İstimdad - Tasavvuf Dergisi

advertisement
İstimdad
Süleyman UUJDAG
Prof. Dr., Uludağ ü. ilahiyat Fakiiltesi
Sözllikte istimdad "bir adamdan meded ve inayel iste mek' anlamına gelir. !stimdad takviye ve destek anlamına cb~ gelir. llokkadan mürekkep <ınidad) alınaya
da istimdiid denir. İındfıd , yardun ve destek anlaınınd<ıdır. Bir kişinin başka birine
üçüncü kişi veya kişiler aracılığıyla yardım etmesine ve mali yardımda bulunmaya ,
dard<ı kalan ve destek isteyen bir kimsenin yardımına koşımı ya da iındad denir. Bu
kelimelerin kökü olan mC!rld çekmek ve sel anlamına gelir. Suyun akmasına ve taş­
masına da ıned denir. Gel-git olayına med-cezir denmesi bunda ndı r. (Asım Efendi,
Kam11s !ere., c. IT , ss. 19-22) Meded yardım , destek ve imkan demektir.
Türkçe'de imdad tehlikede olana yapı lan yardım ve bu durumda olan birinin,
"yetişin!'', "kurLırın!" diye acele olarak yaptığı yard ı m çağnsıdır. İmdad istemeye
ve yardıma çağırınaya istimd:1d denir.
Mcdcd, imdad ve isünıdad kelimeleri genellikle Kudn ve hadislerde dini bir
kavram ve teriın o larak kullanılınaınıştır. Sözlük ~ı nlaınında kullanılmıştır. Daha
sonraki dönemlerde kavram haline gelen istimdad bir kimsenin yanında bulunınayan hayattaki bir kişiden veya ölü bir kimsenin ruhundan yardım istemesi, ıne­
ded beldemesi ve bu maksaıla ona: .. Yetiş! ", "i ındad!", ··ı\:ledecl!" diye hitap ermesidir. Bunun sebebi kendisinden yardım istenen kişinin veya nılıun Allah Tea:ı:;rnın dostu ve sevdiği bir kul olduğuna, bu sebe ple dua ve isteğinin Allah Teaiii
katında makbul sayı lelığına i nanılnıasıdır. Böyle kişilere ve]i/evliya, a7jz/eizze.
azizan, enniş, eren ve Hak eren gibi isimler verilir. Öldlikıen sonra gömüldüğü yere ziyaretgalılziyaret yeri, ıürbe; I; endisine de yaıır denir. ister diri, ister ölü olsun
cnnişlerin doğaüstü bir takım kuvvetiere sahip olduklan inancı ve k-ülrü bürun
ıoplumlarda vardır. Bu kült daha çok da halk arasında ve özellikle de mistik çevrelerde yaygındır. Bunun dışındakiler bu inanca ve eyleme ya hiç ilgi gösrennezler veya ona kar~ı çıka rlar. Bu inanca ve eyleme ilgisiz kalınanın sebebi bunu
önemli görmemek. üzerinde dunnaya ve konuşmaya değer bulmamakıır. Az ya
sebebi bu inancın ve eylenlin genellikle kabul gören ve elinin resnaslarda ifadesini bulan ilk ve özgün halini aşmdırdığına .
hana tahrip eniğine inanılmasıdır. isıimdad olayını gereldi ve yararlı bulanların görüşlerine geçmeden evvel genel olarak bu hususun tasavvuf ve tarikat çevrelerinde veya ha:lk tabakalan arasında nasıl anlaşıldığına kısaca göz atalım:
1. Bir kimse vel'i olduğuna inandığı bir kimseden ya o veli hayatta iken veya
öldükten sonra istimciadda bulunur.
2. Hayatta ise ya velinin yanında olduğu halde ve onun huzurunda veya veli
yanında değilken ve onun gıyabında kencüsinden istimciadda bulunur. Böylece
ortaya üç durum çıkar. Bu i.iç durum gerek istimdada taraftar, gerekse buna karşı olanlar balamından fazla farklt değildir. İsrimdada taraftar olanlar üçünü de
kabul ederler, karşı olanlar genellikle üçüııü de reddederler.
İstundadın niye[ ve inanışa göre farklı şekilleri vardır._Tasavvuf ve ta~lkat çevrelerinde kabul gören ve uygulanan şekil genellikle şöyledir: Kendisinden istimdadda bulunulan veli, aziz, ermiş ve eren, salih ve cakva sahil:ıi samimi bir ınü­
mindir, kamil bir Müslüman'du·. islam'm zahiri ve şer'! hükümlerine gönülden
bağlı olup bunları hassasiyetle uygulamaktadır. Diğer yandan batmi hükümleri
gerçekleştirmekte, bunlann sır ve hikmetlerine vakıf bulunmakta, kalbini ıemiz­
lemekte, nı bunu olgunlaştınnakta , büyük bir duyarlık ve özenle dinini yaşamak­
tadır. İstimdiidda bulunan kişi clüşünür ve inanır ki ermiş Allah'ın sevgili kuludur. Onu vesile edinerek ve ''Ailah'ım, bu kulunun yüzü suyu hürmetine bu duarnı kabul et veya şu ihtiyacımı gör veya şu derdime deva ol'' derse duasının ve
dileğillin Hak Teala katında makbul olma şansı daha fazladır. Sonuçta bu vesilenin faydası vardır.
Balısedilen tarzda isrimdadcla bulunan kişinin eğer istediği gerçekleşirse bumı öncelikle Hat Telila'dan bilir. O'na hamd ü senalar, şükürler eder, ancak vesile ve vasıta olanzatında bunda etkili olduğunu düşünür, ona da dua eder. iş­
ce istimdad, istiane, istiğase , istişfft, tevessül ve vesile ded ikleıi şey budur. Eğer
istimciadda buiunan kişi neticenin hasıl olmasını sadece ermişten bilir ve Allah
Teaiii'yı hiç hatırından geçirınezse ya da neticenin gerçekleşmesinde ermişin payını Allah'ın payı ile eşit ve ona elenk tutarsa buna şirk denir. Çünkü bu durumda ermiş vesile/ aran olmaktan çıkmış amaç olmuştur. Bu clunııu son derece öznel ve içsel bir dunımdur, niyete bağlıdır. Bir kimsenin, başl<a bir kimsenin niyeti ve istlınclad ı hakkında somut bir şekilde değerlendirme yapıp bunun üzeri. ne dini hükümler bina etmesi hatalı olduğu kadar da tehlikelidir. Çünkü, insanlarm iç hallerini ve niyetlerini Allah Teala'dan başkası bilemez. Ti.irbede dua
eden bir mürnin ve mliıninenin hangi anlayışla, hangi inanışla , hangi maksat ve
niyetle dua ettiğini başkalan bilemez. Olaya dışarelan bakanların görevi onun bu
halini büsn-i zan kuralına göre yonımiayıp şirk ve küfür sa.ymamaktır. Bir mü. da çok
oluşun
mJ/şeldl niteliğini ve
istimdiid
ll
min hakkında sü-i zanda bulunmak ve onun duasını şirk olarak yorumlamak
kimsenin hakkı ve haddi değildir. Bı.ı gibi yerlerde bir kimsenin üzerine vazife
alnıayan şeylerle uğraşıp Müslümanlan huzursuz ve tedirgin etmeleri yanlıştır;
bir sapiantının eseridir.
isıimdad meselesi Allah Teala. ile kulu arasındaki son derece özel, öznel, içsel,
gize mli (derGnl, batı ni, kalbi, nıhl, sırri) ve manevi bir ilişkidir. Konunun bü yönü
Yüce Allah, diğer yönü kul ile olduğundan bu iki tarafı kısaca ayrı ayrı görelim.
İslam inancına göre Allah müreal, münezzeh ve mukaddestir. Her şeyi bilir,
irade ve kudret sahibidir. Dilediği şeyi kudretiyle yaraur. Her şeyi yaratan O'dur.
İnsanı da, insanın davranış, eylem ve hallerini de O yaratır. O'ndan başka yararıcı yoktur. BumınJa beF.:ıber yarattığı her şeyi bir sebebe, bir gayeye, bir maksada ve lli.kmete göre yaratır. O'nun fiilinde batı! ve abes bir şey yoktur.
Yüce 1\llah mlisebbeb{ilı illetlere, sonuçlan sebeplere, eserleri müessirlere
bağlamış, bunlar arasında düzenli ve devamlı bir ilişki kurmuştur. Güneş olmadan sıcak olmuyor, sıcak olmadan su buharlaşmıyor, su buharlaşmadan bulut
oluşmuyor, bulut oluşmadan yağınur yağmıyor, yağmur yağmadan birki.ler bitmiyor, bitkiler ve otlar olmadan hayvanlar yetişmiyor. Bunlardan önce olanlar
ardından gelenlerin sebepleri, sonra olanlar da bu sebeplerio sonuçlandır.
