık durumunun en örneklerinden bir
tanesi de “ekolojik zincir” kavramı ile somutlaşmaktadır. Açık bir sistem olarak yeryüzünde
denge hali istenilen bir durumdur ancak bu denge çok sayıda, gerçekte sayılamayacak sayıda
birimleri barındırmakta ve bu birimlerden bir tanesinin normalden uzaklaşması sistemin diğer
bileşenlerini de etkilemektedir. Bu nedenle sisteme yapılacak küçücük bir müdahale,
beklenmeyen ve öngörülemez çok büyük değişikliklere neden olmakla birlikte tüm sistemin
davranışını değiştirebilmektedir. Dolayısıyla karmaşık sistemler girdileri, doğrusal olmayan bir
şekilde çıktılara dönüştürmektedir.
12
 Bağlılık (Connectivity) ve Karşılıklı Etkileşim / Karşılıklı Bağımlılık: Bu özellik ile “kelebek
etkisi” ne benzer şekilde karmaşık sistem içerisindeki parçaların birbirine sıkı bir şekilde bağlı
olması ve sistemin bir parçasında meydana gelecek bir değişikliğin, diğer parçaları etkileyeceğini
ve değişikliğe uğratabileceği ifade edilmektedir.
 Kendi Kendini Örgütleme Karmaşık sistemler, kendi kendini örgütleme davranışında
bulunmaktadırlar bu davranış, bir görevi yerine getirmek için bir araya gelen bir grubun, ne
yapacağına, nasıl yapacağına, ne zaman yapacağına, dışarıdan her hangi bir müdahaleye ve
düzenlemeye maruz kalmadan kendisinin karar verip, bunu kendiliğinden gerçekleştirmesidir.
 Planlamanın, Tasarımın ve Önceden Belirlemenin Mümkün Olmaması: Karmaşık sistemler her
ne kadar çalkantılı dalgalanmalar geçirseler de sonunda tutarlı bir düzene kavuşurlar. Burada
özellikle belirtilmek istenen husus oluşan bu düzenin, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ve
planlamaya gerek kalmadan, kendiliğinden gerçekleşmesidir. Böylesine bir durumun arkasındaki
temel etmen, sistemlerin doğasında var olan dengeye ulaşma eğilimidir. Bu önceden planlanmış
bir eylem değildir. Bir önceki maddede de belirtildiği gibi spontane bir biçimde yani
kendiliğinden oluşmaktadır. Bu noktada ANT (Actor Network Theory )tarafından kabul edilen
insan olmayan varlıkların da kendi kendilerine eylemde bulunma kapasiteleri karşımıza
çıkmaktadır.
 Ortaya Çıkış (Oluşum/Meydana Geliş): Gestalt Psikolojinin temel kabulü olan “bütün kendini
oluşturan parçalardan ayrı ve bağımsız bir varlıktır” fikrinin benzeri bu başlık altında karşımıza
çıkmaktadır. “Karmaşık sistemlerde bütünü oluşturan parçaların ayrı ayrı ele alınarak
incelenmesi doğru değildir. Sistem, onu oluşturan parçalara indirgenemez. Bütün, bütünü
oluşturan parçaların toplamından farklı, fazla ve tahmin edilemeyen bir değer ifade etmektedir.
Önemli olan parçaların oluşturduğu bütündür. “Ortaya çıkış”, bütünle ilişkilidir. Tek tek
parçalara indirgenmek ve bağımlı ve bağımsız değişken ayrımı yapabilmek doğru değildir.
 Birlikte Evrim: Birlikte evrimin temelinde yatan husus, karşılıklı etkileşimdir. Birlikte evrim,
sistem içindeki farklı alt sistemlerin birbirlerini karşılıklı etkileyerek kendi özelliklerine göre
birbirlerini uyumlulaştırdığını ve en genelinde değişikliklere neden olduğunu ifade etmektedir.
Karmaşıklık ve Kaos çalışmalarından yola çıkılarak gerçekleştirilen bu çalışmada, toplum
karmaşık bir sistem olarak kabul edilmekte ve denge bu toplumun temel hedefi olarak kabul
edilmektedir. Modernitenin temel mantığı olarak dile getirilen ve pozitif bilimlere öykünen
sosyolojide de geniş kabul gören bu eğilim daha önce de belirtildiği gibi afet çalışmalarının da
dikkatini çekmektedir. Afet olgusu ile dengeye ulaşma ve dengede olma hedefi sekteye
uğramaktadır. Karmaşıklık ve Kaos çalışmalarının temel özelliklerini topluma uyarlamak söz
konusudur. Büyük bir oluşum olan toplum kendisini oluşturan alt birimlerde meydana gelen
bir değişiklik ile farklılaşabilmektedir. Fiziksel coğrafyada, mekanda meydana gelen afet ile
toplumun sosyal yaşamının değişime uğraması “kelebek etkisinin” somut bir örneği olarak
değerlendirilebilir. Buna ek olarak, afet sonrasında afet yaşayan topluluğun afet öncesi
yaşantısına olabildiğince geri dönme girişimi yani dengeye geri dönme çabası da kendi iç
dinamikleri ile gerçekleşebilmektedir. Bu durum ise Karmaşıklık ve Kaos Çalışmaları’nın bir
diğer özelliği olan “kendi kendini örgütleyebilme” ile benzeşim göstermektedir. Sosyal destek
mekanizmaları dengenin sağlanmasında oldukça işlevsel bir özelliğe sahip bulunmaktadır
13
Yöntem
23 Ekim 2011 tarihinde Van’da meydana gelen 7,1 büyüklüğündeki deprem, AFAD verilerine göre
604 kişi hayatını kaybetmiş ve 4152 kişi yaralanmıştır. 11232 bina yıkılmış ve zarar görmüş,
bunlardan 6017 tanesi ise yaşanmaz hale gelmiştir. Deprem sonrasında en az 8321 hane, 60000
kişi evsiz kalmış
a. Araştırma Tipi
Deprem sonrasında afetzede toplulukta meydana gelen değişimlerin incelendiği çalışma bu
amaç açsından değerlendirildiğinde betimsel bir çalışma özelliğini taşımaktadır. Buna ek olarak,
alan çalışması sırasında önceden öngörülemeyen değişimler ile de karşılaşılması çalışmanın
keşfedici çalışma olarak değerlendirilmesine olanak sağlamaktadır
b. Araştırma Tekniği
Çalışmada bilgi toplama tekniği olarak açık ve kapalı uçlu sorulardan oluşan yapılandırılmış
mülakat formu kullanılmıştır. Formda yer alan sorular, projede yer alan ve sosyoloji alanında
yüksek lisans eğitimi gören araştırmacılar tarafından katılımcılara yönlendirilmiştir. Soru
formunda, demografik sorulara ek olarak, afet sosyolojisi ile ilgili olarak Türkiye’de yapılan farklı
çalışmalarda (Kasapoğlu ve Ecevit, 2002) kullanılan sorulara da yer verilmiş, böylelikle sonuçlar
arasında karşılaştırma yapabilme olanağı sağlanmıştır.
Bu sorular arasında psiko-sosyal değişkenlerden olan “denetim alanı (locus of control)” (Hines
ve ark., 1986)dır. Denetim alanını ölçmek için “Deprem sorununun çözümünde en büyük
sorumlu devlettir” ifadesi kullanılmış ve üçlü Likert ölçeği ile katılımcıların görüşleri (Tamamen
katılıyorum, Oldukça katılıyorum, katılmıyorum) öğrenilmeye çalışılmıştır. Hines ve ark.
(1986)’nın argümanlarına dayanarak, “Tamamen katılıyorum ve Oldukça katılıyorum
seçeneklerini işaretleyenlerin “dış denetim alanının” gelişmiş olduğu varsayılmış ve “0” ile
SPSS’te kodlanmıştır. Katılmıyorum seçeneğini işaretleyenler ile “1” ile kodlanmış ve “iç denetim
alanları” gelişmiş olarak kabul edilmiştir. Regresyon analizi ile demografik özellikler arasında bir
ilişkinin olup olmadığı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Denetim alanı ile ilgili soruya ek olarak çalışmada kullanılan bir diğer ölçek ise, Seeman (1965)‘ın
“yabancılaşma” ölçeğidir. Seeman tarafından gerçekleştirilen ölçekteki tüm maddeler
kullanılmamış sadece beş tanesi ele alınmıştır. Daha önceki soruda kullanılan üçlü Likert ile
seçenekler derecelendirilmiştir:
“Neler olup bittiğini anlayamıyorum” (Anlamsızlık)
“Bireysel olarak depremin çözümünde benim yapabileceğim fazla bir şey yok” (Güçsüzlük)
“Çoğu zaman depremden korunmaya aykırı uygulamalarda bulunmaktayım” (Kuralsızlık)
“Televizyon gazete okumuyorum, izlemiyorum” (Kültürel yabancılaşma)
“ Depremin karşısında kendimi yalnız ve korumasız hissediyorum” (yalnızlık)
14
Katılımcıların bugün ve gelecekteki en önemli endişelerinin ne olduğunu ortaya çıkarmak amacı
ile kendilerine soru yöneltilmiştir. Böylesine bir sorunun sorulmasındaki en önemli gerekçe ise,
afet farkındalığı, tutum ve davranışı ile kişilerin hayatlarından beklenti ve hayatlarında karşı
karşıya oldukları sorun ve endişeleri arasındaki ilişkinin varlığı kabul edilmiştir .
Kişilerde afet farkındalığının tutum, bilgi ve davranış boyutlarında oluşturabilmesi için
kullanılan önemli değişkenlerden bir tanesi kaderciliktir. Çalışmada “kadercilik” (Kasapoğlu ve
Ecevit, 2003,) değişkeni ise, “olup bitenler takdir-i ilahidir, bizim elimizden bir şey gelmez”
önermesi şeklinde ve “tamamen katılıyorum”, “oldukça katılıyorum” ve “katılmıyorum
”seçenekleri ile sorulmuştur.
Afet çalışmalarında sıklıkla kullanılan bir diğer unsur olan “güven” olgusu da bu çalışmada yer
almaktadır. Katılımcılara, açık uçlu soru halinde “hayatta en fazla neye güvenirsiniz” sorusu
yöneltilmiş ve verdikleri cevaplar çerçevesinde değerlendirmeler yapılmaya çalışılmıştır.
