Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi, sosyal bilimler ala

advertisement
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi, sosyal bilimler alanında 2002 yılından beri kurumsal faaliyetler yürüten İlmi
Etüdler Derneği (İLEM)’nin disiplinlerarası sosyal bilim çalışmalarını teşvik etmek üzere düzenlediği çalışmalardan
birisi olarak doğmuştur.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi, Türkiye’de yaşanan
özgün akademik üretim sorununu aşmaya yönelik kuşatıcı
yöntem ve yaklaşımları teşvik ederek, lisansüstü çalışmaların niteliğinin artırılması yönünde ortaya konan çabalara
katkı sağlamayı hedeflenmektedir.
Daha geniş sosyal bilim çevreleri ile bilgi ve birikim paylaşılması, lisansüstü çalışmalar yapan araştırmacı ve uzmanların ortak dil ve yöntem geliştirmelerine imkân sağlamak
gibi amaçlarla ortaya çıkan Türkiye Lisansüstü Çalışmalar
Kongresi her yıl farklı bir üniversite ile işbirliği içerisinde
düzenlenecektir.
2012 yılında birincisi düzenlenecek olan Kongre, İlmi
Etüdler Derneği (İLEM), Global Politikalar Araştırma Merkezi (GLOPOL) ve Selçuk Üniversitesi işbirliği ile Konya Büyükşehir Belediyesi sponsorluğunda gerçekleştirilecektir.
29HAZİRANCUMA
Salon
Oturum
1
A
15.00-16.30
Kent, Mimari ve Değişim
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim DÜZENLİ
Alidost ERTUĞRUL
XIX. Yüzyıl İstanbul Kentsel Dönüşümünde Üsküdar ve Koruma Sorunları
Gonca ARIK
Mekanın Sosyal Üretimi Olgusu Üzerinden Dönüşüm Eşiğindeki Taksim’e Bakış
Refik GÜNDOĞAR
Ağır Sanayi Yatırımlarının Kentsel Gelişmedeki Rolü: Afşin-Elbistan Örneği
Seher KALENDER
‘Üretimden Tüketime’ Kağıthane’nin Dönüşümü
16.30-17.00 Kahve Arası
XIX. Yüzyıl İstanbul Kentsel Dönüşümünde Üsküdar ve Koruma Sorunları
Alidost ERTUĞRUL
Yrd. Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi
Söz konusu başlık İ.T.Ü Fen Bilimleri Enstitüsü’nde Haziran 2011’de tamamlanan aynı adlı doktora tez çalışmasına aittir. Toplumsal yapıda ortaya çıkan değişim ve
dönüşümlerin izleri kent içindeki yapılarda ve kentsel dokudaki farklılaşmalarla kendini göstermektedir. Dünya var oldukça değişimin olacağı kaçınılmazdır. Ancak,
bazı zaman dilimlerinde bu değişimin hızı ve niteliği kendinde önceki devirlerden farklı olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında 19. yüzyılın Osmanlı toplumunda pek
çok alanda kısa zamanda ve çok keskin şekillerde dönüşümlerin yaşandığı söylenebilir. Sözü edilen süreç Osmanlı kentlerinin pek çoğu gibi İstanbul’u da etkilemiştir.
Başkent İstanbul 19. Yüzyılda, tarihi boyunca yaşamadığı kadar çabuk bir değişim-dönüşüm geçirmiştir. Bu tebliğin çıkış noktasının İstanbul’da ortaya çıkan kentsel
dönüşümün, kentin Anadolu yakasındaki önemli yerleşim alanlarından Üsküdar’daki etkilerini araştırmak olarak söylenebilir. 19. yüzyıl İstanbul’u ve bu süreçteki
değişimlerden söz edildiğinde bugüne kadar yapılan çalışmaların kentin tarihi merkezi olan Suriçi, Beyoğlu bölgesi, Adalar ile gayrimüslimlerin yaşadığı diğer semtler
üzerine yoğunlaştığı görülmektedir. Sözü edilen bölgeler kimi zaman bütün olarak, kimi zaman ise mahalleler düzeyinde incelenmiştir. Kentin Anadolu yakasının
önemli yerleşim alanlarından olan Üsküdar; Kuzguncuk ve Selimiye Kışlası-yerleşimi dışında bütün olarak incelenmemiştir. Üsküdar yerleşiminin 19. yüzyıl içerisinde
geçirdiği kentsel dönüşüm, tek yapı ve kentsel alanın bütünü için araştırılmış; çalışmanın günümüze doğru uzantısı olarak koruma sorunları tartışılmıştır.
Başta da belirtildiği üzere 19. yüzyıl, Osmanlı toplumunda ekonomik, kültürel ve siyasal alanda dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdir. İdari ve yasal düzenlemeler
yapılmış, bu bağlamda belediye daireleri kurulmuş, yerleşimin belirli bir plana göre yapılması, cadde ve sokaklarının düzenlenmesi için çalışmalar yürütülmüştür. Öte yandan, dönemin Batılılaşma sürecinin, değişen ekonomik ve kültürel yapının bir uzantısı olarak, yeni yapı tipleri ortaya çıkmış; geleneksel konut ve
yapılar dönüşüm geçirmiştir. İnşa edilen yeni yapılar batılı mimari üslup ve planlama anlayışlarına göre tasarlanmıştır. Üsküdar bütününde de bu anlayışın
izlerini taşıyan kamusal ve sivil nitelikte pek çok yapı inşa edilmiştir. Çalışma birkaç farklı koldan ilerletilmiştir. Üsküdar üzerine yapılan çalışmalar gözden
geçirilmiş diğer taraftan da saha araştırması kapsamında, yerleşiminde belirlenen alan sınırları içerisinde inşa edilen kamusal ve özel nitelikteki yapılar
yerlerinde incelenmiş, belgelenmiş bu yapılara ait kaynakça ve arşiv taramaları teker teker yapılmıştır. Çalışmanın sahada yürütülen önemli bir parçası
olarak 19. yüzyılda Üsküdar’da inşa edilen daha çok anıtsal nitelikteki yapılar ele alınmıştır. 19. yüzyıl içerisinde inşa edilmiş sivil mimarlık ürünleri ise
sayılarının çokluğu göz önünde bulundurularak genel özellikleriyle ele alınmıştır. Yine saha çalışmasının bir parçası olarak Üsküdar yerleşiminin eski yeni
haritaları ilgili yerlerden alınmış, sonra farklı tarihli haritalar ve güncel haritalar üzeriden kentsel dokunun değişimi karşılaştırılmıştır.
Öte yandan 19. yüzyılda kentsel dokunun biçimsel ve kurgusal farklılaşmalarının yanı sıra kent için yapılan yasal düzenlemeler ile idari yapıdaki değişimlerin tek yapıya ve kentsel dokuya etkileri çalışma kapsamında tartışılmıştır. Sonuç olarak aynı zaman dilimi içerisinde İstanbul’un başka bölgeleriyle benzer süreçler yaşanmış
olsa da Üsküdar, 19. yüzyıl İstanbul kentsel dönüşümü içerisinde kendine özgü deneyimlere sahiptir. Genel toplumsal inanış olarak neredeyse tamamı Müslüman
bir bölge imiş gibi algılanan Üsküdar yerleşiminin farklı bölgelerinde farklı din ve milletlerden insanların yaşadığı görülmektedir. Bu dinsel farklılıktan ayrı olarak
farklı toplumsal sınıftaki insanların varlığından söz etmek mümkündür. 19. yüzyıl içerisinde zenginleşen bir gayrimüslim nüfusun yanı sıra, Osmanlı bürokrasisinin
ileri gelenlerinin de Üsküdar’ın farklı bölgelerine yerleşmeleri ve bulundukları bölgeyi dönüştürmeleri söz konusudur. Bu yönüyle Üsküdar’ın bu farklılaşmalardan
kaynaklı bir dönüşüm geçirdiğini söylemek çok yanlış olmaz. 19. yüzyılda İstanbul Tarihi Yarımada’da kent mekânının dönüşümü yöneticilerin çabalarıyla, Galata
bölgesinde ise yabancı ve gayrimüslimlerin talepleriyle ortaya çıkmıştır. Üsküdar’da ise devletin yaptığı düzenlemelerin yanı sıra yeni gelişen bölgelerde yaşayan
yönetici sınıfın ve gayrimüslim vatandaşların kentin dönüşümüne katkıda bulundukları söylenebilir. Bu tebliğde yukarıda kısaca değinilmeye çalışılan başlıklar
altında, Üsküdar’ın kısa tarihi, 19. yüzyılda inşa edilen yapıları, bu yüzyılda ortaya çıkan değişimin türleri ve yasal düzenlemeler, kentsel dokudaki değişimler ve
Üsküdar’ın korunma problemlerine ilişkin değerlendirmeler yapılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
5
Mekanın Sosyal Üretimi Olgusu Üzerinden Dönüşüm Eşiğindeki Taksim’e Bakış
Gonca ARIK
Arş. Gör., Yüksek Mimar, İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
Gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda rastlanan bir durumdur; kar getirecek bir avantaj görüldüğünde ilgisizce tarihi yerler yok edilir -evler, saraylar, askeri ve sivil
yapılar. Yine benzer çoğunlukla bu ülkelerde, kültür tüketimi ve kültür endüstrilerinin gelişmesi, turizm ve eğlence sektörlerinin bir bu tip mekanları yüksek potansiyellere sahip pazarlama alanları olarak yeniden keşif süreçleri yaşamaya başlarlar. Ve yüksek maliyetlerle yok edilmiş olanın yeniden inşası dönemi başlar. Yıkım
tamamlanmamışsa ya renovasyon projeleri aktif hale geçer, ya bir imitasyon/replika üretimi, ya da değişim/dönüşüm projeleri yatırımcıların bir biriyle yarışan
projeleri haline dönüşür. Önemsizce bir kenara atılan, hor görülen, viraneye dönen, yok olanlar, ülkenin hızlı gelişim dönemlerinde birer hayranlık objeleri haline
gelirler. Bugün ülkemizde hatta İstanbul’da bunun çokça örneğini sayabiliriz; Haydarpaşa, AKM, Beyazıt Meydanı, Emek Sineması, Demirören AVM gibi yapılar tarihi
mekanların yıkımı, dönüşümü, renovasyon ve yeniden üretimlerine örnek olarak gösterilebilir. Yeniden kullanım atfı için bugünün en sıcak tartışmalarından biri
de kuşkusuz Taksim Meydanı ve Topçu Kışlaları projesidir. Peki, tarihsel sürecini tamamlamış ve bugün var olmayan bir yapının yeniden üretiminin yerin/mekanın
kullanıcılarının gözünden neler ifade edebileceğine dair neler söylenebilir?
Lefebvre, Mekanın Üretimi’nde mekanın kendisinin sosyal bir olgu olduğundan ve değerler sistemine dayanan kompleks sosyal ilişkiler ağınca oluşmasından bahseder. Mekan fiziksel olduğu gibi, düşünsel ve toplumsal bir içeriğe de sahip olması nedeniyle, metaların üretimi gibi üretilemez; her toplum ve toplumsal üretim
süreçleri sonucunda kendine özgü bir biçimde ortaya çıkar. Her toplum kendi tarihi ve kurumları ile birlikte çok sayıda şeyi içeren bir üretim sonucunda kendi
mekanını meydana getirir. Buradaki kentin tarihi ve kurumlarının mekan üretimindeki rolü çok önemlidir. Toplumsal bir üretim olarak değerlendirilen mekanın özünü gündeliklik/gündelik hayatın oluşturduğundan bahseden Lefebvre, tüm toplumsal/doğal nesneler ve ilişkilerini kapsadığı gibi yaşam alanı
olarak somut mekana da gönderme yaparken bu yazının da ana tartışma konusunu oluşturan bir çatışmaya değinmektir. Bu çatışma kenti değişim değeri
olarak görenler (rant arttırıcı, sermaye getirici alt/üst yapı çalışmaları, dönüşümün ve spekülatif boyutlarda yatırımın getirisine bel bağlayan siyasalar
talepçileri) ile kullanım değeri olarak gören grupların (sağlıklı barınma, çalışma, kültürel, eğitimsel gelişimlerini sağlayacak kentsel siyasalar talepçileri)
çatışmasıdır. Gerçek mekan-yaşadığımız fiziksel ve toplumsal alanlar, maddi süreçler ve anlamlandırma süreçleriyle üretiliyor olmasına rağmen, çoğunlukla sosyo-politik aktörlerin soyut tahayyüllerine göre tasarlanarak şekillenmektedir. Popüler kültür ve tüketimin artan önemi, tartışmayı gerçekleştireceğimiz
Taksim Meydanı ve Çevresi düzenlemesi ile ilgili olarak ideolojik bir çözümleme denemesi, kapitalist toplumun kenti anlamlandırma, tasarlama ve yaşantılama
süreçlerinin söz konusu proje üzerinden güncel durumuna bir bakış açısı sunmaktadır.
Taksim Gezi Parkı’nın tarihsel süreci, politik aktörler, akademia ve kentliler arasında çok sıcak tartışmalara sahne olmaktadır. Belki de mekanın sosyal bir olgu
olması gerçeğinin en dolaysız örneğini Gezi Parkı üzerine yapılan tartışmalar neticesinde düzenlenmeye başlanan gezi parkı şenliklerini göstermek yeterlidir. Bu
yazı, tarihsel sürecini tamamlamış, günümüzde izleri tümüyle silinmiş bir yapının taklidinin inşasının, toplumsal süreçler ve oluşumlardan bağımsız nasıl bir mekanı doğuracağının öngörüsünü Levebvre’in Mekanın Üretimi okuması üzerinden içinde barındırdığı çelişki ve çatışmalar ile kente ve kentlilere etkisi yönünden
tartışmayı hedeflemektedir. Mimarlık pratiğinin yapı-nesne türündeki mekan üretimi, toplumsal süreçlerden bağımsız bir otoritenin ideolojisini yansıttığı sürece
bu çatışmalar da devam edeceğinden, yazının hedefi mimarlığın bilgisinin toplumsal ilişki ve mekan üretimlerine kentsel ölçeklerde olduğu gibi yapı ölçeğinde de
önem vermesinin vurgusunun yapılmasıdır.
6
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Ağır Sanayi Yatırımlarının Kentsel Gelişmedeki Rolü: Afşin-Elbistan Örneği
Refik GÜNDOĞAR
Kent Plancısı, Darıca Belediyesi
Türkiye’de ağır sanayi yatırımlarının erken Cumhuriyet dönemi olarak tanımlanan 1923–1938 döneminde başladığı söylenebilir. Nitekim Türkiye’nin öncelikli ekonomik kalkınma ve gelişme politikalarının, öncelikli sektörel gelişme alanları, ağır sanayi yatırımları ve yer seçimi kararlarının belirlenmesine yönelik ilk çalışmalar,
İzmir İktisat Kongresi (1923), 1. Sanayi Planı (1933) ve İkinci Sanayi Planı (1936) ile başlamıştır. Ancak, özellikle 1939–1945 döneminde II. Dünya Savaşı nedeniyle
ulusal kalkınma hamlesi olarak tanımlanan sanayileşme süreci –Kırıkkale’de kurulan askeri fabrikalar (1925) ile Karabük Demir–Çelik fabrikası (1937) dışında–
kesintiye uğradığı söylenebilir. Nitekim İkinci Sanayi Planı kapsamında kurulması planlanan alüminyum fabrikası bu nedenle, ancak 1960’lı yılların sonunda kurulabilmiştir.
Türkiye’de kamu yatırımı niteliğindeki ağır sanayi tesislerinin ilk faaliyete geçtikleri dönemlerde, kuruldukları yerleşmelerin ekonomilerini kentsel ve bölgesel
düzeyde canlandırdıkları, ancak, süreç içinde ortaya çıkan başta ekonomik verimlilik ve teknolojik değişimler olmak üzere çekim merkezi niteliğini kaybederek,
ekonomik ve sosyal bir durgunluğa girdikleri söylenebilir. Nitekim özellikle 1990’lı yıllardan itibaren dünya ekonomisinin değişen üretim biçimleri, özellikle ağır
sanayiye dayalı yatırımların devlet tarafından özelleştirilmesi sürecini gündeme taşımaktadır. Halen devam eden bu sürecin Türkiye’deki yansımaları, Karabük Demir–Çelik ve Seydişehir Alüminyum gibi birtakım ağır sanayi yatırımlarının özelleştirilmesi biçiminde olmuştur. 1990’lı yıllarda başlayan yeni ekonomik düzenin,
Türkiye’de ağır sanayi yatırımlarına konu olan kentsel yerleşmelerin gerek sosyal–kültürel ve ekonomik altyapı gerekse mekânsal–işlevsel yapısı üzerinde yeni
değişimlere yol açacağı söylenebilir. Bu değişimin, geçmiş deneyimler eşliğinde sanayi kentlerinin geleceğe yönelik planlama stratejilerinin üretilmesini zorunlu kılacağı açıktır. Bu tebliğin amacı; devlet eliyle gerçekleştirilen ağır sanayi yatırımlarının kentsel yerleşmelerin sosyal–kültürel ve ekonomik yapıları
üzerinde ortaya çıkardığı olası etkilerin Türkiye örneği üzerinden irdelenmesidir. Bu irdelemeler, ağır sanayi yatırımlarının yerseçimi tercihleri açısından
konu oldukları kentsel yerleşmelerin mekânsal–işlevsel gelişim sürecindeki etkilerinin ortaya konarak, kentleşme süreci kapsamında değerlendirilebilmesi ve geçmişe dönük uygulamalar ve sonuçlarına ilişkin edinilen deneyimlerin, sanayi kentlerine yönelik planlama çalışmalarında yerseçimi kararlarına
ilişkin hedef ve stratejilerinin belirlenmesi ve olası sorunların öngörülebilmesi açısından önemlidir.
Bu tebliğde Türkiye’de 1. Sanayi Planı ve 2. Sanayi Planı kapsamında kamu eliyle gerçekleştirilmiş ağır sanayi yatırımlarına konu olan kentsel yerleşmelerdir.
Bu kapsamda, 1. Sanayi Planı ve 2. Sanayi Planında ağır sanayi yatırım kararı alınan/verilen kentsel yerleşmelerin, yerseçimi tercihleri eşliğinde yatırım öncesi
ve sonrasındaki mekânsal–işlevsel gelişim süreci ve değişimi irdelenecektir. Bu bağlamda, Türkiye’de ağır sanayi yatırımlarına konu olan yerleşmeler arasında
bugün İl statüsündeki Kırıkkale, Karabük ve Batman ile İlçe statüsündeki İskenderun (Hatay), Ereğli (Zonguldak), Seydişehir (Konya) ve Yatağan (Muğla) irdelenirse,
ağır sanayi yatırımının yerseçimi tercihlerinde etkili olan faktörlerin, hammaddeye ya da enerji kaynağına yakınlık ve ulaşım/pazarlama olanakları gibi ölçütlere
dayandığı söylenebilir. Bu açıdan; anılan örneklerde dikkate alınmayan tek ölçüt; işgücü potansiyelidir.
Araştırma, akademik/bilimsel çalışmalar niteliğindeki lisansüstü tezler, araştırma projeleri, araştırma raporları, makaleler, kongre–sempozyum bildirileri ve demografik–ekonomik göstergelerden oluşan yazılı ve istatistiksel kaynakların karşılaştırmalı değerlendirilerek, mekânsal ve işlevsel gelişim süreci açısından çözümlenmesine dayanmaktadır. Bu araştırmanın, Türkiye’nin önemli ağır sanayi yatırımlarından biri olan Afşin–Elbistan Termik Santrali örneği üzerinden yapılan alan
araştırmasına dayalı irdelemeler yoluyla otonom sanayi yatırım kararlarının kentsel gelişme sürecindeki (olası) gerek sosyo–mekânsal gerekse ekonomik etkileri
ile sorunların çözümlenmesine yönelik tartışmalara tarihsel arka plan ve deneyimler düzeyinde katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
7
‘Üretimden Tüketime’ Kâğıthane’nin Dönüşümü
Seher KALENDER
Arş. Gör., Mimar, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
Lewis Mumford, Kentlerin Kültürü adlı çalışmasında, “Kent, bir topluluğun kültürünün ve erkinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimidir” der. Her toplum
sahip olduğu medeniyet algısının biçim ve eylemlerini gerçekleştirir. Şehir bu algının mekânda oluşturduğu fiziksel eylemdir. Toplum sahip olduğu değerler doğrultusunda bir şehir oluştururken, şehir de zamanla onu oluşturan topluma yeni değerler katar. Şehre bakarak toplumun başından geçen serüven ve insana bakarak
toplumun şehirden beklentisi okunabilecektir. Türkiye’de ekonomik, sosyal, politik, kültürel, mimari vb. gelişmelerin ilk yaşandığı şehir İstanbul’dur. İstanbul üzerinden yapılacak bir okuma ile toplumun dönüşüm süreci ve dönüşen toplumun gelecekte şehirle kurmayı amaçladığı ilişki görülebilecektir. İstanbul gerek coğrafi
konumu gerek farklı medeniyetlerin baş şehri olması sebebiyle tarih boyunca önemini korumuş, dünya şehirleri arasında nüfus yoğunluğuyla öne çıkmıştır. Kurulduğu günden itibaren savaş dönemleri hariç önemli bir nüfusa sahip olmuştur. Ancak 1960 sonrası yaşadığı nüfus artışı ve fiziksel büyüme İstanbul için bir dönüm
noktasıdır. Sanayinin şehirde yerini alması kırdan kente göçü tetiklemiştir. Devlet tarafından doğru yönetilmeyen bu süreç sonunda toplum, barınma sorununa
kendi yöntemleriyle çözüm bulmak zorunda kalmıştır. Böylece İstanbul gecekondu ve apartmanlaşma kavramlarıyla tanışmıştır. İstanbul’da yaşanan bu dönüşümü
yani şehrin sanayileşme sürecine girmesi, göç ile tanışması, metropolit bir yapıya dönüşmesi ve özellikle son on beş yılda gerçekleşen hızlı gelişimini bu süreçlerden
şehirde ilk etkilenen ilçelerden olan Kâğıthane üzerinden okumak oldukça doğru olacaktır.
İstanbul’un ilk sanayi yapılarının yer aldığı Haliç’in bir uzantısı olan Kâğıthane 1960 sonrası fabrika yapılarıyla tanışmıştır. Cendere Vadisi ve Büyükdere Caddesi
etrafına yerleşen sanayi etrafına kırdan gelen halkın yerleşmesiyle Kâğıthane vadisini gecekondu yapıları kaplamıştır. Kamuya veya özel şahıs arazilerini işgal
ederek yapılan bu yapıların önceleri su, yol, elektrik, kanalizasyon, ulaşım gibi altyapı hizmetleri yoktur, bu hizmetleri kendi yöntemleriyle halleden göçmenler
zamanla iktidarla kurdukları ilişkilerle gecekondularına yasallık kazandırmışlardır. Barınma sorununa buldukları çözüm hep birlikte el yordamıyla yapılmış
gecekondular iken şehre ulaşım sorunu ise minibüsçülük ile çözülmüştür. Şehrin artık her yerinde gecekondu kültürü ve hayat tarzı izleri görülmektedir.
Tarihi yarımadada yap-sat sektörünün ortaya çıkışı eski ahşap binaların yerlerini apartmanların almasıyla sonuçlanmış, gecekondu bölgelerinde ise şehre
tutunabilenler yaşam alanlarını yenilerken gecekondularını apartmanlara dönüştürmüşlerdir. Bu plansız yapılaşma, Kâğıthane’de üst üste yığılmış, nefes
alamayan bir bina stoku ve topografyanın etkisiyle de, dar ve dik sokaklardan oluşan bir doku oluşturmuştur. Bu yollara dik bağlanan dar sokaklar boyunca yapı adaları yerleşmiştir. 2000 yılı sonrasında ise kentleşme toplumun kısa vadeli talep ve ihtiyaçları doğrultusunda değil rant odaklı olarak gelişmiştir.
1960’larda açılan sanayi yapılarının büyük bir kısmı ofis, alışveriş merkezleri, lüks konutlara dönüşmüş bir kısmı da hızla dönüşmeyi beklemektedir. Harvey’nin
bakış açısıyla, kapitalist toplumda kentsel mekân sermaye birikimi için üretilen ve yeniden üretilen bir meta haline gelmiştir. Bu yapılar da tıpkı etrafına işçileri
çeken fabrikalar gibi, hizmet sektörünü çevresine toplamaktadır. Kâğıthane artık yeni yapılan ofislerde çalışan 1+1 konutlarda yalnız yaşayan bir kitle ile bu ofis
ve alışveriş merkezlerinin güvenlik, temizlik gibi hizmetlerinden sorumlu kişilere de ev sahipliği yapmaktadır. Kâğıthane’de pek sık karşılaşabileceğimiz bir diğer
yapı tipi ise kapalı sitelerdir. Tek sebebi bu olmasa da kapalı sitelerin toplum tarafından rağbet görmesinin önemli etkenlerinden biri toplumun kendi gibi olanlar
ile birlikte yaşama isteğidir.
Türkiye modernleşme serüvenin tüm izlerini (gecekondu, apartman, kapalı site, fabrika, alışveriş merkezi, ofis) hala hepsini bir arada barındıran Kâğıthane, bu
dönüşüm sürecinin arkasında yer alan dinamikleri incelemek için çok zengin bir araştırma alanıdır. Kâğıthane’de gerçekleşen bu yapısal değişim süreci aslında
bize Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşümü anlatmaktadır. Bu çalışma kapsamında Kâğıthane’de yaşanan fiziksel dönüşüm üzerinden bu değişimin arka planını
oluşturan zihinsel yapı yani toplumsal evrim incelenecektir. Ancak bu okuma yalnızca bir süreç analizi değil, birlikte büyüyen gelişen birbirini etkileyen şehir toplum
ilişkisini irdeleyecektir.
8
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Salon
2
15.00-16.30
Oturum
B
Dışlanma, Ayrışma, Kentsel Hak ve
Adalet Tartışmaları
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ramazan ÇALIK
Ejder ULUTAŞ
Kentte Mekansal Ayrışma ve Güven
Hasan TAŞÇI
Toplumsal Sürdürülebilirlik Bağlamında Kentsel Ayrışma,
Kapalı Konut Sistemleri veya Sivil Lojmanlar Sorunu
Nurullah GÜNDÜZ
Küreselleşme ve Mekânsal Ayrışma Arasında Uydu Kent Yaşamı:
Başakşehir Örneği
Yunus ÇOLAK
Kentsel Karamsarlık Ortamında Adalet Reçeteleri
16.30-17.00 Kahve Arası
Kentte Mekansal Ayrışma ve Güven
Ejder ULUTAŞ
Arş. Gör., Düzce Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Kentsel yaşamın belki de en önemli konusudur güven ve güvenlik konusu. Kentlerde her gün daha önce görmediğimiz ve muhtemelen bir daha da göremeyeceğimiz pek çok sima ile karşılaşırız. Kalabalık yığınlar arasında Heidegger’in deyimiyle ‘varlığın ortasına atılmış’ ne yaptığını veya yapması gerektiğini tam kestiremeyen insan tekleri olmaya doğru gidiyoruz. Böylesi bir ortamın mazur görülebilecek mazeret ve eksiklerini saymak mümkün. Eğitim sorunu, işsizlik, yoğun nüfus,
çevre kirliliği vs. Ancak güvenlik endişesi mazur görülemeyecek kadar önemli bir konu. Kent hayatının keşmekeşi güvensizlikle maluldür. Güvensizlik durumu da
insanları belli alternatiflere sevk ediyor. Bunların son dönemde en ön plana çıkanı, son teknoloji ve konforlarla takviye edilmiş sığınakları andıran güvenlikli siteler.
İnsanları, içerisinde güvenlik görevlisi ya da görevlileri ve kameralar ile 24 saat gözetlenen sitelerde yaşamaya yönelten saikler neler? Acaba sadece güvenlik
endişesi midir sebep? İnsanlar arasında gittikçe yaygınlaşan güvenlikli sitelerde yaşama isteği ve bu yönde televizyonda, gazetelerde yapılan reklamlar-teşvikler
ne kadar normal? Güvenlik konusunda yaşanan kaygı, bir tür korkuya dönüşüp kendisini her geçen gün yeniden üretmiyor mu? Korkunun normalleşmesi mümkün
mü? Böylesi bir ortamda toplum denen şeyin taşıdığı anlam ne olabilir? Ya da korkunun dışında insanları bu yerlerde yaşamaya yönelten sebepler neler? Güvenlikli
sitelerde yaşamayıp da güven içinde yaşamak ne kadar mümkün? Güvenlik sorununun yoğun yaşandığı kentlerde toplumsal sermayenin durumu ne? Mahallenin
güven telkin eden kimliği nerede ve ne durumda?
Bu sorular ekseninde sürdürülmesi düşünülen tebliğ güvenlikli siteler üzerine yapılmış bir araştırmanın sunduğu veriler ışığında bir şeyler söyleme niyetini
taşımaktadır. Köksal Alver’in Kent Sosyolojisi’ne kavramsal ve kuramsal bir katkı niteliği taşıyan Siteril Hayatlar adlı eseri Konya’da bulunan iki güvenlikli site
özelinde yapılan araştırmayı içeriyor. Yazar her ne kadar yaptığı araştırmanın Türkiye genelini temsil etme iddiasını taşımadığını ifade etse de nihayetinde
Türkiye’de kent ve güvenlik konusunda hazırlanmış önemli bir kaynak. Eser yukarıda güvenlikli siteler ve güvenlik ile ilgili soruların cevabını vermede
önemli donelere sahip. Güvenlik ve güvenlikli siteden mahalle ve ev konularına geniş bir yelpazede seyreden araştırma, bu makalenin çıkış noktasını
oluşturmaktadır.
10
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Toplumsal Sürdürülebilirlik Bağlamında Kentsel Ayrışma, Kapalı Konut Sistemleri veya Sivil Lojmanlar Sorunu
Hasan TAŞÇI
Dr., Esenler Belediyesi, Şehir Düşünce Merkezi
Toplumlar çeşitli şekillerde alt topluluklara ayrılırlar. İnanç değerleri, gelir seviyesi, hayat algısı ve buna benzer saikler alt toplulukların oluşmasına katkı yapmaktadır. Alt topluluklar hem bir ayrışmayı hem de alt topluluk bünyesinde oluşan değerlerin diğerlerine aktarımını ifade etmektedir. Çeşitli gerekçelerle bir araya
gelen insanların oluşturdukları topluluk homojenlik arz ettikçe ortaya çıkacak olan sosyal yapı da diğerlerinden farklı olacaktır. Öte yandan Sanayi İhtilâli’nin ortaya
çıkardığı sorunlardan birisi de şehirlere akın eden insanların yerleştirilmesidir. Şehrin olağan büyümesinin üzerinde bir hıza sahip nüfus artışı beraberinde yerleşme
problemiyle birlikte bazı başka sorunları da getirmiştir. Taşradan şehre gelenlerin geleneklerini koruma çabası, güvenli bulmadıkları ortamlardan dolayı korunma
ve yabancısı oldukları yapıdan dolayı akrabalarının yakınında yer alma endişeleri bunlardan bazıları olarak dile getirilebilir. Diğer yandan, Avrupa aydınlanmasının
bir neticesi olarak ortaya çıkan milliyetçilik akımları zaman içinde daha küçük ölçekli ideolojik parçalanmalara yol açarak toplumsal bölünmeleri tetiklemiştir.
Bunun neticesi olarak ise kent içerisinde ideolojik ayrılık anlamına gelen birliktelikler oluşmaya ve global küre geçirgen olmayan mini mekânlarla donatılmaya
başlanmıştır. Yukarıdaki faktörlere ek olarak ise gelir seviyesindeki değişiklikler insanların kendilerini farklı sosyal statüde görmelerini sağlamış, bunun neticesinde
ise insanlar kendi statülerine uygun yerleşim bölgelerini tercih etmeye başlamışlardır.
Toplumdaki çeşitli faaliyet grupları önce iş yerlerini, sonra da konutlarını diğerlerinden ayırmaya başlamış, geçirgen olmayan alanların varlığı çoğalmaya başlamıştır. Her meslek grubunun ve her gelir grubunun adına site denilen giriş çıkışları izne bağlı özel kapalı mekânlarda yaşamaya başlaması kentsel kültürün ve
ortak kimliğin olmazsa olmazı olan sosyo-kültürel alıverişi engellemeye başlamış ve parçalanmış yapılar ortaya çıkmıştır. Türkiye ölçeğinde son senelerde
en çok seslendirilen meselelerden birinin de askeri lojmanlar sorunu olduğu bilinmektedir. Sosyal bilimciler, siyasetçiler ve diğer bilim insanları, askerlerin
lojmanlar sayesinde toplumun dışına çıktığını ve toplumu tanımaktan uzaklaşarak farklı reaksiyonlar gösterdiklerini beyan etmektedirler. Ancak, sorunlu
olarak addedilen bu yerleşimin karşısında olanların en az onlar kadar geçirgenlikten uzak sitelerde yaşadıkları ve toplumu işleri gereği gözetmenin
dışında başka herhangi bir şekilde toplumun genel dokusuyla ilişki içinde olmadıkları gözden kaçmakta veya seslendirilmemektedir. Ortaya çıkan bu
durum sürdürülebilir kentsel sosyal yapı ve kent kültürü önünde bir engel olarak durmaktadır. Ayrıca bu durumun adil olmayan gelir dağılımı ve henüz
kentlileşme sürecini tamamlamamış gruplar için sürdürülebilirlik sağladığını da düşünmek gerekmektedir. Kentsel uygulamalar için “sürdürülebilirlik” son
dönemlerde sıkça rastlanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer birçoklarında olduğu gibi kentsel uygulamalarda da sürdürülebilirlik gelecek
vizyonu açısından önemli görülmekte ve sağlanmaya çalışılmaktadır.
Ekonomik olarak gelir bölüşümündeki adaletsizlikler ve alt kültür grupları arasındaki keskin farklılıklar ise kentsel sürdürülebilirliği en çok tehdit eden faktörlerin
başında gelmektedir. Gelir dağılımındaki bozuklukların oluşturduğu toplumsal alt gruplar kentin ortak eşyasından mekânın kendisine, kendilerinden farklı bireylerden kentsel toplumun geneline kadar birçok unsur için tehdit oluşturmaktadır. Farklı gelir ve değer gruplarındaki insanların mekânsal olarak ayrışmaları ise kısa
vadede bir sürdürülebilirlik sağlamasına rağmen uzun vadede büyük sorunlara yol açabilecek bir durumdur. Bu çalışmada kentsel ayrışma temelinde geçirgenliği
olmayan mekânların durumu kentsel hayat için büyük önemi olduğu düşünülen sosyal yapının sürdürülebilirliği açısından ele alınıp değerlendirilecektir. Çalışmada
öncelikli olarak mahalle kavramı, ifa ettiği fonksiyonlar bağlamında değerlendirildikten sonra, kapalı konut sitelerinin ortaya çıkışları ve Türkiye’deki gelişimleri ele
alınacaktır. Daha sonra ise kentsel ayrışmayı ortaya çıkaran olgular olan alt kültür ve değişen gelir seviyesi parametrelerine yer verilecektir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
11
Küreselleşme ve Mekânsal Ayrışma Arasında Uydu Kent Yaşamı: Başakşehir Örneği
Nurullah GÜNDÜZ
Arş. Gör., Fatih Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
İstanbul, yüzyıllar boyunca yaşamlarına eşlik ettiği toplumsal gruplara artık eşlik edemiyor. Ekonomik ve sosyal dönüşümlerin getirisi olarak, mekânsallık kendini
ayrışma biçiminde gösteriyor. İstanbul artık tarihsel ve kültürel bütünlüğün değil kültürel ve mekânsal ayrılığın sembolü olmaya başladı. Kentin yeni konfigürasyonunda mekânsal olarak bölünen özel yaşam alanları, gözle görünecek kadar berraklaşan sınıf ayrışmalarını ve yeni modellenen yerleşimleri sembolize etmektedir.
Bu bölünmede temel dinamik olarak küreselleşme bulunmaktadır. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği yatırımlarla ve sorunlarla iç içe geçmiş kent yaşamı,
toplumsal sınıfları hızlı değişimlerden ötürü bazı tercihlerde bulunmaya zorlamaktadır. Küreselleşme adı altında istihdam ve mal akışlarının meydana getirdiği
değişimlere paralel olarak farklılaşan toplumsal ağlar, mekânda kendini farklı biçimlerde ifade etmektedir. Bu mekânsal ayrışmanın ortaya çıkardığı en belirgin
mekânsal model uydu kentlerdir. Alt kentleşmenin yeni bir formu olarak ortaya çıkmaları, bir taraftan da oldukça yoğun bir mobilizasyona maruz kalmaları hem
yerleşim açısından hem de yatırım açısından uydu kentleri değerli kılmaktadır.
Uydu kentler akademik camianın da dikkatini hemen çekmiş ve peş peşe çalışmalar yapılmıştır. Altkentleşme sürecini 1990lardan itibaren mekânsal ayrışma biçiminde kabul eden yaklaşımlar kent sosyolojisinde yeni bir dönemi başlatmıştır. İstanbul’da mekân çeşitlenmesinin toplumsal ayrışmaya işaret ettiği genel kabul
olarak birlikte bu yeni mekânların kendi içinde kültürel olarak ayrışmış, kapalı topluluk biçiminde yapılaşmış olduğu düşünülmektedir. Hatice Kurtuluş’un Mekânsal
Ayrışma’da Farklı Boyutlar (2003), Didem Danış’ın Suburbanization and a Suburban Community in Turkey: The Case of Başakşehir (2001) ve İstanbul’da Uydu Yerleşmelerin Yaygınlaşması (2001), Sencer Ayata’nın Yeni Orta Sınıf ve Uydu Kent Yaşamı (2003), Şerife Geniş’in İstanbul Araştırmaları (2007), Ayfer Bartu’nun
Kemer Country (2001), Köksal Alver’in Steril Hayatlar (2007) gibi araştırmaları, mekânsal ayrışma temelli olup, alan araştırması yapılmış uygulamalı çalışmalardır. Bu eserler küresel olanın yerele aktarımının nasıl bir toplumsal gerçeklik oluşturduğunu çarpıcı bir biçimde dile getiren eserlerdir. Buna karşılık
İstanbul’un çok hızlı bir kentsel değişimden geçtiği ve yeni mikro formların ortaya çıktığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu eserlerin yazılmasından sonra
mikro ölçekte uydu kentlerde, makro düzeyde de İstanbul’da değişimler yaşandığı gerçeği ortaya çıkarılmalıdır. Ayrıca bu mekânsal farklılaşmanın sadece
İstanbul’a has bir durum olmadığı, İstanbul’daki mekânsal ayrışmanın Türkiye’deki toplumsal değişim çizgisinden kopuk olmayacağı, bilakis onunla birlikte
süregelen bir olgu olduğu unutulmamalıdır. İstanbul’da 1994’te Bahçeşehir ile başlayan uydu kent serüveni çok hızlı bir biçimde emsallerine örnek olmuştur.
Basit ve bitmiş bir inşaat sürecinin ötesinde her türlü ayrıntının düşünüldüğü uydu kentler içinde misafir ettiği insanları oldukça cezp etmiş ve kentin özellikle
de çöküntü yerleşimlerinden yoğun göç almıştır. İstanbul’un kentsel çöküntü alanları olan gecekondu mahalleleri ve banliyöler, madde bağımlısı olan, uyuşturucu
kullanan ve gayri meşru işlere bulaşmış insanlar enformel tehdit olarak algılanırken bu tür yerleşimlerden kaçış ve arınma olarak uydu kent yerleşkeleri önem
kazanmıştır. Bu değişim; küresel yatırım ve üretimin artmasına paralel olarak yeni orta sınıfın ekonomik ve sosyal olarak yükselerek kentin çöküntü alanlarından
daha temiz, düzenli, emniyetli yaşam sağlayan uydu kentlere yerleşimlerini ifade etmektedir. Küreselleşmenin yol açtığı mekânsal kurgulamada kentte kendine yer
edinen uydu kentler yeni yaşamlara ev sahipliği yapmaktadır. Oldukça işlevsel olan uydu kentler bu becerisiyle cazibeli mekânlar haline gelmektedir. Küreselleşme
ve uydu kentleşme ilişkisi irdelendiğinde bu yakın ilişkiden kentsel değişimin mikro ve makro özellikleri izlenebilmektedir. Makro açıdan dünyayı ve Türkiye›yi
etkileyen dinamikler karşısında mikro açıdan mekan sahiplerinin düşünceleri ve yaşam stratejileri eleştirel gerçeklikle ifade edilmelidir. Bu çalışma da bu yakın
ilişkiden hareket ederek uydu kentlerin yaşamsal işlevselliğini, küreselleşmenin mekânsal ayrışmaya yol açan dinamikleriyle birlikte analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Makro düzeyde küreselleşme, neoliberal dönüşüm politikaları ve Türkiye’nin kentleşme serüveni ele alınacak, mikro düzeyde de Başakşehir etap yerleşimlerinde
etnografik çalışma neticesinde elde edilen bilgiler analiz edilecektir. Bu analizin alan çalışması İstanbul’un ikinci büyük uydu kenti olan Başakşehrin 4. ve 5. etap
yerleşimlerinde yapılmış olup, Başakşehir yaşamıyla ilgili elde edilen bilgiler yapılan anketlerden ve derinlemesine görüşmelerden elde edilmiştir.
12
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Kentsel Karamsarlık Ortamında Adalet Reçeteleri
Yunus ÇOLAK
Yıldız Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Kent, bireysel bir eylemin neticesi olmaktan çok insanlar topluluğun bir düzen ve hiyerarşi içinde verili bir toprak parçası üzerinde tanzim ettikleri bir sistem olarak
değerlendirildiğinde, bu tanzimde ahlaki kodların belirleyiciliği söz konusu olacaktır. O halde ahlakın hangi unsurlarının buralarda daha ilk başta dikkate alınacağını tespit etmek gerekmektedir. Ve kentler bir organizma gibi doğan ve sürekli büyüyen bir bünyeye nihayetinde ölmesi mukadder bir geleceğe sahip olarak
değerlendirildiklerinden, her büyüme safhasında ya da kusurlu, hasta organlarının yenilendiği dönemlerde mutlaka bu kodlarla birlikte yeniden ele alınmaları
gerekmektedir.
Kent, bir mülkiyet dokusu üzerinde yükseldiği için, oluşumunda paydaş kabul edilecek her aktörün haklarına dikkat çekmek gerekmektedir. Büyüme veya yenileme
dönemlerinde bu hakların nasıl reaksiyon gösterecekleri, hem her bir aktörün hakkını muhafazasında hem de bu hakların ortaklaşa resmettikleri kente ait üst
ölçekli hakların sahip çıkılmasında belirleyici bir role sahiptir. Bu koşullarda, kent planlamasının ahlaki normlarla kuracağı ilişki özellikle etik ve adalet konularında
kavramsallaştırmalarda bulunan filozofların etkisi ile çeşitli çalışmalara konu olmuştur. Tebliğimizde etik/adalet-kent/planlama konularında bugünkü karamsarlık
tabloları üzerinde durulacak, Türkiye’de bu konuda doksanlı yılların başında üretilmiş sınırlı çalışmalara karşın bugün yükselen ihtiyaçtan bahsedilerek, uluslararası
literatürden istifade ile çeşitli yaklaşımların, karamsar tabloyu değiştirme gücünün olup olmadığına ilişkin sorulara cevaplar aranacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
13
3
15.00-16.30
Oturum
C
Salon
Sürdürülebilir Şehirler, Çevre Politikaları ve
Türkiye
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Esra Banu SİPAHİ
Yasin TAŞPINAR - Hikmet Selahattin GEZİCİ
Kalkınmada Bölgeselleşme ve Bölgesel Kalkınma Ajansları: Türkiye Uygulaması
Selman Salim KESGİN
Sürdürülebilir Şehir Yönetiminde Bilgi Teknolojilerinin Kullanımı:
Mobil Devlet Uygulamaları
Altun ALTUN
Marksizm ve Ekoloji
İslam CAN
Türkiye’deki İslami Eğilimli Sivil Toplum Kuruluşlarının Ortadoğu’ya Bakışı:
İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) Örneği
16.30-17.00 Kahve Arası
Kalkınmada Bölgeselleşme ve Bölgesel Kalkınma Ajansları: Türkiye Uygulaması
Yasin TAŞPINAR - Hikmet Selahattin GEZİCİ
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü
Kalkınmada bölgesel uygulamalar seksen yılı aşkın bir süredir gündemdedir. Amerika, Avrupa ve ardından tüm dünyada etkili olan bölgesel kalkınma modelleri
uygulama açısından birçok avantaja sahiptir. Avrupa Birliği tarafından bölgesel kalkınmanın anahtarı olarak görülen bölgesel kalkınma ajansları hem bazı fonlarla
desteklenmekte, hem de bazı fonlar ajanslar vasıtasıyla yönlendirilmektedir. Bölgesel kalkınma ajansları ulusal düzeydeki geleneksel örgütler tarafından benimsenen tavandan tabana örgütlenme modeli yerine, daha demokratik olduğu kabul edilen ve yönetişim ilkesiyle daha fazla bağdaştırılan tabandan tavana örgütlenme
modelini benimsemişlerdir. Bölgesel kalkınma ajansları bölgesel problemlere dönük daha etkin stratejiler geliştirebilmeleri, yarı özerk konumları sayesinde siyasi
müdahalelere direnebilmeleri ve bölgeye siyasal desteğin doğrudan sağlanabilmesi açısından bir takım avantajlar sağlayabilmektedir.
Bölgesel kalkınma ajansları bölgesel çapta olduğu kadar kent düzeyinde de çeşitli destekler sağlayarak, kentlere yeni ufuklar açmaktadır. Bu çerçevede kentlerin
kalkınması, kent tarihine sahip çıkılması, kente ilişkin çevre uygulamaları, kentlerde yaşam kalitesinin yükseltilmesi amacıyla teknolojik altyapının iyileştirilmesi ve
teknik destek sağlanması gibi konularda da önemli projeleri desteklemektedirler. Bölgesel kalkınma ajansları sahip olduğu çok yönlü kalkınma mantığı ile kentlerde yaşayanların refah seviyesinin artmasına ciddi katkılar sağlanmaktadır.
Ülkemizde 2006 yılından itibaren kurulan bölgesel kalkınma ajansları da tıpkı dünyadaki örnekleri gibi yüksek miktarda bütçeleri idare etmekte, uygun görülen
projelere bir takım destekler sağlayabilmektedir. Çalışmamızda kalkınmada bölgesel yaklaşımlar ve bölgesel kalkınma ajanslarının tarihsel gelişimine yer
verilmiş, dünyada Avrupa’ da ve Türkiye’ de bölgesel kalkınma uygulamaları, Avrupa’da ve ülkemizde bölgesel kalkınma mevzuatına değinilmiştir. Çalışmada ayrıca Türkiye’de kurulu bulunan bölgesel kalkınma ajanslarından proje desteği sunan örneklerin bütçeleri, bölge ekonomilerine katkıları ve kent
düzeyinde yürütülen bazı projeler de ele alınarak, bölgesel kalkınma ajansı uygulamasına ilişkin değerlendirmelere yer verilmiştir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
15
Sürdürülebilir Şehir Yönetiminde Bilgi Teknolojilerinin Kullanımı: Mobil Devlet Uygulamaları
Selman Salim KESGİN
Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü
2010 yılı itibariyle dünyada şehir nüfusu kırsal nüfusu geçmiş bulunmaktadır. İnsanların çoğunun şehirlerde yaşadığı günümüz dünyasında şehir yönetiminin önemi artmış, yukarıdan aşağıya yönetimin uygulanma imkanı kalmamış ve şehir hakkında alınacak kararlarda şehirdeki tüm grupların görüşlerinin dikkate alınması
kaçınılmaz bir durum olmuştur. Bilgi çağındaki şehirleri klasik yöntemlerle yönetip geliştirmek mümkün değildir. Yükselen ağ toplumu şehir yönetiminde yeni yöntemleri, yeni araçları gerekli kılmaktadır. Söz konusu yöntem gereksiniminin arka planında artan vatandaş beklentileri, şeffaflaşma ihtiyacı, her an hesap verebilir
olma, halkın artan talebi ve hizmet kalemlerindeki artış vardır. Artan vatandaş beklentilerinin karşılanabilmesi ve sürdürülebilir yönetimin gerçekleştirilebilmesi
için zamanın ruhuna uygun yönetim araçlarını kullanmak kaçınılmaz olmuştur. Zamanın ruhuna uygun yönetim araçlarında birisi de bilgi teknolojileridir.
Bilgi teknolojileri günümüzde sadece teknik boyutuyla değil sosyolojik etkileri, siyasal etkileri ve birçok disiplini de kapsayan etki sahasıyla insanlığı, ülkeleri, yönetimleri, bireyleri etkilemektedir. Şehir yönetimleri günümüzde hızla artan nüfusun farklı beklentilerini karşılayabilmek ve ortak bir kent kültürünün paylaşılmasını
sağlayacak faaliyetlerin yanı sıra halkın kentin yönetimine katılımını sağlayacak alternatif çözümlerin sunulmasıyla mükelleftir. Çalışmada halkın kent yönetimine
katılımını sağlayan önemli bir enstrüman olan bilgi teknolojileri sürdürülebilir şehir yönetimine katkıları açısından tartışılacaktır. Birçok boyutu ve alt dalı olan bilgi
teknolojilerinin mDevlet (mobil devlet) uygulamaları, son yıllarda dünya genelinde öne çıkan ve tartışılan bir konudur. mDevlet; merkezi ve yerel yönetimlerin,
mobil teknolojileri kullanarak halka daha iyi hizmet sunabilmesine imkan tanıyan ve hayatın her alanında kamu kurumları ile işlerin hızlı ve kolay yapılmasını
sağlayan, e-Devlet’i bir adım daha ileriye götürecek yeni bir gelişmedir. mDevlet uygulamaları Türkiye’de yeni yeni uygulama sahası bularak yaygınlaşmaktadır. Örneğin Kalkınma Bakanlığı Kurumsal ve Stratejik Yönetim Dairesi Başkanlığı verileri incelendiğinde mobil devlet uygulamalarının belediyelerin
stratejik planlarında yeteri kadar üzerinde durulan bir konu olmadığı görülmektedir. 2009 yılı itibariyle sunulan 4 yıllık stratejik planlar tarandığında sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin stratejik planlarında “mobil” kavramının geçtiği görülmektedir. Bu verilerden
hareketle Türkiye’de sürdürülebilir şehir yönetiminin sağlayıcısı olarak belediyelerin mDevlet uygulamalarına gereken önemi vermediği ve konu hakkında
teşvik edici çalışmaların yapılması gerektiği ortadadır. mDevlet uygulamalarının sürdürülebilir şehir yönetimine katkı sunabilmesinin önünde bazı sorunlar vardır. Mobil devlet uygulamalarına ilişkin sorunlar yönetsel ve teknik sorunlar başlıkları altında şöyle sıralanmaktadır.
Yönetsel Sorunlar: (a) mDevlet gelişimine yönelik strateji-politika eksikliği, (b) 2009-2013 dönemini kuşatan ulusal ve kurumsal düzeyde mevcut strateji ve
politikalarda mobil teknolojilerin sunduğu açılımlara yer verilmemiş olması. Teknik Sorunlar: (a) Mevcut mobil uygulamalarda çoğunlukla web sitesi içeriği cep
telefonlarına uyumlu değil (etkinliği azaltıcı-maliyet artırıcı), (b) Uygulamaların çoklu ortama uyumu sorunu, (c) Mobil cihazlarda pil ömrünün kısa olması. Bahsedilen yönetsel ve teknik sorunlar tebliğde daha da açılarak çözümleriyle birlikte açıklanacaktır.
Tebliğde önce bilgi teknolojilerinin gelişimi, önemi incelenecek, sürdürülebilir şehir yönetimine etkileri tartışılacak ve mDevlet uygulamaları incelenecektir. mDevlet uygulamalarına ilişkin sorunlar ve öneriler tartışılacaktır. Tebliğde örnek olay analizi ve literatür taraması yöntemleri takip edilerek, mDevlet uygulamaları hem
farklı ülke uygulamaları ekseninde incelenecek hem de sürdürülebilir şehircilik bağlamında dünyada öne çıkan şehirlerdeki uygulamalarının neler olduğunu araştırılacaktır. mDevlet uygulamalarının sürdürülebilir şehir yönetimine etkileri, pozitif ve negatif yönleri tartışılacaktır. Bu araştırma, inceleme ve tartışma sonuçları
ülkemize yansıtılacak, Türkiye özelinde incelenecek ve sürdürülebilir şehir yönetiminde mobil devlet uygulamalarının neler katabileceği tartışılacaktır. Tebliğin
önemi, zamanın ruhuna uygun bir yönetim enstrümanı olarak bilgi teknolojilerinin sürdürülebilir şehir yönetimine mobil devlet uygulamaları olarak katkı sağlayabileceğini göstermesi ve politika yapıcı ve uygulayıcılara pratik değeri olan teklifler sunmasıdır.
16
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Marksizm ve Ekoloji
Altun ALTUN
Öğr. Gör., Hakkari Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Marksizm, öncelikle klasik liberalizmi ve özel mülkiyeti ön planda tutan ve özgür teşebbüs iradesine dayanan kapitalizmi ve onun felsefi dayanak ve tutumları
reddeden temelde iktisadi olarak kabul edilmesine rağmen hem iktisadi hem de sosyal bir akım ve ideolojiler dizisi ve sistemidir. Diyalektik bir tarih anlayışına
sahip olan Marx ve Engels’e göre tarih boyunca baskı altında tutulan ve ezilen toplumlar ile onları boyunduruk altında tutan ve sömüren ülkeler arasında kadim bir
rekabet ve çatışma vardır. Dolayısıyla tarihi, sürekli bir sınıf mücadelesi ve çatışması olarak gören Marksizm, ezen sınıf ile bu ezilen sınıf arasındaki çatışmanın ancak
yeni bir ekonomik ve toplumsal sistemin oluşmasıyla biteceğini savunmaktadır.
Marksizm çatışmaları tez-antitez ve sentez olarak sıralamakta ve bu sıralamanın tarihi sürecinin de bu şekilde olacağını ileri sürmektedir. Ekoloji ve diyalektik
materyalizm, XIX. yüzyılda toplum ve doğa bilimleri alanlarında yaşanan büyük gelişmelerle eşanlı olarak ortaya çıkmış ve karşılıklı olarak birbirlerini etkileyerek
geliştirmiş kavramlardır. Marksist anlayışa göre ekoloji diyalektiğin canlı sistemlerine uygulanmasıdır. Üretim biçimi, tarih boyunca var olan değişik toplumlarda
insanın doğayı algılayışını ve onunla olan ilişkisini doğrudan belirlemiştir. Marx ve Engels’in ekolojiye yaklaşımlarının temel ve ortak özelliği diyalektiğin tarih ve
toplumsal yaşam üzerindeki etkisinin vurgulanması ile toplumsal eylemlerle doğa ve doğal süreçlerin birbirleri üzerindeki karşılıklı diyalektik etkilerini vurgulamalarıdır. Tarihin tek bilim olması, onun doğa bilimine karşı olmasını gerektirmez. Çünkü doğa biliminin kendisi de, Marx ve Engels’e göre bir tarihsel üründür. Doğa
bilimleri ancak doğanın insan emeğiyle, üretimle biçimlendirilme sürecinde ortaya çıkabilirler. Ayrıca evrim kuramının gösterdiği gibi doğa da zamana bağlı
bir gelişim içindedir. Doğa da zamanla kendi tarihini yapar. Fakat diğer taraftan insan ve toplum, aynı zamanda doğanın da ürünüdürler. Bundan dolayı
tarihte doğa kanunları egemendir. Tarih ancak farklılaşmış bir doğal süreçtir. Bu yüzden tarihte ideler, tanrısal güçler değil, gerçek insanların emeğiyle
oluşturulmuş bir süreç söz konusudur.
John Bellamy Foster’a göre, Marx’ın ekolojik perspektifi tarih bilincinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Marx’ın toplum ve doğa analizi bütün, gövde ya da
metabolizma kavramlarıyla anlam kazanır. Marx Kapital’de toplumu bir bütün, bir gövde olarak görürken, emek sürecini ise insanın doğa ile arasındaki
bir süreç, insanın doğayla eylemleri aracılığıyla kurduğu, denetlediği ve düzenlediği metabolik bir ilişki olarak tanımlamıştır. Marx’a göre doğa-insan
bölünmesi XIX. yüzyıl kapitalizminin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve metabolizmada onarılamaz bir kırılma yaratmıştır. Marx, kapitalist üretim
biçiminin, insanın doğa üzerindeki hâkimiyetini gerektirdiğini düşünmekteydi ve sanayi devriminin yol açtığı yeni koşulların bir sonucu olarak hem emeğin hem
de doğanın artan ölçüde sermayeye bağımlı kılındığına inanıyordu. Kapitalizm, kenti ve kırsalı birbirinden ayırmış, kente olduğu kadar kıra da sanayi tekniklerini
uygulayarak, insan varoluşunun ekolojik temellerini dağıtıp bozmuştu.
Çalışmamız, aslında ekonomik bir felsefe olarak bakılan Marksizm’in ekoloji ile ilgili münasebetini ve bu alandaki bakış açısını ortaya koymaya yönelik bir çabadır.
Siyaset bilimindeki alışagelmiş ilgi alanları ekolojinin önemli bir politik alan olmasını engellemektedir. Kapitalist sanayileşme ile birlikte birçok ülke, doğayı sınırsız
bir kaynak olarak kabul edip kullanarak dünya ekolojisine büyük zararlar vermektedir. Günümüzde küresel ısınma, türlerin ve ormanların yok olması, yerküredeki
yaşama tehdit oluşturmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz bu tehditlerin başlıca nedenleri ne biyolojiktir ne de bireysel tercihlerin bir sonucudur. Bu nedenler,
toplumsal ve tarihseldir. Sorunun kaynağı üretim ilişkilerinde, teknolojik zorunluluklarda ve tarihsel olarak koşullanmış egemen toplumsal ilişkilerdedir. Ekoloji ve
politika arasındaki etkileşimi Marksist açıdan yapmak, bir ekonomi-politikanın eseri olan çağımızdaki çevre felaketlerinin daha iyi anlaşılmasına yol açarken, yenidünya düzeninin ya da kapitalist küreselleşmenin insanlık ve doğa üzerindeki yoğunlaşmış yıkımının giderek kaygı yarattığı son dönemlerde, Marx’a geri dönmek
pratik katkılar sağlayacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
17
Türkiye’deki İslami Eğilimli Sivil Toplum Kuruluşlarının Ortadoğu’ya Bakışı: İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) Örneği
İslam CAN
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Ortadoğu ülkelerinde yaşanan sosyal ve siyasal gelişmeler, Türkiye’nin yakından takip ettiği ve olabildiğince müdahil olduğu bir süreci ifade etmektedir. Bu gelişmeler, yıllardır Ortadoğu’nun gündemini oluşturan Filistin sorunundan başlayarak, Amerika’nın bölgede uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında
yer alan Irak’ın işgaline, Lübnan, Libya, Sudan gibi ülkelerin iç savaşlarına ve bir yılı aşkın süredir Arap ülkelerinde yaşanan devrimlere kadar yaşanan değişimleri
ve dönüşümleri kapsamaktadır. Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği ve haritaların yeniden çizilmesini telkin eden bu süreç, tüm dünya devletlerinin -özellikle Amerika, Rusya, Çin ve İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa devletlerinin- dış politikalarını bu bölgeye göre oluşturulması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Gelişmiş
ülkelerin tüm teknolojik ve politik aygıtlarıyla müdahil olduğu Ortadoğu, sivil inisiyatifi ilke edinen bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının da politikalarını motive
etmektedir.
İletişim, ulaşım ve teknolojik cihazların yaygın kullanımıyla birlikte daha da bilinçlenen ve güçlenen bireylerin oluşturduğu bu örgütlenmeler, insan hakları, ekonomik gelişme, refah ve eğitim gibi insan hayatını ilgilendiren pek çok alanda mevcut sorunları daha çok ve yüksek sesle dile getirmeleri sonucunda, toplumsal
kırılmaların ve çatışmaların yaşanmasına ortam hazırlamıştır. Bu şekilde güçlenen sivil toplum örgütleri, ulusal ve milletler arası bağlantılar sayesinde devletin
siyasî meşruiyetini, sınırlarını ve statükoyu eleştirmeye ve meydan okumaya başlayarak devletin otoritesinde çözülmelerin oluşmasını sağlamaktadır. Bu çalışmada
Türkiye’de bulunan, İslami duyarlılığa sahip ve özellikle 2000’li yıllardan itibaren hem dünyadaki hem de Ortadoğu’daki Müslümanların problemlerine çözüm
üretmeyi deneyen ve bunu kısmen de başaran İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH), bu bölgeye bakışını ve mevcut problemlere yönelik çözümlerini değerlendireceğiz. Ayrıca küresel ölçekte organize ettikleri etkinliklerle Ortadoğu’nun problemleri konusunda taraf olmayı başaran ve özellikle
Mavi Marmara Olayı ile birlikte dünyanın ilgisini ve duyarlılığını bu bölgeye çeken İHH’nın “Arap Baharı” olarak nitelendirilen devrimlere bakışı da analiz
edilecek konular arasında yer almaktadır.
18
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Salon
17.00-18.30
Oturum
4
A
Kentsel Dönüşüm/Yenileme
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Murat ŞENTÜRK
Ufuk POYRAZ
Kentsel Dönüşüm Projelerine Gecekondu Sakinlerinin Gözüyle Bakmak:
Ankara-Derbent Mahallesi Örneği
Seda HAYAL
Biyo İktidar “Gözetim”inde Kentsel Dönüşüm Örneği: Tarlabaşı
Yasemin SOLMAZ
Kentsel Dönüşüm Uygulamalarına Karşı Gelişen Kent Hareketlerinin Geleceği
Kentsel Dönüşüm Projelerine Gecekondu Sakinlerinin Gözüyle Bakmak: Ankara-Derbent Mahallesi Örneği
Ufuk POYRAZ
Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Programı
Gecekondu alanları, devletin konut ve planlı arsa üretimindeki yetersiz politikalarından dolayı, kırsal kesimden göç eden nüfus tarafından, konut probleminin halkın kendisinin çözmeye çalışmasıyla ortaya çıkmıştır. İlerleyen yıllarda farklı yasal dayanaklar ile bu yerleşimlerin çoğu yasal statü kazanmış olmasına rağmen, hala süreç içinde
çözülmesi gereken bir sorun olarak düşünülmektedir. 1980’lerin ortasından başlayarak, ıslah planları sayesinde, gecekondu alanlarının önemli bir bölümü piyasa mekanizmalarıyla hızlı bir yeniden inşa süreci geçirmiştir. Gecekondu sahipleri topraklarını bireysel, küçük çaplı müteahhitlere vererek dairelerden belli bir oranda karşılık almışlardır.
Fakat 2000’lerde devletin doğrudan müdahil olduğu giderek yoğunlaşan kentsel dönüşüm projeleri bu stratejinin değişmesine neden olmuştur. Bu çerçevede uygulamaya
konulan projeler sonucunda, Türkiye kentleri özellikle son 10 yıllık süreç içerisinde çarpıcı değişiklikler yaşamıştır. Dönüşüm pratikleri, parsel bazından ziyade büyük gecekondu alanlarına yönelmiştir. Bu bir yandan devletin sürece daha aktif katılımını gerektirirken, öte yandan piyasa modelini de sekteye uğratmıştır. Artık gecekondu sahiplerinin
müteahhitlerle anlaşmaya çalışması olası görünmemektedir. Bunun yerine, süreç gecekondu sahiplerinin belediyeler ile anlaşmaları gerekliliğini dayatmaktadır. Ayrıca gecekondu sahiplerinin ortaya çıkan ranttan aldıkları pay ciddi bir şekilde azalmıştır. Bunun da en büyük nedeni, Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ve belediye gibi aktörlerin de hayata
geçirilen projelerde aktif bir rol üstlenerek kentsel rantın bir paydaşı durumuna gelmesinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir model, bir önceki dönemin özelliklerine yatkınlığı
bulunan gecekondu sahipleri tarafından ciddi bir karşı koymayla karşılaşmıştır. Fakat üzerinde durulması gereken önemli bir husus, projelere her zaman için topyekûn bir karşı
koyuşun olmamasıdır. Her ne kadar kentsel dönüşüm ile ilgili yazında birçok eser, gecekondu sakinlerince ortaya konulan otoriteye karşı hareketin, müdahalenin yapıldığı yer
ölçeğinde herkesçe benimsendiği ya da reddedildiği yönünde bir kabul ile hareket ediyor olsa da, bu durum kentsel dönüşüm alanlarındaki toplulukların deneyimlediği
gerçekliği tam olarak yansıtmamaktadır. Her ne kadar gecekondu sakinlerinin birçoğu bu süreci adaletsiz olarak görmüş; belediye ile anlaşmaya yanaşmamış; süreci
şiddetle reddetmiş olsa da yetkili kuruluşların önerisini kabul eden genişçe bir gecekondulu kitlesinin olduğu da aşikârdır.
Yapılması planlanan projeler de önümüzdeki dönemde toplumsal, kültürel, mekânsal ve ekonomik açıdan daha ciddi dönüşümlere gebedir. Dolayısıyla projelerin
gecekondu sakinleri tarafından kabul edilme ya da reddedilme olgusu, değişimin dikkatlice değerlendirilmesinin yanı sıra, mevcut ve bundan sonra ortaya çıkacak çatışmaların, uzlaşmaların, çelişkilerin ve diğer dinamiklerin odağa alınmasıyla açığa kavuşturulabilecektir. Özellikle son zamanlarda oldukça fazla çalışma
yapılmasına rağmen kentsel dönüşüm literatürü, yukarıda belirtilen konu üzerine tüm değişkenleri göz önünde bulundurarak derli toplu bir açıklama getirmekten uzak kalmıştır.
Bu çerçevede, bu çalışmanın ana amacı, gecekonduluların kentsel dönüşüm projelerine olan yaklaşımlarının olumlu ya da olumsuz tutumlarını analiz etmektir. Bu
çalışmada cevaplanması amaçlanan ana soru, neden bazı gecekondu sahiplerinin kentsel dönüşüm projeleri çerçevesinde önerilen şartları kabul ederken bazılarının
reddetmesinin anlaşılmasına yöneliktir. Çalışma özellikle bu soruya yanıt ararken, ortaya çıkan rantın dağıtımının ötesinde yerel toplulukların ve onların hayat tarzlarının
bu süreçte nasıl etkilendiği gibi konulara da değinecektir.
Çalışmada, gecekondu sakinlerinin aldıkları pozisyonların açıklığa kavuşturulması için eleştirel gerçekçi bir yaklaşımla konuya değinilmeye çalışılacaktır. Bu amaç doğrultusunda Ankara’da devam etmekte olan “Yeni Mamak Kentsel Dönüşüm Projesi” alanı içinde bulunan Derbent Mahallesi’ndeki gecekondu sakinleri ile gerçekleştirilen yüzün
üzerinde derinlemesine görüşmeden elde edilen veriler ile projelerin kişilerce reddedilme ve kabul edilme dinamiklerinin en iyi şekilde anlaşılması hedeflenmektedir. Bu
süreçte alanın bilgisinin tam olarak yerine oturtulması için de Pierre Bourdieu’nun habitus, sermaye türleri, alan, sosyal mekân, oyun ve strateji kavramlarına başvurulacaktır. Kısaca, yıllarca geliştirilen yatkınlıkların, sahip olunan ekonomik, kültürel, sosyal ve sembolik sermaye türleriyle de ilişkili olarak gecekondu sakinlerinin kentsel
dönüşüm projesi gibi bir ‘oyunda’ stratejilerini belirlemeleri açısından oldukça önemli olduğu ileri sürülmektedir. Farklı alanların üst üste bindiği bu gibi durumlarda bireylerin sosyal mekânda hangi dinamiklere ve hangi mekanizmalara bağlı olarak pozisyon aldıklarının anlaşılması, Pierre Bourdieu’nun, çalışmada oldukça detaylı bir şekilde
anlatılacak olan kavram seti ile mümkün görülmektedir.
20
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Biyo İktidar “Gözetim”inde Kentsel Dönüşüm Örneği: Tarlabaşı
Seda HAYAL
Şehir Plancısı, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı
Planlamanın en önemli ayaklarından toplum ve siyaset boyutlarının ele alınması, planlamayı teknik boyutuyla ele almak kadar gereklidir. Çalışmada öncelikle,
sosyolojik düşünmenin Şehir Planlama süreçlerinde ne kadar önemli olduğuna değinildikten sonra, biyo iktidarın kent planlama sürecinde nasıl etkili olduğu
tartışılacaktır. Her iki kavramın kuramsal ara kesiti olarak seçilen Tarlabaşı Kentsel dönüşümü biyo iktidar bağlamında deşifre edilip aktarım sonlandırılacaktır.
Foucault “düzenleyici” ve “disiplinci” diye adlandırdığı ve tarihselleştirerek temellendirdiği iki iktidar tekniğinin, çağımızdaki yüzünün biyo-iktidar olarak karşımıza
çıktığını belirtmektedir. İktidar artık öldüren, ezen, dışlayan, kapatan bir formda göstermemektir kendisini. Gözetler, denetler, disipline eder ve “normal”leştirir.
İnsanı biyolojik bir tür olarak görür. Bireyselleştirici değil; yığınlaştırıcı bir politika güder. Biyo iktidar ve planlamanın yolu Foucault’nun bahsettiği bu en temel
düzlemlerden birinde kesişmektedir. İnsan, biyolojik bir tür olarak görüldüğü bu kavramsallaştırmada “nüfus” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yığının kontrolünü
sağlayabilmek için ise çeşitli araçlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada, şehir planlama bu araçlar biri olarak görülebilecektir. Daha küçük ölçekte bakıldığında,
planlamanın bizatihi kendisinin biyo iktidar olduğundan bile bahsetmek bazı zamanlarda mümkün olacaktır. Uygulama alanlarına tekdüze planlar çizilmesi, standartize edilmiş belirli normların uygulanılmaya çalışılması gibi konularda Şehir Planlamanın biyo iktidar gibi davrandığından söz edebilir.