Alemde ki ve dünyadaki olayların sebep-sonuç ilişkisi içinde işlemesine ve sürüp
gitmesine Kur'an-ı Kerim sünnetullah/adenıllah diyor ve ekliyor: ''Allah'ın sünnetinde bir değişiklik göremezsin." Tabiat ilimlerinde buna 'Tabiat kanunları"
deniliyor. Gerek sosyal hayatta, gerek bireysel hayatta, gerek doğada her şey sebep, vesile Ve$ vasıta çerçevesinde işliyor, hükmünü icra ediyor. Kur'an-ı Kerim
bu anlamda sebep, vesile ve vasıta kavramları üzerinde ısrarla dunıyor. Bunu soruınluluğa ve yüküınJi.iliiğe, netice itibariyle de bahriyar veya bedbaht olmaya
<saadete ve şekavete) temel yapıyor.
Her şeye kadir olan ve her şeyi yaratan Yüce Allalı ınelekferi yaratıyor, onlara belli işler veriyor, o işleri onhua gördürüyor. Tabia[ olaylarını tabiat kanunları çerçevesinde onlara yaptı.rıyor. Burada sadece bir örnef< üzerinde duralım :
"Öt"dükleri zaman insanların canını alan Alla h'tır. " (Zfımer 39/42; En'am 6/ 10;
Yunus 10/ 104\ ~sizi yaratan, sonra da canınızı alan Allah'tır. " (Nahl-16/70) Allah'ın verd iğteam yine Allalı alır. Allah'ın esına-i hüsm~sından birisi el-Mi:imir/Öldüren'dir. Bunun için bir Müslüman: "A:Ilalı'ım! Müslüman olarak nıhurnu aH~
(A'raf 7/ 28; Yusuf 12/ 101) diye dua eder. Bunlar Kur'an'daki açık, seçik ve kesin
ayetlerdir. Fakat Hak Teala "Melekü'l-Mevt/ Öiüm Meleği'' adını verdi ği bir melekten bahsediyor ve: "Canınızı ölüm meleği alıyor. ~ (Secde 32/ 1 1) btıyun.ıyor.
Çünkü bu işe o memur edilmiştir. Can alına aracı odur. Sonra "Onların canlarını
melekler alır. " (Nisa 4/ 97; En'aın 6/ 61) buyunıyor. Ölüm meleklerinin birçok olduğunu bildiriyor, bazen bu meleklerden: "Elçilerimiz" Cbk. A'raf 7/ 37) diye balı-
sediyor. Çok açık olarak görülüyor ki ö lüm melekle ri birer vasıta, bir ar~cıdırlar.
"Canın ı.zı Allah alıyor" önermesi ile "canınızı ölüm meleği alıyor'· ö nenneleri çelişkili görünse de dini ve İst!hılı bir mantıkla hakildığı zaman arada bir çelişkinin
olmadığı görülür. Çünkü " canmızı All;~lt alı yor·· önermesiyle "ca nınt7. melek alı­
yor" öneımeleri farklı anlamlarda kullanılıyor, farklı anlamlar it~~de ediyor. Farklı yönlerden ve açılardan aynı fiilin hem Allah'a, bem de meleğe isnad edilmesi
tezad ve tenakuz anlamı raşımaz .
Yüce Allah tarafından ke ndilerine belli görevler ve rilen bütün meleklerin dunımu
böyledir. Haua kabirde insaru sorgulayaca k olan Münker ve Nekir melekleri, cennet ve cehennemde görev yapan melekler için de aynı şey söylenebilir.
Cen;ib-ı Hak vahyini peygamberi ne ınclek, insanlara da peygamber aracılı­
ğı yla ulaştırıyor.
Melek Alla h ile O'nun en çok sevdiği kullar olan peygamberler
a rasında aracı olduğu gibi, peygamberler de Allah ile kulları arasında aracıdırlar.
Nül>iivvetin (ha be reiliğin ), risalerin ve selarelin (elçiliğin) anlam ı budur. Aracılık
olmadan peygamberlik olmaz.
insan vasıı:.alar ve veslleler, sebe pler ve araçlar dünyasında yaşar. Rızk veren
Allalı 'tır ama O , bize nzkıınızı belli bir vasıta ve veslle ile verir. Allah nzkımızı bize bir veslle ve vası ı:a ile ulaşl.ırır. Bu aracı herhangi bir insan da, başka bir şey de
olabilir. Be nim nzkım ı/nat~ı kamı babam veriyor de mek kesinlikle Allah ve nniyor
anlamına gelmez. Bir baban m "çoluk çocuğum un rı zkını ben ı emin ediyo rum"
demesi küfür ve şirk değildie günah da değ ildir. Yeter ki o hakiki anlamda rızk
verenin Allah, ke ndisinin de bir aracı , bir sebep olduğunun bilincinde ve inan cın­
d<~ olsun.. Aile birc)'lerinio .. bizim rızkınıızı baba mız ıenı in ed iyor" demeleri de
ayne n böyledir. "İla ç aldını ya da doktora gittim şifa buldum, sözü de böyledir.
Hakiki anlamda eş-Şiiri/Şifa veren t\llah'tır. İW. ç \'e hekim bunun bir sebebi ve
aracıdır. Esbab-ı adi ye eledikleri sebepler bun!Jrdır. Bunlar alt sebcplerdir, üst sebep Allalftır. Bunun için o·na "Müsebbibi.i'l-esbab", "İllet-i Üla'' denir. Sebepler
list sebepten başla yarak aşağıya doğru iner. St::beplerin hepsi ö nemli olmakla bera ber biz ö nce ilk , sonra son sebebi düşün ürüz. Bunun için tedavi görüp s<tğlığı ­
ııtıza kavuşttığmmı zda önce 1-lak Teaıa·ya şükr. sonra bizi tedavi eden hekime leşekkür edeıiz. Onun için Pcygaınberi miz: "insanlara teşekkür etmeyen Alla h'a
şükrerınez''
Aynı
( Ebfı Da vlıd, Edeb, Il; Tirmizi, Birr, 35) buyı.ım1u~lardır.
şey istimdad kon usunda da söylenebilir. Bi r insan evliya yı ve
ehlullalıı
vcsilc ittihaz edebilir. Yeter ki vcslle olduğunu söylediği vcliyi Rab derecesine
yükselı mesin ve nihai ın erciin Yüce Allah olduğunu aldından çıkarmasın . 1.3u anlamda o lmak üzere şifayı hekimden bilmekle velinin duasından ve lıirnnıctinde n
bilme k ar.ısında fazla bir fark yoktur. Sonuçta ikisi de veslledir, sebeptir.
Şirk nedir? Şirk birden çok tanrı kabul etmek veya yara tıcı bir tek Allalı 'a
inanınakhı beraber diğer bir şeyi ona o rtak koşmak , sadece O 'na özgü olan h u-
islimddd
13
susları "diğer
bir şeyde" de aramakrır. Şirk revhi din ve vahde-i Wlbiye'nin zıddı­
re k bir Tanrı'ya/Allah'a irikad esastı r. İslam 'daki Allah inancı şirkin
lıer türlinden arındırılmış insan doğasına uygun makul ve sade bir inançtır.
Kur'an'da bu inanç tellan edilirken kısmen veya tamamen bu inanca aykırı düşen tanrı inançlan bahis konusu ed ilmiş ve bunların şirk olduğu açıklanmıştır.
dır. İsHiın'da
Bunl arın başlıcaları:
ı. Şirk-i İsrikH\VBaşlı başına şirk:
Mecusllik'te olduğu gibi biri hayr, diğeri şer
(Hürmüz-Ehrimen) iki tanrının varlığına itikad gibi. Buna seneviye/düalizm denir. islam öncesi Arap putperesttiği ve birçok tanrıya itikad etme (politeizm) de
buna dahildir.