Bununla birlikte, çalışmada geleneksel bilgi toplama tekniklerine ek olarak, sosyal bilimlerde son
dönemlerde kullanılmaya başlanılan görsel tekniklerden ( Harrison, 2002; Rose, 2007) de
faydalanılmıştır. Rose (2007), görsel malzemelerin çoğu zaman söz den önce geldiğini ifade
etmektedir. Benzer şekilde Harrison (2002) da, görselin sosyal yaşamın anlaşılmasında
kullanılması gereken, ancak son on yıllara kadar bu önemi yeteri kadar kavranamamış bir unsur
olduğunu ileri sürmekte ve geleneksel araştırma teknikleri ile görsel tekniklerin bir arada
kullanılmasının daha verimli olacağını ileri sürmektedir. Böylelikle, sosyal pratikler, güç ilişkiler
gibi sosyal gerçeklik içinde yer alan farklı bileşenler hakkında daha ayrıntılı bilgi toplama olanağı
elde edilmektedir (Rose, 2007:xv). Görsel analizde farklı yaklaşımlar mevcuttur. İçerik analizi,
görsel antropoloji, kültürel çalışmalar, semiyotik ve ikonografi, psikoanalalitik imge analizi,
sosyal semiyotik görsel analiz, etnometodoloji, söylem analizleri ve konuşma analizleri bu
yaklaşımlardan bazılarıdır. Görselin (resim, video, fotoğraf olabilir)ne olduğu, ne tür
bileşenlerden oluştuğu, bu bileşenlerin görsel içinde nasıl sıralandığı, ne tür bir bilgi ya da mesaj
içerdiği, ne tür bilgileri dışarıda bıraktığı gibi sorulara yanıt arayarak, görselin değerlendirmesini
yapmak mümkündür (Rose, 2007:258).
Görsel sosyolojinin alt tekniklerinden biri olan resim çizdirmeyi kullanarak araştırmacılar,
çocukların deprem sonrasındaki deneyimlerinin ne olduğu ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Resim çizmeyi kabul eden çocuk katılımcılar ile daha sonra çizdikleri resimler hakkında
görüşmeler gerçekleştirilerek, resimlerinde neyi anlatmak istedikleri hakkında daha derin bilgi
elde edilmeye çalışılmıştır. Toplamda 13 çocuk resim çizmiş ve onlar ile çizdikleri resim ile ilgili
olarak derinlemesine mülakat gerçekleştirilmiştir.
Görseller, semiotik
(gösterge bilim) tekniği kullanılarak yorumlanmaya çalışılmıştır.
Göstergebilim olarak da bilinen semiyotik, bu çalışmada kullanılan analiz araçlarından bir
tanesidir. Genel olarak, işaretlerin (sign) incelenmesi (Chandler, 2002) olarak tanımlanabilecek
olan yaklaşımın önemli isimleri arasında Ferdinand de Saussure ve Charles Peirce ilk sıralarda
yer almaktadır. Peirce (1931; 1958)‘ın insanların işaretler aracılığı ile düşündüklerine dair
değerlendirmesi, bu bakış açısının temelini oluşturmaktadır. İşaretler, kelimeler, imge, ses, koku,
tat, eylem ya da nesne olabilirler. Ancak, bütün bu öğelerin kendi başlarına bir varlıkları
15
bulunmamaktadır ve insanlar tarafından bir anlam yüklenmedikleri takdirde, işaret olarak kabul
edilmeleri mümkün değildir (Chandler,2002).
Göstergelerin mantıksal işlevinden ziyade toplumsal işlevi üzerine yoğunlaşan Saussure (1974),
maddesel olmayan unsurların bu konuda önemli işlevlere sahip olduğunu ifade etmektedir ve
işaretleri iki başlık altında ele alan bir model geliştirmiştir. Diğer bir deyişle, işaret, gösteren
(signifier) ve gösterilen (signified)in birlikteliğini ifade etmektedir. İşaret, biçimsel, genelleşmiş
ve soyut bir sistemin bir parçası olarak kabul edilebilir ve anlam, yapısal ve göreli bir özellik
taşımaktadır. Farklı bir deyişle, şeylerden ziyade ilişkiselliğe önem vermektedir (Chandler,2002).
İşaretler arasındaki olumsuzluğa ya da zıt durumlara odaklanarak Saussure, yapısal analizlerde
karşılıklı zıtlıkları ele almaktadır.
Genel olarak, Semiyotiğin iki temel analiz biçimlerine genel olarak bakıldığında ikilikler üzerine
kurulduğunu görmek mümkündür. Semiyotik, ilişkilerin çalışılması olarak tanımlanabilir (Law,
1999:7). Bu çalışmada da zıtlıklar ve bu zıtlıkların birbirleri ile ilişkileri, karmaşıklık
çalışmalarının temel sayıltılarına paralel olarak çocukların çizdikleri resimler üzerinden ifade
edilmeye çalışılmıştır.
c. Evren ve örneklem:
Çalışmada olasılıklı olmayan örneklem tiplerinden yarar örneklemi (convenience
sampling)tekniği kullanılmıştır. Soru formunda yer alan sorular, Van merkezde yerleşmiş olan
200 kişiye yöneltilmiş ancak, SPSS ile analize dahil olma niteliğine sahip 182 soru formu saha
çalışmasından elde edilmiştir. Sonuçlar görüşme yapılan kişiler ile sınırlıdır.
Buna ek olarak araştırmacılar görsel sosyolojinin alt tekniklerinden biri olan resim çizdirmeyi
kullanarak, çocukların deprem sonrasındaki deneyimlerinin ne olduğu ortaya çıkarılmaya
çalışılmışlardır. Resim çizmeyi kabul eden çocuk katılımcılar ile daha sonra çizdikleri resimler
hakkında görüşmeler gerçekleştirilerek, resimlerinde neyi anlatmak istedikleri hakkında daha
derin bilgi elde edilmeye çalışılmıştır. Toplamda 13 çocuk resim çizmiş ve onlar ile çizdikleri
resim ile ilgili olarak derinlemesine mülakat gerçekleştirilmiştir.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Örneklem Hakkında Genel Bilgiler
Çalışmanın bu bölümünde, ilk bölümde yer alan amaçlar çerçevesinde, anket tekniği ile elde
edilen verilerin istatistiksel analizlerinin sonuçları, buna ek olarak derinlemesine mülakat ile
sağlanan veriler ve yerel yönetim tarafından yapılan basın açıklamaları çalışmanın problemi ve
ilgili literatür bağlamında tartışılmıştır.
Fişek ve arkadaşlarının (2002) sürdürülebilir, yerel temelli afet yönetiminin oluşturulması için
afetten etkilenen nüfusun demografik özellikleri, afet ve çevre farkındalığı, hassasiyetleri, sosyal
sermayeleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olunması şeklindeki görüşlerine paralel olarak
çalışmanın bu bölümünde, katılımcılara ait bilgiler sunulmuştur.
16
Örneklemin yaş değişkeni açısından dağılımına bakıldığı takdirde yaş ortalamasının 37,4 (std.
12,8) yıl olduğu görülmektedir. Minimum yaş 17 iken en yaşlı katılımcı 79 yaşındadır. Van İl
merkezinde ikamet etmekte olan katılımcıların 74’ü Van Valiliği, Van, Diyarbakır Belediyelerinin
oluşturdukları konteynır kentte kalmaktadırlar. Geriye kalan 107 katılımcı ise kalıcı konutlarda
(kiracı, ev sahibi) yaşamlarına devam etmektedirler. Araştırmaya dahil olan bir katılımcı ise bu
soruya yanıt vermemiştir. Konteynır kentte kalan katılımcılar ile ilgili olarak, siyasi temsilciler
ve sivil halk arasında, söz konusu nüfusun gerçek depremzede olmadıkları yönünde tutum ve
davranışlara araştırma sürecinde karşılaşılmıştır. Ancak sosyolojik bakış açısının gereği olan
tarafsızlık anlayışına dayanarak bu çalışmada konteynır kentte kalan kişilerin de deneyimlerine
yer verilmektedir.
Afet deneyimlerinin kadın ve erkeklerde farklılaştığı yönündeki tartışmalara (Enarson,1999)
dayanarak bu çalışmada kadın ve erkek katılımcıların olmasına özen gösterilmiştir. Kadın
katılımcıların sayısı 95 (%52,2) iken; erkek katılımcıların sayısı 87 (%47,8)’dir. Afet
deneyimlerinin kadın ve erkeklerde farklılaştığı yönündeki tartışmalara (Enarson,1999)
dayanarak bu çalışmada kadın ve erkek katılımcıların olmasına özen gösterilmiştir. Kadın
katılımcıların sayısı 95 iken; erkek katılımcıların sayısı 87’dir. Medeni durum olarak bir
değerlendirme yapıldığında çalışmada yer alan katılımcıların büyük bir çoğunluğunun evli (125,
%22,7) olduğu görülmektedir. Diğer katılımcıların medeni durum dağılımı ise şu şekildedir:
Bekar (41; %22,7), dul (9; %5,0), boşanmış (5; %2,8) olmak üzere bu soruya toplamda 180 kişi
yanıt vermiştir.
Örneklemin eğitim durumuna göre dağılımı Tablo 1’de verilmektedir.
Tablo 1: Eğitim Durumu
Okuryazar değil
Okuryazar
İlkokul mezunu
İlkokul terk
Ortaokul mezunu
Ortaokul terk
Lise mezunu
Lise terk
Üniversite mezunu
Üniversite terk
Lisansüstü program mezunu
Lisansüstü program terk
Toplam
Sayı
33
18
24
5
7
6
32
4
38
1
12
1
181
Yüzde
18,2
9,9
13,3
2,8
3,9
3,3
17,7
2,2
21,0
0,6
6,6
0,6
100,0
Tablo 1’e göre katılımcıların büyük bir çoğunluğunun üniversite mezunu (%21,0) oldukları
ortaya çıkmaktadır. Sırası ile okur yazar olmayanlar (%18,2), lise mezunu (%17,7), ilkokul
mezunu (%17.7)iken, en son sırada üniversite terk (%0,6) ve lisansüstü program terk (%0,6)
eden katılımcılar yer almaktadır.