Planlama teorik okumalarında belirtildiği ve okullarda öğretildiği gibi, her alanın kendine özgü değerleri gereğince uygulanmalıdır. Üzerinde titizlikle düşünülmeli, alanın kullanıcılarıyla birlikte üretime gidilmelidir. Bu noktada “en temel şehircilik ilkeleri” ve “katılım” temel dayanak olacakken; uygulama hatası olan
ya da kontrol altında tutulamayan planlanamama/planlama süreçleri de problem teşkil eden temel çıkış noktaları olacaktır. Bu bağlamda, aslında, yeni
bir şehir planlama yaklaşımı üretmekten ziyade var olan çeşitli uygulama biçimlerinin öneminin vurgulanması söz konusu olacaktır. Burada farklı olan,
bu uygulama biçimlerinin önemini ortaya koymak için geçtiğimiz yol; yani biyo iktidar ve planlama ilişkisi olarak karşımıza çıkacaktır. Burada bahsedilen
planlanamama/planlama süreçleri arasında, nüfus politikaları bağlamında da Türkiye’yi en çok etkisi altına alanlar arasında göç, gecekondu, kentsel dönüşüm konularına yer verilecektir. Birbirini takip eden bu planlanamama/planlama süreçlerinden bahsetmek tez konusu çerçevesinde yerinde olacaktır:
Göç, planlayamama sürecidir. Gecekondu, göz yumma sürecidir. Kentsel dönüşüm, planlama sürecidir. Durum çalışmasına (case study) doğru daraltılan
perspektifte, şehir planlama ve biyo iktidarın nüfus politikaları ara kesitinde yer alan; günümüz Türkiye’sinin en çok tartışılan konularından biri olan “kentsel
dönüşüm” seçilmiştir. Pilot alan olarak ise klasik gecekondulaşma örneklerinden farklı olan bir alan; bir çöküntü/slum alan, Tarlabaşı seçilmiştir.
Tarlabaşı ve biyo iktidar arasında kurulabilecek ilişkinin bağları ve kentsel dönüşümü hazırlayan sürece dair temel olarak şunlardan bahsedebiliriz: (a) Alanda
yaşayan insanların geneli “normalizasyon toplumu”na uygun değildir. (b) Alanda emniyet müdürlüğü ve devamlı olarak panzer, barikat vb. “Panopticon”lar bulunmaktadır. (c) Alanda yaşayan “biyolojik tür” üzerinde yaşadığı topraktan değersizdir ya da alan çok kıymetlidir.
Bu durumda bu kadar merkezi bir alana gelir düzeyi daha yüksek olan bir insan kitlesi yerleştirilebilir. Burada belirtilmesi gereken Tarlabaşı örneği üzerinden gecekondu alanlarını yorumlamanın zorluğu olacaktır. Çünkü gecekondularda yaşayanlar kuşak atladıkça kent tarafından kabul görmüş hatta kentin “planlı” alanları
olarak kabul edilmişlerdir. Tarlabaşı’nın en önemli özelliklerinden birisi toplum tarafından dışlananları barındıran tehlikeli bir alan olmasıdır. Yine tartışma konularından olmakla birlikte belki de, “bu yaratılan bir imajdır” denebilir. Aktarımın temel amacı çok tartışılan şehir planlama süreçlerine farklı bir açıdan bakmak ve
bunu yaparken de en temel şehircilik ilkeleri ve “katılım” konularının altını çizmektir. Kentsel dönüşümün Türkiye’de yapılış biçimi ve inşaat sektörünün dinamik
yapısıyla beraber kontrolden çıkmış popülerliği, konuyu mercek altına almak için önemli bir nedendir. Planlama yolunda, farkındalığı elden bırakmadan atılan
sağlam adımlar ile ilerlenilmelidir. Çünkü planlamaya konu olan her şey, her daim yaşamla ilişkilidir. Yaşamın tüm bileşenleri ile ilgilidir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
21
Kentsel Dönüşüm Uygulamalarına Karşı Gelişen Kent Hareketlerinin Geleceği
Yasemin SOLMAZ
Şehir Plancısı, Yıldız Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Doktora Programı
Bu bildiride amaçlanan yerel ve kentsel ölçekte kent hareketlerini, kent hakkı zemininde değerlendirmek, kent hareketlerinin niteliksel bir değerlendirmesini yapmak ve gelecekte kent hareketlerinin olması gereken niteliklerini ortaya koymaktır. İstanbul’da kentsel dönüşüm projelerine karşı yürütülen yerel ölçekte mücadele
eden Fatih ilçesi Fener-Balat semti, Sulukule, Sarıyer ilçesi Derbent Mahallesi, Güngören ilçesi Tozkoparan Mahallesi, Maltepe ilçesi Gülsuyu-Gülensu Mahalleleri ile
Başıbüyük Mahallesi, Beyoğlu ilçesi Tarlabaşı ve kent ölçeğinde 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu, İKS Varyetesi, Haydarpaşa Platformu, İMECE-Toplumun Şehircilik
Hareketi incelenmiştir.
22
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Salon
5
17.00-18.30
Oturum
B
Edebiyatta Mekan ve Değişim
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ahmet Kazım ÜRÜN
Mehmet Erdem TEMÜR
Seksen Kuşağı Türk Öykücülüğünde Kent ve Değişim
Nergiz ÇOLAK
Yabancı Dil Almanca Öğretiminde İngilizce Destekli Öğrenme
Melek AYDOĞAN
Huzur’un Tabiatı: Mekânın Söylemi
Ömer SOLAK
Bir Edebi Okuma Yöntemi: Eleştirel Edebiyat Okuryazarlığı
Seksen Kuşağı Türk Öykücülüğünde Kent ve Değişim
Mehmet Erdem TEMÜR
Fatih Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Türk siyasi tarihi bakımından 1980 dönemi (1980-1990) ayrı bir öneme sahiptir. Aynı zamanda bu dönem barındırdığı kültürel ve sosyal kodlar nedeniyle edebiyat
bilimleri açısından büyük önem arz etmektedir. Seksenli yıllar Türkiye bağlamında değişimin, bir anlamda transformasyonun yoğun bir şekilde yaşandığı yıllar
olarak tarihe geçmiştir. Bu değişim ve dönüşümün başlıca kaynağı 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. Darbe akabinde Türkiye hızlı bir şekilde devlet eliyle kabuk değiştirme sürecine girmiştir. Özellikle liberal ekonomiye geçiş, devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması ve kitle iletişim araçlarındaki artış bunlara örnek olarak
gösterilebilir. Değişim yalnızca yapısal olarak kalmamış, bir özne olarak insan da değişmiş veya değiştirilmiştir. Kentlerde ticari ve özel hayat alanlarında, insanların
beşeri ilişkilerinde değişimler yaşanmıştır. Birey-birey, birey-toplum, birey-devlet kurumları arasındaki ilişkiler ağında farklılaşmalar gözlenmiştir. İnsanların hayatına yön veren referansların sarsılmasıyla birlikte, alabildiğine liberal bir ortam hazırlanmaya çalışılmış, özgürlük vurgusu yapılmıştır. Yine bu dönemde üretim
kalıpları değişmiş, buna bağlı olarak da tüketim alışkanlıklarında da farklılıklar yaşanmaya başlanmıştır. Yetmişlerde tartışmacı, mücadeleci, başkaldıran ve idealleri uğruna direnen insan, seksenlere gelindiğinde kendisini boşlukta hisseden, ideallerden kopmuş bulan, durağan yalnızlaşan, her fırsatta kendisi ve geçmişiyle
yüzleşme telaşında olan insan tipolojisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Seksenlerde ortaya çıkan sosyokültürel olgular edebiyat ortamını da etkisi altına almıştır.
Edebi eserlerde; eserin yazıldığı çağın bilişsel, düşünsel ve toplumsal izlerini, aynı ortamı paylaşan yazar eliyle, edebi eserlerde bulabilmemiz mümkündür. 1970
sonrası Türk öykücülüğünün önde gelen isimlerinden olan Mustafa Kutlu, köy-kent konusu bağlamında göç konusunu ele almakta, değişimi köy ve kent üzerinden tartışmaktadır. Kutlu, bu değişimi gelenekten uzaklaşma ve gittikçe ona yabancılaşma olarak görmektedir. Bu bağlamda Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde
(1981), Ya Tahammül Ya Sefer (1983), Bu Böyledir (1987) adlı öyküleri incelenecektir. Tezer Özlü’nün Eski Bahçe-Eski Sevgi (1987) adlı eserinde kent ortamında modernleşme bağlamında kalabalıklaşan şehirlerde yalnızlaşan ve nesnelere yabancılaşan insanın izi sürülecektir. Yetmişli yıllardan itibaren edebiyat
sahasında verdiği özgün eserlerle kendisini hissettiren Sevin Çokum, eserlerinde daha çok şehir ortamında unutulan, toplumun derinliklerine hapsolmuş
insanları öykülerine taşımaktadır. Eserlerinde umutsuzluk, yalnızlık, değersizlik gibi meseleler etrafında ele alınan, değerlerin değersizleşmesiyle unutulan insanları konu edinmektedir. Bu bağlamda Çokum’un Derin Yara (1984), Onlardan Kalan (1987) adlı eserleri “kent ve değişim” bağlamında incelemeye
tabi tutulacaktır.
Bu çalışmada; Mustafa Kutlu, Tezer Özlü ve Sevinç Çokum’un 1980 – 1990 arasında kaleme almış oldukları öyküler üzerinde “kent ve değişim” izleğinin nasıl ve
ne şekilde ele alındığı ortaya konulacaktır. Kent ve değişim konusunun dönemin öykücüleri tarafından ne şekilde algılandığı ve bu kavramlara ne anlamlar yüklendiği, dönem itibariyle bu kavramlara toplumun nasıl baktığı ve bu kavramların öykülerde ne şekilde konumlandırıldığı deşifre edilecektir.
24
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Yabancı Dil Almanca Öğretiminde İngilizce Destekli Öğrenme
Nergiz ÇOLAK
Selçuk Üniversitesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü, Alman Dili ve Edebiyatı Programı
Bu çalışmada hazırlık sınıfında Almanca öğrenim gören, başlangıç seviyesindeki öğrencilerin ikinci yabancı dil olarak Almanca kelime bilgisi öğreniminde, birinci
yabancı dil İngilizceden yararlanıp yararlanmadıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Konuya ilişkin öğrencilerin İngilizce kelime bilgisinden yararlanabildiklerini
göstermek amacıyla öğrencilere anket uygulanmıştır. Çalışmadaki anket 10 adet uygulamalı sorulardan oluşmaktadır ve yüz beş kişiye uygulanmıştır. Öğrencilerin
ilk yabancı dili İngilizce, ikinci yabancı dili Almancadır. Bu sayede daha somut ve statik bilgilere ulaşma amaçlanmıştır. Elde edilen veriler yüzde hesabıyla değerlendirilmiştir. Verilerin değerlendirmeleri sonucunda öğrencilerin Almanca kelime bilgisi öğreniminde İngilizceden yararlanabildikleri tespit edilmiştir. Bunun yanı
sıra İngilizceden sonra Almanca kelime öğreniminde hangi prensibin kullanılabilirliğine dair bir çözüm önerisi sunulmuştur.
Almancanın yaygın bir şekilde İngilizceden sonra ikinci yabancı dil olarak gösterildiği ülkemizde, ikinci yabancı dili daha hızlı ve çabuk öğrenmek için bu tür bir
çalışmanın yararlı olacağı kanaatine varılmıştır. Bu şekilde daha önce ele alınmayan kelime bilgisi öğretiminin ikinci yabancı dili öğrenmede kolaylık sağlayacağı
düşünülmüş olup literatürdeki bu eksik tamamlanmak istenilmiştir. İngilizce ve Almanca aynı dil ailesine mensup oldukları için her iki dilde benzerlik ve farklılıkları
tespit etmek daha kolay görünmektedir. Böylece Karşılaştırmalı Dilbiliminden nasıl yararlanabileceği de ortaya koyulmuş olacaktır.
Bu öğrenme sürecinin yeni stratejiler geliştireceği ve yabancı dil ders kitaplarında ya da materyallerinde kullanılabileceği düşünülmektedir. İngilizce kelime
bilgisi bağlamında öğrencilerin deneyimlerinden yararlanılarak, başlangıç seviyesindeki öğrencilerin ikinci yabancı dil Almancayı daha hızlı ve kolay öğrenebileceği göz ardı edilmemelidir. İkinci yabancı dil öğrenme sürecinde İngilizce, bir dezavantaj olarak değil, aksine bir yardımcı olarak görülebilir. Bu amaçla
karşılaştırmalı bir çalışmanın yararlı olabileceği düşünülmüştür.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
25
Huzur’un Tabiatı: Mekânın Söylemi
Melek AYDOĞAN
Kırıkkale Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Bireysel bütünlük durumunun aşkta olduğu kadar, tabiatta da deneyimlenmesinin ve böylece romanın derin yapısına bağlanmasının gerekliliğini biliyoruz.
Tanpınar’da tabiat, şeylerin bütünle ilişkisinde olduğu gibi empresyonel ve imgeseldir. Yer yer empresyonlar yer yer de imgeler kullanılmış olmakla beraber,
Tanpınar’da daima imgeler daha fazladır. Tabiata ilişkin nesnelerdeki imgelerin kaynağı ise bilgi ve zihindir. Bilgi tarihten ve başka alanlardan mesela edebiyattan,
resimden veya musikiden gelir. Zihinsel imgeler ise “ayna” metaforunun karşılığına dönüştürülen duyumların kayıt mekânından gelmektedir. İmgeler hiçbir zaman
asılları olamayacağına göre yirminci yüzyıl figüratif sanatı, non-figüratife dönüştürmüştür. Tanpınar’daki imge yoğunluğunu yirminci yüzyıl sanatlarının imgeye
düşkünlüğü ile açıklamak da mümkündür. Simgeleştirme doğal olarak fenomenolojik yorumdur ve Tanpınar, roman, şiir ve hatta düz yazılarında fenomenolojik
yoruma açık simgeleştirmeler gerçekleştirilir. Simgeleştirmenin zihindeki karşılığı bilincin katmanlarıyla ilgilidir. Farz edelim ki bilinç, yukardan aşağıya doğru
katmanlardan oluşmaktadır. En sekülerden en mistik olana doğru bir katmanlar dizisi olan bilinç yapısı şeyleri de buna göre tasnif eder. İlk algı ki ihsaslar yolu ile
başlar, sekülerdir ve ilk katmandır; sonraki süreç ortak bilincin doğal sürecidir. Bu cümle Tanpınar’ı Jung ve Bachelard’a bağlayacaktır.
Bugüne kadar Tanpınar’ın eserleri hakkında hazırlanan birçok inceleme, modern edebiyatın genel alışkanlığının bir örneği olarak, sosyoloji ağırlıklıdır. Hayatının
merkezine sanatı ve edebiyatı ve doğal olarak dili koyan bir “estet”in eserleri, ilgili türlerin dilini merkeze alan bir bakış açısıyla incelenmeliydi. Bu yüzden Tanpınar
sanatının merkezindeki estetik kendilik bilinci ile dili arasında samimi bir ilişki vardır. Estetik kendilik sorunu, doğal olarak toplumsal alanlara da açılmakta ve
bu noktada, Tanpınar hakkında yazanların çok kullandığı tarihsel, toplumsal ve kültürel izlekler ortaya çıkmaktadır. Çünkü kendiliğe ilişkin sorgulamanın
edebi eserlerdeki formu uzlaşılmış bir sistem olarak dildir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebi eserleri bir ütopyanın kuruluş ve bozuluş aşamaları etrafında
düzenlendiğinden, Tanpınar dili de bu ütopyanın konumuna bağlı olarak biçim değiştirmiştir.
26
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Bir Edebi Okuma Yöntemi: Eleştirel Edebiyat Okuryazarlığı
Ömer SOLAK
Yrd. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi, Çocuk Gelişimi ve Ev Yönetimi Eğitimi
Bir sanat eseri, içinde barındırdığı anlamları okura açmakta her zaman cömert olmaz. Ona arka planlarına inmek için geçit vermez. Bu durum, okuru daha yetkin
olmak ve yeni okur becerileri edinmeye iter. Söz konusu beceri, medya metinlerinin ardındaki ideolojik, sosyopolitik ve söylemsel kodları ve bunların dille nasıl
organize edildiğini çözümlemeye çalışan medya okuryazarlığı birikiminin benzeri kodlar taşıyan edebi metinlerin çözümlenmesinde de kullanılmasıyla kısmen
elde edilebilir.
Disiplinlerarası metodolojik alışverişle geliştirilecek böylesi bir eleştirel bir yöntem, okura sıradan okur becerisinin ötesine geçerek metnin formatı, okuma süreçleri
ve metnin inşa edildiği yapıyı kavrayabilme becerisi sağlayacaktır. Metni genel olarak anlayabilen, yorumlayabilen, kendi dünyasının ön bilgilerini onun yapısı ve
içeriğine yansıtabilen ve okumuş olduklarının bakış açısı ve ideolojik konumunu tartışabilen bir okur olma becerisi kazandıracaktır.
Çalışmada öncelikle 1960 sonrasında okuryazarlık kavramının dar anlamından (teknik olarak okuma yazma) sıyrılıp medya okuryazarlığı, müzik okuryazarlığı,
akademik okuryazarlık gibi işlevsel “yeni okuryazarlık”ların doğuşu süreci özetlenmiş; ardından ise edebi okuryazarlık/edebiyat okuryazarlığı kavramının bu alanlarla ilişkisi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Kavramın “alımlama estetiği” gibi edebiyat kuramları ve “eleştirel pedagoji” gibi eğitsel süreçlerle paydaşlıkları ortaya
konulduktan sonra edebiyat okuruna, edebi metne yönelik eleştirel bir okuma birikimi edindirmek amacını taşıyan “eleştirel edebi okuryazarlık” (critical literary
literacy/critical literature literacy) kavramının tanımı yapılmaya çalışılmıştır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
27
6
17.00-18.30
Oturum
C
Salon
Kentsel İletişim: Yönetimi ve Tasarımı
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ
Betül ÖNAY DOĞAN
Kentsel İletişim Bağlamında Yeni ve Eski Kent Algısı:
İstanbul Tarihi Yarımada Örneği
Atahan YERSEL
Gösterge Ekonomi Politiği Üzerinden Oturma Odalarındaki Eşyaların Gösteren ve
Gösterilen Olarak Değişimi
Çiğdem ERDAL
Kent ve Mekanın Dili: Modernitenin Ürettiği Yeni Algı ve Yeni İletişim Biçimi
Hasan Ramazan YILMAZ – Samiha Said KHELIFA
Şehirlerin Sinemada Anlatım Aracı Olarak Kullanımları
Kentsel İletişim Bağlamında Yeni ve Eski Kent Algısı: İstanbul Tarihi Yarımada Örneği
Betül ÖNAY DOĞAN
Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi
İletişim; yüz yüze konuşmadan kitle iletişim araçlarında enformasyon yaymaya, kişilerin saç şekli ve kıyafetlerinden, kullandıkları arabaya, toplulukların kimliklerini
ifade etme çabalarına kadar pek çok konuyu kapsamaktadır. İnsanlar ya da topluluklar sürekli üretim faaliyeti içerisindedir. Üretilen her ürün bir anlam taşır ve bu
anlam iletişimin temelini oluşturur. Belirlenen ve üretilen kentler de, toplumsal kimliğin ifadesi olarak karşımıza çıkar. Farklı öğelerin toplamı olan kent, kurucu
aktörlerinin oluşturduğu anlamları bizlere sunar. Burada anlam sadece kurucular tarafından belirlenmez, aynı zamanda kullanımda anlamı ortaya çıkartan bir
etkendir. John Fiske her türlü iletişimin göstergeler ve kodlar içerdiğini savunmuştur. Göstergeler kendilerinden başka bir şeye gönderme yapan eylemler ya da
yapılardır yani anlamlandırma yapılarıdır. Kodlar içinde göstergelerin düzenlendiği ve göstergelerin birbiri ile nasıl ilişkilendirileceğini belirleyen sistemlerdir. Bu
bağlamda kent mekanı da göstergeler aracılığıyla iletişimi gerçekleştirir ve kendini anlatır.
Ronald Barthes›in Eiffel Kulesi üzerine yaptığı çalışmasında bu durumu şu şekilde anlatmıştır; «Kule anlamı çeker, tıpkı paratonerin yıldırımı çekmesi gibi; bütün
anlamlandırma meraklıları için büyüleyici bir rol oynar. Kule, katışıksız bir gösterenin rolünü; bir başka değişle insanların hiç durmadan kendi bilgilerinden, düşlerinden, tarihlerinden istedikleri gibi çekip aldıkları anlamı yerleştirdikleri bir biçimin rolünü oynar, ama yinede söz konusu anlam bitmez ve sınırlandırılamaz:
Yarının insanı için Kule›nin ne olacağını kim söyleyebilir ki?…» Barthes, Kule›nin yapımında ortaya koyulmaya çalışılan birçok işlevsel analize karşılık, simgesel
olanın bunların çok fazla önüne geçtiğini savunur ve devam eder; neden bu boş anıt her yıl Louvre Müzesi’ne gidenlerin iki katına varan izleyiciyi kabul eder.
Eiffel Kulesi tek bir göstergeyken, kent göstergelerin sistematik bir şekilde içinde yerleştiği bir mekandır. Kentler manevi anlamlarını da içlerinde barındırdıklarıyla elde eder. Medine bellekteki izlerden dolayı kutsaldır. Kâbe olmazsa Mekke bugünkü anlamını bulamaz. Kâbe etrafına yerleştirilen kuleler Mekke›yi
geçmişten ya da sahip olduğu aurasından uzaklaştırır mı? Bu sorular kentsel iletişim perspektifinden incelenmesi gereken sorulardır.
Beni heyecanlandıran ve bende hayranlık uyandıran kentler hatırlıyorum der Rasim Özdenören, ama bana heyecan veren tek bir köy bile hatırlamıyorum.
Kentsel iletişim heyecanlandıran ve hayranlık uyandıran şeylerin toplamıdır. Göstergeler ve bu göstergelerin kurgulanışıdır. Göstergelerin nasıl yönetildiği, bunların hafızalarda ne izler bıraktığıdır. Kent iletişim kurmazsa ruhunu kaybeder. Günümüzde en çok tartışılan konu, kentlerin ruhunun kaybolup
kaybolmadığı, kentlerin artık toplumların kimliklerini ifade etme aracı olarak görülüp görülemeyeceğidir. İletişim pek çok disiplini kanatları altına alarak
konuları irdelemektedir. Kentte bu konu başlıklarından birisidir. Diğer disiplinlerden farklı olarak bütüne hakim olmaya ve bütünün ışığında sorunlara cevap
vermeye çalışmaktadır. Kentleri sadece matematiksel planlamaya bağlı kalarak incelenmesi, metrekareye düşen insan sayısının nasıl yerleşeceği, bu insanların
okul ve iş gibi ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı gibi soruların yanıt bulmasının yeterli görüldüğü bir ortada, toplumların mekansal bağlamda kimliklerini yansıtması
oldukça güçtür. Diğer aktörleri sürece dahil edilmediği sürece, sadece yöneticilerin tekelindeki mekansal organizasyon, toplumların tek tipleşen bireyler ortaya
çıkartmasına bir vesiledir.
Bu çalışmada mekanların iletişimsel bağlamda nasıl irdelenebileceği, insanların kendilerini ifade etme aracı olarak kentleri nasıl kullandığı ve Rasim Özdenören›in
ifadesiyle kentlerin çeperlerine yerleştirilen «ur»ların kentsel iletişime neler kaybettirebileceği üzerinde durulacaktır. Bunu ifade etmenin en güzel yollarından biri
yüzyıllardır edindiği anlamı bugünde İstanbul ve İstanbullu için sürdüren tarihi yarımadanın iletişimsel analizidir. Günümüzde yapılan araştırmalar da İstanbul
denildiğinde ilk akla gelen mekanın tarihi yarımada olduğunu göstermektedir. Tarihi yarımadanın yüzyıllardır elde ettiği anlamı tek bir çalışmada ortaya koymak
mümkün olmasa da bu çalışma kentler üzerine iletişim bağlamında düşünmeyi teşvik etmesi açısından önemlidir. Tarihi yarımada, betimsel yöntem kullanılarak
kentsel iletişim perspektifinden incelenmeye çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
29
Gösterge Ekonomi Politiği Üzerinden Oturma Odalarındaki Eşyaların Gösteren ve Gösterilen Olarak Değişimi
Atahan YERSEL
İstanbul Ticaret Üniversitesi, Medya ve İletişim Sistemleri Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Bu çalışma, esas olarak, ev içindeki, özellikle oturma odalarındaki eşyaların ‘sadece eşya olmadığını’, onların kullanılabilirlik özelliğinin de ötesinde bir ‘gösteren’
olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda ortaya çıkan göstergenin bir dekoratif öğeler topluluğu değil, bir söylem/söylev biçimi olduğu da görülmektedir.
Buradan yola çıkarak bir gösteren ve gösterilen olarak ev eşyası, başlı başına bir gösterge halini almaktadır. Bu sözde mahremiyet alanındaki eşyaların ya da ‘neyin
kime gösterildiğinin’ tartışması ise asıl can alıcı konudur. İnsanların bu göstergeler (ev eşyaları) üzerinden ait olundukları ve özlemini duydukları sınıfsal statüleri
resmetmeleri ve ket vurulmuş bu statülerini bu yolla tatmin etmeleri önemlidir. Bu durumun birey üzerinde yarattığı ironik ve trajik-komik etkinin, hem eşyanın
hem de insanın tabiatına aykırı olduğu açıktır. Burada eşya, insanın işini kolaylaştıran bir araç olmanın ötesinde bir anlam kazanırken, insan da eşyayı sadece işini
gören bir nesne olarak kullanmanın ötesine geçer.
Tam da bu noktada ‘eşya sadece kullanılabilirlik değeri olan bir nesne’ değildir. Saussure, dili, göstergelerden oluşan bir dizge olarak kabul eder; iletişimi sağlamak
için çeşitli gösterge dizgelerinin kullanıldığını ve bu dizgelerin, ileride kurulacak bir bilim dalı olarak söz ettiği göstergebilim başlığı altında incelenebileceğini belirtir. Dilin de, bu bağlamda ele alınması gereken ve diğer dizgelerin anlaşılmasını kolaylaştıran önemli bir gösterge olduğunu ifade eder. Daha sonra da göstergenin
nitelikleri üzerinde durur. Dil dizgesini meydana getiren değişmez ve ortak kuralları karşılamak için kullandığı “yapı” kavramı ise, yapısalcılığın temelini oluşturur.
Baudrillard da sözlerin bu dizgesi ve nesnelerin dizilişi arasındaki koşutluğa dikkati çeker ve toplumsal sınıflandırmanın da derinlemesine bir çevre ve gündelik
yaşam göstergebilimi üzerine oturtulması gerektiğini söyler. Sanayi devrimi sonrası kentsel nüfusun artışı konuta atfedilen önemle doğru orantılıdır. Vaktinin
çoğunu ev dışında geçiren birey için ev, bir barınma gereksiniminden çok daha farklı anlamlar taşımaktadır (Freud’un evi, ana rahmine benzetmesi tesadüf
değildir). ‘80 sonrası tüm dünyada hızla yayılan liberal ekonomiyle birlikte, daha çok ürüne daha çabuk şekilde ulaşılabilme ve “sahip olduğun kadarsın”
anlayışının en çok tebarüz ettiği alan olmuştur ev. Bu noktada ev, hem ortak kullanıcıların çokluğu ve çeşitliliği (anne, baba, çocuklar, yaş farklılıkları) hem
de toplumun temel taşı olarak gösterilen ailenin tüketimde aynı paydada eşitlendiği alan haline gelmiştir. Bu durum, tüketim toplumunun belki en küçük,
ama en işlevsel çarkının da ev olduğunun bir göstergesidir.
Mimari, insanın yaşadığı mekanla kurduğu ilişki ve kültürel değerlerinin belki de ilk yansımasının gözlemlendiği alandır. Ancak günümüzde maalesef eski
dönemlerde olduğu gibi tüm insanlığın mirası sayılabilecek eserler verilmemektedir. Peki, bu insanlığın, bu alandaki yaratıcılığına ne oldu? Tabi ki mimari içe
doğru evrildi diye ‘iç mimari’ adında ticari bir alanda belirdi. Bu alanın doğması ve bunun mimarlıktan farklı sunulması, ‘80 sonrası ev’e ve ev içinin fetişleştirilmesine de işarettir. Gereksinimden fazla oda ve eşya sahibi olma, doğal olarak, bu sahiplik üzerinden bir söylem oluşturmaya da sebep olmuştur. Ev’in barındırdığı
mahremiyetin belki -ev sakinlerinin de izniyle- en çok ihlal edildiği alan oturma odalarıdır. Hem eve gelenlerin ağırlandığı hem de ailenin toplandığı bir bölüm olan
oturma odası, evdeki diğer odaların eşyalarına kıyasla başkaları tarafından daha çok görülmekte ve kullanılmaktadır. Bu durum da evin en şatafatlı, en gösterişli,
en pahallı eşyalarının bulunduğu odayı oturma odası kılmaktadır.
Denilebilir ki, Baudliard’ın eserinde bahsettiği gibi, “aslında herkes sahip olduğu nesneler ve bu nesnelere atfedilen değerlere bakılarak belli bir yere oturtulduğunun az çok bilincinde olduğundan, inkâra yeltendiği zaman bile bu beğeniye boyun eğdiğinin farkındadır.” Burada bahsettiğimiz tüm alışkanlıklar, neredeyse, televizyonla birlikte kazandığımız tüketim alışkanlıklarıdır. Televizyon bu konuda adeta tüketim toplumunun alışveriş rehberi olmuştur. Kendi gibi olmayan sınıfları,
yani kişinin özendiği sınıfların özel yaşantısını gözler önüne sermiştir. Bu yüce rehberin tabi ki de evin en önemli odasının, en önemli yerinde bulunacağını tahmin
etmek zor olmayacaktır. Televizyonun odadaki konumu, adeta kutsal bir nesne gibi, dokunulmazlık ve merkezilik kazanmıştır. Tüm bu özellikleriyle televizyon, salt
bir nesne olmaktan çıkmış ve tanrısal bir değer kazanmıştır.
30
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Kent ve Mekanın Dili: Modernitenin Ürettiği Yeni Algı ve Yeni İletişim Biçimi
Çiğdem ERDAL
Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, Radyo Televizyon Bölümü
Modernleşmeyle birlikte hayatımıza giren ‹kent› kavramı, ekonomik, sosyal ilişkilerin yanı sıra kişiler arası iletişimi de etkilemiş ve dönüştürmüştür. Kentin düzenlenişi, mimarisi de bu dönüşümde önemli rol oynamaktadır. Modern hayat bireyin özel ve kamusal alan ayrımını kaybetmesine sebep olurken, iletişim araçları da
bu yarılmanın en önemli aktörüdür. Özel alan artık kamusal alandan daha kamusaldır. Moderniteyle birlikte tüm sınırlar yer değiştirmektedir. Bu değişim şehir
mekanındaki fotoğraf, telefon, film, radyo gibi teknolojilerde de ortaya çıkmaktadır. Mahrem alan giderek özelliğini kaybettiğinden, modern hayatın kurallarıyla
yaşamaya çalışan insan artık sınırlar için mücadele eder olmuştur. Sınırların geçiciliği, insanın kendine dair algısını da değiştirmiştir. Özel ve kamusal benlikler
arasında şizofrenik kimlikler gelişmektedir.
Büyük şehirler artık insanların uyum sağlamak zorunda olduğu hız ve devinim yumağına dönüşmüştür. İnsan, hiçbir şeyin durmadığı ve sınırların olmadığı algısını
geliştirmiştir. Bugünün ‘hızlı’ dünyasında artık özel/mahrem sandığımız şeyler kamusal olmuştur. Örneğin ‘fotoğraf’, özel olanın kamusallığının yaratıldığı bir metadır adeta. Çünkü özel olan, kamusallığı ile tüketilir. Etrafımızdaki her şeyin bir dili oluşmuştur, dolayısıyla bizi çevreleyen alanların da yeni ve farklı bir iletişim dili
geliştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Modern insan birden çok kimliğe sahiptir: mesleki, cinsel, sınıfsal gibi. Bu kimliklerin her birisi birer maske gerektirir.
Maske aslında gizlediği şeyi yeniden üretir. Dolayısıyla maskenin (kimliklerin) modern hayattaki sınırları kaldıran bir nesne olduğunu söylemek gerekir.
Georg Simmel’e göre modern insan artık geçmişte olduğu gibi doğaya karşı mücadele içinde değildir, mücadele ettiği toplum ve onun muazzam gücüdür. Eskiden insan doğayı yönetmek, onu kendi isteklerine göre şekillendirmek için mücadele ederken şimdi toplumun ve teknolojinin kendisini yönetmesine izin
vermemek için mücadele etmektedir. Sınırları için mücadele eden insan, aynı zamanda modern kitle iletişim araçlarının (teknolojinin bir uzantısı) gücüyle
de kuşatılmıştır. Bu yaşam artık yepyeni, farklı bir iletişim kültürünün de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Modernliğin simgesi olan şehir, her yanıyla,
her köşesiyle yeni bir iletişim dili meydana getirir. Bu iletişim aynı zamanda sessiz bir iletişimdir. Çünkü modern hayatta iletişimin sözlere ihtiyacı yoktur.
Söz, sanılanın aksine gerçekliği açığa çıkarmaz, onu gizler, içeriğinden kopuk bir hale getirir. Diğer bir deyişle onu ‘maskeler’. Şehir ve insanın yaşamını
sürdürdüğü her mekan, kendine özgü bir iletişimi, ‘sessiz dil’i geliştirmiştir.
Bu çalışma, moderniteyle birlikte kaybolan, yitirilen özel ve kamusal alan ayrımına değinerek ortadan kalkan sınırların iletişimi nasıl etkilediğini ve farklı bir
şekle büründürdüğünü ele almaya çalışacaktır. Kent insanının mahrem ve kamusal ayrımını yitirmesiyle birlikte iletişim de farklı bir nitelik kazanmıştır. Kentin
sarmaladığı insan fiziksel, ruhsal ve kültürel yönlerden değişikliğe uğramış, bu değişikliklere adapte olma zorunluluğunu hissetmiştir. Bu çalışmada modern insanın
yeniden biçimlendirdiği ‘dil’den farklı olarak, literatürde eksik olduğu düşünülen, kent ve iletişim, mekanın ve bedenin karşılıklı etkileşiminden oluşan iletişime
değinilecektir. Söz konusu iletişim, ‘sessiz’ bir iletişimdir ve modernitenin gerek kimlikleri, gerekse sözlü iletişimi bulanıklaştırmasından yola çıkılarak ele alınacaktır. Kent mekanları aynı zamanda modern insanın belleğinin ve algısının değişiminde de rol oynamıştır. Çevresinde gördüğü reklam panolarına, fotoğraflara,
devasa cam binalara geleneksel toplumdakinden farklı bir algıyla yaklaşmaktadır modern insan. Bu algı, mekanın değişimine yol açmış ve bununla birlikte modern
mimariyi de şekillendirmiştir. Kent mekanları, modernliğin getirdiği devinimi yansıtan yeni iletişim biçimleri doğurmuştur. Dolayısıyla bu çalışma, kent mekanının
oluşumunu, moderniteye geçişin getirdiklerini ve karşılıklı bir etkileşim içinde olan yeni algı-yeni iletişim biçimlerini literatür çalışmasıyla inceleyecek, geleneksel-modern kültür ayrımlarından faydalanarak kültürün bu yeni iletişimdeki rolüne değinilecektir. Mevcut çıkarımlarla geleceğe yönelik tahminlerde bulunmaya
çalışacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
31
Şehirlerin Sinemada Anlatım Aracı Olarak Kullanımları
Hasan Ramazan YILMAZ - Samiha Said KHELIFA
Akademik Uzman, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Görsel İletişim ve Tasarım Bölümü
Öğr. Gör., Marmara Üniversitesi, Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü
Şehirler kimi sinema akımlarında oldukça açık bir şekilde karakterize edilerek kimliklendirilmiştir. Şehir ve mekân, filmdeki içeriğin istikametinde ve filmin türüne
göre değişiklik göstermekle birlikte anlatımın önde gelen araçları olarak kullanılmışlardır. Çalışmada sinemada şehirlerin karakterize edilmeleriyle oluşan farklı
mekân temsilleri incelenecektir. Sinemada anlatımın, mekânsal bellek ile ilişkisi ve sinema ile oluşturulan toplumsal hafıza ya da birey ve toplum tasvirleri içerisindeki konumu tespit edilecektir.
Filmlerde, caddeleriyle, sokaklarıyla, çarşı pazarları ve kamunun geneline açık türlü mekânlarıyla gerçekleştirilen şehir temsillerinin, sinemanın açığa çıkardığı
toplumsal ve mekânsal belleğin oluşumundaki fonksiyonlarının tespit edilmesi önemlidir. Bu şekilde, mekâna yüklenen iletişim aracı olma işlevinin sorunsallaştırılabilir, sinemada şehir karakterizasyonunun mevcut toplumsal gerçekliklere sadık kalıp kalmaması soruşturulabilir ve bir şehrin, anlatım farklılıkları oluşturularak
birbirine zıt niteliklerle temsil edilmesini sağlayan biçimsel özelliklerin incelenmesi mümkün olabilir. Çalışma sinemada anlatım çeşitlerini ve özelliklerini incelemenin ardından yukarıdaki bağlamları taşıyan filmler üzerinde yapılacak çözümlemelerle nihayete kavuşacaktır.
32
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
30HAZİRANCUMARTESİ
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
33
Salon
7
Oturum
A
09.30-11.00
Kentsel Yoksulluk ve Zenginlik
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Alev ERKİLET
Ahmet Vedat KOÇAL
Kuzey Irak’la Sınır Ticaretinin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne Sosyo-Ekonomik Etkileri
Bağlamında Kentleşmenin Ekonomi Politiği
Olcay AKGÜL SARPKAYA
Üç Teker Bir Prestige: Van İlinde Enformel Sektörün Görünümlerinden Biri Olarak
Sokakta Çalışan Çocuklar ve Çocuk Yoksulluğu
Dicle ÖZCAN
Küreselleşmenin Mekânsal Etkileri Bağlamında Şırnak İlinin Değişim Analizi
Harun KÜÇÜKALADAĞLI
1990-2000 Dönemi Konya’da Toplumsal Dönüşüm: Değişim ve Süreklilik
11.00-11.30 Kahve Arası
Kuzey Irak’la Sınır Ticaretinin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne Sosyo-Ekonomik Etkileri Bağlamında Kentleşmenin Ekonomi Politiği
Ahmet Vedat KOÇAL
Niğde Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü
1991’de I. Körfez Savaşı sonucunda 36. paralel kuzeyinin Birleşmiş Milletler kararı ile Irak merkezi yönetimine kapatılması, Kuzey Irak bölgesinde devlet denetiminden
yoksun bir ekonomik pazar ve zamanla onun üstünde varlık kazanan bir siyasal yönetim meydana getirmiştir. Bu ekonomik pazar, sınır ticareti ile gelişen dolaşım ağlarıyla,
Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde geniş ölçekli bir girişimcilik atılımının ve sermaye birikiminin kaynağını oluşturmuştur. Körfez savaşları sonrasında, küresel
güçlerin Baas yönetimine karşı uyguladıkları 36. paralel sınırı ile yönetsel ve dolayısıyla ekonomik bakımdan Irak merkezi yönetiminden koparılan Kuzey Irak’ın bütün
bir ekonomik yaşamı, coğrafyasının sınırları neredeyse bütünüyle Türkiye ile ticarete dayandırılmıştır. Bu durumun temel nedeni, Kuzey Irak coğrafyasını denetimi altına
alan özerk Kürt yönetiminin, çevresindeki Güney Irak (Şii Arap Bölgesi)-İran-Suriye otoriteleri ile çelişkili-çatışmalı ilişkileri ile sınırlanmışlığıdır. Sınırın bu yakasında, yani
Türkiye’de ise, yerel girişimcinin, ekonomik varlığını ve etkinliğini Kuzey Irak’a taşımasının, taşımasa bile en azından Kuzey Irak ile ilişkilendirmesinin, dil ve tarih bağı gibi
kültürel nedenlerden önceki temel ekonomik mantığı, iktisat ve işletme bilimleri literatüründe yer alan tanımıyla “yatırımın maliyeti ve geri dönüş süresi” ile ilgilidir. Yani,
ticari etkinliğe yatırılan anaparanın ve kazancın maliyet ve zaman ölçüsü üstündeki karşılaştırmada, Kuzey Irak kaynaklarının Türkiye’de bulunanlardan daha kârlı, verimli
bulunması söz konusudur.
Yirmi yıldan bu yana, Kuzey Irak kaynaklarını, yasal veya yasa dışı “tanker-kamyon” ticareti yoluyla Türkiye piyasasına sunan ve Kuzey Irak coğrafyasının perakende tüketiminin hemen tümünü Türkiye’den karşılayan karşılıklı sınır ticareti ve sonra, özellikle bölgesel müteahhitlik hizmetlerinin, Kuzey Irak inşaat sektöründeki ağırlığı ile
yarattığı yatırım ve istihdam dolaşımı, bölgeler arası, doğrusu “bölgeleri birleştiren” ekonomik ilişkileri yatay ve dikey olarak büyütmektedir. Özellikle Gaziantep’te
gözlenen endüstriyel gelişme, ağırlıkla Kuzey Irak’a dönük ihracat etkinliğine bağlıdır. Gaziantep, 1980’lerden itibaren sanayi üretiminde bir atılım yapmış ve bölgenin en önemli sanayi merkezi haline gelmiştir. Gaziantep’in Türkiye sanayisi içindeki payı 1980’de % 1.61’den 1992’de % 1.74’e, 1997’de % 2.73’e yükselmiştir.
Sermaye birikiminin yarattığı zenginlik, kentsel alanın hızla dönüşmesine ve genişlemesine neden olurken, sanayinin yarattığı istihdam da hem kente göçü
tetiklemekte, hem de kentin çeperindeki kırsal alanların tarımsal istihdamdan sanayi işçiliğine geçmesine neden olmaktadır. GAP bölgesi kırsalından ve küçük
ölçekli kentlerden, bölgenin metropol kentlerine doğru son 10-15 yılda yoğun göçün yaşandığı söylenebilir. GAP bölgesinde, toplam nüfusun neredeyse üçte
ikisi Gaziantep, Diyarbakır ve Şanlıurfa illerinde yaşamaktadır. Bu illerin nüfusu son 15 yıllık periyotta hemen hemen iki misline çıkmıştır. Köyden kente göçün
yoğunlaşması ise, büyüyen kent merkezlerinin nüfusu ile birlikte fiziksel ve ekonomik çehresini de değiştirmektedir. Kentleşme süreçlerindeki hızlı ve yoğun
değişim, yarattığı konut ve işyeri gereksiniminin karşılanması sürecinde, özellikle belediyelerin imar uygulamaları ile yaratılan arsa spekülasyonu ve inşaat hizmetleri ticaretiyle yerel sermaye birikiminin temel kaynaklarından birini oluşturmuştur. Bu bağlamda, bölgesel yerleşim dokusunun, gerek ticari gerek konutsal mimari
bakımından, lüks tüketimin çarpıcı boyutlara ulaştığı Diyarbakır kent merkezi örneğinde olduğu gibi açıkça gözlenen dönüşüm, bölgedeki sermaye birikimini işaret eden
en belirgin örneklem alanıdır. Buna karşın, Bölge’de yaşanan bu ticari merkezileşme üzerinde gözlenen kentleşme ve bu bağlamda toplumsal değişme süreçleri, temelde
ideolojik-politik algılara dayalı kırsallık-köylülük, bölgesel kalkınmamışlık, yoksulluk gibi giderek gelenekselleşmiş yargılar olmaya varan ön kabullere dayalı yaklaşımlarda
ve tartışmalarda göz ardı edilmektedir. Küreselleşme öncesine kökenlenen ve güncel koşulları içermeyen, bu haliyle bilimsel gözleme dayanmaktan çok 1960’lı yıllarda
beliren ideolojik-politik anlayışların uzantısı olduğu bilinen bu kabuller, günümüzde yaşanan süreci, tüm öğeleri ve değişkenleri ile açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar.
Bu çalışma, kırsal yerleşim, köylülük, yoksulluk odaklı söylemlerden oluşan geleneksel-politik yaklaşımların verili-güncel durumu açıklamaktaki yetersizliklerine karşı,
bölgede yaşanan ticari etkinliğe ve sermaye birikimine bağlı olarak gelişen merkezileşme-kentleşme sürecine ilişkin güncel gözlemlere dayalı bilimsel açıklamalar üretmek amacıyla kaleme alınmıştır. Bu anlayışla, çalışmada, nesnel olguyu çözümleme yöntemi, “Ekonomi Politik” olarak belirlenmiştir. Ekonomi Politik yöntemi, en basit
anlamıyla ve açıklamasıyla toplumsal olgunun ekonomik alanla ilişkilendirilmesi, bir başka deyişle, toplumsal-siyasal olguyu açıklamak için ekonomik olayla toplumsal
olay arasında neden-sonuç ilişkisi kurulmasıdır. Bu bakımdan, ticari pazarın merkezileşmesi ile oluşan kentleşme eğilimi, çalışmada, örneklem alanı olarak seçilen iller
ölçeğinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne ilişkin sayısal verilerle ve gözlemlerle ortaya konulmuştur.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
35
Üç Teker Bir Prestige: Van İlinde Enformel Sektörün Görünümlerinden Biri Olarak Sokakta Çalışan Çocuklar ve Çocuk Yoksulluğu
Olcay AKGÜL SARPKAYA
Arş. Gör., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Bu sunumda, genelde yoksulluğun sıradanlaşmış göstergelerinden biri olarak çocuk yoksulluğunu, özelde de Van’da sokakta çalışan çocukların yaşadıkları sosyal,
ekonomik ve kültürel sorunların üzerinde duracağım. Görüşme yaptığım, yaşları 7-15 arası değişen çocuklardan aldığım veriler ışığında bir hak ihlali (çocuklunu yaşama ve diğer yaşıtlarıyla aynı haklara sahip olma), emek sömürüsü açısından ve enformel olarak, sağlıksız koşullarda gün boyu sokakta çalışan çocukların sosyolojik olarak hangi mekanizmalar nedeniyle çalışmaya yöneldiğini farklı boyutlarıyla açıklamaya çalışacağım. Ayrıca, sokakta çalışan çocukların suç potansiyeli taşıyan,
kirli(!), tekinsiz, ne çocuk ne yetişkin (yaşsız ve cinsiyetsiz özneler) olarak görülüp Freudyen anlamda ötekileştirilip, görünmezleştirilmelerinin nedenleri üzerinde
duracağım. Van’da sigara satan, yolda çığırtkanlıkları ve bir şeyler isteyen bakışlarıyla sizi çağıran çocuk gözlerin arkasında bir adalet ve hak talebi vardır. Sigara
satan çocuk aynı zamanda çarpık büyümenin, dengesiz zenginleşmenin, emek sömürüsünün bir çıktısını taşır bedeninde, yüzünde, hüzünle yaktığı sigarasında,
yorgun ellerinde. Dönüp başımızı çevirdiğimiz bazen görmek istemediğimiz şey bize içinde yaşadığımız düzenin çarpıklığını ve gayri insaniliğini anımsatmasından
korktuğumuz çocukların aşikare bakan gözleridir.
Van’da enformel sektörde sigortasız ve güvencesiz çalışan çocukların sayısı sokakta dolaşıldığında göze çarpacak kadar yüksektir. Şehrin merkezi noktalarına kümelenmiş sigara satan, tartıcılık yapan, mendil ve su satan, dilencilik yapan, arabacılık yapan çocuklar (üç tekerlekli eşya taşıma bisikleti) kentte sokakta çalışan
çocuklar denildiğinde akla ilk gelen manzarayı oluşturmaktadırlar. Depremden bir süre sonra yeniden görünür olmaya başlayan sokakta sigara satan çocuklar,
bisikletli eşya taşıyıcısı çocuklar (Van’da arabalarına astıkları kaderci ve sözlü kültür hazinesi yazılarıyla ünlü, otantik) sayıları depremden sonra daha da artan
çocuk dilenciler, tartıcı çocuklar enformel sektörün solgun ama güçlü yüzünü göstermekteler. Genelde yaş aralıkları 7-15 civarında olan zayıf, esmer (güneş
yanığı, yetersiz beslenmenin gün boyu çalışan bedende bıraktığı ağır bir işçi görünümündeki esmerlik), İstanbul’da su satan, sanayide çalışan, tartıcılık
yapan çocuklara sınıfsal olarak, etnik olarak benzeyen bir esmerlik. Eskişehir’de sigarasından cakalı bir biçimde bana ikram eden 11 yaşındaki Erzurumlu çocuk-yetişkinin yüzünde gördüğüm olgun esmerlik. Kara-beyaz dikotomisinde tüm medeniyeti ve ezen-ezilen ilişkisini deşifre edilebileceğimiz bir
esmerlik. Kendini orta ve üst sınıf yaşıtlarından ayıran yakıcı esmerlik. Araştırmada çocuk yoksulluğu esnek üretim tarzı ve emek sömürüsü bağlamında
incelenecek ve kültürel-ekonomik-politik boyutlarıyla tartışılacaktır.
36
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Küreselleşmenin Mekânsal Etkileri Bağlamında Şırnak İlinin Değişim Analizi
Dicle ÖZCAN
Mersin Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Küreselleşme, 1980 sonrasındaki dünyanın geçirdiği değişim ve dönüşümün özetidir. Zaman, mekân, hız, değişim gibi kavramların içeriğine yeni bir anlam katan
bu olgu, toplumsal yapıyı oluşturan birçok dinamiği etkilemiştir. Bugünlerde çok boyutlu bir olgu olarak tartışılan ve neredeyse her tartışmanın ucunun oraya
bağlandığı bir realitedir küreselleşme. Ekonomi, siyaset, kültür ve daha birçok alan doğrudan ya da dolaylı olarak küreselleşmeden nasibini almıştır. Bu birçok
alandan birini oluşturan kentler ve kent yaşamı, gerek kentlerin fiziksel ve mekânsal olarak değişimini, gerekse de kent yaşamındaki ekonomik, politik, idari ve
sosyo-kültürel değişimini içermektedir.
Bu bağlamda, bu çalışmada, küreselleşmenin kentlerin mekânsal değişimleri üzerindeki etkisini konu edinmiş, bu etki ve değişimin mekânı olarak Şırnak İlinin
analizine girişilmiştir. 1990 yılında il olma statüsüne kavuşan, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne bağlı bir il olan Şırnak ilinin Merkez İlçesi, çeşitli alanlardaki değişimi,
küreselleşmenin kentin mekânsal özelliklerine olan etkisi bağlamında değerlendirilmeye tabi tutulmuştur. Çalışmanın amacı, küreselleşmenin etkileri ile henüz
tanışmış olan Şırnak İlinin değişim ve dönüşüm ölçütlerini analiz edebilmektir. Çalışmada izlenen yöntem, kavramsal çerçevede literatür taramasına dayalı olup,
Şırnak iline dair bir takım istatistiki bilgiler ve birtakım gözlemlerin aktarılması ve yorumlanması şeklinde olmuştur.
Makro bir süreç olarak değerlendirilen küreselleşme olgusunun, aslında ne denli “mikro” alanlara bile etki ettiğine somut bir örnek olarak; küreselleşmenin
değiştirici-dönüştürücü boyutuyla henüz tanışmasına rağmen hızla değişen Şırnak ili, araştırılma nesnesi olarak tercih edilmiştir. İlin mekansal değişimi,
yalnızca fiziksel durumlarının değişimiyle sınırlandırılmamış; bunun yanında, ekonomik, kültürel, sosyal boyutlardaki farklılaşmalar da göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin, son zamanlarda, merkezi iş alanının değişimi, üniversitenin kuruluşu, süpermarketlerin ve alışveriş mağazalarının açılması, çeşitli
sivil toplum ve dernekleşme girişimleri, maden ocaklarının kullanımı, istihdam alanlarının çeşitlenmesi gibi yeniliklerin, Şırnak’ın Merkez ilçesini nasıl bir
dönüşüme tabi tuttuğuna açıklık getirilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
37
1990-2000 Dönemi Konya’da Toplumsal Dönüşüm: Değişim ve Süreklilik
Harun KÜÇÜKALADAĞLI
İstanbul Şehir Üniversitesi, Modern Türkiye Çalışmaları Bölümü, Yüksek Lisans Programı
1980 sonrasında Konya’nın yaşadığı toplumsal dönüşüme dair pek çok çalışma yapıldı. Başta Selçuk Üniversitesi olmak üzere Konya’daki odalar ve belediyeler gibi yerel
kurumların kaynak oluşturduğu bu çalışmaların genelinde, Konya’nın toplumsal dönüşümü, gelişen sanayisi üzerinden sadece ekonomik bir okuma ile yapıldı. Şöyle ki;
1980’lı yıllarla birlikte Türkiye’nin dışa açık bir ekonomi modelini uygulamaya başlamasının Konya’yı da etkilediği, özellikle 1990’dan sonra Konya’nın ekonomik yapısının,
tarımın geçirdiği dönüşümün yanında sanayi sektörünün gelişmesi ve dış ticaret yoluyla dünya pazarları ile bütünleşmesi sayesinde yapısal bir dönüşüme uğradığı ve
bunun sonucunda KOBİ’lerin hâkim olduğu bir imalat sanayisinin geliştiği vurgusu bu araştırmaların temelini oluşturdu.
Bu araştırmada kullanılan metot ise sosyal bilimlerin ilişkisel istatistiki analizlerinde son yıllarda yaygınlaşarak kullanılmaya başlanan mütekabiliyet analizidir. Konya’nın
toplumsal dönüşümü üzerine bu metot ve kaynaklar üzerinden yapılan bir araştırma henüz bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu çalışma, Konya’nın toplumsal dönüşümü
üzerine, literatürdeki boşluğu doldurmaya yönelik küçük bir katkı yapmayı amaçlamakta, bundan sonraki muhtemel çalışmalar için de örnek olmayı hedeflemektedir.
Ancak, her ne kadar bu tür çalışmalarda ilçe düzeyinde hazırlanan tablolar ve bunların üzerinden yapılan okumalar toplumsal farklılaşmanın temsilini bir ölçüde perdelese
de, toplumun yapısına ilişkin bulanık da olsa genel bir resim sunduğu için örnek oluşturabilecek nitelik taşıyabilir. Mahalle bazlı yapılan çalışmaların daha net resimler
sunacağı gerçeğini de kabul etmektedir. Örneğin toplumsal yapı olarak Karatay-Meram sınırındaki mahalleler tamamen benzer özellikler göstermekte, dolayısıyla ilçeler
arasındaki farklılaşmayı perdelemektedir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi bu çalışmanın amacı, daha yoğun ve profesyonel bir çaba gerektiren mahalle bazlı çalışmalara örnek olmak ve genel bir resim çekmek olduğu için bu eksikliğin, amaca yönelik bir engel oluşturmadığı düşünülmektedir.
Araştırmanın 2000 yılı ile sınırlandırılmasının nedeni, 2000 sonrasının farklı bir dönemi içerdiği ve dolayısıyla farklı bir araştırmayı gerektirdiği düşüncesidir. AKP
iktidarı ile birlikte yükselen Anadolu sermayesi ve dolayısıyla orta sınıfın getirdiği toplumsal dönüşüm, bu dönemin şartlarını dikkate alan daha farklı, daha dar
ve derinlemesine bir incelemeyi gerektirir. 1990-2000 arası dönem, siyasi ve ekonomik gelişmeleri ve krizleriyle dönüşümün farklı bir evresidir. Bu çalışmada
ise 1990 ve 2000 yıllarında yapılan genel nüfus sayım sonuçlarının verileri kullanılarak, küreselleşme sürecinin dünyada ve Türkiye genelinde görülen etkisinin,
Konya şehir merkezindeki toplumsal değişime etkisi süreklilik ve değişim boyutlarıyla analiz edilmeye çalışıldı. Bu kapsamda mütekabiliyet analizi haritalarının
çapraz tablolarından elde edilen oransal veriler kullanıldı. Araştırma merkez üç ilçede yaşayan 6 yaş ve üzeri nüfusun 1/20 oranında alınan örneklemi üzerinden
yapıldı. Çalışmada, Konya Büyükşehir il sınırları içinde yer alan, merkez Karatay, Meram ve Selçuklu ilçelerinde toplumsal cinsiyet değişkeni üzerinden erkek ve kadın
nüfus ayrı ayrı ele alınarak eğitim, yaş ve yapılan iş kategorilerinde sınıflandırmalar yoluyla analizler yapıldı. Bunun sonucunda genel olarak Konya’nın bu dönemde
küreselleşmenin etkilerini yoğun olarak yaşamadığı, toplumsal sürekliliği bozacak bir değişimin olmadığını gösterdi. Yaşanan ekonomik ve demografik değişime rağmen,
verilerden elde edilen tabloların kendilerini aynen tekrar ettirdiği görüldü. Bunun yanında çapraz tablolar bu dönemde Konya’da tarım emeğinin azalmasına, sanayi ve
hizmet sektörlerindeki işgücünün artmasına paralel olarak ortaokul mezunlarının büyük bir kısmı şehir işgücü piyasasına dahil olmaya başladıklarını göstermektedir.
Ayrıca eğitime erişim artarak ortaöğretim ve yüksek öğretim yaygınlaşmış, sanayi ve hizmet sektörleri gelişmiş dolayısıyla orta-üst sınıflar genişlemiştir. Bunun sonucunda
yüksek eğitimli ve yüksek gelirli birey ve ailelerin şehir içi mobilizasyonu artmıştır.
Konya’daki bu toplumsal dönüşüme rağmen, tabloların niye kendini tekrar ettiği, değişimi değil sürekliliği vurguladığı şu şekilde açıklanabilir: Öncelikle yukarıda belirtildiği gibi bu çalışma, ilçe düzeyinde hazırlanan tablolar ve bunların üzerinden yapılan okumaların sonucudur. Bu durum toplumsal farklılaşmanın temsilini bir ölçüde
perdelemiştir ancak bu resmi tamamen değiştirecek bir etki değildir. Ayrıca değerlendirme yapılan üç kategori -eğitim, meslekler ve yaş- kısa vadede bizlere değişimi
sunmazlar. Bu üç alan da dönüşümün kolayca gözlemlenemediği, dayanıklı yapılardır. Yani bireylerin eğitimleri, yaşları ve eğitim durumları 10 yıllık bir sürede olağanüstü
toplumsal dönüşümlerin dışında değişimi göstermezler. Aynı zamanda Konya’nın Anadolu kentlerine has sosyal ve kültürel yapısını, küreselleşmenin etkilerine karşı direnç
olarak kullanması da sürekliliğe etki eden bir diğer etmendir. Ancak yukarıda da bahsedildiği gibi 2000’den bugüne yapılacak bir çalışmada sürekliliğin bu kadar kendini
göstereceği şüphelidir. 90’lar kendine has sosyal, ekonomik yapısıyla sürekliliğin yaşandığı farklı bir dönemdir.
38
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Salon
8
09.30-11.00
Oturum
B
Şehircilik ve Mimarlık Tarihi
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Mustafa DEMİRCİ
Hasan GÜNEÇ - Emre UÇARYİĞİT
Kentleşme ve Devlet-Toplum İlişkisi Bağlamında Tanzimat Dönemi Anadolu
Kentlerinde Hükümet Konakları
Kaan ÜÇSU
İmparatorluğun Başkentinde Değişimin Sembolü Olarak Kule, Cephe ve Meydan
Saatleri
Shota BEKADZE
1595 Tarihli “Defter-i Mufassal Vilayet-i Gürcistan” Tahrir Defterine Göre
Azğur Nahiyesi
Ahmet YEŞİLYURT
1920-1930 Halk Sütunlarına Yansıyan İstanbul
11.00-11.30 Kahve Arası
Kentleşme ve Devlet-Toplum İlişkisi Bağlamında Tanzimat Dönemi Anadolu Kentlerinde Hükümet Konakları
Hasan GÜNEÇ - Emre UÇARYİĞİT
Pamukkale Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yakınçağ Tarihi Programı
Bilindiği gibi, 19. yüzyıla gelinceye kadar yönetim işleri için inşa edilmiş veya bu amaçla tahsis edilmiş ayrı kamu binaları yoktur. Bu döneme kadar atanan valiler
eyalet merkezlerinde kendilerine ayrılan veya kendileri için kiralanan konaklarda oturmuşlardır. Valileri ve onların kapı halkını barındıran bu konaklar, aynı zamanda devlet işlerinin de yürütüldüğü yerler olmuştur. Dolayısıyla söz konusu yapılar, bazen valiler için kiralanmakta, bazen de yerel halk tarafından satın alınarak
valiye tahsis edilmekte veya doğrudan bu amaç için inşa edilmektedir. 19. yüzyıla gelindiğinde ise bu durum baştan aşağı yeniden şekillenecektir.
Tanzimat Dönemi reformlarıyla başlayan, Osmanlı Devleti’nin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını Batılı anlamda düzenlemeyi amaçlayan süreçte yönetimsel
bir takım düzenlemelere gidilmiştir. Özellikle Tanzimat’ın ilanıyla başlayan yeniden yapılanma sürecinde ayrı kamu binaları oluşturulmuştur. Başlangıçta hemen
inşa edilemediği için çoğunlukla ilgili amaca hizmet edecek büyük konaklar kiralanmıştır. Tanzimat döneminde inşa edilen hükümet konaklarını reform döneminin yeni mekân anlayışına göre yapılan kent düzenlemeleri içinde değerlendirmek mümkündür. Hükümet konakları, çevrelerindeki adliye ve jandarma daireleri,
belediye binası, telgraf idaresi gibi daha pek çok yapıyla Osmanlı kentlerinde daha önce görünmeyen bir hükümet meydanı kavramını beraberinde getirmiştir. Bu
meydanlar eğer uygunsa şehrin eski merkezinde var olan bir alanın düzenlenmesiyle ortaya çıkmış veya eski şehrin dışına çıkılarak amaca uygun büyük bir meydan
oluşturulmaya çalışılmıştır.
Bu çalışmada, Tanzimat dönemi boyunca Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Trabzon, İzmir gibi, daha çok vilayet merkezi olmalarıyla öne çıkan Anadolu kentlerinde yapılan hükümet konaklarının inşa süreçleri birbirleriyle mukayese edilerek ele alınmıştır. Ayrıca hükümet konaklarının inşa süreçlerinin devlet-toplum
ilişkisine yaptığı etkiler, yarattığı siyasi, sembolik, kültürel ve kentsel değerler göz önüne alınarak analiz edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca bu çalışma, TÜBİTAK
“Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Destekleme Programı” tarafından 110K534 Numaralı proje olarak desteklenmektedir.
40
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
İmparatorluğun Başkentinde Değişimin Sembolü Olarak Kule, Cephe ve Meydan Saatleri
Kaan ÜÇSU
İstanbul Üniversitesi, Bilim Tarihi Bölümü, Doktora Programı
İnsanoğlunun zamanı belirleme ihtiyacı binlerce yıl önce ortaya çıkmıştır. Dini ayinlerin gerçekleştirilmesi, tarla hasadının yapılacağı zamanların belirlenebilmesi, taşkınların gerçekleşeceği dönemlerin hesaplanabilmesi gibi ihtiyaçlar için ortaya çıkan zaman belirleme ihtiyacı, insanların bunun için araçlar tasarlamasını
sağlamıştır. Elimizdeki bilgilere göre yaklaşık 5500 yıl önce güneş ve su saatlerinin icat edilmesi ile başlayan süreç günümüzde atom saatlerinin kullanımına kadar
gelişerek devam etmiştir. İslamiyet’te de zamanın doğru belirlenebilmesi dini gerekliliklerin yerine getirilebilmesi için oldukça önemi haizdi. Namazların, vakitlerinin geçirilmeden kılınması gerekliliği erken dönemden itibaren bu konudaki çalışmaları tetiklemiştir. Müslüman toplumlar öncüllerinden aldıkları miras ile
ihtiyaçlarını karşılayacak hassaslıkta zaman ölçerler tasarlamış ve kullanmışlardır. Konunun hassasiyeti sebebiyle de ibadet vakitlerinin sistematik şekilde belirlenebilmesi için bir kurum icat etmişlerdir. Emeviler döneminden itibaren Müslüman toplumlarda var olduğu düşünülen bu kurum muvakkithanelerdir. Osmanlı
İmparatorluğu›nda da erken dönemden itibaren var olduğu bilinen muvakkithaneler, yüzyıllar boyu devletin ve halkın ihtiyacı çerçevesinde zamanı belirleme işini
sürdürmüşlerdir. Elimizdeki bilgilere göre sadece İstanbul›da 69 adet muvakkithane inşa edilmiş ve bunlar şehrin her köşesinde yer alarak insanların bu konudaki
ihtiyacını karşılamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu›nun kurulduğu yıllarda Avrupa›da ise saatler açısından devrim niteliğinde olan mekanik saatin icadı gerçekleşmiştir. İlk yapıldığı yıllarda sadece kule ve cephe saatleri olarak büyük boylarda yapılabilen mekanik saatler yeterince doğru ölçüm yapamıyorlardı. Osmanlı başkentine II. Mehmet
döneminde girdiği kabul edilen mekanik saatler, uzun dönem sadece süs eşyası olarak kullanılmışlardır. Bundaki temel sebeplerden birisi İstanbul›da bu
saatlerin imal edilemiyor olmasıydı. Bir başka sebep ise bu saatlerin 17. yüzyıla kadar, Müslümanların ihtiyaç duyduğu ölçüde hassas ölçüm yapamıyor
olmasıydı. Sebeplerden belki de en geçerlisi bu saatlerin Müslümanların kullandığı alaturka saat kavramı için uygun olmamasıydı. Gün batımının yeni
bir günün başlangıcı olarak kabul edildiği alaturka saat sisteminin uygulandığı Osmanlı›da bu saatlerin her gün, gün batımında 12’ye ayarlanması pratik
gözükmüyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda kule saatlerinin ilk defa görülmesi 18. yüzyılın sonunda Safranbolu’ya yapılan saat kulesi ile gerçekleşmiştir.
Kule saatlerinin İstanbul’a gelişinin ise, ilk defa 1848 yılında Tophane-i Âmire›ye dikilen saat kulesi ile gerçekleştiği bilinmektedir. Tanzimat döneminin
etkileriyle Batı›ya uyum amacıyla yapılmaya başlanan kule ve cephe saatleri bu tarihten itibaren artmaya başlamıştır. Birçok eğitim kurumlarının binalarına,
askeri kışlaların kapılarına, hastanelerin bahçelerine, Avrupa’ya uyumun göstergesi olarak kule, cephe ve meydan saatleri yerleştirilmiştir.
Bu tebliğde şu sorular yanıtlanmaya çalışılacaktır: Başkente yerleştirilen bu saatler kent için değişimin sembolü olabilmişler midir? Şehirdeki yayılımları açısından
İstanbulluların hayatına dokunabilmişler midir? Osmanlı’nın alafranga saat sistemine geçişinde bu saatlerin etkisi olabilmiş midir? İstanbul’daki ve Anadolu’daki
kule, cephe ve meydan saatleri hakkında şimdiye kadar yapılan çalışmaların hemen hepsi sanat tarihi alanında ele alınmış çalışmalardır. Bu çalışmalarda kullanılan “saat kulesi” tabiri dahi bunu açıklamak için yeterlidir. Bu çalışmada kullanılan “kule, cephe ve meydan saati” tabiri ise bu saatlerin kullanım değerine işaret
etmektedir. Öte yandan daha önce yapılan çalışmalar bu saatlerin yerleştirildikleri yapıların neyi temsil ettiğini göz önüne almamışlar, sadece yapıların sanatsal
özelliklerini incelemişlerdir. Bu çalışmada saatlerin yerleştirildiği yapıların seçilme sebepleri de, yapılması planlanıp yapılamayan saatler üzerinden de tartışılmaya
çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
41
1595 Tarihli “Defter-i Mufassal Vilayet-i Gürcistan’’ Tahrir Defterine Göre Azğur Nahiyesi
Shota BEKADZE
Ankara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı
Azğur ve ona bağlı köyler günümüzde Gürcistan Cumhuriyeti Samtshe-Cavaheti Bölgesi’nin Akhaltsihe Belediyesi’ne bağlı olup bölgeyi Gürcistan’ın Kuzeyi’ne ve Kafkaslar›a
bağlayan yol güzergahında bulunmaktadır. Azğur Nahiyesi 9 Ağustos 1578 Çıldır Meydan savaşı sonrasında Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve Ahıska Vilayeti’nin Ahıska
Livası›na bağlı bir nahiye haline gelmişti. Bu incelemede 1595 tarihli ’’Defter-i Mufassal Vilayet-i Gürcistan’’ tahrir defterine göre Ahıska Livası’na bağlı Azğur Nahiyesi’nin
sosyal ve ekonomik durumu defterdeki bilgilere dayanılarak değerlendirilmiştir. Azğur ve çevresi Kafkaslar›ın yolu üzerinde olduğundan tarihte askeri ve ticari amaç ile
kullanılan tarihi bir güzergah olmuş ve bu günde de o özelliğini kaybetmemiştir. Azğur boğazında bulunan tarihi Azğur Kalesi buranın çok eskiden anayol olduğunu kanıtlamaktadır. Azğur tarihen Pers, Roma, Bizans, Sasani, Emevi, Selçuklu, lhanlı, Karakoyunlu, Timur, Akkoyunlu, Atabeyler›in ve Osmanlı medeniyetlerinin yerleşim alanları
olmuştur. 250 yıl Osmanlı Eyaleti olarak bilinen Ahıska Vilayeti’nin Azğur Nahiyesi tarihin belirli gelişim sahfalarında Rus İmparatorluğu›nun eline geçti. Türkiye ile gergin
siyasi olaylar sonucunda dağılma aşamasına geldi. Şöyle ki, zaman zaman Gürcüstanla Türkiye sınırında bulunan bu bölgenin tüm Müslüman nüfusu öz topraklarından
zoren çıkarılmakla Orta Asya ve Kazakistan’a mecburi göçe tabi tutuldu. İnsansever, barışsever bir rejim olarak kendini tanıtmaya çaba gösteren sosyalist rejim bin yıllarca
meskun olan halkı her zaman eleştiri noktası olan kaptalizmden daha sert şartlar içinde tuttu. Sovyetler Birliği dağılana kadar mecburi göçler, başka deyişle, toplu sürgünler hep gizli tutuldu ve bu sürgünleri dile getirenler ise tutuklanarak cezalandırıldılar. Sürgün konusu daha çok Sovyetler dağıldıktan sonra dünya gündemine geldi.
Bugün biz Ahıska halkının tarihi ile ilgili çok sayıda yazıya rastlasak da tahrir defterlerine dayanan araştırma yazıları maalesef yok derecesindedir. Oysaki tahrir defterleri
tarih, coğrafya, ekonomi gibi alanlar hakkında bilgi veren en doğru ve en değerli belgelerdir. Biz tüm bunları göz önünde bulundurarak Azğur Nahiyesi’nin XVI. yüzyıl
sosyal-ekonomi durumunu ’’Defter-i Mufassal Vilayet-i Gürcistan’’ tahrir defteri ışığında incelemeye çalıştık. Son 25 yılda tahrir defterler›i üzerinde bir çok araştırma
yapılmış ve şu anda da yapılmaktadır. Araştırılıması yapılan yerlerin sosyal-ekonomi ve politik durumu, idari taksimatı, iskan, ticari ve sanayi faaliyeti mevcut
kaynaklara dayanarak ön plana çekilmiştir. Biz de esas olarak 1595 yılı Osmanlı Tahrir Defteri olan ’’Defter-i Mufassal-Vilayet-i Gürcistan ‘’ ışığında bugün Türkiye
dışında kalmış Ahıska Eyaleti›nin Ahıska Sancağı Azğur Nahiyesi’nin XVI. yüzyıl sonlarındaki sosyal ve ekonomi durumunu ele aldık.