II. Şirk-i Tab' iz/Tanrının bir takım unsurlardan mürekkep olduğuna itikad
etmek: Hıristiyanlık'ta olduğu gibi üç uknum'a/ ekanim-i seHlseye (Teslis'e, Trifand-do ktrin) itikad etmek. Buna şirk-i teşbih de denir. Çünkü insan olan İsa
Tanrı'ya veya Tanrı İsa 'ya benzetilınektedir.
lll. Şirk-i TakribiTanrı'ya yaklaştıncı şeylere Tanrı'ya ait nitelikler verme k:
Buna veseniyye/putpe restlik de denir. islam'dan önceki dönemde Araplar tek bir
yaratıcı Allah'a inanıyor, yerleri ve "gökleri kim yarattı " sonısuna "Allah" diye cevap veriyor (bk. Zümer 39/ 37; Zuhruf 43/9), putlar yara ttı diye bir iddiada bulunmuyorlardı. O halde niçin onlara !apıyorsunuz , somsuna, "çünkü onlar bizi Allah'a ya klaştırıyor, Allah'a yaklaşma mıza ves!le, vasıta oluyor" diye cevap veriyor
(bk. Zümer 39/ 3) ve "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir'' (Yunus
10/ 18) diyorlardı. Kur'an bu anlamda şefaatı küfür ve şirk sayarak reddeder. Ancak, Kur'an'da şefaat tümden ve kökten reddedilınez. Kur'an der ki: "Allah'tan
başka sizin için şefaatçi ve dost yoktur.'' (bk. Secde 32/ 4; En'am 6/51,70). Yine
Kur'an der ki "Şefaat etmek için Allah'ın kendilerine izin ve yetki verdiği kişiler­
den başka hiçbir kimse şcfaatçi olamaz." (bk. Bakara 2/255; Yunus 10/2; Taha
20/ 109; Sebe 34/23; Zuhnıf 43/86) Allah'ın izin verdiği kişiler şefaatçi olur, Allah' ın rızasıyla bazı kimseler şefaatçi olurlar. (bk. Enbiya 21/ 28) Bunlar peygamberler, evliya, t.akva sahipleri, salih kişiler, şehidler, sıddıklar.. . vs.dir ve sahih hadislerde şefaatçi olma izni verilenlerio listesi uzundur. Şefaatin kapsaını da önemli bir konudur. Mu'tezile dindar ve takvasahibi kişilerin şefaatini ufak tefek gü-·
nahlarl a/gi.inah-ı sağair ile sınırlı tutarken, Selefiyye hareketinin mensuplan da
dahil olmak üzere Ehl-i Sünnet şirk d ışındaki bütün büyük günahiarıigünah-ı keooir'i şefaatin , aynı zamanda ilah! af ve mağfiretin kapsamında göm1ektedir.
IV. Şirk-i taklid: Taklidden kaynaklanan şirk geleneklere, töreye, aba ve ecdadın izinden körü körüne yürümeye ve a taları gözü kapalı izleme esasına dayanır.
İslam öncesi dönemdeki Arap şirkinde bu nitelik de vardır. Kur'an bu konuda der
ki: "Dediler ki: Atalarımızı bunun üzerine bulduk ve biz onlara tabi oluyonız. " <Bakara 2/170; Maicle 5/ 104; Enbiya 21/ 53; Lokınan 31/21; Zuhnıf 43/22, 23>. Buna
ataperesdik de denir. Eski kavimlerde atalara, din adamlarına ve hükümdarlara
aşırı bağlılık gösterilir, bunlar kudsiyet derecesinde görülür, bunlara tapılırdı.
Hatta öldükten sonra da var olmaya ve değişik bir tarzda yaşamaya devam ettiklerine inandıklan bu tür kişilerin n.ıhlanna tapılırdı. Bunlara tapılması halinde iş­
lerinin yolunda gideceğine, bunlara saygısızlık edilmesi halinde ise zarar göreceklerine, hatta onlann ruhlarının kendilerini çarpacakian na ve hayatı zehir edeceklerine itikad edilirdi. Yardımlarını görmek ve zararlarından korunmak için kabirleri ziyaret edilir, burada onlara tapıhr, nıhlarına adanan kurbanlar kesilir, saygılar sunulurdu. Öldükten sonra da yaşadıklarına inanıldığı için öbür dünyada
kullansınlar diye kabirierine bir takım eşyalar da konulurdu. Ayrıca kabirierin
üzerine bazen küçük, bazen büyük, bazen de çok muazzam binalar inşa edilerek
ulu ta pınak baline getirilir, belli zamanlarda buralar ziyaret edilir, buralarda ayinler, bazen de şenlikler düzenlenir, kurbanlar kesilir, neşldeler ve bestelenmiş şi­
irler okunur ve raks edilirdi. Bu kült dünyanın her tarafında görülmüştür. KuıJan,
Hak Teaiii'nın gönderdiği peygamberielin bu batı! inançlada mücadele ettiklerini, o kavimlerin de peygamberleri ''Atalarını yolunu izlemekten kendilerini vazgeçirınek"le suçladıklarını defalarca söyler. Şehristanl, n.ıhlara ve nıhanllere tapan kavimler hakkında bilgi verir. Bunlar özetle şöyle düşünürlerdi: Mukaddes
ve münezzeh bir Allah var ama biz o ulu varlığa ulaşmaktan ve onunla birebir iliş­
ki kunnaktan aciziz. Ancak kendisine yakın bulunan aracılar sayesinde O'na ulaşabiliriz. Bunlar cevher, fül ve hal olarak kutsaldırlar. Bu hakikati Hermes veGazimon bize öğretmişlerdir. O yüce Tanrı Rabbü'l -erbab'tır, Tanrıların Tanrısı'dır.
Nefsiınizi temizler ve ahlakımızı düzeltirsek nıhanllerle aramızda bir ilişki kurma
imkanı ortaya çıkar. Bu suretle ihtiyaçlanmızın görülmesini onlardan ister, bu hususta onlara yöneliriz. Onlar yaratıcıınız katında bize şefaatçi olurlar. Nefsterin
arınınası çile ve nıhanilerden istiındad ile gerçekleşir. Dualar ve ibadetler edilir,
namaz kılınır, oruç tutulur, zekat/ sadaka verilir, tütsüler yapılır, kurban kesilir.
Bunun neticesinde aracı olmadan O ulu varlıkla ilişki kurma istidadı/yeteneği ve
O'ndan istimciadda buluruna imkanı hasıl olı.ir. Bu noktada vahiy alanlarla eşit
hale gelinir. Ruhaniler icad ve halkda aracı varlıklardır. Kudsi varlıktan aldıkları
kuvveti aşağı mertebedeki varlıklara aktarmada aracı olurlar. (bk. Şehristanl, elMi/el ve'n-nihal, Kahire 1975, c. li, ss. 6-54) Kökleri çok eski deviriere kadar giden ve kaviınlerin sosyal ruhlarına iyice sinmiş ve işlemiş olan bu kült İslam dininin yayıldığı bölgelerde yaşayan kavimler arasında güçlü bir şekilde varlığını
hissettiriyordu. Müslüman toplumların az çok bundan etkilenınemeleri mümkün
değildi. Bugün de devam eden bu problemle Müslüman alimler her zaman mücadele etmişlerdir. Çoğu zaman mücadelede, bak olanı dillendirmede, Müslümanları uyararak onları doğnı olana çağırınada makul, mantıklı, yumuşak , tatlı,
inandıncı ve ikna edici bir üslup kullanınakla beraber zaman zaman kaba, sert,
istimddd
kıncı,
15
rencide edici , suçlayıcı ve malıkum edici bir dil kullanıldığı, hatta btı mücadelenin kavgaya ve mukateleye kadar götürüldüğü de olmu ştur. Bu yolun İsla­
mi ve insanı bir yol olmadığı açık olmakla beraber tsiami bakikatleri tebliğ iddiasında olan bazı fanatikler ve cahiller tarafından bazen tutulmuş , büyük sıkıntıla­
rın ve acıların , en azından rahatsızlığın ve huzursuzluğun kaynağı olmuştur. Bu
kişiler bazen İslam'ın bir emrini yerine getirirken birkaç emrini göz ardı etmekte,
bazı yasaklan çiğnerneyi de fütursuzca göze alabilmektedir.
V. Şirk-i Esbab: Tabii sebeplerio ilahlaştırılmasından doğan bir şirk ve küfürdür. Yüce Allalı belli olayların ve nesnelerin meydana gelmelerini, belli bir takını
biçimler almalarını, belli sonuçlar doğurmalarını bir ı.akım sebeplere bağlamış, nimet ve lütutlaruu ya da zararı ve cezayı bu sebepler aracılığıyla insanlara ulaştJ.r­
mış, insanları bu sebeplere itibar etmeye, onlara değer vem1eye, bir sonuca varmak istiyorlarsa o sebeplere tevessül etmeye/sıkı bir şekilde sanlmaya davet etmiştir. Özetle sebepler, Hak Teala'oın nimetlerinin veya azabının insanlara ulaş­
masında aracıdır. Bunların aracılığını kabul etmek ve buna itikad etmek İslam dininin özünde vardır. Tedbir bu aracıları kabul etmek ve ona göre davranınaktJ.r.
Ancak bir şeyin meydana gelişini sadece ad! ve tabi!, yani normal ve doğal sebepler dediğimiz bu şeylere bağlayıp Allah Teala'yı , O'nun ilıuini, iradesini, kudretini, halkını ve inayelini göz ardı etmek, sebepleri tanrılaştınuak anlamına gelir ve
şi rktir. Elberıe ki rızkımızı sağlamanın bir takım normal ve doğal sebepleri vardır
ama esas sebep "Sebepleri Halik" ve "Müsebbibü'l-esbab" olan Hak TeaHi 'dır. Natüralist felsefede, determinist düşüncede ve deizm de olduğu gibi dünya işlerine
müdahil olmayan bir tanrı telakkisi şirktir. Sebepten evvel Allab'ı düşünınek bir
şuur ve idrak halidir. Bir Müslüman bazen bir gatler eseri ve aymazlık sonucu olarak sebep üzerinde fazla yoğunlaştığından ilahi iradeyi ve onun etkisini yeterince
görmeyebilir ve onu başar faktör olarak değerlendirmeyebilir. Bu onun inancına
zarar vermez. Yapması gereken şey gaflet uykusundan uyanması, kendine gelmesi ve hakiki sebep olarak Allah Teala 'yı görınesidir. Bu durum sonuçların sebepler tarafından belirlendiğini ve gerçekleştirildiğini temel alan "Sebeplerin tanrılaş­
tırılmaları" kanaarinden ve inancından çok farklıdır. Bir müınin farkında olmadan
böyle duruma düşebilir. Onun için kendini zaman zaman kontrol etmek ve kanrarıo topuzunu iyi ayartamak zonındadır. Esbab şirki öznel ve içsel bir ŞiJktir. Dış­
ran bakınca belli olmaz. Kimin sebepleri ilahlaştırdığını bir Allah, bir de bu durumdaki kişi bilir. Diğerleri bu konuda ancak bir tahmin ve zan sahibi olabilirler.