17
Afet farkındalığının sağlanmasında önemli bileşenlerden biri olarak değerlendirilen kişilerin
algıladıkları sosyoekonomik durum ile ilgili soruya katılımcıların büyük bir çoğunluğu (96; %
52,7)kendilerini düşük/alt SES ‘te gördüklerini ifade ederek yanıt vermişlerdir. Alt-orta SES’te
yer alan katılımcıların sayısı 63 (%34,6) iken; üst-orta SES’te kendilerini gören yanıtlayıcıların
sayısı 23 (%12,6)’tür. Kişilerin SES ile ilgili özellikleri, gündelik hayatlarındaki öncelikli sorun
alanlarını, farklı sosyal hizmetlere (eğitim sağlık, politik temsiliyet gibi) imkanlarını etkilemekte
ve u durum da afet ile ilgi düzeylerini belirleyebilmektedir.
Çalışma durumları açısından değerlendirildiğinde, yanıtlayıcıların büyük bir çoğunluğunun
çalışmadıklarını ifade ettikleri görülmektedir (çalışan 76, %42,0; çalışmayan 105, %58,0).
Çalışanların ise çoğunluğu (48; %63,2) tam zamanlı/ücretli olarak istihdam edildiklerini
belirtmektedirler. Geçici işlerde çalışan yanıtlayıcılar ise, ikinci sırada yer almaktadırlar (21;
%27,6).
Deprem nedeni ile iş kaybının yaşanıp yaşanmadığı konusu ile ilgili olarak ise yanıt veren 90
katılımcıların çoğunluğu “Hayır”(61; %66,3) yanıtını vermiştir. Evet”, cevabını verenler (31;
%33,7) ise iş kaybının nedenleri ile ilgili olarak, inşaat sektörünün sekteye uğraması, iş yerinin
yıkılması ya da işverenin deprem nedeni ile iş yerini kapatması, psikolojik ve /veya fizyolojik
sağlıklarının deprem nedeni ile kaybedilmesi gibi nedenleri sıklıkla dile getirmektedirler:
“Depremden önce evimde çocuk bakıcılığı yapıyordum bayağı da iyi kazancım vardı. Ama
depremden sonra burada konteynerde kaldığımız için kimse çocuklarını bana bırakmak
istemiyor. Burası dışarıdan kötü olarak görülüyor. Öyle olmasa bile” Kadın, evli, konteyner
kentte kalıyor
Yukarıda görüşleri yer alan kadın katılımcının deneyimleri damgalama” kavramı ile ifade
edilebilir. Damgalama süreci, ötekileştirme ve dışlama süreçlerini de beraberinde getirmektedir.
Afet öncesinde sosyo-ekonomik olarak kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen kadın katılımcı, afet
sonrasında bunu gerçekleştirememektedir. Bu ise afet nedeni ile kadının kırılganlığının daha da
artmasına neden olmaktadır. Toplumsal cinsiyet açısından ele alındığında, kadınların erkekler
ile kıyaslandığında afetlerden daha fazla olumsuz etkilendiklerini dile getiren tartışmalara
(kaynak) paralel olan bu alıntıya ek olarak erkelerin de afetlerden kadınlar kadar olumsuz
etkilendiklerini dile getiren tartışmalar da bulunmaktadır (Houghton,2009) Geleneksel roller ile
afetin yıkıcı etkisi arasında sıkışıp kalan erkeklerin kırılganlığını aşağıdaki alıntıda görmek
mümkün olabilmektedir:
“Ev yıkıldı. Kent eski ortamında değil. Aileyi yalnız bırakamadım. Ailemi konteynerde yalnız
bırakıp başka yerlere iş bulmaya gidemedim”. Erkek, evli, işsiz,
Ekonomik olarak kaynak bulma şeklinde de ifade edilebilecek olan ailenin reisi olma rolünü
yerime getirmede sıkıntılara neden olan afetler nedeni ile erkekler arasında intihar girişimi ya
da yakın çevresindekilere karşı şiddet uygulama literatürde karşılaşılan bir durumdur
18
(Houghton,2009) .Bu çalışmada da yukarıda yer alan alıntının sahibi olan erkek katılımcının
afet nedenli arada kalması sonrasında birkaç kez intihara teşebbüs ettiği çalışma sırasında başka
katılımcılar tarafından araştırmacıya söylenmiştir.
Afet sonrasında, bozulan statükonun yeniden sağlanması, afet yönetiminin aşamalarından biri
olan iyileşme sürecinin tamamlanması zaman bakımından farklılıklar gösterebilmektedir. Bu
süre, uzun ve kısa olabilmektedir. Sosyal destek mekanizmaları söz konusu sürenin ne olacağı
konusunda etkili olabilmektedir. Çalışmada, katılımcılara “deprem sonrasında başka yerlere göç
edip etmedikleri” sorulmuş ve çoğunluğunun göç etmediği (112; %62,6) ortaya çıkmıştır. Göç
etmeme nedenleri arasında sıklıkla kullanılan argümanları şu şekilde sıralamak mümkündür:
maddi durum yetersizliği, kentten, arkadaş, akrabalardan ayrılmama isteği, iş nedeni ile
ayrılamama durumu, ihtiyaçlarının karşılanmasında bir sorun ile karşılaşmama.
Deprem sonrasında göç, sıklıkla rastlanılan bir olgu olarak afet ile ilgili çalışmalarda ele
alınmaktadır (Palamut,2007) Özellikle barınma sorunu ndeni ile afet sonrasında sıklıkla göç
olgusu gözlenmektedir (Lindell,2013 ) Söz konusu göçün oluşabilmesi için gerekli kaynaklardan
bir tanesi, sosyal ilişki ağları ve bu ağlarda gerçekleşen sosyal destek mekanizmaları
olabilmektedir. Aynı nedenler, göç etmeme davranışının ortaya çıkmasında da büyük etkiye
sahip bulunmaktadır. Katılımcıların deprem sonrasında “aile üyeleri ve akrabalarının yanlarında
kaldıklarını” ifade etmeleri, sosyal destek mekanizmaları nedeni ile göç etmediklerini, diğer bir
ifade ile afetin olumsuz etkileri ile başa çıkabildiklerini göstermektedir. Kriz anlarında ortaya
çıkan sosyal destek mekanizmaları, sosyal sermaye nin oldukça önemli bileşeni olan güven ile
de yakın ilişki içindedir. Katılımcılar, güvendikleri kişilerin, aile ve akrabalarının, yanlarında
kalmayı tercih etmektedirler. Ancak söz konusu zorunlu misafirlik, her zaman uyum içinde
gerçekleşmeyebilir ve güven kırılması yaşanarak kırılabilir ve çatışmaya dönüşebilir
(Palamut,2009)
Buna ek olarak, deprem sonrasında devlet tarafından düşük sosyo ekonomik seviyede olan afet
topluluğunun şehir dışında barınma ihtiyacının karşılanması da söz konusudur. Katılımcılardan
bazıları, bu uygulamaya başvurduklarını ancak, olumlu bir sonuç alamadıkları için göç etmek
istemelerine karşın bunu gerçekleştiremediklerini ifade etmişlerdir. Diğer bir ifade ile Van’da
kalmaları kendi rızalarının dışında, dışarıdan farklı unsurlar, özellikle ekonomik, nedeni ile
gerçekleşmiştir.
Göç eden katılımcılar (67; %37,4) ise, göç etme nedenlerini sıralarken, başka şehirlerde yaşayan
akrabalarının yanına gittiklerini, eğitimlerinin devamlılığı için göç ettiklerini, sağlık sorunları
nedeni ile Van’dan ayrıldıklarını, deprem nedeni ile iş kaybı yaşadıklarını ve iş bulmak amacı ile
göç ettiklerini sıklıkla dile getirmişlerdir. Ancak söz konusu nedenler ile gerçekleştirilen göç
etme eylemi “geçici” bir nitelik göstermektedir. Kendileri ile görüşülen ve göç eden katılımcıların
hepsi Van’a geri dönmüşlerdir. Geri dönmelerinin arkasında, Van’daki yaşam koşullarının
normale dönmeye başlaması (ara verilen eğitimin tekrar aktif hale gelmesi), duygusal nedenler
(aile ve akrabaların yanında olma isteği), gittikleri yerlerde yaşayanların kendilerine yönelik
olumsuz davranışları etkili olmaktadır. Farklı alanlara kırılganlığı olan kadın katılımcının (tek
ebeveynli ailede yaşıyor olması, kadın hane reisi olması, depremzede olması ve Kürt olması)
yaşadıkları bu durumu oldukça iyi ifade eden bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır:
19
“Antalya’ya gittik. Kendi imkanlarımızla gittik. İki oğlumla birlikte, eşim ile ayrı yaşıyoruz.
Bizi terk etti. Deprem olduğunda da yanımızda değildi zaten. Bir ev tuttuk. Ev sahibi kira almadı
üç ay kaldık sonra buraya geri geldik çocuklar çalışmıyordu Antalya’da barınamadık pis Kürtler
geldi dediler sopa ile kovaladılar ev ararken biz de geri geldik.” Kadın, eşinden ayrı yaşıyor,
konteynerde kalıyor.
Eleştirel ırk Teorisinin “kesişimsellik” kavramı, her ne kadar ırksal farklılıklarından dolayı
kişilerin sosyal oluşumların farklı boyutlarında ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kaldığını
kabul etse de bunun diğer eşitsizliğe maruz kalan toplumsal tabakalar ile de ilişki içinde
olduğunu ifade etmektedir. Kadın, erkek olmak, yoksul olmak, engelli olmak, farklı etnik
kökenlere sahip olmak, yaşı olmak, çocuk olmak, zenci ya da beyaz ya da sarı ırktan olmak bahsi
geçen tabakalaşma unsurları olarak ifade edilebilir. Karmaşık ilişkiler ağı nedeni ile tüm bu
özellikler farklı kombinasyonlar ile birbirleri ile bağlantılı durumdadır ve bu ilişkinin yoğunluğu,
söz konusu kesimlerin/ tabakaların kırılganlığını daha da arttırmaktadır.