XVI. yüzyılda Osmablı idaresine geçen Azğur Nahiyesi Ahıska Eyaleti Ahıska Livası’nın Çeçerek Nahiyesi›nden sonra 2. büyük nahiyesidir. Azğur Nahiyesi’nde 1
şehir, 56 köy, 1 Tazar Mahalle yerleşimi, 1 Seahase Kalesi Mahallesi›yle, 1 Leknar Rabat’ı ve 1 Adabuk isimli mezra yer almaktadır. Nahiyede 438 hane bulunmakta
ve nüfusun çoğu köylerde yaşamaktaydı. Nahiyenin merkezi Azğur Şehriydi. Azğur Nahiyesi›nde toplam 61 köy, mezra, kale, mahalle coğrafi birimlerden ibaret
olup bunlardan 38 köyün tahriri yapılmıştır. Diğer 23 yerleşim yerinin ise ancak vergi miktarı gösterilerek reayasız olduğu yazılmıştır.
Konumuzu özellikle Azğur Nahiyesi olarak seçmekte amacımız, 1595 yılında hem yerli halkın geçimini sağlayan, hem de vergisini düzenli ödeyen bu nahiyenin bazı
köylerinin - Ahıskalılar›ın 14 Kasım 1944 sürgününden sonra haritadan silinmiş olmasıdır, oysaki tarımsal üretimi, teknolojiyi ve onun gelişmesini insan kaynağı dışında
düşünülmesi mümkün değildir.
Ahıska Vilayeti›nin her yerinde olduğu gibi Azğur Nahiyesi›nin de ekonomi durumu önemli ölçüde tarım ve hayvancılığa dayanmakta idi. Tahriri olan köylerden tarım ve
hayvancılıktan alınan toplam vergi miktarı 312.330 akçe idi. Bu da nahiyeden toplanan verginin % 78,73›ünü teşkil etmekte idi. Nahiyede tahriri olan köylerden toplam
396.695 akçe, reayası olmayan köylerden ise toplam 120.405 akçe vergi hasıl edilirdi. Bu ise Azğur nahiyesi genelinde toplam vergi hasılı 517.100 akçe olduğunu gösteriyordu.
Tebliğde önemli olan nokta Ahıska Vilayeti’nin XVI. yüzyıl ekonomi, sosyal ve politik durumu çok önemli bir konu olup, Tahrir Defterleri’ne göre günümüze kadar incelenmemiş ve bu çalışma bu yönde ilk adım olmasıdır. Bu yazı Ahıska Eyaletinin Osmanlı hakimiyetinde olduğu dönemle Rusya›ya bağlandığı dönem arasındakı farklılıkları
ortaya koymak açısından da önem taşımaktadır. Amacımız bir de Rus Sovyet İmparatorluğu’nun gayri-Rus milletlere karşı aldığı tutumu ortaya koymaktır.
42
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
1920-1930 Halk Sütunlarına Yansıyan İstanbul
Ahmet YEŞİLYURT
Hacettepe Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yüksek Lisans Programı
29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyetle birlikte Ankara bu yeniliğin simgesi seçilmiştir. 1923 sonrası dönemde yüzyıllarca imparatorluklara başkentlik yapmış olan
İstanbul erken Cumhuriyet döneminde mecburi bir ön kabul gibi görünse de, ikinci planda kalmıştır. 1923 sonrası İstanbul’unda sosyal ve ekonomik yaşamın en
içeriden sesi olarak 1927 yılında Akşam Gazetesi’nden başlamak üzere ve daha sonra Cumhuriyet Gazetesi’nde de başlayan halk sütunları en mühim satırlar olarak
görülebilir. Carlo Ginzburg’un da belirttiği gibi, gazetelerin bu sütunları bize tek tek kişilikleri yeniden kurma ve o kişiliklerin sesini duyurma imkanı veriyorsa bunu
görmezden gelmek saçma olurdu. Bu kişilikler, bize yaşlı ve yorgun bir şehir olan İstanbul’dan, bu “küsmüş” şehrin insanlarının modernleşen yaşama da nasıl tepki
verdiklerinin sesi durumundadırlar.
Bu çalışmada halk sütunları “aşağıdan tarih” yöntemini kullanmanın merkezi olarak seçilmiştir. 1927-30 yılları arasından çalışmaya tartışma ortamı sağlayabilecek
okur mektupları, metnin ilk muhatabı kabul edilerek, İstanbul’un mimari ögelerinin de bir kenara itilmediği bir yansıma bulunmaya çalışılmıştır. Bu açıdan metin,
İstanbul’un bu yıllar arasında geri planda kalmış sosyal ve ekonomik yaşantısından parçalar sunmak çabasındadır. Gündelik hayatın gazete sütunlarına yansıyan
bütün karmaşası içerisinde seçebildiğimiz bu parçalar, kentli olmanın, bu kentte yaşamanın getirdiği geçim sıkıntılarının aslında bir potada değerlendirilebileceğini
gösteriyor. Aynı zamanda, modern olanın gündelik olanla nasıl bir ilişki içerisinde olduğunun da gösterme fırsatını sunuyor.
Okur mektuplarının modernlik algılamasının sıradan insanlar üzerindeki etkisinin önemli bir dışavurumu olarak görülebileceği yüksek volümde iddia edilmektedir. Cemal Kafadar “Sıradan insanlar deyiminin aldatıcı bir yanı var.” “Seçkinlerden gayrısı, Tarih yapan, Tarih’e geçen insanlardan gayrısı” gibi bir
şeylerin kastedildiği belli, ama sıradan herhangi birini ele aldığımızda o sıra dışı olmuştur zaten.” Belki de halk mektuplarını ele alarak sıradan insanları bu
metinde sıra dışı yapmaktadır. Modernleşme kavramının kurumlar ve sistemlerle ilgili olan çokça bilinen genellemelerini bir kenara bırakarak mektuplar
üzerinden yeni bir okuma denenmiştir. Değişimi ve uygarlığın geldiği yeni noktayı gördüğü haksız durumlar ya da yaşadığı olumsuzluklar için tepki vermeyi kendisine görev bilen Bakkal Ahmet’in, otobüs şoförü Kemal’in, pazarcı Halil’in gözünde okumaya çalışmak heyecan verici ve heyecan verici olduğu
kadar keyiflidir.
Sibel Bozdoğan, Doğan Kuban, Esra Akcan ve Zeynep Çelik’in erken cumhuriyet ve sonrası devirlere ait metinleri bu çalışmanın yazarının metnini şekillendirmesinde önemli bir yeri olmuştur. Ortaya çıkan metin aynı zamanda, Fernand Braudel, Henri Lefebvre, Harry Harootunian gibi büyük isimlerin ciddi bir biçimde
yeniden okumasını yazarına sağlatmıştır. Modern olan nedir? Modernizm kavramı nasıl ortaya çıkmıştır? gibi sorulara da yanıtlar aranmaya çalışılmış ve seçilen
mektupların bu soruların yanıtlarını verebildiği savunulmuştur.
Çalışmanın amacı, ilerleyen yıllarda söz konusu çalışmanın metodunun farklı disiplinlerden gelen görüşlerle çok yönlü bir eleştirmeye tabi tutulması ve kapsamının
bu sayede daha da genişletecek araştırmalara zemin hazırlamasıdır. Sıradan insanların gözünden cumhuriyet sonrası İstanbul’una kısa bir bakış atılmaya çalışılmıştır. Sıradan olanların hikayesi bizi çok heyecanlandırmaktadır, Ranke’nin sadece davulların sesini duyabildiği yılların çok ilerisinde olmanın mutluluğudur.
Gündelik hayatın gazete sütunlarına yansıyan bütün karmaşası içerisinde seçebildiğimiz bu parçalar, insanları içerisinde vakitlerinin çoğunu geçirdikleri “taş” tan
yapıları da potaya katarak geçmişin bir an için bir daha asla geri gelmemek üzere parladıkları o anın görüntüsü yakalanmaya çalışılmıştır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
43
9
09.30-11.00
Oturum
C
Salon
Eğitim, Çevre ve Psikolojik Sağlığımız
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Erol GÖKA
Erhan ALABAY
Okul Öncesinde Bilim Öğretimi: Öğretmen Perspektifinden Bilim Öğretimi
Kenan SEVİNÇ
Kentsel Mekanın İnsan Psikolojisi Üzerine Etkileri
Yavuz GÜL
Zihinsel Engelli Çocuk Sahibi Ailelerde Dini Başa Çıkma
Ayşe Şule YÜKSEL
Hikaye ile Tedavi Yöntemi Bağlamında Mesnevi Hikayelerine
Psikoterapötik Yaklaşımlar
11.00-11.30 Kahve Arası
Okul Öncesinde Bilim Öğretimi: Öğretmen Perspektifinden Bilim Öğretimi
Erhan ALABAY
Arş. Gör., Necmettin Erbakan Üniversitesi, İlköğretim Bölümü
Çocuk doğduğu andan itibaren meraklı ve araştırmacı bir yapıyla dünyaya gelir. Bu meraklı ve araştırmacı yapı, çocukların merak ettikleri durum veya olgunun
cevaplarını bulabilmelerini ve farkındalık kazanmalarını kolaylaştırır. Bu aşamada çocuk, duyu organlarından yararlanır. Çevresinde gerçekleşen durumları veya olguları görme, tatma, dokunma, duyma ve koklama gibi duyu organlarını kullanarak araştırır. Çocuğun formal eğitime başlamadan önce ailesine ve sosyal çevresine
büyük görevler düşmektedir. Fakat çocuk bir okul öncesi kurumuna başladıktan sonra bu görevler öğretmeni ile paylaşılır. Bu aşamada öğretmenler, çocuğun merak
ettiği bilimsel olaylara bilimsel açıdan doğru etkinlikler uygulayarak çocukların bilime karşı merakını arttırabilirler ve bilime karşı motivasyonlarını yükseltebilirler.
Bu aşamada öğretmenin özellikleri çok önemlidir. Örneğin öğretmenin bilime olan tutumunun düşük olması, bilim ve teknolojiye karşı araştırmacı olmaması,
bilimsel teorik bilgilere hakim olmaması gibi nedenler çocuklara uygulayacağı bilim etkinliklerinde istenilen veya beklenilen başarıya götürmesi oldukça zordur.
Bu nedenle çocukların bilime karşı motivasyonlarını yükseltmemek ve bileme karşı olumlu bir tutum sergilemelerinde artış planlanırken öğretmenin özellikleri göz
ardı edilemez. Bu araştırma, okul öncesi öğretmenlerin okul öncesi programı kapsamında önemli bulup bulmama durumunu inceleme ve bilim öğretimi esnasında
dikkat ettikleri hususları belirleme amacıyla yapılmıştır.
Araştırmanın çalışma grubunu, 2011-2012 eğitim öğretim yılı bahar yarıyılı içinde milli eğitime bağlı devlet ve özel anaokullarında veya anasınıflarında görev
yapan 80 okul öncesi öğretmeni oluşturmuştur. Araştırma nitel araştırma yöntemi ile yapılmış olup nitel araştırma yöntemlerinden biri olan durum çalışması
bu çalışmanın temelini oluşturmaktadır. Araştırmada, araştırmacı tarafından hazırlanan yarı yapılandırılmış görüşme formu kullanılmıştır. Bu form 3 uzman
tarafından incelenmiş olup, gerekli düzenlemeler gerçekleştirildikten sonra okul öncesi öğretmenlerine uygulanmıştır. Araştırmada öğretmenlerden toplanan görüşler 3 ayrı uzman tarafından incelenmiştir. Alt temaların oluşmasında ortak karara varılmıştır. Okul öncesi öğretmenlerin görüşleri içerik analizi
yapılarak alt temalar oluşturulmuştur.
Araştırma sonucunda, okul öncesi öğretmenlerinin tamamına yakını okul öncesi eğitiminde bilim öğretiminin önemli olduğunu vurgulamıştır. Önemli
bulma durumlarını ise okul öncesi öğretmenlerinin yarısına yakınının bilim öğretimi sayesinde çocukların yaparak yaşayarak öğrenebileceğini belirtmişlerdir. Bilim öğretimini önemli bulmayan okul öncesi öğretmenleri ise, genellikle eğitim ortamının fiziksel ortamını ve materyal eksikliğini bir neden olarak
göstermişlerdir.
Bir diğer alt problem ise okul öncesi öğretmenlerinin eğitim ortamında bilim etkinliklerini gerçekleştirirken nelere dikkat ettiğidir. Bu alt problem çerçevesinde ise,
okul öncesi öğretmenlerinin eğitim ortamında bilim etkinliklerini gerçekleştirirken çocukların gelişim düzeyine uygunluğunu ve çocuk merkezciliğine dikkat ettiği
belirtilmiştir.
Bu çalışma sonucunda, okul öncesi öğretmenlerine okul öncesinde gerçekleştirilen bilim etkinliklerinin sadece çocuğa değil aynı zamanda öğretmene ve uygulanan
program kapsamındaki amaç ve kazanımlara ulaşılması aşamasında yardımcı olabileceği vurgulanmalıdır. Bir başka öneri olarak ise, okul öncesinde bilim öğretimini önemli bulmayan öğretmenlere bilim eğitiminin hazır materyallerle veya düzenlenmiş bir fiziksel ortamla yapılabileceği gibi hazır materyal olmadan ve doğada
planlanmış bir fiziksel ortam oluşturmadan da bilim etkinliklerinin sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilebileceği gerçeği anlatılmalı ve gerekirse uygulamalı olarak
geliştirilecek bir öğretmen bilim uygulama programları geliştirilip, okul öncesi öğretmenlerine hizmet içi seminerleri olarak sunulabilir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
45
Kentsel Mekanın İnsan Psikolojisi Üzerine Etkileri
Kenan SEVİNÇ
Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, Din Psikolojisi Bölümü
Tarihte farklı kültürlerin inşa ettiği büyük kadim kentler olmakla birlikte, günümüzde kent derken kastedilen şey daha çok sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkmaya
başlamış ve kırsalın karşıtı konumundaki sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik bir düzeni ihtiva eden, insanı bireyselleştirdiği ve yabancılaştırdığı tartışılan büyük
yaşam alanlarıdır. Kent, aynı zamanda modern dünyanın yaşamsal mekanının bir ismi olarak kullanılmaktadır.
Kent yaşamı içinde modernitenin bize sunduğu standartlar, hayatı birçoğumuz için daha kolay kılmakla birlikte, psikanalitik bakış açısıyla ifade edilecek olursa belli
hoşnutsuzlukları beraberinde getirmiş ve günümüz bilimsel verilerine göre de psikolojik rahatsızlıkları artırmıştır. Bu hoşnutsuzlukların ve rahatsızlıkların sebepleri
araştırıldığında boş zaman etkinlikleri, günlük zaman planlaması, üretim biçimi, sosyal iletişim tarzları, bireye yüklenen görevler, bireycilik-cemaatçilik, manevi
değerler ve benzeri birçok konuda kırsaldan ayrışma görülebilmektedir. Bunların yanında kentsel mekanın büyüklüğü, kentin mimari yapısı, kurumsal binaların
kent içinde konumlandırılması, kentsel mekanın estetik unsurları, kentin kalabalıklığı ve benzer başka sebepler de insan psikolojisi üzerinde etkili olmaktadır.
Modern dünyada insanın hoşnutsuzlukları ve rahatsızlıkları ele alındığında karşımıza belli problemler çıkmaktadır. Bunlardan birisi insanın mutluluk arayışının sonuçsuz kalması ve fiziksel ihtiyaçlarının sınırsız karşılanmasının beklenen mutluluğu sağlayamamasıdır. Bir diğeri, kökleri aydınlanma felsefesine dayanan modern
yaşamın, doğaüstünü yok sayması ve insanı mekanik bir yapıda düşünmesidir. Dini, evrim sürecinin ürünü olan kültürel bir sistem ve fonksiyonel bir yapı olarak
gören bu anlayış ölüm ötesi yaşamı yok saymış ama modern insanı ölüm ve yok oluş korkusuyla baş başa bırakmıştır. Bu gelişmeler dini mekanların ve ölümü
hatırlatacak mekan, obje ve yapıların insanların her an yüz yüze gelmeleri söz konusu olmayan alanlara itilmesine neden olmuştur.
Bu çalışmada, konuyla ilgili literatür taraması yapılarak elde edilen veriler değerlendirilmiş ve kentsel mekanın insan psikolojisi üzerindeki etkileri ele
alınmıştır. Geleneksel kentin mekansal yapılanması ile günümüz kentinin mekansal yapılanması arasındaki farklar ele alınmış, kentsel mekanın insan
psikolojisi üzerinde olumsuz etkilerine ilişkin veriler ışığında bu farklar değerlendirilmiştir. Konuyla ilgili daha önce yapılan çalışmalardan farklı olarak,
cami, mezarlık, türbe, tekke gibi dini mekanların kentsel mekan içinde konumlandırılmaları, bunun günümüzde ayrışan yönleri ve insan psikoloji üzerinde
etkileri olup olmadığı ele alınmıştır.
46
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Zihinsel Engelli Çocuk Sahibi Ailelerde Dini Başa Çıkma
Yavuz GÜL
Psikolojik Danışman, Mehmet Nuri Küçükköylü İlköğretim Okulu
Zihinsel engellilik ve engelli çocuk sahibi aileler, psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere birçok bilim dalı tarafından ele alınmış olmasına karşın konunun din ile ilgili
boyutunu dikkate alan çalışmalar oldukça az sayıdadır. Ülkemizde ise konuyu bu şekilde inceleyen spesifik ampirik araştırmalar çok az sayıda yapılmış, konu daha
çok teorik çalışmaların satır aralarında kalmıştır. Zihin engelli çocukların ailelere etkilerinin din psikolojisi açısından ele alınması için bu çalışmada, zihin engelli
çocuğa sahip anne babaların dini tutum ve davranışları mülakat yöntemiyle tespit edilmeye çalışılmıştır.
Çalışmanın evrenini Konya, örneklemini zihinsel engelli çocuklara eğitim vermekte olan Özel Portakal Çiçeği Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’ne devam eden
öğrencilerin aileleri arasından seçilen 20 ebeveyn oluşturmaktadır. Yarı yapılandırılmış mülakat formlarından elde edilen verilere betimsel analiz uygulanmıştır.
Yapılan araştırmada, zihinsel engelli bir çocuğa sahip olunduğunun öğrenilmesiyle birlikte ortaya çıkan olumsuzluklarla ve duygusal çöküntüyle baş etmede ailelerin dini kavramlara başvurduğu ve onlar için dini öğelerin rahatlatıcı bir güç olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Ayrıca ailelerin zihinsel engelli çocuğa bakışları ve
bu durumu algılayışları açısından kaderci bir anlayış içinde oldukları, buna bağlı olarak da içinde bulundukları durumu teslimiyetle karşıladıkları tespit edilmiştir.
Bu tebliğ, zihinsel engelli çocuk sahibi olmuş anne babaların dini tutum ve davranışlarını saptamaya yönelik olarak yapılmış olan nitel çalışmanın sonuçlarını
içermekte ve bu alanda yapılacak başka çalışmalar için yeni fikirler üretme potansiyeli taşımaktadır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
47
Hikaye ile Tedavi Yöntemi Bağlamında Mesnevi Hikayelerine Psikoterapötik Yaklaşımlar
Ayşe Şule YÜKSEL
İstanbul Üniversitesi, Din Psikolojisi Bölümü, Doktora Programı
Hikâyeler, eski çağlardan günümüze; ruhsal huzuru sağlama, davranış değişiklikleri yaratma ve rehber olma gibi işlevleriyle kullanılmış evrensel araçlardır. Çalışmamız,
hikâyelerin insan psikolojisi üzerindeki bu iyileştirici ve olumlu yönde değiştirici özelliklerini konu almaktadır. Hikâyelerin bu yönlerini araştıran bir gözle tarihe baktığımızda onların, kültürler ve dinler içinde, psikolojik işlevleriyle kullanıldıklarını görürüz. Onlar, farklı kültürler içerisinde, benzer pedagojik amaçlar çerçevesinde kullanılmaktadırlar. Dinler için de durum farklı değildir. Başta uzak doğu din öğretileri olmak üzere, dünya üzerinde en fazla takipçiye sahip üç büyük dinin kutsal kitapları, çok sayıda
metafor ve hikâye içermektedir. Dinler, hikâyeleri; ahlakî ve dînî mesajlarını takipçilerine iletmek ve mesajlarının daha iyi kavranmasını sağlamak için kullanmışlardır.
Modern psikoloji de, hikâyelerin bahsettiğimiz kullanımlarının sonuçlarına tepkisiz kalmamış, onların insan psikolojisi üzerindeki etkilerini temellendirmek üzere pek çok
araştırma yapmıştır. Ruhsal dengesizlik durumlarının düzeltilmesinde, çeşitli psikolojik vasıtalar kullanarak uygulanan ruhsal tedavi yöntemi/ yöntemleri olarak tanımlayabileceğimiz psikoterapiler içinde bazı yaklaşımlar, bu temellendirmelerden hareketle hikayeleri, terapilerinde değişim ve iyileşmeyi destekleyici, yardımcı unsurlar olarak
kullanmışlardır. Çalışmamız, bu psikoterapi ekollerini inceleyerek onların ortaya koyduğu özellik ve etkileri bir araya getirmiştir.
Sonuç olarak hikayelerin etkileri; sezgisel düşünme gücünü harekete geçirmeleri ile davranışı değiştirmede etkileyici ve rehber olmaları bakımından, psikoterapiler arası
eklektik bir yöntemle bir araya getirilerek bir model oluşturulmuştur.
13. yüzyıl mutasavvıflarından Mevlânâ Celaleddin Rumi de, ‘Mesnevî’ adlı eserinde, hikâyelere sıkça yer vermiş ve onların kullanımı hakkında çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştur. Hikayelerin psikoterapötik yönleri üzerine elde ettiğimiz modelle Mesnevi’ye yaklaştığımızda, iki temel nokta ön plana çıkmaktadır. Birincisi,
Mevlana’nın hikaye kullanımı konusundaki değerlendirme sistemidir. Çalışmamızda, Mevlânâ’nın, hikâye kullanımı hakkında yaptığı açıklama ve değerlendirmelerin, günümüz psikoterapi yaklaşımlarının ortaya koyduklarıyla paralel anlamlar içerdiği görülmüştür. Mevlânâ, hikâyelerin iyileştirici, kavramayı kolaylaştırıcı,
özdeşleşme sağlayıcı özelliklerine vurgu yapmış; mecazî yönleri ile sahip oldukları suret-mana ikiliğinden hareketle, onların sezgisel ve ruhsal yönümüze olan
etkilerine işaret etmiştir. O, dolaylı anlatımlar olarak hikâyelerin, içerdikleri tecrübî bilgilerle insanlara rehber olduklarını söyleyerek onların, davranışları değiştirme bağlamındaki etkilerinden söz etmiştir.
İkinci olarak tespit ettiğimiz şey, Mevlânâ’nın anlattığı hikâyelerin özellikleriyle alakalıdır. Mesnevî hikâyeleri; canlı, dikkat çekici fakat sade ve anlaşılır anlatımlarıyla okuyucuyu etkilerler. İlgi çekici olaylar, her türden karakterin bulunduğu hikâyelerde, sanatsal bir üslupla anlatılmıştır. Mevlânâ, hikâyelerinde yaptığı
derin rûhi tahlillerde; insanın güçlü ve zayıf yönlerini ortaya koymaktadır. Muhataplarının seviyelerini gözeterek seçtiği hikâye anlatımını, her kültür ve ırktan insanı
kucaklar şekilde, kültürlerarası bir düzlemde kullanmıştır.
Bu özellikler, Mevlânâ’nın hikâyelerinin, psikoterapilerde kullanılabilir oldukları izlenimini vermektedir. Çalışmamızda yer verdiğimiz hikâye tahlili ve psikoterapi uygulamaları da, bu tespitimizi destekler niteliktedir.
Örnek olarak sunduğumuz iki farklı psikoterapi uygulamasında psikoterapistler, Mesnevi’de geçen bir hikayeyi farklı psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde yardım edici
unsur olarak kullanmış ve olumlu sonuçlar aldıklarını ifade etmişlerdir. Çalışmamız, ortaya koyduğu modelle, İslam kültüründe örneğine sıkça rastlanan hikaye anlatımına
dayanan kitapların, modern psikoloji ilmi çerçevesinde incelenmesi noktasında bir örnek oluşturmaktadır. Değerli bir miras niteliğinde sahip olduğumuz bu kaynakları,
aynı zamanda psikoloji literatürü çerçevesinde yeniden okuyarak günümüzde de istifade edilecek bir düzleme taşımamız büyük gereklilik arz etmektedir.
Din psikolojisi alanında, ‘hikaye’ üzerine çalışmaların kısıtlı olduğunu da söylemeliyiz. Biz bu çalışmamızla, gerek din psikolojisi ve gerek din eğitimi alanında; Kur’an-ı
Kerim’de, hadislerde ve İslam geleneği içinde öneme sahip pek çok eserde, sıklıkla kullanılan hikâyeler için, psikolojik açıdan; ‘Hikâyeler insan psikolojisi üzerinde etkilidir’
şeklindeki yüzeysel yorumun bir adım ötesine geçtiğimizi düşünüyoruz. Çalışmamızın bu açıdan da, din psikolojisi alanına katkı sağladığını ümit ediyoruz.
Çalışmamızda nitel araştırma yöntemlerinden doküman incelemesi yöntemi kullanılmıştır. Bu yöntemle elde ettiğimiz veriler, betimsel analiz yöntemi ve eklektik yöntemle analiz edilmiştir.
48
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Salon
11.30-13.00
Oturum
10
A
Kent, Mekan ve Değişim
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Lütfi SUNAR
Ahmet Ayhan KOYUNCU
Kentte Mekan İmgesi ve Mekan Algısının Değişimindeki
Temel Dinamikler
İbrahim NACAK
Kentsel Mekanda Gündelik Hayat
Sezgül KARCIOĞLU
Kentin Mekânla Etkileşimi, Kent Meydanları Örneği
Seyit Ali EREN
Sivil Toplum ve Sivil İtaatsizlik Üzerine Kavramsal Bir Çerçeve
13.00-14.30 Öğle Yemeği Arası
Kentte Mekan İmgesi ve Mekan Algısının Değişimindeki Temel Dinamikler
Ahmet Ayhan KOYUNCU
Arş. Gör., Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Mekan konusu, son dönem kent sosyolojisinde başat konulardan birisi haline gelmiştir. Kente ilişkin önceki yaklaşımları Harvey, “kentin sorunları yerine kentteki sorunlarla ilgilenen” yaklaşımlar olarak görür. Buna göre her disiplin kenti, kuram ve önermelerini deneyeceği bir laboratuar olarak kullanmış, hiçbirisi kentin kendisi
hakkında ortaya kuram ve önerme atmamıştır. Bu bağlamda kent ile ilgili herhangi bir kuram, bir şekilde, kentin yüklendiği mekansal biçimle kentteki toplumsal
süreçleri bağdaştırmalıdır. Mekan bu anlamda, kentte ihmal edilmiş konuların başında yer alır.
Mekan, yakın döneme kadar daha çok fiziksel anlamı ile ele alınmış ve sosyologlardan daha ziyade kent planlamacılarının, mimarların, mühendislerin alanı olarak
görülmüştür. Klasik sosyologlar, teorilerinde mekan konusunu ikincil plana atarak, zamansal boyutu vurgulamışlardır. Mekanı sabit, fiziksel bir olgu olarak ele alıp,
gözlenerek verilerin elde edilebileceği statik bir yapı olarak düşünmüşlerdir. Ancak özellikle 1970’lerden sonra sosyoloji camiasında kent ve mekana ilişkin ilgi
artmıştır. Harvey başta olmak üzere Neo-Marksist ekol, kentin mekansallığını keşfetmiş ve mekanı salt bir fiziksel boyuttan kurtararak, içinde toplumsal ilişkilerin
şekillendiği, toplumsal üretim, tüketim ve yeniden üretim oluştuğu, toplumsal bir mekan olarak algılamaya başlamışlardır. Harvey’le birlikte Lefebvre ve Castels
gibi düşünürler de mekan ve toplumsal süreçler üzerine düşünce üretmişlerdir.
Bu çerçevede, çalışmada, öncelikle mekana ilişkin genel bir açıklama yapılacak ve daha sonra bu düşünürlerin mekana ilişkin düşünceleri ve mekan algısındaki
değişimin ana dinamikleri açıklanmaya çalışılacaktır.
50
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Kentsel Mekanda Gündelik Hayat
İbrahim NACAK
Selçuk Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Doktora Programı
Günümüzde toplumlar varlıklarını çoğunlukla, kendi tarihleri içerisinde bir yere dayandırırlar. Bu bir inanç, bir olay, bir kişi olabileceği gibi, bunların hepsini içerisinde barındıran ve bir kuşaktan diğerine sürekli aktarılan bir kültürde olabilir. Toplumlar kültürleriyle beraber var olurlar ve bu sayede bir aidiyet duygusu taşırlar. Dolayısıyla kültür, toplumların -tarihsel olarak- geçmişi ile bugününü hatta geleceğini birbirine bağlayan bir unsurdur. Kültür aktarımı çoğu zaman, insanın doğumu
ile başlayan toplumsallaşma süreci içerisinde kendiliğinden(bilinçsiz olarak) gerçekleşir. İnsanın içine doğduğu toplumun kültürünü edinmesi sürecine sosyal bilim
literatüründe kültürlenme denmektedir. Çoğu zaman farkında olunmadan gerçekleşen bu süreç, sadece insanlar arasında gerçekleşen bir süreç değildir. İnsanlar
kültürlerini aynı zamanda çevrelerine, yaşadıkları mekânlara da yansıtırlar. Tarih boyunca insanlar yaşadıkları mekânları kültürleri dâhilinde oluşturmuşlar, hazır
buldukları mekânları da zaman içerisinde kültürlerine bağlı olarak dönüştürebilmişlerdir.
İnsan, kültür ve mekân etkileşim halinde iken birbirlerinin nedeni oldukları gibi sonuçları da olabilirler. Sınırları açıkça belirlenemeyen insan-kültür etkileşimi belirli
bir zaman ve mekânda gerçekleştiği için bu etkileşimin mekâna yansıması ve mekânda bazı izler bırakması olağandır. Mekânlara yansıyan bu izler daha sonra
dünyaya gelecek insanlar için bir kültürel sermayeyi oluşturmaktadır.
Herhangi bir toplum hakkında bilgi edinmenin çeşitli yolları vardır. Bu yollardan birisi, o toplumu oluşturan insanların gündelik hayatlarına dair gözlemler yapıp,
tespitler sunmaktır. Kentte yaşayan insanların gündelik hayatının bir kesitini ortaya koymaya çalışmak, o toplum hakkında bilgi edinmeye yardımcı olacaktır. Çalışmanın konusunu genel anlamda mekân ve kültürün karşılıklı etkileşimi oluşturmaktadır. Çalışma kültürel değerlerden birer iz taşıdığı varsayılan
mekânlara odaklanmaktadır. Günümüze kadar kentler ile ilgili çeşitli alanlarda birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar çoğunlukla mimari alandadır.
Konya’nın fiziksel olarak merkezinde yer alan Alâeddin Tepesi ile ilgili ise hem mimari hem de tarihi alanda çalışmalar yapılmıştır. Konya Büyükşehir
Belediyesi’nin Kültür Müdürlüğü Yayınları tarafından 1996 yılında hazırlanan “Fotoğraflarla Geçmişte Konya” adlı eserde, Alâeddin Tepesi ile ilgili genellikle tarihi yapıların fotoğraflarının çekildiğini görebiliriz. Bu çalışmada Alaeddin Tepesi ile ilgili incelenecek olan tarihi yapıların dışındaki unsurlardır.
Öncelikle Konya’nın bir İslam ve Osmanlı kenti olduğu varsayımından hareketle ilk olarak kentin genel özellikleri üzerinde durmak amaçlanmaktadır. Daha
sonra Konya kentinin merkezinde yer alan Alâeddin Tepesinin diğer kent merkezlerinden ayıran özelliklerinden kısaca bahsedilecektir. Özetle bu çalışma;
Alâeddin Tepesi’nin geçmişten günümüze yaşadığı yapısal dönüşümü göstermesinin yanında; kent, mekân ve gündelik hayatın birbiriyle olan ilişkisini göz
ardı etmeden Alâeddin Tepesi’nde bugün gözlenen gündelik yaşamı ortaya koymaya çalışacaktır.
Kent ile ilgili yapılan bilimsel çalışmaların önemi kentlinin kentteki toplumsal yaşantısından daha önemli değildir. Çünkü ontolojik olarak kentlinin toplumsal
hayatı için bilimsel çalışmaların varlığına gerek yoktur. Fakat kent ile ilgili bilimsel çalışmaların yapılabilmesi için kentlinin toplumsal hayatı olmak zorundadır.
Günümüzde insanların çok azı gündelik hayatını uzmanların önerileri doğrultusunda yaşamaktadır. Yerel yönetimler aracılığıyla uzmanlar kentleşme sürecine etki
etseler de bu daha çok fiziki alanda mümkün olmaktadır. Sosyolojik olarak gündelik hayatın önemini peşinen kabul etmek kolaydır. Fakat bir sosyal olgu olarak
gündelik hayat incelenmek istendiğinde sosyoloji için dikkate değer, gözle görülür sosyolojik olguları ortaya çıkarmak zordur. Çünkü gündelik hayat bireyin yaşamında belirsiz bir yerde durur. Birey toplumsal yaşamını oluşturan diğer unsurlara göre gündelik hayatı daha rutin bir şekilde yaşar. Örneğin iş ve eğitim hayatı
gündelik yaşamın bir parçası olarak belirli bir rutini ifade etse de bunlarında dışında kalan zaman dilimlerine göre daha bilinçli olarak yaşanır. Gündelik hayat ise
bireyin aldığı kültür çerçevesinde çoğunlukla kendiliğinden gerçekleşir. Buna rağmen gündelik hayatın sosyolojisini yapabilmek, gündelik hayatı oluşturan öğeleri
tek tek açıklamakla mümkün olmaktadır. Özetle gündelik hayatı ifade eden davranış örüntülerini gözlemleyip daha sonra sınıflandırarak ifade etmek çalışmanın
yöntemini oluşturmaktadır. Ayrıca bu çalışma; bir kentsel mekân olarak Alâeddin Tepesi’ni sosyo-kültürel özelliklerine vurgu yaparak çoğunlukla fiziksel/mimari
alanda yapılan çalışmaların eksik kalan sosyolojik yönünü tamamlamaya çalışacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
51
Kentin Mekânla Etkileşimi, Kent Meydanları Örneği
Sezgül KARCIOĞLU
Marmara Üniversitesi, İstanbul Araştırmaları Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Kent mekân ile anlam ve işlev kazanır. Kent meydanları ise, kentin kimliğinin oluşmasındaki en büyük etkendir. Meydanlar kentin mekânla etkileşimin en somut
örneğidir. Meydanlar, Antik Yunan’dan günümüze kadar tarih boyunca süregelmiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde ise, daha belirgin olarak kendini göstermiş, kentin
yaşam alanı konumuna ulaşmışlardır. Bu yüzden kenti “meydan”dan ayrı düşünemeyiz. Bir mekânı okurken, mekânı sadece mimari ve kentsel açıdan ele almak
yeterli değildir, mekânı sosyal, ekonomik ve politik açıdan da okumak gerekir. İnsanların ilk kamusal mekânları meydanlardır. Çünkü meydanlar, kent sakinleri ile
kenti ziyaret edenlerin ortak paydada buluştuğu mekânlardır. Meydanlar, kent dokusu içinde, insanları hareketliliğe zorlamayan, insanların birbirleriyle ilişki kurmasına imkân veren mekânlardır. Bütün bileşenleri ile kenti okumaya çalışırken, kentin süregelen karmaşıklığının sadece meydanlarda çözüldüğü izlenmektedir.
Bir meydanın boyutları, biçimleri, çevresindeki öğeler, meydana açılan sokaklar, mimari nitelikleri, o meydanda yaşanan olaylar, meydanın nasıl bir kimliğe sahip
olduğu hakkında bize bilgi vermektedir. Meydanlar, zamana karşı direnç gösterirler. Bu açık alanlar, zamana karşı binalara göre daha dirençli oldukları gibi, kimlik
değiştirerek dönemden döneme devredilmiştirler. Mesela, bir dönemin önemli bir anıtının önünde bir açık alan, meydan konumlanmış ise, şehrin diğer kalanına
zaman içinde ne olursa olsun, meydana bir şey olmayacak, yaşamaya devam edecektir. Constantinople’nin “Hipodrom”u, Osmanlı Dönemi’nde “At Meydanı” olarak, günümüzde ise “Sultanahmet Meydanı” olarak varlığını devam ettirmiştir. Kent alanında yapılan değişimlerle beraber, meydanlar da değişime ve çeşitliliğe
uğramıştır, pazar meydanları, oyun meydanları, toplantı meydanları, trafik meydanları, dini meydanlar, ticaret meydanları gibi işlevlerin çeşitlendiği meydanlar
oluşmuştur.
Meydanlar, cadde ve sokakların zıttı özelliğe sahiptirler. Meydanlar, merkezidir, kapalıdır ve dinamik değildirler. Meydan, kentsel bütünlüğe cadde ve
sokaklarla bağlanır, yeni bir yerleşme dokusu oluşturur. Meydanlar, antik dönemden Cumhuriyet’e kadar, her zaman kent kültürünün önemli bir öğesi
konumundadırlar. Ancak, Cumhuriyet sonrası hızla gelişen kentleşmeyle beraber, meydanlar da nitelik değiştirmiştir. Bu alanlar kentlerimizin kimliğini
ve kişiliğini ortaya koyan önemli bir kentsel yaşam odağı iken, şimdilerde taşıt meydanları veya otopark olarak kullanılmaktadır. Avrupa kentlerinde meydanlar, kent yaşamının odağı dış mekânlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında meydanlar, çağdaş bir sosyal yaşamın uzantısı olarak tasarlanmışken, zamanla
kullanım alanları değişmiştir. Günümüzde daha çok park ve tören alanı olarak kullanılmaktadır. Doğan Kuban, eski Türk kentlerinde, genellikle meydan
bulunmadığından, meydan işlevini camii ve cami avlularının yerine getirdiğinden bahseder.
52
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Sivil Toplum ve Sivil İtaatsizlik Üzerine Kavramsal Bir Çerçeve
Seyit Ali EREN
Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Geçtiğimiz yüzyılı, insanlık tarihinin diğer dönemlerinden ayıran temel noktalardan belki de en önemlisi siyasal ve toplumsal yapının şekillenişinde etkili olan faktörlerin
çeşitlilik arz etmesidir. Bu çeşitliliği sağlayan unsurlardan başlıcalar, kent hayatının gelişmesi ile ortaya çıkan sivil toplum ve 1900’lü yılların başından itibaren Thoreau ve
Gandhi’nin ön ayak olduğu bir hareketin ürünü olarak ortaya çıkan Sivil İtaatsizlik edimidir. Sivil toplum en genel anlamıyla bireyin kendi kaderini belirleyebilmesi, devlet
otoritesinin dışında kendisi hakkında kararlar vermesi, ekonomik anlamda engellemelerle karşılaşmadan rahatça girişimde bulunması, kültürel, dini özelliklerini gerçekleştirebilmesi anlamına gelmektedir. Kısaca sivil toplum, bireylerin gönüllü örgütlenmeler kurarak resmi ideolojiyi etkilemeye çalışmalarıdır. Sivil itaatsizlik ise karşılaşılan
herhangi bir haksızlığa karşı şiddet içermeyen, kamuoyuna açık olan, yasal olmayan ama bütün yolların denenmesinden sonra bilinçli olarak oluşturulan herhangi bir
hukuk normunun değiştirilmesi için oluşabilecek sonuçların tümüne katlanan birey ve grupların ulaşılmak istenilen hedefe varıncaya kadar gerçekleştirdikleri protesto
hareketleridir. Sivil Toplum, zamanla gönüllü birlikteliklerin sonucu oluşan örgütsel hareketin çerçevesi içine girince kurumsallaşan Sivil Toplum Örgütleri ön plana çıkmaya
ve etkin olmaya başladı. Kısa zamanda gönüllülük esasına göre oluşan STÖ’ler dünyada ve ülkemizde işlevsel açıdan fark edilen bir gelişim gösterdi. Son yüzyıl düşünürleri
demokrasinin, insan hakları anlayışının gelişmişliği ile toplumdaki Sivil örgütlenmelerin yaygınlığı-etkinliği arasındaki paralelliğe dikkat çektiler. Günümüzde her ne kadar
bu düşünce birçok toplumda yazılı olarak ön planda bulunsa da uygulamadaki pasiflik ve isteksizlikler toplumsal yapılarda önemli sorunların doğmasını engelleyememiştir.
Bu durum ayrıca STÖ’lerin etkinliği sorununu da gözler önüne sermiştir. Araştırmalara göre; sivil toplum örgütleri (özellikle ülkemizde) hareket alanları daralmış bir durumda faaliyette bulunmaktadırlar. Her ne kadar zaman içinde nicelik olarak bir artış olsa da nitelik ve etkinlik olarak aynı değerlendirmeyi yapmak STÖ’ler açısından
mümkün değildir. Gönüllü birliktelikler sonucu meydana gelen STÖ’ler (sivil bir teşekkül olmaları, baskı unsuru gücüne sahip olmaları, demokratikleşmede birincil
derecede rollerinin olması gibi) önemli yapısal fonksiyonlarından yoksun olarak varlıklarını sürdürmekle karşı karşıya kalmışlardır. Ülkemizde 1980 sonrasında bu
tür kuruluşların toplumsal, siyasal, ekonomik vb. gibi sorunlara karşı birlikte karar alma hatta hareket etme süreci içerisine girdikleri görülmektedir. Bu dönemde,
çeşitli sorunların, analitik yaklaşımlarla eşit alanlar ve aynı ortamlarda tartışılmaya başlandığı bir konjonktür oluşturulup daha etkin hareket etmek için üst
yapılanmalara doğru yeni adımlar atılmaya başlandığı fark edilen bir gerçektir. Lakin bu durumun ötesinde sivil toplum ve sivil itaatsizlik hem kavramsal hem de
olgusal açıdan farklı çerçeve ve gerçekliklerde tartışılmaktadır. Bu çalışmada; sivil toplum ve sivil itaatsizlik olgularının nasıl ortaya çıktığı, hangi anlamlara geldiklerini ve gerçek anlamda karşılıklarını özellikle 1980’den bu güne Ülkemizdeki sivil toplum ve sivil itaatsizlik olgularının işlevsel açıdan etkinliğini sorgulamaktadır.
Sivil toplum ve sivil itaatsizlik son yüzyılda üzerine olumlu değer yüklenen seçkin kavramlardandır. Sempatik ve dokunulmazlık kılıfına sahip bu kavramların önemi
her geçen gün giderek artmaktadır. Ama ülkemizde bu kavramlar tarihsel süreç içerisinde oldukça farklı anlamlarda kullanılmıştır veya tanımlanmıştır. Bu çalışma,
sivil toplum örgütleri ve sivil itaatsizlik gibi iki önemli kavram ve olgunun ülkemiz konjonktüründe tanımlanma ve anlamlandırma çabalarını sunma amacında olmasına
rağmen, her iki kavramın tarihsel süreçte ve dünyadaki serüvenine de yer verilmiştir. Ortaya konulan bilgiler, ülkemiz açısından pek iç açıcı olmasa da sivil toplumun örgütlülük açısından önemli bir fonksiyona sahip olduğunu ve sivil itaatsizliğin de bu örgütlü durumun bir gereği olarak bazı toplumsal taleplerin yerine getirilmesi noktasında
önemli bir işlev gördüğü gözden kaçırılmaması gereken bir durumdur. Toplumumuz açısından bakıldığında, yaşanan bir takım kötü tecrübelerin de etkisiyle sivil itaatsizlik
eylemleri çözüm noktasında başvurulması gereken ama bunu yaparken de resmi söylemin karşısında olmaktan kaçınma isteği dikkat çekmektedir. Bu görüntü, istenilen
amaca ulaşmada toplum üzerinde olumsuz bir etki yaratmakta ve sivil itaatsizlik eylemleri sonuca ulaşmada eksik kalmaktadır. Genel olarak bu çalışma, sivil toplum ve
sivil itaatsizlik kavramlarının tarihsel süreç içerisinde oluşumu, gelişimi ve kullanımını ayrıca bu kavramların hangi anlamları içerdiğini kısaca ortaya koymaktadır. Bu iki
kavram üzerinde beyan edilen toplumsal-kuramsal bazı fikirlere de yer verilerek, sivil toplum-demokrasi-liberalizm etkileşimi ve sivil itaatsizliğin olgusal açıdan neleri
ihtiva ettiği gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
53
11
Oturum
B
Salon
11.30-13.00
Doğudan Batıya, Eğitimden Öyküye
İslami İlimler
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Halit ÇALIŞ
Yusuf Sinan ZAVALSIZ
Türkiye’de Hıristiyan Olan Müslümanlar: Psiko-Sosyolojik Bir Araştırma
(1990-2010)
Osman YILMAZ
“Klasik Arapça” Öğretimi – Teliften Kavram Saptamasına
Fatih ARSLAN
Hadislerde Eğitim Öğretim İlkeleri Üzerine Bir Deneme
-Cibril Hadisi ÖrneğiAbdullah Esat BAĞCI
Suriye Öykücülüğü’nde er-Rakka Kenti
Necmeddin GÜNEY
Batıda Hazırlanan İslam Ansiklopedilerine Genel Bir Bakış
13.00-14.30 Öğle Yemeği Arası
Türkiye’de Hıristiyan Olan Müslümanlar: Psiko-Sosyolojik Bir Araştırma (1990–2010)
Yusuf Sinan ZAVALSIZ
Dr., İstek Özel Belde Anadolu Lisesi
Türkçede din değiştirme, şayet birey İslam dinine dahil oluyorsa hidayete erme ya da ihtida, İslam’dan ayrılıp başka bir dine geçiyorsa irtidat kavramıyla karşılanır.
İngilizcede ise, religious conversion şeklinde ifade edilmektedir. Bireyin mensubu olduğu dinin emirlerini yerine getiremeyerek bunu yapmaktan vazgeçmesi veya
daha önce inançsız olduğunu söylerken bir noktadan sonra ait olduğu toplumun dini kurallarını kabul ederek dindarlaşması ya da bir dini terk ederek bir başka dine
inanması, conversion kelimesi ile tanımlanmaktadır.
Türkiye’de özellikle 90’lı yılların sonlarında, bir taraftan “İrtica hortladı.” denilerek 9–10 yaşındaki çocukların Kur’an kursuna gitmesi yasaklanmış, diğer taraftan 17
Ağustos Marmara Depremi sonrasında depremzedelere yönelik misyonerlik çalışmaları işaret edilerek “Din elden gidiyor.” serzenişleri yükselmişti. Üstelik irticanın
hortladığını dile getirenlerle, dinin elden gittiğini ifade edenler aynı kesimdendi. Acaba misyonerlik çalışmaları sonucunda ne kadar insan din değiştirerek Hıristiyan olmuştu? Bu insanlar gerçekten din değiştirmiş miydi, yoksa başka amaçların peşinde mi sürükleniyordu? Hıristiyan olanlar açısından İslam dininde eksik kalan
neydi ki din değiştirmişlerdi? Kısacası, din gerçekten elden gitmiş miydi? Araştırmamız boyunca bu soruların cevaplarını bulmaya çalıştık.
Türkiye’de din değiştirerek Hıristiyanlığı tercih edenlerin sayısında 90’lı yıllardan itibaren artış gözlenmiştir. Türkiye Protestan Kiliseler Birliği Basın Sözcüsü İsa Karataş, Türkiye’de 5.000 kadar Protestan Hıristiyan bulunduğunu söylemektedir. Din değiştirerek Hıristiyan olanların hangi sebeplerle Hıristiyanlığa geçtiği, sosyal
olayların monist sebeplerle izah edilememesinden hareketle din değiştirme olgusunun psikolojik ve sosyolojik arka planını irdelemeyi gerektirmektedir.
Bu çalışma, 1990–2010 yılları arasında Türkiye’de Hıristiyan olan Müslümanları ele almaktadır. Bir alan araştırması olan çalışmamız, dokümantasyon metodu, katılımsız gözlem, anket ve mülakat yoluyla elde edilen verilerden oluşmaktadır. Çalışmamızda 32 denek 87 soruya cevap vermiş ve mülakatların %
84.4’ü ses kaydı alınarak gerçekleştirilmiştir. Çalışmamızda, araştırmamıza konu olan deneklerle ilgili kişisel bilgilere yer verilmiş, deneklerin çocukluk ve
ergenlik dönemlerinin yanı sıra her iki dönemde dinle ilişkileri incelenmiştir. İslam dinini hangi sebeplerle terk ettikleri irdelenmiş, Hıristiyanlığa geçiş süreci ele alınmıştır. Son olarak, deneklerin Hıristiyan olduktan sonra hangi durumlarla karşılaştığı ve neler yaşadığı anlatılmıştır. Ayrıca Batı’da ve Türkiye’de
yapılmış olan benzer çalışmalar mukayese edilmiştir.
Bu sahada yapılan çalışmalar her ne kadar din psikolojisinin ilgi alanında olsa da aile psikolojisiyle birlikte ele alınmadan bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.
Dolayısıyla, din değiştiren bireyin çocukluk ve ergenlik döneminde ailesiyle ilişkisi başta olmak üzere birçok etken din değiştirmesine doğrudan ya da dolaylı olarak
tesir etmiştir. Din değiştirme olgusunun arka planındaki kodlar; bireyin yetiştiği aile ortamı, ailesiyle diyalogu, ailesiyle birlikte yaşayıp yaşamadığı ve özelikle de
babasıyla ilişkisinde gizlidir. Freud, dini tecrübeyi yorumlarken baba figürünü merkeze oturtmuştur. Onun geliştirdiği psikanalitik görüşe göre, dini inanç ihtiyacı
anne-babanın çocuğu hayal kırıklığına uğratıp uğratmaması ile de ilgilidir. Anne-babasının her halükarda kendisini koruyabileceğini düşünen çocuk, bunun böyle
olmadığının farkına vardığında bu algı ve umutlarını yeni bir süper varlığa transfer eder. İnsanlar babalarına atfettikleri özellikleri Tanrı’ya yansıtıp babalarıyla
olan ilişkilerini Tanrı’yla aynı şekilde modellemiştir. Freud’a göre din değiştirme olgusu, endişeyi hafifletmek üzere devreye sokulan bir savunma mekanizmasıdır.
Bunun yanında çocuklukta ebeveyni tarafından dini konularda bilgilendirilip bilgilendirilmediği ya da baskı altında tutulup tutulmadığı, ergenlikte görülen çatışma
ve kimlik krizi neticesinde kimlik değiştirme isteğini ortaya koyar. Kısacası çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanan travmatik tecrübeler din değiştirmede çok
etkilidir. Bütün bunlar Hıristiyanlığın hakim kültür olan Batı’nın dini olmasıyla aynı ortamda buluştuğunda din değiştirmek, içinde bulunulan durumdan kurtulmak
adına tercih edilen bir yol olabilmektedir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
55
“Klasik Arapça” Öğretimi – Teliften Kavram Saptamasına
Osman YILMAZ
Öğr. Gör., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
Sâmî diller arasında yer alan Arapça, İslam’la birlikte bir din diline dönüşünce dilsel bakımdan yoğun biçimde incelenmiş ve işlenmiştir. Gaye; lehçeler üstü,
çatısı değişmez, dini metinlerin izahında kullanılabilecek, olabildiğince ilgili dönemin dilinin otantikliğine erişilebilecek ve hataları bertaraf edebilecek bir dil
manzumesi oluşturmaktır. Din dili haline gelen Arapça halk arasında kullanılırken, dili hatalardan kurtarmak ve doğru şekilde korumak düşüncesiyle Arapçanın
sınırlarının çizilmesi ve öğretilmesi için, ilk dönemlerden itibaren yapılan çalışmalar sistematikleştirilmiş ve böylece klasik öğretim metodu oluşmuştur. Kitap-birey
eşleştirmesinden çok hoca-talebe-kitap üçlüsüyle bu usul, tüm İslam aleminde çatısı aynı olmak kaydıyla kimi değişiklerle hala varlığını sürdürmektedir. Bu usulün
işletilebilmesi için çeşitli eserler kaleme alınmış alandaki tedvin ve tercih eserlerinin ardından muhtasarlar telif edilmiştir. Gerek muhtasarlar gerekse zamanla birer
edebiyat türü haline gelen şerh ve haşiyeler aslında aynı gayeye matuf telif faaliyetleridir. İşlev ve üretimleri farklılık arz etse de hareket noktaları bakımından her
birisi ortaktır: Arapçanın öğrenim ve öğretimi. Tüm çabalara rağmen tarihte Arapça öğretimi meselesi daima sorun teşkil etmiştir. Bu sorunların giderilmesi ve yeni
yöntemlerin geliştirilmesi için aralarında klasik yöntemi benimseyenlerin de yer aldığı pek çok kişi çeşitli denemelerde bulunmuştur. Bahse konu girişimlerden
Osmanlı son döneminde cereyan eden bir deneme manzumesi gerek telif esası gerekse işleyişi bakımından bu günün çabalarına benzemesi hasebiyle dikkat çekicidir. Tasarlanan bu çalışmada tespit, mukayese ve tahlil esaslı bir okuma yapılarak Arapça-Nahiv öğretimi hususunda tekamül zincirinin halkaları denilebilecek
telif geleneği; eserlerin dönüşümü, geçiş evrelerindeki basamakları ve işlevsellikleri göz önünde bulundurularak değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bir medeniyetin tasdik ve tasavvurunu ortaya koyan Arapça-Nahiv öğretiminde “klasik yöntem” kavramının ilgili teliflerden hareketle sunulması amaç edinilmektedir.
Ulaşılmaya çalışılan sonucun, bir kavram kargaşasında uzlaşı imkanı sorununa farklı bir yorum katacağı düşünülmektedir. Tarih aralığı bakımından uzun
bir zaman dilimini içeriyor gibi görünse de konu, ilgili zaman aralığı içinde sosyal vakıayla paralellik arz eden din-dil-gelişim ilişkisinin eserler üzerinden
hareketle öğretimdeki tezahürünün kavramsallaşmasını resmetmek ve örneklendirmekle sınırlıdır. Örneklem ilk edebiyat türlerinden mevcut eserlere
kadar uzanan bir yelpazeden tespit edilerek ilk etapta konu değil işlevi ikincil konumda ise muhtevanın konu edilmesinin sebepleri doğrultusunda ele
alınmaya çalışılacaktır. Öngörülen sonuçlar: 1. Klasik eğitim metodu isimsel bir yanılgı oluşturmaktadır. 2. Salt yeni yöntemler yada klasik bazlı öğretim
sistemleri sıkıntılar içerse de her sistem kendi içinde tam ve tutarlı belki eksiktir. 3. Din-dil-gelişim düzeneğinde dinin tasdik ve tasavvur unsurları ele alınıp
dile aktarılmış ve buradan hareketle dilsel gelişime yol açılmıştır. 4. Telif geleneği, diğer gelişmişin peşinde kendisine yer ararken medeniyetinde silikleşmiştir.
56
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Hadislerde Eğitim Öğretim İlkeleri Üzerine Bir Deneme -Cibril Hadisi ÖrneğiFatih ARSLAN
Arş. Gör., Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Din nedir diye sorulsa Cibril hadisini okuyup en son Hz. Peygamberin (s.a.v.) ifadesiyle Din işte budur diyebiliriz. Cibril hadisi içinde eğitim öğretimin birçok alanına
ışık tutacak bilgileri havidir. Cebrail ve Rasul-ü Ekrem arasında bir hoca ve talebe ilişkisi içerisinde cereyan eden belki de şimdiye kadar eğitimciler tarafından ihmal
edilen bir metotla bir öğretim tarzı söz konusudur. Dinleyicilerin önünde zahiren sanki birbirlerinden bir şeyler öğrenmek için sorulan ama aslında dinleyicileri eğitme gayesine matuf bir öğretim tarzı söz konusudur. Çalışmamızda Cibril hadisi özelinde eğitim-öğretim ilkeleri çıkarılacaktır. Bu alanda yapılan çalışmalarda daha
çok peygamber efendimizin kullandığı eğitim öğretim metotları üzerinde durulmuş fakat hadislerden eğitimle ilgili genel ilkeler ve prensipler çıkarılması üzerinde
fazla çalışılmamıştır. Cibril hadisinin arka planı ve satır aralarının da incelenmesi suretiyle eğitim öğretimle ilgili genel ilkelere ulaşılmaya çalışılacaktır. Mesela
Cebrail’in (a.s) soru sorma tarzından hareketle –diğer hadislerle de irtibatlandırarak- soru cevap metoduyla ilgili ilke veya ilkeler belirlenecektir. Hadisteki ortamın
tasvirinden hareketle –diğer hadislerden de istifade ederek- eğitim öğretim ortamlarıyla ilgili temel ilkeler belirlenmeye çalışılacaktır. Cibril’in kıyafetinden usul,
tavır ve tarzından hareketle; öğretmenin giyim kuşamı, hal ve hareketlerine kadar birçok konuda -bu konuyla alakalı diğer hadislerden de istifade etmek suretiyleilke bazında bir takım çıkarımlar yapılacak ve bu çıkarımlar temellendirilmeye çalışılacaktır.
Son olarak çıkarılan bu ilkelerle çağdaş eğitim öğretimdeki mevcut temel ilkeler arasında da bir karşılaştırma yapılacak farklılıklar ortaya konulacak, çalışmamız
aynı zamanda hadislerin de ilke bazında anlaşılması yönünde bir adım olacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
57
Suriye Öykücülüğü’nde er-Rakka Kenti
Abdullah Esat BAĞCI
Arş. Gör., Necmettin Erbakan Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
Ülkemizin sınır komşusu olan Suriye’nin binlerce yıldır pek çok medeniyete, ulusa, ev sahipliği yaptığı bilinmektedir. Suriye, siyasal ve kültürel geçmişiyle pek
çok farklı kültüre kucak açmış ve zaman zaman bu kültürlerin etkisinde kalmıştır. Tarihin neredeyse hiç bir döneminde sahipsiz kalmamış Suriye yıllarca Osmanlı
Devleti’nin sınırları içerisinde yer almıştır. Suriye’nin hemen her köşesinde tarihten bir iz bulunmakta ve onun sahip olduğu bu tarihi doku bugüne de yansımaktadır.
Suriye kültür dünyası çok önemli merkezlere sahiptir. Bunların başında kuşkusuz “Dimeşk” gelmektedir. Emeviler’e başkentlik yapmış olan Dimeşk, geçmişte îfâ
ettiği kültürel ve siyasal fonksiyonu bugün de sürdürmektedir. Kültürel alanda pek çok sanatçı, şair, yazar yetiştirmektedir. Dimeşk’in bu aktiviteleri şüphesiz diğer
vilayetleri etkilemektedir. Suriye’nin diğer kentlerinde de sanatsal ve edebî faaliyetler gelişmekte ve ürün vermektedir.
Biz çalışmamızda bu kentlerden birisi olan er-Rakka’yı ve er-Rakka öykücülüğünü konu edinmeyi uygun gördük. Suriye’nin son yıllarda öykü sahasındaki parlayan yıldızı olan er-Rakka, edebiyat sahasında da adından sıkça söz ettirmektedir. Edebiyat sahasının önemli ürünlerinden birisi de öyküdür. Kuşkusuz er-Rakka
öykücülüğünün mimarı Suriye öykücülüğünün en önemli isimlerinden olan ‘Abdusselâm el-‘Uceylî’dir. Öykü alanına kattığı değer tartışmasız olan yazar, Suriye
edebiyatının taklitten kurtulup modern boyutlara ulaşmasını sağlayan isimlerdendir. er-Rakka’da el-‘Uceylî’yle başlayan öykü konusundaki hareketlenme önemli
boyutlara ulaşmıştır. Öykü alanında ulusal ve uluslararası yetkinliğe kavuşmuş pek çok er-Rakkalı yazar el-‘Uceylî’den devraldığı bayrağı taşımaktadır. Her geçen
gün daha geniş ve daha güzel bir kültür hazinesine doğru yürüyen er-Rakka kenti üzerinde durulması gereken kentlerden birisi olmuştur. Sahip olduğu tarihi
yapısı da onun kültürel zenginliğine katkı yapmaktadır. Günümüzde üzerinde en fazla araştırma yapılan yazar yine el-‘Uceylî olmuştur. Gerek Suriyeli gerek
Türk gerekse diğer ülkelerden edebiyatçılar, dilbilimciler bu yazarın hayatını ve eserlerini konu edinmektedir. Son yıllarda diğer yazarlar da ulusal ve uluslar
arası etkinliklerde ağırlıklarını hissettirmektedir. Hammûd el-Musa, Mâcid Reşîd el-‘Uveyyid ve Necâh İbrahim bu yazarlardan sadece bir kaçıdır. er-Rakka
kenti öykü alanında ağırlığını her geçen gün daha belirgin şekilde ortaya koymaktadır. Sahip olduğu değerler açısından öykü alanında etkin bir konuma
ulaşan şehir, ülkemizden de bazı edebiyatçıların dikkatini çekmiştir. Böyle bir çalışma yapılmasının nedenlerinden birisi de er-Rakka’nın dikkatleri çeken
bu özelliğidir. Yetiştirdiği önemli isimler bu kentin adını duyurmakta ve bu kenti öykü konusunda cazibe merkezlerinden birisi haline getirmektedir.
Suriye öyküsü geçirdiği tarihsel dönemler sonucunda önemli gelişmeler kaydetmiştir. Arap dünyasında XX. asrın başlarından itibaren yazılan öyküler ilk
zamanlar batı âleminin birer taklidi niteliğindeyken bu özellik zamanla değişmiştir. er-Rakkalı öykücüler Suriye öykü tarihinde isimlerinden söz ettirmişler ve
ettirmeye devam etmektedirler. Çalışmamızda konu edindiğimiz isimlerden birisi olan Abdusselam el-‘Uceylî, modern Suriye öykücülüğünün en önemli temsilcilerindendir. Suriye öyküsünün gelişim safhalarında önemli rol oynayan diğer isimlerden bazıları şunlardır; Mâcid Reşîd el-‘Uveyyid, Necâh İbrahim, Abdullah
Ebû Heyf, İbrahim el-Halil, Sami Hamza, Halil Câsim el-Humeydî. Bu yazarlar altmışlı yıllardan itibaren öyküler kaleme almışlardır. Bir önceki kuşak olan el-‘Uceylî
ve diğer yazarların geliştirdiği teknikleri daha da ileri boyutlara taşımışlardır. Mesela taklit döneminde uzun ve karmaşık olan cümleleri daha kısa ve daha süslü
bir şekilde ele almışlardır. Yukarıda adı geçen öykücülerin yanında Sami Hamza, İbrahim el-Cerrâdî, Musa el-Halûl, Subhî Sa‘îd Kadîmatî ve son dönemde Seher
Süleyman gibi isimler çalışmamızda yer almakta ve incelenmektedir. el-‘Uceyli üzerinde yapılan araştırmalar diğer yazarlar üzerinde tam anlamıyla yapılmamıştır.
Son zamanlarda Mâcid Reşîd üzerine de bazı çalışmalar yapılmıştır. Yine Necâh İbrahim’in bazı eserleri Türkçeye çevrilmiştir. Bütün bu isimlerin Suriye ve dünya
edebiyatına az ya da çok katkıda bulundukları açıktır. Adı geçen er-Rakkalı yazarlardan bazıları hakkında derinlemesine çalışma yapılmıştır. Ancak birçoğu bölgesel
düzeyde tanınmakta, uluslararası tanınma fırsatını ise ya bulamamakta ya da çok az bulmaktadır. Son yıllarda Suriye öykücülüğü ile yapılan çalışmalara bir katkı
olması amacıyla düşündüğümüz bu çalışma konuyu biraz daha özelleştirmekte ve er-Rakka ile sınırlamaktadır. Bu çalışmamız er-Rakka’nın öykü adına sahip olduğu
değerleri içermesi bakımından önem taşımaktadır.
58
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Batıda Hazırlanan İslam Ansiklopedilerine Genel Bir Bakış
Necmeddin GÜNEY
Arş. Gör., Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
Batı dünyasının genel olarak doğu medeniyetlerini, özelde ise İslam’ı ve Müslüman kültürünü tanımaya yönelik çalışmaları eskilere gitmekle birlikte, temelde son
iki yüzyılda yoğunluk kazanmıştır. Sömürgecilikle paralel olarak gelişen bu çalışmaların artmasında, ilmi merakla birlikte, ekonomik, kültürel, siyasi ve stratejik
amaçlar da etkili olmuştur. Oryantalistler, İslam ve kültürü alanında yoğun mesai harcamışlar ve bu alanda geniş yelpazede çeşitli yayın türleri ortaya koymuşlardır.
Bu yayın türlerinden birisi de, İslam ve toplumları hakkında hazırlanan çeşitli ansiklopedilerdir. Çok sayıda madde yazarınca kaleme alınan ve editörlerce düzenlenen bu ansiklopediler, gayr-i müslim araştırmacılar için uzun süredir ilk başvuru kaynakları olarak kütüphanelerde yerlerini almıştır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla
bu ansiklopedileri tanıtan ve değerlendiren genel bir çalışma yapılmamıştır.
Tebliğimizde bu boşluğu doldurmak amacıyla, başta Encyclopaedia of Islam serisi (I, II ve III. edisyonlar) olmak üzere, Encyclopaedia of the Quran, Encyclopaedia
of Women and Islamic Cultures tanıtılacaktır. Tebliğ çerçevesinde bu çalışmalar tanıtılacak, bu çalışmaların yayımında takip edilen yol, finansman kaynakları, yüklendikleri misyon, bu eserlere yapılan bazı eleştirilere yer verilecek; bunlardan ilhamla İslam dünyasında neşredilen bazı İslam ansiklopedilerine de kısaca atıfta
bulunulacaktır.
İslam ansiklopedisi serisi, günümüzde Batı’da İslam alemi hakkında en önemli kaynaklardan biri kabul edilmektedir. Bu serinin ilki olan The Encyclopaedia of
Islam (1st edition), İslam dünyasının varlık mücadelesi verdiği XX. yüzyılın başında hazırlanmıştır (1913-1936). Bu ilk yayım, İngilizce, Almanca ve Fransızca
olmak üzere üç dilde yayınlanmıştır. Diğer bazı doğu dillerine de çevrilen bu ilk yayım, 1939’daki I. Türk Neşriyatı Kongresi’nde alınan karar doğrultusunda
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1940-1987 yılları arasında XIII cilt halinde “tercüme, ta’dil ve ikmâl yoluyla”Türkçeye kazandırılmıştır. MEB’in neşrettiği bu
eser, sadece bir tercüme değildir; yeniden telif edilmiş veya önemli ölçüde elden geçirilmiş maddeler içeren genişletilmiş bir Türkçe neşirdir.
Serinin ikincisi olan The Encyclopaedia of Islam (New Edition) ise genişletilmiş ikinci yayımdır. 1954-2002 yılları arasında, İngilizce ve Fransızca olarak
yayınlanmıştır. Serinin üçüncüsü olan ve sadece İngilizce olması düşünülen üçüncü yayım (3th Edition) ise halen devam etmektedir ve ilk birkaç cildi fasikül
halinde basılmıştır. Bu ansiklopedinin ilk yayımının 1913-1936 yılları arasında hazırlanmasındaki hedeflerden biri, sömürge imparatorluklarının hakimiyeti altında bulunan İslam toprakları hakkında güvenilir bilgi toplamak ve buralara gidecek görevlilere yardımcı olmak idiyse de; eserin ikinci yayımının, ilk
yayımına kıyasla daha ilmi bir nitelik taşıdığı gözlenmektedir. Henüz başlamış olan üçüncü yayımının ise akademik açıdan daha da ileri bir merhale kaydedeceği
düşünülmektedir.
Batıdaki diğer önemli bir çalışma, 2001–2006 yılları arasında tamamlanan Encyclopaedia of the Quran’dır (EQ). 6 ciltten oluşan eserin son cildi indekstir. Bu ansiklopedinin maddeleri de batıda çeşitli üniversitelerde görev yapan 200 civarında akademisyen tarafından kaleme alınmıştır. Bu maddelerin kontrol ve uyumunu
ise geniş bir editörler kurulu sağlamıştır. Alfabetik olarak sıralanmış 1000 civarındaki madde başlığıyla, EQ İngilizce olarak Kur’an hakkındaki en kapsamlı başvuru
kaynağı olma özelliği taşımaktadır.
Ele alacağımız son çalışma ise Encyclopaedia of Women and Islamic Cultures’dır (EWIC). Bu çalışma, 1000 civarındaki akademisyenin Müslüman kadınların yaşadığı
dünyadaki bütün yerler ve tüm tarihi süreç hakkında yazdıkları değerlendirmeleri toplayan 5 ciltlik bir eserdir. 410 civarındaki temel başlığı kapsamaktadır ancak
salt alfabetik bir tasnif söz konusu değildir. EWIC’ın amacı ve tasnif mantığı, ansiklopedinin mukaddimesinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
59
Salon
11.30-13.00
Oturum
12
C
Edebiyat, Minyatür ve Musiki
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Berat AÇIL
Özlem GÜNEŞ
Edebiyat- Minyatür İlişkisi (Fahri’nin Hüsrev u Şirin Mesnevisini Minyatürler ile Okuma Denemesi)
Mukadder GEZEN
Zarf mı Mazruf mu? Osmanlı Şairlerini Mektuplardan Okumak
Veysel DOĞANER
Tanzimat Dönemi Şiir Poetikası
Zeynep YILDIZ
Tekke ve Tasavvuf Musikisinde Güfte: Kavvali Örneği
13.00-14.30 Öğle Yemeği Arası
Edebiyat- Minyatür İlişkisi (Fahri’nin Hüsrev u Şirin Mesnevisini Minyatürler ile Okuma Denemesi)
Özlem GÜNEŞ
Dr., Milli Eğitim Bakanlığı
Fahrî, hakkında kaynaklarda hiçbir bilgi bulunmayan XIV. yüzyıl şairidir. Onun 1367/h.768’de yazdığı Husrev u Şîrîn mesnevisi günümüze tek nüsha olarak ulaşabilmiştir. Fahrî, Aydınoğlu İsa Bey’e sunduğu bu eserini oluştururken Firdevsî’nin Şehnâme’sinden ve Nizâmî’nin Husrev u Şîrîn’inden faydalanmış ve hikâyeyi bazı
motifler katarak zenginleştirmiştir. Fahrî, bu mesneviyi Anadolu’da tercüme eden ilk şair olması Türkçe kelimeler kullanmaya çalışması ve döneminin dil özelliklerini
vermesi bakımından önemlidir. Doğu edebiyatlarında çok yayılmış ve tanınmış hikâyelerden biri olan Husrev u Şîrîn’in konusu Sâsânî hükümdarı Husrev’in (m.