VI. Şirk-i Heva: Bir kimsenin kendi kişisel isteklerini, keyfi arzularını ve bedensel eğilimlerini , bencillığini ve çıkarcılığını öne çıkarması , böylece Allah' ın iradesini, takdirini ve yaratıcılığını ikinci plana atınası veya tamamıyla göz ardı etmesi "Heva ve Heves Şirki" denilen şeydir. Böyle kişilere .;Şehvetperest", "Hevaperesr", "Şöhretperest" , "Makaınperest", Menfaatperest" gibi isimler verilir. Farkında
16
ta.wwı•ıif
olmadan kendine tapan nice insanlar vardır. Kur'an: 'Tanıısılıevası olanı görmedin mi?" (furkan 25/43; Casiye 45123) der. Demek ki heva ve hevesini, şüpheli ve
bedensel arzularını Tanıı derecesine çıkarıp ilahlaştıranlar vardır. Haram-helal,
meşrü-gayr-i meşru, nedir bilmeyenler ve bilmek de istemeyenler mevcutıur. Çı­
karlarını tannlaşuranlar bunlardır. Aslında insanın meşru ve ım.ıbah dünyev1, bedensel ve ınadôı arzulan vardır. Önemli olan bunların kendileri değil, tannlaşurıl­
mış şekilleridir. "Ya devlet başa, ya kuzgun !eşe" anlayışına sahip mevki tutkunları , menfaal düşkünleri, her zaman "ben, ben ..., diyen egoisıler burada sözü edilen
şirke dahildirler veya dahil olma riskiyle karşı karşıyadırlar. Şirkin bu türü de nesnel değil, özneldir, kesin ve kararlı bir inanç olmaktan çok bir tutum ve ravırdır,
bir haldir. Bu ıutum ve tavra bakılarak bir kimsenin ıuüşrik ve kafir olduğu kesinlikle söylenemez. Mürninler bu halin başkalarında olup olmadığını araştırmaktan
çok, kendilerinde bulunup bulunmadığını araştın11ak zonındadırlar.
VII. Şirk-i Hafi/Gizli Şirk: Mürnin sadece Allah'a ibadet eder, Allah'tan başka­
sına tapmak şirk olduğu gibi riya ve gösteriş için ibadet etmek de şirktir. Gösteriş
için olan ibadetler şekil ve sfıret olarak Allah için yapılıyormuş gibi olsa da, esas
amaç ve maksat olarak başkalannın takdirini, beğenisini , övgüsünü ve güvenini
kazanmak; bunu da maddi çıkar sağlamanın, şöhret olmanın ve belli bir makam
elde etmenin aracı olarak kullanmak olduğundan şirktir. Buna "öıtülü şirk", "üstü kapalı şirk" ve "gizli şirk" denir. Aslında büyük bir şirk olduğu halde buna
"şirk-i asgari küçük şirk"de denilıniştir.Gösteriş için ibadet eden hem Hak Teala'ya, hem de kullarına karşı suç işlemiş olur. Çünkü O'nu da, bunları da aldatma gibi bir yol tutmuştur. Yüce Allah sırf kendisi için yapılan ibadetlerden başka­
sını kesinlikle kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Şöyle buyurur: "İhlaslı olarak O'na
ibadet et." (Zümer 39/ 2,11, 14) Kur'an samimiyede ibadet eden ihlaslı kullan över.
· (Bk Saffat 37/ 40, 47, 128, 160, 169) Sadece huhJs ile, hulfıs-i kaJpJe yapılan ibadetlerin Allah katında değeri vardır. Hadiste: "Riya şirktir" buyunılmuşmr. (Bk.
Tirmizi, Nüzur, 9; İbn Mace, Fiıen, 16; Adunl, Keifü'l-hafaı 435)
Riya da nesnel değil, öznel bir şeydir, bir niyet ve gönül işidir. Kimin ihlaslı,
kimin riyakar olduğu dıştan bakılınca kesin bir şekilde belli olmadığından, baş­
kalarının ibadet ve kulluklan konusunda bu açıdan hüküm vermek ve değerlen­
dirmek imkanı yoktur. Bir Müslüman ancak kendi ibadetini ve ubudiyetini bu
bakımdan değerlendirebilir, daha doğnısu değerlendirmelidir.
Ünlü alim Şah Veliyyullah Dihlevi, Huccetullcıhi 'l-baliğa (Kahire 1966, s.
127) isimli eserindeşirk alameti olan hususlar hakkında bilgi verir.
a. Allah'tan başkasına seeele etmek. Kur'an'da: "Güneşe, aya değil, onları yaratan Allah'a secde ediniz" (Fussilet 37) buyuruluyor.
b. Hastanın şifa bulması, fakiı·in zengin olması gibi ihtiyaçlar konusunda Allah'tan başkasından yardım istemek, onlara adaklar adamak, bu sayede amaca
istimdad
ttiaşılacağını
17
ummak. Yüce Allah bunun için Fatiha süresinde: "Sadece Sana ibadet eder, sadece Senden yardım isteriz" diye dua etmemizi istemiştir.
c. Arap putperestleri Allalfa şirk koştı.ıklan bazı şeylere, "Allah'ın kızları", "Allah'ın oğulları " (bk. Nahl16/ 57; Salfat 37/ 149, 153; Zuhruf 43/ 16; İsra 17/ 40) diyorlardı. islam bunu şirk aliimeti sayıp yasak laınıştır.
d. Rahipleri, halıamları, keşişleri (din adamla rını , ermişleri) rablar edirunek
(Tevbe 9/ 3n. Yahudiler ve Hıristiyanlar hiçbir zaman lıahamların ve papazlann
Tanrı olduğuna itikad etmediler. Fakat "şn helaldir, sevaptır, şu haramdır, günahtır .. diyerek Allah'a ait olan bir hususta kendilerini yetkili gördüler. İslam'a
göre bir şeyi haram kılan sadece Allalı Teala'dı r. Hz. Peygamber de Allah TeaHi'nın haram !aldığını konıyarak onu tamamlayan bazı şeyleri haram kılabilir.
Ulemamn da rey ve ictihacUara dayanarak bazı şeylerin haramlığından bahsettiJ<leri olur ama bunlar karl değil , zannl haramlardır.
e. Putlara kurban adamak, put adına kurban kesmek. Kur'an bunu şirk sayıp
yasaklar. (bk. Bakara 2/ 173; Maide 5/ 3, 103; En'am 6/ 145; NahJ 16/ 115)
f. Allah'tan başkası adına yernin etme ve and içme, yalan yere yemin etmek.
g. Putların bulunduğu yerleri ziyaret etmek.
lı. Çocuklara "Abdü'ş-şems" , "Abdu'l-uzza" (Güneşin kulu, Uzza'nın kulu) gibi isimler vennek.
Dihlevl şunu söyler: Söz konusu olan hususlar şirkin bulunması muhtemel
olan (ınazınne-i şirk) şeylerdir. Gerçek anlamdakişirk bir kimsenin Allah ' ın kudreti gibi bir kudrete sahip olduğuna veya Allah 'ın o kimseye tanrılık bahşettiği~
ne inanmaktır. Şirkin özü sadece Allah Teala'ya özgü olan nitelik ve işlerin baş­
ka bir kişide veya nesnede de bulunduğuna itikad etmektir. Yukarıda bahsi geçen hususlar çoğu zaman şirki içeren ve barındıran bir takım kalıplar ve aınba­
J ajlardır. Şirk çoğu zaman bu kalıplar ve ambalajlarda bulunur, bunlar içinde tezahür eder, böyle bir göıiintü ile orraya çıkar ve kendini belli eder. Bu sebeple
bunlara mazınne-i şirk (muhtemelen içindeşirk bulunan şey) denilir.
Gaybı bilme iddiasında bulunma, bir takım gizli kuvvetlerin etkisine inanma,
gök cisimlerinin tesirini kabul etme (kehanet, müneccimlik), batı! inanç ve hurafelere inanma gibi hususlar da mazınne-i şirk olabilir.