Fenomenolojik sosyolojinin en önemli kabullerinden olan “özne olan insanın düzen ve denge
peşinde olması” durumunu katılımcıların neden göç etmediklerini belirtmelerinde de kullanmak
mümkün olabilmektedir. Bilinmedik bir yerde tek başına belirsizlik içinde yaşamaktan ziyade
bilinen bir yerde katılımcıların bazılarının kalmayı tercih ettikleri görülmektedir. Bilinmeyen
yerde yaşamak risk almaktır. Risk toplumunun insanının en önemli niteliklerinden birinin risk
alma eğilimi içinde olma olarak tanımlayan Giddens’ı doğrularcasına katılımcılardan bazıları risk
alarak göç etmiş; bununla birlikte, risk almak istemeyen geleneksel topluma daha bağımlı olanlar
ise göç etmeme yönünde bir tercihte bulunmuşlardır.
Katılımcıların çoğunluğu (94; %52,5) deprem öncesinde kirada (lojman da dahil) olduklarını
belirtmişlerdir. Kendi evlerinde olanların (85; %47,5) büyük çoğunluğu (73; %91,2) tapulu eve
sahip olduklarını ifade etmişlerdir. Özellikle gecekondu tarzı yapılara sahip olan katılımcılar
evlerinin tapusunun olmadığını ifade etmişlerdir (12; %0,8). Tapusu olan katılımcılara, tapunun
aile üyelerinden hangisinin adına olduğu sorusu yöneltilmiştir. Ataerkil bir toplum yapısının
önemli göstergelerinden biri olan maddi kaynakların erkekler ile bir tutulması eğilimini (Demir
Gürdal ve Odabaş, 2014) bu çalışmaya dahil olan katılımcılar için de söylemek mümkündür.
Tapu ile ilgili olarak araştırma sürecinde ortaya çıkan bir durum ise “tapunun tek bir kişi adına
değil, birden fazla kişi adına hazırlanmış olmasıdır.” Hisseli tapu nedeni ile hak sahipleri arasında
yaşanılan çatışmalara (Kentsel dönüşüm uygulamaları nedeni ile Türkiye’de hak sahipleri
arasında çatışmalar yaşanmaktadır. Aynı şekilde araştırmacının kendisi tarafından Artvin Borçka
ve Muratlı Barajlarının istimlak edilmesi ile ilgili olarak yaptığı sosyal etki araştırmasında da
varisler arasında çatışmaların yaşandığı gözlenmiştir) benzer şekilde, deprem sonrasında
özellikle TOKİ tarafından verilen kalıcı konutlara yerleşim ya da hak etme konusunda taraflar
arasında çatışma yaşanmaktadır.
Deprem sigortasına sahip olup olmama ile ilgili soruya katılımcıların çoğunluğu “hayır” cevabını
vermiştir (65; %86.5). Tapu sahibi olan katılımcılara yöneltilen bu soruya ek olarak deprem
sigortası yaptırmadıklarını belirten katılımcılara neden sigorta yaptırmadıkları sorulmuş ve
20
yanıtlayıcılar maddi durum yetersizliği, bilgi yokluğu (deprem sigortasının ne olduğu konusunda
bilgi sahibi olmama), ortak tapu sahipliği ya da sigorta yaptırmaya gerek duymama gibi
nedenlerden dolayı sigorta yaptırmadıklarını ifade etmişlerdir. “Bizim buralarda DASK bilinmez”
şeklinde yanıt veren katılımcının ifadesi, DASK farkındalığının farklı nedenler ile oldukça düşük
olduğunu göstermektedir. Kadercilik anlayışının bu noktada önemli bir etken olduğunu
söylemek mümkündür. Katılımcılar ile yapılan yüz yüze görüşmelerde pasif bir teslimiyet eğilimi
araştırmacı tarafından hissedilmiştir. Bu pasifliğin arka tarafında katılımcıların dış denetim
alanlarının gelişmiş olması da dikkate alınması gerek bir faktör olarak değerlendirmeye
katılmalıdır. Sorunların çözümü konusunda dışsal unsurlardan(devlet, aile arkadaş gibi) destek
beklemek ve kendi başına bir şey yapamama algısı, tutumu ve davranışı içinde olmak şeklinde
de açıklanabilecek olan dış denetim alanının gelişmesi, sosyal sorunların çözümünde önemli bir
engel olarak değerlendirilebilir. Kaderciliğin sadece teslim olma ve bir şey yapmama olarak
algılanması dış denetim alanının daha fazla gelişmesi ile iç içe girmiş durumdadır. Bu sorunun
üstesinden gelebilmek için, kişinin kendine saygı ve güven duymasını sağlayacak farklı eğitimsel
uygulamalar (formel ve informel eğitim pratiğinin gerçekleştiği her yerde) yararlı olacaktır.
DASK farkındalığının düşüklüğü ile ilgili bir diğer etmen ise DASK’ın yaptırımının ve
tanınırlılığının sıradan insanın gündemine henüz tam olarak inmemesi olabilir. Afet
farkındalığının bir boyutu olarak kabul edilebilecek olan DASK farkındalığı, afet farkındalığının
sağlanmasında kullanılan teknikler (eğitim ve bu eğitimde kullanılacak afet iletişimi) aracılığı ile
sağlanabilir. Bu konu ile ilgili olarak özellikle afet ve risk iletişiminde kullanılan dil ve mesajın
sunum biçimi oldukça önemlidir. İçerik bakımından kötü olaylar ve örnekler ile dolu bir iletişim
biçimi yerine başarı hikayeleri ile sunulan bir afet ve risk iletişiminin daha etkili olduğu
yönündeki argümanlara dayanarak “topluluk temelli sosyal pazarlama” tekniği kullanılabilir.
Türkiye’de sigarayı bırakma ile ilgili olarak hazırlanan kamu spotlarında sigara nedeni ile
sağlığını kaybeden insanların yer aldığı reklamlardan, sigarayı bırakan insanların yaşadıkları
olumlu gelişmelere odaklanan reklamlara doğru yaşanılan değişim topluluk temelli sosyal
pazarlamaya örnek olarak verilebilir. DASK ile ilgili zorunlu misafirliğe odaklanan reklam yerine
DASK yaptıranların mutluluk hikâyelerine odaklanan reklamların daha etkili olacağı bu
yaklaşıma dayanarak ileri sürülebilir.
Katılımcıların Deprem Deneyimleri
Çalışmanın bu bölümünde toplumsal yapının farklı kesimlerinden olan kadın, erkek, yaşlı, çocuk,
genç ve engellilerin afet ile ilgili deneyimlerinin örnekleme dahil olan katılımcıların deneyimleri
ile karşılaştırarak tartışılması gerçekleştirilmektedir. Toplumsal yapılanmanın homojen bir
nitelik göstermemesi, tabakalaşmaya neden olmakta ve bu tabakalaşma beraberinde eşitsizliği
de getirmektedir. Kırılganlıklar afete gibi olağanüstü durumlarda daha şiddetli bir şekilde
deneyimlenmektedir. Her kesimin deneyimleri benzerliklerine rağmen statüleri gereği tamamı
ile aynı olmamaktadır.
Toplumsal Cinsiyet ve Afet
21
Toplumsal cinsiyet kavramı, içerik bakımından ele alındığında “kadın” ve “erkek” olarak ikiyi
ayrılan ve biyolojik farklılıklar temelinde kurgulanan bir kavram olarak değerlendirilmektedir.
Bununla birlikte, gerek politik söylemlerde gerekse gündelik dilde bu kavram, içeriği olan
taraflardan sadece “kadın”ları ifade etmektedir.
Bununla birlikte, birer inşa olarak değerlendirilen kadınlık ve erkeklik durumunun, transgender
olarak ifade edilen ve ne kadınlık durumunu ne de erkeklik durumunu kabul eden tartışmalar
için bir sınırlılık olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Diğer bir ifade ile, toplumsal cinsiyet
tartışmalarının eşitsizlik durumu yaratan her türlü sosyal sorun çerçevesindeki ele alınışı,
transgender kavramını dışlaması bakımından önemli bir sınırlılığa sahiptir.
Afet ve afet riskinin tanımlanmasında sıklıkla kullanılan “statüyü bozması”, afet öncesindeki
statünün iki yönde değişmesini içermektedir. Öncelikli olarak, olumsuz yönde insan
birlikteliklerini etkileyen ya da etkileme potansiyeli olan afet ve afet riskleri, süreç içinde söz
konusu insan birlikteliklerinin lehine sonuçlar doğurabilir. “Fırsatlar penceresi” yaratarak,
afetlerden etkilenen kesimlerin güçlenmesine katkıda bulunabilir. Böylesine bir olumlu durumun
yaratılmasında, “afet toplulukları” olarak da değerlendirilen insan birlikteliklerinin sahip
oldukları, kırılganlık ve kapasitelerinin etkisi önemlidir. Bu kırılganlık ve kapasiteler, aynı
zamanda afet ve afet riski yönetimi kavramsallaştırma ve pratiklerinde anahtar rol
üstlenmektedir. Böylesine bir anlayış, “”tabandan hareket eden” bir bakış açısını belirtmektedir.
Kadın ve Afet
Toplumsal cinsiyeti oluşturan taraflardan biri olan kadınların ve kızların, afet ve afet riski ile
afet ve afet riski yönetimi anlayışında merkezi bir rol oynadığını ileri süren farklı argümanlar
bulunmaktadır (Pincha, 2008; Enarson ve Chakrabarti, 2009). Hemen hemen hepsinde ortak
olan noktalardan bir tanesi, kadının sosyal ilişki ağlarındaki kilit konumlarına odaklanmış
olmalarıdır. Söz konusu merkezcilik, “sosyal sermaye” kavramsallaştırması ile literatürde karşılık
bulmaktadır. Sosyal ilişki kurabilme yeteneği olarak da ifade edilebilecek olan bu özellik, kadının
toplumsal cinsiyet rolleri ile organik ilişki içinde bulunmaktadır: Annelik
Enarson (2009), riskin insan yaşamının önemli bir parçası olduğunu belirtirken, risk ile karşı
karşıya gelme durumundan insanların temel eğiliminin hayatta kalmaya çalışmak olduğunu ifade
etmektedir. Böylesine bir durum, insanların birer risk yöneticisi haline gelmelerine neden
olmaktadır ve söz konusu eğilimin özellikle kadınlar için ayrı bir anlam ifade ettiğini dile
getirmektedir. Ona göre kadınlar ve kızlar, toplumsal yaşamın her boyutunda hem bireysel
boyutta hem de sosyal konumları nedeni ile daha komünal düzeyde çok sayıda riskler ile karşı
karşıya gelmektedirler. Ekonomik eşitsizlikler, politik eşitsizlikler, sağlık alanındaki eşitsizlikler,
en genelde hane içi ve dışında karşı karşıya olduğu her türlü şiddet ve baskı kadının ve kızların,
riskler ile başa çıkmasında olağanüstü bir çaba sarfetmek zorunda kalmasına neden olmaktadır.