596-628) hayatına ve aşk maceralarına dayanmaktadır. Tarihî kaynaklar Husrev’in saltanatını, siyasi hayatını geniş bir şekilde ele aldıkları hâlde Şîrîn ile ilişkisi noktasında çok az bilgi vermişlerdir. Esasen hikâye birinci planda ve en geniş ölçüyle aşk macerasını anlatmakla beraber, ikinci planda siyasi hadiselere, mücadelelere
temas ederek ve bu iki cepheyi birbirine bağlayarak Husrev’in hayatını ve maceralarını bir bütün hâlinde ortaya koymaktadır.
Bu çalışmada ilk olarak XIV. yüzyıl mesnevi edebiyatı ve Husrev u Şîrîn tercümeleri hakkında bilgi verilecektir. Sonra, Fahrî’nin hayatı hakkında eserinden elde edilen
bilgiler tartışılacak, mesnevi şekil ve muhteva bakımından incelenecektir. Ayrıca Nizâmî ve Şeyhî’nin aynı adlı mesnevileri şekil özellikleri bakımından Fahrî’nin
Husrev u Şîrîn’i ile karşılaştırılacaktır. Yine Fahrî’nin eserinin Nizâmî ve Şeyhî’nin mesnevileriyle konu ve motifler bakımından mukayesesi yapılacaktır. Edebiyatımızda hemen hemen her yüzyılda ele alınan bu hikâyeyi edebiyat minyatür ilişkisini ön plana çıkararak farklı çevrelere ulaştırabilmek ve divan şiirini görsellikle
birleştirip zihinlerde daha kalıcı kılmak amacıyla dünyadaki birçok dijital kütüphane taranmış Husrev u Şîrîn mesnevisi bu kaynaklardan toplanan minyatürler
ile yeniden okunmuştur. Bu okuma yapılırken eserin yazıldığı dönemin zihniyeti ile metni resimleyen minyatür sanatçılarının metne bakış açıları üzerinde
özellikle durulmaya çalışılmıştır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
61
Zarf mı Mazruf mu? Osmanlı Şairlerini Mektuplardan Okumak
Mukadder GEZEN
İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Bütün klasik edebiyatlar gibi divan edebiyatı da şehir merkezlerinde gelişme imkânı bulmuştur. Klasik şairler İstanbul ile köklü bağlar kurmuşlar; kaside, şarkı,
gazel, mesnevi, kıta gibi birçok türde İstanbul’a övgüler yazdıkları gibi bu şehirden ayrı düştüklerinde de özlemlerini şiirlerinde ve mektuplarında dile getirmişlerdir.
Tezkirelerde hakkında geniş bilgi bulabildiğimiz Deli Birader lakaplı Gazali de Mekke’den İstanbul’a, memdûhuna mensur başlayıp manzum devam eden bir mektup
göndermiştir. Bu mektuba, o dönemde, bugün bilebildiğimiz kadarıyla Zati, Rumi ve Kâtip Cafer Çelebi manzum cevaplar yazmışlardır. Bu mektup ve mektuba
yazılan cevaplar Günay Kut tarafından yayınlanmıştır.
Çalışmamızı Kut’un yayınlamış olduğu bu mektuplar üzerinde gerçekleştireceğiz. Mektupların, kültür tarihine nasıl bir malzeme sağladıkları ve Osmanlı sosyal
hayatını nasıl yansıttıkları üzerine yoğunlaşacağız. Mektupta geçen bazı deyim ve sözleri, Osmanlı hayatının adet ve geleneklerini anlamamıza yardımcı olması
bakımından inceleyeceğiz. Mektubun girişindeki mensur kısımda hâmîsinden kendisini “bir miktar surre ile” sevindirmesini rica eden Gazali, hünerini göstermek
için manzum olarak devam ettiği mektubunun hal ve hatır sorma faslında, pay-i tahtın sahibi Kanuni Sultan Süleyman ile başlayarak sırayla vezir İbrahim Paşa’yı,
şeyhülislamları, İstanbul’un dilberlerini, hazine kâtiplerini, mûsıkî-şinâsları, şair dostlarını ve onlarla bulundukları yerleri; Vefa’yı, Beşiktaş’ı, Efo’nun meyhanesini
ve diğer mekânları tek tek sorar. Gazali’ye yazılan yanıtlarda ise İstanbul şehrinin bir tasviri çizilir. O sıralarda Beşiktaş sahilinden kötü kokular yayılmaktadır ve Zati,
Rûmî, Katip Cafer Çelebi kaba sözlerle bu durumu Gazâlî’ye haber verirler. Beraber bulundukları yerleri ve kişileri tek tek zikrederek, Gazali’ye, o gittiğinden
beri İstanbul’da olan biteni anlatırlar. Bu manzum mektubun satırları arasından şairlerin İstanbul’u bize görünür. Biz mektuplardaki bu ifadelerden hem o
dönemin İstanbul’unu hem de şairlerin birbirleriyle olan ilişkilerini okumaya çalışacağız. Mektupta sözü edilen şairlerin ve diğer kişilerin arasındaki bu
ilişki ağlarını doğru okumayı başardığımız takdirde tezkirelere girmemiş bazı bilgileri de edinmemiz mümkündür. Mesela, Zati’nin cevabı ile Kâtip Cafer
Çelebi’nin cevabı arasında geçen sürede Basiri’nin karısı Nevbahar ölür. Nevbahar’ın ölümü, tezkirelere girmeyen ufak bir bilgiyi bize verir. Basiri, Gazali’nin
Mekke’ye gitmeden önce Beşiktaş’ta yaptırdığı hamama tarih düşürmüştür. Kâtip Cafer Çelebi’ye yazdığı mektupta Basiri karısının öldüğünü ve ‘yeniden
evlenmek için hamama düştüğü tarihin caizesini beklemektedir’ ricasını yazdırır. Sadece devlet adamlarının şairlere değil şairlerin de birbirine hamimahmi olduğunu biliyoruz. Ancak Basiri’nin Gazali’den caize beklediğini bu mektuplardan öğreniyoruz. Fakat Gazali’nin hami olduğu sadece Basiri değildir.
Özetle, mektupları, eski Türk edebiyatında edebi bir tür olmasının dışında taşıdığı belge değeri ile de okumak mümkündür. Bu çalışmada, Gazali’nin Mekke’den
İstanbul’a gönderdiği manzum mektubu ve bu mektuba Zati, Rumi ve Kâtip Cafer Çelebi’nin yazdığı manzum cevapları karşılaştıracağız. Mektuplara şairlerin İstanbul’unu; şehirle kurdukları bağları soracağız. Mektuplardaki hâmi-mahmî ilişkilerini, mektupların yazıldığı ve okunduğu kültür ortamını okumaya çalışacağız.
62
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Tanzimat Dönemi Şiir Poetikası
Veysel DOĞANER
Arş. Gör., Mardin Artuklu Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Tanzimat Fermanı ile birlikte büyük bir dönüşüme adım atan Osmanlı, siyasi ve sosyal bir krize de kapılarını ardına kadar açmıştır. Her alanda hissedilen bu medeniyet krizi kendisini edebiyatta da göstermiştir. Köklü bir medeniyetin şiiri olan Divan şiiri, bu dönemde eski gücünü kaybetmeye başlar. Bu durum, Tanzimat dönemi
ile birlikte şiirin yeni bir mecraya doğru akmasını beraberinde getirir. Bu dönemde, Divan şiiri etkisini tamamen kaybetmemekle birlikte, Tanzimat dönemi şairleri,
şiire yeni bir ivme kazandırma arayışına girmişlerdir. Tanzimat döneminde temelleri atılan şiir anlayışı filizlenip günümüze kadar gelen sürecin ilk tohumlarıdır. Bu
dönem şiirinin ana ekseni Divan şiiri karşıtlığı üzerinedir. Şairler, Divan şiirini her yönüyle tenkit ederek yeni bir şiir anlayışının doğuşuna zemin hazırlamışlardır. Bu
amaçla yazılan yazılar şairlerin aynı zamanda şiir görüşlerini de ele alır. Bu durum Tanzimat döneminde birçok poetik metnin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Hem
şairlerin şiirleri hem de şiir üzerine yazdıkları yazılar dönemin şiir perspektifini göstermesi açısından önemli birer malzemedir.
Poetik metinler, şairin bizzat işin başındaki kişi olarak, şiir üzerine yazdığı yazılardır. Kendi şiirini ya da savunduğu şiir anlayışını anlatan bu yazılar, dönemin şiir
anlayışının kavranması noktasında önemli bilgiler sunar. Poetikanın amacı; herhangi bir dönemde belli metinlerin “edebiyat” olarak kabul edilmesine yol açan nedenleri incelemektir. Şiir üzerine söylenen her şey bu çerçevede poetikanın alanına girer. Todorov, poetikanın temel hedefinin eserdeki “edebiliği” ortaya çıkarmak
olduğunu söyler. Bu edebiliğin ortaya çıkması için de gerekli olan, edebiyat söyleminin yapısı ve işleyişine dair bir teori ortaya koymaktır.
Bu çalışmada hem şairlerin şiirlerini (yani manzum poetikaları) hem de şiir üzerine yazdıklarını ele alarak bir dönemin “edebiliğini” teorik bir çerçevede ortaya
koymaya çalışacağız. Poetika üzerine yapılan çalışmalar genelde şiir hakkında söylenenleri belli başlıklar altında verip, dönemin ya da şairin teorisine ya
da “edebiliği” ortaya çıkarma tarzına değinmez. Ayrıca yapılan poetika çalışmaları şairin bizzat kendi şiiri hakkında yazdıklarını ele alıp, irdeler. Bu çalışma şairlerin şiir hakkında söylediği her şeyi poetika ekseninde kabul edecektir. Bize göre; şarinin şiire dair söylediği her şey onun poetikasıdır. Biz hem
Todorov’un yapısalcılık ekseni etrafında çizdiği poetika kavramından yararlanıp failin ve fi’l’in sadece kendisinden yola çıkarak, herhangi başka yollara
sapmadan dönemin şiir anlayışını ele alacağız hem de Orhan Okay’ın “Poetika Dersleri” adlı eserindeki tasnifi kullanarak deneyimlenmiş bir yöntemin üzerine yeni şeyler bina etmeye çalışacağız. Köklü bir şiir geleneğinin yerine kurulacak olan yeni bir şiir anlayışının çerçevesi poetikanın sınırları içerisinde hem
soyut hem de içsel bir bağlam da irdelenecek ve sistematik bir tasnif yapılmaya çalışılacaktır. Yapılacak olan çalışmanın literatüre dair gidermeye çalışacağı
başka bir eksiklik ise, Tanzimat dönemi şiirinin Divan şiiri karşıtlığı üzerine kurduğu eleştirel malzemeyi inceleyerek, iki dönemin kuramsal farklılıklarını ve şiir
anlayışının değişme sürecinde yaşadığı kavramsal değişiklikleri ortaya koyması olacaktır. Böylece iki ayrı dönemin şiir teorisine nüfuz edilecek ve yeni bir dönemin
ortaya çıkışında eskinin etkisi/etkisizliği irdelenecektir. Ana kaynak olarak, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit Tarhan ve
Muallim Naci gibi dönemin önde gelen şairlerinin şiirlerinden ve şiir hakkında söylediklerinden yararlanılacaktır. Bunun yanında teori kısmının oluşturulmasında
Yapısalcılık kuramını ele alan kaynaklar, Todorov’un “Poetikaya Giriş” kitabından yararlanılacaktır. Çalışmada şairler tek tek ele alınmayıp, Orhan Okay’ın yapmış
olduğu poetika tasnifi temel alınarak çalışmanın gidişatı çerçevesinde yeni başlıklar da açılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
63
Tekke ve Tasavvuf Musikisinde Güfte: Kavvali Örneği
Zeynep YILDIZ
Marmara Üniversitesi, İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü, Doktora Programı
Şiir ve musiki, ayrı ayrı fakat daima birbiriyle ilgili sanatlar olmuşlardır. Bu ilgi, onların bir arada değerlendirildiği, icracıların her iki sanata da vukufiyetini beraberinde getiren bir
sanat ortamı yaratmıştır. Bunun en açık sebebi, musiki icrasının sadece nağmeler ve notalar yardımıyla değil, aynı zamanda sözlerle yapılıyor olmasıdır. Özellikle İslam dünyasında,
nota yazımı ile aktarım yerine meşk sisteminin yaygın olduğu gelenekler içerisindeki repertuarların çok büyük bir kısmı, sözler üzerine yapılmış bestelerden oluşmaktadır. Bestelerin
çoğunlukla sözler üzerine yapılması, bestekârları güfteyle bestenin her açıdan uyumuyla neticelenen eserler yazmaya teşvik etmiştir. İslam dünyasında şiir ve musikinin her ikisinde
de yer alan ahenk, uyum, ölçü gibi kavramlar, şiirde “vezin”, musikide de “ika” terimiyle karşılanır. Musikide bir şiirin hangi ikada besteleneceği, o şiirin vezniyle doğrudan alakalıdır. İslam dünyası musikisinde güftenin değerini kanıtlayan en önemli vakıa, yüzyıllar boyunca pek çok güfte mecmuasının yazılmış olmasıdır. Nota yazım geleneğinin olmadığı
dönemlerdeki repertuarın tek yazılı kaynağı olan bu mecmualar, dönemin besteli güftelerini kayıt altına alırlar ve onların bestekârı, makamı, formu ve usulü hakkında bilgileri de
içerirler. Hangi yüzyılda hangi şiirlerin bestelendiği ve rağbet gördüğü, güftelerin doğru şekilleri gibi bilgileri bize aktarması yönüyle güfte mecmuaları, bestelerin birinci kaynağının, yine onların güfteleri olduğunu göstermektedir. Elbette güftenin bu derece ön planda olduğu bir musiki medeniyetinde, güftelerin bestenin estetik değerini ve etki alanını
güçlendirdiği sonucuna varmak yanlış olmaz. Bu bazen tam tersi de olabilir ama genelde, müzik gibi şiire göre daha soyut bir ifade aracını kullanan bestekârın, bestelediği eserin
formuna göre şiirden yardım aldığı ve bu soyut ifade şeklini biraz daha somutlaştırdığı yadsınamaz bir gerçektir.
İslam dininin yayıldığı bölgelerde kendine yer etmiş olan tasavvuf geleneği içerisinde, tasavvufi öğretinin aktarımında ve dini duyguları coşturmada önemli bir rol üstlenen tekke
ve tasavvuf müziği, güfteyi çok etkili bir şekilde kullanan müzik türlerindendir. Bu musiki yüzyıllarca, Müslümanların ibadete olan şevklerini, Allah’a ve Peygamber’e olan bağlılıklarını yönelişlerini artıran bir imkân ve bir yol olarak kullanılagelmiştir. Tekke ve camilerde müziğin, dinleyicilerin duygularını ve nefsini yumuşatmak, onları coşturmak
için bir araç olarak kullanılması, bu müzik türünde diğer türlere kıyasla daha somut bir şekilde ifade edilmesi gereken bir mesaj olması, güfteyi tekke ve tasavvuf müziğinin en önemli unsurlarından biri haline getirmiştir. Çeşitli coğrafyaların kültürel altyapısına ve müzik birikimine göre bir takım değişikliklere uğramış olan dini müzik
alanının, günümüz coğrafi sınırlarına göre Hindistan, Pakistan, Afganistan ve İran’ın bir bölümünü içine alan bir bölgede, İslam dininin tasavvuf geleneği vasıtasıyla
aktarılmasına ve yayılmasına aracılık eden tasavvufî bir müzik türü olarak varlığını sürdürdüğü şekline, Kavvali denmiştir.
Kavvali müzik türü, bütün tekke müziği türleri gibi, bir tasavvufî ekolün, tarikatın veya öğretinin çevresinde gelişen, esas itibariyle bu gelenek içerisinde hem fikirlerin
taşıyıcısı konumunda olan hem de müzik olgusunun uyandırdığı heyecan vasıtasıyla dini duyguların coşmasına vesile olan bir müzik türüdür. Bu bağlamda, sözü geçen
bölgelerde İslam’ın yayılmasında önemli roller oynayan, Çiştiyye, Kadiriyye ve Nakşibendiyye tarikatları, Kavvali müziğin hem fikrî altyapısını oluşturmuş, hem de gelişip
yaygınlaşarak geniş kitlelerce sevilip icrâ edilmesine sebep olmuştur. Özellikle Çiştiyye tarikatının kurucusu Hoca Muinuddin Çiştî ve şeyhlerinden Şeyh Nizameddin Evliyâ bu tür
müziğin güftelerinde ve terennümlerinde sıkça duyulan isimlerdendir.
(Ar.) olarak isimlendirilen bu müzik türünün ismi, Arapça “söz” manasına gelen, (Kavl)’den türemiş, “söz söyleyen” manasındaki
(Kavvâl)
Kavvali (Tr.), Qawwali (En.),
kelimesine dayanmaktadır. Söz söyleyenlerin söyledikleri ezgilere, “söz söyleyene ait” manasında
(Kavvali) denmiştir. Tasavvuf musikisinde güfte unsurunu incelerken özellikle
bu müzik türünü seçmemizin sebebi, isminin manasından da anlaşılacağı gibi, bu müzik türünde ezgilerin sözlerinin, yani güftelerin, icrada ve aktarımda çok mühim bir rol oynamasıdır. Türün yaygın olduğu bölgelerde ve dönemde, yazılan edebî eserlerde kullanılan diller Farsça ve Urduca olduğundan, Kavvali müziğin güfteleri, çoğunlukla önemli şairler
tarafından yazılmış Farsça ve Urduca şiirlerden oluşmaktadır. Bu güfteler arasında şiirleri en çok yer alan şair, Emir Hüsrev Dehlevî (ö.1325)’dir.
Biz bu çalışmamızda, Kavvali müzik türünde yer alan güfteler ve icra şekilleri üzerinden, güfte – beste ilişkisini, güftelerin beste üzerinde ne gibi değişik etkilere yol açtığını,
özellikle Tekke ve Tasavvuf musikisinin uyandırdığı heyecan vasıtasıyla dini duyguların coşmasına vesile olmasında, tarikat değerlerinin, felsefi ve fikri altyapısının aktarılmasında
güftelerin rolünü inceleyeceğiz. Bunu yaparken, Kavvali müzik türünün kaynağını kısaca açıklayarak, bu müzik türü bağlamında İslam dünyasında dini musiki güfteleri üzerine daha
önce değinilmemiş olan bir meseleye giriş yapmış olacağız.
64
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Salon
13
Oturum
A
14.30-16.00
Türk Dış Politikası: Değişim, İmkanlar ve
Tehditler
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Metin AKSOY
Yunus SÖNMEZ
Türkiye’nin Ortadoğu’daki Arabuluculuk Rolü: İsrail-Suriye
Örneği
Arif Behiç ÖZCAN
Türkiye’de Think-Thank Kuruluşları: Avantajlar ve Sorunlar
Mesut ÇAKAN
Türk Dış Politikasında “Kara” Açılım: Afrika
Kürşat KAN
Türk Dış Politikası: Dışarının mı Politikası Dışarıya mı Politika
Kemal GÖKÇAY
Türk Dış Politikasında “Sıfır Sorun”lu Değişim
16.00-16.30 Kahve Arası
Türkiye’nin Ortadoğu’daki Arabuluculuk Rolü: İsrail-Suriye Örneği
Yunus SÖNMEZ
Johns Hopkins Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Soğuk Savaş dönemi boyunca dünyadaki pek çok ülke dış politikalarını uluslararası sistemin yapısında yer aldıkları konuma göre şekillendirmiştir. Ülkeler arasında
tarihten gelen problemler Soğuk Savaş bloklarının iç istikrarı için ikinci plana itildiği gibi daha önceleri birbirleri arasında hasmane ilişkileri olmayan devletler de
karşı kutuplarda yer alabilmişlerdir. 1990’ların başından bu yana uluslararası sistemin geçirdiği dönüşüm pek çok ülkeyi dış politikalarını yeniden gözden geçirmeye
itmiştir. Türkiye özellikle 2000›li yıllarda, cumhuriyet tarihinin başından itibaren izlediği dış politikanın sürdürülebilirliğini sorgulamaya başlamış ve dış politika
paradigmasında önemli bir yenilenmeye gitmiştir. Bu çerçevede, 2002 yılı sonrasında Türkiye›nin komşu ülkelerle ilişkilerini geliştirmek üzere ortaya koyduğu
«komşularla sıfır problem» ve “aktif diplomasi” ilkeleri pratikte Türkiye’nin bölgesindeki problemlere daha etkili müdahalesini hedeflemiştir. Bir yandan Türkiye’nin
geleneksel dış politikasının bir gereği olan “sulh” kavramı korunmaya çalışılırken, diğer yandan bölgedeki olaylara aktif şekilde yön verme gayreti dış politika amaçları ile araçları arasındaki uyumluluk problemini de ortaya koymuştur.
Soğuk Savaş boyunca güvenlik merkezli bir dış politika refleksi oluşturan pek çok ülke gibi Türkiye’nin de dış politikadaki temel birikimi askeri yetenekleri idi. Bu
yetenekler, Soğuk Savaş boyunca Türkiye’ye önemli avantajlar sağlarken, Soğuk Savaş sonrasında uygulanabilirlik alanları gittikçe kısıtlanan bir unsur haline gelmişti. Bu aşamada çatışma yönetimi disiplinin ortaya koyduğu yöntemler (arabuluculuk ve diğer üçüncü taraf rolleri) dış politika ilkelerinin bölgeye uygulaması
açısından büyük bir kolaylık sağlamıştır. Türkiye, bölgesindeki çatışmalarda arabuluculuk rolünü üstlenerek hem geleneksel sulh ilkesini ihlal etmemiş hem de
bölgedeki istikrarsızlıkları gidermeye yönelik aktif adımlar atma imkanı bulmuştur. Türkiye, tarihi arka planı ve kültürel farklılıklarından doğan imkanlarını
üçüncü taraf rollerinde oldukça etkili bir biçimde kullanmış ve çok defa başarılı sonuçlar elde etmiştir. Ancak, İsrail – Suriye görüşmelerinde de görüldüğü
üzere bu rol her zaman kusursuz olarak işlememiş hatta çatışma yönetimi literatürü içerisinde az rastlanan bir şekilde çatışmanın taraflarından birisi ile
arabulucu arasında yeni bir gerginliğin doğmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu durum bazı çatışma yönetimi uzmanlarının ifade ettiği gibi Türkiye’nin
arabuluculuk kategorilerinden ‘tarafsız kolaylaştırıcılık’ (neutralfacilitator) rolünden çıkıp ‘güçlü ülke arabuluculuğu’ (principlepowermediator) rolüne büründüğü görüşüyle açıklanabilir. Bu görüşe göre Türkiye’nin üstlendiği ilk rol tarafsızlığını ön plana çıkaran ve daha pasif, kolaylaştırıcı bir rol iken, ikinci rol
Türkiye’nin gücünden kaynaklanan teşvik ve cezalandırma mekanizmaları ile çatışmayı çözmeyi isteyen daha aktif bir rol üstlendiğini ifade eder. Türkiye’nin
pozisyonundaki bu değişikliğin başka bir izahı ise üçüncü taraf rolünü bazı alanlarda terk ettiği açıklamasıdır. Bu görüşe göre, bazı durumlarda Türkiye üçüncü
taraf rolünde mahiyet değişikliğinden öteye geçerek arabuluculuk alanından tamamen ayrılmayı tercih etmiştir. Bu tercihin sebebi, arabuluculuk rolünün diğer
bazı dış politika ilkeleri ile çatışması ve karar vericileri arabuluculuk rolü ile diğer dış politika ilkeleri arasında tercih yapmaya zorlaması olmuştur.
Bu çalışma, Türkiye’nin Ortadoğu’daki arabuluculuk rolünde gözlenen değişmeleri İsrail-Suriye örneğinden yola çıkarak çatışma yönetimi disiplini literatürü çerçevesinde ele almaktadır. Konunun güncelliği göz önüne alındığında, araştırmada literatür taraması yöntemi ile elde edilecek kaynaklardan akademik makaleler ve
gazete makaleleri ağırlıklı olarak kullanılacaktır. Çatışma yönetimi alanında çalışılan konuların genel olarak çatışmanın tarafları arasındaki ilişkiler ya da çatışmanın
yapısı ve çözüm yolları olduğu göz önüne alındığında çatışma tarafları ile arabulucu arasındaki ilişkilerin incelenmesinin bu alanda farklı bir bakış açısı sunacağı
düşünülmektedir.
66
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Türkiye’de Think-Thank Kuruluşları: Avantajlar ve Sorunlar
Arif Behiç ÖZCAN
Dr., Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
“Türkiye’de Think-Thank Kuruluşları: Avantajlar ve Sorunlar” başlıklı bildiri temel olarak giriş, iki bölümden ve bir sonuç kısmından oluşacaktır. Giriş kısmında thinktank kuruluşlarının kavramsal ve teorik açıdan tam olarak hangi çerçeveye oturtulabileceği tartışılacaktır. Çalışmanın birinci bölümünde, dünya genelinde ve özellikle bu kuruluşların sayısı ve kalitesi bakımından ön plana çıktığı ülkelerde think-tanklerin kamuoyu oluşturma ve dış politikaya ilişkin karar alma süreçlerine
etkileri ele alınacaktır. Buradan yola çıkarak Türkiye’deki think-tanklerin bu iki fonksiyonu ne derece yerine getirebildikleri, niteliği bakımından ön plana çıkan
kuruluşlar temelinde analiz edilecektir.
Çalışmanın ikinci bölümünde ise Türkiye’de think-tanklerin hem nitelik hem de nicelik bakımından gelişmelerinin önünde önemli birer engel olarak tespit ettiğim
orijinal fikir üretme sorunu, ekonomik sorunlar ve kalifiye eleman temin etme sorunları mercek altına alınacaktır.
Sonuç bölümünde ise, özellikle 2000 yılından günümüze kadar geçen süreçte bu kuruluşların avantajlarını maksimize, sorunlarını ise minimize edecek bir yaklaşım
geliştirilmeye çalışılacaktır. Bu yaklaşıma ilişkin ön görüler, yapılacak sunum sonrasında diğer katılımcıların ve dinleyicilerin yapacağı eleştiri ve katkılar çerçevesinde yeniden incelenecek ve nihai text içerisinde daha rasyonel bir ön görüye ulaşılabilecektir. Bu bağlamda, çalışmamızın yöntemiyle ilgili olarak; Türkiye’deki
think-tank kuruluşları ve karar alma mekanizmaları üzerindeki etkileri, dünyanın diğer ülkelerindeki (özellikle Amerika ve Avrupa kökenli) think-tanklerle karşılaştırmalı bir analize tabi tutulacaktır.
Bu analizde, Türkiye’yi temsilen iki (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı -TESEV ve Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi – EDAM), ABD’yi temsilen iki (Brookings Institution ve Council on Foreign Relations - CFR) ve Avrupa’yı temsilen de iki (Chatham House - CH ve Amnesty International) olmak
üzere toplam altı think-tank kuruluşu örneğinden hareket edilecektir. Yine bu analiz boyunca, ilgili örnekler, çalışmanın temel vurgusu olan “avantajlar
ve sorunlar” bağlamında ele alınacaktır. Bu analizden hareketle Türkiye’deki think-tanklerin geleceğine ilişkin genel sonuçlara ve ön görülere ulaşılacaktır.
Literatüre yapılması beklenen katkı doğrultusunda ise, bu çalışmadan iki önemli katkı beklenmektedir. Öncelikle, literatürde dünya ve Türkiye’deki thinktank kuruluşları hakkında bu tür bir karşılaştırmalı analiz sayısı yok denecek kadar azdır. Bu niteliğe sahip Türkçe olarak sadece bir tane makale çalışması
bulunmaktadır. Bu çalışmanın büyük bir kısmı, think-tank kavramına, bunların tarihsel gelişimine ve dünya üzerindeki think-tanklerin bütçeleri ve çalışma
alanlarına ayrılmış, karşılaştırmalı analiz kısmı oldukça dar tutulmuştur. Hâlbuki örneğin ABD’nin think-tanklerden nasıl faydalandığı, Avrupa’da bu kuruluşların
öneminin her geçen gün nasıl arttığıyla ilgili birçok kaynağa ulaşmak mümkündür. Bu nedenle, bundan sonra ilgili konuda yapılacak çalışmalara küçük de olsa bir
zemin hazırlamak bağlamında, bu çalışmamızdan katkı beklenmektedir.
İkinci önemli katkıyı ise, özellikle elektronik ortamda think-tankler üzerinde deneme mahiyetinde yazılmış ve bu nedenle çoğu tespitleri “duyumlar” üzerine inşa
edilmiş yazılarla karşılaşılmaktadır. En azından bilimsel özellikleri haiz bir çalışmanın, bu tür bir bilgi kirliliğini gidermeye çalışmakla önemli bir katkı sağlaması
beklenmektedir. Bu açıdan, özellikle Pennsylvania Üniversitesi’nin think-tanklarla ilgili yıllık olarak hazırladığı rapordan ve incelenen örneklerin resmi web sitelerinde yer alan bilgilerden hareket edilecek, karşılaştırmalı analiz boyutunda ise diğer mevcut kaynaklardan faydalanılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
67
Türk Dış Politikasında «Kara» Açılım: Afrika
Mesut ÇAKAN
Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla uluslararası sistemde oluşan güç boşluğu 2000’li yılların başlarına kadar ABD tarafından doldurulmuş ve bu dönem içerisinde
Türk dış politikasının tavrı genel olarak Avrupa ve ABD’ye yönelim olmuştur. 2000’li yılların başına kadar Türkiye’nin dış politikada izlemiş olduğu yol statükocu ve
statik bir yapıyla ifade edilebilirdi. Fakat milenyumdan sonra Rusya’nın eski gücünü kazanmaya başlaması, Çin’in önlenemez ekonomik yükselişi ve G-20 ülkelerinki
ekonomik gelişmeler, gücün tek kutupta toplanması yerine bölgesel dağılımına zemin hazırlamıştır. Uluslararası sistemdeki bu gelişmeler Türkiye’nin de kendi
bölgesinde etkili bir aktör olma yolunu açmış ve özellikle Türkiye’nin son 10 yıl içerisinde izlediği dış politika, Türkiye’yi bölgesel bir güç haline gelmiştir. Türkiye’nin
bölgesel güç olma yolunda atmış olduğu adımlardan biride Afrika açılımıdır. Bu makalede Türk Dış politikasının genel eğilimleri ve son 10 yıl içerisinde yaşadığı
değişim üzerinde kısaca durulduktan sonra Türkiye’nin bölgesel güç olma yolunda attığı adımlar arasında olan Afrika ile ilişkiler üzerine bir inceleme içermektedir.
Makalede asıl incelenecek konu Türkiye’nin bölgesel bir güç olma yolunda attığı adımlardan ve açılımlardan biri olan Afrika kıtasıyla ilgili izlediği dış politika ve
ilişkilerdir. Türk-Afrika ilişkiler incelenirken izlenen yol Osmanlı İmparatorluğu zamanından günümüzü kadar olan süreç tarihsel bir arka planla özetle/ana hatlarıyla
anlatılmıştır. Çalışmanın asıl amacı yakın tarihimizde son 10 yıl içerisindeki özellikle 1998 yılında Afrika ülkeleriyle siyasi, askeri, kültürel ve ekonomik ilişkilerimize
bir ivme kazandırmak amacıyla “Afrika›ya Açılım Eylem Planı” ile başlayan süreç ve bu süreç sonrasında yaşanan ekonomik ve siyasi ilişkiler ve bu ilişkilerin günümüzde Türk-Afrika ilişkilerine etkileridir. Çalışma Türk-Afrika ilişkilerinde sadece ekonomik ve siyasi ilişkiler değil aynı zamanda bu ilişkilerin gelişmesine zemin
hazırlayan sivil toplum kuruluşlarının (STK’ların) rolü ve önemine de değinilecektir. Türk-Afrika ilişkilerin dünü ve bugünü incelendikten sonra bir öngörü
olarak, Afrika’nın Türkiye için günümüzdeki ve gelecekteki önemi üzerinde analitik bir çıkarım yapılacaktır.
68
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Türk Dış Politikası: Dışarının mı Politikası Dışarıya mı Politika
Kürşat KAN
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Türk Cumhuriyeti’nin kurucuları, modern Türkiye için batı odaklı rota takip etti. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze değin, Türk Dış Politikasının(TDP) karar
alıcıları Batı sisteminin bir üyesi olmayı amaçladılar. Bu sebeple iç politikada TDP’nın ekseninde dizayn edilen bir alan oldu çoğu zaman. Ancak bazı bilim insanları
ve politikacılar, büyük halkoyu ile iktidara gelmiş bazı liderler döneminde bu dış politikadan sapmalar olduğunu iddia etmiştir. Güçlü liderler dönemi de diyebileceğimiz bu dönemlerde TDP’nin kırılmalara uğrayıp uğramadığı bugün çok fazla tartışılmamaktadır. Ancak son dönemin güçlü liderlerinden Recep Tayyip Erdoğan
ve ekibinin tasarladığı dış politika için yine aynı iddialar tartışılmaktadır. Davos’ta yaptığı İsrail protestosu özellikle bu tartışmaları dışta olmasa da içte tekrar başlatmıştır. Bu tartışmaların tam zıddı söylemler ise Suriye gelişmeleri sonrası iyice alevlendirmiştir tartışmaları. TDP’nin İsrail eksenli olması Batı eksenli olmasıyla
eşdeğer midir? TDP oluşturulurken kimlik eksenli analizlerden Neo Osmanlıcılık mı yoksa Türk devlet kimliği analizi mi daha doğrudur? Türkiye bölgesinde bir süper
güç olmaya başladığı için mi bu tartışmalar çıkmaktadır yoksa TDP yörüngesinden mi sapmaktadır? Tüm bu tartışmalar nihayetinde son on yıl boyunca TDP’nin
anlaşılmasında kullanılan tartışma argümanları olmuştur.
Bu çalışmada, siyasi iktidarların TDP’nın eksenini değiştirmedikleri/değiştiremeyecekleri kanıtlanmaya çalışılacaktır. Bunun içinde TDP’nin genel karakteri ve kişilere ve partilere bağımlı olmayan kendi izleği anlatılmaya çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
69
Türk Dış Politikasında “Sıfır Sorun”lu Değişim
Kemal GÖKÇAY
Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken dönemin koşulları da göz önünde bulundurularak Türk Dış Politikasında (TDP) “Statükoculuk” ve “Batıcılık” fikri benimsenmiştir.
2000 öncesine kadar 80 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca da bu düşünce etrafında hareket edilmiştir. –Özal dönemi ile birlikte Dış Politika’da açılım ve çok yönlü
politik hamleler olmuşsa da temelde “Batıcılık” ve “Statükoculuk” politikası hâkim olmuştur. 1990’larda kurulan zayıf koalisyon hükümetlerinin yerini 2002’de tek
parti iktidarı almış ve küreselleşmenin de etkileri ile Dış Politika’da çok yönlü politikalar izlenmeye başlanmıştır. Bu dönemde 2002 yılında iktidar olan AKP/AK Parti/
Adalet ve Kalkınma Partisi bünyesinde bulunan ve şuan ki Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun “Komşularla Sıfır Sorun” politikası da etkin şekilde kullanılmaya başlanmış ve kısa sürede de etkilerini göstermiştir. Türkiye Uzun süre Avrupa Birliği (AB) üyeliği ile uğraşmış –ve çabalamaya da devam etmekte- ve yönünün
“Batı” olduğunu her fırsatta göstermiş fakat artık bu politikanın faydasını görememiş ve küreselleşen dünyada daha fazla “tek yönlü” kalamayacağı düşüncesi ile
yönünü başka bölgelere de çevirmiştir. Başta Ortadoğu olmak üzere Orta Asya ve Afrika ülkeleriyle son dönemlere kadar ilişkilerinin olmadığı ya da çok az olduğu
ülkelerle ilişkiler geliştirmeye başlamış, Afrika ülkeleri başta olmak üzere pek çok ülkede temsilcilikler açılmıştır. Uzun yıllar komşuları ile sürekli “savaşın eşiğine
gelindi” ve “Türkiye 3 tarafı denizlerle 4 tarafı düşmanlarla çevrili” söylemlerinden sıyrılmış ve komşu ülkelerle yakın ilişkiler kurmaya başlamıştır.
Onlarca yıl gerek Yunanistan gerekse Suriye ile savaş söylemleri gündemden düşmezken, bu dönem ve politikaları ile birlikte dünün düşman ülkeleri “dost” ülke
konumuna gelmiş ve söylem ve eylemler bu yönde olmuştur. Başta ekonomi olmak üzere pek çok konuda işbirliklerine gidilmiş ve dostane ilişkiler kurulmuştur.
Ancak yakın zamanda patlak veren ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan İslam coğrafyasındaki halk ayaklanmaları kanlı iç savaşlara dönmüş, diktatörlükler yıkılmaya başlanmış ve bu durum domino etkisi yaratarak yayılmıştır. Nitekim Suriye de bu durumdan etkilenmiş ve en uzun ve en kanlı çatışmalar bu ülkede
yaşanmaya başlanmıştır. İlk başlarda denge gözeten ve temkinli açıklamalar yapan Türkiye ise zaman ilerledikçe sertleşmiş ve çok uzun süren düşman ülke
konumundan çıkıp kısa süreli dostane yakınlaşmasının yerini yeniden sertlik ve hatta savaşın eşiğine gelindiği yönündeki söylemler almaya başlamıştır.
Türkiye içerde olduğu gibi dış politikada da değişime istekli ve bu yönde hamlelere girişmiştir. Ancak teorideki pek çok fikir uygulamada istenilen başarıyı
getirmemiştir. Uzun yıllar “Statükocu” ve “Batıcı” politikalar izleyen Türkiye 2000’lerle birlikte çok yönlü Dış Politika izlemeye başlamış, bunun yanında “Sıfır
Sorun” politikasını da etkin kullanma yoluna gitmiş ve faydası da görülmüş. Ancak son yaşanan gelişmeler gerçekte “Sıfır Sorun”un olmayacağını göstermiş
ve bu fikrin ancak Weberyan manada bir “İdeal Tip” olduğunu ortaya koymuştur. Bir ideal olarak hedefe “Sıfır Sorun” konulabilir ve bu bağlamda sıfıra ne kadar
çok yaklaşılırsa o oranda başarı sağlanabilir. Dış Politika, İç Politikanın aksine daha uzun yılları ve daha uzun süreli plan ve programları gerektirir. Uzun yıllar “Statükocu” politikalar izleyen Türkiye’nin de Dış Politikasında değişikliğe gitmesi elbette kolay ve sancısız olması beklenemez.
Küresel bir aktör olmak isteyen ve bu bağlamda 2023 hedefleri koyan Türkiye, öncelikle ilk 10 ekonomi içine girmek istiyor. Bunun gereği olarak da ilk başta ekonomik ilişkiler olmak üzere yakın komşuları ve ilişki kurabileceği tüm bölgelerle yakınlık kurma çabası içerisindedir. Bununla birlikte öncelik verdiği PKK sorununu
da yine komşularıyla ilişkilerini geliştirerek “bölge ülkeleri için barış” ve “kazan kazan” politikalarıyla gerçekleştirmeyi istemektedir. Ancak bu noktada kendi iradesi
dışında gerçekleşen olaylar yine teorideki politikaları uygulamaya koymakta sıkıntılar doğurmaktadır. Türk Dış Politikasındaki hissedilen değişim sorunlar, sıkıntılar
getirmiş olsa da, ülke adına uzun vadede kazançlı bir politika olacaktır. Son 10 yıla kadar sürekli “düşman” ve “tehlike” söylemlerinden kurtulup, başkalarının da
varlığını görme ve bununla birlikte “kendi varlığını, potansiyelini ve geleceğini görmek” adına artılarının eksilerinden daha fazla olacağı düşüncesi hakimdir.
70
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Salon
14.30-16.00
Oturum
14
B
İletişim Yönetiminde Yeni Yönelimler
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Emre BAĞCE
İbrahim ÖZKAHYAOĞLU
Sosyal Medya Servisleri İle Gelen Farkındalık: İnsan Hakları
Alanında Faaliyet Gösteren Sivil Toplum Kuruluşları Üzerine Bir
İnceleme
Ahmet TOKLUCUOĞLU
Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda İletişim Yönetimi
Filiz GÜNDÜZ - Süleyman GÜVEN
Postmodern Darbe Süreçlerinde Medya Söylemi
Tuğba YÜRÜKOĞLU
Küreselleşme Bağlamında Uluslararası İletişim ve Kamu Diplomasisi
16.00-16.30 Kahve Arası
Sosyal Medya Servisleri İle Gelen Farkındalık: İnsan Hakları Alanında Faaliyet Gösteren Sivil Toplum Kuruluşları Üzerine Bir İnceleme
İbrahim ÖZKAHYAOĞLU
Maltepe Üniversitesi, Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Geleneksel kitle iletişim araçlarından birçok yönden ayrılan internetin gündelik hayatta her geçen gün artan etkisi, bireylerden farklı olarak özel veya kamu kurum
ve kuruluşların da özellikle sosyal medya olarak adlandırılan mecralarda bulunmasını bir bakıma zorunlu hale getirmiştir. Birey ve kurumları özne haline getirerek vitrine çıkaran Facebook ve Twitter gibi sosyal medya mecraları kitlesel hareketler ve örgütlenmeler için birçok avantaj ve imkan sunmaktadır. Özellikle Arap
Baharı’nın yaşandığı ülkelerde kitleler, iletişim olanaklarının sınırlandığı veya yasaklandığı anlarda sosyal medyayı kullanarak örgütlenmesini sürdürebilmiştir.
Yapılan araştırmalar Türkiye’de sosyal medya kullanımının dünya ortalamasının üzerinde olduğunu göstermektedir. Türkiye, Facebook sosyal medya servisinde
30.884.880 kullanıcı ile dünyada altıncı sırada bulunmaktadır. Facebook, Türkiye’de internet kullanan nüfusun %88’ine ulaşmış durumdadır. Türk internet trafiğinin
%4,07’si tek başına Facebook üzerinde gerçekleşmektedir. Oranlama web trafiğinin içindeki payı üzerine yapıldığında ise Facebook’un web trafiği içindeki payı
%12.73’e yükselmektedir. Dünyaya paralel olarak Türkiye’de en yaygın biçimde kullanılan sosyal medya servislerinden biri de Twitter isimli servistir. Bağımsız
araştırma şirketi ComScore Nisan ayı verilerine göre Türkiye, Twitter’ın en yoğun kullanıldığı ülkeler arasında bulunmaktadır. Türk internet kullanıcılarının %16.6’sı
Twitter kullanmaktadır. Bu oranla Türkiye, sosyal medyanın en popüler servislerinden biri olan Twitter’da penetrasyonu en yüksek olan ülkeler arasında 8. sırada
yer almaktadır. Özellikle mobil kullanıcıların artmasıyla birlikte Twitter servisinin kitlesi her geçen gün büyümektedir. Şubat-Mart ve Nisan aylarında atılan 150
milyonun üzerinde tweeti inceleyen sosyal medya araştırma şirketi Monitera’nın verilerine göre Türkiye’de 7.2 milyon tekil Twitter kullanıcısı bulunmaktadır.
Üyelerin 5.3 milyonu aktif olarak Twitter kullanmakta ve günde 1.7 milyon Türkçe tweet atılmaktadır. Sosyal medya servislerinin kullanıcılarına sunduğu
imkanlardan biri, kamu ve özel kurum ve kuruluşları hedef kitleleri buluşturmasıdır. Türkiye’de kamu veya özel kurum ve kuruluşlar sosyal medyada yerini
almış hedef kitlelerine ulaşmaktadır.
Türkiye’de Avrupa Birliği’ne üyelik süreciyle birlikte sivil toplum kuruluşlarının sayısında büyük bir artış gözlemlenmektedir. Kar amacı gütmeden, gönüllü
ve hükümet dışı çalışan, farklı alanlarda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları da, yayınladıkları raporları, basın açıklamalarını, acil eylem çağrılarını
sosyal medya servisleri üzerinden yapmaktadır. Günümüzde internet ve bilgi teknolojileri sivil toplum kuruluşlarının bilgi, anlık iletişim ve işbirliği ihtiyacını karşılamaktadır. Bilgi ve İletişim Teknolojisi, dünyanın herhangi bir yerindeki bir kişinin ihtiyaç duyduğu bilgiye veya kişiye hızlı ve doğrudan ulaşmasını
mümkün kılmaktadır. Gönüllü faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları da, üye ve gönüllülerine iletmek istedikleri mesajı sosyal medya servisleri üzerinden
iletebilmektedir. Bu çalışma insan hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları üzerine yapılacaktır. Türkiye’de insan hakları alanında faaliyet gösteren 4 önemli sivil toplum kuruluşu incelenecektir. İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER), İnsan Hakları Derneği (İHD), Uluslararası
Af Örgütü ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) sosyal medya servislerinde aktif şekilde paylaşımda bulunmaktadır. Bu çalışma için, dört sivil toplum kuruluşunun
kurumsal iletişim direktörleriyle ön görüşmeler yapılmıştır. Yapılan görüşmelerde her kuruluşun kurumsal iletişim direktörleri, sosyal medyanın kullanımının yaygınlaşması ile birlikte kamuoyuyla kurdukları iletişim güçlendiğini, daha geniş kitlelere ulaşabildiklerini, faaliyetleriyle ilgili anlık geri dönüşleri alabildiklerini
ifade etmişlerdir. Bu kişiler, insan hakları ihlallerinin sosyal medya servisleri üzerinden sivil toplum kuruluşlarına iletebildiğini, dolayısıyla yeni bir iletişim kanalı
oluştuğunu dile getirmişlerdir. Ön görüşmelerin yapıldığı kurumsal iletişim direktörleri ayrıca, sosyal medya öncesinde zihinlerde muğlak bir ifade olarak yer edinen
insan hakları kavramının, sosyal medya ile birlikte fark edildiğini ifade etmişlerdir.
Çalışma kurumsal iletişim direktörleri ile yapılacak derinlemesine ve sosyal medya servislerini kullanan insan hakları aktivistleriyle görüşmeleri içererek, insan
hakları konusunda farkındalığı, daha geniş kitlelere ulaşma konusunda sosyal medyanın sunduğu imkanları tespit etmeye çalışacaktır.
72
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlarda İletişim Yönetimi
Ahmet TOKLUCUOĞLU
İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Yüksek Lisans Programı
İletişim yönetimi kurumlarca, belli bir amaca yönelik olarak plan dahilinde öncelik sırasına göre belirlenmiş hedef gruplara yönelik olarak gerçekleştirilen kısa ve
uzun vadeli, planlı ve programlı iletişim çalışmalarıdır. İletişim yönetimi çalışmalarının amacı zaman ve mekana göre farklılıklar göstermektedir. Hedef kitle ile iletişimi güçlendirmesi, hedef kitle algısında olumlu bir imaj inşa etmesi ve kurumun insan kaynaklarını yönetmesine yardımcı olarak sürdürülebilir karlılığına katkıda
bulunması, iletişim yönetimini önemli kılan yönetsel becerileridir. Gittikçe artan bir biçimde insan merkezliliğe kayan veya kaymak zorunda olan iş ve yaşam dünyası, bu açıdan bakıldığında iletişim yönetimine her geçen gün biraz daha yönetimsel pay ayırmaktadır. Yönetim yapısındaki değişmeler, iletişim sürecindeki gelişmeler, küreselleşme ve değişen değerler kâr amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşları ve kamu kurum ve kuruluşlarında da yeni anlayışların ortaya çıkmasına yol
açmış ve kurumlar açısından insan faktörünün daha fazla önem kazanmasını sağlamıştır. İnsanlar artık, yönetimde hizmet üretimine değer verdiği kadar imaja da
değer vermektedir. Bu süreçte iletişim yönetimi, yönetimlerin ve kurumların çevre ile kurdukları ilişkilerde olumlu imaj üretimi için stratejik bir fonksiyona sahiptir.
İletişim yönetimi kuruluşların; halkla ilişkiler, reklam ve sosyal sorumluluk gibi iletişim disiplinleri ile gazete, internet, outdoor ve telefon gibi iletişim araç ve mecralarını koordine olarak kullanmaları ile gerçekleştirilir. Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar için iletişim yönetiminin iki önemli anlamı bulunmaktadır. Bunlar; kâr amacı
gütmeyen kurum ve kuruluşların tanıtım çalışmasını yapmak ve hizmet üretmek amacı ile yürütülen iletişim yönetimi ilişkiler çalışmalarıdır. Hizmet üretmek
amacı ile yürütülen iletişim yönetimi çalışmaları, kamu kurum ve kuruluşlarının hedef kişilerine verdiği değerin göstergesi olmaktadır.
Bu çalışmada, kamu kurum ve kuruluları açısından iletişim yönetimi çalışmaları incelenecek ve iletişim yönetiminin kamu kurum ve kuruluşları için sunduğu imkanlar örneklendirilerek değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
73
Postmodern Darbe Süreçlerinde Medya Söylemi
Filiz GÜNDÜZ, Süleyman GÜVEN
Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, İletişim Bilimleri Bölümü - Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü
Türkiye’de Medya çalışmaları hakkındaki literatüre baktığımızda medya ve iktidar ilişkileri ile ilgili çalışmalarda ağırlıklı olarak gazetelerin bir bütün olarak veya
parça parça incelendiği ile karşılaşmaktayız. Yani belli bir olay hakkında basının tavrı ya haber ve köşe yazıları birlikte incelenmek suretiyle ortaya konulmakta
ya da yalnızca haber veya köşe yazıları incelenmek suretiyle ele alınmaktadır. Bu çalışmalardan bir kısmı söz konusu olay veya olgunun haber söylemine ve köşe
yazılarına nasıl yansıdığı, olayın nasıl ele alındığı, olaya yaklaşım tarzı üzerinden basın kuruluşlarının söz konusu olay veya olgular karşısındaki konumu tespit
edilmeye çalışılmaktadır. Bazı çalışmalar ise basın kuruluşlarının belli olay veya olgular karşısındaki politikalarını çeşitli kriterler üzerinden karşılaştırmalı olarak
ortaya koymaya yönelik çalışmalardır. Bu çalışmalarda ağırlıklı olarak aynı tarihlerdeki basın yayın kuruluşlarının söz konusu olaylar hakkındaki politikalarının
karşılaştırılması yapılmaktadır. Ancak literatürde basın yayın kuruluşlarının aynı konu hakkında farklı tarihlerdeki tavır alışlarına, politikalarına ve bunların kendi
aralarındaki tutarlılığa yönelik çalışmalara rastlanmamaktadır.
Tarihsel bir süreç içerisinde basın yayın kuruluşlarının sahiplik yapılarının değişmesi, konjonktürel değişim ve dönüşümlerin yaşanması sıkça karşılaşılan durumlar
olmaktadır. Bu amaçla bu çalışmada konjonktürel değişimlerin yaşandığı ancak sahiplik yapılarının değişmediği belli basın kuruluşlarının tarihsel süreç içinde aynı
olay hakkındaki konumları incelenecektir. Aynı olay hakkındaki olayın meydana geldiği zamanki basın kuruluşlarının olayı ele alışları, olaya karşı tavır alışları ortaya
konmaya çalışılırken aynı olayın konjonktürel değişimin yaşandığı özellikle söz konusu olay hakkında hukuki sürecin yaşandığı bir zamandaki yansımaları yine
aynı basın kuruluşları üzerinden geçmiş ve günümüz baz alınmak şartıyla karşılaştırmalı olarak ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu amaçla “postmodern darbe”
olarak ifade edilen 28 Şubat sürecinin ele alınacağı bu çalışmada darbenin yapıldığı tarihteki basın kuruluşlarında darbenin ele alınışı ile özellikle 28 şubat
sürecinin yargısal soruşturmaya konu olduğu 2012 Nisan ayındaki aynı basın kuruluşlarındaki işlenişi karşılaştırmalı olarak yapılacaktır. Aynı basın kuruluşlarının aynı olay hakkında farklı zamanlardaki tavır alışlarının ortaya konması medya-iktidar ilişkilerinin daha iyi anlaşılmasına, basının konjonktüre
göre bir tavır ve politika değişimini benimseyip benimsemediğinin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Bununla birlikte bu tür karşılaştırmalı ve tarihsel
analize dayalı medya çalışmalarına bir katkı sağlamak da amaçlanmıştır.
Bu amaçla çalışmada aşağıdaki varsayımlar oluşturulmuştur. Medya içinde bulunduğu konjonktüre göre pozisyon alır ve politika belirler. Medyanın haber
kaynakları içinde bulunulan dönemin iktidar yapıları tarafından belirlenir ve medya iktidarın sürdürülmesine ve yeniden üretimine iktidarı haber kaynağı olarak
seçmekle destek verir. Çalışmada yukarıdaki varsayımlar çerçevesinde niteliksel içerik analizi yöntemiyle araştırma yapılacaktır. Bu yöntemin seçilme nedeni hem
belli konular hakkındaki, özellikle çalışmamız açısından önem arz eden iktidar yapılarını ortaya çıkarmaya müsait olması hem de sosyal fenomenleri çözümlemeye
imkân vermesidir. Ayrıca niteliksel içerik analizi araştırmacıların ideoloji ve iktidarla ilgili yapıların çözümlemesini yapmaya müsait olduğundan konumuz açısından
yararlı bir çözümleme yöntemi olarak görülmüştür.
Çalışmanın örnek olayları postmodern darbe sürecinin miladı olan 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararı, 27 Nisan 2007 tarihli Genelkurmay’ın internet
sitesinden verilen elektronik muhtıra ve 28 Şubat sürecini mahkemeye taşıyan 2012 Nisan ayında açılan 28 Şubat Davası’dır. Söylem analizi çalışmasında bu üç
olayın meydana gelmesinin ardından yazılı basındaki bir hafta süreli nüshaları ele alınacaktır. Nüshalardaki köşe yazıları, haberler ve bütün yorumlar incelenecektir.
Nüshaları ele alınacak gazeteler ise olayların olduğu dönemde etkili olan ana akım, sol ve muhafazakar tandanslı gazeteler arasından seçilecektir. Bu doğrultuda
Hürriyet ve Zaman gazetelerinin 1-15 Mart 1997 ve 15-30 Nisan 2012 tarihli nüshaları analiz edilecektir.
74
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Küreselleşme Bağlamında Uluslararası İletişim ve Kamu Diplomasisi
Tuğba YÜRÜKOĞLU
Marmara Üniversitesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Tarihsel süreç içerisinde kişinin kendisiyle başlayan iletişim serüveni kişilerarası, gruplar arası ve kitle iletişimi boyutlarına ulaşarak genişlemiş ve gelişmiştir. Yeni
iletişim teknolojileri de bu gelişime hız kazandırarak dünyanın sanal ağlar ile birbirine bağlanmasını sağlamıştır. Bu bağlantının, kişinin kendisiyle olan iletişimi
kadar özel, kitle iletişimi kadar kamusal bir yapıyı içerisinde barındırması, internetin yeni bir medya olarak karşımıza çıkmasında büyük rol oynamaktadır.
İnternet; görsel, işitsel ve yazınsal her şeyin paylaşılabildiği ve bunlar üzerine kitlelerin bir şeyler söyleyebilme imkanlarının olduğu, karşılıklı iletişime geçilebilen
bir medya oluşmuştur. Bu medyaya da -yeni medya ve dijital medya da denildiği gibi- interaktif medya adı verilmektedir. Küresel bir köy haline gelen dünya,
uluslararası iletişim kavramının değişikliğe uğramasını da kaçınılmaz hale getirmiştir. Mekanın ortadan kalkması sonucu interaktif medyada bir araya gelen kamuoyları, uluslararası iletişim alanında etkili bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamışlardır. Uluslararası iletişim alanında yaşanan değişimlerle birlikte, gizliliğin esas
olduğu eski diplomasi anlayışı, içerisine kamuoyu kavramı ile birlikte açıklık ilkesini de alarak yeni diplomasi anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bu diplomasi anlayışının
devletten halka ve halktan halka olmak üzere iki ana koldan yürütülüyor olması kitle iletişim araçlarının kullanılmasının yanında interaktif medyanın geri besleme
imkanının da kullanılmasını gerekli kılmaktadır.
Bu çalışmada yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle hız kazanan küreselleşmeden yola çıkılarak, uluslararası iletişim bağlamında kamu diplomasisi ve interaktif medya faaliyetleri irdelenecektir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
75
Salon
15
Oturum
C
14.30-16.00
İktisat Tarihi ve İktisadi Düşünce Tarihi
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Feridun YILMAZ
Ü. Serdar SERDAROĞLU
Kurumsal İktisat Yaklaşımı Bağlamında II. Meşrutiyet Döneminde
Ekonomide Müdahalecilik Tartışmaları: İttihat ve Terakki Cemiyeti ile
Hürriyet ve İtilaf Fırkası Programlarında İktisat Politikaları
Gürsu Galip GÜRSAKAL
Seyl-i Huruşân Karşısında Devlet-i Âliye: Sanayi Devrimi ve Osmanlı
Murad Alpaslan KASALAK
Girişimcilik Kavramının Oluşumunda İktisat Biliminin Rolü ve Selçuklu
Döneminden Günümüze Türkiye’de Girişimcilik
Emin Ahmet KAPLAN
Kent Değişimi Üzerine Özel ve Devlet Binaları Sayısının
2012 Yılı Ocak Ayı İçin Öngörüleri
16.00-16.30 Kahve Arası
Kurumsal İktisat Yaklaşımı Bağlamında II. Meşrutiyet Döneminde Ekonomide Müdahalecilik Tartışmaları:
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası Programlarında İktisat Politikaları
Ü. Serdar SERDAROĞLU
Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi
Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet dönemiyle (çalışmanın devamında bu dönem için “Meşrutiyet” dönemi ifadesi kullanılacaktır) başlayan süreçte yaşanan ve temelde
siyasi yaklaşımlar üzerinden gelişen düşünce ayrılıkları iktisat politikası önerileri açısından da bir takım farklılıklar içermektedir. Tarihi arka planıyla dönemin iktisat politikası öneri baktığımızda İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bu cemiyete muhalif olan oluşumların fikir ve yaklaşımlarının incelenmesi dikkat çekici olabilir. Temelde Tanzimat
Fermanı ile başlayan Osmanlı modernleşme sürecinde var olan amaç ve yöntem, Meşrutiyet sonrası dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından da benimsenmiştir.
Tanzimat ile başlayan ve kabaca batı kurumlarının Osmanlı Devleti’ne uyarlanması olarak tarif edilebilecek olan bu yaklaşımın ekonomik boyutları kurumsal değişim ile
kurumsal devamlılık kavramları yardımıyla Meşrutiyet döneminin siyasi oluşumları üzerinden tahlil edilebilir. Bu anlamda siyasi oluşumlardan birisi kabul edilen Hürriyet
ve İtilaf Fırkası, Meşrutiyet döneminin içerisinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalefet bayrağı açmış en güçlü yapılanmadır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın bu gücü İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 sonrası dönemde, özellikle ilk 3 yıllık dönemde, takip etmiş olduğu politikalara muhalif çevreleri kendi çatısı altında toplamış olmasından ileri
gelmektedir. Bu muhalefetin unsurlarından birisi hiç şüphesiz ki iktisadi politika yaklaşımlarıdır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden iktisadi manada daha fazla serbesti yanlısı olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, aynı zamanda “adem-i merkeziyetçi” bir yapıyı savunması bakımından da önemlidir. İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın programları iktisat-devlet ile kurumlar-üretim ve büyüme ilişkisi bakımından aydınlatıcı bilgiler
içermektedir. Bu bilgiler farklı iki görüşün iktisadi kurumlara bakış anlamında nasıl ayrıştığını da göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Yeni kurumsal iktisat okulu
tarafından dillendirilen kurumlar ve kurumsal değişim üretim faaliyetlerinin uzun ömürlülüğü ile büyümeyi sağlayıcı bir unsur olarak Osmanlı iktisadi modernleşmesi
içerisinde incelenmesi gereken bir yer teşkil etmektedir. Osmanlı Devleti’nin Meşrutiyet dönemi içerisinde devlet aygıtı olarak etkilediği kurumsal değişiklikler
iktisat politikalarının nasıl şekillendiği noktasında fikir vericidir. Devletler iktisat politikalarını oluştururken belli kurumları tanzim etme yoluyla iktisadi büyüme
ve gelişmeyi sağlayabilirler. İşte tam bu noktada teorik olarak çeşitli tartışmalar yaşanmakta ve farklı görüşler ileri sürülmektedir. İktisat politikaları belirlenirken
veya bu politikaların uygulayıcısı-örgütleyicisi olan çeşitli kurumlar inşa edilirken devletlerin müdahaleciliğinin boyutları ne olmalıdır? Devletlerin iktisadi norm
ya da hukuksal çerçeveyi oluştururken olumsuz bir rol oynaması mümkün müdür? Devlet eliyle bir kurumsal değişim Osmanlı Devleti özelinde Meşrutiyet döneminde kabul görmüş bir uygulama mıdır? Kabul görmesinin yanında bu anlamdaki görüşlere muhalefet edilmiş midir?
Yukarıda sıralanan sorular ışığında şekillenen bu çalışma içerisinde 1908 sonrası dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ona muhalefet eden cemiyet veya fırkaların
iktisat politikası anlamında yaklaşım farklılıkları kurumsal iktisat temelinde incelenmeye çalışılacaktır. Kurumsal manada iki cephenin devlet aygıtına dair görüşleri
arasında hangi noktaların benzerlik gösterdiği ve hangi noktalar temelinde ayrıştıkları üzerinde durulacaktır. Çalışmanın temel amacı olan bu karşılaştırma analizi İttihat
ve Terakki Cemiyeti ile dönemin en güçlü muhalif hareketi olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın programlarının tahlil edilmesi yöntemi ile yapılmaya çalışılacaktır. İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin programında yer alan görüşlerin hazırlık süreci olarak bilinen 1902 ve 1907 Paris kongrelerindeki tartışmalar cemiyetin iktisat politikalarında belirleyici
olmuştur. Bu anlamda iki kongre’deki kararlara değinilerek tarihi arka planın ve tartışmaların bir resmi çizilmeye çalışılacaktır. Tam manasıyla iktisadi programı olmayan
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktisadi meselelere dönemin koşulları üzerinden yaklaştıkları bilinmektedir. Bu nedenle dönemin siyasi-iktisadi koşulları üzerine bir değerlendirme yapılarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalif olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın hangi noktalar üzerinden farklılaştığı daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bu anlamda
yapılacak bir karşılaştırma devlet-kurumlar ve devletçilik-serbesti arasındaki ilişkileri göstermeye de yardımcı olacaktır. Bahsi geçen karşılaştırmayı yapabilmek için ise
İttihat ve Terakki kongre kayıtları ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın Ahmet Reşit Bey tarafından yazılmış programı temel düzlem olarak kabul edilmiştir.
Sonuç olarak bu çalışma ile var olan literatürde yer aldığı şekli ile “İktisadi Devletçilik”in Meşrutiyet döneminde farklı gruplarca nasıl görüldüğüne dair bulguların elde
edilmesi sonucu ortaya çıkmış olacaktır. Osmanlı Devleti’nin son dönemi kabul edilen Meşrutiyet dönemi içerisinde yaşanan siyasi tartışmalara iktisat politikaları temelinden bakmak ve yaşanan tartışmaları anlayabilmek imkânına kavuşulacaktır. Böylece kurumsal iktisat gözlüğü ile Osmanlı Meşrutiyet dönemi iktisat politikaları ve devlet
ilişkisine dair var olan boşluk giderilmeye çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
77
Seyl-i Huruşân Karşısında Devlet-i Âliye: Sanayi Devrimi ve Osmanlı
Gürsu Galip GÜRSAKAL
Dr., Uludağ Üniversitesi, Tarih Bölümü
XIX. yüzyılda büyük ölçüde artan Avrupa etkisi, bugün devasa bir akademik Emperyalizm ve Koloniyalizm literatürü oluşturmuştur. Özellikle “emperyalizm”, her ne
kadar bugün XIX. yüzyıldaki biçiminin nedenleri hakkında çeşitli tartışmalar olsa da, çıkış noktası itibariyle iktisadi kökenlidir. Kavramın fikir babası 1902’de konuyu
etraflıca ele alan İngiliz ekonomist John Hobson’dur ve eserinde emperyalizmin kültürel-düşünsel yönlerine de değinmekle beraber nihayetinde kapitalizmin bir
sonucu olarak görmektedir Hobson’un eseri özellikle emperyalizmi “kapitalizmin son aşaması” olarak gören Lenin’i derinden etkilemişti. Bugün emperyalizmin
olası başka sebeplerine vurgu yapan birçok araştırmacı bulunmasına rağmen halen ekonomik yorumlar ve “ekonomik emperyalizm” kavramı literatürde çok önemli
bir yer tutmakta. Emperyalizmin kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu ve kapitalist sistemin varlığı için gerekli olduğu çizgisindeki Marksist düşünce, 50’li ve 60’lı
yıllarda modernleşme ve klasik kalkınma ekonomisi teorilerine bir tepki olarak popülerleşen “bağımlılık teorisi”ne kaynaklık etmişti. Bu görüşe göre gelişmiş ülkeler
(merkez) ile az gelişmiş ülkeler (çevre) arasındaki ekonomik ilişkiler klasik iktisadın salt teknik piyasa mekanizmasıyla açıklanamazdı zira piyasa ilişkisi doğası itibariyle eşitsizdi. Yine aynı dönemde ham maddelerin mamul mallara göre olan ticaret hadlerinin uzun dönemde düştüğünü ortaya koyan “Prebisch-Singer Tezi” de
teoriye teknik alanda destek sağlıyordu. 1970’ler ise “Bağımlılık Teorisi”ndeki nedenselliği alıp tersine çeviren ImmanuelWallerstein’in “Dünya Sistemleri” teorisinin
parlamasına sahne oldu. Bu ekole göre merkez, çevreyi sadece birincil ürünlerin üretiminde uzmanlaştırıp, mamul maddelerini piyasadan silerek sanayisizleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda merkez-çevre arasındaki güç ilişkileri bütün bir ekonomik sistemi belirliyordu. Kapitalizm bu güç ilişkileri ile XVI. yüzyılda ortaya
çıkmıştı. Coğrafi genişleme, işgücünü kontrol etmenin farklı metotlarının geliştirilmesi ve güçlü devlet aygıtlarının ortaya çıkması gibi bir dizi olgu kaynakları
çevreden merkeze dağıtan bir dünya sistemi oluşturmuştu. Bütün bu teorik çerçeve bize merkez ve çevre ülkelerin arasındaki ekonomik ilişkilerin doğasının
ayrıntıları ile incelenmesi gerektiğini hatırlatmakta.
Gerek “Dünya Sistemleri” gibi “Grand Teorilerde” gerekse daha orta ölçekte, çevre ülkeler ve ekonomik emperyalizmle ilgili literatürde genelde öne çıkan
sanayisizleşme kavramının iki ana parçası bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi merkez ülkenin mamul mallarının çevre ülkede pazar payını arttırması
ise bir diğeri de çevre ülkenin birincil ürünleri ve ucuz iş gücü için bir talep yaratılmasıdır. Bizim esas üzerinde durmak istediğimiz mamul mal ithalatını
içeren bu birinci mekanizmadır. Osmanlı İmparatorluğu bu çerçeveden bakıldığında nasıl bir görünüm arz etmektedir? Bu sunumda bu sorunun cevabını
vermeye çalışacağız. Daha spesifik olarak cevap arayacağımız soru, istatistiki analiz için gerekli verilerin mevcut olduğu XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı ithalatı ile
Avrupa’nın merkez ülkelerinin sanayi üretimleri arasında nasıl bir ilişkinin bulunduğu sorusudur. Acaba bu ülkelerin sanayi üretimlerindeki artış Osmanlı ithalatında bir artışa yol açmakta mıdır? Yoksa Osmanlı ekonomisinin ithalat ile yarattığı talep de bu sanayi üretimini arttırmakta etkili midir? Kısacası talep çekişi-arz itmesi
modellerinden hangisi bu ilişkiyi tanımlamaktadır bunu inceleyeceğiz.
Elimizde XIX. yüzyıl için sanayi üretim endeksleri bulunan İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Rusya ve İtalya, 1830-1913 döneminde İmparatorluk ithalatının yarısından fazlasını karşıladığı için önemli bir temsil kabiliyetine sahiptir. Sanayi üretim endeksleriyle Lindert-Williamson, Bowley’nin, LawranceOfficer’ın ve
Phelps-Hopkins’in fiyat serileriyle reel hale getirilmiş Osmanlı ithalat serilerine herhangi bir zaman serisinin bir diğer zaman serisinin geçmiş değerleri tarafından
tahmin edilebilirliğini ölçen bir test olan Granger nedensellik testi uygulanmıştır. Fransa için 2-7 sene arasında, Almanya için ise 3-10 sene arasında kuvvetli bir
nedensellik bulunurken İngiltere, Avusturya ve İtalya için ise genelde zayıf olan bu nedensellik 3-5 yıl gecikme döneminde yoğunlaşmaktadır. Rusya için ise 3-7
sene arasında kuvvetli bir nedensellik gözlemlenmektedir.
78
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Girişimcilik Kavramının Oluşumunda İktisat Biliminin Rolü ve Selçuklu Döneminden Günümüze Türkiye’de Girişimcilik
Murad Alpaslan KASALAK
Öğr. Gör., Muğla Üniversitesi, Köyceğiz Meslek Yüksekokulu
Popüler bir isim olarak sıklıkla kullanılan girişimci ve girişimcilik kavramları, ülkelerin ekonomik gelişmesinin lokomotifidir. Günümüzde birçok ekonomist ve davranış bilimci, toplumda girişimci rolünün politikacılar kadar etkili olacağını kabul etmektedirler. Girişimciler, yeni fikirleri ortaya sürmeleri ile ekonomik gelişmenin
yolunu ellerinde tutarlar. Bu fikirler, üretim için yenilik, yeniliğin yöntemi, pazarlama yeniliği ve organizasyon el yenilikleri kapsar. Girişimciler tarafından başarılı
hale gelmeye başlamak müşterilerin yeni fikirlerden memnun olmasıyla ve yeni firmaların yaratılmasıyla oluşur. Yeni yaratılan firmalar ekonomik gelişme ve çalışan topluma iş imkânı sunma işlemini meydana getirir. Üretim ve iş piyasasını teşvik ederek, girişimciler ekonomiye önemli katkılar sağlayabilirler. Bu durum
başarılı girişimciliğin faydalarını gösterir. Tabii ki girişimcilerin hepsi başarılı değildir. Birçoğu, çalışanlarının gelişiminin gerçekleşmesini, iş hayatında karlı bir
organizasyon haline işlerini dönüştürmeyi başaramamakla birlikte işletmelerini tehlikeli bir periyoda sürükleyebilirler. Bunlar, başarısız girişimcilik ile ilgili özel,
sosyolojik ve çok önemli sonuçlar doğurabilirler. Mali yapı, sosyal durum ve eğitim politikalarının sonuçları girişimciliği etkileyen enstrümanlardır. Piyasanın etkileri
başarılı girişimcileri arttırabilir ya da girişimcileri başarısızlığa itebilir.