"Allab'tan başkasına secde etmek şirktir" demek, "Allah'tan başkasına secde
etmek mazınne-i şirktir" anlamına gelir. Bu da bu husus mutlak şirk değildir. demek olur. Kur'aıfda meleklerin Hz. Adem'e secde (bk. Bakara 2i34), Hz. Yakub,
eşi ve çocuklannın Hz. Yusuf'a <.bk. Yusufl2/ 100) secde ettiklerinden bahsedilir. Bunlar caiz, hatta ya pılması farz, yapılmaması lanetlenmeye sebep olan secdelerdir. Diğer hususlar için de aynı şey söylenebilir, aynı yorum yapılabilir. Demek ki her secde şirk ve küfür değildir.
Tekrar hatıriatmakta yarar va rdır : Şirk Allah:ın dengi, eşi, benzeri, aynısı ve
misli başka bir tanrının veya tanrıların bulunduğunu, O'nun sahip olduğu sıfat­
Iara sahip olarak O'nun yaptığını yaptı kJan kabul edip buna itikad etı1ıektir. En
açık şekliyle bu şirk biri hayır, diğeri şer (Hi.irmüz-Ehrimen) olmak üzere iki tanrının varlığını kabul eden Mecus!likte vardır. Aslında biri iyilik, diğeri kötülük
tanrısı olmaları itibariyle bunlar tam olarak birbirinin aynısı ve dengi değillerdir,
bir anlamda yekdiğerinin karşıtıdırlar. Aralarında geçen mücadelede bazen biri,
bazen de öbürü üstün gelir, baskın çıkar, diye inanılır.
Yukarıda bahis konusu ettiğimiz sebep şirki, riya şirki, heva şirki gibi şirk türleri de mazınne-i şirktir. Bunların şirk oluşu objektif değil, sübjektif; mutlak değil , izafi ve nisbidir. Dışarıdan bakılınca kimin müşrik olduğu kesin ve açık bir
şekilde bilinmez. Sözgelimi biz kimin hangi niyetle namaz kıldığını , ibadetinde
samimi olup olmadığını bilemeyiz. Beraat-ı ziınınet, büsn-i niyet ve hüsn-i zan ilkelerinden lıareketle onları müşrik ve lcifir olarak değil, muvahhid ve mümin
olarak kabul ederiz. "Biz zahire göre hüküm veririz, sırrı ve kalplerde olanı ise
Allah bilir" ilkesine göre hareket ederiz.
Kur'an'da açık olarak üç zümrenin şirk koşnıklarından bahs edilmiştir:
1. Yahudiler. 2. H.ıristiyanlar. Yahudiler Uzeyr, Hıristiyanlar Mesih Allah'ın oğ­
ludur, iddiasında bulunmuşlardı. (bk. Tevbe 9/ 30) 3. Cahiliyye döneminde putlara tapan Araplar. Kur'an Yahudilere ve Hıristiyanlara Ehl-i Kitap der, bunları kitapsız ve kıblesiz bir zümre olarak kabul etmez. Bunların şirki ve küfrii de mutlak değil, mukayyet ve nisbidir. Kur'an'ın esas müşrik dediği Cahiliyye döneminde putlara tapan Araplardır. Bunların bir peygamberleri ve kitapları yoktur. Kendilerine
gönderilen peygamber Hz. Muhammed (as. )'a ve Kur'an'a da inanmamakta; tam
tersine buna kararlı ve şiddetli bir şekilde karşı çıkmakta, Peygamber'e yalancı . şa­
ir, ldlbin ve ınecnun; Kur'an'a esarir ve efsane demekte, putlan tanrı sa yıp onlara
ibadet etmektedirler. İşte Kur'an'ın şirk ve küfür dediği şey budur. Kafir ve ınüş­
rikler de bunlardır. Onların yaptıkları şirk ve küfürdür. Bu işleri onlar gibi yapanlar nerede ve ne zaman yaşamış olurlarsa olsunlar, hangi kavimden bulunursa bulunsunlar kafir ve ınüşriktirler. Diğer taraftan şu husus da son derece önemlidir:
"Ben Müslüman'ım" diyen, başka bir dine mensubiyeti reddedeıl, Allah bir,
Muhammed (as.) O'nun elçisi, Ktır'an kitabım ve Mekke'deki K-abe kıblemdirdi­
yen biçbir kimse, geleneklerin ve alışkanlıkların tesiri ve şevkiyle ne yaparsa
yapsın yaptıklarına şirk ve küfür, kendisine de kafu· ve müşrik (putperest'> denileınez. Bu kişiler, Kur'an'da tasvir edilen rnüşıiklerle asla kıyaslanamaz. Onlar
hakkında nazil olan ayetler ve içerdikleri hükümler hiçbir şekilde bunlara uygulanamaz. Böyle bir dumm İslam'ı, İslam'ın hükiiınlerini, amaçlarını ve ihtiva ettiği hikmetleri , insanı, dinleri, tarihi bilnıeınektir. Kısaca böyle bir turum cehaletin ve ona dayanan taassubun neti.cesidir.
isrimdad
19
l'asavvuftaki Durum
Tasavvufta evliyayı vesile edinip bazı ihtiyaçların göıi.ilmesini ve kar~ılaruna­
sını onların yüzü suyu hürmetine Yüce Allah'tan istemek, vefat ettikten sonra da
ruhlarım ve.sile edinmek, bu maksatla kabiderini ziyaret etmek erken dönemde
başlamış ve gittikçe de yaygınlık kazanmıştır.
Ünlü silt! Ma'ruf Kerhl (ö. 200/ h.) müridi Seri Sakati'ye: "Allah'tan bir ihtiyaç
istediğinde benimle O'na kasem/yemin ederek iste. " (bk. Kuşeyri, Risale. Kahire 1966, s. 61) demişti. Yani berıi vesile ve vasıta yaparak Allalı'tan ihtiyacının giderilmesini iste. Aslında Allah'la kasem/ yemin etmek esas iken burada Ma 'nıf
Kerhl ile yemin tavsiye edilmi~rir.
Sülcml ve Kuşeyri şı.ı ifadeyi nakleeleri er: UJu şeyhlerden olan Ma' ıuf Kerhl AJlah kaunda duası makbul \ınücabu 'd-da'veh) bir zat idi. Kabri ile (Allah'tan) şifa
istenirdi, ziyaretiyle teberrü)( edilirdi. Bağdat!Jlar: "Ma'n.ıf'un kabri tecrübe edilmiş
bir ilaç, denenıiş bir dermandır." derlerdi. (Tabak.iitu's-sufiyye, Kalıire 1969, s. 85;
Risale, Kahire 1%6, s. 60) Bu örnek göstermektedir ki, Ma'ruf Kerhi hem hayarta
iken, hem de vefatından sonra hacetierin karşılanmas1 için vesile edinilınektedir.
İster sağ, ister ölü olsun bir veliyi vesile edinmek her zaman ve her yerde bütün
büyük ve halükl sufiler tarafından caiz, hana faydalı ve gerekli görülmüştür.
Buhar! şunu rivayer eder: Hz. Ömer yağmur duasına çıkmış ve Hz. Abbas'ı
yanına alarak: ''Ya Rabbi! Muhammed (aleyhisselam) sağ iken onunla istiska
ederdik (onun yüzü suyu hürmetine yağmur isterdik). Şimdi amcası Abbas'ın yüzü suyu hürmetiHe bize yağınur vermeni niyaz ediyoruz." (Sahih-i Buhar!, İstis­
ka, 3; Faz~iilu ashabi'n-Nebl, 11) Demek ki kişileri aracı kılıp Allah Teaiii'dan
yağıntır isternek caiz, faydalı ve lüzumhıdur.
ibn Teynıiyye tevessülün üç anlama geldiğini, bunlardan ikisinin caiz ve meş­
ru , üçüncüsüni.in ise isıanı'da bahis konusu edilmediğini söyler: a) Bir ınünıinin
Hz. Peygaınber'e iman ve ona itaar etmiş olmasını vesile etmesi doğrudur, hatta
bu anlamda tevessül dinin özüdür ve farzdır. b) Hz. Peygamber'in -zatını ve şah­
sını değil- duasını ve şefaatini vesile edinınesi de meşru ve salıihtir. Hz. Ömer'in:
"Ailah ' ım, Hz. Peygamber hayatta iken onu vesile edinir, Sen ı:ie bize yağınur verirdin. Şimdi Peygamberimizin anıcasını vesile edi niyonız, bize yağınur ver" demesi bu türden bir tevessüldür. Hz. Peygamber hayatta iken bu tür tevessül sahih
idi. Kıy.amette şefaatiyle de tevessül-böyledir, meşru ve sahilltir. Bu, müminin Allah Res(Hü'ne itaatini Allah'ın yakınlığını kazanmak için :vesile edirtmesidie Allah
Resülü 'ne itaat, Allah'a itaat sayılır ve müminin taat ve ibadetini vesile edinınesi
ca.jz ve meşrudur. "Allab'ın yakınlığını kazanmak için vesile arayınız'' (Maide 5/ 35;
tsra 17/ 57) mealindeki ayette bahis konusu olan vesile bu türdendir. d Peygamber'in zatıyla Allalfa kasem/ yemin ve O'ndan bir şey isteme Hz. Peygamber ve sa-
20
ta.sawıtf
habe zaınaıunda bilinen ve yapılan bir şey değildi Hz. Peygamber hayanayken
veya vefat ettiğinde kabrinde veya başka bir mekanda böyle bir şey ya pılm azdı.