Bu insanüstü çaba, kadının sosyal ilişki ağlarındaki merkezi konumu nedeni ile daha da
ağırlaşmaktadır:
22
“Adalet yok belediye arsasına ev yapılmış 12 yaşında ailem bana çok çektirdi. Kuma üzerine
geldim ailem yaşımı evlendirebilmek için büyüttü. Beş yıl önce eşim kazada öldü. Abilerim vardı
onlar için Van’a geldim ama sonra onlar ile anlaşamadık. Annem yok babam başkası ile evli.
Kimse arayıp sormuyor. Eşimin başka çocukları var onlara da ben baktım. konteyner istedim
vermediler önce. Hak sahibi olmadığımı söylediler sonra verdiler. Üç senedir ev bekliyorum
hak sahibi olmadığım için vermediler”. Kadın, konteynerde kalıyor okuma yazması yok ev
hanımı
İngilizce karşılığına bakıldığında annelik ile ilgili iki kavram karşımıza çıkmaktadır:
“motherhood” ve “mothering”. Bunlardan ilki olan “motherhood”’u Türkçe’ye “annelik olgusu”
olarak tercüme etmek mümkün olabilmektedir. Ondokuzunu yüzyılın sonlarına doğru Batı
toplumlarında kullanılmaya başlanılan “motherhood”, anne olma durumunu ifade etmektedir.
Annelik pratiği olarak Türkçeleştirilebilen “mothering” kavramından farklı olarak, annelik olgusu
ideolojik bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Annelik pratiği ise, anne olma durumu ile
ilişkili olarak algılanan her türlü bakım ve koruma eylemlerini ifade etmektedir. Annelik
olgusunda kadın tek sorumlu olarak kabul edilirken, özellikle çalışma yaşamına dahil olmanın
artması ile birlikte, annelik pratiğinde sorumlu tarafların sayısı çoğalmış ve erkekler de bakım
ve koruma işlevlerini yerine getirebilecek bir kesim olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bununla
birlikte, annelik pratiğinde kadının yükümlülüğü erkek ile kıyaslandığında her zaman daha fazla
olmaktadır. Farklı bir ifade ile kadın için annelik pratiği elde var bir sorumluluk iken, erkek için
bu durum geçici bir nitelik göstermektedir. Böylesine bir eğilim, kadın ve erkek arasındaki
eşitsizliğin bir diğer yansıması olarak değerlendirilebilir.
Afet, toplumda var olan eşitsizliklerin daha da derin hale gelmesine neden olan bir unsur olarak
değerlendirilebilir. Annenin, sosyal ilişki ağlarındaki merkezi konumu ve bu konumundan
kaynaklanan kırılganlıkları, sadece kadını değil, etrafında bulunan farklı sosyal kesimleri de
etkilemektedir. Aynı şekilde annenin ya da sahip olduğu kapasiteler de afet ile mücadelede
önemli bir kaynağı teşkil etmektedir.
Afet durumunda anne, annelik olgusunun kendine çizdiği rol çerçevesinde çaba göstermekte,
kelimenin tam manası ile kendini feda etmektedir. Afet öncesinde farklı toplumsal tabakalarda
bulunan kesimlerin afet ile kısa süreliğine de olsa eşitlik kazandığı ancak bu durumun çok da
uzun sürmediği bilinen bir gerçektir. Kayıplar hemen hemen her kesimde olabilir. Bu şekilde
bir eşitlik olsa da, kayıpların niteliği ve niceliği afet öncesi sosyo-ekonomik, kültürel ve politik
konumlara göre farklılık gösterebilmektedir. Bu nedenle farklı annelik ideolojisine ve pratiğine
dahil olan anne ve kadınların da afet sürecindeki etkilenme düzeyleri değişiklik
gösterebilmektedir.
Afetin yarattığı kaos ortamında kadın ve kızların, erkeklere nazaran daha kırılgan olmasının
arkasında yatan nedenleri Ariyabandu and Wickramasinghe (2004) şu şekilde sıralamaktadır:
 Sosyal hareketlilik açısından sınırlılıklar, bunun yanı sıra sosyal ve kültürel olarak kadınların
erkeklere bağımlı olması durumu
 Uyarı bilgilerine ulaşmada ve bu uyarılara tepki verme (afet anında yapılması gereken
davranışlar) konusunda sınırlılıklarının ve zayıflıklarının olması durumu
23




Cinsel istismara, hane içi ve dışı şiddete yüksek oranda maruz kalma riski
Çocuk doğurma ve büyütme ile ilgili faktörler
Okuma yazma ve okullaşma seviyesinin oranının düşük olması
Aile içindeki tüm kesimlerin (çocuk, yaşlı, hasta, engelli, genç gibi) bakımından sorumlu
olması
Önce biz bilemedik. Ses gürültü korktuk. Gündüz vakti dışarıda oturduk. Bahçeden dışarı
çıkamıyorduk. Yolda durduk. Çocuklarla bahçede oturduk. Kendimi anne ve insan olarak
tanımlarım ama yeterince annelik yapabiliyor muyuz? Bilemiyorum. Çocuklarımızın psikolojileri
bozuk. . Bazen kendimi suçlu hissediyorum. Çalışmak istedim ama çocuklarıma bakacak kimse
yoktu bu nedenle çalışamadım. Çocuklarıma bakacak biri olsa idi çalışırdım.. Eşim yılda iki üç
ay çalışıyor inşaatlarda ama bir kere çalıştı mı bir süre sigortanız oluyor. Gerçekte çalışmıyor
ama sigorta var gözüküyor.” Kadın, evli ev hanımı
Yukarıda yer alan alıntılar, katılımcının annelik rolünü içselleştirmiş olmasından kaynaklanan
sembolik şiddeti (Bourdieu) dile getirmektedir. Geleneksel cinsiyet rollerinin ataerkil düşünce
yapısı ve pratiğinin somut unsurlarından biri olması olarak ifade edilen bu durumun
katılımcının kendisini zor koşullarda bile öncelikli olarak yapması gereken işin annelik
statüsünün gereğini rollerini yerine getirme konusunda zorunlu hissetmesine neden olmuş ve
bu durum kendisinin psikolojik sağlığına olumsuz yönde etkide bulunmuştur. Sembolik şiddete
örnek olabilecek bir diğer alıntıda ise katılımcı sınırlı kaynaklarından dolayı çocukları arasında
seçim yapmak durumunda kalmıştır:
“Bir evim olsun. Dört öğrenci çocuğum var. Biri servise verildi. Okul çok uzak ve sadece bir
çocuğun servis parasını verebiliyorum. Eşim yazın şoför kısın iş yok. Çalıştığı zaman sigorta
var. Diğer zamanlar yok iki ay dışarıda kaldım poşet içinde yaşamaya çalıştık.” Kadın ev hanımı
Afet sonrasında kadına yönelik olarak erkekler tarafından uygulanan fiziksel, cinsel ve psikolojik
şiddetin artış gösterdiği de bilinen bir gerçektir ( Houghton, 2008). Stres, bu istismarın arka
planında yer alan önemli bir faktördür. Özellikle, erkeğin kendi hayatı ve yakın çevresindekiler
üzerindeki kontrolünü afet nedeni ile kaybetmesi hane içi şiddeti beraberinde getirmektedir.
Geleneksel roller içinde erkeğe atfedilen ekonomik kaynak bulma görevinin yine afet nedeni ile
yerine getirilememesi (işini kaybetmek, sermayesini kaybetmek nedeni ile), erkeğin kendisini
baskı altında hissetmesine ve öfkeye neden olabilmekte ve bu baskı ve öfke de yakın çevrede
yer alanlara, özellikle kadınlar ve çocuklara yönelik şiddetin gerçekleşmesine olanak
sağlamaktadır. Afet nedeni ile dışarıya bağımlı olma durumu afetzedelerde utanma ve umutsuz
duygularına da yol açabilmektedir (Fothergill, 2003’den akt. Houghton, 2008).
“Depremde başka şehirlerden gelen insanlar oldu. Eşlerine şiddet yaptırıp fuhuş yaptıranlar var.
Eşlerine şiddet yaptırıp çalıştıran (temizlik) erkekler var. burada bu konteynır kentte kocalar
sık sık bağırıyor. Her türlü insan var. Kendi çocuğumuzu dışarıya bırakmaya korkuyoruz.
24
İftiralar var. Başkasının kızına kötü gözle bakıyorlar. “ Kadın eşinden ayrılmış bir çocuğu var,
konteynerde kalıyor.
Annelik pratiğinin gereklerinden olan çocuk ve bebekler başta olmak üzere aile bireylerinin
bakımını sağlayamama durumu, kadınlarda psikolojik stresin artmasını beraberinde
getirmektedir. Gerekli tıbbi yardımı alamama, sağlıksız koşullarda barınma kadının bakım
rolünün gerçekleşmesini engellemektedir. Buna rağmen kadın çoğunlukla dış koşullardan
kaynaklanan unsurları dikkate almayarak, tüm bu yetersizliğin kaynağı olarak sadece kendisini
görebilmektedir.
Genel olarak katılımcıların deneyimlerine bakıldığı takdirde, annelik rollerinin
içselleştirmelerinden kaynaklanan ve psikolojik ve biyolojik sağlıklarına ve sosyal yaşam
pratiklerine olumsuz yansımaları olan sorunlar ile karşılaştıkları görülmektedir ve deprem bu
sorunların şidedtinin ağırlaşmasında en önemli unsur olarak katılımcılar tarafından dile
getirilmektedir. Depremin yanı sıra deprem sonrasında yardımların dağıtılmasında ve
yardımlara ulaşmada yaşanılan aksaklıklar da depremin olumsuz etkilerinin daha yoğun bir
şekilde yaşanılmasına neden olmaktadır. Bu konu ile ilgili katılımcıların yanıtları ve deneyimleri,
çalışmanın ileri bölümlerinde daha ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.