Girişimcilik faaliyeti, ekonomik büyüme için hayati ve ekonomiyi eyleme geçirmede önemli bir etken olarak tanımlanır. Girişimcilik, bireysel ve toplumsal anlamda
bir refah yarattığı için pek çok araştırmacının ilgi odağı olmuştur. Girişimcilik alanında yapılan araştırmalar şu tür sorulara yanıt aramıştır: Neden bazı insanlar yeni
fırsatları görme ya da yaratama yeteneğine sahipken diğerlerinin bu tür bir özelliği yoktur? Neden bazı kişiler iş fikirlerini ya da hayallerini gerçek bir işletmeye
dönüştürürken diğerleri bunu başaramaz? Neden bazı girişimciler başarılı iken diğer bazıları başarısızdır. Bu soruların yarattığı ilham ile birçok bilim adamı,
sanayi devriminin de etkisiyle başta 18. Yüzyıl olmak üzere girişimcilik kavramı ve kapsamı üzerine yoğunlaşmıştır. Üretim ve rekabet olgusunun önemi de
dikkate alındığında üretim faktörlerinden biri olan girişimci kavramının doğuşundan günümüze nasıl oluştuğunu incelemek gerekmektedir.
Bu çalışmada girişimci ve girişimcilik kavramlarının ünlü İktisat bilim adamı Richard Cantillon tarafından kullanılmasından itibaren kimler tarafından,
nasıl incelendiği ve Selçuklu Devleti döneminden itibaren süregelen Anadolu’daki girişimcilik faaliyetleri ve günümüzde Türkiye’de uygulanan girişimciliği
arttırmaya yönelik uygulamaların ne şekilde olduğu ortaya koyulmak istenmiştir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
79
Kent Değişimi Üzerine Özel ve Devlet Binaları Sayısının 2012 Yılı Ocak Ayı İçin Öngörüleri
Emin Ahmet KAPLAN
Arş. Gör., Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Ekonometri Bölümü
Bir yerleşim yeri olarak şehir, yapısal ve kültürel bakımdan disipline adici ve hayata hazırlayıcı bir mekandır. Bu yüzden Türkiye’nin kentleşme politikaları Türkiye’nin
bir “sosyal devlet” özelliğini bire bir yansıtmakta mıdır ve sosyal kentleşme politikasının uygulanmasına sahne olmakta mıdır? Çalışmamız bu sorular çerçevesinde
şekillenerek özel sektör bina sayısı ile devlet sektörü bina sayısının analizi yapılacaktır. Bu çalışmada Türkiye’nin kentleşme politikaları çalışılacaktır. Çalışmamızın
amacı elimizde bulunan veriler çerçevesinde 2012 yılı Ocak ayına ait devlet bina sayısı ile özel sektör bina sayısının öngörüsü yapmaktır. Böylece kentleşme politikaları ile ilgili çalışma yapan araştırmacılara yardımcı olunacaktır.
Öngörü çalışmalarında farklı yöntemler kullanılmakla beraber zaman serisi analizinden yararlanılmaktadır. Çalışmamıza ait veriler Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası elektronik veri dağıtım sisteminden temin edilmiştir. Veriler 2002:1-2011-12 dönemini kapsamaktadır. Çalışmamızda zaman serisi modelleri ile özel sektör
ile devlet bina sayılarının öngörüsü yapılacaktır. Zaman serisi analizinde ilk olarak ilgili serinin birim kök içerip içermediği Augmented Dickey Fuller (ADF) testi ile incelenecektir. Serimizin durağan çıkması analizimiz için istenilen bir özelliktir, ancak ilgili seri durağan çıkmadığı takdirde farkı alınarak seri durağanlaştırılır. Böylece
fark alınmış seri ile çalışılacaktır. Birim kök yapıldıktan sonra korelagram yardımı ile ilgili serilerimizin otokorelasyon ve kısmı otokorelasyon fonksiyonu bulunmaya
çalışılacaktır. Serimiz otoregresif (AR) yoksa hareketli ortalama (MA) süreci mi göstermektedir? Böylece öngörü yapacağımız modelin yapısı belirlenecek, öngörü
sonuçları daha tutarlı olacaktır. Sonra, Ljung-Box Q testi uygulaması ile uygun model seçimi yapıp yapmadığımızı inceleyeceğiz. Böylece seçtiğimiz modelimizde herhangi bir sorun (otokorelasyon) var mı yok mu bunu belirlemiş olacağız. Uygun model seçimi ve model belirlenmesinden sonra öngörümüzü rahatlıkla
yapabiliriz. Öngörü sonucunda Theil eşitsizlik katsayısı gibi değerlerin de öngörü başarısı için önemli olduğunu unutmamalıyız. Böylece ilgili katsayıların
analizi de çalışmamızda sunulacaktır. Zaman serisi öngörü analizi e-Views paket programı ile yardımıyla gerçekleştirilecektir.
80
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Salon
16
Oturum
A
16.30-18.00
Varlık, Bilgi, Değer İlişkisi
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Mustafa AYDIN
Mehmet Ata AZ
İbn Sînâ’nın Varlık-Mahiyet Ayırımının Eleştiriler Bağlamında
Değerlendirilmesi
İbrahim AKSU
İnsanda Madde ile Mananın Bütünlüğü: İbn Sînâ’da Mizâc-Nefs
İlişkisi
Tuba Nur DÖNMEZ
Değer Merkezli Teknoloji Değerlendirmeleri Bağlamında Teknoloji-Dini
Değerler İlişkisine Felsefi Bir Bakış
Vedat ÇELEBİ
N. Hartmann’ın Yeni Ontolojisinde Varlık ve Değer İlişkisi
İbn Sînâ’nın Varlık-Mahiyet Ayırımının Eleştiriler Bağlamında Değerlendirilmesi
Mehmet Ata AZ
Arş. Gör., Şırnak Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
İslam felsefesinde temel olduğu kadar özsel olan varlık-mahiyet ayırımını ilk defa sistematik bir şekilde ele alan ve bunu felsefi bağlamda tartışan filozofun İbn Sînâ olduğunu söyleyebiliriz. İbn Sînâ, gerek yaratma ve kelam sıfatı bağlamında süre gelen kelâmî tartışmalardaki mevcut-şey’ ayırımını, gerek Aristo’nun yapmış olduğu mahiyetvarlık ayırımını, gerekse Farabi’nin, Aristo ve kelami tartışmaları baz alarak yapmış olduğu ayırımı esas alarak kendi felsefesi bağlamında özgün bir şekilde varlık-mahiyet
ayırımını tartışmıştır. İbn Sînâ’nın kendinden önceki farklı filozoflardan ve kelâmî okullardan alarak geliştirdiği bu iki kavram, onun özellikle mümkün varlığın imkan
halinden varlığa çıkışını ve mümkün varlığın zorunlu varlıktan farkını açıklamada önemli bir işlev görmüştür. İbn Sînâ, varlık-mahiyet ayırımını, sadece ontolojisini kurmak
için varlık felsefesinde kullanmamaktadır, aynı zamanda metafizik görüşlerini temellendirmek için de kullanmaktadır. Bundan dolayı, söz konusu ayırımın filozofun, varlık
felsefesinin temelini oluşturduğu kadar metafiziğinin de temelini oluşturmakdatır. İbn Sînâ, varlık-mahiyet ayniliğini ya da varlıktan başka mahiyetin olmadığı görüşünü,
hem Vacibu-l Vucud’un her türlü mürekeplikten ariz olduğu anlamındaki basitliği temellendirmek hem de mümkün varlıkla Vacibu-l Vucud arasındaki ontolojik farklılığı
netleştirmek için bu tür bir metafiziksel ayırıma gitmiştir. Daha açık bir ifadeyle İbn Sînâ’nın amacı, basît ve zorunlu olan Tanrı ile varlığını ona borçlu olan mümkün varlıklar
arasındaki temel ontolojik ve mahiyetsel farklılığı ortaya koymaktır.
İbn Sînâ’nın Vacibu-l Vucud ile mümkün varlıklar arasındaki kategorik ayırımı yapmak ve her iki varlık arasındaki farklı temellendirmek için geliştirmiş olduğu varlık-mahiyet ayırımının anlaşılması ile ilgili farklı görüşler ortaya atılmıştır. Söz konusu farklı yorumların temel nedeni, filozofun mümkün varlıklardaki ayırımda vucud ve mahiyet
arasında varsaymış olduğu ilişkinin mahiyeti ile ilgili olduğu kadar İbn Sina’nın vucud ile mahiyet arasında var saydığı ilişki ile ilgili farklı ve muğlak ifadeler de kullanmasıdır. Bunun sonucunda vucudun, imkan halde bulunan mahiyete sonrada harici bir şekilde arizi olarak mı eklendiği yoksa vucudun, mahiyetin harici bir neden
bağlı olarak kendi içersindeki imkan halinden bilfiilliğe geçiş şeklinde gerçekleşen bir dönüşüm mü olduğuna yönelik farklı iddialar ortaya atılmıştır. Dolayısıyla,
vucud anlayışının, metafiziksel ve mantıksal bağlamdaki tarifinin tahlili, filozofun vucud ile mahiyet arasında varsaydığı ilişkinin doğru anlaşılmasına büyük bir
katkısı olacaktır. Söz konusu bu temel ayırımının farklı şekilde anlaşılmasında birçok filozofun, ayrımının mantıksal mı yoksa metafiziksel bağlamda mı yapıldığı
konusunda yanılgıya düşmüştür. Dolayısıyla bu genel hata, varlığın, beyaz, siyah, daire vb. arazlardan farklı olmayan araz olarak anlaşılmasına neden olmuştur.
Oysa, varlığın tanım ve izafesine ilişkin birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen tanım ve kısımlandırma, İbn Sînâ’nın varlık anlayışı bir bütün olarak ele alındığında
çelişkinin olmadığı aksine farklı düzlemlerde yapılmış kısımlandırma ve tanımlamalar olduğu görülecektir.
Çalışmamızda, İbn Sînâ’nın varlık-mahiyet ayırımıyla, Vacibu-l Vucud’da varlık-mahiyet ayırımının yapılıp yapılamaycağı, mahiyetin varlıktan başka başka bir şey
olmadığından kastın ne olduğu izaha kavuşturulacaktır. Ayrıca, vucud ve mahiyet arasında öngördüğü ilişki ile vucudun mahiyete sonradan eklenen bir araz olup olmadığı üzerine yoğunlaşılacaktır. İbn Sînâ’nın varlık, mahiyet kavramları ile bu kavramlara bağlı olarak geliştirmiş olduğu zat, enniyet, hüviyet, hakikat, araz vb. kavramların
tanımı ve aralarında ön gördüğü ilişki ve nüans netleştirildikten sonra, eleştiriler bağlamında vucudun mahiyet ile olan ilişkisi tespit edilecektir. Aynı şekilde, filozofun varlık
tarifi göz önünde bulundurduğumuzda, varlığı, mantık ve ontoloji bağlamında ele aldığı kadar metafizik yönünü de göz önünde bulundurduğundan, filozofun varlığa
ilişkin farklı tariflerden bahsederken, onun mantık, ontoloji ve metafizik anlayışı bir bütün olarak göz önünde bulundurulacaktır. Mahiyetin nefyi Tanrı’nın varlığının nefyi
anlamına gelir diyen Gazali’nin, İbn Sînâ’nin mahiyet kavramı yerine kullanmış olduğu zat, hüviyet, enniyet, hakikat vb. kavramları nasıl ihmal ettiğini; yapmış olduğu
ayırım ile varlığın mahiyet ile olan ilişkisini yanlış bir şekilde anlayıp İbn Sînâ’yı varlığın mahiyetin arazı olduğunu iddia ettiğini söyleyen ve eleştiren İbn Rüşd’ün, İbn
Sînâ’nın mantıksal ve metafiziksel düzlemde yapılmış bir ayırımı hakkıyla anlayamayıp nasıl yanlış yorumladığını; Aquinas’ın, İbn Sînâ’nın yapmış olduğu ayrım bağlamında kullanmış olduğu enniyet, zat, huviyet ve hakikat (enitas, essentia, quidditas) gibi Arapça kavramların Latince çeviride tercüme hataları ve yetersizliği nedeniyle anlam
ve işlevini kaybetmesi kadar İbn Rüşd ve Gazali etkisi nedeniyle Aquinas’ın İbn Sînâ’ya ilişkin eleştirilerinin haklılık payını belirlemeye çalışacağız. Aynı şekilde, İbn Sînâ’nın
ontolojisini Aristocu varlık anlayışı bağlamında okuyup yorumlayan İbn Rüşd ile ondan etkilenen Aquinas’ın, İbn Sînâ’nın varlığı, mahiyete eklenmiş harici gerçekliği olan
arazi bir nitelik olarak kabul ettiği şeklindeki eleştirileri ile; İbn Sînâ’nın varlık-mahiyet arasında görmüş olduğu ilişki nedeniyle başta Aquinas olmak üzere farklı filozoflar
tarafından essentiyalist olarak adlandırılmasının doğru olup olmadığını farklı filozofların konuya ilişkin eleştiri ve yorumları bağlamında değerlendirileceğiz.
82
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
İnsanda Madde ile Mananın Bütünlüğü: İbn Sînâ’da Mizâc-Nefs İlişkisi
İbrahim AKSU
Arş. Gör., Erzincan Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
Bu tebliğimizde, İbn Sînâ’nın insanı maddi ve manevi yönüyle nasıl bir bütün olarak gördüğünü, insanı oluşturan unsurlardan maddi olanın yani bedenin-o bedene
ait mizâcın ve manevi olanın yani nefsin bir birleri üzerinde nasıl ve ne tür etkilerde bulunduklarını, birindeki olumlu-olumsuz değişimin diğerini nasıl ve ne şekilde
etkilediğini mümkün olduğu kadar anlaşılır ve özet bir biçimde sunmaya çalışacağız. İbn Sînâ, “yan yana bulunan unsurlarda/cisimlerde/maddelerde yer alan birbirine zıt niteliklerin karşılıklı etkileşiminden ortaya çıkan bir keyfiyet” olarak tanımladığı mizâcın, tüm varlık türlerine (maden, bitki, hayvan, insan) ait “madde” ile
varlığa gelme, varlığını devam ettirme ve varlık sahnesinden çekilme yönlerinden birebir ilişki içerisinde olduğunu düşünmektedir. Genel olarak canlılar ve özelde
insan söz konusu olduğunda bu madde “beden” ismini almaktadır. Fakat İbn Sînâ’ya göre bir tür olarak insandan bahsedebilmemiz için tek başına madde yani beden yeterli değildir. İlave bir unsura ihtiyaç vardır ki o da “Nefs” diye isimlendirilen manevi bir cevherdir. Buna göre, yalnızca beden-nefs birlikteliğinin oluşturduğu
“bütün”, insan olarak isimlendirilebilir. Bir bütün olmak demek, bütünü var eden parçaların karşılıklı fiil ve infiale, etki ve edilgiye açık olmaları demektir. İbn Sînâ’ya
göre maddi temelli bir keyfiyet, bir yapı olan mizâcın tamamen manevi bir cevher olan nefs ile ilişkisi de bu durumun bir neticesidir.
Yaklaşık 2500 yıllık bir tarihe sahip Ahlât-ı Erbaa (Dört Sıvı) teorisini benimseyenlerden bir olarak İbn Sînâ’ya göre insan bedeni fert bazında, temelinde dört nitelik (sıcak-soğuk-yaşlık-kuruluk) ve dört temel element (ateş-su-hava-toprak) bulunan dört temel sıvının yani kan, balgam, sarı ve siyah safranın imtizacından,
karışımından meydana gelmektedir. Yalnız her insanda bu sıvıların karışımı farklı nitelik ve niceliklerde gerçekleştiğinden, her insanın mizâcı yani bedenini
oluşturan maddi yapısı da farklı farklı olmaktadır. Filozofumuza göre gerek bizatihi mizâcın varlığı gerekse farklılığı insana ait nefsin varlığını, türünü ve
yokluğunu, bunun yanı sıra nefsin yardımcıları konumundaki kendisine ait kuvvetlerin işlevini doğrudan etkileyebilmektedir. Hakeza nefsin tasarrufları
neticesinde gerçekleşen insanın bilgi ve huy elde etmesi ile mizâc arsında da yer yer doğrudan yer yer ise dolaylı ilişkiler söz konusudur. İbn Sînâ’ya göre
her hangi bir tür nefsin var olabilmesi ve Faal Akıl’da sudur edebilmesi için öncelikle o nefsi kabule hazır bir mizâcın oluşması gerekmektedir. Diğer bir
değişle, maddi elementler imtizac edip, karışıp bir beden ortaya çıkardıklarında bu bedene hangi tür suretin/nefsin (madeni, bitkisel, hayvani, insani)
bahşedileceğini, bedeni oluşturan mizacın niteliği belirlemektedir. Karışım yeterli saflıkta ve nitelikte ise o bedene insani nefs, değilse derecesine göre
diğer nefs türlerinden biri verilmektedir. Nefs bir şekilde bedenle birleştikten sonra, bedenin mizâcı bozulup beden fonksiyonları işleyemez hale gelinceye
kadar orada kalır. Ne zaman ki bedene ait mizâc tamamen bozulur, o vakit ölüm gerçekleşir ve nefs de bedeni terk eder. Tür, varlık ve yokluk itibariyle mizâc
ile nefs arasındaki bu ilişki nefsin kuvvetleri söz konusu olduğunda da kendisini farklı şekillerde gösterir. Nefs var oluşundan itibaren kuvvetleri vasıtasıyla bedeni
yöneten bir varlıktır. Kendisine ait bu kuvvetlerin işlerini iyi yapabilmesi-yapamaması, içinde bulunduğu bedenin mizâcına bağlıdır. Bedenin mizâcını göre bazı
kuvvetleri fonksiyonlarını iyi yerine getirebildiği halde bazıları zorlanabilmektedir. İbn Sînâ’ya göre insanın bilgi ve huy edinmesi, nefsin ve o nefse ait kuvvetlerin
tasarrufları neticesinde meydana gelir. Nefs kendisinden üstte bulunan aşkın alemle (ay-üstü) kurduğu irtibatın bir neticesi olarak bilgi elde ederken, kendisinden
aşağıda bulunan süfli alemle (ay-altı, beden) ilişkisi neticesinde de huylar (ahlak) edinmektedir. Bizâtihi varlığı ve kuvvetleri ilişkili olan mizâcın, nefsin bu türlü
tasarruflarını etkileyebileceğini öngörmek pek de zor olmasa gerektir. Nitekim araştırmamız neticesinde nefsin her iki aleme (ay-üstü, ay-altı) yönelik eylemleri ile
mizâc arasında doğrudan ve dolaylı bir takım bir bağların olduğunu tespit ettik.
Tüm bunlar bizim, İbn Sînâ’nın “insan”ı nasıl anlamlandırdığı ve evrende nasıl konumlandırdığı sorularına verilmiş sınırlı cevaplarımız olarak görülmeli ve filozofun
kurmuş olduğu bütüncül felsefî sistemde insanın yerini sağlıklı bir şekilde tespite doğru atılmış küçük adımlar şeklinde değerlendirilmelidir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
83
Değer Merkezli Teknoloji Değerlendirmeleri Bağlamında Teknoloji-Dini Değerler İlişkisine Felsefi Bir Bakış
Tuba Nur DÖNMEZ
Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Doktora Programı
İlk insandan beri alet yapabilme yeteneğiyle teknoloji üretebilen bir varlık (homo faber) olan insanoğlunun gündeminde teknoloji her zaman yer almıştır. Antik
Yunan’da genellikle kuramsal bilimden ayrı bir alan olarak görülen ve ‘pratik bilgi’ şeklinde nitelendirilen teknoloji, Sanayi Devrimi sonrasında, XVIII ve XIX. yüzyıllarda ise bilimle iç içe girmiş, bilim ve teknoloji özellikle gelişim süreçleri açısından birbirini etkileyen alanlar haline gelmiştir. Bilimsel keşifler teknolojinin gelişmesini sağlarken, teknolojideki gelişmeler de bilimsel ilerlemeye katkıda bulunmuştur. Gelişen teknolojinin hayatımızın pek çok alanında yer bulması, teknolojinin
git gide kültürel gelişmenin ayrılmaz bir parçası haline gelişi, insan yaşamını kolaylaştırıp destekleyen; ama bununla beraber insanı yabancılaştıran bir olgu haline
gelmeye başlaması; felsefecilerin bu alana dikkat çekmeleri sonucunu doğurmuştur. Özellikle son yüzyılda teknolojik gelişmenin ve değişmenin oldukça hızlı bir
şekilde yaşanması, insanoğlunu bu gelişimin ortaya çıkardığı ahlâki, dini, çevresel pek çok problemle yüz yüze getirmiştir. Böylesi problemlere ilişkin sorgulamaların sistematik olarak yapıldığı alan olarak teknoloji felsefesi; teknolojinin özünü, doğasını, amaçlarını, insan ve toplumun gelişimi üzerindeki olumlu ve olumsuz
etkilerini araştıran, teknolojinin neden olduğu toplumsal, kültürel ve ekonomik sorunlara odaklanarak teknolojinin anlam ve değerini sorgulayan, özerkliğini tam
anlamıyla XX. yüzyılda kazanan bir felsefe dalıdır. Hem kendisini hem kendisi dışındaki varlıkları değerlerine göre değerlendiren insan, teknolojiyi değerlendirirken
de birtakım değerleri esas almaktadır. Gerek teknoloji felsefesinin ortaya çıkıp geliştiği batı düşüncesinde, gerekse Müslüman düşünürlerce bilim ile teknolojinin
değerler alanına olumsuz tesirde bulunup bulunmadığı sorgulanmış; bu husustaki tartışmalar önemli bir yer teşkil etmiştir.
Bu tartışmalara bakıldığında teknolojinin değerler sahasına etkisi olmadığı ve nötr olduğu varsayımlarının fazla kabul görmediği, teknolojinin değerleri
etkilediği üzerinde sıklıkla durulduğu görülmektedir. Bu çerçevede pek çok düşünür, insanoğlunun toplum makinesinin bir parçası haline gelmeye başladığını dile getirmekte, insan için bir araç olması gereken teknolojinin; ürettiği dünya görüşü ile insan amaçlarında, duygularında, ahlaki ve dini değerlerinde
değişime yol açtığına vurgu yapmaktadır. Kendisiyle ve yaşamla olan bağını büyük ölçüde yitiren insanın bu süreçte tinsel ölümünün gerçekleşeceğinden
endişe eden pek çok felsefeci ve toplumbilimci, bu meseleyi sorgulamakta, çözümler aramaktadır. Teknolojinin değerler sahasını özellikle ahlaki ve dini
değerleri deforme etmesi yanında, teknolojinin hedef tayininde, üretim aşamasından ortaya çıkış ve kullanım sürecine kadar değerlerin göz önünde tutulması, değerlerin teknolojik gelişime etkide bulunması gereği de pek çok düşünürce dile getirilmektedir. Tekniğin araçları amaçlara; amaçları da araçlara
dönüştüren bir hal aldığı günümüz medeniyetinde felsefe, değerleri devreye sokarak teknolojinin amacını tayinde etkili olma gereği üzerinde durmaktadır.
Ülkemizde bilim felsefesi üzerine çalışmalar yapılmış ve nispeten bilim felsefesi-etik ilişkisine sistematik olarak değinilmişse de Batı’da ayrı bir alan olarak gelişen
teknoloji felsefesi için ülkemizde böyle bir zemin oluşmamıştır.
Bu alanın ülkemizdeki gelişimine mütevazı bir katkı sağlayacak olan tebliğimizde, özellikle teknoloji felsefesinin gelişmeye başladığı XIX. Yüzyıl sonlarından itibaren teknoloji-değer ilişkisi üzerine yapılan tartışmalara ana hatlarıyla yer verilecek ve özellikle dini değerler ile teknoloji arasındaki ilişki hususunda ifade edilen
görüşler çerçevesinde bazı değerlendirmeler ortaya konulacaktır. Bu çalışmada gerek teknoloji felsefesi alanında önemli tartışmaların bulunduğu batı düşüncesinden, gerekse İslam coğrafyasından bu konuda görüş serdetmiş bazı düşünürlerin fikirlerinden istifade edilecektir. Tebliğimizde teknolojinin, değerler üzerindeki
etkisini bilinçli bir şekilde inceleme konusunda kritik bir bakış açısı sunmayı hedeflemekte, bu alandaki gelişim ve değişime dair bir farkındalık oluşturmayı amaçlamaktayız.
84
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
N. Hartmann’ın Yeni Ontolojisinde Varlık ve Değer İlişkisi
Vedat ÇELEBİ
Arş. Gör., Nevşehir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
N. Hartmann, bütün felsefi düşünüşlerin temelinde ontolojik yapı olduğunu kabul etmesiyle yeni ontolojinin kurucusu olmuştur. Eski varlık öğretisinin genel görüşü,
varlığın maddesel suret olarak yoğunlaşmış, düşüncede kavranabilen, nesnelerin belirleyici ve biçim verici özü olduğu idi. Bu durum, içinde insanın da olduğu nesneler
dünyası yanında, zaman ve maddesi olmayan, yetkin ve yüksek varlıklardan oluşan bir özler dünyasını oluşturuyordu. Eski varlıkbilimin metafizik saplantıları nedeniyle açıklayamadığı reel varlığı, yeni varlıkbilim bu metafizik saplantılara düşmeden gerçekleştirmek durumundadır. Hartmann, önümüzde sayısız duran ve bir çokluk
teşkil eden varlığın, aynı zamanda bu çokluğu ve çeşitliliği içinde taşıyan bir birliğinin ve bütünlüğünün olduğunu söyler. Bu bütünlüğü ya da birliği sağlayan şeyse,
varolanın tabakalı bir yapıya sahip olmasıdır. Yeni varlıkbilimin çalışma sahası gerçek dünyanın içerisinde yer alan bu somut varlıkların tabakalı yapısıdır. Hartmann’ın
varlık tabakası cansız, canlı, ruhsal ve tinsel olmak üzere dört katmanlı bir yapı arz eder. Bunlardan ilki, yani cansız tabaka, birbiri içine girmiş yapıların farklı şekillerde
derecelenmediği bir düzen olarak bize kendini gösteren bütün evreni kapsar. Kısaca bu tabaka cansız olanın tabakasıdır. Cansız varlık tabakasının üzerinde canlı varlık
tabakası yükselir. Canlı varlık da bitkilerden, en basit tek hücrelilerden insana kadar uzanır. Organik tabaka, inorganik tabakaya göre daha yetkin bir şekil almıştır.
Canlı varlığın üzerinde ise ruhsal tabaka yükselir. Bu tabaka artık bilinçlidir, ancak henüz tinsel varlık değildir; ruhsal tabaka, altındaki diğer iki tabaka olmadan gerçekleşemez. Bu tabaka, diğerlerinden uzayda yer kaplamamasıyla ve içsel oluşuyla ayrılır. Hartmann’a göre cansız ve canlı tabakada hüküm süren doğa yasaları ruhsal
tabakada sona erer. Bundan sonra nihai katman olan tinsel varlık tabakası gelir. Ruhsal tabaka olmadan tinsel tabaka gerçekleşemez. Tinsel varlıklar bireylerin ruhsal
yaşamlarının ürünüdür. Hartmann, tinsel tabakayı da kendi içinde kişisel, nesnel ve nesnelleşmiş tin şeklinde tabakalara ayırır. Nicolai Hartmann’a göre, değişik
nitelikler taşıyan varlık alanlarını kavrayabilmek için evren bir bölümüyle değil, bütünlüğüyle ele alınmalı; olgular ve olaylar arasındaki varlık bağlantıları
araştırılmalıdır. Varlık, kendi bütünlüğüyle ortadadır ve iki temel kategorisi (belirleyici ilkesi) vardır. Birincisi, zaman ve mekan boyutlarının dışında kalan ve
değişmeyen ideal varlık kategorisi, ikincisi ise mekan ve zaman boyutları içinde yer alan real varlık kategorisidir.
N. Hartmann öznel-idealizmden beslenerek kendi orijinal düşünceleri olan nesnel-idealizme ulaşmıştır. Hartmann hem etikte hem de estetikte bir değerler etiği ve estetiği kurmaya çalışmıştır. Hartmann, değer sınıflarını sistematik bir prensibe göre değil, tamamen empirik olarak ele alır. Hartmann,
değerler alanında öznellik bulunduğu görüşlerine karşı çıkarak değerler alanında bir nesnellik ve mutlaklık olduğu düşüncesini savunur. Hartmann›a göre
değerler ile gerçeklikte bulunan bir varlık olan insan arasındaki bağlantının temelinde «değer duygusu» bulunmaktadır. Fakat Hartmann değerler ve normatif yargılar olan değer yargıları arasında ayrım yapmadığı için değer duygusunun her zaman değere ve değerlere bağlı olduğunu düşünmektedir. Hartmann
değer felsefesinde değerin «öznel», değerlerinse «göreli» olduğunu savunan görüşlere karşı çıkarak, değerlerin göreli, değişken sayılıp da insan dünyasında ölçüt
olmaları engellenmesin diye onların mutlaklığını, nesnelliğini savunuyor. Estetik değeri temelde bir görünüş ilişkisi ve duyu algısının bir niteliği olarak tanımlayan
Hartmann onun etik, dirimsel vb. diğer değer sınıflarıyla olan varlıkbilimsel bağının ve birbirleriyle bir temellendirme ilişkisi içerisinde olduğunun altını çizmektedir. Hartmann, değerleri şu şekilde tasnif eder: Birincisi iyi değerleridir. Ona göre bu değerler tüm yarar ve araç değerlerini kapsamakla beraber, daha pek çok
bağımsız, özgün değer alanlarını, hatta geniş hal ve keyfiyet değerler sınıfını da kapsar. İkincisi keyif ya da zevk değerleridir. Bunlar yaşamda çoğu zaman hoş olarak
adlandırılan değerlerdir. Üçüncüsü dirimsel değerlerdir. Hartmann bunları canlılara ilişik olan ve yaşamın yüksekliği, açılımı ve gücüne göre canlıda derecelenen
değerler olarak tanımlar. Dördüncüsü, ahlaki değerlerdir. Bu değerler iyi olan altında bir araya toplanmış değerlerdir. Beşincisi, estetik değerlerdir. Bunlar da “güzel
olan” altında Bir araya gelmiş değerlerdir. Altıncısı ve son değer sınıfı, bilgi değerleridir. Hartmann, bu değerin aslında sadece bir değerden ibaret olduğunu, bunun
da hakikat olarak adlandırıldığını söyler.
Bu çalışmada N. Hartmann’ın varlık felsefesine getirdiği yeni ontolojik yaklaşım ve bunun değer ile ilişkisi ortaya konulmaya çalışılacaktır. Hartmann’ın değerler ile
gerçeklik arasında nasıl bir bağlantı kurduğu problemi ele alınacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
85
Salon
17
Oturum
B
16.30-18.00
Türkiye’nin Sivil Anayasa Arayışı
Oturum Başkanı: Dr. Enver ARIKOĞLU
Cihan TÜRKER
Kurucu İktidarın Yetkisi Bağlamında Meşruiyet Mukayesesi: 1876 ve
1982 Anayasaları
Mustafa Burak ÇELEBİ - Hayati ÜNLÜ
Türkiye’nin Sivil Anayasa Arayışı ve Kurucu İktidar Tartışmaları
Samet İLDEŞ
Yeni Anayasa Tartışmaları Bağlamında Temel Hak ve Hürriyetlerin
Kötüye Kullanılması Yasağı ve Militan Demokrasi Anlayışı
Engin ŞAHİN
“Vatandaşlık” Kavramı ve Türkiye’nin Yeni Anayasasında Vatandaşlık
Tanımı Önerisi
Kurucu İktidarın Yetkisi Bağlamında Meşruiyet Mukayesesi: 1876 ve 1982 Anayasaları
Cihan TÜRKER
Arş. Gör., Doğuş Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
Bu tebliğde Osmanlı Devleti’nin modern/batılı anlamda ilk ve son anayasası ile Türkiye Cumhuriyeti’nin son anayasasını (1876 ve 1982 anayasalarını), anayasaların hazırlanma nedenleri ile birlikte hazırlayanların yasama yetkisi ve ilgili anayasaların meşruiyetini sorgulamak/karşılaştırmak hedeflenmektedir.
Özellikle Mithat Paşa’nın şiddetli arzularıyla meşruti rejim ve Kanun-i Esasi meselesini gündemine alan Abdülhamit, öncelikle böyle bir anayasa hazırlamanın ve belli konularda yasama yetkisine sahip bir meclis kurmanın, Osmanlı hukukunun temeli olan “Şer-i Şerife” aykırı olup olmadığını öğrenmek için İslam hukukçularından konuyla ilgili
lâyihalarını kendisine arz etmelerini istemiş ve bu hususta iki farklı kanaat oluşmuştu. Birinci kanaat, ‘Kavanin-i siyaset’ veya ‘usul’ denilen böyle bir anayasa hazırlamanın
ve bu anayasaya göre kurulan meclisin çıkardığı kanunlara uymanın İslam hukukuna aykırı olduğu yönündedir. Bu kanaatte olanlar, hazırlanacak anayasanın açıkça şer’i
hükümlere aykırı kanun ve uygulamalara (örneğin mecliste Müslüman olmayanların da bulunacak olması) neden olacağını zikretmişlerdir. İkinci kanaat, ülûl-emre tanınan
sınırlı yasama yetkisi dairesinde kalmak ve mevcut şer’i hükümlere aykırı olmamak şartıyla ‘şûra meclisi’ mahiyetinde bir yasama meclisi kurmak ve bunun esaslarını düzenleyen ve ‘usul’ denilen bir kanun-i esasi hazırlamanın caiz olacağı, hatta bir bakıma zaruri olduğu yönündedir. Tahta çıktığı zaman ülkenin içinde bulunduğu şartları çok
iyi bilen Abdülhamit, belki de bu ağır şartların sorumluluğunu üstlenecek organların olacağı bir sistemin de taraftarı olarak, lehdeki görüşleri esas kabul etmiş ve böylece
anayasa ve meşrutiyet kabul ve ilan edilmiştir. Burada dikkat çeken husus, devlet başkanı/halife sıfatı ile bir padişahın yeni bir uygulamayı şeriata (hukuka) uygunluğu
açısından sorgulamasıdır.
Devletin daha ilk zamanlarında, ilk örfî vergi olan Pazar vergisinin (bâc) konması sırasında, Osman Gazi: «Bu Allah’ın emri değildir» (Hukuka aykırıdır) diyerek böyle
bir vergiye karşı çıkmıştır. Ancak hukukçuların gerekçeli izahı ile bu verginin şer’î esaslara aykırı olmadığını anlayan Osman Gazi, böyle bir verginin konmasını kabul
etmiştir. Osmanlı Devleti’nin zaman itibariyle her iki ucundaki bu iki hadise, devlet başkanının (iktidarın) bir uygulamayı hayata geçirmeden şeriata (hukuka)
uygunluğunu sorgulatması açısından benzer olup, iktidarın otorite olarak en başta şeriatı (şeriat dairesindeki sabiteleri, tabii-ilahi ilke ve kuralları, kısaca hukuku)
kabul ettiğini gösterir ki bu durum hukuk devletini ve nihai kertede adalet devletini gerçekleştirme hedefi bakımından son derece önemlidir.
Osmanlı devleti 1876’dan önce anayasal nitelikte bazı belgeler ilan etmiştir (Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı). Kanun-i Esasi, bir bakıma bu
üç anayasal nitelikte belgenin kendisine muhteva itibariyle yansımış olduğu (iktidarın kısmen sınırlandırılmış olması, temel hak ve hürriyetlerin anayasal düzleme
taşınması/alınması, Müslüman olmayanlara ilişkin haklar, meclisi ayan vs.) bir kurallar manzumedir. Bu yönüyle 1876 Kanun-i Esasi’si anayasalı düzene geçişin ilk
cesur adımıdır. Bu anayasanın hazırlanmasında iki temel neden etkili olmuştur: (a) Meşrutiyeti sağlamak üzere parlamenter sisteme geçmek ve böylece Babıâli’nin
keyfi uygulamalarına son vermek. (b) Türk ve Müslüman olmayan vatandaşların maruz kaldığı dış müdahalelerin sebep olduğu sıkıntılı durumu bertaraf etmek. Çünkü
bu dönemde milliyetçilik akımı Osmanlı’daki çeşitli etnik ve dinsel kimlikleri de etkilemişti. Osmanlı da çağın vebası olan milliyetçiliğe karşı ve bu akımdan en az hasarla
çıkmak amacı ile, birleştirici/bütünleştirici bir rol oynayabilmesi ümidi ile Kanun-i Esasi’yi ilan etmiştir.
Halbuki 1982 anayasası milliyetçilik akımının bir sonucu/ürünüdür. 1982 Anayasasında ulusçuluk, başta başlangıç kısmı olmak üzere anayasanın tamamına sinmiş bir
ideoloji olmuştur. Kısaca Kanun-i Esasi, merkezin bir haykırışı, yönetimi altında olan milletlere bir çağrısıdır. Bu çağrının özünde uluslaşma biçimindeki parçalanmaya
karşı bir hareket yatmaktadır. 1982 Anayasa’sı ise özünde ulusçu, milliyetçi ve faşist ideoloji barındıran bir anayasadır. Bu yönüyle 1982 Anayasa’sı Kanun-i Esasi’nin aksine,
ayrıştırıcı, parçalayıcı ve bölücü rolü olan bir anayasadır.
Anayasalar yasama yetkisinin bir sonucudur ve yasama organının bir tasarrufudur. Osmanlı’da da padişah yasama yetkisini haiz olan bir kişidir. Bu bakımdan padişahın
anayasa hazırlatmak ve ilan etmek gibi bir yetkisi de vardır ki 1876 Anayasa’sı böyle bir yetkinin sonucudur. Halbuki 1982 Anayasa’sı “seçimle iktidar olamayan azınlığı her
daim iktidarda tutma amacı ile düşünülmüş/hazırlanmış” askeri darbe ürünü olan bir anayasadır. Bu Anayasa yasama yetkisi ile hiç alakası olmayan/olmaması gereken,
yasamanın emrinde olması gereken ordunun bir tasarrufudur. Bu tasarruf ise malum olduğu üzere askeri bir darbe neticesidir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
87
Türkiye’nin Sivil Anayasa Arayışı ve Kurucu İktidar Tartışmaları
Mustafa Burak ÇELEBİ, Hayati ÜNLÜ
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Hukuk Fakültesi - Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü
Türkiye›nin çok partili siyasi hayata geçmiş olduğu 1950›li yıllardan sonra iki anayasa yapılmıştır. Bunlardan ilki 1961 Anayasası, ikincisi ise 1982 Anayasası›dır. Yapılmış olan her iki anayasanın ortak özelliği ise darbe ürünü olmaları ve anayasa yapımı sürecine halkın ve sivil toplum kuruluşlarının ya hiç dahil edilmemesi ya da
çok sınırlı alanda bu süreçte temsil edilmeleridir. Bu özelliklerinden dolayı her ne kadar halkın % 50 ‹ sinden fazlasının «evet» oyunu almış olsalar da, her iki anayasa
da, yapılma aşamasında mevcut askeri yönetimlerin baskısı altında hazırlanmıştır. Şu anda yürürlükte bulunan 1982 Anayasası, darbe sonucu oluşturulmuş ve asli
kurucu iktidar tarafından yapılmıştır. 1982 Anayasası›nın otoriter niteliği ve çağın gereksinimlerine uymayan özelliği, uzun yıllar boyunca ülkemizde yeni sivil bir
anayasa yapılması yolunda önemli beklentilerin oluşmasına sebep olmuştur. Özellikle son dönem parlamentoda halkın büyük oranda temsil gücüne sahip olması
ve muhalefet partilerinin de seçim meydanlarında yeni bir anayasa konusunda olumlu söylemlerde bulunmaları, uzun süredir devam eden yeni anayasa beklentilerinin hayata geçirilmesi konusunda toplumsal olarak bir umut ışığının doğmasına sebep olmuştur. Yeni sivil bir anayasa toplumun tüm kesimleri tarafından dile
getirilirken bir başka tartışma konusu da anayasanın meşruiyeti noktasında yaşanmıştır.
Türkiye› de yeni bir anayasayı asli kurucu iktidarın yapması gerektiğini, mevcut anayasada yeni bir anayasanın nasıl yapılacağı konusunda hiçbir hükmün bulunmadığını ve dolayısıyla yapılacak olan yeni sivil bir anayasanın hukuki dayanaktan yoksun olacağını ileri sürenlerin yanı sıra; son dönem parlamentoda ortaya çıkan
yüksek orandaki halk katılımının bir sonucu olarak, “ihtilal” , “hükümet darbesi” , “işgal sonrası yeniden kurulma” gibi olayların sonrasında, anayasa yapmakla
görevli olarak oluşturulan asli kurucu iktidara gerek kalmadan, meşruiyetini halk egemenliğine dayandıran, yeni bir anayasa yapmanın pekala mümkün
olabileceğini savunan görüşler ortaya atılmıştır.
Bu çalışmada, ilk olarak, Türkiye›de çok partili hayata geçildikten sonra, asli kurucu iktidarlar tarafından 1961 ve 1982 Anayasalarının nasıl yapıldığını
inceleyeceğiz. Çalışmanın ikinci aşamasında, Türkiye›de yeni sivil bir anayasanın yapılması açısından asli kurucu iktidarın kurulup kurulmaması yönündeki
tartışmalara değineceğiz. Söz konusu tartışmaları inceledikten sonra sonuç bölümünde, yeni sivil bir anayasanın hangi yöntemle yapılması ve hangi
özellikleri taşıması gerektiği konusu tartışılacaktır.
88
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Yeni Anayasa Tartışmaları Bağlamında Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılması Yasağı ve Militan Demokrasi Anlayışı
Samet İLDEŞ
Arş. Gör., Fatih Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
Hakkın kötüye kullanılması yasağı köken itibariyle özel hukuk temelli bir kavramdır. Hak sahibinin hakkını yasal ve olağan sınırlar dâhilinde değil de bu sınırları aşar bir tarzda kullanması
durumunda gündeme gelir. Böyle bir halde bu aşkın kullanım hukukça himaye görmeyecektir. Zira bu durum hakkın kötüye kullanılması kavramıyla çok ilişkili olan dürüstlük kuralının bir
ihlalini teşkil etmektedir. Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması da bireylerin bu haklarını kullanırken kullanılan hakkın objektif sınırlarına riayet etmemeleri halinde söz konusu olur.
Temel hak ve hürriyetlerin kazanılmasında bireylerin aktif bir davranışta bulunmaları gerekmez. Kişiler hak ve hürriyetlere, insan olmaları hasebiyle, zaten sahiptirler. Her insan hiçbir ayrıma
tabi tutulmaksızın bu hakların süjesidir. Hal böyle olunca bireylerin haklarının birbirleriyle çelişmesi, çatışması ihtimali gündeme gelebilecektir. İnsanların haklara sahip olma bakımından
eşit durumda olması sebebiyle bu çatışmaların çözüm yolu olarak karşılıklı haklara saygı duyulması zorunluluğu gündeme gelmektedir. Yani her insan hakkının sınırının bir diğer insanın
hakkı olduğunu kabul etmeli ve ona göre davranmalıdır. Şayet temel hak ve hürriyetlerden bir kısmı başkalarının haklarına tecavüz amacıyla kullanılırsa; bu davranış haklar düzeni tarafından
kabul görmeyecektir. Bu tür fiiller cezai yaptırımlara tabi tutulabilecektir.
Temel hak ve özgürlükler alanında bu tür bir yaklaşım, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa demokrasileri için bir denge unsuru olarak kullanılmıştır. Savaş öncesinde sosyalizm, komünizm,
nasyonal sosyalizm, faşizm gibi akımlar demokratik zeminlerde fikri mücadelelerle doğmuşlar yine demokratik vasıtalarla taraftar toplayabilmişlerdi. Ülkelerinde bu ideolojilerin temsilciliğini yapan partilerin büyük bir kısmı seçimlerle siyasal iktidarı elde etmişler ve savaşı doğuracak politikalarını uygulayabilmişlerdi. Savaş büyük yıkımlara sebebiyet vermiş ve insan hak ve
özgürlüklerinin küresel anlamda korunması gerekliliği doğmuştur.
Devletler ise yıkıcı akımlar ve demokratik haklar arasındaki dengeyi kurmak için temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması yasağına başvurmuşlardır. Birçok ülke anayasalarında
hak ve özgürlüklerin yıkıcı ve bölücü amaçlara ulaşmak için kullanılamayacağını, kullanılırsa bunların cezai yaptırımlarla karşılanacağı düzenlemeye başladılar. Demokratik haklar
düzeninin korunması için bazı hak ve özgürlüklerin kullanılmasının engellenebilmesine siyaset biliminde militan demokrasi anlayışı adı verilmektedir.
Militan demokrasi yaklaşımı hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması yasağının farklı bir formudur. Bir temel hakkın kötüye kullanılması o hakkın objektif sınırlarının dışına
çıkılmasını ifade eder. Bu taşma başkasının hak alanına yahut haklar düzeninin tümüne tecavüz anlamına gelir. Militan demokrasi anlayışına göre ise hakkın sınırı; “devletin
bütünlüğü”, “milli güvenlik”, “demokratik-laik düzen” gibi kavramlar, kısaca rejim ve rejimin kutsal saydığı değerlerdir. Görüldüğü üzere aslında militan demokrasi anlayışının,
hakların norm alanlarının daraltılması gibi bir işlevi vardır. Hakların sınırlarının, bu gibi kavramlar olabileceği düşüncesi özellikle siyasal örgütlenme ve düşünce özgürlüğü üzerinde
olağandışı bir sınırlama anlamına gelir.
Türk anayasa tarihinde ise militan demokrasi anlayışına ilk defa 1961 Anayasası’nda 1971 yılında yapılan değişiklikler sonucunda rastlıyoruz. 1982 Anayasası’nda da bu anlayış aynen
devam ettirilmiştir. Ülkemizde böyle bir gerekliliğin duyulmasının ana saikleri irticai ve bölücü faaliyetlerdir. Nitekim ülke siyasi hayatında, bu tür hedefleri olan siyasi partilerin iktidarı ele
geçirme yolunda ciddi adımlar atmış olması, demokratik düzenin kendisini koruması ihtiyacını pekiştirmiştir. Bu endişe birçok siyasi partinin kapatılmasına, düşünce özgürlüğünün de ciddi
şekilde baskılanmasına sebebiyet vermiştir.
Anayasamızda, temel hak ve hürriyetler lehinde 2001 ve 2010 yılında önemli değişiklikler yapılmıştır. Bununla birlikte yeni bir anayasa ihtiyacı toplumun büyük bir kesiminin talebi olarak
belirmiş ve yasama organı tarafından 2011 yılından bir uzlaşma komisyonu oluşturulmak suretiyle aktif bir şekilde yeni anayasa yapım sürecine girilmiştir. Beklentiler arasında en temel
başlık olarak mevcut anayasanın toplum ve devlet kurgusundan vazgeçilmesi zorunluluğu yer almaktadır. Yeni anayasanın daha çağdaş, daha özgürlükçü ve bireyci olması umulmaktadır.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarına ve meclis anayasa uzlaşma komisyonuna ulaştırılan talep listelerinde bu istekler hemen hemen her toplum kesimi için geçerli talepler olarak görülmektedir.
Pekala, yeni anayasanın gerçekten daha özgürlükçü olması için militan demokrasi anlayışından vazgeçilmesi gerekli midir? Şüphesiz bu soruya evet cevabı vermekteyiz. Zira bir dönem,
belirli korkulara mebni olarak icat edilmiş ve artık batılı anlamda demokrasilerde vazgeçilmiş bir sınırlama rejiminin benimsenmesi anlamsızdır. Haklar yalnızca kendilerine has sınırlama
sebepleriyle sınırlanmalı, doğal haklar teorisinin öngörmediği siyasal kavramlar, hakların sınırı olarak düşünülmemelidir. Zaten bu tarz bir sınırlama anlayışı demokratik düzenin sürekliliğine
hizmet edecektir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
89
“Vatandaşlık” Kavramı ve Türkiye’nin Yeni Anayasasında Vatandaşlık Tanımı Önerisi
Engin ŞAHİN
Öğr. Gör., Fatih Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
Vatandaşlık kavramı siyasi, hukuki ve sosyolojik yönü bulunan ve bilimsel araştırmalarda uzun dönemdir tartışılan konuların başında gelmektedir. Vatandaşlık,
siyasi ve sosyolojik olarak en kısa ifadesiyle “aidiyet, sadakat, tatmin” gibi ifadelerle tanımlanabilir. Hukuksal açıdan Roma Hukuku’na kadar geriye götürülebilen
vatandaşlık, imparatorlukların parçalanması ile ortaya çıkan modern ulus-devletlerin kendi içlerinde homojen toplum yapısına sahip olmadıkları ve ülke sınırları
içinde yaşayan bireyler ile devlet arasındaki ilişkinin resmi boyutu olarak kabul edildiği için önemi daha da arttırmıştır. Diğer bir ifadeyle birey ile devlet arasında
bağ vatandaşlık kavramından başlar ve sonrasında tanınmış vatandaşlık üzerine hukuksal ilişki kurulur.
Normlar hiyerarşisinde en üstte bulunan, devlet organlarının görev ve yetkilerini belirleyen ve temel hak ve özgürlükleri otorite karşısında koruma altına alan
siyasal/hukuksal toplumsal uzlaşı metinleri olarak kabul edilen anayasalar ile vatandaşlık kavramı arasında sıkı bir ilişki vardır. Devletin bireyi tanımladığı nokta
vatandaşlık ise bu ilk olarak anayasadan başlamaktadır. Ulus-devletler kendi ulusal sınırları dâhilinde egemenlik gücüne dayanarak bu ilişkiyi kurgularken diğer
yandan Avrupa Birliği gibi uluslar arası örgütler de hak temelli vatandaşlık tanımı üzerinde yoğun mesai harcamışlardır. Ancak kabul edilmesi gereken vatandaşlık
tanımlaması öncelikle yerel olmak zorundadır.
Türkiye, 12 Haziran 2012 genel seçimleri sonrasında yaklaşık % 96 temsil gücüne sahip parlamento kompozisyonunu fırsat bilmiş yeni, sivil, demokratik ve insan
haklarına dayanan anayasa yapma işine soyunmuştur. Anayasanın giriş/dibace kısmı, temel hak ve özgürlükler, merkezi yönetim-yerel yönetim, cumhurbaşkanının seçimi, görev ve yetkileri, vesayet makamlarının kaldırılması, başkanlık sistemi gibi birçok konu üzerinde akademisyenler, yazarlar, aydınlar, Meclis
Uzlaşı Komisyonu ve tabii ki –en başta sayılması gereken- sivil toplum/halk çalışmalar yapmaktadır. Kanaatimizce farklı etnik grupların içinde yaşadığı
ve bu farklılığın 1980’li yıllardan günümüze büyük sorun haline geldiği Türkiye için, 1982 Anayasasının 66. maddesinde yapılan vatandaşlık tanımı da
tekrardan gözden geçirilmelidir.
Bu çalışmada öncelikle vatandaşlık kavramının tarihselliği siyasi, hukuki ve sosyolojik yönleriyle anlatılacaktır. Sonrasında günümüz ulus-devletlerinin
anayasalarında yapılan vatandaşlık tanımlarına karşılaştırmalı yer verilecektir. Son olarak Türk anayasa tarihinde 1876 Kanun-i Esasi’nden başlamak üzere
yapılan vatandaşlık tanımları sıralanacak ve çalışmaları devam eden yeni anayasa sürecine katkı sağlamak amacıyla “vatandaşlık” tanımı önerisinde bulunulacaktır.
90
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Salon
18
16.30-18.00
Oturum
C
Yeni Medyada Güncel Gelişmeler
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Ali BÜYÜKASLAN
Ahmet GÜVEN - Muhammed Akif ALBAYRAK
Türkiye ve Dünyada Tüketim Karşıtlığı Kavramı: Sosyal Medya
Bağlamında Bir İnceleme
Tuğçe ERTEM
Bir Yeni Medya Olarak Karekod
Neslihan YÜKSEL
Siber Uzamda Siyasal İletişim: Olanaklar, Sınırlar
Halil İbrahim İZGİ
Medya, Yeni Medya, Yepyeni Medya: İnternet Çağında Değişen İletişim
Alışkanlıkları ve Sosyal Medya
Türkiye ve Dünyada Tüketim Karşıtlığı Kavramı: Sosyal Medya Bağlamında Bir İnceleme
Ahmet GÜVEN, Muhammed Akif ALBAYRAK
Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi
Kapitalizmin gelişmesi, kendini gelişimin yegâne kriteri varsayan modernizmin kendisi dışında kalan her şeyi “öteki” ilan etmesi, seri üretimle birlikte Fordizm’in kitleleri
“seri tüketiciler” konumuna yerleştirmesi ve ardından gelen Post Fordizm, Üçüncü Dalga gibi kavramlarla bunalan insanlık, iletişim teknolojilerindeki muazzam gelişmeyle
birlikte yeni bir çağın kapısından artık içeriye girmiştir. Baudrillard’ın son aşama olarak gördüğü bu simülasyon çağında ürünlerin kullanım değerleri değiş tokuş değerlerinin gerisinde kalmış, gösterilen ile gösterge birbirinden kopmuş, nesnesiz göstergeler yığını sosyal hayatın boşluğunda asılı kalmış ve anlam yitirilmiştir. İnsanlık; köleliğinin farkında olmayan, medyanın yönlendirmesiyle ihtiyaçları belirlenen, “kaybeden” (looser) olmamak için durmaksızın çalışan fakat boş zamanları bile reklamlar aracılığıyla iğfal edilmiş bir “homo economicus” haline gelmiştir. Tüm bu olumsuzluklara tepki olarak tüketim karşıtlarının sesleri son dönemde daha fazla çıkmaya başlamıştır.
1960’larda, tüm Marksist ve liberal kuramcıların günah keçisi ilan ettiği medya ve özellikle televizyon hakkında en iyimser değerlendirmeyi yapan McLuhan, dijital medya
teknolojilerinin gelişmesiyle tipografik insandan yazı öncesi dönemlerin insanına ve dolayısıyla daha demokratik bir dünyaya doğru gidildiğini söylemiştir. Bu durum
Foucault’un panoptik kavramını da altüst eder. Sosyal medya kullanımının günlük hayatın vazgeçilmezi haline geldiği günümüzde artık büyük göz yukarıdan insanları gören fakat kimsenin onu göremediği bir bilinmez değildir. Artık gözetleme yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya, çaprazlama kısacası her yerden her yere doğrudur. Sosyal
medya geleneksel hiyerarşiyi yıkıma uğratmıştır. Böyle bir çağda medya, Hitler Almanya’sının, Stalin Rusya’sının veya her dönemin kapitalist Amerika’sının sahip olduğu
belirleyiciliğe sahip değildir. İletişim tek yönlü ve yönlendirici olmaktan çıkmıştır. Twitter, Facebook, Youtube gibi sosyal medyalar sayesinde artık herkes hem seyirci hem
yayıncıdır. McLuhan’ın tabiriyle artık yolcu yoktur, herkes mürettebat olmuştur.
Tarih boyunca çeşitli şekillerde daima var olan ancak kapitalist toplumların yükselişiyle tüm kalelerini tek tek kaybeden tüketim karşıtlığı kavramı yeni medyaların
gelişmesiyle sesini tekrar duyurabilir olmuştur. Modernizmin, şehir hayatının, tüketimin ve anlam yitiminin altında ezilen insanlar özellikle Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde tüketim karşıtı oluşumlar meydana getirmeye başlamışlardır. Her ne kadar bu oluşumlar marjinal kalmaya devam ediyor olsalar da artık seslerinin
daha gür çıkabiliyor olması yeni medya teknolojileri sayesindedir.
Bu çalışmada dünyada ve Türkiye’de gündeme gelen tüketim karşıtı oluşumlar ele alınacaktır. Zeitgeist Hareketi, Wall Street İşgali Hareketi, alış veriş yapmama,
televizyon izlememe, otomobil kullanmama günleri gibi kitlesel ve daha agresif tüketim karşıtlıkları; gönüllü sadelik, freeconomy, unconsumption, freecycle, prosumer, produsage, zaman bankacılığı gibi bireysel ve dayanışmacı tüketim karşıtlıkları; küresel ısınma, çevre kirliliği gibi konuları daha fazla merkeze alarak ekolojik
temelli girişimler olan ecovillage, imeceevi, tohum paylaşımı gibi tüketim karşıtlıkları çalışmanın temel dayanak noktalarını oluşturmaktadır.
İskoçya’daki Finhorn topluluğu, Thich Nhat Hahn’ın Plum Köyü Topluluğu, Amerika’da nüfusları bir milyonu bulan Amish Tarikatı gibi grupların tüketim karşıtlığıyla olan
yakınlıkları ve farklılıklarında olduğu gibi neyin tüketim karşıtlığı kavramı içinde yer aldığı neyin dışında kaldığını, bu bağlamda tüketim karşıtlığının kriterlerinin ne olması
gerektiği, bu davranış kalıbının dini inanç ve felsefi görüşlerle münasebeti gibi konulara açıklık getirilmeye çalışılacaktır.
Çalışmanın bir diğer ayağı ise Türkiye’deki tüketim karşıtı faaliyetlerin mahiyeti hakkında olacaktır. Türkiye’deki tüketim karşıtı faaliyetlerin Türkiye orijinli mi yoksa yabancı kaynaklı mı olduğu, Türkiye’deki faaliyetlerin daha çok hangi tür tüketim karşıtlığı içinde yer aldığı ve yeni medyaları ne ölçüde ve nasıl kullandıkları tartışılacaktır.
Türkiye’deki tüketim karşıtı hareketlerin Batıdakilerden farklı taraflarının sebepleri ise konumuz dışındadır. Amacımız, günümüzdeki tüketim karşıtlığı hareketlerinin bir
fotoğrafını çekmeye çalışmaktır.
Çalışmada literatür araştırmasının yanı sıra internet taraması ile güncel tüketim karşıtı faaliyetler ortaya konacaktır. Bu faaliyetlerin aralarındaki farklar ve yeni medya
teknolojilerinden ne ölçüde ve nasıl yararlandıkları incelenecektir. Tüketim karşıtlığı kavramını yeni medya teknolojileri bağlamında inceleyerek kuramsal temellerinin
oluşturulmasına yönelik çalışmalara destek vermeyi umuyoruz.
92
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
29 Haziran Cuma
Bir Yeni Medya Olarak Karekod
Tuğçe ERTEM
Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü
İletişim insanlık tarihi kadar eski bir kavram olarak ele alındığında tarihsel olarak geçirdiği dönüşümler göz ardı edilememekte ve bu dönüşümlerin bilginin niteliği,
paylaşımı gibi konulardaki farklılıkları da dikkate alınmaktadır. Bugün yeni medya olarak adlandırılan medyanın en çok dikkat çeken ve konuşulanı internettir. Yeni
iletişim teknolojilerinden biri olan internet ile geleneksel iletişim teknolojilerinden birçok farklı nokta ortaya çıkmış, iletişim biçimleri değişmiş; bu durumu olumlu
karşılayanlar olduğu kadar bu değişimlere eleştirel yaklaşanlar da olmuştur. Yeni iletişim teknolojilerindeki gelişmeler internetin daha fazla kullanılmasına yol açarken Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım ağlarının iPhone, iPad gibi araçların da popülerliği artmıştır. Tüm bu gelişmeler büyük bir hızla devam etmekte ve bunun
doğal sonucu olarak da her geçen gün yeni iletişim teknolojileri bağlamında yeni kavramlar yeni gelişmeler karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birisi de “karekod”.
Yeni iletişim teknolojileri kapsamında karşımıza çıkan karekod kelimesinin kullanımı her geçen gün artmaktadır. İki boyutlu barkodlara verilen Türkçe isim olan
karekod daha fazla veriyi içerisinde barındırabilmekte ve kullanıcı ile daha fazla bilgi paylaşabilmektedir. Yeni bir gelişme olarak karşımıza çıkan karekodların yeni
iletişim teknolojileri bağlamında değerlendirilmesi bu bildirinin temel çıkış noktası olacaktır. Karekodun, yeni iletişim teknolojilerinin sağladığı farklı içeriklere
farklı zamanlarda etkileşim içerisinde ulaşabilme imkanını sağlayıp sağlamadığı geleneksel iletişim araçlarından hangi yönleriyle ayrıldığı incelenecektir. Ayrıca
karekod aracılığıyla hangi içeriklerin paylaşıldığı, karekodun farklı sektörlerde nasıl kullanıldığı, sosyal medya açısından nasıl değerlendirildiği ve hangi teknoloji
ile uyumlu olduğu gibi konular kapsamında avantaj ve dezavantajları tartışılacaktır. Tüm bunlar kapsamında yeni iletişim teknolojileri bağlamında seçilecek
inceleme nesnesi doğrultusunda bir söylem analizi gerçekleştirilecek, karekod aracılığıyla farklı sektörlerden seçilen uygulamaların ne söylemeye çalıştıkları
incelenecektir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
93
Siber Uzamda Siyasal İletişim: Olanaklar, Sınırlar
Neslihan YÜKSEL
İstanbul Ticaret Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı
İnternet kullanımının yaygınlaşması ile anlık ileti gönderim programlarının iletişim kurma yöntemi olarak sıkça kullanılması, cep telefonları üzerinden sosyal
medya ağlarına kolaylıkla erişilmesi, anında ve eş zamanlı olarak enformasyona ulaşabilme ve enformasyonun paylaşılabilmesi özellikleriyle iletişim teknolojileri
gündelik yaşamın bir parçası haline gelmektedir. Bu durum dünyadaki tüm bireyler arasında küresel iletişim ağının kurulmasını ve zaman-mekan farkının ortadan
kalkmasını sağlamaktadır. Alışveriş pratiklerini değiştiren e-alışveriş, kitap ve gazete okuma alışkanlığına dijital boyut kazandıran e-kitap, farklı kullanımlara ve
doyumlara imkan tanıyan, sosyal olmanın anlamını değiştiren Facebook, Twitter ve bloglar “Yeni Dünya Düzeni”nin inşasında önemli rol oynamaktadırlar. Yeni nesil
telefonlar, Web 2.0 teknolojisi ve bunun üzerine kurulu olan yeni medya, sosyal ve siyasal etkileşimde yeni bir dönem başlatmaktadır. Yeni iletişim teknolojilerinin
siyasal iletişim alanında önemli bir araç olmaya başlaması ile siyasal iletişim kavramı daha da karmaşık bir anlam kazanmıştır.
Siyasal iletişim tarihinin dayandığı Eski Yunan agoralarının, günümüzde “sanal agoralar” olarak karşımıza çıkması ve demokrasi, yurttaşlık, siyasal propaganda gibi
kavramları dönüştürmesi, konunun çok daha geniş ve kapsamlı bir biçimde ele alınmasını gerektirmektedir. Gelişen iletişim teknolojileri, seçmenin eleştirilerini dile
getirebileceği, istediği partiyi destekleyebileceği, siyasilerin de eylem planlarını seçmene iletebilecekleri teknik imkanı sağlamaktadır. Kısa sürede seçmene ulaşılmasını, mesajların interaktif biçimde verilmesini sağlayan internet destekli kampanyalar, seçim propagandasının vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelmektedir.
İnternet ve sosyal paylaşım ağlarına olan ilginin her geçen gün artması, siyasal aktörlerin yeni iletişim ortamına kayıtsız kalamayarak sürece dahil olmalarını
sağlamaktadır. Özellikle internetin hızlı, ucuz ve sınırsız erişim sağlaması sanal mekanlarda bilgi ve fikir paylaşımını artırmakta, siyasetçi ve seçmen arasındaki
mesafeyi ortadan kaldırmaktadır. Siyasal partilerin seçmen kitlesine ulaşabilmeleri, onların oy verme davranışlarını etkilemeleri ve kendilerini diğer partilerden farklılaştırabilmeleri uyguladıkları seçim kampanyasının başarısına bağlıdır. Kamuoyunun oluşturulması, adayların tanıtılması ve seçmenin gündeminde kalması ancak hedef kitlenin doğru analiz edilmesi ve etkili iletişim araçlarının kullanılması ile mümkündür. Son yıllarda sosyal medya (blog,video
paylaşım siteleri, twitter, facebook,) seçmen kitlesine ulaşmada en etkili ve doğru araç olarak görülmektedir. Yeni iletişim teknolojileri, siyasal partilere dair
bilginin hızla yayılmasına ve seçmenlerin birbirlerini etkilemelerine imkan tanımaktadır. İnternetin, sosyal ağların siyasal iletişim alanında kullanılması,
siyasal partilerin kemikleşmiş yapısını değiştirmek, yurttaşların siyasa yapım aşamasında etkili olmalarını sağlamak için önemli bir fırsattır. Ancak, yurttaş
katılımını mümkün kılan internet ve yeni medyanın Türkiye’de etkin bir biçimde kullanıldığını söylemek zordur. Sadece tek taraflı içerik paylaşımının mümkün
olduğu web 1.0 teknolojisinden web 2.0’a geçiş, partiler tarafından yurttaş katılımını zenginleştirecek bir araç olarak değerlendirilememektedir. Yeni medya siyasal
iletişime karşılıklı etkileşim boyutu kazandırarak başka bir siyaset anlayışı yaratmakta ve dolayısıyla siyasilerin sadece seçim döneminde, tek taraflı enformasyon
aktarmak amaçlı kullandıkları web siteleri, günümüz seçmeninin taleplerine cevap verememektedir. Bloglar, mikrobloglar ve sosyal ağlar aracılığıyla yurttaşlar siyasal
icraatlar hakkında eleştirilerini, beğenilerini, önerilerini rahat bir şekilde ifade etmeyi ve karar alma sürecine dahil olmayı istemektedirler. Ancak, siyasal partiler ise
sosyal medyayı ya geleneksel medya formatında kullanarak kendi söylemlerini pekiştirme ya da hiç kullanmama eğilimindedir.
Bu çalışmada amaç, sosyal medyanın dinamik yapısının siyasal iletişime etkisinin hangi yönde olduğuna dair literatüre katkı sağlamaktır. Yöntem olarak literatür
taraması kullanılmıştır. Birinci bölümde kavram ve içerik olarak sosyal medya ele alınacak, özelde ise Türkiye’de sosyal medyanın siyasal iletişimde yarattığı olanaklar ve internet, sosyal medya kullanımındaki sınırlar incelenecektir. İkinci bölümde ise dünyada siyasal iletişim çerçevesinde sosyal medya ve yeni iletişim teknolojilerinin hangi ölçüde kullanıldığını ve hangi oranda başarı sağlandığını görmek için, kitle örgütlenme hareketinin başarılı bir örneği olan Filipinler’deki Gabriela
Kadın Partisi ( Gabriela Women’s Party) incelenecektir. 2007 yılındaki seçimlerde iki koltuk elde eden partinin sosyal medyayı, hangi imkanlar dahilinde kullanmaya
çalıştığı ve nasıl bir sonuç elde ettiği üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
94
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
Medya, Yeni Medya, Yepyeni Medya: İnternet Çağında Değişen İletişim Alışkanlıkları ve Sosyal Medya
Halil İbrahim İZGİ
Yalova Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Programı
“Medya mesajdır” şeklinde özetlenen McLuhan yaklaşımı günümüzde “mesaj medyadır”ı da içerecek şekilde genişliyor. İletişim araçlarındaki teknik gelişmeler
iletişim süreçlerinin kendisini de dönüştürecek bir süreci tetikliyor. Geleneksel medya araçlarının yanına her geçen gün yenileri eklenirken içerik üretim biçimleri ve
editöryal süreçler de bu süreçten fazlasıyla etkileniyor. İnternetin yaygınlaşmasıyla gündeme gelen yeni medya tanımı, sosyal medyanın yükselişiyle birlikte yerini
yepyeni bir medyaya bırakıyor. Yeni medya iletişimi biçim olarak değişime uğratırken yepyeni medya ise mesajların özü de dahil olmak üzere bambaşka bir ortama
işaret ediyor.
Medya pratiğinde daha fazla yer tutmaya başlayan vatandaş gazeteciliği, okuyucu etkileşimi ve dijital gazetecilik kavramları iletişimin yeni biçimleri hakkında
ipuçları veriyor. İletişimin hızla değişen doğası, beraberinde yeni kuramlara ihtiyaç duyuyor. İletişim formlarının çeşitlenmesi ve habere erişim yöntemlerinin farklılaşması habersizce gerçekleşen bir iletişim devriminin temel karakterini yansıtıyor.
Yeni medya olarak tanımlanan internet ortamındaki yayıncılık şimdi sosyal ağlarla çok değişik karışımlar sunuyor. Geleneksel iletişim çalışmalarının etkileyen
yeni medya girişimleri aynı zamanda kendiside bir sonraki adım olan ve kişiden kişiye haberciliğe de zemin hazırlıyor. İletişimin endüstriyel mekanizmasının tam
olarak oturmadığı bu yeni ortamlar düşünce özgürlüğü ve kaotik iletişim arasında gel-gitler yaşıyor. Algoritmaya dayalı habercilik anlayışının gelişim göstermesi
beraberinde editöryal süreçleri yeniden tanımlanma ihtiyacını getiriyor.
Medya çeşitliliğinin haber dili kadar kullanılan cihazlarla da tanımlandığı “yepyeni medya” dönemi kreatif endüstrilerin kendilerine yeni alanlar açtığı benzersiz bir çağ anlamına geliyor. Diplomasiden şehir yönetimine, kültür sanattan sivil toplum örgütlenmesine kadar birçok alanda iletişim üçüncü parti bir
disiplin değil bizzat sürecin kendisini oluşturuyor. Politikacılardan sanatçılara birçok kişi eşik bekçileri olmaksızın kendi süreçlerini yönetebiliyor. Kamuoyu
oluşturma gücünü paylaşmak zorunda kalan medyanın yeni süreçlere uyum sağlaması neredeyse bir ölüm kalım meselesi halini alıyor. Kişiselleştirilebilen
medya seçenekleri reklam ve haber arasındaki dengeyi ve ilişkiyi de köklü biçimde değiştiriyor.
Tüm bu gelişmeler ışığında ana akım medya, kamu yayıncılığı ve alternatif medya gibi alanlar kendilerini yeniden sorguluyor ve iletişimin değişen coğrafyasına ayak uydurmaya çalışıyorlar. Yakın zaman öncesine kadar okuruna yenilikleri taşıyan medya kurumları mevcut yapıları ile haber aktardıkları kitlelerin
gerisinde kalma ve “demode olma” tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar.