Sahih hadislerde böyle bir dua yol<ttır. Bu tür duaların geçtiği hadisler zayıfrır, delil olacak nitelikte değildir. Bu tür ves.ile ve duanın hükmü nedir, sorusuna İbn
Teymiyye şu cevabı veriyor: Ebu Hanife demiştir ki: Doğru olan Allah'a Allah'lıı
dua etmektir. ''Bihakkı !'tı lan, bihakkı enbiyaike ve rusulüke" (fa l anın yüzü suyu
hürıneıine, Nebl ve Resulterin yüzü suyu hünnetine, Peygamber hakkı için, Beytü'I-haram ' ın hakkı için) şeklinde dua etmek mekrulmır. Ebu Yusuftın görüşü de
böyledir. (bk. Merginanl, Hidnye, Kitabü'l-kerahe; İbn Teymiyye, Kaidett'in Celfleh fi 't-tevessül ve'l-vesfle, Kalüre 1314, ss. 49, 50) Görülüyor ki kıyas ve rey Laraftan olan fıkıh a!iınleri , özellikle Ebu Hanife ve Ebu Yusuf sonrad<ın onaya çıkan
bir revessül ve vesile şekli için ilı ıiyarlı bir dil kullanıyor, bunun şirk ve küfür olduğunu söylemekren dikkatle kaçınıyer ve: ~Bu doğru değildir, hoş ve şık değil­
dir" demekle yetiniyorlar. Sonradan ortaya çıkan tevessül, vesile, istiane, istiındad,
istigase ve istişfa· konularında en fazla söylenınesi gereken şey budur, bu olmalı­
dır. Kimse bu anlamdaki ıevessülü kabul eınıe.k zorunda değildir . Bunu kabul etmeyenler, edenleri ldfir, mi.işrik ve sapı k olarak gösteren ifadelerden kaçınmak
mecburiyetindedirler. İbtiy:ua ımıvafık, islam terbiyesine münasip olan budur.
Bu konuda şu hususların dinden olduğu konusunda ittifak vardır: a) Mümin
mürnine dua eder. Bu sevaptır. Radıyallahu anh, rahmettıilahi aleyh ve selamlin
aleyküm ifadeleri günlük dilde kullanılan ve İsHiml' lıayaı tarzının aynlmaz bir
parçası ve simgesi/şia rı olan dualardır. Bu duaların Allah katında kabul edilmesi
daima umulur ve beklenir. b) Bir ınüminin kendi ameli ve ibadetini vesile edinerek Allah'a dua etmesi ittifakla caizdir. c) Bir müminin Hz. Peygamber'in taar ve
şefaatini veya salih, takvasahibi bir Müslüman ' ın taat ve ibadetini vesile edip dua
etmesi de caizdir. Hz. Abbas örneğinele olduğu gibi. d) Bir ınüminin bir Müslüman' ın kabrini ziyaret edip ona dua etmesi de illifakla caizdir. es-Selamü aleyküm ya ehle'J-kubur (Ey kabirde yatanlar, Allah'ın selamı ve selameti üzerinize
olsun) demenin ölülere faydası va rdır. Bu dua boşuna tavsiye edilmiş değildir.
Hz Peygamber bir kabristana uğramış, kabirde gömülü olan iki kişinin azap çekmekte olduklan kendisine maiCım olmuş , yaş bir ağa ç dalını ikiye bölüp birini birinin, diğerini öbürünün kabrine dikmiş ve: "Umulur ki bunlar yaş olarak kaldık­
lan sürece bunların azapları hafifletilir" buyurmuştu. (bk Müsliın, Taharet, lll;
Ebu Davud, Taharet, Il; Nesa!, Taharet, 26; İbn Mace, Taharet, 26) .Kabri ziyaret
ziyaretçinin kalbini yumuşatarak ve yufka hale getirerek ona da fayda sağlar. Demek ki kabri ziyaret edenle, kabri ziyaret edilen arasında karşılıkh olarak birbirini etkileme, birbirine faydalı olma türünden bir ilişki vardır. Ölen bir kişinin, geride kalaola bütün bağlan kopınuyor, tüm ilişkileri kesilıniyor. Bu bağlar ve iliş­
kiler manevi olarak bir şekilde var olmaya devam ediyor. Bu ilişkiler toplumların
islimdt!id
21
da dayanağı, bazen teselli bulma, bazen iftihar etme kaynağı oluyor. Onun için
bütün kavimler atalanna, onların gömülü oldukları yerlere önem verirler, onlan
saygıyla anarlar. Bunlara saygısızlık yapanlara sert tepkiler gösterirler, toplumun
ruhu adeta onlarla çarpar. Çünkü bu husus dinin en temel simgelerindendir. Bu
simgeler çok derin manalar içerir. Bunu anlamak için toplumların manevi sicilleri ni, geçmişlerini, ruhlarını ve maneviyatlannı iyi oktımak lazunclır. Kabir deyip,
ölü deyip ve ziyaret deyip geçmemek, bunları hafife almamak icap eder. Kabirler ve içindeki ölüler bireylerin geçmişleri gibidir. Bir birey kendi geçmişinden
nasıl kopamazsa, koptuğu zaman nasıl kişiliği harap olursa ölülerinden ve onların mekanları olan kabirierinden kopan toplumlar da o dunıma düşerler. Dini
kültürün ve an'anenin önemli bir unsunı ortadan kaybolup gider. Bunun içindiJ
ki Müslümanlar ölülerinin mekanlarını konırnak ve ölüleri rahmet, minnet, şük­
ran ve mağfiretle anınakla kalma~ı1ışlar, Müslüman şairler ve edipler onları aym
zamanda şiirlerinde ve nesirlerinde menkıbeleştinnişler, destan laştırmışlar ve
ebedileştirm.işlerdir. Ahmed Yesevi ve lVieviana kadar onların hakkında sanatkarlann vücuda getirdikleri şaheserler de büyü k önem taşır. Gerçek anlamda , canlı
ve hareketli bir dini hayat da ancak böyle yaşanır. Abdülhak Hamit:
Her k6şesinde dehrin nam-ı heM-nislirın
alem senin mezarın.
Şayestedir deniL~e
matla'ıyla başlayan
ünlü manzumesinde Fatih'in kabrioden esinlenmiştir. Bunun
örnekleri çoktur.
Tartışmalı olan husus şunlardır: Ölülerin, bunlar nebller ve veliler bile olsa
nıh lanndan istimdad ve istiane caiz ve vak1 midir? Ölülerin dirilere faydalı olmaJan, onları terbiye etmeleri, onlar için Allah katında şefaatçi, vasıta ve vesile olmaları vakl ve caiz midir? Seletlye, hadis ehli ve Hanbelller bu sorulara caiz değildir,
bu türlü şeyler küfür ve şirktir, derken aynı hususu caiz görmeyen fıkıh alimleri
daha ihtiyatlı bir dil kullanarak bunun meknıh olduğunu söylemekle yetiniyor,
daha ileri gitıniyorlar. Mutasavvıflar ise bu türlü hususlara büyük bir değer veriyor, bunun faydalı ve lüzuınlu olduğunu ısrarla söylüyor, bu yönde oluşturduk­
ları gelenekleri kararlı bir biçimde savunuyor ve yaşatınaya gayret ediyorlar. Fı­
kıh ve kelam alimleri içinde de onları destekleyenler vardır. Hace Abdullah Ensan ve Abdulkadir Geylani gibi Hanbeli sufiler de bu görüştedirler. Şiilerde de kanaat temel bir inançtır. Suhreverdi gibi işrak1ler, İbn Sina gibi filozoflar ve Fahreddin Razi gibi kelam alimleri de bu görüşe destek veriyorlar. Görülüyor ki bu kanaat ve inanış sanıldığı ve iddia edildiği gibi cahil mutasavvtlların ve tarikat ebiinin görüşü değildir. Bu görüşü .savunan büyük düşünürler vardır. Ayrıca bu inancın halk seviyesinde geniş ve sağlam bir tabanı da mevcuttur. Bu taban sosyal-
22
tasar·17t(
psikoloji ve folklor bakımından son derece önemlidir. Şimdi bu konuyu savunan
büyük ve ünlü fikir ve ilim adamlarından bazılarının görüşlerini özetle verelim.
İbn Sina: M.aklimatü 'l-tw[jfn isimli eserinde ariflerin tabi~t olaylaruıı etkilediklerini söyleyen İbn sına bunların yağmurun yağmasına, hasralann şifa bulmalanna, nzkın bol olmasına sebep ve depreme vesiJe olabileceklerini söyler ve
der ki: Cenab-ı Hak uludur, rastgele herkesin vanp muttali olacağı bir zat değil­
dir. O 'na belli bir sıraya riayetle varılır.