Şekil 2: Evli üç çocuk annesi ev hanımı olan bir katılımcının deprem ile ilgili çizdiği resim
Şekil 2, çalışmada yer alan gerek kadın gerekse erkek katılımcıların büyük bir çoğunluğunun
görüşlerini çok iyi özetlemektedir. Katılımcı, ev istediğini belirtmekte ve yaşadıkları durumun
nedeni olarak devleti sorumlu tutmaktadır. Yardımların dağıtılmasında yaşanılan sorunlar,
deprem sonrasında normal yaşam düzenlerine tam olarak dönememe ve bunun sorumlusu
olarak siyasi yapıyı görme eğilimi kişilerde böylesine bir algının yaşanmasına neden olmaktadır.
25
Erkek ve Afet
Afet çalışmalarında son dönemlerde gerçekleşen çalışmalarda kadınların yanı sıra erkeklerin de
afet nedeni ile kırılganlıklarının önemli ölçüde fazla olduğunu ileri süren tartışmalar (Enarson,
1999) karşımıza çıkmaktadır. Erkeklik çalışmalarının argümanlarını paylaşan bu tartışmalarda,
kadının geleneksel rollerinden kaynaklanan kırılganlığının benzerinin erkeklerde de gözlendiği
ve bu durumun temel sorumlusu olarak ataerkil düşünce ve pratiğinin olduğu ileri
sürülmektedir (Kann, 2000). Afet sonrasında geleneksel rollerini yerine getiremeyen erkeklerin,
psikolojik olarak kendilerini yetersiz hissettikleri ve bu yetersizlik hissi ile başa çıkmak amacı
ile farklı teknikler uyguladıkları literatürde karşımıza çıkmaktadır (Houghton,2009): içe
kapanma, şiddet eğiliminde bulunma (özellikle yakın çevresindekilere yönelik), sigara ve alkol
tüketiminin artması bu tepkilere ve başa çıkma mekanizmalarına örnek olarak verilmektedir.
Kasapoğlu ve Ecevit (2001) tarafından gerçekleştirilen 1999 Marmara Depremi’nin sosyolojik
analizinde de sigara ve alkol tüketiminin erkek katılıcılar arasında deprem sonrasında artış
gösterdiği ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada ise erkek katılımcılara, deprem sonrasında
yaşadıkları stresi yakın çevrelerine nasıl yansıttıkları konusunda açık uçlu soru sorularak, afet
ve erkek kırılganlığı arasındaki ilişki ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır:
“Baba olarak elimden Bir şey gelmez. Çocuklarıma bir şey yapmak istiyorum. Okula gidiyorlar.
Ders çalışma yerleri yok. Baba olarak insan üzülür. Çocuklarımın eğitim ortamı yok. Hep
dışarıdalar. Burada her türlü insan var sıkıntı çekiyoruz” Erkek, geçici, işlerde çalışıyor,
konyetnerde kalıyor.
Yoksulluk olgusu ile afetin bir araya gelmesinin erkeklerde yarattığı içsel gerilime örnek olarak
verilebilecek bu alıntıda altta yatan farklı sorunlar da karşımıza çıkmaktadır. Düzenli bir iş ve
gelirleri olmayan erkek katılımcılar Suriye’den savaş nedeni ile göç etmek zorunda kalanların
ucuz emek olarak istihdam edildiğini bu durumun ise kendi koşullarını daha da kötüleştirdiğini
ifade etmektedirler. Karmaşıklık Teorisi’nde olduğu gibi kelebek etkisi yaratan farklı olaylar
birbirlerini yoğun bir şekilde etkilemektedirler.
“Bunun doğal bir afet olduğunu düşündüm ve sakin olmaya çalıştım. Çünkü bir aile babasıyım
ve ailemin etkilenmesini istemiyorum. Bu nedenle her zaman sakin ve olumlu olmaya çalıştım.
Çevreme de aynı şekilde yansıtmaya çalıştım. Çevremdekiler hiç etkilenmediğimi düşünüyorlar
ama aza olsa çevremde yaşanan olaylardan etkilendim. Erkek, çalışıyor üniversite mezunu
Horschild “duygular sosyolojisinde” modern dünyada irrasyonel olarak nitelendirilen duyguların
rasyonel bir şekilde yönetildiğini ifade etmektedir. Farklı amaçlar ile gerçekleşen duygu
kontrolüne örnek olarak yukarıda yer alan alıntıyı vermek mümkündür. Alıntıda ayrıca, erkek
katılımcının bir baba olarak duygularını kontrol etmesi gerektiğini de içselleştirdiği ileri
sürülebilir. Babanın her türlü sorun ile karşı karşıya kaldığında güçlü ve ayakta durması ve
26
aileye rehberlik etmesi şeklindeki geleneksel rolü, arka planda erkeğin kırılganlığını daha da
derinleştirebilmektedir.
Çocuk ve Afet
Afetler ile çocuklar arasındaki bağlantı, incinebilirliği yüksek gruplar ile afet arasındaki ilişki ile
paralellik göstermektedir. Çocuklar, korunmaya ihtiyaç duymaları nedeni ile kırılgan varlıklar
olarak değerlendirilmektedir. Bunun yanı sıra çocukların çaresiz ve bağımlı varlık olarak
algılanması eleştirileri de beraberinde getirmekte ve çocukların bir birey olarak kapasitelerinin
bulunduğu afet yönetimi ile ilgili tartışmalarda karşımıza çıkmaktadır.
Afet eğitimi ile ilişkilendirilebilecek olan bu çalışmalarda çocuk sosyal sermayesi nedeni ile lider
olarak görevlendirilmektedir. “Okul temelli afet yönetimi ” olarak da adlandırılan ve Türkiye’de
de pilot uygulaması başlatılan eğitim pratiğinde sosyal ilişki ağının merkezine çocuk ve okul
yerleştirilmekte ve okuldan edinilen bilgiler çocuk aracılığı ile sosyal topluluğa aktarılmaktadır
Bununla birlikte, çocuğun afet ve diğer sosyal sorunlara karşı kırılganlığı su götürmez bir gerçek
olarak politikacıların, araştırmacıların ve aktivistlerin gündeminde yer bulmaktadır. Bu
çalışmada da çocukların afet deneyimi, daha farklı bir ifade ile deprem ile ilgili neler bildikleri
sorusu görsel unsurlar kullanılarak çocuklar tarafında cevaplanmıştır. Görsellerin semiotik
analizinde ortaya çıkan ikilikler” mutluluk” ve “üzüntü” olarak kodlanmıştır. Çocuk katılımcılar,
genel olarak resimlerinde deprem öncesindeki yaşantılarını gülen yüzler ile sembolleştirirken,
deprem sonrasındaki yaşamlarını ağlayan yüzler ile ifade etmişlerdir:
Şekil 3: Konteynerde kalan 10 yaşındaki erkek çocuğun deprem ile ilgili görseli
Deprem öncesinde ev ve çocuk gülen yüz ve sağlam ile mutluluk kavramı çerçevesinde ifade
edilirken; deprem sonrasında yaşanılan duygusal ve maddi çöküş ve yıkım, ağlayan yüz ve yıkılan
27
bina ile anlatılmıştır. Çocukların deprem sonrasında yaşadıkları duygusal çöküntüyü anlatan bir
diğer resim ise 14 yaşındaki bir kız tarafından şu şekilde resmedilmiştir:
Şekil 4: 14 yaşındaki kız çocuğu katılımcının deprem ile ilgili görseli.
Çocukların afetlere karşı daha dayanıklı hale gelmelerini sağlamak amacı ile yapılması gereken
en önemli faaliyetlerden birisi afet eğitimidir. Afet konusunda farkındalığa sahip olmak, afet
anında yaşanılacak durumlar hakkında bilgi sahibi olmak psikolojik olarak çocukların afete karşı
daha hazırlıklı olmasını sağlayabilir. Bunun yanı sıra afet türüne göre sık aralıklarla yapılan
tatbikatlar da panik anında nasıl davranılması gerektiği konusunda çocuklara gerekli bilgi ve
beceriyi kazandıracaktır.
Katılımcıların Afet Farkındalığı
Afet farkındalığının oluşumunda etkili olabilen farklı unsurlar bulunmaktadır. Afet deneyimi bu
etmenler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Katılımcılara, deprem ile ilgili olarak bilgi
seviyelerinin deprem öncesi ile karşılaştırmaları istenilmiştir. Sonuçlar Tablo 2’de
gösterilmektedir:
Tablo 2: Deprem bilgi seviyesi
Daha fazla bilgili
Aynı
Daha az bilgili
Toplam
Sayı
121
48
1
170
Yüzde
71.2
28.2
0.6
100.0
28
Tablo 2’de de görüldüğü gibi katılımcılar büyük oranda (%71,2) deprem sonrasında deprem ile
ilgili bilgi sahibi olduklarını ifade etmişlerdir. Söz konusu durum, afet deneyimine sahip olmanın
bilgi seviyesine ve farkındalığına pozitif etkide bulunma iddiasını desteklemektedir.
Deprem anında neler yaşadıklarını ortaya koymak amacı ile sorulan açık uçlu soruya katılımcıları
verdikleri cevaplara dayanarak, katılımcılar arasında deprem anında kapalı mekanlardan hemen
dışarıya çıkma davranışının yaygın olduğunu ileri sürmek mümkündür. Bu durum ise,
katılımcıların deprem farkındalığı konusundaki bilgi seviyeleri hakkında araştırmacıya ipuçları
vermektedir: deprem anında güvenli bir yer bulup cenin poziyonu alarak beklemek,
merdivenlere, asansör ve balkonlara yönelmemek yerine hemen dışarı çıkma eğilimi Türkiye’de
yaygın bir şekilde gözlenmektedir. Her deprem sonrasında panik ile pencereden balkondan
dışarıya atlayıp yaralanan kişilere dair haberler bu durumu doğrulamaktadır.
Bu sorunun üstesinden gelmek için yine en önemli araç eğitim olarak kabul edilebilir. Ancak
daha önce de ifade edildiği gibi afet eğitiminin nasıl olması, hangi materyallerin kullanılmasının
daha uygun olduğu çok sayıda argümanı bünyesinde barındırmaktadır. Bu nedenle daha detaylı
bir afet eğitimi planlamasının yapılmasına gereksinim duyulmaktadır.