Tüm bu süreçler değişen parametrelerle ele alındığında iletişimin diğer disiplinlerle hiç olmadığı kadar iç içe geçtiğini görüyoruz. Yüksek devir hızıyla süren bu
yolculuğun doğasını anlamak, değişkenleri kadar değişmeyenlerini de ele almak iletişim bilimcilerin yeni çalışma alanlarından birini oluşturuyor. Yeni medyanın
evrimini anlamak için ortaya çıkan ürünlerden çok sürecin kendisine odaklanmak gerekiyor. Toplumsal katmanların her birinin değişen ölçülerde katkılar sunduğu
“yepyeni medya dönemi” içinde bulunduğu kaotik ortamdan kendi kuramlarıyla çıkabilir.
İletişimin disiplinler arası kimliği gittikçe daha çok belirginlik kazanırken yeni ve yenilenmeye devam eden medyanın yeni süreçleri, aktörleri ve araçlarını tanımlamak da bir zorunluluk haline geliyor. Yarının iletişim dünyasının biçimlendiği bu süreci tanımlamak ve temel izleğini görünür kılmak yeni medya çalışmalarının
öncelikli görevleri arasında bulunmaktadır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
30 Haziran Cumartesi
95
1TEMMUZPAZAR
Salon
19
Oturum
A
09.30-11.00
Felsefe-Bilim-Din İlişkileri
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Cüneyt KAYA
Ömer Ali YILDIRIM
Yaratıcı Bir Yıkım Olarak Felsefe Eleştirisi ve İbn Sînâ Felsefesine Yönelik Eleştiriler
Yasin APAYDIN
Klasik Dönem Sonrası Varlık Tartışmalarına Bir Örnek: Muhammed
Hüseyin Tabâtabâî’nin Varlık Anlayışı
Betül AKDEMİR
Mistik Tecrübenin Özü İle İlgili Çağdaş Kuramlar Bağlamında Türkiye’de
Mistik Tecrübe Çalışmaları
Mehmet ULUKÜTÜK
Osmanlı Öncesi İslam Düşünce Geleneğinde Din-Felsefe, Akıl-Vahiy, Akıl
(Re’y)-Nakil (Eser/Hadis) İlişkileri: Bir Literatür Denemesi
11.00-11.30 Kahve Arası
Yaratıcı Bir Yıkım Olarak Felsefe Eleştirisi ve İbn Sînâ Felsefesine Yönelik Eleştiriler
Ömer Ali YILDIRIM
Arş. Gör. Dr., Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi
İnsan zihninin varlığı ve var oluşu anlama çabalarından biri olan İbn Sînâ felsefesi, filozofun ölümünün ardından farklı değerlendirmelere tâbi tutulmuştur. Geniş
entelektüel çevreleri etkileyen bu felsefe, İslam düşüncesinde farklı yorumlarıyla hâkim çizgi olmuştur. Yüzyıllar boyu süren geleneklere kaynaklık eden bu felsefeye
yaklaşım her zaman onun olumlanması şeklinde olmamış, ona karşı eleştirel yaklaşımlar da ortaya çıkmıştır. Bu eleştiriler ise her zaman felsefi alandan gelmediği
gibi, hareket noktaları da felsefi kaygı olmamıştır. Onun felsefesi farklı çevrelerden ve farklı düzlemlerden hareketle eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerin en
fazla dikkat çekenlerinden bazıları Gazzâlî, Şehristânî, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi düşünürlerin eleştirileridir. Bu eleştiriler birçok farklı çalışmada konu edinilmiştir.
İbn Sînâ felsefesine yönelik eleştiriler son yıllara kadar menfi ve yıkıcı bir karakterde değerlendirilmekteydi. Hatta çok kaba bir söylemle, İslam dünyasındaki felsefi
bilginin “gerilemesi”ne sebep olarak da, İbn Sînâ çizgisindeki felsefeye yönelik eleştiriler gösterilmiştir. Ancak son yıllarda yapılan bazı çalışmalar bu söylemin kusurlarını açığa çıkarmış, İbn Sînâ felsefesinin doğrudan kendisine yönelen eleştirilerden sonra dahi nasıl bir etki ve yaygınlıkla varlığını sürdürdüğü yolunda önemli
veriler sunmuştur.
Biz, bu çalışmada İbn Sînâ felsefesinin sürekli genişleyen ve yayılan karakterini göz önüne alarak, ona yönelen eleştirel yaklaşımın “yaratıcı bir yıkım”a dönüşerek
felsefi bilginin yaygınlaşmasına hizmet ettiğini ortaya koymaya çalışacağız. Temel tezimiz, İbn Sînâ felsefesine yönelik eleştirilerin felsefenin kendi doğasının bir
sonucu olduğu ve bundan dolayı da ona yönelen eleştirilerin bu felsefeyi yıkmaya ya da mahkum etmeye değil, onu yaygınlaştırmaya ve yer yer de sağlamlaştırmaya hizmet ettiğidir. İşte bundan dolayıdır ki biz bu eleştirileri “yaratıcı bir yıkım” olarak ifade edeceğiz. Tezimizi ortaya koyarken iki temel noktadan
hareket edeceğiz.
Öncelikle, felsefenin doğasıyla eleştiri arasındaki yakın ilişkiyi göz önüne sererek bunların bir birini yadsıyan ya da mahkum eden iki muârız olmadığını,
bilakis felsefenin devamının eleştirel yaklaşımla nedenli yakın bir ilişki içerisinde bulunduğu noktasına vurgu yapacağız. Bunu ortaya koyarken hareket
noktamızda, insanoğlunun zihnini sürekli yeni açılımlara doğru kışkırtan hakikatin kendini doğrudan açmaması ve onu belirlemeye/açığa çıkarmaya yönelik felsefi yaklaşımların doğası olacaktır. Burada felsefe, insan zihinin temel işlevlerinden olan hakikat arayışında, kendine has düşünme ve sorgulama
biçimi olan bir “tür” olarak belirginleşecektir.
İkinci olarak İslam Dünyası özelinde konuyu ele alacak, felsefe ve eleştiri arasında kurduğumuz korelasyonu İbn Sînâ felsefesine ve ona yönelen eleştirilere uyarlayacağız. Bu noktada İbn Sînâ felsefesine yönelik eleştirileriyle öne çıkan düşünürler ve eserlerine değineceğiz. Bu düşünür ve eseleri hakkında tanıtıcı bilgilerle,
onların geniş bir düzlemde ortaya çıkardıkları sonuçtan bahsedeceğiz. Yine bunu yaparken, yukarıda kusurlu olduğuna işaret ettiğimiz tezlerin, aksi yönde ortaya
koyduğumuz bilgi ve verilerle geçersizliğine işaret edeceğiz. Bu bölümde bilhassa Gazzâlî, Şehristânî, Fahrettin er-Râzî, Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî, Beyhakî, Mesut
Mesûdî, Sahlan es-Sâvî gibi düşünürlerin tezimizi destekleyen eserlerinden bahsedeceğiz. Bahsi geçen eleştirmen ve eserlerinin sonrasında İbn Sînâ felsefesinin
entelektüel çevrelerdeki konumuna işaret edilecek, bu eleştirilerin neticelerine dair veriler sunulacaktır.
Sonuç bölümündeyse, varlığın hem karşısında hem de içindeki bir zihnin üretimi olan felsefenin temel meselelerinden biri olan varlığı/kendini anlama noktasında,
zihinlerin ferdi varlıklarıyla müşahhaslaştıkları bir yerde farklı teorilerle karşılaşmanın tabii bir durum olduğuna, İslam düşüncesi tarihinde İbn Sînâ felsefesine yönelik eleştirilerin, felsefenin bir doğası olarak tezahür ettiğine ve bu eleştirilerin onun felsefesinin farklı entelektüel çevrelere yayılmasına ve etkisinin pekişmesine
katkı yaptığına vurgu yapılacaktır.
98
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Klasik Dönem Sonrası Varlık Tartışmalarına Bir Örnek: Muhammed Hüseyin Tabâtabâî’nin Varlık Anlayışı
Yasin APAYDIN
Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, İslam Felsefesi Bölümü
İslam Felsefesinin İbn Rüşd sonrası bir duraklama ve gerilemeye düçar olduğu görüşü uzun yıllar müsteşrikler tarafından savunulmuş ve hem İslam dünyasında hem
de Batı’da bu görüşü savunan birçok düşünür ortaya çıkmıştır. Bu hâkim görüşe paralel şekilde İslam felsefesi tarihleri yazılmış, İbn Rüşd sonrası dönemdeki Müslüman düşünürler adeta yok sayılmış, şerh-haşiye geleneği adı altında bu döneme küçümsenerek bakılmıştır. İslam düşüncesinin XII. asırdan itibaren yaklaşık dokuz
asırlık bir gerileme ve çöküşe maruz kalmasının makul olmadığını, şerh ve haşiye geleneği olarak adlandırılan literatürün kendine has bir felsefe geleneği yarattığını düşünenlerin ortaya çıkması çok uzun sürmemiştir. Özellikle İran merkezli İslam felsefesi araştırmaları Henry Corbin, Seyyid Hüseyin Nasr, Mehdi Eminrızavî,
Hüseyin Ziyâî, John Walbridge gibi batı dilleriyle eserlerini kaleme alan araştırmacılar elinde hız kazanmış ve Meşşâî, İşrâkî ve İrfânî düşünce geleneklerinin terkibi
ile oluşmuş yepyeni bir felsefe okulunun mirasını ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. İbn Sina sonrası İslam Felsefesinin en önemli özelliği ve alâmet-i fârikası, varlık
üzerine bir yoğunlaşmanın vaki oluşu ve farklı varlık felsefelerinin ortaya çıkışıdır.
17. asırda Molla Sadra (ö. 1640) tarafından kurulan Aşkın Hikmet Okulu da varlığı, felsefi sisteminin merkezine yerleştirmesi ve varlığın asıllığıyla dereceliliği üzerine bir felsefî yaklaşım getirmesi ile diğer felsefe okullarından ayrılmaktadır. Yirminci asra kadar genellikle İran havzasında varlığını sürdüren bu felsefî gelenek,
Muhammed Hüseyin Tabâtabâî (ö. 1981) ile daha geniş bir açılım fırsatı bulmuştur. Tefsir, tarih, hadis gibi İslami ilimlerde otoritesini ispatlayan Tabâtabâî, esas
olarak felsefe alanında yoğunlaşmış ve klasik felsefeye dair Bidâyetü’l-Hikme ve Nihâyetü’l-Hikme adlı iki temel kitap yazmıştır. Bu kitaplar Sadrâ’nın kurmuş
olduğu ve Sebzevârî’nin eklemeleri ile bütüncül bir felsefî sisteme dönüşen aşkın hikmetin en temel konularını ele almaktadır. Bize de tebliğimizde bu iki
kitabı temel alarak, Tabâtabâî’nin genel felsefesi içerisinde varlığın kavramsal ve gerçeklik düzeyinde kazandığı nitelikler, delilleri ve karşıt eleştirileri ele
alarak, Tabâtabâî özelinde, aşkın hikmetin varlığa bakışını tahlil etmeye çalışacağız. Özellikle varlığın asıllığı (asâlet) ve dereceliliği (teşkîk) gibi iki temel
yargının tarihsel analizlerini yaparak, Tabâtabâî’nin felsefe tarihi içindeki konumunu belirlemeye gayret edeceğiz.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
99
Mistik Tecrübenin Özü İle İlgili Çağdaş Kuramlar Bağlamında Türkiye’de Mistik Tecrübe Çalışmaları
Betül AKDEMİR
İstanbul Üniversitesi, Din Felsefesi Bölümü, Doktora Programı
Mistik, bilgisini, filozoftan farklı olarak rasyonel akıl yürütme yerine, belirli yöntemlerle edindiği tecrübesine dayandırır. İnsanın gerçekle karşı karşıya gelmesine
aracılık eden her türlü bilinç içeriğini ortadan kaldırmayı hedefleyen bu yöntemlerin, mistiği saf bilinç haline mi yoksa yeni biçimli başka bir yapılandırılmış bilinç
durumuna mı ulaştırdığına karar vermek oldukça zordur. Özellikle, mistiğin tecrübesine eşlik eden bilincin şartlandırma işlemlerini dikkate aldığımızda, tecrübenin
kendine ait özel bir alanı olan ve yegane bir tecrübe olduğu iddiasını sürdürmek pek de kolay değildir. Mistiklerin bu görüşleri, felsefe tarihinde, hakikate ulaşmak
için sarf edilen çabaları hatırladığımızda, oldukça iddialı görünmektedir. Ama diğer taraftan da, bu iddialarını destekleyecek dikkate değer pek çok örnek vardır.
Mistisizmle ilgili her iki husus da, mistisizmin felsefi analizini kaçınılmaz olarak gündeme getirmektedir. Bu çerçevede mistik tecrübe “Günlük tecrübelerimizden
farklı, anlaşılması güç ve daha çok anormal durumları hatırlatan bu tecrübeler ne anlama gelmektedir? Bu tecrübeler yalnızca mistik bir özlem midir? Ya da psikosomatik bir durum mudur? Yoksa nöral bir dürtü müdür? Yoksa Gerçek’e ulaştıran, kendine has mahiyeti olan özel tecrübeler midir?” soruları kaçınılmaz olarak gündeme gelmektedir. Mistik tecrübenin doğası ile ilgili bu ve benzeri sorulara cevap bulma çabaları farlı yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Bu yaklaşımların geliştirdikleri
kuramlar bağlamında “Mistik tecrübenin kendine ait bir alanı var mıdır?” sorusu çerçevesinde, Türkiye’de mistisizm konusundaki felsefi çalışmaların incelemesini
içeren bu çalışmamız, iki kısımdan oluşmaktadır.
İlk olarak, çağdaş mistisizm tartışmalarına hakim olan ve mistik tecrübe ile ilgili çeşitli tartışmalara yol açan, mistisizmin insan tecrübesinin kendine yeten ve
müstakil bir alanını oluşturması ve buna kaynaklık eden, kendine has, sui generis bir yapısının olması meselesini, çağdaş yaklaşımların öne sürdüğü kuramlar
bağlamında inceledik. Söz konusu yaklaşımlardan biri perennialist ve/veya evrenselciler diye isimlendirilmektedir. Bu yaklaşımı benimseyen düşünürlere
göre, mistik tecrübenin kültürel çeşitlilikleri aşan ortak ve kendine has bir özü vardır. Dahası mistik tecrübesi ile genel olarak varlık ve bilginin mukayyet biçimlerini aştıkları gibi kendi kavramsal yapılarını da aşarak gerçek nihai bilgiye ulaşmaktadırlar. William James, Eveleyn Underhill, Joseph Marechal, William
Johnson, Hustan Smith James Pratt, Mircea Eliade, W. T. Stace bu grubun öne çıkan isimleridir. Diğer bir yaklaşım ise perennialist ve/veya evrenselci yaklaşımı
eleştirerek görüşlerini ortaya koyan yapılandırmacı (constructivist) yaklaşımdır. William Wainwright, Ninian Smart, John Hick, S. Katz, Terence Penehelum,
Jerry Gill, Peter Moore, Wayne Proudfoot öne çıkan isimlerdendir. Bu düşünürler her türlü tecrübenin bir takım yapılandırmalara maruz kaldığını, bu yüzden de
tecrübe ile gerçek bir bilgiye ulaşılamayacağını iddia etmektedirler. Tecrübenin doğası ile ilgili epistemolojik bir tezden yola çıkan araştırmacılar, mistik tecrübenin
de tıpkı diğer tecrübeler gibi olduğunu, kendine ait bir alanının olmadığını yani sıradan birer tecrübe olduğunu iddia etmektedirler.
İkinci kısımda, Türkiye’de, mistisizm ve mistik tecrübe konusundan yapılan çalışmalar merkezinde, söz konusu yaklaşımların ileri sürdüğü kuramların ülkemizdeki
araştırmalara nasıl yansıdığı ve hangi yaklaşımın benimsendiğini ele aldık. Araştırmamızda, Cavit Sunar ve Nurettin Topçu gibi mistik tecrübeye olumlu ve daha çok
açıklayıcı bir perspektiften yaklaşan düşünürlerin görüşlerine kısaca yer verdikten sonra, Din Felsefesi alanında yapılan müstakil çalışmalar temelinde aynı soruya,
“Mistik tecrübenin kendine ait bir alanı var mıdır?”, verilen cevapları değerlendirdik. Ülkemizde mistik tecrübelerle ilgili müstakil çalışmaların sayısının bir elin
parmaklarının sayısını geçmemesi, konunun daha dar çerçevede ve derinlemesine çalışılabilmesini zorlaştırmakta ve öncelikle temel tartışmaları ortaya koymayı
gerektirmektedir. Bu bakımdan, araştırmamız daha çok çağdaş din felsefesi literatüründeki tartışmaları yansıtacak ve konuya bir giriş niteliği taşıyacaktır. Böylece
mistik tecrübelerle ilgili çağdaş yaklaşımları bilmek, mevcut düşüncelere yeni yaklaşımlar geliştirebilmemize olanak sağlayacaktır. Öte yandan Din Felsefesi, ülkemizde yeni gelişmekte olan ve imkanına dair tartışmaların daha netleşmediği bir alandır. Bu bakımdan, bu alanda yapılan tartışmaların ülkemizde nasıl karşılık
bulduğunu görmek, aynı zamanda benimsenen tavrın anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır. Bununla birlikte, ülkemizdeki tasavvuf alanındaki çalışmaların derinliği
ve yaygınlığı dikkate alındığında, bu durumun mistik tecrübe konusuna nasıl etki ettiğini değerlendirmeye katkı sağlayacağı ümidindeyiz.
100
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Osmanlı Öncesi İslam Düşünce Geleneğinde Din-Felsefe, Akıl-Vahiy, Akıl (Re’y)-Nakil (Eser/Hadis) İlişkileri: Bir Literatür Denemesi
Mehmet ULUKÜTÜK
Öğr. Gör., İnönü Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
İslam düşüncesinin klasik döneminde bir problematik olarak çeşitli kavramsallaştırmalar halinde geçen akıl-vahiy, akıl-sem’, akıl-nakil, akıl-haber ilişkisi meselesi
İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren tartışılagelmiş ve özellikle de fetihler sonucu Müslümanların yabancı kültür, din ve felsefe unsurlarıyla karşılaşmasıyla birlikte
konunun boyutları genişlemiş ve mesele daha farklı yönlerden alınır olmuştur. Özellikle Mu’tezile’nin gayr-ı İslamî akım ve görüşlere karşı rasyonel yoldan İslam’ı
savunma çabaları ve böylece aklen nübüvvetin gerekliliği ve Kuran’ın akla uygun olduğu şeklindeki tezleri ilk defa Kindî ile birlikte İslam felsefesinde çok farklı ve
detaylı ele alınıp işlenecek olan akıl-vahiy ilişkisi probleminin de bir anlamda temelini atacaktır. Ayrıca konunun İslam felsefesi içerisinde bir problem olarak ele
alınışında bilhassa tercümeler yoluyla Arapça’ya aktarılan Yunan kaynaklı felsefe ve bilimlerinde önemli etkileri olmuştur. İslam dünyasında Yunan kaynaklı felsefeyle karşılaşmak Müslüman zihinlerde önceleri paradigma içi bir mesele olarak gündeme gelen din-akıl, akıl-nakil ilişkilerinin yanında paradigma dışından bir
sorun olarak din-felsefe ilişkisini gündeme taşımıştır. Tüm bu sorun ve tartışmalar ve din-felsefe, akıl-nakil ilişkisi sorunsalları İslam düşüncesinin gelişimi açısından
önemli işlevler de görmüştür. Zira her semavî din gibi İslam da evrenselleşme sürecinde kısaca akıl-nakil ilişkisi olarak ifade edilen iman ile akıl veya din ile felsefe
gerilimini yaşamıştır. Bu gerilim günümüzde modernizmin dinî inançlara ilişkisi bağlamında yeniden anlaşılmaya ve yorumlanmaya çalışılmıştır.
Bu tebliğde İslam düşünce geleneğinde disiplinlerarası bir bağlama ve problematiğe sahip olan, din-felsefe, akıl-vahiy, akıl (re’y)-nakil (eser/hadis) ilişkilerinin
tarihsel ve tematik serencamına dair bir resim çizilmeye çalışılacak ve söz konusu ilişkiler konusunda Türkçe, Arapça ve İngilizce çalışmalar hakkında literatür
bilgisi verilecektir. Literatürde verilecek söz konusu çalışmalar tematik bütünlükleri göz önünde bulundurularak verilecek olup çalışmalar hakkında görece
kısa bilgiler de verilecektir.
Son olarak bu çalışmanın temel tezini, gerek fıkıh, kelam ve hadiste gerekse de felsefe ve mantık alanında tartışılan din-felsefe, akıl-vahiy, akıl (re’y)-nakil
(eser/hadis) ilişkileri ancak disiplinlerarası bir çabayla, bir bütün ve birbirleriyle ilişkili olarak ele alınırsa bugün için asıl anlamını ve ruhunu bulacağı
şeklinde ifade etmek mümkündür. Ayrıca ele alınan konuyla ilgili olarak Osmanlı öncesi dönemi ele almamız, konunun Osmanlı ve Osmanlı sonrası dönemdeki işlenişleri arasındaki farkları görmemiz ve İslam düşüncesinin tarihsel süreçteki geçirdiği anlama ve yorumlama farklılıkları anlamamız açısından
da önemli olacağı kanaatindeyiz.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
101
20
09.30-11.00
Oturum
B
Salon
Ulusal ve Uluslararası Hukuka Dair
Bazı Meseleler
Oturum Başkanı: Adem SELEŞ
M. Yusuf EREN
Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Libya ile Suriye
Örneği
Mehmet AKÇAAL
Yeni Borçlar Kanununda Satış Sözleşmesine Getirilen Yenilik
ve Değişiklikler
Fatih KORAŞ
Francisco de Vitoria’nın Uluslararası Hukuk Kuramında
İslam Dünyasının Etkisi
Saliha Merve KAYA
Strasbourg Organları Kararları Işığında Türkiye’de
Üniversitelerde Yaşanan Başörtü Yasağı/Sorunu
11.00-11.30 Kahve Arası
Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma ve Libya ile Suriye Örneği
M. Yusuf EREN
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
Hukukun temel amacı toplumsal düzenin sağlanmasıdır. İç hukuk bakımından gerekli olan düzen uluslararası toplum bakımından da gereklidir. Çünkü insanlığın
başlangıcından bu yana şiddet kullanıldığı bir gerçektir. Uluslararası alanda ise şiddet en klasik biçimiyle devletlerarasında çıkmakta, bunun en bariz biçimini de
savaş oluşturmaktadır. Uluslararası hukuk, bir devletin başka bir devlete karşı kuvvet kullanmasını ilke olarak yasaklamıştır. Bu yasak, mevcut uluslararası hukuk
sisteminin temelini oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması md. 2/4’te düzenlenen kuvvet kullanma yasağı, BM üyesi olan ve olmayan tüm devletler
için geçerlidir. Ancak kuvvet kullanma yasağı devletlerin egemenliği ilkesine getirilen yeni bir sınırlamadır. Kuvvete başvurmak, XX. yüzyılın başlarına kadar devletlerin istedikleri zaman kullanabilecekleri bir hak olarak görülmüştür. Bu dönem içerisinde tüm devletler, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanılmasını uzun süre
hukuka uygun kabul etmişlerdir.
İnsanlığa çok büyük acılar yaşatan I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti Sistemi bile genel olarak savaşı yasaklamamış; sadece devletlerin savaşa
başvurma yetkilerini belli noktalarda sınırlandırmıştır. BM Antlaşması, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası gibi çok önemli bir görevle, yeni bir örgüt kurmuştur. Antlaşma sadece örgütün yapısına yönelik değil; aynı zamanda örgütün muhtevası ve çalışmasına ilişkin kural ve prensipleri içeren düzenlemelerden oluşturulmuştur. Özellikle kuvvet kullanma başta olmak üzere, üye devletlerin tutumlarının belirli kurallara veya çerçeveye oturtulması için özel ilkeler öngörülmüştür.
Kuvvet kullanma denildiği zaman, savaş gibi en geniş çaplı ve yoğun olan kuvvet kullanma yollarından, abluka, ambargo, bombardıman gibi sınırlı zararla-karşılık yollarına; geniş çaplı ya da sınırlı da olabilen değişik nedenlerle karışma yollarından kuvvete başvurma yasağının hukuka uygun bir istisnasını oluşturan
meşru savunma durumlarına kadar tüm yollar anlaşılmaktadır. BM Antlaşması, ІІ. Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük acıların tekrarlanmasını engellemek ve
uluslararası barış ve güvenliği korumak için kurulan BM sisteminde ilke olarak devletlerin birbirlerine karşı kuvvet kullanmasını yasaklamakla birlikte, bazı
istisnai durumlarda kuvvet kullanmaya izin vermiştir. Bunlardan biri, ülkelerin silahlı saldırıya uğraması karşısında meşru savunma haklarını kullanmaları,
diğeri ise, BM Güvenlik Konseyi’nin, uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden ya da bozan ülke ya da ülkelere karşı güç kullanılmasına izin vermesidir. Bu
ve ilgili diğer BM belgeleri ve uluslararası hukukun genel prensipleri, sözü geçen istisnalar dışında bir ülkeye karşı saldırı savaşı başlatmanın ve yürütmenin
‘uluslararası suç’ oluşturduğunu ve bunu yapan ülke ya da ülkelerin cezai sorumluluğu gerektirdiğini öngörmektedir. Bunun da ötesinde, saldırı suçunu
işleyen ülkenin yöneticilerinin kişisel cezai sorumluluğunun doğduğu da artık uluslararası hukukun yerleşmiş ilkelerinden birisidir.
Söz konusu çalışmamızın ilk bölümünde, kuvvet kullanmaya ilişkin uluslararası hukuk kurallarının tarihi gelişimi kısaca gözden geçirilecek, BM Antlaşması’nın
kuvvet kullanmaya ilişkin sistemi ele alınacaktır. Bu çerçevede BM Antlaşması md. 2/4’te yer alan kuvvet kullanma yasağının kapsamı ve niteliği üzerinde durulacak, BM amaçları ışığında kuvvet kullanma yasağı ilkesine değinilecek ve hususen söz konusu sisteme göre kuvvet kullanmaya izin verilen durumlar anlatılmaya
çalışılacaktır. Birinci başlığın son kısmında da savaşın başlattığı hukuki tartışmalar ve savaş ile ilgili hukuki tezler üzerinde durulmaktadır. Çalışmamızın ikinci bölümünde ise güncelliğini halen korumakta olan Arap Baharı neticesinde iç savaş yaşayan ülkelerden Libya ve Suriye örnekleri üzerinde “kısaca” durulacaktır. Libya›da
Kaddafi rejimine isyan ile başlayan süreç, kısa süre içerisinde kanlı bir iç çatışmaya dönüşünce, BM son derece etkili bir karşılık vererek sürece müdahil oldu ve
meşruiyetini uluslararası hukuka dayandırarak kuvvet kullanma yoluna gitti. Suriye’de ise Libya ile hemen hemen aynı zamanda başlayan iç çatışmalar halen devam
etmekte ve ülkede yaşanan olaylar insanlık dramına dönüşmüş bulunmaktadır. Buna rağmen Libya’ya müdahalede bulunan aynı BM örgütü, Esad yönetimine karşı
kuvvet kullanma yoluna gitmemeyi tercih etmiştir.
Çalışmamızın bu bölümünde, bu konudaki ihtilafın nedenleri üzerinde kısaca durulacak, uluslararası hukukta kuvvet kullanımının objektif temellere mi yoksa siyasi
temellere mi dayandırıldığı üzerinde tartışılmaya çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
103
Yeni Borçlar Kanununda Satış Sözleşmesine Getirilen Yenilik ve Değişiklikler
Mehmet AKÇAAL
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
22 Nisan 1926 tarihli ve 818 sayılı Borçlar Kanunu, 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Yürürlüğe girdiği tarihten günümüze kadar geçen 80 yıllık süreçte 818
sayılı Borçlar Kanununun içeriğinde bazı değişiklikler yapılmıştır. Fakat söz konusu değişiklikler köklü ve önemli değişiklikler değildir. Hâlbuki Borçlar Kanunu gibi
temel kanunların baştan sona gözden geçirilerek, o günün şartlarına ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek hale getirilmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluk gereğince,
818 sayılı Borçlar Kanununu baştan sona gözden geçirmek, tamamlayıcısı olarak ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu ile uyumunu
sağlamak ve özellikle günümüz ihtiyaçlarına cevap verebilmek için 6098 sayılı Borçlar Kanunu (TBK.), 11 Ocak 2011 tarihinde kabul edilmiştir. Buna göre, 818
sayılı Borçlar Kanunu, 1 Temmuz 2012 tarihinde yürürlükten kaldırılacaktır (TBK. m. 647). Böylece aynı tarihte 6098 sayılı yeni Borçlar Kanunu yürürlük kazanmış
olacaktır (TBK. m. 648). 6098 sayılı yeni Borçlar Kanunu, özellikle satış sözleşmesi bakımından önemli gelişme ve yenilikler ihtiva etmektedir. Satış sözleşmesi, 6098
sayılı Türk Borçlar Kanununun “İkinci Kısım”ının “Birinci Bölüm”ünde (TBK. m. 207-281) düzenlenmiştir. Bu kapsamda, satış sözleşmesi, “Genel Hükümler (TBK. m.
207-208)”, “Taşınır Satışı (TBK. m. 209-236)”, “Taşınmaz Satışı ve Satış İlişkisi Doğuran Haklar (TBK. m. 237-246)” ve “Bazı Satış Türleri (TBK. m.247-281)” şeklinde
dört ayırımda düzenlenmiştir.
Satış sözleşmesi, çalışmamızda 6098 sayılı Borçlar Kanunundaki bu sistematiğe uygun bir şekilde ele alınacaktır. Buna göre, ilk olarak, “Genel Hükümler (TBK. m.
207-208)” kapsamında satış sözleşmesinin tanımı ve hükümleri ile hasar ve yararın intikaline ilişkin değişiklikler, 818 sayılı Borçlar Kanunu ile mukayeseli bir
biçimde açıklanacaktır. Bu kapsamda satış sözleşmesinin tanımındaki terimsel değişikliklerin uygulamadaki sonuçları belirtilecektir. Ayrıca satış sözleşmesinde hasar ve yararın hangi ana kadar satıcıya ait olduğuna ilişkin değişiklik de incelenecektir. İkinci olarak, “Taşınır Satışı (TBK. m. 209-236)”ndaki
yenilikler ortaya konulacaktır. Çünkü kanun koyucu, bu ayırımda da 818 sayılı Borçlar Kanunundan farklı ve önemli bazı düzenlemelere yer vermiştir. Bu
kapsamda satıcının temerrüdü, zapttan sorumluluğu ve ayıptan sorumluluğu hususları üzerinde durulacaktır. Çünkü 6098 sayılı Borçlar Kanunu ile birlikte
adi satışlarda da satıcının temerrüdü halinde, alıcıya, somut yönteme göre hesaplanacak zararını satıcıdan isteme hakkı tanınmaktadır. Diğer taraftan
satıcının ayıptan sorumluluğu bakımından alıcıya diğer haklara ilaveten yeni bir hak tanınmıştır. “Satılanın onarılmasını isteme hakkı” şeklinde ifade edilen
bu hakkın Türk Hukukuna kazandırdıkları da çalışmamız bakımından önem arz etmektedir. Üçüncü olarak, “Taşınmaz Satışı ve Satış İlişkisi Doğuran Haklar”
ayırımında 818 sayılı Borçlar Kanununda karşılığı bulunmayan, yeni bazı hükümler düzenlenmiştir. “Satış İlişkisi Doğuran Haklar” alt başlığı altında yer verilen
bu hükümlerin Türk Hukuku bakımından ne gibi yenilikler getireceği de bu kapsamda ifade edilecektir. Son olarak, satış sözleşmesinin diğer bazı türleri, 6098 sayılı
Borçlar Kanununda dördüncü ayırımda düzenlenmektedir. Bu kapsamda örnek üzerine satış, beğenme koşuluyla satış, kısmî ödemeli satış ve açık arttırma yoluyla
satış sözleşmelerinin tanımları, 818 sayılı Borçlar Kanunundan farklı olarak, 6098 sayılı Borçlar Kanununda açıkça belirtilmiştir. 6098 sayılı Borçlar Kanununda
sayılan bu satış türleri bakımından diğer yeniliklerin neler olduğu da çalışma kapsamında incelenecektir.
Satış sözleşmesinin ele alınma yöntemi bakımından çalışmada göz önünde bulundurulacak bir diğer nokta da Yargıtay uygulamasıdır. Bu kapsamda Yargıtay uygulamasının bugüne kadar ne şekilde geliştiği ve 6098 sayılı Borçlar Kanunu ile birlikte nasıl gelişeceği hakkında tespit ve öngörülerde bulunulacaktır. Sonuç itibariyle,
yeni Borçlar Kanununda satış sözleşmesine ilişkin, özellikle hasar ve yararın intikali, satıcı temerrüdünde uygulanabilecek metotlar, ayıptan sorumlulukta seçimlik
hakların kapsamı, satış ilişkisi doğuran haklar ve satış sözleşmesinin türleri bakımından önemli değişiklik ve yenilikler mevcuttur. Çalışmamız bu değişiklik ve
yeniliklerin Türk Hukukuna katkısını ortaya koymayı amaçlamaktadır.
104
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Francisco de Vitoria’nın Uluslararası Hukuk Kuramında İslam Dünyasının Etkisi
Fatih KORAŞ
Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Konumuz, uluslararası hukukun ilk teorisyenlerinden biri olarak kabul edilen Francisco de Vitoria’nın kendi kuramını oluştururken İslam dünyasından etkilenip
etkilenmediğidir. Uluslararası hukukun ortaya çıkışında ve gelişiminde İslam dünyasının bir katkısının olup olmadığına dair Türkiye’de ve yurtdışında kapsamlı bir
çalışma bulunmamaktadır. Bazı araştırmacılar, Avrupa’nın hukuk alanında İslam dünyasından ciddi şekilde etkilendiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak bunlar, eserlerinde
bu konuya çok yüzeysel olarak değinmişlerdir. Bu araştırmacıların öne sürdükleri iddialar da yoğun bir tetkike muhtaçtır. Diğer bazı araştırmacılar ise, genel olarak
Avrupa hukukunun ve daha özelde Uluslararası hukukun tamamen Avrupa’nın bir ürünü olduğunu açıkça öne sürmekteler ya da zımni olarak böyle bir ön kabulle
araştırmalar yapmaktadırlar. Araştırmamız bu genel sorunsalın başlangıcı, yani Avrupa’da uluslararası hukukun ilk teorisyeni olarak kabul edilen Vitoria’nın kuramı
üzerine yoğunlaşmaktadır. Vitoria’nın uluslararası hukuk kuramını oluştururken İslam dünyasından etkilenip etkilenmediğini tespit etmek ise çok kolay değildir.
XV. yüzyılın sonu XVI. yüzyılın başında yaşamış bir Hıristiyan din adamının görüşlerinde İslam dünyasının izlerini sürmek çetrefilli bir meseledir. Bu nedenle böyle
bir araştırma ancak şu şekilde mümkün olabilecekti: İlk olarak, yazarın eserlerinde doğrudan İslam dünyasına bir şahsın eserine atfa rastlamak mümkün olabilirdi.
Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi Vitoria, bir Hıristiyan din adamıdır. İbn Rüşdcülüğün bile Avrupa’da Papalık tarafından yasaklandığı düşünülürse, Vitoria’nın bu
şekilde doğrudan bir atıf yapması mümkün görünmemektedir. Başka bir yol, Vitoria’nın Avrupa dünyasında ilk defa bahis konusu olan fikirlerini tespit etmektir. Bu
özgün fikirlerin temelleri Avrupa dünyasında atılmamışsa o zaman Avrupa’ya komşu olan ve sürekli bir etkileşimin olduğu İslam dünyasına bakılır. Orada benzer
tartışmalara ve fikirlere rastlanırsa Vitoria, muhtemelen İslam dünyasından etkilenmiş demektir.
Araştırmamızda biz daha çok bu yolu benimsedik ve Avrupa’da Uluslararası Hukuk’un oluşumunda İslam dünyasının önemli katkılarının olduğunu ortaya
koymaya çalıştık. Bunu yaparken, Avrupa’da özellikle Vitoria’nın düşünceleri üzerinde etkili olmuş düşünürleri inceledik. Bu kapsamda hukuk alanında
Vitoria’nın en çok etkilendiği isim Aquinalı Thomas’tır. Dolayısıyla Aquinalı Thomas da bu çalışmada eserlerine ve düşüncelerine değineceğimiz bir düşünür olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
105
Strasbourg Organları Kararları Işığında Türkiye’de Üniversitelerde Yaşanan Başörtü Yasağı/Sorunu
Saliha Merve KAYA
İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Kamu Hukuku Yüksek Lisans Programı
Çalışmamızda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Strasbourg organları (Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) içtihatları çerçevesinde inanç özgürlüğünün bir görünümü olarak Başörtü yasağı/sorunu incelenecektir. Konu kendi içinde dahi çok geniş bir yere sahip olduğundan konunun
sınırlandırmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu yüzden başörtü yasağı üniversitedeki öğrenciler açısından ele alınacaktır. Konu 3 bölümde ele alınacaktır. İlk Bölümde
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin inanç özgürlüğüne ilişkin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü kenar başlıklı 9. Maddesi(inanç özgürlüğünün sınırları) ve bu maddenin AİHM tarafından ne şekilde yorumlandığı üzerinde durulacaktır. Strasbourg organları herhangi bir başvurunun md. 9 kapsamına girip girmediğini saptamak
için bazı kriterler kullanmaktadır. Bu kriterler çalışmamızın ana çerçevesini de çizer niteliktedir; Öncelikle mahkeme önüne gelen vakıanın 9. maddenin koruma
alanına girip girmediğini saptamaktadır. Başvurucunun haklarına bir müdahalede bulunulmadığı tespitinde bulunmuş ise mahkeme kararı “kabul edilemez” bulur.
Bu aşamadan sonra Sözleşme organları ilk olarak 9. maddede koruma altına alınan özgürlüğe “bir müdahalenin olup olmadığını” saptar, eğer bir müdahale söz
konusuysa ikinci olarak bu müdahalenin “hukuken öngörülebilir” olduğuna, üçüncü olarak müdahalenin“meşru bir amacının bulunup bulunmadığına” ve son olarak “demokratik bir toplumda bu müdahalenin gerekli olup olmadığını” değerlendirmektedir. Mahkeme demokratik toplumda gerekli olma unsurunu incelerken,
“sosyal ihtiyaç baskısı” karşılayıp karşılamadığını ve izlenen meşru amaçla orantılı olup olmadığını tespit etmektedir.
İkinci bölümde çalışmamızın da ana çerçevesini oluşturur nitelikte olan Mahkemenin vermiş olduğu Şahin kararı yukarıda Mahkemenin yukarıda belirtmiş olduğumuz kriterleri çerçevesinde ayrıntılı bir şekilde incelenecektir. Çünkü AİHM, Türkiye’deki üniversitelerde yaşanan başörtü yasağını Leyla Şahin kararında
değerlendirmiştir. Belirtmek isteriz ki; “Hukuken öngörülebilir” olma şartında konuyla ilgili Danıştay, AYM ve İdare Mahkemesi kararlarına, kolluğun böyle
bir müdahalede bulunup bulunamayacağına ve idarenin düzenleyici işlemleriyle temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanıp kısıtlanamayacağı(farklı görüşler
ortaya konularak) da ayrıca üzerinde durulacaktır. Son bölümde ise Leyla Şahin kararı Strasbourg organlarının vermiş olduğu benzer kararlarla karşılaştırarak incelenecektir. Bu kararlar ise; Dahlap (İsviçre), Karaduman (Türkiye) ve Lautsi (İtalya) kararlarıdır. Sonuç bölümünde ise, Türkiye’de üniversitelerde
başörtülü öğrencilerin üniversiteye alınmamasının hukuken yerinde olup olmadığı konusunda genel bir değerlendirme yapılacaktır.
106
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Salon
21
Oturum
C
09.30-11.00
Türkiye Ekonomisi I:
Makroekonomik Sorunlar
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Fuat OĞUZ
Gökhan UMUT
Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve İhracat Işığında
Ekonomik Büyüme: Türkiye Örneği
Şerife ÖZŞAHİN
Cari İşlemler Açığının Sürdürülebilirliği Üzerine Ekonometrik Bir Analiz
Emine Nida KOL
Türkiye’de Kriz Sonrası Uygulamaya Konulan Politikaların
İstihdam Üzerine Etkileri
Yıldırım Beyazıt ÇİÇEM
Türkiye’de Sermaye Akımlarının Bankacılık Sektörü Üzerine
Etkileri
11.00-11.30 Kahve Arası
Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve İhracat Işığında Ekonomik Büyüme: Türkiye Örneği
Gökhan UMUT
Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi, İktisat Bölümü
Türkiye ekonomisi, dünya ekonomisindeki değişimlere paralel olarak, önemli değişimler yaşamıştır. 1980 yılı itibariyle ticaretin liberalizasyonuyla başlayan dışa
açılma süreci bu değişimin önemli bir parçasıdır. Dışa açılmayla birlikte, ekonomik büyümenin temel dinamiklerinin değiştiğini söylemek mümkündür. 1970’li
yılların ithal ikameci ekonomik yapısında büyümenin temel dinamiğini iç talepler belirlerken; 1980 yılı itibariyle, ithalat, ihracat ve doğrudan yabancı yatırımlar
ekonomik büyümenin önemli bir parçası olmuştur. Mezkûr yılla birlikte, bir ülkeye daha çok doğrudan yabancı yatırımın girmesi ve ülkenin ihracatının artması,
ekonomik büyümenin çok önemli bir parçası olmuştur. Bu sayılan değişkenlerin ekonomik büyümeye etkisi ampirik olarak da incelenmiş ve genel itibariyle bu
değişkenlerin ekonomik büyümeye önemli bir etkisinin olduğu gözlenmiştir. Bu çalışmada, ihracatın ve Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımların ülkenin
ekonomik performansına etkisi incelenecektir. Ekonomik performanstan kasıt, ülkenin ekonomik büyümesi olacaktır.
Çalışma, 1980-2010 yıllarını kapsayan yıllık veriler yardımıyla yapılacaktır. Bu anlamda, bahsedilen değişkenler arasında uzun dönemli bir ilişkinin olup/olmadığı
Johansen Eşbütünleşme Testi yoluyla test edilecektir. Ayrıca değişkenler arasında nedensellik olup olmadığı Granger nedensellik testi yardımıyla analiz edilecektir.
Çalışmanın temel iddiası, doğrudan yabancı yatırımların ve ihracatın ekonomik büyümeye olumlu bir katkısı olduğudur. Bu anlamda çalışmada genel olarak 19802010 yılları arasında, değişkenlerin birbiriyle ilişkisi incelenecektir. Çalışmayı diğer çalışmalardan ayıran en önemli özellik, bu çalışmanın 2000 yılından sonraki
döneme daha ağırlık vermesi olarak açıklanabilir.
Bu bağlamda, 2000 yılı öncesi göze alındığında, görece yüksek büyüme oranlarının gözlendiği bu zaman diliminde ekonomik büyümenin sağlanmasında
doğrudan yabancı yatırımın ve ihracatın etkisi analiz edilecektir. Diğer bir ifade ile çalışmada, 2000 sonrasında elde edilen ekonomik performansın ne
kadarının doğrudan yabancı yatırımlar ve ihracat sayesinde olduğu incelenecektir.
108
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Cari İşlemler Açığının Sürdürülebilirliği Üzerine Ekonometrik Bir Analiz
Şerife ÖZŞAHİN
Dr., Selçuk Üniversitesi, İktisat Bölümü
Ödemeler bilançosunun önemli kalemlerinden biri olan cari işlemler hesabı, bir ülkenin dış dünya ile ekonomik ilişkilerini özetlemesi açısından hem politika yapımcılar hem de yatırımcılar için önemli bir gösterge niteliğindedir. Bir ülkenin dış dünyaya yaptığı ödemelerin ülkeye yapılan ödemelerden daha fazla olması halinde
cari işlemler hesabı açık verecek aksi durumda ise ülkeye döviz girişi daha fazla olacağı için cari işlemler hesabında fazla oluşacaktır. Kuşkusuz cari işlemler hesabının
açık vermesi halinde ise oluşan açığın ekonomide yaratacağı etkiler, bu açığın geçici veya sürekli olmasına göre farklılaşacaktır. Türkiye ekonomisinin özellikle son on
yıllık sürecine baktığımızda ise özellikle 2001 krizinin ardından ekonomik ve finansal yapıda ciddi iyileşmeler sağlanmasına rağmen cari açığın hala çözüm arayan
önemli bir sorun olduğu görülmektedir. 2011 yılı cari açık düzeyini veren 77,236 milyar $, küresel krizin başlangıcı olan 2008 yılındaki değerin yaklaşık 2 katı iken
2002-2006 dönemine ait toplam açığa yaklaşık olarak eşit bir değerdir. Türkiye ekonomisinde son on yıllık süreçte 2009 yılı haricinde sürekli artış trendi sergileyen
cari açık ciddi bir sorun olarak tartışılmaktadır.
Türkiye ekonomisinin cari açık vermesine yol açan faktörlere baktığımızda ise bu faktörlerin temel olarak aramalı ithalatı ve enerjide dışa bağımlılıktan kaynaklandığını görmekteyiz. Üretim yapabilmek için elektrik, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklara olan gereksinim, özellikle petrol ve doğalgaz kaynaklarının yetersiz
olduğu Türkiye ekonomisinde ithalatı, dolayısıyla da cari açığı beraberinde getirmektedir. Ayrıca sanayi sektöründe kullanılan bazı ara girdiler ve sermaye mallarının, ülke içinde bu girdilerin olmaması veya üretilmesinin daha maliyetli olması nedeniyle ithal edildiği düşünüldüğünde cari açığın Türkiye ekonomisi için
kaçınılmaz olduğu görülmektedir. Bazı iktisatçılar ise ortaya çıkan bu açığın büyüklüğünden ziyade nasıl finanse edildiğinin daha önemli bir sorun olduğuna
dikkat çekmektedirler. Zira bu açığın Türkiye’de finansmanını sağlayan yabancı sermaye akımlarının büyük bir kısmı, yüksek yurtiçi faizler nedeniyle ülkeye
giriş yapmakta ve uzun vadeli bir finansman aracı niteliği taşımamaktadır. Bu durum ise özellikle açığın sürdürülebilirliği tartışmalarını beraberinde
getirmektedir. Açığın sürdürülebilirliği konusunda genel bir konsensüs olmamasına rağmen GSYİH’nın %5’ine ulaşan cari açığın sürdürülemez olacağına
yönelik çeşitli açıklamalar mevcuttur. Ancak ülkede bulunmayan bazı girdilerin yurt dışından ithal edilmesi, bazı ülkelerde üretimin devamlılığı açısından
kaçınılmaz bir durum olmaktadır. Ülkede bulunan bazı ürünlerin yurtdışından ithalatının sürdürülmesi ise uygulanan kur politikasındaki yanlışlıklar neticesinde cari işlemler dengesini bozucu bir etki yaratmaktadır.
Bu çalışmada öncelikle Türkiye ekonomisi için özellikle son on yıldır kendini ciddi bir sorun olarak hissettiren cari açığa yol açan etmenler, açığın finansman
yöntemleri ve sürdürülebilirliğine yönelik teorik açıklamalara değinilecektir. Ayrıca cari açığın sürdürülebilirliği, Husted’ın ve Wu’nun çalışmalarındaki metodoloji
kullanılarak, Türkiye ekonomisine ait 2000 Ocak-2012 Mart dönemine ait aylık verilerle, yapısal kırılmalı birim kök testleri ve eşbütünleşme analizleri yardımıyla
ekonometrik analizlere tabi tutulacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
109
Türkiye’de Kriz Sonrası Uygulamaya Konulan Politikaların İstihdam Üzerine Etkileri
Emine Nida KOL
Dr., Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Konya Bölge Birliği Müdürlüğü
En geniş anlamıyla, ani ve beklenmedik bir anda ortaya çıkan olumsuz gelişmeler veyahut buhran olarak adlandırılan kriz kavramını iktisadi sistemde veyahut
sistemin alt bileşenlerinde beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan ve sistemin işleyişini önemli ölçüde ve olumsuz yönde etkileyen
durum” olarak ifade etmek de mümkündür. Daha çok sanayileşmiş ülkelerde baş gösteren bu dalgalanmalar, piyasanın zaman zaman fazla iyimserlik havası içinde
gelişmesi, yatırımların buna bağlı istihdamın, gelirlerin, ulusal paranın tedavül hızının ve hacminin vb. artması gibi ekonomik göstergelerde değişikliğe yol açmaktadır. Ekonomiler için önemli tehdit ve fırsatlar içeren bu önemli olaya ilişkin literatürde pek çok çalışma yapılmış olup, krizleri temelde finansal ve reel sektör
krizleri olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Bununla birlikte oluşum sebebine ve içeriğine göre krizler; bankacılık, döviz, borsa, mal ve hizmet piyasaları, işgücü
piyasası, enflasyon ve durgunluk krizleri olarak detaylandırılabilmektedir.
Geçmişten günümüze krizler bir ülke için ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olmak üzere birçok alanda önemli riskler içerirken, bu durum küreselleşmenin de
etkisi ile yalnızca krizin meydana geldiği ülke ile sınırlı kalmayıp, hızla diğer dünya ülkelerine yayılmakta ve daha da kapsamlı olarak ülkeleri etkilemektedir. Krizle
birlikte ekonomik göstergelerde yaşanan zayıflıklar, finansal kırılganlıkların artmasına, toplumu oluşturan bireylerin ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik olarak
içinde bulundukları durumdan ziyadesiyle etkilenmelerine neden olmaktadır.
Çalışmada, krize ilişkin teorik çerçeveye değinilmesinin ardından Gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye ekonomisi ve krizler başta olmak üzere burada yaşanan
önemli olaylar incelenmeye çalışılmıştır. Türkiye ekonomisini incelerken, devletin ekonomik kararlarda ve kaynakların tahsisinde egemen olduğu ve sermaye
birikiminin az olduğu Cumhuriyet’ten 1980 yılına kadar olan süreç genel, 1980 sonrasındaki süreç ise daha kapsamlı olmak kaydıyla ele alınmıştır. Söz
konusu ayrımın nedeni ülke ekonomisi için büyük önem arz eden, daha çok istihdam imkanı oluşturmak için doğrudan yabancı yatırımların teşvikine
yönelik oluşturulan liberal ekonomik önlemlerin alındığı ve finansal serbestleşmenin başladığı 24 Ocak 1980 Kararlarının uygulamaya konulmasıdır ve bu
şekilde ekonomi hızlı bir değişim ve gelişim içine girmiştir. Buna eş zamanlı olarak ortaya çıkan ve ülkelerin sahip oldukları milli ve manevi değerlerin tüm
dünyada yayılması, farklılıkların ortadan kalması ve dünyanın bir köy haline gelmesi anlamına gelen küreselleşme kavramı da eklenince krizlerle birlikte
oluşan tehdit ve fırsatların kapsamı ve yayılma hızı da bu denli artış göstermiştir. Ayrıca, ulus devletin güç ve etkinliğinde azalma, buna bağlı olarak da
ekonomi politikalarında kontrol mekanizması zayıflığı ortaya çıkmış ve ekonomik yönetimde bölgesel düzeydeki siyasi ve ekonomik birlikler veya bu maksatla
oluşturulan uluslar arası kuruluşlar rol oynamaya başlamıştır. Bununla birlikte küreselleşmenin kişisel, kurumsal ve ulusal rekabet edebilirlik gücüne olumsuz
yansıması, nitelikli işgücünün ülke dışına göç etmesi ve mevcut gelir dağılımı bozukluğunun daha da artması gibi bir takım olumsuzluklar da gündeme gelmiştir.
Küreselleşme sürecinin başlaması üzerine dünya ekonomisinde olduğu gibi Türkiye ekonomisinde de önemli bir yapısal değişim ve dönüşüm baş göstermiştir. Bu
süreç içerisinde mal, para ve sermaye piyasalarında istenilen düzeyde rekabet gerçekleştirilememiş, kamu kesiminde yeterli etkinlik sağlanamamış ve özellikle orta
ve büyük ölçekli imalat firmalarında kaydedilen işgücü verimlilik artışına rağmen, istihdam oranlarında bir artış kaydedilememiştir. Kısacası makro ekonomide
yaşanan dengesizlikler ile kamu maliyesinde gözlenen bozukluklar, kriz öncesi dönemin ortak özelliğini oluştururken, 1990-1999 yılları arasında sorunların daha
da artması 1994, 2000 ve 2001 yıllarında krizlerin meydana gelmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, çalışmada krizler sonrasında uygulamaya konulan politika ve
programlar irdelenmeye çalışılmış ve söz konusu politika ve programların önemli bir makro ekonomik gösterge olan istihdam oranları üzerindeki etkileri istatistiki
veriler yardımıyla ele alınmıştır. Ancak temeli ekonomik istikrarı sağlamak ve sürdürülebilir bir büyüme sağlamak olan politika ve programların içeriğinde istihdamın geri planda bırakıldığı, eksik planlama ve uygulama yetersizliklerinin var olduğu, meydana gelen büyümenin ise istihdam ve işsizlik üzerindeki etkisinin zayıf
kaldığı durumların gözlenmesi üzerine istihdama ilişkin beklenen gelişmelerin gerçekleşmediği sonuçlarına ulaşılmıştır. Son olarak, istihdamın geliştirilmesine
yönelik faaliyetlerden bahsedilmiş ve bu faaliyetler sonucunda doğabilecek olumlu gelişmelere yer verilmiştir.
110
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Türkiye’de Sermaye Akımlarının Bankacılık Sektörü Üzerine Etkileri
Yıldırım Beyazıt ÇİÇEM
Arş. Gör., Yıldız Teknik Üniversitesi, İktisat Bölümü
Bu çalışmada, Türkiye’de sermaye akımlarının bankacılık sektörüne etkileri incelenmiştir. Literatürde, sıcak paranın gelişmekte olan ekonomiler üzerindeki etkisi
tartışma konusudur. Özellikle Türkiye’de 1989 yılının ardından serbestleşen sermaye akımlarının bıraktığı finansal kesime bıraktığı etki gündem oluşturmaktadır.
Çalışmamızda, öncelikle bankacılık bilânço yapıları ve riskleri bütünü itibariyle incelemeye tabi tutulmuş, örnek olay çerçevesinde Şekerbank verileri incelenmiş ve
sonrasında 1996–2002 yılları arasında Ödemeler Dengesi İstatistikleri kullanılarak tanımı yapılan Sıcak Para değişkeninin hangi değişkenlerden etkilendiği ekonometrik model vasıtasıyla ortaya konulmuştur. Sıcak Para’nın içsel faktörlerden etkilenerek ülkemize aktığı ve mali yapısı tam oturmamış bankacılık sektöründe
izler bıraktığı söylenebilmektedir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
111
Salon
22
11.30-13.00
Oturum
A
Medya Okumaları
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ahmet KALENDER
Metin EKEN
Görsel Politik İmgelerle Bir Suriye Okuması: Beşar Esad
Resimleri
F. Betül AYDIN
Türk Yazılı Basınında Nefret Söylemi “Mavi Marmara Baskını” Örneği
Asem ALJARADAT
Arap Baharında Facebook’un Rolü (Suriye Örneğinde)
Yenal GÖKSUN
Karşılaştırmalı Medya Okuması: Bölge Medyasının Suriye
Olaylarına Bakışı
13.00-14.30 Öğle Yemeği Arası
Görsel Politik İmgelerle Bir Suriye Okuması: Beşar Esad Resimleri
Metin EKEN
İstanbul Üniversitesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Suriye kendine has tarihi, siyasal yapısı ve kültürel zenginlikleriyle Ortadoğu’nun önemli devletleri arasında yer alır. Başkenti Şam olan Suriye Arap Cumhuriyeti,
1946’da Fransız mandasından ayrılmış ve bağımsızlığına kavuşmuştur. Bünyesinde birçok etnik ve dini grubu barındıran; rejim problemleri, askeri darbeler ve
siyasal olaylarla anılan bu kadim Arap ülkesi, otoriter-totaliter bir yönetim biçimine tabidir.
Kendisine has siyasal yapısını yukarıda kısaca betimlediğimiz Suriye, bu yapının doğurduğu özgün siyasal uygulamalar ve propaganda çalışmalarının netlikle görüldüğü bir ülke haline gelmiştir. Bu uygulamaların bir tanesi de şehrin hemen hemen her yerinde sıkılıkla rastlanılan Beşar Esad resimleridir ve neredeyse ülkedeki
tüm caddelerde, dükkânlarda ve hatta arabaların camları üzerinde sıklıkla görülebilir.
Görsel iletilerin önce görülme ve sonra algılanma biçimleri, alımlama kültürünü ve alılmama alışkanlıklarını doğrudan belirler ve alımlayanı çeşitli biçimlerde
etkiler. Bu anlamda, ülkenin dört bir yanında görülen fotoğrafların ülkenin siyasal yapısı ve imgesel arka planı çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Siyasal İktidarın, insanlar üzerinde etki oluşturmak ve otoritesini pekiştirmek amacıyla erken zamandan beri kullandığı imgeler günümüzde kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve yeni teknolojik imkânlar sayesinde farklı araçlar ve bu araçların çeşitli ürünleriyle yeniden yapılandırılmıştır (Ancak bu yeniden yapılanma sadece
imgelerin sunulduğu araçlarda ortaya çıkmış, imgelerin üretilme süreci hiçbir değişikliğe uğramamıştır). Bu ürünlerden bir tanesi de fotoğraftır ve uzun yıllardan beri diğer birçok niteliğinin yanında bir propaganda aracı olarak kullanılmış ve siyasal iktidarların amacına hizmet etmiştir.
Bununla birlikte, “fotoğrafın propaganda açısından bir silah olarak kullanıldığı” üzerine tezler geliştirilmeye başlanmış ve fotoğrafın propaganda unsuru
olma noktasında ne derece ilerilere gidilebileceği tartışma konusu haline gelmiştir. Vurgulanan bu noktalar Suriye özelinde sıklıkla rastladığımız Beşar
Esad fotoğraflarının, planlanmış birer politik imge olarak değerlendirilmesine zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda Esad fotoğrafları, ideolojinin yüksek
derecede etkili olduğu bir siyasi imge olarak karşımıza çıkmaktadır.
Suriye özelinde ele alacağımız ve kendi özel perspektifi ile değerlendireceğimiz Beşar Esad fotoğraflarını daha iyi anlamlandırabilmek ve hatta çözümleyebilmek amacıyla sınırları çizilmiş yöntemsel bir tutamağa başvurmak durumundayız. Wittgenstein’in dile getirdiği üzere, “resim bizi esir aldı” ve felsefe
buna şu değişik kaçış yollarına yönelerek karşılık verdi: semiyotik, yapısalcılık, dekonstrüksiyon, sistem teorisi, konuşma edimi teorisi, gündelik dil felsefesi ve
günümüzde artık imaj bilimi veya eleştirel ikonoloji. Bu bağlamda ele alacağımız resimleri ikonolojik bir yaklaşımla değerlendirecek ve simgebilimin sınırlarında
dolaşarak bir görsel çözümleme gerçekleştireceğiz.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
113
Türk Yazılı Basınında Nefret Söylemi: “Mavi Marmara Baskını” Örneği
F. Betül AYDIN
Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı
Medyada milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi vb. gibi kendinden başkasını öteleyen ideolojik söylemler haberlerin söylemleriyle inşa edilmekte ve böylelikle egemen ideoloji aktarılmaktadır. Kültürel kimlikler ve grup özellikleri gibi unsurları etkileyen, milliyetçilik ve farklı olana tahammülsüzlük gibi koşullarda, söyleminin dozajı yükselen “Nefret
Söylemi” de bu bağlamda ideolojik olarak “öteki”leri daha da öteleyen bir söylemi barındırmaktadır.
Gündelik yaşamda nefret söyleminin en yaygın hatta belki de en meşru olarak kullanıldığı mecranın haberler olduğu söylenebilir. Çünkü haberler, insanlara içinde bulundukları mevcut ekonomik, politik ve sosyo-kültürel düzenin nasıl anlaması gerektiğini, neleri bilme(me)leri gerektiğini, farklı ırk, topluluk, kültür vs. dair düşüncelerinin
şekillenmesinde önemli paya sahiptir. Kısacası haber medyası insanların bilinçlerini şekillendirmede etkili bir kurumdur. Böylelikle medya, egemen ideoloji bağlamında
milliyetçiliği, ırkçılığı yeniden üretirken toplumsal öfke ve nefret duygularını da üretmekte ve bu duyguların ötekilere karşı yöneltilmesinde rol oynamaktadır. Egemen
ideoloji bunu yaparken gündelik söylem ve pratiklerle çatışmayı, şiddeti yeniden üreterek toplumsal parçalanmayı süreğen kılmaktadır. Egemen ideolojinin temsilcilerinin
söylemleriyle, karşıt olduğunu düşündükleri veya etkilendikleri değerleri içeren söylemlere göndermeler yapmaktadırlar. Bunu da, kışkırtıcı, küçümseyici, kaba, saldırgan,
öfkeli, kızgın, sert, küfürlü, argo gibi söylemlerle yapmaktadır. Böylece toplumsal alanda daha rahatlıkla hareket edeceği, güçsüz bir yapı oluşturmakta ve iktidarının şiddet
aygıtını meşrulaştırmaktadır. Yani muhalifler ve “öteki”ler üzerinde uyguladığı baskının, şiddetin doğallaştırılmasına yardımcı olmaktadır. Şüphesiz bu söylemleri yalnızca
egemen söylemin sahibi olan iktidar sahiplerine (seçkinler, hükümet temsilcileri, entelektüeller, STK’lar, kanaat önderleri vs) atfetmek olmaz, herkesin farklı bireysel
ve kolektif aidiyeti (cinsiyet, ırk, dini inanç) olduğu gibi, gazetecilerin de çeşitli önyargıları ve koşullanmaları vardır ve bunlar gazetecilik pratiklerine yansımaktadır.
Nefret söyleminin, ideolojik bir mücadele alanı olmasında “Toplumsal bellek”‘in kültürel biçimlerde kendisini nasıl gösterdiği ve bu çerçevede basında yeniden nasıl
üretildiği de nefret söyleminin kendisine uygun bir zemin bulmasında önemli sacayaklarından birisini teşkil etmektedir. Çünkü Toplumsal bellek, (ya da toplumsal
bilinç) gerçekliğimizin dışında var olan bir yapılanımda değildir, aksine gündelik yaşam dâhil tüm gerçekliğimizi belirleyen ve etkileyen toplumsal pratiklerde,
kültürde kendini göstermektedir.
Toplumsal anlamda iktidarın kurulabilmesi için başta medya olmak üzere farklı ideolojik aygıtların kullanımıyla toplumsal bellek kurgulanmaktadır. Radikal alternatif medyalar toplumsal bellekte ezilenlerin iktidarlara karşı verdikleri özgürlük mücadelelerini, farklı etnisite ve dinlerden toplumların barış içerisinde bir arada
yaşadıkları tarihsel dönemleri anımsatarak, şimdiye dair iktidarın toplumsal politikalarının karşısına eşitlikçi ve barışçı bir alternatifin mümkün olduğunu gösterebilmektedirler. Toplumsal bellek faşizan bir biçimde yapılandırılmakta, sıradan bir insan farklı düşünen, farklı inanan, farklı cinsel tercihe/eğilime sahip olanlardan,
kısacası “öteki”lerden korkmakta, nefret etmekte ve söylemsel, eylemsel şiddeti kullanarak, bu “öteki”lerden kurtulmak istemektedir. Bu bağlamda medya organları da
toplumsal belleği çatışmacı, savaşçı bir mantıkla yeniden üretmektedir. Bu süreçte birbirine karşıt tarafların birbirine ilişkin önyargıları giderek güçlenmekte ve toplumsal
iletişim olanaksızlaşmakta, şiddet tek iletişim biçimi olarak görülmeye başlanmaktadır.
Nefret söylemi aslında Türkiye’de medya araştırma alanında en az çalışılan alanlardan biri olup, Türkiye’deki nefret söylemine dair literatür henüz yeni yeni oluşmaktadır.
Bu nedenle ortaya konacak çalışmayla Türk Basınında nefret söyleminin nasıl, ne şekilde ve hangi oranlarda kullanıldığının ortaya konulması amaçlanmaktadır. Bunun
saptanması için ortaya elbette somut veriler konacaktır. İki yıl önce yaşanan ve neredeyse Türk medyasının büyük bölümünün ağız birliği etmişçesine nefret söyleminde
bulunduğu örnek bir olay olarak, “İsrail’in Mavi Marmara Baskını” ele alınacaktır. İsrail’in yardım gemisi olarak Gazze’ye gitmek üzere olan Mavi Marmara gemisine yaptığı
saldırı, başta Türk medyası olmak üzere dünya medyasında da geniş yankı uyandırmıştı. Bu bağlamda, İsrail’in “Mavi Marmara” yardım gemisine saldırısının Türk basınında
İsrail’e karşı nefret söylemi, bu çalışmanın nicel verilerini oluşturacaktır. Bu çerçevede Taraf, Vakit, Yeni Şafak ve Zaman gazeteleri üzerinden haberlerin söylem analizi edilmesi amaçlanmaktadır. Hükümete yakınlığı nedeniyle Taraf, İslamcı söylemleri ağır bastığı için Vakit, hükümete yakın muhafazakâr bir gazete olması nedeniyle Yeni Şafak,
haberleri ılımlı söylemlerde ürettiği için ise Zaman gazetesi seçilmiştir. Bu çalışma bu gazetelerin nefret söylemlerinin dozajlarının seviyesini ortaya koymayı amaçlasa da,
bu çalışmanın nefret söylemine dair literatürüne naçizane bir katkı sağlaması temel amaçtır.
114
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Arap Baharında Facebook’un Rolü (Suriye Örneğinde)
Asem ALJARADAT
İstanbul Üniversitesi
Bu çalışmada, 2011 yılında Suriye’de meydana gelen olaylarda popüler bir sosyal paylaşım ağı olan Facebook’un bir nasıl bir rol oynadığını ve Suriye halkını nasıl etkilediğini ele alacağız. Çalışmada sunulan veriler anket tekniğiyle toplanmıştır. Suriye’nin başkenti Şam’da 100 kişide üzerinden yapılan anket çalışmasının
sonucunda ankete katılanlardan sadece 6’sının Facebook sosyal paylaşım sitesini kullanmadığı anlaşılmıştır. Bununla birlikte ankete katılanların %35.10’lük bir
kesiminin Facebook’ta oluşturulan Suriye Devrimi koordinasyon sayfalarında yer aldığı belirlenmiştir. Ayrıca katılımcılardan 16’sı Suriye›deki gelişmelerin dünya
kamuoyunda duyurulmasında, çeşitli bağlantılar ve kanallar aracılığıyla Suriye hakkındaki haberlerin yayılmasında ve Suriye’de gerçekleşen olayların ortaya çıkmasında Facebook’un önemli bir rolü olduğunu dile getirmişlerdir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
115
Karşılaştırmalı Medya Okuması: Bölge Medyasının Suriye Olaylarına Bakışı
Yenal GÖKSUN
Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi
Ortadoğu coğrafyasında bir yıldan uzun süredir devam etmekte olan toplumsal hareketler, uluslararası toplumun ana gündem maddesini oluşturmaktadır. Uzun bir
aradan sonra Arap halklarını kitlesel olarak harekete geçiren olaylar bölge ve dünya basınında geniş yer bulmaktadır. Her gün konu hakkında bir devlet yetkilisinin
görüşü, bir vaka haberi ya da köşe yazısına rastlamak mümkündür. Ortadoğu’daki bu toplumsal hareketlerin dinamiklerine ilişkin akademik çalışmalar genellikle
sosyal medyanın rolü üzerinde yoğunlaşmaktadır. Genç toplulukların örgütlenmesi ve koordinasyonunda sosyal medyanın rolü göz ardı edilemese de, geleneksel
medyanın kitleler üzerindeki baskın etkisi halen geçerlidir. Bu sebeple bölge ülkelerindeki yazılı ve görsel basının olaylara bakış açısı büyük önem taşımaktadır.
Ortadoğu’daki toplumsal hareketlere sahne olan ülkeler arasında Suriye ayrı bir öneme sahiptir. Dera bölgesinde ilk muhalif gösterilerin başlamasından bu yana bir
yıldan uzun süre geçmesine rağmen herhangi bir neticeye varılamamış olması, durumun karmaşıklığını göstermektedir. Ülkedeki toplumsal hareketler kimine göre
özgürlük amacıyla diktatör rejime başkaldıran muhalifler tarafından yürütülmekte, kimine göre dış destekli aşırı gruplar tarafından provoke edilmektedir. Suriye ve
komşu ülkelerdeki yayın organları da bu iki uç bakış açısı arasında konumlanmaktadır.
Bu araştırmada, medyanın bölgedeki olaylara bakışı üzerinde durulacak, Suriye ve komşu ülkelerdeki başta Arapça yayın yapan gazeteler olmak üzere medyanın
haber dilindeki farklılık ortaya konulmaya çalışılacaktır. Suriye, Lübnan, İran ve Türkiye’deki bu haber kaynaklarında Suriye’deki gelişmelerin yansıtılma biçimi,
olayların yorumlanması ve birbiri ile ilişkilendirilmesi, haber metinlerinde kullanılan dil gibi konular irdelenecektir. Tüm bu veriler ışığında bölge medyasının
Suriye’deki toplumsal olaylara bakış açıları farklı okuma biçimleriyle ele alınacaktır. Suriye’deki olaylara ilişkin medyada yer alan haberlere karşılaştırmalı bir
bakış, hem konunun farklı boyutlarını görmemize yardımcı olmakta hem de bölge üzerinde yürütülen politikalarda medyanın konumunu ortaya koymaktadır. Türkiye, Suriye, Lübnan ve İran’da devlete bağlı yayın yapan haber ajansları konuyu daha çok ulusal çıkarlar kapsamında ele alırken yine bu ülkelerde
yayın yapan özel gazeteler ise ait olduğu medya kuruluşunun yayın politikası çerçevesinde haber yapmaktadır. Bu veriler, medya tarafından yaratılan
söylem konusunda sonuçlar elde etmemize de yardımcı olmaktadır. Uluslararası gazetecilerin Suriye’de serbestçe haber yapmalarına izin verilmemesi,
Suriye olayları üzerindeki bilgi karmaşasının artmasına ve haber kaynaklarının güvenilirliğinin sorgulanmasına da neden olmaktadır. Haber kaynakları
üzerindeki bu muğlaklık, konunun medya organları tarafından ele alınırken farklılıkların ortaya çıkmasını da teşvik etmektedir. Suriye’de hükümet güçlerince
bombalandığı iddia edilen bir köye askerler eşliğinde girerek halkla röportajlar yapan gazetecilerin farklı izlenimlerle geri dönmelerinin sebebi de budur. Suriye’deki toplumsal olaylar sebepleri ve sonuçları açısından uluslararası ilişkiler alanıyla da yakından ilintilidir. Jeopolitik konumu ve komşuları ile ilişkileri açısından
bakıldığında Suriye, özellikle bölgedeki politik dengelerin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Dolayısıyla Suriye içerisinde yürütülen muhalif hareketlerin yanı sıra
uluslararası toplumun kanaat ve girişimleri de önem taşımaktadır. BM ve Arap Ligi bünyesinde alınan kararlar, Suriye’ye gönderilen uluslararası gözlemciler ve
raportörler, farklı ülkelerde Suriye hakkında düzenlenen toplantılar, medya için diğer bir haber kaynağı görevi görmektedir. Dolayısıyla Suriye dışındaki girişimlerin
bölge basınında haberleştirilmesi ve bunların yorumlanması da çeşitlilik göstermektedir. Sonuç olarak Suriye olaylarının medya tarafından okunması hem bölge
basınında hem de uluslararası basında farklılık arz etmektedir. Özellikle Suriye ile komşu olan ülkelerdeki medyanın konuya bakışını irdeleyen bu çalışmanın bölge
medyasını ve olayları daha iyi anlamamıza katkıda bulunacağını düşünmekteyiz.