İbn S!nii'ya göre Ulu ve Yüce olan Allah'a varmanın ve ermenin bir yolu ve
yöntemi vardır. Gelişigüzel ve rastgele O 'na erilmez. O'na e rmek için bir takım
vesileler ve merhaleler vardır. İnsan bu yolda adım adım, aşama aşama mesafe
alır. Vesile ve vasıta görüşüne sahip olduğu için İbn Sina, İbn Teymiyye'nin hücumuna ve hışmına uğramıştır.
Gazali: el-Madnun bib ala gayri eblib (Beynıt 1986, s. 162) isimli eserinde
Gazali istimdad1 savunur ve der ki: Ziyaret ve istimda dda n maksat mağfiret talep
etmek, ihtiyaçların görülmesini istemektir. Bu imdad şefaat sözüyle anlatılır. Bir
yandan istimdad, öbür yandan imdad bahis konusudur. Meşhed/meşahid de nilen ziyaret ye rlerinin bu halin gerçekleşmesinde büyük bir etkisi vardır. İstim­
dadda bulunan kişi şefaatçinin zikrini zihnine nakş ve resmeder, kendini tümüyle ona verir, içi onunla dolar: Bu hal, şefaatçiden ve kabirde medftın bulunan
zattan imdad almasını sağlar. o alemdeki birinin bazen bu yolla bu alem deki birinden bilgi alması, onun halinden haberdar olması mümkün olur. Aziz ruh hacer talep eden kişiyi istila eder, onu etkiler. Bir insan bazen başka birini andığı
ve hatırladığı zaman ondan etkilenir. Ziyaretçinin ziyaret ettiği kabirde medfun
bulunan zattan etkilenmesi de böyledir. Aynı durum bir kabri ve türbeyi ziyaret
esnasında da vuküa gelebilir. Çünkü türbe, o zatın ruhunu örten bir perde, bir
kalıptır. Bir insan, başka bir kişiyle yüz yüze gelince de, gıyabında on~ı hatırla­
yınca da ondan etkilenir, ama birinci durumdaki etki daha fazla olur. İstimdad
da böyledir. Yüz yüze gelmenin faydası büyüktür ama gıyabında hatırlamak da
faydasız değildir. Onun da sağladığı bir fayda vardır.
Bir kimseye ait eşya ya yakln olan bu eşyanın sahibine de yakın olur. Hz. Peygamber'in mescidine, kabrine, beldesine, asasına, ayakkabısına, lurkasına yakın
olmak da ona yakın olınayı sağtar, siretine yakın olmak şefaatine nail olmaya sebep olur. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in hayatta veya öbür alemele olması fark
etmez. Burada önemli olan imdad ve himmet ehJi.nin imdadıdır, vesile olan nı­
hun bunu hissetmesi de şart değildir. Bir kimsenin kabrine Hz. Peygamber'e ait
bir eşya konsa bunun ona faydası dokunur, evinde Hz. Peygamber'e ait bir şey
bulunduranın evi afete karş-ı korunmuş olur. Bir kimseye yakın olmak isteyen o
kirnseye yakın olana yaklaşırsa, o na da yakın olur. (bk. el-Madnün, s. 162)
Gazali lbya'da (c. Il , s. 247) şöyle diyor: Haccın esrarı bahsinde haccın zahir
ı:stimdc1d
yönlerini anlattık. Peygamberlerin, Sahabe'nin, Tabiln'in, .alimierin ve
kabirierini ziyaret de bunun kapsamındadır. Hayatta iken teberrüken
z:iyaret edilen herkes vefat ettikten sonra da ıebeniiken ziyaret edilir. Aralarında
derece ve fazilet bakımından b~iyük fark 9ulunmakla beraber esas itibariyle Peygamberlerin, evli yanın, ulemanın ve fazilet salıiplerinin kabirierini ziyaret etmek
aym şeydir. Fakat hayatta olanlan ziyaret ölüleri ziyaretten daha iyidir. Hayatta
olanları ziyaret etmenin temin ettiği fayda dualarının berekelini ve ·Onlara nazar
etmenın feyzini talep etmektir. Zira ulema ve salih insanların yüzlerine bakmak
ibadettir. Ziyaret onları örnek alma, onların ahiakl ile ahiaklanma hevesini de
doğurur. Bunlar, nefes ve fiilierinden sağlanan faydalam ek olarak sağlanan faydalarclır. (bk. ihya, c. n, s. 246; c. rv, ss. 468-77)
Büyük kelaın alinıi Fahreddin Raz1 el-Metalihtt 'l-aliyye isimli eserinde (Beyrut .
1987, c. VJI. s. 275) istiındadın imkan ve vukfıuna dair aç1klaınalar yapar: İnsan
ruhları/beşeri nefsler ölüm suretiyle bedeni terk ettikten sonra var olmaya devam
ederler. Nefs/ ruh bak!diJ. Bedenden ayrılan nefsler, bazı yönlerden bedende iken
olduğundan daha güçlüdür. Çünkü beden örtüsü ve mekanı ortadan kalkmıştır.
Alıiret ınenzilleri ona açılmıştır. Delille elde ettiği bilgileri gözle göıiir hale gelmiş­
tir. Bedende iken sis ve toz allında bulunan nefs, sis ve duman açılınca her tarati
aydınlık ve ışıklı olarak göriir. Bulutlu havada görülmeyen yıldızların hava açıldık­
tan sonra pırıl pırıl görülmeleri gibidir bu. Böylece nefs kemale erer. Bedendeki
nefs bir yönden bedenden ayrılan/mufank nefslerden daha l<uvvetlidir. Çünkü .
l<emali talep ve onu kazaruna araç ve imkanı onda mevcuttur. Birbirini izleyen fikir ve arr arda gelen muhakemeler yoluyla yeni yeni marifetler!bilgiler kazanır.
Nefsin bedenle ilişkisi çılgın bir aşka , bir kara sevdaya benzer. Bundan dolayı
beden, kendisi için faydalı olan her. şeyi sevgilisi (olan nefs) için ister. insan ölünce bu meyil ve aşk hemen ortadan kalknıaz, var olmayı sürdürür.
Bir insan nefsi kuvvetli, cevheri kamil, etkisi şiddetli , bir kimsenin kabrini ziyaret edip bir süre orada durursa ziyaretçi, ziyaret edilenin yattığı topraktan etkilenir.
Ruh, beden aracılığıyla muhatapları etkilediği gibi ölümden sonra cesedin bulunduğu toprak aracılığı ile de ziyaretçileri etkiler. Çünkü nıhun niteliği , bedene sindiği gibi toprağa da siner. Böylece ziyaretçi ile ziyaret eden arasında bir ilişki kurulur, toprak sayesinde ikisi manevi bir hal içinde bulı.ışur. iki nefs, birbirine bakan
iki aynaya benzer, her birinin ışığı diğerine yansı r. Ziyaret eden ve edilendeki ilimler. ınarifetler, erdem)j ahlak, rıza hali, hudu ve huşu birbirine yansır, birbirini etkiler. Böylece ziyaret, ziyaret edene ve edilene büyük bir feralılık ve mutluluk sağ­
lar. Fahreddin RaZı, Guri.' SuJtaru Muhammed b. Sam 'ın bir sorusu üzerine kaleme
aldığı bir risalede de bu konudaki düşüncelerini açıklanuştır. (Ayrıca bk Fahreddin RaZı, el-Mehahisu'l-meşt'ikiyye, Beyrut 1990, c. II, s. 436)
·
İbn Teymiyye, İbn Sina gibi filozofların, İmam Gazall gibi mutasavvıfların isve
batın
25
evliyanın
24
ta.<aı"l'lif
timelada inanmalarını eleştirir ve der ki: Mülhid ve zındık filozoflar, kabir ziyaretiyle ilgili başka bir şirk türü ortaya andar. İbn Sina'nın ve ona dayanan Gazali'nin ka bir ziyareti hakkında söyledikleri mürninler inandıkları dua ve bunun Allah tarafından kabulü şeklinde değildir. Onlara göre, bir kimsenin sevdiği iyi bir
adam ölürse onun kabrini ziyaret ettiğinde onunla kendisi arasında ruhi' bir ittisaVbağlantı kurulur. Ölünün ruhu, faal akıldan veya felekin nefsinden aldığı feyzi ziyaretçinin nıhuna yansıtu. Ziyaret edilenin ruhu bunun farkına varmayabilir. Tıpkı güneşe tutulan bir aynanın ışığını diğer bir aynaya, bu aynanın da bir
duvara yansıtması gibi. Şefaat bunun gibidir. Ve bu görüşte çeşitli kt~fi.irler vardır. ( bk. İbn Teyıniyye , Kaidetün Celileb, ss. 251, 80)
Genel olarak Suhreverd-i Halebl, Sadreddin Şirazi gibi 1şrakiye akımına bağlı
olan düşünürler istiındadı kabul edip savumulac Şeyhülislaın İbn Kemal Kırl! Ha·
di.' Risa/est'nde: "Herhangi bir hususta çaresiz kaldığınızcia kabirde bulunanlardan
yardım isteyiniz" anlamına gelen ve hadis olarak rivayet ettiği bir ibareyi açıklarken
istimdadı ve isıiiineyi savunur. Bunu Gazali gibi açıklar. '
SGf'ilik sırrılıktır, bu yolda rulılardan, ruhlar aleminden ve nıhlarla ktınılan
ilişkilerden çok bahsedilir. Tasavvufta Uveysilik ve Uveysllik Yolu denilen bir
terbiye, irşad ve feyz alma yolu vardır. Buna göre ölen bir ennişin nıhunun sağ
bir kişiyle ilişki kurup onu eğitmesi , yetiştirmesi, olgunlaştırması ve ermişlik
mertebesine ulaştı rması mümkündür. Mesela Bayezid Bistaml'nin ruhanj mürşi­
di Cafer-i Sadık'tır ve o, mürşidini hiç görmemiştir. Aynı şekilde Ebu'I-Hasan Harakanl'nin şeyhi de, kendisinden çok önce yaşamış bulunan Bayezid Bistaml'dir
ve bu tür örnekler çoknır.