Katılımcılara sorumlu davranış biçimlerinden biri olarak nitelendirilebilecek olan afet
iletişiminde bulunarak çevrede er alanları bilgilendirmeye çalışmaları konusunda neler yaptıkları
sorusu sorulmuş ve katılımcıların yanıtları Tablo 3’te özetlenmiştir:
Tablo 3: Çevredekileri bilgilendirme çabası
Bir şey yapmadım
Bilgilendirmeye çalıştım
Toplam
Sayı
95
64
159
Yüzde
59,7
40,3
100,0
Tablo 3’e göre katılımcıların büyük bir bölümü çevresindekileri deprem konusunda
bilinçlendirme konusunda bir şey yapmadıklarını ifade etmektedirler. Bunun gerekçesinin ne
olduğu kendilerine sorulduğunda ise, deprem konusunda bilgilerinin olmaması yanıtı sıklıkla
karşımıza çıkmaktadır. “Ben ne biliyorum ki başkalarına anlatayım” cevabında somutlaşan bu
anlayışın oluşumunda ise kişilerin kendilerine, kendi bilgi ve becerilerine güvenmeme de etkili
olabilmektedir. Buna ek olarak karşılaşılan sorunların çözümünü dışarıdan bekleme eğilimi,
diğer bir deyişle dış denetim alanının gelişmiş olması durumu da özgüven düşüklüğü ile
karşılıklı olarak etkileşim içinde bulunabilmektedir. Bu durumun sonucunda ise deprem
bilincine ve bunun uzantısında depreme hazırlıklı olma davranışında bulunabilme potansiyeline
sahip olmanın önünde bir engel oluşmaktadır.
Deprem tanımı ile çevresindekileri bilgilendirme çabaları değişkenleri arasında gerçekleştirilen
regresyon analizi sonuçlarına göre (Tablo 4), değişkenler arasında anlamlı ilişki ortaya
çıkmaktadır.
29
Tablo 4: Katılımcıların deprem tanımı ve çevresindekileri bilgilendirme çabaları arasındaki
regresyon analizi
Bilgilendir
me çabaları
Unstandardized
Coefficients
B
Std Hata
,337
,078
Standardized
Coefficients
Beta
,337
t
Sig.
4,303
,000*
Depremin doğa olayı olarak tanımlanması “1” ile kodlanırken geleneksel tanımlama biçimi olarak
ifade edilen “Allah’ın takdiridir yanıtı” “0” ile kodlanmıştır (Kasapoğlu ve Ecevit, 2000). P
değerinin 0.000 olarak çıkması iki değişken arasındaki anlamlı ilişkiyi ortaya koymaktadır. Aynı
değişkenler ile gerçekleştirilen Ki-kare analizi sonuçlarına göre de iki değişken arasındaki ilişki
anlamlı çıkmıştır (Tablo 5)
Tablo 5: Deprem tanımına göre Deprem konusunda yakın çevreyi bilgilendirme çabası
çapraz tablosu
Bilgilendirme
yapmadım
Bilgilendirmeye
çalıştım
Toplam
Deprem doğa
olayıdır
Sayı
Yüzde
24
40.0
Deprem Allah’ın takdiridir
Sayı
64
Yüzde
73,6
36
60,0
23
26,4
60
100,0
87
100,0
Ki kare: 16,867 sd: 2 p<0.000*
Tablo 5’e göre, depremi doğa olayı olarak tanımlayanların çoğunluğu bilgilendirme çabalarında
bulunmakta (36; %60); bununla birlikte Allah’ın takdiri olarak tanımlayanların büyük bir
çoğunluğu da bilgilendirme yapmadıklarını ifade etmişlerdir (60; % 73,6). Bu durumun
değerlendirmesi olarak, daha önceki alıntılarda da karşımıza çıkan argümanları kullanmak
mümkündür. Kadercilik olarak kabul edilen “kültürel çareler deposu” na dayanarak bir şey
yapmadan durma afet farkındalığının önünde önemli bir engeli teşkil etmektedir. Bu engeli
aşmak için yapılması gerekenler “her şey Allah’tandır. Ama bizim de insan olarak
yapabileceğimiz bir şeyler var, tevekkül var” diyen katılımcının argümanı ile karşımıza
çıkmaktadır.
Afet ve Güven
Sosyal sermaye biçimlerinden biri olarak kabul edilen güven olgusu sosyal bilimlerde son
dönemlerde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Giderek karmaşıklaşan dünyada kişilerin
kendilerine bir dayanak arama eğilimi böylesine bir ilginin arkasında yer almaktadır. . Kavramın
sosyolojik analizinde önemli isimler arasında yer alan Luhman (1993)‘a göre toplum içinde
30
güven kavramının oluşmasının ön koşulu, kaos ve buna bağlı olarak oluşan ve süre giden risk
ve korku duygularıdır ve bu olgunun temel işlevi karmaşıklığın azaltılmasıdır. Bu karmaşıklık
ise modern sanayi toplumunun özellikleri arasında yer almaktadır. Söz konusu toplumda
yaşayan bireyler, hesaplanabilirlik ilkesi temelinde karşı karşıya bulunduğu durumlar için çözüm
seçenekleri geliştirirler; ancak, sosyal gerçeklik içinde tüm olasılıkları hesaplamak ya da tahmin
edebilmek mümkün olmadığı için, güven olgusu süreç içine dahil olur ve kişi bu olguya
sorumluluklarını atfeder. Diğer bir deyişle güven geleceğe yönelik bir olgudur ancak geçmiş ile
de bağlantıları bulunmaktadır. Deneyimler aracılığı ile karşı tarafın güvenilir ya da tersi olduğu
konusunda kişi değerlendirmeler yapar ve sonuca ulaşır. Geleneksel toplumdaki güven, geçmişe
ağırlık vererek, gelecek için belirsizlik ve risk olgularını kavramsallaştırmaların dışında
tutmaktadır. Oysa modern toplumlarda gelecek önemli bir bileşen olarak kabul edilmektedir.
Çalışmada, güven olgusu, siyasi yapı ve onun yerel temsilcilerine güven çerçevesinde ele
alınmaktadır. Söz konusu sınırlandırmanın yapılmasında, deprem yardımlarına ulaşma
konusunda sıkıntı yaşanıp yaşanılmadığı ve eğer bir sıkıntı yaşanmışsa bunun ne olduğunu
sorulduğu sorulara verilen yanıtlar etkili olmuştur:
Tablo 6: Deprem yardımlarına ulaşmada sorun yaşama
Evet
Hayır
Toplam
Sayı
138
35
173
Yüzde
79.8
20.2
100.0
Tablo 6’ya göre katılımcıların yarısından daha fazlasının deprem yardımlarına ulaşmada sorun
yaşamışlardır. Söz konusu sorunların neler olduğu ile ilgili olarak katılımcılara ait aşağıda yer
alan alıntılar bilgi sağlamaktadır:
“Çadır bulamadık çadır almaya gittiğimizde sopa yedik. 15-20 gün sora yazlık çadır verdiler iki
ay sonra konteynır verdiler. Adaletsiz bir dağıtım sistemi var. İktidara yakın olanlar yardım
aldılar. Ötekiler yeterince yardım alamadılar. Türk halkına ve dünya halkına minnettarız devlete
asla.” Kadın, ev hanımı Kürt kökenli
Yukarıda alıntıya göre yardımların dağıtımında eşitsizlik söz konusudur. İnsan ilişkileri ile ilgili
sosyal psikolojik yaklaşımlardan “Eşitlikçi Yaklaşım”a göre insan ilişkilerindeki en önemli kriter
adalet duygusunun sağlanmasıdır. Adalet duygusunun kişilerde oluşturulamaması özellikle
algısal boyutta ilişkilerde adaletin ol(a)maması, çatışmanın ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Barthos ve Wehr (2002)’ e göre kıt kaynakların olması ve bu kaynaklara ulaşma çaba ve isteği
taraflar arasında çatışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Afet gibi olağanüstü koşullarda, özellikle
yardımların ulaşımı ile ilgili konularda bir çatışmanın önlenebilmesi için, yardım dağıtacak
kişilerin seçimi ve eğitimin önemli olduğu yukarıdaki alıntıya dayanılarak ileri sürülebilir.
“Yardım nepotizmi” olarak kavramsallaştırılabilecek olan tanıdıklara daha fazla yardım etme
31
durumuna ek olarak dağıtımlarda yaşanılan bir diğer sıkıntı alanı aşağıdaki alıntıda karşımıza
çıkmaktadır:
“Bizim can kaybımız vardı onunla uğraşırken komşular bizim yerimize aldı. Bize gelmedi.
Görevliler hep yakınlarına dağıttı.” Kadın, ev hanımı
Benzer bir sorunu yaşlı bir katılımcı da yaşadığını belirtmiş ve sağlık durumu elvermediği için
yardımı kendisi adına bir başkasının aldığı ama o kişinin yardımı kendisine ulaştırmadığını ifade
etmiştir. Bu tür sorunların önüne geçebilmek amacı ile esnek yapılanma içinde olacak “esnek
örgüt” (Çorbacıoğlu,2005) anlayışının kamu ve özel sektörde oluşturulması gerekmektedir. Afet
sonrasında müdahale edecek örgütlerin farklı senaryolara göre oluşturulması bu noktada büyük
önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra nüfusun özellikleri (kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk, engelli
vb.) hakkında bilgiler güncel ve doğru olmalı, bunu sağlayacak bir veri bankasının oluşturulması
gerekmektedir.