116
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Salon
23
11.30-13.00
Oturum
B
Toplumsal-Kültürel-Ekonomik
Tarih
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Bekir BİÇER
Nigar BABAYEVA
Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nin Verilerine Göre
XVII. Yüzyıl Osmanlı Sosyal Hayatında Din ve
İnanışlar
Ahmet DENİZ
Erkeğin Himayesinden Devletin Himayesine: Osmanlı’da
Aile Modernleşmesi
Funda KOCA
Tarih Ders Kitaplarında Kadın İmajı
Ahmet KARAKAYA
Şark Medreselerinde Sosyal Hayat
13.00-14.30 Öğle Yemeği Arası
Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nin Verilerine Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Sosyal Hayatında Din ve İnanışlar
Nigar BABAYEVA
Marmara Üniversitesi, İslâm Tarihi Bölümü, Doktora Programı
Tarih ve sosyoloji araştırmaları için mühim birer kaynak niteliği taşıyan seyahatnâmeler seyahat edilen bölgelerin tarihi, sosyokültürel, sanatsal, ekonomik, dini
ve siyasal yönleriyle ilgili önemli veriler sunmakla birlikte tarihin ve sosyal hayatın çoğunlukla bilinmeyen yönlerini ortaya koymaktadır. Bu gün Türkiye’de büyük,
küçük herkes tarafından bilinen ve dünyanın birçok bölgesinde ün kazanan Evliyâ Çelebi’nin kaleme aldığı “Seyahatnâme” adlı eseri de bahsi geçen kaynaklara
bir misaldir. Bu araştırmanın amacı Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâme’si üzerinden XVII. yüzyıl Osmanlı sosyal hayatında hâkim olan din ve çeşitli inanç sistemlerine
kuşbakışı nazar eylemek ve böylece bir sosyolojik okuma gerçekleştirmektir.
1611 yılında İstanbul’da doğan ve 1682 yılında Mısır’dan dönerken veya İstanbul’dayken vefat ettiği tahmin edilen seyyah Evliya Çelebi’nin gezi merakı daha çocuk
yaşlarında babasından ve yakın akrabalarından dinlediği öyküler, söylenceler ve masallardan kaynaklanmıştır. Eserinin giriş kısmında gezmeye olan ilgisinin bir
rüya ile başladığını yazmıştır. Kendi anlatımına göre, bir gece rüyasında Hazreti Muhammed’i görmüş, ona “Şefaat ya Resulallah” diyecekken, şaşkınlıkla “Seyahat
ya Resulallah” demiş, gördüğü bu rüyayı yordurduktan sonra da seyahat etmeğe karar vermiştir. Böylece yarım asırlık bir süre boyunca sadece Osmanlı topraklarını
değil, bunun yanı sıra birçok bölgeyi gezmiştir. Evliyâ Çelebi bu gezi sonucunda yazdığı Seyahatnâme kitabında seyahat ettiği bölgelerin sosyal yapısı, ekonomik
durumu, idari yönü, dinî durumu, dili vs. hakkında bilgiler vermiştir. Seyahatnâme, Evliyâ Çelebi’nin bizzat görüp işittikleri ve tespit ettikleri yanında, konuştuğu
insanlardan naklettikleri, halk arasında inanılan ve anlatılan olağanüstü yaratıklar, olaylar, büyüler ve başka yazarlardan bazen değiştirerek, bazen kısaltarak ve
çoğu zaman müellif zikretmeyerek aktardığı bilgileri de ihtiva etmektedir. Maalesef Evliyâ Çelebi ile ilgili bilgiler çok genel hatlarıyla ve çoğu zaman da bazı yanlışlarla topluma yansımıştır. Bunun sebebi Seyahatnâme’nin anlatımındaki mübalağa sebebiyle güvenilmez bulunması ve eserde olağanüstü olaylara ve kişilere
çokça yer verilmesi olmuştur. Seyahatnâme’de de sosyal hayatın çeşitli safhalarına değinilmiş, toplum gelenek ve görenekleri, din ve çeşitli inanışlar, hurafeler, fal
oyunları hakkında da bilgiler verilmiştir. Zamana karşı yazılmış, eksikliklerden hâli olmayan bu çalışmada el yordamıyla Evliya Çelebi’nin Osmanlı sınırları dâhilinde
müşâhede ettiği dini geleneklere ve ilginç gördüğü inanış sistemlerine değinilecek, okuyucunun dönemin inanç sistemlerine dair kabataslak bir tasavvura sahip
olmasına çalışılacaktır.
Erkeğin Himayesinden Devletin Himayesine: Osmanlı’da Aile Modernleşmesi
Ahmet DENİZ
Milli Eğitim Bakanlığı, Şırnak Lisesi
Toplumun en küçük birimi olan aile kurumu Osmanlı Devleti’nin modernleşme döneminde özellikle merkezileşme çabalarının yoğunluk kazandığı Tanzimat ve Meşrutiyet
dönemlerinde değişime uğramıştır. Devletin merkezileşmesi ve toplumsal dönüşüm politikaları her ne kadar tepeden başladıysa da, özellikle aydınların sosyoloji ilmine
olan ilgileri ve o dönemde sosyolojizm diye de ifade edilen toplumsal mühendislik çabaları toplumun ancak aileden başlayarak dönüştürülebileceği sonucunu da doğurmuştur. Bilinçli veya bilinçdışı bir yönelim de olsa batılılaşmayla birlikte aile yapısında ciddi değişimler yaşanmıştır. Ancak bahsedilen dönüşüm ilk olarak modernleşmenin
ve batılılaşmanın hissedildiği şehirler olan İstanbul, İzmir, Manastır, Selanik gibi yerlerde devlet ricalinin görüşünde ve aile yaşamında meydana gelen değişim sonraki
dönemlerde, özellikle Cumhuriyet döneminde devlet politikaları olarak Anadolu’da da değişimlere neden olmuştur. Dönemin İslamcı, Batıcı, Türkçü düşünürlerinin makalelerinde ve edebiyatçıların romanlarında bu değişim hakkındaki ifadeleri görmek mümkündür.
Aile tarihi çalışmaları sosyal tarihçilerin son yıllarda ilgi göstermeye başladığı bir alan olmakla birlikte Osmanlı zamanındaki dönüşümle ilgili çok fazla veri olmasına rağmen
akademik alanlarda henüz bu konuyla ilgili çok fazla çalışma yapılmamıştır. Konuyu araştırırken disiplinler arası bir yöntem gözetilmiştir. Dönemin yazarları, fikir akımları,
iktisadi, siyasi, dini algı konularında meydana gelen değişimler paralel okunarak konu sunulmaya çalışılmıştır. Konu sunulurken öncelikle batılılaşmanın, medenileşmenin
ve dolayısıyla modernleşmenin devlet adamlarının zihniyetinde ne ifade ettiği üzerinde durulmuştur. Özellikle II. Mahmud ile birlikte başlayan merkezileşme çalışmaları
ve bu merkezileşmenin dayanak noktaları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Osmanlıda tepeden başlayan modernleşme hareketi ve her şeye kadir olma çabaları, devlet
adamlarının toplumun en küçük birimi olan aileyi de tıpkı batıda olduğu gibi kamusal alan olarak görmeleri ve aileye müdahale etme gerekçeleri açıklanmıştır.
Modernleşme algısı anlatıldıktan sonra Osmanlı’da klasik anlamda ailenin durumu, aile fertlerinin aile içindeki görevleri, toplumun ve devletin aileye yükledikleri
anlam üzerinde kısa durulmuştur. Klasik dönemde ailenin mükemmelliği toplumun güçlülüğünü sağlayan en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple Osmanlı
düzeninin başarısı, bir bakıma ailenin sağlam esaslarıyla yakından ilgilidir. Osmanlı dönemi ailesini, kuruluştan sona kadar bir bütün içinde görmek nerede ise
imkânsızdır. Çünkü ülkenin siyasî tarihi gibi, sosyal yapısı da yüzyıllara bağlı olarak bazı farklılıklar göstermektedir. Öncelikle bunun üzerinde durulduktan sonra
ailenin zaman içinde geçirdiği değişimler ifade edilmeye çalışılmıştır. Özellikle Avrupa görülen burjuva tipi aile Osmanlı’da Tanzimat Ailesi olarak ifade edilmiştir.
Tanzimat dönemiyle birlikte başlayan değişim devletin aileye müdahale etmeye başladı dönemdir aynı zamanda. Özellikle resmi nikah zorunluluğu, önceden
haber verilmek şartıyla yapılacak evliliklerden devletin haberdar edilmesi, nişanlılık müessesesinin hukukta yer almaya başlaması, erkeklerin ve kadınların toplumsal statüsünde ve davranışlarında meydana gelen değişimler, çocukların eğitimine önem verilmesi ve özellikle yabancı mürebbiyelerin çocuk yetiştirmeleri, geniş
aile tipinden çekirdek aile yapısına geçiş, kadınların iş hayatına girmesiyle birlikte aile yapısının değişimi, aile büyüklerinin aile içinde ifade ettiği anlam, değişimle birlikte
ailenin iktisat ve aile yaşantısı içinde meydana getirdiği değişimler, kadınlara boşanma ve evlilikte tanınan haklar, aile reisinin fonksiyonunun değişmesiyle birlikte aile reisliğini zaman içinde otoritesini kaybetmesi, İttihat ve Terakki döneminde “milli aile” oluşturma teşebbüsleri ve fikri yapısı, dayanışmacı toplumlarda en büyük öneme sahip
olan “mahalle” algısının ve yapısının değişimi ve konakların dışarıya kapanması, görücü usulü evlilikten aşk evliliklerine geçiş, 1917 Aile Kararnamesi ile modern anlamda
ilk medeni kanunun oluşturulması vb. konular çalışmanın içeriğinde bahsedilen temel konuları oluşturmaktadır. Bu konular anlatılırken öncelikle günümüzde ve o dönem
yazarlarının çalışmaları ve makaleleri temel olarak alınmıştır. Yine dönemin edebiyat eserlerinde modern aile oluşturulmaya çalışılırken geleneksel ailenin eleştirildiği
görülmektedir. Dönemin aydınları ve günümüzde modernleşme çalışmalarından bahsedenlerin temel aldıkları konulardan birisi de kadının Osmanlı toplumu ve ailedeki
fonksiyonunun ehemmiyetinden dolayı temel tezler “kadın özgürleşmesi” üzerinden ifade edilmektedir.
Bütün bu çalışmalar özellikle günümüzde hâkim olan aile yapısının temelini oluşturduğundan bunun kökeninin bilinmesi gerekmektedir. Aynı zamanda bu tür aile yapılarının
aynı zamanda Avrupa’da olduğu gibi ailenin dağılmasını ve ahlaki çöküntüyü de beraberinde getirdiğinden dolayısıyla toplumun da fesada uğramasının temel nedenlerinden
biri olarak ailenin değişimi görülmektedir. Osmanlı aile yapısıyla ilgili çok fazla eser olmaması bu alanda bir eksikliği gidereceğine inanmaktayım.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
119
Tarih Ders Kitaplarında Kadın İmajı
Funda KOCA
Marmara Üniversitesi, Tarih Bölümü, Doktora Öğrencisi
Geleneksel tarihyazımında savaşan, kahramanlıklar yaratan ve günlük hayatta – çalışma hayatında sürekli ön planda olan – ya da ön planda gösterilen- “erkek”
özne olarak konumlandırılmıştır. Bu yüzden geleneksel tarihyazımı gereği incelenen siyasi tarih aslında erkeklerin tarihi olmuştur. Ancak göz ardı edilen durum,
tarihin oluşmasında kadının da rol oynadığıdır. Geleneksel tarihyazımına alternatif olarak çalışılan postmodern tarihyazımında siyasi tarih yerine toplumsal olayların tarihi, siyasi kişilikler yerine toplumsal grupların ya da bireylerin tarihini yazmak ön görülmüştür. Bu durum kadınların tarihine de yansımış ve kadın tarihi
konusunda çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bu durumun bir yansıması olarak öğrencilere kadın tarihi konusunda eğitim vermek ise doğal olarak tarih dersi
kapsamında ele alınmıştır. 2005 yılından itibaren kademeli olarak uygulanan müfredat kapsamında, kadınların tarihteki rolüne değinilmeye başlanmıştır. Okul
eğitiminde önemli bir araç olan ders kitapları bu bağlamda değişmiş ve kadının tarihteki varlığı vurgulanmaya başlanmıştır.
Bu çalışmada ortaöğretim 9 ve 10. sınıf tarih ve 11. sınıf İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitaplarında kadın imgesinin nasıl ele alındığı konu, etkinlik ve görseller
bağlamında incelenecektir. İncelemede doküman ve söylem analizi teknikleri kullanılarak veri toplanacaktır. Bulgular, durumu betimlemek için yoğunlukları açısından frekans-yüzde halinde sunulacak ve örnek alıntılara yer verilecektir.
120
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Şark Medreselerinde Sosyal Hayat
Ahmet KARAKAYA
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, Yüksek Lisans Programı
İslam tarihinde ilim ve tedrisat hayatı öncelikle camilerde belirli alimlerin etrafında talebelerin toplanmasıyla başlamıştır. Her ne kadar Hazreti Peygamber (a.s.m)
devrinde O’nun bulunduğu her yer, çarşı, harp meydanı, mescid, evler, birer medrese hüviyeti kazanmış olsa da Medine’de bulunan Mescid-i Nebevi İslam tarihindeki ilk medrese sayılabilir. Sonraki yıllarda Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin de geliştirdiği bu kurumlar, dönemlerinin temel eğitim kurumları olmuştur. Osmanlı
Devleti’nin farklı kurumlarında XVI. yüzyıldan itibaren başlayan aksaklıklar medreseleri de etkilemiştir. XIX. yüzyıla gelindiğinde medreseleri ıslah çalışmalarına
girişilmiş fakat istenilen başarı yakalanamamıştır. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte de medreseler bütünüyle kapatılmıştır. Ancak Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatılan medreseler, sosyolojik bir gerçek olarak varlıklarını bir şekilde sürdürmüştür. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte devletin, dini bilginin aktarımına mesafeli
yaklaşımı neticesinde yöre halkı farklı şekillerde bu ihtiyacını giderme arayışına girmiştir. Bu sebeble Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla beraber resmiyetini kaybedip
illegal konuma düşen medreseler eğitim faaliyetlerini bir şekilde devam ettirmişlerdir. İllegal duruma düşmelerine rağmen eğitim faaliyetlerini devam ettirmelerinde, bölgenin merkeze uzak olmasının etkisi oldu kadar halkın medresenin, talebe ve hocaların ihtiyaçlarını gönüllü olarak karşılama çabası da etkili olmuştur.
Bu çalışmada, sözlü tarih çalışması yapılarak, İslami ilimlerin eğitimi ve öğretimi alanında önemli katkılarda bulunmuş ancak modernleşme süreciyle beraber unutulmakla yüz yüze bırakılmış Şark medreselerindeki sosyal hayat; medrese hayatını Muş’un muhtelif köylerinde tamamlamış müderrislerin belleklerinde yer aldığı
biçimiyle ve anlatılanların kaydedilmesi aracılığıyla açığa kavuşturulmaya çalışılacaktır. Osmanlı Devleti’nin temel eğitim kurumu olan medreseleri ve süreç
içinde geçirmiş olduğu aşamaları, 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla kapatılmalarına kadar incelemek, konu ile ilgili sınırlı kaynaklar olsa da mümkündür.
Ancak Cumhuriyetin ilanından sonraki süreç içerisinde faaliyetlerini devam ettiren söz konusu medresler üzerine derinlemesine bir araştırmanın yapılmadığı görülmüştür. Dolayısıyla bölgede varlık gösteren bu eğitim kurumları üzerine yapılacak bir, araştırma eğitim faaliyetleri açısından önem taşımaktadır.
Ayrıca bu çalışmada, ‘mekanın’ hocanın varlığıyla beraber nasıl ‘medrese’ye dönüştüğü ve bunun Cumhuriyet döneminde medrese sisteminin devamı
açısından nasıl bir önem arz ettiği bu konuya dair yazılmış kitap, makale gibi yazılı belgelerle, sözlü tarih çalışması neticesinde elde edilen şifahi bilgiler
karşılaştırılarak incelenecektir. Bu çerçevede, medreselerdeki ders takrir saatleri, teneffüsler, yemek toplama usulü ve yemek saatleri, namaz vakitleri,
etkinlikler, tatil günleri, talebelerin kendi aralarında anlattıkları ve günümüze kadar gelmeyi başarmış mizah, tekerleme ve fıkra gibi müderris ve talebenin
eğitim hayatı sürecindeki günlük yaşamı ve medreselerdeki sosyal hayat izah edilmeye çalışılacaktır. Yapılan gözlem ve incelemelerden elde edilen sonuçlara
göre bu eğitim kurumlarında, Osmanlı dönemi medreselerinde okutulan dersler büyük ölçüde okutulmaya devam edilmektedir. Eğitim programlarında şer’i ilimler
(fıkıh, hadis, kelam, tefsir, siyer) ve alet (dil öğretimi) ilimleri mevcuttur. Bireysel öğretimi esas alan bu medreselerde ezber, müzakere ve mütalaa en çok başvurulan öğrenme yöntemlerindendir. Sınıf geçme sistemi yerine ders geçmenin ölçüt alındığı medreselerde öğrenciler ortalama yedi yıllık bir eğitimden sonra mezun
olmaktadır. İcazet geleneği bu kurumlarda devam etmektedir. Düzenlenen icazet töreninden sonra öğrencilere diploma verilmektedir. Ayrıca toplumun yaşadığı
sosyal sorunlara karşı ilgili olan medrese hocaları ve halk arasında sıkı bir ilişkinin ve iletişimin olduğu gözlenmiştir. Böylece yıllarca yokmuş gibi davranılan medreselerin, karşılaştıkları onca zorluklara rağmen sağladıkları eğitim imkanları, eğitim sistemlerinde takip ettikleri yöntem, kullandıkları araç-gereçler ve çalışma
usulleri gibi modern eğitim sistemine mensup kişilerin de faydalanabileceği bazı hususlar akademik düzeyde değerlendirilerek eğitim sistemimiz açısından yeni ve
faydalı sonuçların ortaya çıkmasına katkıda bulunulması hedeflenmiştir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
121
Salon
24
11.30-13.00
Oturum
C
İdeoloji, Tarih ve Çatışma
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Birol AKGÜN
Muhammet Tahir KILAVUZ
İç Savaş ile Etnik Temizlik Arasındaki İlişki:
Lübnan ve Yugoslavya Örnekleri
Murat SEZİK
Muhafazakar Siyaset İdeolojisi ve Türkiye’de
Muhafazakarlık
Erol FIRTIN
“Medeniyet” Kavramının Çoklu Anlamları Üzerine
Bir İnceleme
Süleyman GÜDER
EricHobsbawm ve Anthony Smith’te Tarih ve Geçmişin Rolü
13.00-14.30 Öğle Yemeği Arası
İç Savaş ile Etnik Temizlik Arasındaki İlişki: Lübnan ve Yugoslavya Örnekleri
Muhammet Tahir KILAVUZ
Arş. Gör., Koç Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
İç savaş ve etnik temizlik konuları son dönemde artan oranda çalışılmaktadır. Etnik temizlik vakalarının 20. yy’da, özellikle de 90’larda artarak birkaç kez yaşanması
bu konuya olan ilgiyi daha da arttırmıştır. İç savaş ve etnik temizlik vakaları birbirinden bağımsız gerçekleşebileceği gibi bazı örneklerde de görüldüğü üzere birbirlerini takip edebilirler. Ancak çalışmalar bu iki kavram arasındaki muhtemel ilişkiye odaklanmamaktadır. Bu yüzden, bu çalışma iç savaşı etnik temizliğe dönüştüren
faktörleri incelemek suretiyle iki kavram arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla son dönemlerde şahit olunmuş iki iç savaş olan Lübnan İç Savaşı
ve Bosna Savaşı seçilmiştir. İki örnekte de toplumların iç çeşitliliğinin son derece yüksek olduğu görülmektedir. Bu çeşitlilik Lübnan örneğinde din ve mezhepler
üzerinden, Bosna/Yugoslavya örneğinde ise etnik kimlikler üzerinden oluşmuştur. Ayrıca iki toplumda da iç savaş öncesi kutuplaşma söz konusudur. Bu kutuplaşma
dönem dönem gruplar arası şiddet eylemlerine de yol açmıştır. İki örnek bu yönlerden birbirine benzeşirken, bu iki yıkıcı iç savaştan Lübnan İç Savaşı bir etnik temizlikle sonuçlanmamış ancak Bosna Savaşı bu eylemin en bilinen örneklerinden birine dönüşmüştür. Öyle ki etnik temizlik kavramı literatüre bu vaka sonucunda
ciddi anlamda girmiştir.
Çalışma, bu soru işaretinden hareket ederek Lübnan İç Savaşı için geçerli olmayan, ancak Bosna Savaşı’nın sonunda etnik temizliği doğuran sebepleri incelemektedir. Çalışma, bu iki vakayı literatürdeki tartışmalar doğrultusunda demokratikleşme, savaş öncesi hâkimiyet/hegemonya ve etnik-dini nefret üzerinden incelemiştir. Buna göre demokratikleşmenin niteliği önemli bir konudur. Vakalar demokratikleşmenin siyasal rejim değiştirme yönünde mi yoksa demokrasinin
sağlamlaştırılması yönünde mi olması bakımından incelenmiştir. Savaş öncesi hâkimiyet başlığı altında da siyasi-bürokratik hâkimiyet, askeri hâkimiyet
ve sosyoekonomik hâkimiyet olmak üzere üç hâkimiyet ilişkisi incelenmiştir. Bunlardan siyasi-bürokratik ve askeri hâkimiyet konularında beklenti etnik
temizliğin faili olan tarafın savaş öncesi hâkim olması, sosyoekonomik hâkimiyet konusunda da failin savaş öncesi toplumda çoğunluk olmasına rağmen
ezilen taraf olması yönündedir. Çalışma dâhilinde örnek vakalar karşılaştırmalı ve nitel metotla incelenmiştir. Öncelikle literatürde iç savaş, etnik temizlik,
etnik şiddet, toplumsal şiddet gibi konularda, üzerinde durulan sebepler tartışılarak hipotezler oluşturulmuştur. Ardından hipotezler vakalar üzerine
yazılmış literatürün taranması sonucu, vakalarla ilgili sayısal veriler ve anlatımlar doğrultusunda test edilmiştir.
Bu çerçevede çalışmada Correlates of War, Polity Project IV, PRIO Armed Conflict Dataset ve Freedom House Index gibi veri gruplarından faydalanılmıştır.
Sonuçlar göstermektedir ki, Lübnan örneği yerine Bosna örneğinde etnik temizliğin var olmasının sebepleri siyasal rejim değişikliği doğrultusunda gerçekleşmiş
demokratikleşme ve savaş öncesi siyasi-bürokratik alanda görülen hâkimiyettir. Buna göre Lübnan’da demokratikleşme demokrasinin güçlendirilmesi yönünde
gerçekleşmiş, ancak 1980’ler Yugoslavya’sında demokratikleşme otoriter rejime küçük de olsa tehdit oluşturabilecek ölçüde gelişmiştir. Siyasi-bürokratik güç dağılımına baktığımızda Lübnan’da dini ve mezhepsel gruplara göre daha eşit bir dağılım olduğu görülmektedir. Ortaklaşmacı demokrasi (consociational democracy)
ilkesi doğrultusunda parlamentoda koltuklar nüfus sayımı verilerine göre belirlenirken, hükümetlerde de oldukça eşit paylaşımlar yapılmıştır. Ancak Yugoslavya
örneğinde siyasi ve bürokratik alanda Sırpların ciddi hâkimiyeti göze çarpmaktadır. Sırplar nüfus içerisindeki paylarının üstünde bir oranda siyasi ve bürokratik mevkilerde temsil edilirken Bosnalı Müslümanların da kendi paylarının oldukça altında temsil edildikleri göze çarpmaktadır. Bu veriler ışığında Yugoslavya’da iç savaş
öncesi dönemde, otoriter rejimin yıkılarak demokrasi kurulması yönünde ilerleyen bir demokratikleşme eğilimi olması ile Sırp ve Müslüman Boşnak toplumların
siyasi ve bürokratik mevkilerde temsili konusunda ciddi bir uçurum olması, Bosna Savaşı ile beraber Sırpların faili olduğu bir etnik temizlik vakasının yaşanmasına
sebep olmuştur.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
123
Muhafazakar Siyaset İdeolojisi ve Türkiye’de Muhafazakarlık
Murat SEZİK
İnönü Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü, Doktora Programı
Siyasi literatürde 19. yüzyıldan beridir kullanılmakta olan Muhafazakârlık terimi, kelimenin kökünden da anlaşılacağı üzere koruma ve muhafaza etme anlamalarına gelmektedir. Çağdaş siyasi ideolojilerden biri olan Muhafazakârlık, mevcut statükonun korunmasını, reformlara ve yeniliklere mesafeli yaklaşması nedeniyle
değişime karşı direnen bir siyaset ideolojisi olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu anlamda Muhafazakârlık, insanın akıl, bilgi ve birikim bakımından sınırlılığına
inanan, bir toplumun tarihsel olarak sahip olduğu aile, gelenek ve din gibi değer ve kurumlarını temel alan, radikal değişimleri ifade eden sağ ve sol siyasi projeleri
reddederek ılımlı ve tedrici değişimi savunan ve siyaseti, bu değer ve kurumları sarsmayacak bir çerçeve içinde sınırlı bir etkinlik alanı olarak gören bir düşünce stili,
bir fikir geleneği ve bir siyasi ideolojidir. Siyasi sorunların temelinin toplumdaki moral değerlerin zayıflaması olduğunu belirten muhafazakârlık siyaseti; kültürel
çoğulculuk, adaleti anlama ve uygulama sanatı olarak tanımlanır. Kültürel değerler bakımından muhafazakâr siyasal tavır, değişimi tamamen reddetmemektedir
fakat alışılmışın dışına çıkmanın yabancılaşmaya yol açacağı endişesini taşımaktadır. Bu siyasi ideolojiye göre her toplum, kendine özgü değerlere sahiptir. Dolayısıyla toplumların gelişme ve değişme süreçleri de farklı olacaktır. Toplumların tamamına özgün evrensel bir gelişme süreci söz konusu olmamalıdır. Örneğin
Amerikan muhafazakârlığı sürekli bir değişimi savunurken İngiliz muhafazakârlığı tedrici değişimi savunmaktadır.
Türkiye siyasetinde önemli ağırlığı olan Muhafazakar siyaset ideolojisi yapısı ve toplumsal olaylara yaklaşımı açısından batıdaki muhafazakarlarla birçok açıdan ayrılmasına rağmen çoğu kez onların maruz kaldığı gerici, tutucu, irrasyonel, kötümser gibi olumsuz nitelemelere maruz kalmıştır. Bu anlamda Türkiye
muhafazakârlığı çoğunlukla “gericilik”le özdeş kılınmış ve sıklıkla gelişmenin önündeki engel olarak algılanmıştır. Bu algılama Osmanlı’dan günümüze kadar
süren tarihsel dönemlerde hep var olmuştur.
Bu çalışmada Türkiye deki Muhafazakarlığın Batı coğrafyasındaki muhafazakarlık algısının çok ötesinde ve esasında değişimi önceleyen bir yapısı olduğu
açıklanmaya çalışılacaktır. Dinsel ve toplumsal konularda muhafazakar olan Türk muhafazakarlığı konu iktisadi ve demokratik meseleler olunca liberal
tavırlar takınması alışılagelmiş muhafazakarlığın dışında bir durum olarak değerlendirilmelidir.
124
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
“Medeniyet” Kavramının Çoklu Anlamları Üzerine Bir İnceleme
Erol FIRTIN
Arş. Gör., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
Sunumun temel olarak üzerine oturtulduğu iddialardan biri şudur; “Medeniyet” kavramı sömürgecilik sonrası içeriğinden kurtulamadığı sürece ancak ideolojik bir
kurgu olarak var olabilir. İlk kısımda kavramın geçmişte ve günümüzdeki kullanımlarına dair çeşitli gözlemler üzerine durmayı planlıyorum. Burada cevap aramaya
çalışacağım sorular şunlar: “Medeniyet” kelimesine kullanıma girdiği zamandan günümüze kadar atfedilen anlamlar ile “İslam Düşüncesi”ne yüklenen anlamlar
arasındaki farklar nasıl bir sosyal ve siyasal dünya görüşünü temsil ediyor? “Medeniyet” nasıl bir zamansallık ve mekânsallık üzerine kuruludur? Bu kurgu İslam düşüncesi ile ne derece örtüşür ve ne derece ayrışır? İslam düşünürleri bu kavramı hangi anlamlarda kullanmışlardır? Günümüzde bu kavramın popüler olması ne anlama geliyor? Bu popülerlik “İslam geleneği” ile bir bağ oluşturma olarak mı değerlendirilmeli yoksa basitçe bir tepki olarak kendi kendini yeniden üretme aracı mı?
“Medeniyet” kavramının entelektüel dünyamıza yeni girdiğini iddia etmiyorum, aksine Osmanlı modernleşmesi olgusunun önemli bir parçası bu kavramın üzerine
yapılan tartışmalardır. Anlamaya çalıştığım şey şu; Türkiye’de son on yıldır gerçekleşen sosyal ve siyasi dönüşümler sonucunda bu kavram tekrar gündeme geliyor,
ancak kavram bugün geçmişteki tartışmalardan çok farklı bir yere, daha olumlayıcı bir zemine oturtularak yapılıyor. Bu sunum ise bu süreçte yapılan tartışmaları
belirli bir bağlama oturtma çabasıdır. Sunumun ikinci kısmında ise “İslam geleneği” ile “Medeniyet” kavramı arasında kurulan bağlar hakkında konuşacağım. Arapça ve Türkçede farklı algılanan bu iki kavram dindarlık açısından ne anlama geliyor? Neden mesela “İslam Medeniyeti” tamlaması bugün birçokları için anlamlı
hale geldi? Bu kavram İslam düşüncesi ile bağlantı kurmanın makul bir yolu mudur? Eğer öyleyse, neden İslam düşüncesi bugün kendini Müslüman olarak
gören biri için Medeniyet tasavvuru içinde anlamlı bir hale geliyor? Medeni olmak ile şehirli olmak arasında birbiriyle bağlantılı ise eğer; gökdelenler “İslam
Medeniyet”inin bir parçası olabilir mi? İslam Medeniyeti nerede başlar nerede biter? (Ya da bir yer de biter mi?) Medeniyet geçmişte ulaşılmış olan yüksek
seviyeyi, günümüzde ise ulaşılmak istenen seviyeyi mi ifade eder?
Bu soruların sunum için önemi şurada yatıyor; bu sorulara verilecek cevaplar bize kendimizi nasıl konumlandırdığımız hakkında ipuçları verebilir. Çağdaş
Müslüman zihninde etnisite ve modern devlet fikri önemli bir yer tutuyor. “Modern Vatandaş” kavramının bugün seküler akıl ve devlet tahayyülü üzerine
kurulduğu kabul edilirse günümüzdeki “Medeniyet” kavramı da böyle bir tahayyüle dâhil ediliyor mu? Ediliyorsa ne şekillerde bu düşünce normalleştiriliyor
ve benzer bir şekilde bu kavram (ve muhtevası) hangi söylemsel pratikleri kolaylaştırıyor (ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor?), hangilerini dışarıda bırakıyor?
Bu kavram ile modern devlet iktidarı ile arasında bir ilişki varsa şayet bu neye tekabül etmektedir? Klasik dönemdeki İslam düşünürleri ile yöneticiler arasındaki
gerilim bugün ne derece farklılaşmıştır veya benzeşmektedir? Bu kavramın bu ilişkinin mahiyetine yönelik etkisi nedir? Son olarak sunumun başında iddia ettiğim
“Medeniyet” kavramının ideolojik kurgu olması meselesi üzerinde duracağım. Kavramın ideolojik kurgu olmasıyla neyi kast ettiğimi ve bu kurgunun etki alanından
çıkmanın mümkün olup olmadığını tartışacağım. İslam düşüncesinin “Medeniyet” tasavvuru içinde konumlandırmamamız gerektiğini savunacağım bu sunumu
modern devlet ve etnisiteyi merkeze koymayan bir “Medeniyet” kavramsallaştırmasının imkanatı üzerine bir yan tartışmayla bitireceğim.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
125
Eric Hobsbawm ve Anthony Smith’te Tarih ve Geçmişin Rolü
Süleyman GÜDER
Yıldız Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Doktora Programı
Milliyetçilik, günümüz Sosyal Bilimler çalışmalarında en fazla tartışılan konuların arasında sayılmaktadır 19. yüzyıl sonrası yeni ulusal devletlerin ortaya çıkmasıyla
gündeme gelen milliyetçilik tartışmaları, 20. yüzyıl’ın ilk yarısında hatta 1970’lere kadar ulus devletlerin sayısının gittikçe artmasıyla önemli bir tartışma konusu
olagelmiştir. Özellikle Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin (1945-1992) parçalanması ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla yeni çıkan
devletler ile milliyetçilik meselesinin tekrardan canlandığını bir döneme tanıklık edilmiştir. Nicelik olarak çalışma sahasında bir genişleme olsa da, gerek önceki
çalışmalar gerekse sonradan ortaya çıkan çalışmaların odağında aslında genelde millet ve milliyetçilik kuramlarının yönlendirmiş sorulardan belki de en esaslı olanı
milliyetçiliğin insanlık tarihinde nereye tekabül ettiği sorunsalı yer almaktadır. Bu durum daha da berraklaştırılırsa, milliyetçiliğin “kadimlik-modernlik” sorunsalı
olarak ele almak mümkündür. Bu bağlam karşımıza çıkan temel soruların kökeninde ulusu kadim ve evrim geçiren bir olgu olarak mı ele alınacağı; yoksa modern
çağın özel koşullarının bir ürünü olan yeni sosyal kurgular ve kültürel inşalar olarak mı ele alınacağı meselesi yatmaktadır. Diğer bir deyişle, milliyetçiliğin kültürel
mi, siyasal mı; modern mi, antik mi? soruları gündeme gelmektedir. Bu sorular, aynı zamanda günümüz milliyetçilik kuramlarında cereyan eden tartışmaların
temelinde yatan görüş ayrılıkların temel nedeni olarak varsayılır. Bununla beraber milliyetçilik çalışmalarında modernlik-kadimlik meselesini de kapsayan önemli
bir çalışma konusu “geçmiş” (past) ve “tarih”in (history) nasıl algılandığı tartışmasıdır. Milliyetçilik tartışmalarında sürekli kullanılan kadimlik, modernlik; milliyetçiliğin meşrulaştırıcı zemini ve dayandığı temel dayanak vb. gibi tartışmaların odağında ya tarih ya da bununla ilintili olarak geçmiş meselesi tartışmaların ortak
paydası olarak yer almaktadır. Bu sebeple, Carvalho ve Gemenne’ye göre, tarih bugünü meşrulaştırması açısından milliyetçiliğin bel kemiğini (backbone)
oluşturmaktadır. Kültür, siyasi, etnisite ve ırk gibi farklı yönleriyle tartışma konusu olan milliyetçiliğin bu yönü itibarıyla yeterince gün ışığına çıkarılmadığı
bir gerçektir. Bu tebliğ ile milliyetçiliğin “tarih” ve “geçmiş” ile ilişkisi ele alınarak bu konuda katkı yapması düşünülmektedir.
Konunun sınırlarını belirleme ve odağının kaymasının engellenmesi açısından milliyetçilik tartışmalarından iki ismin, Eric J. Hobsbawm ve Anthony D.
Smith, çalışmalarında “geçmiş”i ve “tarih”i nasıl yorumladıkları ve bunlara biçmiş oldukları roller tartışmanın ana konusu olacaktır. Geçmişin ve tarihin
milliyetçilik kuramlarında bir açıklama birimi olarak rolünün ne olduğu ve bu tartışmalarda nereye karşılık geldiği incelenecektir. Bu yönüyle tebliğ, milliyetçilik konusunda farklı düşünülen iki bakış açısını karşılaştırma denemesi olacaktır. Hobsbawm ve Smith’in seçilmesinde tartışmasız her iki ismin de
bulundukları ekollerin (ilki modernist; ikincisi etno-sembolist) önemli temsilcilerinden olması ve son zamanlarda literatürde en fazla tartışılan isimlerin başında gelmeleridir. Tüm bunlara rağmen bu iki ekole mensup düşünürlerin geçmiş ve tarih hakkında farklı anlayışları ve nüans farklılıkları vardır; ama yazarların
seçilmesinde belirleyici olanın “iki farklı ekolden düşünürün ‘geçmiş’ ve ‘tarih’ hakkındaki fikirlerini karşılaştırmak olduğu” düşünülürse aynı ekol içindeki yazarların
kendi aralarındaki farklı anlayışlar bu çalışma için ikincil bir öneme sahip olduğu görülecektir. Bu İki kuramcının “geçmişin ne olduğuna” dair vermiş oldukları
yanıtlara göre modernist ve etno-sembolcü olarak sınıflandırılır. Tebliğde Hobsbawm ve Smith’in kendi eserlerinden konuya ilişkin spesifik okuma yapılarak bazı
çıkarımlarda bulunulacaktır.
126
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Salon
25
Oturum
A
14.30-16.00
Türkiye Ekonomisi II:
Yapısal Sorunlar
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Tamer ÇETİN
Tacinur AKSOY
Yeni Teşvik Paketi ve Girdi Tedarik Stratejisi (GİTES),
Sanayileşme Stratejimiz Açısından Ne İfade Ediyor?
Aliye Gözde EREN
Teoride ve Uygulamada Türkiye Ekonomisinde
Sürdürülebilir Büyümeyi Engelleyen Temel Yapısal Sorunlar
Sedef ŞEN
Türk Bankacılık Sistemi İçerisinde Katılım Bankacılığı’nın
Yapısal Analizi
Emel İŞTAR
Ekonomik Faaliyetlerde Ahlaklı Davranış ve
Katılım Bankacılığı
16.00-16.30 Kahve Arası
Yeni Teşvik Paketi ve Girdi Tedarik Stratejisi (GİTES), Sanayileşme Stratejimiz Açısından Ne İfade Ediyor?
Tacinur AKSOY
Arş. Gör., Ordu Üniversitesi, İktisat Bölümü
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Ocak 2011’de yayınladığı Türkiye sanayi stratejisi belgesinde temel amacın, Türk sanayisinin rekabet edebilirliğinin ve verimliliğinin
yükseltilerek, dünya ihracatından daha fazla pay alan, ağırlıklı olarak yüksek katma değerli ve ileri teknolojili ürünlerin üretildiği, nitelikli işgücüne sahip ve aynı
zamanda çevreye ve topluma duyarlı bir sanayi yapısına dönüşümünü hızlandırmak olduğunu açıklamıştır. Sanayi strateji belgesiyle Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, becerilerini sürekli geliştirebilen şirketlerin ekonomideki ağırlığının artırılması, orta ve yüksek teknolojili sektörlerin üretim ve ihracat içindeki ağırlığının arttırılması
ve düşük teknolojili sektörlerde katma değeri yüksek ürünlere geçilmesi gibi temel stratejik hedefler belirlenmiştir. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın sorumluluğunda
otomotiv, makine, beyaz eşya, elektronik, demir çelik, ağaç işleri, kâğıt ve mobilya ile kimya sektörlerinde olmak üzere sektörel stratejiler hazırlanmıştır. Sanayi
stratejisi belgesinde, öngörülen hedeflere ulaşılması ve özel sektörün bu stratejinin gerekleri doğrultusunda yönlendirilmesini sağlamanın en önemli mekanizmalarından birinin, firmalar için sağlam bir teşvik yapısı kurabilecek nitelikteki devlet yardımlarının olduğu ve uygun bir devlet yardımı ve teşvik mekanizması,
hazırlanan bu sanayi stratejisinin uygulanabilirliği için kritik bir role sahip olduğu vurgulanmıştır. Bu nedenle, sektörlerin rekabet gücünü arttıracak teknoloji ve
Ar-Ge içeriği yüksek büyük ölçekli yatırımlara destek olmak acısından yardımlar ve teşvikler, bu belgede belirtilen amaç ve hedeflere uygun bir şekilde ve başta AB
ve DTÖ’den kaynaklanan uluslararası yükümlülükler de dikkate alınarak uygulanacağı belirlenen amaçlar arasında yer almaktadır.
Türkiye sanayi stratejisi belgesine binaen, Ekonomi Bakanlığı, Ekim 2011’de, tüm tedarik zincirinde daha fazla katma değerin Türkiye’de bırakılması, ara malı
ithalat bağımlılığının azaltılması, tedarik sürekliliği ve güvenliği ile ihracatta sürdürülebilir küresel rekabet gücü artışının sağlanması amaçları doğrultusunda “Girdi Tedarik Strateji Belgesi” yayınlamıştır. Girdi tedarik stratejinin 2023’te dünya ticaretinde Türkiye’nin payının arttırılması ve ihracatın 500 milyar
dolara çıkarılması ve bununla birlikte sektörelbazda Türk sanayisi yatırım teşvik politikalarıyla şekillendirilmesi ana hedefler arasındadır. Aynı amaçlar
doğrultusunda, Nisan 2012’de Ekonomi Bakanlığı, girdi tedarik stratejisi (GİTES) ve ithalat haritası çerçevesinde, cari açığın azaltılması, ithalat bağımlılığı
yüksek ara malları ve ürünlerin üretimine yönelik yatırımları teşvik ederek uluslararası rekabet gücünü artırma potansiyeline sahip, yüksek teknolojili ve
yüksek katma değerli yatırımları teşvik etmek amacıyla “Yeni Teşvik Sistemi” kamuoyuna bir basın toplantısıyla duyurulmuştur. Bu kapsamda yeni teşvik
uygulamasıyla, bölge ayrımı yapılmaksızın, teşvik edilmeyecek yatırım konuları ile diğer teşvik uygulamaları kapsamında yer almayan ve belirlenen asgari
sabit yatırım tutarı şartını sağlayan yatırımların, KDV istisnası ve gümrük muafiyeti destekleri ile desteklenmesine devam edilecektir. Yeni sistemle bölgesel
teşvik sisteminin etkinliği arttırılarak, bölgesel harita belirlenmiştir. İller sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyine göre 51 il, 6 bölgeye sınıflandırılmıştır. Yeni uygulamada bölgesel sistem yerine il bazlı bölgesel teşvik sistemine geçilmiştir. Yeni sistemde az gelişmiş illere (6. Bölge) yapılacak yatırımlar daha avantajlı şekilde desteklenecektir. Yatırımın, sanayi olarak en düşük seviyede olan 6.bölgede yapılması halinde yeni bir uygulama olarak asgari ücret üzerinden hesaplanan gelir vergisi
stopajı desteği ve sigorta primi işçi hissesi desteği sağlanacaktır. Yatırımcı vergi indirimi desteğini yatırım döneminde elde ettiği kazançlara da uygulayabilecektir.
Çalışmamızın ana amacı yayınlanan girdi tedarik stratejisi ve teşvik paketiyle, Türkiye’nin yeni sanayileşme stratejisi belgesi arasındaki ne gibi bir uyumun söz konusu olduğunu ortaya koymaktır. Bunu yaparken gerek girdi tedarik stratejisi belgesinde gerekse teşvik planında yer alan sayısal veriler ortaya konularak, sanayileşme
stratejisi belgesiyle karşılaştırılması ve aralarındaki benzer yönlerle birlikte uyumsuzluklar da çalışmamızda yer alacaktır.
128
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Teoride ve Uygulamada Türkiye Ekonomisinde Sürdürülebilir Büyümeyi Engelleyen Temel Yapısal Sorunlar
Aliye Gözde EREN
Dr., Denizbank Aş.
Bu tebliğin amacı, Türkiye Ekonomisi’nin makroekonomik istikrarsızlık koşulları altında cereyan eden büyüme dinamiklerinin yapısal özelliklerini ve istikrarlı ve sürdürülebilir bir büyüme süreci yakalayabilmesine engel olan temel yapısal sorunları ortaya koymaktır. Çalışma (a) mikro ve makro iktisat literatürü kapsamında büyüme
olgusunun teorik çerçevesine, (b) temel büyüme teorilerine ve sürdürülebilir büyüme olgusuna (c) doğrudan Türkiye Ekonomisi’nin 1950 ve 2010 yılları arası büyüme
sürecine odaklanılmıştır. Son olarak 1998 ve 2010 yılları arasındaki çeyrek dönemlik istatistiksel verilere, ekonomik modelleme tekniği olarak Vektör Otoregresif (VAR)
Model uygulanmıştır.
Türkiye Ekonomisinin sürdürülebilir büyüme açısından karşı karşıya kaldığı temel yapısal sorunlara bakıldığına şu hususlar göze çarpmaktadır: Gerek 1980 öncesi İthal
İkameci Büyüme, gerekse 1980 sonrası süreçte İhracata Dayalı Büyüme Modellerinde öncelikle ülke içinde kendine yeten ve ikinci fazda ihracat kanalı ile dışa açılan yerli
bir sanayi yapısı yaratılamamıştır. Bu durum dış ticarete bağlı döviz gelirlerinin yetersiz kalmasına neden olmuştur. “Düşük Kur-Yüksek Faiz” uygulaması, ülke içinde ihracat
yapmanın cazibesini azaltırken, ithal girdi kullanımını teşvik etmiştir. Böylelikle ihracata yönelik büyüme hedefinde yol alınamamış ve de yerli endüstrilerin istihdam yaratamadığı tespit edilmiştir. 1989 sonrası finansal serbestleşme süreci ile hedeflenen durum dış fazla yaratma yolu ile bütçe açıklarının kapatılması iken ülke içi yerel tasarruf
açığı ve ihracat gelirlerinin yetersizliği nedeni ile dış ticaret fazlası yaratmak yerine, sıcak para kanalı ile sermaye hareketleri hesabında yaratılacak fazla ile kamu açıkları
kapatılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte yüksek faiz ortamı özel sektörün kredi olanaklarını daraltırken, sıcak para girişleri ise ekonominin yabancı sermayeye olan duyarlılık ve
kırılganlığını tetiklemekte idi. Reel faiz oranları, sanayileşmeye kaynak sağlayacak ve reel üretimi teşvik edecek şekilde büyüme hedefleri ile uyumlu makul seviyelere
çekilememiştir. Dış borçla tüketim yapan verimsiz bir ekonomik yapının varlığı oluşmuştur. Özel kesim tüketim ve yatırım harcamalarındaki hızlı artış (2003 sonrası
süreçte) söz konusu kesimin tasarruf eğilimini azaltmış, reel kesimin fon kaynağı doğrudan dış tasarruflardan karşılanmıştır. Finansal serbestleşme süreci ile ülke
içi faiz politikası reel piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillenmekten çıkmış, doğrudan yabancı sermaye akışını yönetmede bir politika aracı haline getirilmiştir.
Ekonomide her ne kadar 2002-2007 yılları arası pozitif ve yüksek oranlı bir büyüme kaydedilse de, büyüme yapısının karakteristik özellikleri itibariyle, “İki Açıklı
Büyüme Modeli” olduğu görülmektedir. Ulusal düzeyde bir türlü kapatılamayan tasarruf açığı borçlanma ile finanse edilmeye çalışılmıştır. Kamu açıkları özelleştirme ve iç borçlanma ile finanse edilmeye çalışılırken, döviz açığı ise dış borçlanma ile telafi edilmeye çalışılmıştır. 2003 sonrası özel sektörün sürekli borçlanması
yolu ile yapay bir tüketim ortamı yaratılmış ve gelinen son noktada dış açıklar rekor boyutlara ulaşmıştır.
Çalışmanın ekonometrik bölümünde kullanılan veri seti içerik açısından, büyümenin göstergesi olarak “Gayrisafi Yurtiçi Hasıla” zaman serilerini, enflasyonun göstergesi olarak “Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE)” zaman serilerini, faiz oranlarının göstergesi olarak “Hazine İskontolu İhaleleri Yıllık Bileşik Faiz Oranları” zaman serilerini,
reel döviz kurunun göstergesi olarak “TÜFE Bazlı Reel Efektif Kur Endeksi” zaman serilerini, kamu kesimi borçlarının göstergesi olarak “Aylık Merkezi Yönetim İç Borç Stoku”
verilerini, “Kısa Vadeli Yabancı Sermaye Hareketleri” zaman serilerini ve cari açıkların göstergesi olarak “Cari İşlemler Dengesi ” zaman serilerini kapsamaktadır. Ekonometrik
çalışma sonucunda elde edilen bulgulara göre, modelde yer alan her bir değişken kendisinin bugünkü ve geçmiş değerlerinden etkilendiği gibi, benzer şekilde modelde
yer alan diğer değişkenlerin de bugünkü ve geçmiş değerlerinden etkilenmektedir. Değişkenler birbirleri üzerinde karşılıklı ve eşanlı bir etkiye sahiptirler. Yani büyüme,
kendisinin geçmiş değerlerinden olduğu kadar, analize dahil edilen diğer değişkenlerin de (enflasyon, kısa vadeli yabancı sermaye hareketleri, cari açıklar, reel döviz kuru,
reel faiz oranı, kamu kesimi iç borçları) hem cari hem de gecikmeli değerlerinden etkilenmektedir. Granger Nedenselliği çerçevesinde, büyüme kendi gecikmeli değerlerine
olduğu kadar aynı zamanda Kısa Vadeli Yabancı Sermaye Hareketlerinin de geçmiş değerlerinden büyük ölçüde etkilenmektedir. Bir diğer ifade ile büyümenin bugünkü
değerleri KVYSH nin geçmiş değerlerine göre şekillenmektedir. Etki-Tepki Analizi sonuçlarına göre büyüme üzerinde en fazla istikrarsızlık yaratan değişkenler; Kısa Vadeli
Yabancı Sermaye Hareketleri, Reel Faiz, Reel Döviz Kuru ve Cari İşlemler Dengesi Açıkları’dır. Kendi şoklarına istikrarsızca tepki veren değişkenler; Kısa Vadeli Yabancı Sermaye Hareketleri ve Reel Faiz Oranları’dır. Varyans Ayrıştırması sonuçlarına göre analizde kullanılan değişkenlerin en fazla kendi içsel şoklarından etkilendiği görülmektedir.
Bir diğer ifade ile değişkenler en fazla kendi şokları tarafından açıklanmaktadır. Bu bağlamda büyüme ortalama %84’ler civarında kendi şoklarınca açıklanırken, daha sonra
ağırlıklı olarak KVYSH ve cari açıklar tarafından da açıklanmaktadır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
129
Türk Bankacılık Sistemi İçerisinde Katılım Bankacılığı’nın Yapısal Analizi
Sedef ŞEN
Arş. Gör., Kastamonu Üniversitesi, İktisat Bölümü
Finans sistemi içerisinde kendine yer bulan Katılım Bankacılığı, İslami bankacılık, faizsiz bankacılık, özel finans kurumları gibi isimlerle adlandırılmaktadır. 1975
yılında dünyada ilk modern Katılım Bankası’nın kuruluşundan beri mali sistem içerisinde gelişmeler gösteren Katılım Bankaları’nın Türkiye’ye girişi 1985’li yıllara
denk gelmektedir. Ticaret ve sanayide ihtiyaç duyulan finansmanı karşılamada ticari bankacılık sistemine yardımcı niteliğinde olan bu kuruluşlar Türkiye’de kendine
yer bulabilmiş ve benimsenmiştir. Bankacılık işlemlerinin faizsiz finansman tekniği ile yapılmasına ilgi gösteren müşterilerin tasarruflarını toplamada etkili olan
Katılım Bankaları’nın gelişmesi, alternatif yollar kullanmasıyla birlikte ticarette aktif rol almaları ve fon akışına katkıda bulunmaları önemli olarak kabul edilmektedir. Katılım Bankaları mali sektör içerisinde piyasayı finanse eden, ticari işlemlerde bulunan, fon toplama ve kullandırma gibi temel bankacılık işlemlerinin yanı sıra,
fatura ödeme, çek düzenleme, akreditif ve benzeri bankacılık işlemlerini, faizsiz ilkeler doğrultusunda yürüten bir bankacılık türüdür. Bu bankalar, ticari işlemler
sonucunda elde edilen kâr ya da zararı mudîleri (banka müşterileri) ile paylaştıkları için kâr ve zarar ortaklığı biçiminde de algılanmaktadır.
Katılım Bankacılığı’nın doğuşunu gerektiren en önemli sebeplerden biri dini kısıtlamalar nedeniyle tasarruflarını kullanamayan duyarlı ve hassas kesimi ticarete
yönelik işlemlerde aktif duruma getirmek, yol gösterici ve uygulamacı olarak mali sistem içerinde kendine yer bulmaktır. Üç büyük dinde faizin haram ve yasak olması yönündeki emirlere uygun ekonomik faaliyetlerde bulunmak isteyen bu kesimin fonlarını kullanması için önlerine açılmış bir kapı olarak nitelendirilmektedir.
Katılım Bankaları kuruluşundan günümüze kadar geçen süre içerisinde hızlı bir gelişme potansiyeli göstermiştir. Katılım Bankaları, sadece Müslüman nüfusun
ağırlıklı olduğu ülkelerde faaliyetlerine devam etmemekte, diğer dinlere mensup kişilerin ağırlıkta olduğu ülkelerde de faizsiz bankacılık ilkelerine uygun
bir şekilde bankacılık işlemlerini sürdürmektedir. Türkiye’de ilk defa 1985 yılında faaliyete başlayan Katılım Bankacılığı 26 yıllık bir geçmişe sahiptir. Katılım
Bankaları’nın Türkiye’ye girişi 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik sıkıntıların bir sonucu olarak doğmuştur. Bu süreçte ülkenin ihtiyacı olan döviz girdisi
ve yabancı kaynak sorununa çözüm bulabilmek amacıyla 24 Ocak 1980 kararları çerçevesinde bir dizi kararlar alınmış, yabancı bankalar ile birlikte Arap
kökenli bankaların da ülkede bankacılık faaliyetinde bulunup işlemler yapabilmesine izin verilmiştir. Katılım Bankaları, ilk olarak Özel Finans Kurumları
olarak adlandırılmaktaydı. Daha sonra, “özel” kelimesinin bu bankaların aracı bir kuruluş gibi algılanmasına neden olması ve dünyada kabul görmesinin zor
olması gibi gerekçelerle Katılım Bankası olarak değiştirilmiştir. Türkiye’de Kanun Hükmünde Kararname ile kurulan Özel Finans Kurumları günümüzde 5411
sayılı bankacılık kanununa tabi olarak Katılım Bankacılığı adı altında diğer ticari bankalar gibi işlemlerine devam etmektedir.
Katılım Bankaları’nın gelişim süreci çerisinde Türkiye’de gösterdiği değişimler ve gelişmelerin yer aldığı bu çalışmada amaç Katılım Bankacılığı’nın gelişim sürecini
araştırmak, Türk mali sektörü içerisindeki büyüklüğünü göstermek, Katılım Bankaları’nın ortaya çıkış nedenlerini sorgulamak, dünyadaki gelişimi ile ilgili bilgiler
verebilmek, Türkiye ekonomisine katkılarını incelemek ve bu bankacılık türü ile ilgili akıllarda oluşan bazı sorulara cevap bulmaktır. Bu amaçlar doğrultusunda öncelikle Türk bankacılık sektörü incelenmiştir. Katılım Bankacılığı sisteminin açıklanmasıyla devam edilen araştırmada ağırlıklı olarak Türkiye’deki Katılım Bankacılığı
uygulaması üzerinde durulmuş ve çalışmanın son kısmında nitel araştırma yöntemi çeşitlerinden biri olan sözlü görüşme tekniğiyle, Katılım Bankaları’nda çalışan
ve iç paydaş olarak nitelendirilen kişiler ile görüşmeler yapılmıştır. Bu çalışmada geçen İslami bankacılık, faizsiz bankacılık ve özel finans kurumları kelimeleri
Katılım Bankacılığı anlamında kullanılmıştır.
130
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Ekonomik Faaliyetlerde Ahlaklı Davranış ve Katılım Bankacılığı
Emel İŞTAR
Arş. Gör., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü
Toplumun ekonomik bünye itibariyle dengeli bir hal almasında, ahlaklı davranış tarzına sahip ideal insan tipinin yetiştirilmesinin önemi büyüktür. Büyük çoğunluğu
Müslüman bireylerden oluşan günümüz Türkiye’sine baktığımızda, halen ekonomik faaliyetlerin İslam ahlakından uzak bir halde şekillendiği görülür. Bu nedenle
öncelikle toplumun yapısını oluşturan bireylerin İslam İktisadı ve ahlakı hususunda bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Tarihte, bankacılığın temeli milattan önceki
çağlara dayanmaktadır. İnsanların para kullanımından önce, tasarruflarını biriktirmeye başlamaları ve böylelikle onları emanet edebilecekleri bir yer arayışı içinde
olmaları, banka faaliyetlerinin başlamasına sebep olmuştur. Emanet edilen ödünçler ilk başta ayni iken, daha sonra paranın icadıyla birlikte nakdi hale gelmiştir.
Bankacılık işlemleri önceleri tapınaklar içindeki din adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. Daha sonraları bu işlemler, toplumdaki güvenilir kişiler, bazı zengin
aileler, ardından da kurumlar tarafından yapılmıştır. İslamiyet’in gelişi ve faiz yasağı sonrası faizsiz bankacılık işlemleri İslami prensiplere dayandırılmış ve katılım
bankalarının temelleri şekillenmeye başlamıştır. Murabaha, mudaraba, müşareke, icare gibi katılım bankalarının temel fon kullandırma yöntemleri İslam coğrafyasında önceleri sarraf ve cehbez denilen kişilerce yapılırken, Osmanlı zamanında esnaf sandıkları ve para vakıfları tarafından yapılmıştır. Çağdaş İslami bankacılık
düşüncesinin ortaya çıkışı 1940’lara dayanmaktadır. 1940-1974 yılları arasında klasik bankalara karşı kurulması gereken İslam bankaları konusunda fikir ortaya
atılmış ve raporlar yazılmaya başlamıştır.
1963’de Myt-Gamr’da ilk İslami bankacılık denemesi yapılmış ve bu tecrübenin olumlu gelişmeleri göstermesinin ardı sıra dünyanın dört bir tarafında faizsiz
bankalar kurulmaya başlamıştır. Körfez bölgesinde faaliyete geçen İslam Kalkınma Bankası ve Dar Al- Maal Al-İslam faizsiz bankacılık faaliyetleri için kurulan
ilk çağdaş İslami bankalardır. Türkiye’de İslami bankacılık, Albaraka Türk’ün faaliyete geçmesi ile görülmeye başlamıştır. Önceleri Özel Finans Kurumu adı
altında faaliyete geçen bu kurumlar kar-zarara katılmayı esas aldıkları ve klasik bankaların yaptığı bankacılık işlemlerini (İslami usuller çerçevesinde) gerçekleştirebildikleri için katılım bankası ismini almışlardır. Türkiye’deki katılım bankacılığının kurulmasındaki amaç, ekonomiye katılmayan mali değerleri
yastık altından çıkararak faizsiz finansman esasları çerçevesinde ekonomiye kazandırmak ve İslam ülkeleri ile olan ilişkileri geliştirerek ülkelerin petrol
zengini olanlarının kaynaklarını Türkiye’ye aktarmayı sağlamaktır. Bu bankaların, şube-personel sayıları ve mevduat toplamlarının artış seyri incelendiğinde bu amaçlarını önemli ölçüde gerçekleştirdikleri söylenebilmektedir. İslami bankacılığın, insanlık için önemli bir deneyim olduğu gerçektir. Günümüze
kadar bu bankalarının gösterdikleri olumlu gelişmelerin, önümüzdeki yıllarda da hızla devam edeceği düşünülmektedir. Ancak bu gelişmenin ülkemizde
devam edebilmesi için öncelikle katılım bankalarının işleyişinin ve özellikle faiz- kar payı ayırımının banka personeli ve müşterilerine öğretilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda sektördeki en büyük ihtiyaç, İslamiyet’i iyi bilen, İslam’ın iktisadi zihniyetini iyice hazmetmiş ve bu dava yoluna idealist bir şekilde çalışacak, “İslam
Bankacılığı”na uygun ahlaka sahip kadroyu yetiştirebilmektir. Dünya üzerindeki İslami bankacılık uygulamasının Türkiye’deki bir yansıması şeklinde görülen katılım bankalarının, çeşitli modern bankacılık hizmetlerini sunmaya başlaması ile talep edilirliği günden güne artmış ve klasik bankalarla rekabet edebilir seviyeye
ulaşmıştır.
Katılım Bankaları, toplumda çalışma hayatı ile inanç arasında meydana gelen çatışmayı önleyici olması ve faiz gelirinden sakınanların istihdam edilebileceği çalışma ortamlarının geliştirilmesi bakımından önem taşımaktadır. Çalışmada öncelikle ekonomik faaliyetlerde ahlaklı davranışın uygulanabilirliği incelenmiş, sonra
İslami bankaların ortaya çıkışı ve dünyadaki konumuna yer verilmiştir. Son bölümde ise, katılım bankaların çalışma yöntemleri ve İslami ahlak ekonomisine uygunluğu tartışılmıştır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
131
26
14.30-16.00
Oturum
B
Salon
Siyasi Tarih
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Köksal ALVER
Orçun Can OKAN
Selim Ali Selam’dan “Abu Ali”ye: İmparatorluk’tan Ulus
Devlet’e Geçişte Bir “Ara Nesil” Mensubu Olarak Selim Ali
Selam
Gündüz DERER
Tarih ve Siyasi Meşruiyet Bağlamında İki Karşıt Görüş:
Ubeydullah Kuşmani-Ebubekir Efendi (III. Selim›in Tahttan
İndirilme Vakası)
Hilal LİVAOĞLU
Mısır Milliyetçiliğinin Temel Kaynaklarından Biri Olarak
Tevfik el-Hakim ve Avdetü’r-Rûh
Nurettin ÜRÜN
Erken Cumhuriyet Döneminde Din-Devlet İlişkilerinde Dinin
Merkezileşmesi: Cuma Hutbeleri
16.00-16.30 Kahve Arası
Selim Ali Selam’dan “Abu Ali”ye: İmparatorluk’tan Ulus Devlet’e Geçişte Bir “Ara Nesil” Mensubu Olarak Selim Ali Selam
Orçun Can OKAN
Boğaziçi Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yüksek Lisans Programı
Bu çalışma, Beyrut Şehreminiliği ve Osmanlı Meclis-i Mebusan Azalığı da yapmış olan Selim Ali Selam’ın hatıratını merkeze alarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son
döneminde adeta bir “ortakyaşarlık merkezi” olan Beyrut’ta 1876-1914 yılları arasında yaşanan toplumsal-ekonomik ve siyasal gelişmeleri irdelemeyi amaçlamaktadır. Türkçe, Arapça, İngilizce ve Fransızca birincil ve ikincil kaynaklardan yararlanılarak Selim Ali Selam’ın hatıratında detaylı bir şekilde anlattığı ve kendisinin de
önemli liderlerinden olduğu Beyrut’taki siyasal hareketlilik, dönemin hakim “Islahat” söylemi çerçevesinde ve bu söyleme oluşturucu etkisi olan toplumsal-ekonomik ilişki ağları içerisinde değerlendirilecektir.
Hayatının erken döneminde pek bir siyasi nüfuzu olmayan Selim Ali Selam’ın, Birinci Dünya Savaşı öncesinde zeamet siyasetinin bölgedeki başat aktörlerinden
biri haline nasıl geldiği hem Selam’ın hayat tecrübesini hem de dönemin siyasal dinamiklerini anlama açısından çok önemli bir sorudur; fakat bu soru, hatıratında
Selam’ın yanıt verdiği veya yanıt vermeye çalıştığı bir soru değildir. Dolayısıyla Selim Ali Selam’ı ve dönemini anlamaya yönelik bu çalışma, sadece Selam’ın hatıratında dile getirdiklerini tartışmakla yetinmeyecek, örneğin Selam’ın 1913-1914 yılları itibariyle elde ettiği toplumsal statü ve siyasal itibarın kaynaklarını da
tarihsel bağlamında göstermeye çalışacak ve bir tarihsel figür olarak “Selim Ali Selam”ı yaşadığı çevre ve mensubu olduğu ilişki ağları içerisinde konumlandırmaya
çalışacaktır. Böyle bir çabada Beyrut’un İzmir ve Selanik gibi İmparatorluğun diğer önemli liman şehirleriyle benzerlik ve farklılıkları da tabii ki gereken hassasiyet
içerisinde göz önünde bulundurulacak, Beyrut ve Selim Ali Selam tekilleştirilmeyecektir. Sadece Selam üzerinde şimdiye kadar yapılmış birkaç nadir çalışmada
değil Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde toplumsal-ekonomik ve siyasi alanda aktif rol oynamış, liderlik vasfı üstlenmiş Arap Osmanlılar üzerine
yapılan birçok çalışmada da toplumsal-ekonomik olgularla siyasi olgular arasındaki bağ açıklayıcılık temelinde maalesef yeterince iyi kurulamamış, bahsi
edilen tarihsel dönem ve bireyleri anlama çabasında betimleme safhasından ilerisine nadiren gidilebilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun son
döneminde Türk-Arap ilişkileri incelenirken milliyetçilik ideolojisinin toplumsal yaşamdaki etkisi kanımca olması gerektiğinden daha güçlü bir vurguyla
işlenilegelmiş ve bu da özellikle Arap milliyetçiliğinin anlaşılması noktasında önemli eksiklikler doğurmuştur. Bu çalışma da esasen bu eksikliği doldurmakta mevcut literatüre bir katkı sunabilmek ümidiyle, yaşamının son döneminde çevresi tarafından “Abu Ali” ya da “Seyyid Selim Ali Salam” olarak anılır
hale gelecek kadar nüfuz ve saygınlık kazanan Selim Ali Salam’ın bu nüfuz ve saygınlığı nasıl kazandığı, siyasi yaşamında nasıl bu itibarı gördüğü sorusuna
kendisinin hatıratından yola çıkarak, ama bu hatıratı birincil ve ikincil kaynaklarla beraber anlamlandırarak, açıklama önerileri sunmayı amaçlanmaktadır.
Kısacası bu çalışmada esas gaye ideolojik temelde ikilem ve karşıtlar üzerine inşa edilen betimlemeler yapmak değil, açıklayıcı olmaktır. Selim Ali Selam gibi
hayatının büyük bölümünü 1880-1940 yılları arasında yaşamış olan ve Osmanlı devlet bürokrasisinde, ordusunda, parlamentosunda görev almış olan Arap Osmanlılar, İmparatorluk’tan ulus devletlere geçiş sürecinde muazzam dönüşümleri mühim benzerliklerle tecrübe etmişlerdir. Dolayısıyla Selam’ın yaşamı aynı zamanda
1880-1940 arasında yaşamış, birer Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş fakat Orta Doğu’da kurulan yeni Arap ulus devletlerinin vatandaşları olarak yaşama gözlerini
yummuş bir neslin, tabir-i caizse bir “ara neslin” mensuplarının tarihsel tecrübelerine de örnek teşkil etmektedir. Hatırat türündeki eserlerin tarih çalışmalarına
ne ölçüde kaynaklık edebileceği, bu eserlerden istifade ederken nelere dikkat edilmesinin daha verimli sonuçlar doğurabileceği de tartışılarak bu çalışma esasen
yukarıda bahsi edilen “tecrübe”yi ve bu tecrübenin anlatılarını anlamlandırmaya çalışacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
133
Tarih ve Siyasi Meşruiyet Bağlamında İki Karşıt Görüş: Ubeydullah Kuşmani-Ebubekir Efendi (III. Selim’in Tahttan İndirilme Vakası)
Gündüz DERER
Pamukkale Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı
Dihkânizade Ubeydullah Kuşmânî hakkındaki bilgiler sadece kendi eserlerinde verdiği bilgilere dayanmaktadır. Kendisini ‘’seyyah bir derviş’’ olarak niteleyen
Kuşmânî’nin doğum yeri ve tarihi belli değildir. Bununla birlikte Zebire’deki muhtelif kayıtlardan bazı meclislerde ve Nizam-ı Cedid’e sohbetlerde bulunduğu anlaşılmaktadır. 1803-1805 yılları arasında bulunduğu İstanbul’da Nizam-ı Cedid hakkında yaptığı sohbetler bir takım kimseleri rahatsız etmiş. Ayrıca bu dönemde
Tayyar Mahmut Paşa’nın casusu olmak töhmetiyle hapsedildiyse de bir müddet sonra III. Selim’in müdahalesiyle kurtarılmıştır. 1806 yılında Zebire’nin zeylini
yazdığını söyleyen Kuşmâni Efendi bu sene çıkılan Rusya Seferi münasebetiyle yapılan Dua’da kendisinin de hazır bulunduğunu ifade eder. Buna göre müellif bu
tarihte İstanbul’dadır. Ekim 1808’de camide yaptığı bir vaaz esnasında yeniçerileri çok ağır bir dille tenkit edince İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. Kuşmâni’nin bundan
sonraki hayatı, ölüm yeri ve tarihi ile ilgili bilgi yoktur.
Ubeydullah Kuşmâni’nin eserleri, yaşadığı döneme ışık tutması açısından çok önemlidir. Çünkü anlattığı olayları bizzat yaşamıştır. Ayrıca bir seyyah olduğu için
gezip gördüğü yerlerle devletin durumunu kıyaslayarak anlattığı düşünülürse kendi dönemine de kaynaklık yapmış olabilir. Tarih yazıcılığına önemli bir katkısı
olduğunu, Ahmet Cevdet Paşa’nın onu kaynak olarak kullanması ispatlar niteliktedir.