Tarikatların birer silsileleri bulunur. Bu silsilede/ listede isimleri bulunan meşayih hayattaki şeyhten başlayarak Hz. Peygamber' e kadar kronolojik olarak sı­
ralarurlar. Zikir meclislerinde hazır bulundukları kabul edilen bu veliterin ruhlanndan tarikat mensupianna feyz ve bereket gelir. .
Tasavvı.ıfta kabir hallerinin, kalp gözü açık bazı ermişlere ayan beyan göründüğü inancı yaygındır. Bu ermişler ölen bir kişinin nıhumın öbür ;Hemde hangi
dunımda bulunduğunu haber verirler.
1 Öteelen beri ruhun bedenden ayrı bir cevher olduğuna ve bu cevherin ölümle bedeni terk
ettikten sonra da varlığını devanı ettircliğine inanan fılozot1ar vardır. Pitagoras, Et1atun nılnı ten
kafesindeki ınanevi bir cevher olarak gönııüşlerdir. Plotinus ve Spinoza panıeist bir spiriıualizıni
savunımışlardı. Beden-nı lı paralelligini esas alan Descanes'ın felsefesi dUalist idi. l.eibniz ıııonist bir
spirinıalizıııj savunıııuşıu. Eıııil Botırıoux pozitivist bir spiJitualizmi savunmuşnı. Fchıe. Schelling ve
Hegel idealisı felsefelerinde nıha geniş yer vermişlerdi. H. Bergson da nıh üzerinde önemle
durımışnır. Filibeli Ahmed Hilmi, isınail Fenni, Şekip 1\ınç ve Nureddin Topçu nıh meselesini
genişçe inceleyen diişünürlerdir. Spiriıjzın ruh çağırma, ölenlerin ruhlarıyla ilişki kurma anlamına
gelir. BedrJ Ruhsalman ıneıapişik konular üzerinde çok durmuş, Ruh rx1 Madde adında bir dergi
yayıııılaııı ışıı. Sufilerin ruh anlayışı ve rulılarla ilişki kurma tarzlan kendilerine özgüdür. Aşı.rı ruhçultık islam için ciddi bir tehlike oluşıurı.ır.
istimdad
25
Ölen bir e rm işi n, öldükten sonrt:ı da bu dünya işleri konusunda tasarrufta bulunduğu, dünya işlerine, olayiarı na ve sağ kişilere yön verdiği, onları etkiled iği
kabul edilir. M. Kerh:i, A. Geylani, Akil Münci ve Şeyh Hayat, öldükten sonra da
tasarnıfta bulunan dört ünlü ımıtasavvıftır. (bk. Cami, Nc:fahat tre., s. 612)'
Mulasavvıt1ar ve tarikat mensupları evliyanın mezarlarını, türbelerini ve yatır­
larını samimi bir inanç ve derin bir vecd hali içinde ziyaret edip onlardan istimdadda ve istişfa'da bulunurlar. Türbelerde şöyle beyillerin ve ınısraların yazılı olduğu görülür.
ll~i
Cilemde tasam(f eblidir mb- f oeli
Deme ki hu mürdedir, bundan nice derman ola,
Ruh şimşı:r-i Httdii 'dtr, ten gılafnlınuş ona
Drtbi a ·tn kar eder bir tı[i, kim 11ryan ola.
Bilirsin
rıth-ı ehlullabı
kim sabih-i
tasrm·ı{{lllr
811 fmın'il Rtmıf meşhedidir, eyle istimdiid.
Eyleyen ruh111•dmı istimdad erişir ınnl!aha
Halleden her müşkiliirı 1-kızıY?.I-i O{lade'dir.
A. t--1'. Hüdai
Mürid-i rab- ı Hakk'a kıblegtih-ı. iişıkandıı· bu
Edeple gir, gnzıln aç türhe-i Ommf Sinan'dır bu
Mezareş
ehl-i hacetrli ~nahest
eh!-i intibrıhest.
Mezarı ihtiyaç sahiplerinin sığınağıdır,
Uyanış halinde olanla rın ziyaret yeridir.
Z~varetgiih-ı
.Ka 'he-i uşşiik haşed in makam
Herki niikıs amed inca şud temam.
Bu makam ilşıkJ::ırın kıblesidir,
Buraya el<sik gelen ıaınaınlanınış olarak gider.
Mukfeda-yı
A )•ım-ı
ebi-i ma ·na Mnslihu 'd-din 811 'l-Vçfa
IIŞŞc7ka belk- ı
merkadidir Tı71iya .
Tasavvufta darda kalanların imdad ına Hızır gibi yetişip onlara yardımda bulunan vellye Gavs denir. Çaresiz kalan kimsenin gavstan iındad istemesine de istigase denir. A. Geylan! Gavs-ı A'zam d iye ün yapmıştır. H:ke Abdullah Ensaı1
Pir-i Hacat diye tanınır.
26
(OSOIJIIIIj'
Tasavvufta Türab, türbe ve hak denilen toprak çok önemlidir. Eımişlerin,
erenlerin, ehlullahın ve evliyanın türab-ı kadem ve hak-ı pay denilen ayağının
tozu bile çok değerlidir, her zaman b& roza yüz sürebilmenin özlemi duyulur.
Süfi aynı zamanda sevdaLıdır, aşıkur, aşık için ma'şuka aiı olan her şey önemlidir,. değerlidir ve azizdir.
Tasavvtıf ve tarikar ehli arasında her Beldenin bir koruyucu velisi olduğu kabul edilir. Bu veli o beldenin veya şehrin muhafızı, hamisi, sahibi ve hakimidir.
Mesela Üsküdar'ın sahibi Aziz Mahmud Hüdal. Ankara'nınki Hacı Bayram Veli,
Konya'nınki Mevlana CeHHeddin Rüml'dir. Bir beldenin veya kentin sahibi olan
·evliya şu anda da o beldeyi veya kenti her türlü saldınya , afete ve felakete karşı
himaye ve muhafaza etmektedir. Özellikle Cuma günü beldenin salıibi olan vell rahmet ve saygıyla anılarak şükran borcu ifa edilir.
Tasavvtıfta istimdad ve tevessülün caiz olması hatta bunun lüzum ve faydasmdan bahsedilerek savunulması bir müminin doğrudan Hak TeaHi'ya yönelip
dua etmesine ve niyazda bulunmasına engel değildir. Vesile ve istimdad baltis
konusu olmadan doğrudan Allah'a dua edip ihtiyaçların .görülmesi için niyazda
bulunma kapısı daima açıktır. Bu kapıyı kimse kapatmamıştır, kapatamaz da. Bu
kapı iyi, emin ve sıhhatli bir kapıdır. Tevessülün lüzümuna kani olanlar bile bu
kapıya muhtaçtır, çoğu zaman Yüce Allah'a dileklerini bu kapıdan arz ederler.
Tasavvuf ve tarikat ehli istimdadı ve tevessülü caiz ve gerekli göımekle bera ber hayatta bulunan meşayihten faydalanmayı ve terbiye görmeyi daima evliyamn ruhundan faydalanmaya ve terbiye görmeye tercih eder. Nakşbendiye tarikatının en güvenilir kaynaklanndan olan Reşehiit'da şu özdeyişle bu husus ifade
edilir: "Ölü aslandan sağ kedi iyidir." (Reşehfıt tre., ss. 108, 131) Ünlü sufi Bayezici
Bistaıni de: ''Sağ olanın ölüden yardım istemesi, tutuklunun runıkludan yardım istemesi veya batanın batandan ıneded urnınası gibidir!'demiştir. (bk. Münevver,
Esraru 't- Tevhid, s. 217. Burada bu söz Ebubekir Vasıtl'ye nisbet edilmiştir.)
Download