1999 Marmara Depremi’nden sonra da yardıma ulaşma konusunda devletin ve siyasi otoritenin
yetersiz kalması depremzedelerde devlete ve siyasi otoriteye karşı güven kırılmasına neden
olmuştur (Jalali,2002). Aradan geçen 15 yıla rağmen bu konuda bir değişimin yaşanmaması,
toplumsal hafızanın düşük olması, gündemin çabucak değişmesi Türkiye’de sürdürülebilir bir
afet yönetimi oluşturmada önemli engeller teşkil etmektedirler. Bununla birlikte katılımcıların
hemen hemen hepsi Allah’a güven duyduklarını ifade etmişlerdir. Bu eğilim önemli bir başa
çıkma mekanizması olarak değerlendirilebilir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
2011 yılında Van’da meydana gelen depremin sosyal, ekonomik ve kültürel yaşam üzerine
etkilerinin neler olduğunu ortaya çıkarma amacında olan bu çalışmada, saha araştırması
sonucunda elde edilen verileri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Toplumsal yapının homojen nitelikte olmaması afetten zarar gören kesimlerin incinme
derecelerini etkilemektedir. Bu değerlendirmeye paralel olarak, araştırmaya katılan katılımcılar
içinde farklı toplumsal kesime ait olanların kırılganlıkları da değişim göstermiştir. Kadın
katılımcılar özellikle annelik statüsünün gereği olarak deprem ile başa çıkma konusunda yoğun
emek sarf etmişler ve durum onların zihinsel ve fizyolojik olarak yıpranmalarına neden
olmuştur. Afet öncesinde var olan kırılganlıkları (şiddet görme, okula gidemem, çalışamama
gibi) deprem sonrasında da yoğun bir şekilde devam etmiştir.
Toplumsal cinsiyet kavramsallaştırmasının diğer bir tarafı olan erkekler de afet ile ilgili
tartışmalarda yakın bir geçmişte ilgi görmeye başlamıştır. Ataerkil sistemin taşıyıcısı olarak
gündelik hayatta algılanan erkekler, gerçekte afetlerden olumsuz olarak en az kadınlar ve kızlar
kadar fazla etkilenmektedirler. Bu çalışmada da özellikle baba ve aile reisi
kavramsallaştırmalarının içeriği ve pratiği erkek katılımcıları kendilerini kontrol etme ve güçlü
32
olma konusunda zorlamış ve bu durum onların yıpranmasına, şiddet eğilimli olmasına yol
açmıştır.
Sosyal yapının karmaşık ilişkiler ağından oluşması, şiddet başta olmak üzere farklı sosyal
sorunların oluşumuna, gelişimine neden olabilmektedir. Deprem nedeni ile erkek üzerindeki
kültürel baskı, kadına yönelik şiddette somutlaşabilmektedir. Çocuklar, afetten en fazla etkilenen
kesim olarak kabul edilebilir. Böylesine bir algılamada daha önce de ifade edildiği gibi, çocukluk
ile korumasız çaresiz güçsüz sıfatlarının bir arada kullanılmasının önemli yeri bulunmaktadır.
Çalışmada yer alan çocuklar, deprem deneyimlerini üzüntü ve mutsuzluk sembollerini
kullanarak dile getirmişlerdir. Çocukların bu psikolojik durumlarını iyileştirmek, onları afetlere
karşı daha hazırlıklı kılabilmek için afet ile ilgili bilgi ve becerilerin önceden sık aralıklarla ve
uygulamalı olarak verilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu noktada okul merkezli bir eğitim
hayati durumdadır. Bu eğitimin verilmesinde ise, eğitimcinin niteliği de oldukça etkilidir ve
öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarında afet eğitiminin de uygulamalı bir ders olarak
okutulması olumlu gelişmelere imkân verecektir.
Afet yönetimin sürdürülebilir hale gelmesi için kullanılabilecek en etkili yaklaşımlardan bir
tanesi “topluluk temelli afet ve afet riski yönetimi” dir. Afet topluluğunun (afetzedeler ve kamu
ve sivil inisiyatifler ve sıradan kişiler) tüm paydaşlarının karar verme ve uygulama süreçlerine
deneyimleri ile birlikte dâhil edilmesi bu yaklaşımın çıkış noktasını oluşturmaktadır. Türkiye’de
1999 Marmara depremi sonrasında MAY olarak isimlendirilen “Mahalle Afet Yönetimi” bu
anlayışın Türkiye’deki ilk temsilcileri arasında yer almaktadır. 1999 Marmara Depremi afet ve
afet riski yönetimi anlayışı ve pratiği açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Bu
tarihten sonra kamusal ve sivil alanda farklı çalışmalar gerçekleşmiş ve kamusal alandaki en
önemli gelişme, daha öncesinde dağınık durumda olan ve bu nedenle iletişim ve eşgüdüm
konusunda sıkıntılar yaşayan örgütlerin tek bir merkez altında toplanması olmuştur. AFAD
olarak adlandırılan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı 2009 yılında kurulmuş ve Bütünleşik
Afet Yönetimi Sistemi“ anlayışı ile afet ve afet riski yönetiminin farklı aşamalarını daha önce
ifade edilen döngüsel bir anlayış çerçevesinde ele almayı temel hedef olarak belirlemiştir.
AFAD tarafından 2015 yılı Ocak ayında gerçekleştirilen toplantı sonrasında Türkiye’nin Afet ve
Afet Riski Yönetimi Stratejisi oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu çalışmanın yürütücüsünün de
davetli olarak katıldığı bu toplantıda, eğitim ile ilgili neler yapılabileceği konusunda farklı
tartışmalar gerçekleşmiştir. Afet eğitiminin bu yazının farklı bölümlerinde de sıklıkla dile
getirildiği gibi uygulamalı sık aralıklı ve basit bir dil ile paylaşımlı bir şekilde gerçekleştirilmesi,
afet farkındalığının kalıcı bir şekilde kişilerde oluşması ve gündelik hayatın bir parçası haline
gelmesi sağlanabilir.
KAYNAKÇA
Ariyabandu, M.M. (2009) Sex, Gender and Gender Relations in Disasters, iç. Women, Gender
and, Disaster (Ed. E. Enarson, P.G.D. Chakrabarti), London: Sage
Barthos, O.J ve Wehr, P. (2002) Using Conflict Theory, Cambridge: Cambridge University
Press.
33
Beck, U. (1992) Risk Society: Towards a New Modernity, London: Sage.
Beck, U. (1999) World Risk Society, Madlen, MA, Blackwell Publishers.
Chandler, D. (2002) Semiotics the Basic:London: Routledge.
Enarson, E. (2009) Preface, iç. Women, Gender and, Disaster (Ed. E. Enarson, P.G.D.
Chakrabarti), London: Sage.
Enarson, E. , Chakrabarti, P.G.D. (2009) Women, Gender and Disaster: London: Sage.
Fişek, G.O., Yeniçeri, N., Müderrisoğlu, S., Özkarar, G. (2002) Risk Perception and Attitudes
Towards Mitigation, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi CENDİM.
Fritz, C.E. (1961) Disaster, iç. Contemporary Social Problems (R. Merton ve R. Nisbet Ed.),
New York: Harcourt, Brace and World Inc.
Giddens, A. (1998) Risk Society: The Context of British Policies, iç. The Politics of risk Society,
(J. Franklin Ed.), Oxford: Polity Press.
Harrison, B.(2002) Seeing Health and Illness Worlds – Using Visual Methodologies in a
Sociology of Health and Illness: A Methodological Review, Sociology of Health & Illness ,
24: 856–872.
Hines, J.M. , Hungerford, H.R., Tomera, A.N. (1986) Analysis and Synthesis of Research on
Responsible Environmental Behavior: A Meta Analysis, Journal of Environmental
Education, 18 (2).
Horkheimer, M.(2005) Akıl Tutulması, İstanbul: Metis.
Houghton, R. (2009)‘Everything Became a Struggle, Absolute Struggle’: Post-flood Increases
in Domestic Violence in New Zealand, , iç. Women, Gender and, Disaster (Ed. E.
Enarson, P.G.D. Chakrabarti), London: Sage.
Houghton, R. (2009)‘Everything Became a Struggle, Absolute Struggle’: Post-flood Increases
in Domestic Violence in New Zealand, , iç. Women, Gender and, Disaster (Ed. E.
Enarson, P.G.D. Chakrabarti), London: Sage.
Jalali, R. (2002) Civil Society and the State: Turkey After the State. Disasters, 26:120-139
Luhmann, N. (1993) Risk: A Sociological Theory, New York: Aldine De Gruyter.
Demir Gürdal, A. ve Odabaş Z.Y. (2014) Miras ve Kadın: Sosyolojik Bir Değerlendirme, Folklor
ve Edebiyat Dergisi, Sayı 78.
Çorbacıoğlu, S. (2005) Çevrelerinde Değişime Adapte Olabilen Sosyo-Teknik Sistemler ve
Afet Yönetimi, Çağdaş Yerel Yönetimler, 14(2): 5-21.
Kasapoğlu, A. ve Ecevit M. (2001) Depremin Sosyolojik AraĢtırması, Ankara: Ümit.
Kasapoğlu, A. ve Ecevit, M. (2002) Effects of Cultural Values on the Attitudes and Behaviours
of Survivors of the 1999 Earthquake in Turkey, Social Behavior and Personality: An
International Journal, 30: 195-202.
34
Law, J. (1999) After ANT: Complexity, Naming and Topology, iç. Actor Network Theory and
After, (J. Law ve J. Hassard Ed.), Oxford: Blackwell.
Lindell, M. K. (2013) Disaster Studies, Current Sociology, 61 (5-6): 797-825.
Mileti, D. S. (1999) Disasters by Design: A Reassessment of Natural Hazards in the United
States, Washington: Joseph Henry Press.
Palamut, H. (2007) Depremin Yarattığı Travmanın KiĢilerin Hayatlarına Etkileri, iç. Yeni
Toplumsal Travmalar (A: Kasapoğlu Ed.), Ankara: Referans.
Peirce, C.S. (1931;1958) Collected Writings (C. Hartshorne, P. Weiss, A. W. Burks ed.),
Cambridge: Harvard University Press.
Pincha, C. (2008) Gender Sensitive Disasater Management: A Toolkit for Practitioners,
Mumbai: Eastwarm Books.
Rose, G. (2007) Visual Methodologies: An Introduction to teh ınterpretation of Visual
Materials, London: Sage.
Saussure, F. de (1974) Course in General Linguistics, London: Fontona/Collins.
Sayğan,S. (2014) Örgüt Biliminde Karmaşıklık Teorisi: Complexity Theory in Organization
Science, Ege Akademik Bakış, 14( 3): 413-423.
Seeman, M. (1959) On the Meaning of Alienation, American Sociological Review.
Wallerstein,I. (1999) Bildiğimiz Dünyanın Sonu, İstanbul: Metis.
35
Download