Diğer taraftan Ebubekir Efendi ile ilgili çok fazla bilgi yoktur. Sadece III. Selim döneminde yaşadığı ve bu dönemde gerçekleşen Kabakçı Mustafa İsyanında bizzat
Et Meydanı’nda dolaştığı, asileri desteklediği bilinmektedir. Ebubekir Efendi’nin ilim irfan sahibi olduğu ve yaşadığı dönemde meşhur bir zat olduğu söyleniyor. Bu dönemde devlet ricali ona hürmet etmiş ancak o bunun kıymetini bilememiş kötü ahlaklı kötü huylu olması yüzünden bu insanların kendisinden
soğumasına sebep olmuştur. Ebubekir Efendi Risalesi, Osmanlı tarihinde bir isyanı haklı çıkaran kaynak olması sebebiyle önemlidir. Ayrıca Osmanlı tarih
yazımı daha çok merkeziyetçidir. Ebubekir Efendi bu bakımdan da önelidir. Çünkü Kabakçı Mustafa isyanında Yeniçerileri müdafaa eder. Ebubekir Efendi
sultanın etrafındaki devlet adamlarını suçlar.
Tebliğde, III. Selim’in tahttan indirilmesi bağlamında Ubeydullah Kuşmani ve Ebubekir Efendi üzerinden tarih yazımının farklılaşması ele alınacaktır.
134
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Mısır Milliyetçiliğinin Temel Kaynaklarından Biri Olarak Tevfik el-Hakim ve Avdetü’r-Rûh
Hilal LİVAOĞLU
Marmara Üniversitesi, İslam Tarihi Bölümü, Doktora Programı
Tevfik el-Hakim (1898-1987), Mısır romanının doğuşuna önemli ölçüde katkı sunmuş ve Mısır’ın bağımsızlığını kazanarak ulus olma sürecine yakinen şahitlik etmiş
etkili entelektüellerden biridir. Hakim, 1933 yılında kaleme aldığı Avdetü’r-Rûh’ta, İngilizlere karşı gerçekleştirilen 1919 devrimine doğru ilerlemekte olan Mısır’ın
öyküsünü anlatır. Eserin önemi, sadece devrime uzanan yolda Mısır’ı canlı biçimde betimlemesine değil, aynı zamanda Arap kimliğinden bağımsız olarak Mısırlı
kimliğinin ortaya çıkışını tasvir etmesine dayanmaktadır. Avdetü’r-Rûh, hem kurgusuna konu olan dönem hem de karakterlerinin inşasında kullanılan referanslar
bakımından Hakim’in Arap milliyetçiliğinin bir alternatifi olarak ortaya çıkan Mısırcılık düşüncesine edebi anlamda önemli bir katkısıdır. Hakim’e göre 1919 devrimi,
yıkılmaya yüz tutan, yenilgi ve aşağılanma ile dolu Firavunlar sonrası Mısır’ının yok oluşunun işaretçisidir. Yok olmakta olan Mısır, Yunan, Arap ve Türk tarihlerinin
bir parçası olarak tasvir edilir, kendisine ait bir tarihinin olmadığı beyan edilir. Devrim, antik Mısır ruhunun yeniden ortaya çıkışını sağlamış, böylece Mısır’ın tarihini
yeniden gözden geçirmesine ve ‘yanlışlıkları’ düzeltmesine, 1919 öncesini hafızasından silmesine, kökenleriyle yani Kadim Mısır’la bağlarını onarmasına olanak
tanımıştır. Kırsala geri dönüş, köy hayatı ve fellah figürünün Mısırlı özü temin eden unsurlar olarak idealize edilmesi, her türden sömürgeciliğe karşı Mısır’ın ‘kendi’
tarihiyle bağının restore edilmesi, antik ve otantik olanla buluşma arzusu, Hakim’in bu eserde işlediği temalardır. Çalışmada Avdetü’r-Rûh yanında, yazarın bazı
makalelerinin toplandığı Tahte şemsi’l-fikr adlı eserinden de yararlanılmıştır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
135
Erken Cumhuriyet Döneminde Din-Devlet İlişkilerinde Dinin Merkezileşmesi: Cuma Hutbeleri
Nurettin ÜRÜN
Yıldız Teknik Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı
Bu çalışmanın amacı ulus-devlet oluşum sürecinde iktidarın yeni bireyler oluşturmak için kullandığı araçların en önemlisi olan din üzerinde, hermenötik bir bakış
açısıyla laiklik tartışmalarının nereye oturduğunu Cuma Hutbeleri özelinde okumaktır. Yapılmak istenen Türkiye›deki Laiklik tartışmalarının Diyanet İşleri başkanlığı
gibi bir kurumun devlete bağlı olmasının kendi iç dinamikleriyle -yani tarihsel olarak şeyhülislamın İktidara tabi olması- açıklanması gerektiğiyle ilgilidir.
Bu çalışmada devletin seküler bir yapı taşımadığı, bunun nedeninin sekülerizmden anlaşılan şeyin aslında onu yapmaya çalışanların zihinsel altyapısından bağımsız olmadığı kabulü ile devletin dini bir kontrol aracı olarak kullandığı, bunun da ciddi bir şekilde dinin değer yetirmesine neden olduğu tartışılacaktır. Ana
kaynakçalarım Diyanetin Erken Cumhuriyet Dönemine dair yayımladığı Cuma Hutbeleridir. Bunun dışında Laiklik tartışmaları üzerinde yayımlanmış çok sayıda
teorik tartışmalar mevcuttur (örnek olay olarak da Sevgi Adak›ın yüksek lisans tezinde bunu Ramazanlar özelinde incelemesidir).
Bu çalışma, ülkemizde de 1980›den sonra gelişen “Sosyal Tarihin Tarihi”, yaklaşımını esas alarak hazırlanmıştır Buna göre tarih, bir olaylar kronolojisi ya da isimlerolaylar dizisi yerine konjonktüre bağlı olarak bugünkü yapının anlaşılmasıdır. Bu teorik perspektiften bakarak; Erken Cumhuriyet Dönemi göz önüne alındığında
devletin toplumu kontrol etmesi için onların en kutsalına «müdahalesi» incelenebilir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurumsallaşması ve mesajlarını tek bir din algısı
üzerinden vermesi kaçınılmaz olarak Cuma hutbelerine yansımıştır.
136
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Salon
27
Oturum
C
14.30-16.00
Değişen Dünyayı Algılamak:
Sistem ve Parçaları
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Nezir AKYEŞİLMEN
Gizem Ceren PİRİ
Arap Baharı Sonrası Libya’ya Müdahale Çerçevesinde
Birleşmiş Millerler Kararları
Ahmet ATEŞ - Muhammet Cemal ŞAHİNOĞLU
Suriye’de Arap Baharı ve İnsani Müdahale
Yusuf ÇINAR
Tamil ve Kürt Sorunu Örneğinden Hareketle Toplumsal Kinin
Çatışmalardaki Rolü ve Etkisi
Şeyma AKIN
28 Şubat ve Batı Medyasındaki Algılanması
16.00-16.30 Kahve Arası
Arap Baharı Sonrası Libya’ya Müdahale Çerçevesinde Birleşmiş Milletler Kararları
Gizem Ceren PİRİ
Marmara Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı
18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan halk ayaklanmaları daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün›e sıçramış ve “Arap Baharı” olarak adlandırdığımız Ortadoğu’daki çatışmalı süreç böylece başlamıştır. ABD’nin etki alanındaki hareketlenmeler diğer muhalif devletlerde de aynı fırsatları vermiş ve Libya ve İran’da da halk
sokağa dökülmüştür. Mısır ve Tunus’ta halkın talepleri bir şekilde sonuç verirken Libya’da devletin kendi halkına karşı şiddet kullanması; 19 Mart 2011 tarihinde BM
Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararına göre Libya’ya hava operasyonuyla başlayan müdahaleyi gündeme getirmiştir. Soğuk Savaş sonrası değişen güvenlik algılamasının değişimi ve BM’nin askeri müdahale gerekçelerinin insancıl müdahale kavramı içerisinde değerlendirmesi konusuna odaklanmaktadır ki asıl çatıyı BM
Antlaşması ve Kararları belirlemektedir. Bunun için öncelikle BM’nin yapısı ve Güvenlik Konseyi’nin işlevi ve Libya’nın tarihine kısa bir bakıştan sonra devletlerarası
ilişkilerine değinerek konuya başlayacağız. Soğuk Savaş sonrası değişen parametreleri, insancıl müdahale kavramı; son olarak Libya’ya müdahalenin nedenleri ve
sonuçlarının değerlendirmesi NATO’nun genişleme sürecini nasıl etkilediği ve BM’nin yetkilerinde bir tartışma yaratıp yaratmadığına değineceğiz. Başlıkta belirttiğimiz kavramlar çerçevesinde bir kritik yapmamız insani müdahale kavramının hem hukuki hem de ahlaki çatısının değerlendirilmesiyle mümkün olacaktır.
ABD, AB ve Arap Birliği üyesi ülkeler, Kaddafi güçlerinin sivil isyancılara yönelik saldırısını BM’nin verdiği yetki çerçevesinde durdurmak üzere Libya’ya yapılacak
askerî müdahaleyi görüşmek için Paris’te 19 Mart 2011’de toplandıklarında, NATO’nun da Libya’daki uçuş yasağına yönelik askerî planları görüşmek üzere “olağanüstü” toplantısında NATO’nun, Paris zirvesinin sonuçlarına göre pozisyon alacağının altı çizilmiştir.
Bu aşamada meşruiyet sorunu ile ilgili ele almamız gereken kavram “insani müdahale kavramı”dır. Libya’ya uluslararası koalisyonun askerî müdahalesi,
ülkedeki insan hakları ihlallerini önlemedeki başarısı Libya halkını ve dünya kamuoyunu tatmin ettiği ölçüde meşruiyet sağlayacaktır. Devletlerin birçoğu
özellikle ABD ve Fransa’nın bu konuda vahim sonuçlar doğuran müdahaleleri mevcuttur. Meşruluk zemininde eleştirilen bir noktada, gerekçe olmasın ve
yürürlüğe konmasın diye Kaddafi’nin ilk ateşkesinin kabul edilmemiş olmasıdır. Müdahale bu noktada oldukça eleştirilmektedir. Liberal bir perspektif
sunan, insan hakları, demokrasi, ulusal ve uluslararası barış ve güvenliğin tesisi, korunması ve devam ettirilmesi gibi amaçlarla 11 Eylül sonrası “başarısız devlet” olarak adlandırılan ve teröre destek veren devletlere müdahalede olduğu gibi amacın realist varlığından söz edilmektedir. Ortadoğu’nun ve
Afrika’nın sahip olduğu kaynakları etki alanında tutmak ve nüfuz elde etmek gibi amaçların altına gizlenen “sivil” kavramı işin içine girince müdahaleyi
meşrulaştırmak mümkün olabilmektedir. Askeri müdahale; konseyin yetkileri ve uluslararası hukuk açısından hukukidir. Ancak bir çok kavramın muğlaklığı
ve BM Antlaşması içerisinde net bir tanımın yapılmaması dolayısıyla yaşanan gelişmeler dahilinde görece sübjektif açıklamaların yapılacağı ortadadır. Kosova
Operasyonu sonrasında yaşanan süreçte, insanî müdahalenin meşrulaştırılması konusunun BM tarafından gündemde olması; Libya operasyonu konusunda sonuç
vermiş görünmektedir. Çünkü BM’nin 1973 sayılı kararı sivillerin korunması için BM üyeleri ve bölgesel organizasyonlara gerekli tüm önlemleri alma yetkisi vererek
insanî müdahale beyanında bulunmasa bile insanî müdahalenin hukukî dayanağını sunmuştur. Ayrıca BM Antlaşma metninin 7. Bölümü çerçevesinde ve kuvvet
kullanmaya ilişkin yukarıda belirttiğimiz maddelere referansla gündeme getirilmiştir. Konsey devletlere sınırlama getirmiş ve toprak işgalinden devletler kesinlikle
men edilmiştir. Ancak bu yaklaşımda verilen taahhütlerin mutlaka yerine getirileceğini düşünmek Polyannacı bir yaklaşım olur. Şeklen hukuka uygun olmasıyla
beraber, silahlı bir müdahalenin gerekli olup olmaması, zamanlaması ve sınırlarının ne olması gerekliliği tartışılmalıdır. Devletlerin Libya konusunda bu kadar hızlı
davranması ancak birçok Ortadoğu devletinde yaşanan gelişmelerde daha yavaş hareket etmesi ve süreci kendi haline bırakması çifte standardın var olduğu ve
büyük devletlerin muhaliflerinin başını ezmek için kullandıkları bir gerekçe olarak insancıl müdahale kavramını gündeme getirdiği yapılan eleştiriler arasındadır.
138
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Suriye’de Arap Baharı ve İnsani Müdahale
Ahmet ATEŞ - Muhammet Cemal ŞAHİNOĞLU
Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yüksek Lisans Programı
17 Aralık 2010’da Tunuslu bir üniversite mezunu olan ve seyyar satıcılık yapan Muhammed Bouazizi’nin zabıtalar tarafından görmüş olduğu kötü muameleyi
protesto etmek amacıyla kendini yakmasıyla başlayan ‘Arap Baharı’ tüm Ortadoğu’daki dikta rejimleri üzerinde o güne değin görülmemiş bir etki yaratmıştır. Önce
Tunus, ardından Mısır ve domino etkisiyle diğer Arap rejimlerinde de, gelişen olaylar silsilesi kimi otoriter Arap rejimlerini yıkmış kiminde de -kısmi de olsa- değişiklikler meydana getirmiştir. Geçen bir yıl içerisinde bunun en büyük iki örneği olarak kabul edilen Tunus ve Mısır’daki dikta rejimleri en azından barışçıl bir şekilde
düşerken Libya’daki Kaddafi rejimi NATO’nun himayesinde yapılan müdahale ile ortadan kalkmıştır. Arap baharının getirmiş olduğu değişim rüzgârının çatışma
zeminli olması yönüyle Libya’ya da yaşananlara benzer bir sürecin varlık gösterdiği bir ülke olarak Suriye, Arap Baharının son halkası olarak kabul edilmektedir.
Ülkede 1973’te Askeri bir darbe ile iktidarı ele geçiren Nusayri Alevilerince kurulan rejiminin başında olan Beşşar Eset yönetimi ile büyük çoğunluğunu Sünnilerin
oluşturduğu muhalifler arasındaki çatışmalar son hızıyla devam etmektedir. Sivil kayıpların oranı rejimin uygulamış olduğu sansür nedeniyle tam olarak bilinmemekle birlikte çeşitli kaynaklardan alınan bilgilere göre on binleri bulmuştur. Suriye rejiminin sivilleri hedef alan şiddet eylemleri insani müdahale olasılığını da
gündeme getirmiştir. Kaldı ki benzer sahnelere şahit olunan Libya’da Uluslararası aktörlerin devreye girmesi noktasında yaşanan hızlı sürece karşı, aynı aktörlerin
Suriye konusunda olabildiğince yavaş ilerlemesi birçok soru işaretini beraberinde getirmiştir. Ancak başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke Suriye’ye dönük müdahaleyi geçerli bir seçenek olarak tartışmaktadır. Konuyla ilgili Arap Birliği ve Körfez İşbirliği Örgütünün değerlendirmeleri ise insani müdahale sorunsalını daha
çetrefilli bir hale getirmektedir. Arap Baharı’nın Suriye’de ne derece başarılı olabileceği, Suriye’ye dönük insani müdahale olasılığı ile doğrudan ilintilidir.
Suriye’de insani müdahale şartlarının ne ölçüde oluştuğu ve insani müdahalenin başarısının hangi koşullara bağlı olduğu konusu teorik analiz ve saha
çalışması harmanlanarak analiz edilmeye çalışılacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
139
Tamil ve Kürt Sorunu Örneğinden Hareketle Toplumsal Kinin Çatışmalardaki Rolü ve Etkisi
Yusuf ÇINAR
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Toplumsal kin çatışmaların çıkmasına veya çatışmaların şiddetinin artmasına neden olabilecek önemli unsurlardandır. Toplumsal kinin oluşmasında etnik gruplar
arasında derin ayrımcılıkların, ötekileştirmenin ve devamında aşağılama, çatışma, şiddet odaklı olayların toplumda yoğun olarak yer alması ve bunun toplumsal
travma şeklinde toplumda yer edinmesi etkilidir. Bu çalışma Tamil ve Kürt Sorununda çatışmayı alevlendiren toplumsal sebepleri Türk ve Kürt toplumlarını analiz
ederek ortaya koymaya çalışacaktır. Savaş ya da benzeri koşullar sonucunda oluşan ağır travmada tanımlanabilir bir düşman ya da kasten kurbana acı veren, baskıcı
geniş bir grubun varlığı söz konusudur.
Travma’nın kuşaktan kuşağa aktarımı ve ortak utanç duygusu, her iki etnik grup arasında toplumsal kine dönüşebilmektedir. Ortak utanç duygusu ile birlikte travmanın toplumda kuşaktan kuşağa aktarımı, toplumların birbirlerini ötekileştirmelerine sebep olabilir. Ötekileştirilen toplumlar geçmişteki yaşamış olduğu olayları
toplumsal kin haline dönüştürmesi sonucunda, çatışmaların şiddeti artabilmektedir. Bir toplumun kimliğinin oluşmasında iki ana unsur olarak dil ve din bulunmaktadır. Bu iki unsurdan bir tanesinin veya her ikisinin gelecek kaygısı çekmesi toplumların birbirine olan güvenini azaltmakta ve toplumları çatışmaya itmektedir.
Bu noktada Sri Lanka’da meydana gelen Sinhalese-Tamil etnik çatışmasının kök sebepleri incelendiğinde, Budizm’in çatışmadaki etkisi yadsınamaz. Bu bağlamda
travmanın kuşaktan kuşağa aktarımında dinler önemli bir rol oynayabilmektedir. Türkiye’de süregelen Kürt Sorunu ise, ortaya çıkış aşamasında ve günümüzde
daha çok etnik ve ideolojik bir çatışma olarak devam etmektedir. Sri Lanka’daki Tamil Sorunu’nun aksine, Kürt Sorununda dinsel sebepler yer almamaktadır.
Bu bildiri, Türk toplumu ve Kürt toplumu arasında toplumsal bir kinin var olup olmadığı üzerine analitik bir bakış açısı sunmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda Tamil Sorunu ile Kürt Sorunu benzeşen noktaları ve farklılıkları ortaya konulacaktır. Buradan da anlaşılacağı üzere, çatışmaların ortaya çıkmasında
veya çözümünde dinsel, kültürel farklılık ve benzerliklerin önemi üzerinde durulacaktır. Bu bildiri ile Kürt Sorunu çerçevesinde çatışmanın çözümünde
müzakere yolunu açacak Türk ve Kürtler arasındaki kültürel benzerliklere değinilecektir. Ayrıca bu çalışma, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri’nin geçmişte
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesine uygulamış olduğu zorunlu göçlerin bölge halkında meydana getirdiği toplumsal travmayı ele alacaktır. Böylelikle bu analiz hem Türkiye’de, hem de Sri Lanka’da toplumsal kinin çatışmalarda rolünün ve etkisinin karşılaştırılmasını sağlayacak, hem de çatışmaların
çözümünde toplumsal kin kavramının etkisi üzerinde duracaktır. Türkiye’de medyada sürekli gündeme gelen Tamil Sorunu ve Kürt Sorunu karşılaştırmaları
çoğu zaman bilgi kirliliğine sebep olabilmektedir. Bu bildiri Türkiye’de çok az bilinen “Tamil Sorunu” hakkında çatışmanın kök sebeplerine dair Türkçe literatürü
zenginleştirmeyi hedeflemektedir. Ayrıca Türkiye’de Kürt Sorunun toplumsal sebeplerinin açıklanmasına yönelik literatürde bir boşluk gözlenmektedir. Bu bildiri
Kürt Soru’nun toplumsal sebeplerine yönelik bir bakış açısı vermeyi hedeflemektedir. Böylece Türkçe uluslararası ilişkiler literatürüne, Kürt Sorunun toplumsal
sebeplerine ilişkin katkı sunacaktır. Bu bağlamda Tamil Sorunu ve Kürt Sorunu’nun kök sebeplerinin değerlendirilmesi iki farklı bölgede meydana gelmiş iki etnik
sorunun karşılaştırılmasını sağlayacaktır. Sri Lanka’da yaklaşık 33 yıl süren Sinhalese-Tamil etnik çatışmasının ana sebebini toplumsal kin olduğu yadsınamaz. Bununla birlikte, Türkiye’de süre gelen Kürt Sorunun ana sebebinin toplumsal kin olduğuna dair iddialar bulunmaktadır. Bu bildiri, Kürt Sorunu ve Tamil Sorun arasında
kurulan ilişkiye dair çelişkileri giderecek olmakla birlikte Kürt Sorununda toplumsal kinin rolünü ele alınacaktır.
140
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
28 Şubat ve Batı Medyasındaki Algılanması
Şeyma AKIN
Selçuk Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Doktora Programı
28 Şubat postmodern darbesi, önceki askeri müdahalelerden farkı nedeniyle ülke içinde uzun yıllardır tartışmalara neden olmuş ve etkileri hem yavaş yavaş hissedilmiş hem de uzun sürmüştür. Antidemokratik olmasından ötürü askeri müdahalelere karşı olan Batı, Türkiye söz konusu olduğunda biraz daha farklı bir yaklaşım
sergilemiştir. 28 Şubat süreci başlangıcında askeri müdahale veya darbe gibi bir algılama yerine İslamcı tehdidi üzerinden bir Türkiye okuması tercih etmiştir. Ancak
2000›li yılların başlamasıyla askere yönelik eleştiriler seslendirilmeye başlamış ve bu süreç bazı basın yayın kuruluşlarında darbe olarak nitelendirilmiştir. Hatta İslamcılar başta olsa da askerin geri plana çekilmesine yönelik talepler gündeme getirilmiştir. Özellikle 11 Eylül düşünüldüğünde bu bir paradoks gibi görünmektedir,
çünkü Batı İslamcılık tehdidini daha sık vurgular hale gelmiş ve buna göre siyasi gündemler belirlemeye başlamıştır. Ancak buna rağmen askerin geri çekilmesi
talepleri önde gelen kişiler ve kurumlar tarafından ifade edilmiştir. 28 Şubat›ın Batı›da nasıl algılandığına bakmak için medya kuruluşları önemli ipuçları vermektedir, ancak burada doğrudan 28 Şubat değerlendirmeleri yerine asker-devlet-hükümet ilişkilerine bakış açısını ve değerlendirmelerine bakmak daha doğrudur.
Bunun bir nedeni, bu sürecin bizde de oldukça geç algılanıp tanımlanmasıdır ve diğer nedeni de demokrasinin güvencesi olarak algılanan askerin özellikle siyasal
İslam›a karşı aldığı tavrın yorumlanmasıdır. Burada Batı medyası kavramı oldukça geniş bir yelpazeyi içine almaktadır, ancak çalışmada Alman ve İngiliz medyası
ile sınırlı kalma tercih edilmiştir.
Bu iki ülke farklı demokratik geleneklere sahip olduklarından iki farklı bakış açısını sağlamakta ve böylece Batı içinde bir karşılaştırma imkanı sunmaktadır.
Yine Alman ve İngiliz basını içinde de bir ayırım söz konusudur; buna göre sağ ve sol görüşlü basın yayın kuruluşlarından örnekler ele alınmıştır ve benzer
konuları ne şekilde okuyucularına aktarıldığı incelenmiştir. 90’lı yılların sonunda İslamcı hükümet Batı medyasında eleştirilirken, askere dair eleştiriler
genel anlamda ön planda değildir. Ancak 2000›li yılların yeni hükümetiyle ve AB sürecinin hızlanmasıyla basında çıkan haberler daha çok askere yönelik
eleştiriler barındırmıştır. Yine İslamcı olan hükümete yönelik bu bakış açısının değişmesinde çeşitli faktörler rol oynamıştır. Örneğin Türkiye AB müzakerelerini başlattığında Almanya›da AB›nin içinde bir Müslüman devletin olmasında sakınca görmeyen bir sosyal demokrat hükümet vardı. Bu süreçle beraber
Türkiye yoğun bir dış diploması trafiği yürütmüş ve kısmen başarı sağlamıştır. Daha önceleri Türkiye›de «laik» olarak bilinen kişilerden görüş alınıp gazete
haberlerinde bu görüşlere yer verilirken, 2003 veya 2004›ten sonra liberal kesimlerin bakış açılarına yer verilmiştir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
141
Salon
28
16.30-18.00
Oturum
A
Küreselleşmeyi Okumak:
Eski Küre Yeni Dünya
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Davut ATEŞ
Gülizar SAMUR
Küreselleşme ve Küresel Yönetişim: Akademi ve Ötesi
Deniz SÖZÜAK
Orta Sınıf Aktivizminin Küresel Kapitalizmle İmtihanı
Segâh TEKİN
Modern Bir Milliyetçilik Projesi Olarak Geleceğin Avrupa
Devletinin İnşası
Sinan YILMAZ - Can ŞEKER
Jeokültürel Perspektifler Üzerine Düşünmek
Küreselleşme ve Küresel Yönetişim: Akademi ve Ötesi
Gülizar SAMUR
Okt., Selçuk Üniversitesi
Küreselleşme hem akademide hem de ötesinde, sosyal hayattaki çekişmeyi körükleyen bir kavram olarak karşımızda durmaktadır. Akademi içerisinde küreselleşme
üzerine yürütülen fikirler ve ortaya konan argümanlar gerçeklik ve modern küreselleşmenin önemi üzerinde, özellikle sosyal bilimlerin klasik paradigmalarında
yaratabileceği devrimsel nitelikteki değişimler konusunda ayrışmaktadır. Daha geniş perspektifte, kamusal alanda ise farklı politik projeler ortaya çıkarmaktadır.
Küreselleşmeyle birlikte kamu politikaları giderek daha kompleks, çoklu ve iç içe geçmiş, hem ulus-üstü hem de ulus-altı politik ve ekonomik ağların etkileşiminin
ortasında yer almaktadır. Bu toplam, ulus-devletin yeniden inşası gündeminde kamu politikalarının küreselleşme kapsamında ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu çalışmada akademide ele alınan küreselleşme ve yönetişim kavramlarının gerçek hayatta uygulanan kamu politikalarıyla olan paralellikleri ve/veya çelişkileri,
Türkiye’den örneklerle incelenecektir. Böylece, akademik dünyadaki küreselleşme ve küresel yönetişim üzerine yapılmaya çalışılan tanımlamaların, özellikle son
dönem kamu politikalarıyla kesiştiği veya ayrıştığı noktalar literatüre yansıtılmaya çalışılacaktır. Küreselleşme, teknolojik devrimlerin, ideoloji ve politika değişimlerinin, uluslararası finans kurumlarının ve değişen jeopolitiğin rolünü güçlendirdiği ekonomik, ideolojik, politik ve kurumsal bir proje olarak algılanabilir. Öte
yandan ‘yönetişim’in tanımı üzerindeki tartışmalar farklı akademik alanlarda ve farklı kurumlarda farklı yorumlarla ortaya çıkmıştır. Yönetişim, Türkiye yönetim
gelenekleri açısından yeni bir kavram olarak kabul edilebilir. 1980’ler ve sonrasında gündemimize giren kavram, ulus-devlet, geleneksel devlet bürokrasisi, sivil
toplum ve küreselleşme tartışmalarıyla birlikte ele alınmaktadır. Bu kavramın Türkiye’ye gelişinin, küreselleşme, geniş çaptaki ekonomik entegrasyonlara yönelme, devletin küçülmesi, özelleştirmeler vb. gibi kavramlarla birlikte ele alınması teknik nitelikleri ağır basan bir yazının oluşmasına yol açmıştır. Fikir ve
ideoloji olarak yönetişimin sosyal hayattaki yansımaları ise henüz irdelenmemektedir.
Küreselleşme, yerel-evrensel spektrumunda her iki yöne doğru ilerleyen bir süreci tarif etmekte, statik bir yapıdan ziyade son derece dinamik ve değişken
bir kavrama işaret etmektedir. Devlet analizindeki gelişmeler, devlet otoritesinde yönetimden yönetişime geçiş, hiyerarşik ve bürokratik devletten iletişim ağlarıyla yönetişime doğru olan değişim iddialarında küresel değişimlerin getirdiği reformların etkisi kaçınılmazdır. Küreselleşme, bilgi teknolojisi,
ekonomik ve siyasal liberalleşme, dış yatırımlar, dijitalleşen ekonomiler ve daha birçok gelişme, sosyal güçlenmenin yanı sıra yöneten-yönetilen arasındaki değişen ilişkinin yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Bu yeniden tanımlamayla birlikte verimlilik, sorumluluk, katılım ve etkinlik artık kamu
yönetimi yazınında yadsınamayacak ilkeler olmuştur. Bunların birbirleriyle uyum içinde yer alabileceği kavramsal çerçevenin ise yönetişim kavramıyla hayata
geçirilebileceği kabul görmektedir. Yönetişim, esneklik, demokratiklik, çoğulculuk, açıklık, hesap verme ve yerellik, performans ve toplam kalite unsurlarını barındırmaktadır. Gücün nasıl kullanıldığını, kararların nasıl alındığını ve vatandaşların yönetim sürecine nasıl katıldığını belirleyen bir süreçte, yönetimlerin giriştiği
yönetişim çabaları gerek yerel, bölgesel, ulusal gerekse uluslararası alanda destek görmek zorundadır. Yönetişim, kamu-özel ve sivil toplum işbirliğinde yönetime
katılmak anlamında, ideolojik temelleri aynı ancak katılımın mekansal boyutlarına göre yerel, ulusal ve küresel alanda gerçekleşmektedir. İyi yönetişimin uygulanmasında ise anahtar kavram, o yöre halkına kendileri hakkında alınacak karar süreçlerine katılabilecekleri ortamın varlığı, merkezi yönetimden buna olanak
sağlayıcı yetki ve görevlerin yerele aktarılması anlamında ‘yerinden yönetim’in sağlanmasıdır.
Alandaki küreselleşme ve yönetişim tanımlamaları bu kadar kapsamlıyken, uygulamaların belirsizliği ve içiçe geçmişliği küreselleşme, küresel yönetişim ve kamu
politikalarının pratikteki olumlu veya olumsuz uygulama yorumlarını da zorunlu kılmaktadır. Sonuç olarak küresel yönetişim konusunda önemli olan, söz konusu
yaklaşımın yaşanan sorunlara ne ölçüde yanıt verebildiğidir. Bunun da teorik ve pratik anlamda incelenmesi gerekmektedir. Bu çalışmada da, bu yaklaşımların
Türkiye’deki son dönem örnekleri ele alınarak küreselleşmenin beraberinde getirdiği değişimlere hangi ölçüde yanıt verebildiği ele alınacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
143
Orta Sınıf Aktivizminin Küresel Kapitalizmle İmtihanı
Deniz SÖZÜAK
Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı
Ulus-devletleri küçülten, esneten küresel süreçler, metropol şehirleri devletlerden özerk yeni bir tür feodal birime dönüştürmektedir. Beyaz yakalı orta sınıfların
rengini verdiği ve hizmetler sektörü merkezli örgütlenmiş neo-liberal mekansal dönüşümle, küresel kent modelinin ulus-devletlerden bağımsız bir kent devleti
formuna büründüğü gözlemlenmektedir. Türkiye’de de seksenli yıllarla birlikte üretimi esneterek dışarı atan, sanayi sektörünü çevre kentlere transfer ederek bankacılık, finans, turizm, medya, iletişim, eğlence gibi hizmetler sektörü üzerinden kendisini yeniden organize eden küresel kentler, kentin sınıfsallığını büyük ölçüde
dönüşüme uğratmıştır. Kentsel yeniden yapılanma gibi süreçlerle alt sınıflar kent merkezlerinden dışlanırken aynı merkezlerin uluslararası sermayeyle bütünleşmiş
büyük şirketlerce ve devasa gökdelenlerle doldurulması küresel kent manzarasını iyiden iyiye ortaya çıkartmıştır.
Metropol kentin mekansal ve sınıfsal kompozisyonundaki bu dönüşümle etlenmeye başlayan yeni orta sınıflar ise küresel kent olgusunun kitle tabanını oluşturmuşlardır. İyi eğitimli, yüksek ücretlerle çalışan, beyaz yakalı profesyonellerin kendi kültürel sermayesini oluşturarak markalaşmasına katkı sunduğu küresel kentlerin, son dönemde ve özellikle küresel ekonomik kriz koşullarında occupy eylemlilikleri ve büyük meydanlarda gerçekleştirilen devrimlerle siyaseti ve uluslararası
ilişkiler sistematiğini biçimlendiren merkezler olarak ön plana çıkması dikkate değerdir. Türkiye’de 2001 yılında gerçekleşen ve küresel ölçekte de 2008’den bu yana
yaşana gelen finans krizinin etkilerine maruz kalan ve sosyal medyayı kullanmadaki yüksek becerileri ile de yaşadıkları travmayı sistem ya da rejim karşıtı hareketlere dönüştürebilen bu yeni tür orta sınıf aktivizmi, yeni toplumsal hareketlilik biçimleri olarak göze batmaktadır.
Bildiri küresel kent olgusunu, Türkiye’de metropol kentlerdeki sınıfsal dönüşümler ve oluşturulan kültürel sermaye üzerinden işlemeye çalışacaktır.
Weber’yen sınıf analizine dayanılarak irdelenecek yeni orta sınıf kategorisi ve onun ürettiği dil kadar küreselleşme denilen sürecin kendisini en bariz
biçimiyle hissettirdiği sosyal medya - kentli orta sınıf ilişkilerinin siyaset ve uluslararası siyasete etkisi, katkısı değerlendirilecektir. Bildirinin iddiası; çok
uluslu şirketleri, yüksek ücret politikaları ile bağlı oldukları ülkenin yetişmiş insan gücünü mıknatıslama kapasiteleri, çokkültürlü yapılanmaları ile hantal,
bürokratik, tek tipçi ulus-devlet yapılanmalarına kafa tutan küresel kentlerin, 2008 finans krizinin sosyal, siyasal sonuçları itibariyle günümüzde küresel
kapitalizme isyanın merkezleri olarak öne çıkacağı yönündedir.
144
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Modern Bir Milliyetçilik Projesi Olarak Geleceğin Avrupa Devletinin İnşası
Segâh TEKİN
Arş. Gör., Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Günümüzün bütünleşmiş Avrupa idealinin kökenleri Avrupa’da on sekizinci yüzyıldan bu yana etkisini sürdüren iki düşünce akımına dayanır. İlki modern ulus devleti
aşacak bir kozmopolit Avrupa’yı, ikincisi ise ulus devletlerin Avrupa’sını öngörür. Avrupa Birliği’ni oluşturan şartlar ve geleceği hakkında Birliğin kuruluşundan bu
yana şüphesiz ki çok sayıda görüş öne sürülmüştür. Avrupa Birliği’nin Avrupa bütünleşmesi (European Integration) süreci çerçevesinde anlamlandırıldığını görüyoruz. Uluslararası İlişkiler disiplini açısından devletlerin bir topluluk oluşturma yolundaki faaliyetleri bütünleşme olarak adlandırılmaktadır. Avrupa Birliği’nin temellerinin atılışının ardından, Avrupa bütünleşmesinin teorik bir çerçeveye oturtulması yönünde çeşitli çabalar gösterilmiş, bunlardan ilki uluslararası kurumlara işlevsel açıdan yaklaşan yeni-işlevselcilik akımından gelmiştir. 1960’lı yıllardan itibaren Avrupa bütünleşmesi çeşitli bakış açıları çerçevesinde analiz edilmiş; federal,
ulus üstü veya uluslararası gibi yapılar üzerinden AB’yi ele alan yaklaşımlar üye devletlerin ve AB kurumlarının kendi aralarındaki ve birbirlerine karşı olan durumları
gibi konuları ele almışlardır. Öncelikle siyasal ve ekonomik bütünleşme aşamaları üzerinden Avrupa Birliği’ni tahlil eden bu teorilerin yanı sıra konstrüktivizm ve
postmodernizm gibi daha yakın tarihte ortaya çıkan ve AB’yi ele alan yaklaşımlar işbirliği kültürünün oluşması, sınırların değişebilirliği, aşınan ulus devlet sınırları
ve bölgelerin, kültürel farklılıkların önem kazanması gibi konular üzerinde yoğunlaşmışlardır. Oysaki Avrupa Birliği, modernist milliyetçilik yaklaşımının öngördüğü
milletlerin milliyetçiliği ve devleti değil, devlet eliyle benimsetilen milliyetçiliğin milletleri meydana getirdiği düşüncesi açısından ele alınmaya açık bir projedir.
Avrupa Birliği’nin bütünleşme süreci hakkındaki literatürün egemenlik devrinin hukuki sınırları üzerinde yoğunlaşması veya tarihsel, ekonomik, siyasal, coğrafi
ve kültürel özellikleriyle özgün bir örnek teşkil eden AB’yi diğer bölgesel entegrasyon hareketlerine örnek kılma çabası içinde olması, Avrupa örneğinin
özgünlüğünün görülmesini ve modern bir milliyetçilik projesi olarak ele alınmasını kısıtlamıştır. Kendi ulusunu inşa etmekte olan bir devletin iki özelliği
olduğunu söyleyebiliriz. İlki, ekonomik ve siyasi faaliyetlerin yönetilmesinin yanı sıra kültür, dil ve nüfus yapısının da devlet eliyle korunmasıdır. İkinci olarak ise devletin kendi ulusunu inşa etmesi sürecinin paralelinde ulusun da ulus devleti benimsemesi gerekir. Bir devletin halk tarafından benimsenmesini
sağlayan şey, sağladığı ekonomik ve siyasal olanakların ötesinde duygusal boyuttur. Ancak “biz” duygusunun varlığı sayesinde toplum devlete karşı değişen siyasal ve sosyal şartlardan bağımsız bir aidiyet duyabilir. Günümüzde Avrupa bütünleşmesi konusunda gelinen noktada, halkta Avrupa vatandaşlığı
kavramı aracılığıyla Birliğe aidiyet duygusunun oluşturulması için çaba gösterilmektedir. Avrupa vatandaşlığının içi ise ortak kültür, tarihsel geçmiş, değerler
gibi unsurlarla doldurulmaya çalışılmaktadır. Sembolik açıdan baktığımızda Avrupa Birliği’nin kendi bayrağı, marşı, resmi para birimi ve her yıl kutlanan (9
Mayıs) bir Avrupa Günü ve farklılıkta birleştik olarak sloganlaştırılan bir Birliksel hedefi bulunmaktadır. AB’nin vatandaşları ile olan ilişkisini şekillendirmekte
rol alan bu Hobsbawm’ın kastettiği manada icat edilmiş sembolik öğelerin yanı sıra AB’nin vatandaşlarıyla ekonomik ve siyasal ilişkilerini doğrudan etkileyen iki
önemli aracı daha vardır; kendi para birimi ve AB pasaportu. Sayılan öğeler yalnızca modern ulus devletle özdeş olmayıp genel anlamda bir siyasal yapının belirli bir
coğrafya ve bu alanda yaşayan nüfus üzerindeki hâkimiyetini sembolize ederler. Bir ulusu oluşturanın ne olduğuna dair yazan çoğu kişi, nihayetinde insanları belirli
bir ulustan yapan şeyin aidiyet duygusu olduğu, insanlar kendilerini belirli bir ulustan hissediyorlarsa oraya ait oldukları kanısındadırlar. Bu nedenle de AB halihazırdaki vatandaşlarına AB’yi benimsetmek için çaba göstermekte ve geleceğin AB vatandaşlarının da Birliğe karşı aidiyet duygusu hissedecek biçimde yetişmeleri
için gerekli altyapıyı hazırlamaktadır. Avrupa Birliği hakkında ortaya atılan görüşlerin çokluğu ve şartlara ve zaman bağlı olarak değişkenlik göstermeleri, AB gibi
bir yapıyı yorumlamakta tek bir perspektifin yeterli olamayacağının göstergesidir.
Bu çalışmada ise, Avrupa Birliği, modernist milliyetçilik kuramlarından yola çıkılarak modern bir ulus inşası projesi olması açısından ele alınacaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
145
Jeokültürel Perspektifler Üzerine Düşünmek
Sinan YILMAZ, Can ŞEKER
Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Programı - Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi
Toplumların devletlerin temelini oluşturdukları hipotezinin yetersizliği ve hatta geçersiz olduğu artık fazlasıyla göze batmakta ve özgül bir bağlamda ele alınarak
incelenmeyi hak etmektedir. İstisna olmayan ekonomik temelli kültürel görünümlülüğü bu tarihsel sürecin günümüzde devam ettirilişini tek bir devlete veya
herhangi bir ‘aktör’e bağlamak yetersiz daha doğrusu hata olacağı gibi kuru bir ‘yapı’ ile açıklamak da bize son tahlilde açımlayıcı olmayacaktır. Bu bağlamda günümüzde bilumum ‘jeo’lu yaklaşımlarla hayatiyetinden, vazgeçilemezliğinden ve asla vazgeçilmesinin önerilemeyeceğinden dem vuran tüm yaklaşımların, geleceğe
dair, en geniş ve yoğun kapsayıcılık savları dahi uluslararası kapitalist sermayenin realist devlet merkezliliği ideolojisinin ‘yaşamsallığı’ temelinde yükselmekte;
oluşması için bir çabanın gerekmediği anlamında diyalektik bir bağlamda ele alınmasını bir süreç olarak önerdiğimiz ‘Kültür’ün insanoğlunun varoluş mücadelesinde, tarihsel serüveninde ve gelişiminde en önemli temalardan biri olduğu konusunda ısrarlıyız.
Günümüzde kültürle inşasına girişilen projelerde “Kültürün” önemli bir “harcın” vazgeçilmez bir parçası olduğu ayrıca düşünülmelidir. Bu bağlamlarda bağlantısı
“jeo” olan bir kelimenin yani “jeokültür”e nasıl farklı bir perspektiften bakılabileceği kelimenin tarihsel serüvenine tanıklık etmek ve yeni jeokültürün önemine
ilişkin referansların oluşturduğu perspektiflerin temelinde yatan gerçek saikleri analiz etmek bu Çalışmanın esas amacı olacaktır. Baştan belirtmek gerekirse (küresel) kapitalizmin nesnel niteliği olan (daha fazla) ‘biriktir’ dünyanın her yerine yayılmanın yetmediği bununda her milime yayılacak şekilde akıcı ve yoğun olması
gerekmesini gerçekleştirmektedir ki ‘Kültür’ün coğrafya bağlamında ‘getirdikleri’ anlamında jeo-kültürün tarihsel olarak her zaman söz konusu olmakla birlikte
hiç bu kadar ‘marifetli’ ortaya sunulmamıştır.
146
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
29
16.30-18.00
Oturum
B
Salon
Marka İletişimi
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Bilal ARIK
Ali ÖZCAN
Bir Siyasal İletişim Markası: Serdengeçti Dergisi
Yusuf ÖZKIR
Hürriyet Gazetesi’nin Kimliği: Logo Üzerinden Bir
Okuma Çabası
Kübra ÖZMANSUR
Reklam ve Marka İletişiminde Arketip Kullanımı
Samet ÜLKER-Deniz KURBAN
E-Ticaret Şirketlerinin Markalaşma Sürecinde İlan ve
Reklamın Rolü Yemeksepeti.com Örneği
Bir Siyasal İletişim Markası: Serdengeçti Dergisi
Ali ÖZCAN
Marmara Üniversitesi, Gazetecilik Bölümü, Doktora Programı
Basın ve siyaset aynı toplumsal sistemin iki önemli aktörü olarak sürekli karşılıklı bir ilişki içerisindedir. Basının siyasi, içtimai ve ahlaki sorumluluğunun olduğu
konusunda herkes hemfikirdir. Bu sorumluluğu yerine getirmeyen basın, ortaya çıkış amacının tersine hareket etmiş olur. Asli görevini yerine getirmeyen basın,
bunu yaparken çoğu zaman baskı altında olduğunu ileri sürmektedir. Ortaya çıkış amacı halkı bilgilendirmek olan basın, çoğunlukla siyasi iktidarların etkisi altında
kalmış ya da siyasi iktidarları etkisi altına almaya çalışmıştır. Tarihsel süreç içerisinde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu döngü her zaman için kendini göstermiştir. Özellikle de Cumhuriyetin ilk yılları ve tek parti döneminde basın, doğrudan ve dolaylı bir şekilde baskı altına alınmış, siyasi iktidarlar tarafından istenilen
şekilde kullanılmıştır.
Çok partili hayata geçiş ve DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte basın önemli kazanımlar elde etmiş ancak bu defa da kendisi iktidarı kontrol altına almaya çalışmıştır.
DP iktidarının son döneminde özellikle basın kuruluşları, siyasi iktidara karşı çıkarları doğrultusunda tavır sergilemiş, 27 Mayıs 1960 darbesi tetikleyicilerin başında yer almıştır. Buradan hareketle hem CHP hem de DP iktidarı döneminde basının siyasi iktidarla ilişkileri incelendiğinde iyi bir sınav veremediğini söylemek
mümkündür. Basının genel durumu hakkında bunları ifade etmenin yanında sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmış, bunu gerçekleştirmek adına bedel ödemiş
basın kuruluşları da az olmakla birlikte mevcuttur. Türk basın, düşünce ve siyasi hayatında önemli bir yere sahip olan, bir anlamda Türk aydınlanmasının yapı
taşlarından biri olarak ifade edilen Serdengeçti Dergisi incelendiğinde bu doğrultuda yayın yaptığını söylemek doğru olacaktır. 1947-1962 yılları arasında
(tek parti döneminde yayın hayatına başlayıp, Demokrat Parti ve 27 Mayıs 1960 Darbesi ardından da CHP-AP Koalisyonu döneminde çıkan), aylık olarak
yayımlanması planlanan ancak sürekli kapatılması nedeniyle 15 yılda ancak 33 sayı çıkabilen dergi ne iktidarın baskısına boyun eğmiş, ne de iktidarı kendi
çıkarları doğrultusunda etki altına almaya çalışmıştır. Milletin (dönem itibariyle Anadolu’nun) sesi olmaya çalışmış ve bunu büyük ölçüde başarmış olan
dergi, iktidarlara karşı halkın yanında yer almış, uygulamalara karşı da halkın tepkisini ortaya koymuştur. Gerçek anlamda milletinin sesi olabilmiş dergi,
çıktığı dönemde siyasi iktidarlar tarafından etki altına alınmaya çalışılmış, bu gerçekleştirilemeyince baskı uygulanmış, çok defa toplatılarak kapatılmıştır.
Dönem itibariyle gazete ve dergiler siyasi iktidarlar tarafından başta örtülü ödenek olmak üzere doğrudan ve dolaylı bir şekilde desteklenirken Serdengeçti
Dergisi, yayın politikasından ödün vermemek için resmi ve özel olmak üzere ilan dahi almayarak zor imkanlarla çıkmış, bunun ötesinde bir çok sayısının
çıkışıyla birlikte iktidarlar tarafından mahkum edilmiştir.
Serdengeçti Dergisi, Türk basın tarihinde ‘özgür basın’ olmanın gereğini yerine getirmiş, buna dönük iyi bir sınav vermiştir. Bütün zorluklara rağmen adıyla anılan bu
dergiyi çıkarmak için mücadele eden Osman Yüksel ise gerçek bir entelektüel olarak, dünyevi kaygılarla arasına mesafe koyabilmiş simgesel bir şahsiyet olmuştur.
Basının, baskılar ve ilanla sansürlendiği ve hükümet ile rejim aleyhinde yazı yazmanın yasaklandığı bir dönemde Serdengeçti dergisini çıkartarak inandığı değerler
uğruna mücadele eden, bunun sonucu olarak 92 kez hakkında dava açılan, 8 defa tutuklanan, tabutluklarda yatan Osman Yüksel ve ona ismini veren Serdengeçti
Dergisi’nin haklı bir beklenti olarak tanıtılması, genç kuşaklara anlatılması gerekmektedir. Serdengeçti Dergisi, geçmişte olduğu gibi günümüzde de (28 Şubat
süreciyle ilgili basının etkisinin belgeleriyle ortaya çıktığı bugünlerde) başta siyasal iktidarlar olmak üzere, ekonomik güç odakları ve belirli çevrelerin etkisi altında
kalan basın sektörü temsilcilerinin özgür gazetecilik için örnek alacakları bir yayın hayatı sürdürmüştür.
Bu çalışma kapsamında 33 sayı çıkan Serdengeçti Dergisi’nin tamamına ulaşılarak nitel içerik analizi yöntemiyle siyasetle ilişkileri incelenmiş, böylece iktidarlara
karşı duruşu ortaya konulmuştur.
148
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Hürriyet Gazetesi’nin Kimliği: Logo Üzerinden Bir Okuma Çabası
Yusuf ÖZKIR
Marmara Üniversitesi, Gazetecilik Bölümü, Doktora Programı
Gündelik yaşamın hızlı akışı içinde ve alışkanlıkların köreltici atmosferinde dikkatlerden kaçabilir; fakat bir gazetenin logosu onun kimliğini, karakterini ve daha
politik bir söylemle ifade edersek ideolojisini ortaya koyacak göstergelere sahiptir. Logoda yer alan her bir şey okuyucuyu veya izleyiciyi yeni bir dünyaya taşıyabilir.
Herhangi bir gazetenin logosunda yer alan slogan tarzındaki ifadelerin ve diğer simgelerin neden tercih edildiğine yönelik üstünkörü bir yaklaşım ortaya konulabilir. O slogandan ve simgelerden hareketle bir çırpıda yeni çözümlemelere ve söylem analizine varılabilir. Mümkündür de. Bununla birlikte tarihsel derinliğini göz
ardı etmeden, kendi zamanı içinde ele alınarak yapılacak bir değerlendirmenin daha sahih ve ayakları yere sağlam basacak niteliklere açık olacağı ise muhakkaktır.
Bir gazete için güncel olana yaklaşımın ölçüsünü gösteren şeyi birinci sayfanın tasarlanma biçimi, manşet tercihi, haber dizimi, fotoğraf seçimi, fotoğraf altı yazıların üslubu gibi veriler oluşturuyorsa; aynı gazetenin daha genel olana yaklaşımını gösteren şey ise onun logosudur. Logo bir gazete için külli olana tutulan aynadır.
Onu aktüalitenin darboğazından, şartların zorlamasıyla girdiği koridorlardan çıkartabilecek yegâne varlıktır.
Okuyucu gündelik hayatın akışı içinde bu ayrıntıyı kaybetmediği sürece elinde tuttuğu gazete ile daha gerçekçi bir ilişki kurabilir, ilkeler üzerinden hareket ederek
gördüğü ve okuduğu şeyin neye denk geldiğini kavrayabilir. Logo, gazeteye açılan kapıdır. İdeolojilerin henüz canlılığını koruduğu ülkemizde, gazetelerin logoları,
bu açıdan oldukça mümbit bir zemin sunmaktadır. Bu gazetelerden birisinin Hürriyet gazetesi olduğunu söylemek ise kuşkusuz abartılı olmayacaktır. 1924 yılından bu yana kesintisiz şekilde yayınlanan Cumhuriyet gazetesinden sonra aynı başarıyı gösterebilen ikinci gazete konumundaki Hürriyet 1 Mayıs 1948’den bu
yana sürdürdüğü yolculukta sadece içerik olarak değil aynı zamanda logo tasarımı açısından da araştırıcısına argümanlar sunmaktadır.
Bu kapsamda 2012 yılında okumak için elimize aldığımız Hürriyet gazetesinin logosunda yer alan göstergelerin nasıl bir zeminde ve hangi amaçla oraya
yerleştirildikleri oldukça ehemmiyet kazanmaktadır. Hürriyet gazetesi merkeze konularak farklı kesimlerde dile getirilen söylemlerin içeriği ve iddiaların
boyutları düşünüldüğünde bu göstergelerin neye tekabül ettikleri ayrıca bir kışkırtıcı olmaktadır.
Bu çalışma Hürriyet gazetesinin logosunda yer alan göstergelerden her birinin oraya yerleştirilme serüveni üzerinde durmakta; o göstergelerin ne zaman
ve kim tarafından yerleştirildiğinden hareketle Hürriyet’in kimliği etrafında yaşanan tartışmalara bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.
Kuşkusuz; Hürriyet gazetesi uzun geçmişi, tanıklıkları, popülerliği, satış rakamları ve en yaygın ifadeyle söylersek sıradan olanla ciddi olan arasındaki sentez
başarısı yüzünden çok geniş bir tartışma zeminine sahiptir. Bu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle bu çalışma kendi alanını Hürriyet gazetesinin logosu üzerine odaklamakta ve bu çerçeveyle sınırlandırmaktadır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
149
Reklam ve Marka İletişiminde Arketip Kullanımı
Kübra ÖZMANSUR
İstanbul Üniversitesi, Halkla İlişkiler Bölümü, Doktora Programı
Freud ve Jung 19. yüzyıl Avrupa’sı romantik akımının temsilcileridir. Fakat iki psikiyatrist arasında belirgin farklılıklar söz konusudur. Freud pozitivizm, indirgeyici
bilimsellik ve Darwinizm’den etkilenirken Jung, bu yaklaşımları kabul etmeyerek psikiyatrinin saf kaynaklarına, yani romantizm ve tabiat felsefesine geri dönmek
niyetindeydi. Jung’un düşünceleri modern psikolojiyi insanın yüzeysel bir bilgiyle fark edebileceğinden çok daha fazla etkilemiştir. Psikolojik düşünceye en önemli
katkısı, -Freud’un ‘bilinçaltı’ kavramı gibi- yalnızca bastırılmış arzuların bir tür saklanma yeri olarak değil de bireysel yaşamın, egonun bilinçli, düşünen dünyası
gibi gerçek ve belli başlı bir parçası olarak gördüğü sonsuz, kapsamlı ve zengin ‘bilinçdışı’ kavramıdır. Onun öğretileri, patolojinin deneysel gerecini de göz önüne
almakla birlikte bir tür psikopatolojik değildir. Fakat kendi deyişiyle ‘İnsanlarla yeni bir bilimsel deneyin formülasyonu için öneri ve çabalar’dır. Bu deneyin de indirgenebileceği basit bir formül yoktur.
‘Analitik Psikoloji’ olarak adlandırdığı ekolün kurucusu olan Jung, çalışmalarını yalnızca kavramlar ve kuramlarla sınırlamamış, psikolojik tedavi alanında da özgün
yöntemler geliştirmiştir. Klinik çalışmalarının yanı sıra, toplumsal ve dinsel konulara ve çağdaş sanat akımlarına da eğilmiştir. Her ne kadar Jung kendini rasyonel
bir bilgin olarak görse de ilgisini yoğunlaştırdığı konular geleneksel bağlamda irrasyonel ve ezoterik olarak değerlendirilmiştir. Nitekim çalışmalarının bilimsellik
sınırının ötesine taşmasını pek kaygı verici bulmamıştır. Jung’un görüşüne göre insan psikolojisine yönelik topyekun rasyonel bir tavır geliştirmek tarihin yorumu
noktasında yeterli olmadığı gibi mantıklı da değildir.
Jung’a göre semboller kişilik gelişimini mümkün kılan çatışmaları çözümleyen ve zıt kutupların aşkınlığına imkân tanıyan doğal bir gelişim faktörüdür. Bu
yüzden Jung sembollerin psikolojik bir durumdan ötekine geçişi kolaylaştıran aşkın bir fonksiyona sahip olduklarını ileri sürmüştür.
Jung ekolünde kişiliğin tümü psişe olarak adlandırılır. Psişe, bilinçli ya da bilinçdışı, tüm duygu, düşünce ve davranışları içerir. Birbirinden farklı biçimde
çalışan, ancak birbiriyle etkileşim durumunda olan sistemlerden oluşur: Bilinç, kişisel bilinçdışı, toplumsal bilinçdışı. Bilinç, kişinin doğrudan farkında olduğu ve tanıdığı bir zihnin parçasıdır. Kişisel bilinç dışında ise ya bilince hiç ulaşmamış ya da bilince ulaştıktan sonra çatışma yarattığı için bastırılmış ve geri
gönderilmiş yaşantılar bulunur. Kolektif bilinçdışının içeriğiyse, insanın yaşamı süresince, hiçbir zaman bilinçte yaşanmamıştır. Kolektif bilinçdışı, Jung’un
birincil imgeler diye adlandırdığı gizli imgeler topluluğundan oluşur. İçinde doğduğu dünyanın genel bir imgesi, doğduğu anda insanın içinde vardır. Bizler
kendi soyumuza ait tipik deneyimlerimize imkan veren fıtri bir psişik yapıyı da beraberinde getiririz. Jung, herkesin psişik gelişiminde ve sosyal uyumunda özgül
bir rol oynayan bir takım arketipik unsurlarda söz etmiştir. Jung’un bakış açısına göre, bilinçdışı, bağımsız bir gelişim sürecinin sonucudur, bilinci tamamlar ve
evrensel ilk tasarımların, yani arketiplerin ortaya çıktığı bir alandır. Rüyalar bilinçdışına açılan en önemli kapılardır. Her insan aynı temel arketip imgelerine sahiptir
ve bazı arketipler kişiliğin oluşumunda çok önemli bir rol oynadıklarından Jung onlara özel bir yer verir: Persona, anima ve animus, gölge ve ben.
Bizler, farkında olalım ya da olmayalım tanıdığımız karakterler olarak bilinçaltımızda bulunan bu arketipleri kullanarak iletişim kurmaktayız. Bu anlamda “Hükümdar”, “Yetim”, “Babacan”, “Melek”, “Serseri” karakterlerinin hepsi birer arketiptir. Hepimiz bu evrensel karakterleri (arketipleri) nerede görsek hemen tanırız. Örneğin
“Kahraman” arketipi öykülerde, sinemada, tarihte, gündelik hayatımızın içinde karşılaştığımız bir karakterdir. Böylesine evrensel anlamlara sahip arketiplerin reklam ve marka iletişiminde kullanılmaması düşünülemezdi. Nitekim mesajlarını gerek bilinç düzeyinde, gerekse bilinçaltı düzeyde iletmeye odaklanmış olan kuruluşlar reklam içeriklerini arketipik unsurlarla zenginleştirerek, ortak bilinçaltımızın bu içeriklerinin hikayeleri ile izleyicilerine ulaşabilmektedirler. Bu çalışmada,
günümüz reklamlarında, etkin arketip kullanımlarına dair örnekler verilerek reklamlarda arketip temsilini yansıtan çözümlemeler yapılacaktır.
150
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
E-Ticaret Şirketlerinin Markalaşma Sürecinde İlan ve Reklamın Rolü Yemeksepeti.com Örneği
Samet ÜLKER - Deniz KURBAN
Arş. Gör., Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi
1990’lı yıllardan itibaren internet teknolojilerindeki gelişmelerin hız kazanmasıyla birlikte toplumsal yaşamda birçok değişiklik meydana gelmiştir ve zamanla bu
değişim ekonomik hayata da yansımıştır. Günümüzde ekonomik hayat adeta internet ortamına taşınmıştır. Bu bağlamda; yeni medya, dijital ekonomi, e-ticaret
gibi birçok kavram da literatüre girmiştir.
Kişi veya kurumlarca sunulan ürün ve hizmetlerin, e-ticaret sistemlerinin kullanımı ile alınıp satılması sonucunda oluşan kümülatif bir değer şeklinde ifade edilen
dijital ekonomi, internet üzerinden yürütülen tüm ekonomik faaliyetleri kapsayan, istihdamı ayrı, üretimi ayrı, tüketimi ayrı olan dev bir ekonomi haline gelmiştir.
Bu dev ekonominin en önemli araçları da şüphesiz yeni medya ve e-ticaret şirketleridir. E-ticaret ise kısaca insan-bilgisayar etkileşimiyle her türlü ürün/hizmet alım
ve satımını ifade etmektedir.
Artık ürün ve hizmetlerin reklam-pazarlama faaliyetlerinin ve tüm alım-satım işlemlerinin internet ortamında yapıldığı bir döneme girmiş bulunmaktayız. Bu
dönemde e-ticaret işletmelerinin önemi her geçen gün artmaktadır. Bu noktada internet ortamındaki fırsatları gören birçok yatırımcı e-ticaret şirketleri kurmakta
ve bu sayede sanal şirketler ardı ardına faaliyete geçmektedir.
Tabi doğal olarak e-ticaret şirketlerinin sayısının çoğalması bir taraftan rekabeti arttırırken diğer taraftan da internet ortamında faaliyette bulunan bu şirketlerin markalaşmaya olan gereksinimlerini de artırmaya başlamaktadır. Fiziki ortamda faaliyet gösteren şirketler gibi e-ticaret şirketleri de markalaşma
süreçlerine odaklanırken marka yönetimine de önem vermek durumundadır. Fakat sanal ortamın, fiziksel ortamdan ziyade kendine has özelliklerinin olması, e-ticaret şirketlerinin daha dikkatli bir markalaşma çalışması yapmasını gerektirmektedir. İnternette marka olmak fiziksel ortama kıyasla çok daha
kısa sürede gerçekleştirilebilmekteyken, müşteri memnuniyetini ve sadakatini sürekli olarak yüksek seviyede tutmak oldukça zordur. Bu sebeple marka
yönetimine özel önem verilmesi gerekmektedir.
E-ticaretin çok büyük bir ivme kazandığı günümüzde markanın belki de en önemli fonksiyonu reklamdır. Son derece hareketli olan ticari hayat içinde ilan ve
reklamın önemi göz ardı edilemeyecek derecede büyüktür. Markalı mal/hizmetler, reklam aracılığıyla üretildiği yerlerden çok uzak yerlerde bile tanınma ve
bilinme imkânına kavuşmaktadır. Tüketicilerin mal/hizmet alımı yaparken tercihlerini çoğunlukla markaya bağlı olarak yapmaları ve firma-müşteri ilişkilerinin
daha sağlam temellere oturtularak müşteri sadakatinin yaratılması konusunda şüphesiz reklam hayati bir öneme sahiptir.
Bu noktada bu çalışmanın amacı da, 2000’li yılların başından itibaren büyük pazar paylarına ulaşmış ve marka olmuş e-ticaret şirketlerinin Türkiye’deki en iyi örneklerinden biri olan yemeksepeti.com’un markalaşma sürecinde ilan ve reklamların önemini vurgulamaktır.
Bu doğrultuda öncelikle literatür taraması yapılarak, gelişen internet teknolojileriyle birlikte ekonomi ve ticaret hayatının gelmiş olduğu nokta belirlenecektir. Daha
sonra markalaşma kavramından hareketle, e-ticaret şirketlerinin ilan ve reklam faaliyetleri ile birlikte marka yönetimi konusundaki faaliyetleri yemeksepeti.com
örneğinde incelenecektir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
151
30
16.30-18.00
Oturum
C
Salon
Çağdaş İslam Felsefesi Tartışmaları
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Lütfi SUNAR
Kübra BİLGİN
İnsanî Yetkinleşme İçin “Toplumsallık” Ne Ölçüde Gerekli?
İslam Ahlak Felsefesi Üzerinden Bir Okuma
Cahid ŞENEL
Yeni Eflâtunculuk ve İslâm Felsefesi
Zahit TİRYAKİ
Geçmiş ile Gelecek Arasında: Çağdaş İslam Düşüncesinde
Gelenek Tartışmaları
İnsanî Yetkinleşme İçin “Toplumsallık” Ne Ölçüde Gerekli? İslam Ahlak Felsefesi Üzerinden Bir Okuma
Kübra BİLGİN
Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Doktora Programı
İnsan; doğasında bulunan özellikler bakımından bilfiil olarak var olmamıştır. Onun gerçek anlamıyla “insan” olarak varlık kazanması için tabiatı itibariyle sahip
olduğu özelliklerin işlevsellik kazanması gerekmektedir. İnsanın bir “beşer” olarak yaratılışında bulunan bu yapının başında onu diğer canlılardan ayıran ve aynı
zamanda insanı “yetkinleşme” konusu haline getiren “akletme” özelliği bulunmaktadır. İnsan “akletme” gücü sayesinde nazarî yetkinleşmenin ve bunun neticesinde
ortaya çıkacak olan amelî yetkinleşmenin muhatabı haline gelmektedir.
İnsanın varlık kazanarak hem bu dünyada hem de bedenden ayrıldıktan sonra “nefs” in sürekliliğinin sağlanmasının biricik vesilesi olan yetkinleşme meselesi;
Tanrı-insan ve insan-insan ilişkisinin de temelini teşkil etmektedir. Felsefe tarihi içerisinde pek çok filozofu meşgul etmiş olan bu mesele tabiatıyla İslam felsefesi
içerisinde de kendisine yer bulmuştur. Felsefenin, Fârâbî (950) tarafından “nazarî ve amelî hikmet” şeklinde ele alınmasının ardından, bu disiplinin konuları söz
konusu ayrım ekseninde şekillenmiş ve insanın “eylem”leri üzerinden gerçekleşecek olan “kemal”, ahlak felsefesi içerisinde ele alınmaya başlanmıştır.
Yetkinleşme meselesinin iki tarafından birini teşkil eden ahlak, öncelikli olarak kişinin şahsî planda erdemlerle donanması ve böylece insanî nefsin diğer nefis güçleri üzerinde hâkimiyetinin sağlanmasını hedeflemektedir. Bunun yanı sıra “tabiatı itibariyle toplumsal bir varlık” olan insanın içinde yaşadığı ortamdan bağımsız bir
şekilde değerlendirilmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple insanın “ahlaklanma”, dolayısıyla yetkinleşme serüveninin anlatıldığı İslam ahlak felsefesi içerisinde
“tedbîrul’l menzil/hikmetü’l menzilî ” ve “tedbîru’l mudun/hikmetü’l medenî ” kavramlarıyla ifade edilen aile ve devlet/toplum ahlakı da şahsî ahlakın devamı
olacak şekilde ele alınmıştır. İlk dönem İslam felsefe eserleri içerisinde dağınık bir şekilde yer alan bu yapı, İbn Miskeveyh’in (1030) müstakil bir ahlak eseri
olarak kaleme aldığı “Tehzîbü’l ahlak” içerisinde ele alınmış; daha sistematik formuna ise Nâsıreddin Tusî’nin (1274) “Ahlak-ı Nâsırî” adlı eseriyle kavuşmuştur. Kendisinden sonraki dönemin ahlak yazını üzerinde oldukça etkili olan bu eser, Adûdiddin el-Îcî’nin (1355) “Ahlak-ı Adûdiyye”adlı risalesi ile yaygınlık
kazanmış ve bu eser üzerine pek çok şerh yapılmıştır. İnceleyeceğimiz konuyu yukarıda saydığımız gerekçeler sebebiyle “Tehzîbü’l ahlak”, “Ahlak-ı Nâsırî”
ve bu yapının sonraki dönemdeki sürekliliğinin görülmesi adına “Ahlak-ı Adûdiyye” üzerine 15. yüzyılda yapılmış bir şerhi temel alarak irdeleyeceğiz. Bu
eserler çerçevesinde yapılmak istenen; hikmet-i hulkî (şahsî ahlak)’ın ev ve devlet ahlakı ile arasındaki irtibatın mahiyetinin tespit edilmesidir. Tebliğ şu
sorular ekseninde şekillenecektir: İnsanın bireysel olarak erdemleri kazanmasının zeminini teşkil eden aile ve devlet/toplum, tamamlanmış bir yetkinliğin
devamında ortaya çıkacak sahih bir oluşumu mu ifade etmektedir? Yoksa amelî hikmetin tam olarak elde edilmesi açısından aile ve devlet ahlakı, yapısal olarak
şahsî ahlakı “tamamlayıcı” bir işlev mi görmektedir? Bu üç yapının birlikte ve ayrılmaz olarak mütalaa edilmesi hangi ilkeye dayanmaktadır?
Çalışmada takip edilecek yöntem; incelenecek konu bağlamında her üç eserin öncelikli olarak erdem ahlakı, ev ve devlet ahlakı bölümlerini tahlil etmek ardından
aralarındaki irtibatın hangi zeminde teşekkül ettiğini tespit ederek her üç eserde bulunan farklılaşma ve sürekliliği incelemektir. Nihai olarak bu çalışmayla yapılması hedeflenen şey; ahlak felsefesinin; insanı yetkinleşmeye götüren önemli imkan alanı olan “güzel ahlak” sahibi olmayı, mezkûr üçlü yapı ile ne şekilde temin
ettiğini ortaya koymaktır.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
153
Yeni Eflâtunculuk ve İslâm Felsefesi
Cahid ŞENEL
Dr., İstanbul Üniversitesi, Felsefe Bölümü
İki asra yaklaşan bir süreçte İslâm bilim, düşünce ve kültürü üzerinde oryantalistlerin yapmış oldukları araştırmalar kendi standardında bir değer taşıyorsa da bir
milletin hayat kaynağı mahiyetindeki bu alanlarda son otuz-kırk yıl içerisinde Türkiye’de gerçekleştirilen çalışmalar, kendi kültür mirasımızla birebir yüzleşme,
temel kaynaklara inerek onları yeni baştan değerlendirip yorumlama açısından hayli mesafe kat edildiği memnuniyet verici bir husustur. İslâm felsefesine doğrudan ve dolaylı etkileri açısından Eflâtun ve Aristo’nun gerek eserleri gerekse sistemleri üzerinde önemli araştırmalar yapılmışsa da aynı düzeyde etkili olan Yeni
Eflâtunculuk hakkında yeterli çalışmaların yapıldığı pek söylenemez. Bu hususu aydınlatmak ve bir ölçüde bu ihtiyaca cevap vermek amacıyla Yeni Eflâtunculuğun
İslâm Felsefesine Yansımaları başlığı altında ve bir doktora tezi niteliğinde bir akademik çalışma ortaya koymuş bulunuyoruz. Bu çalışmada özellikle İslâm dünyasına Yeni Eflâtuncu filozof ve onların intikal eden eserleri üzerinde yoğunlaşırken, bir yandan da bu konudaki apokrif eserlerle yeterli karşılaştırmalar yapılmıştır.
Araştırmada Yeni Eflâtunculuğun doğuşu, kaynakları, temsilcileri ve gelişimi hakkında tarihsel bilgi verildikten sonra bu doktrinin İslâm Meşşâîlerine olan etkisi
üzerinde durulmuş ve bu bağlamda Kindî, Fârâbî, Âmirî, İhvân-ı Safâ, İbn Miskeveyh ve İbn Sînâ›nın, Tanrı, akıl, nefis ve sudur gibi söz konusu doktrinin omurgasını
teşkil eden problemler üzerinde mukayeseli araştırmalarda bulunulmuştur. Bundan sonra ise yukarıda belirttiğimiz temel dört problemden zât ve sıfat olarak Tanrı
ve Tanrı-âlem ilişkisi olarak da sudur problemine meşhur birer kelâmcı olan İbnHazm, Gazzâlî ve Şehristânî’nin yanı sıra klasik Meşşâîliğin son temsilcisi sayılan İbn
Rüşd›ün eleştirilerine de yer verilmiştir.
154
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
Geçmiş ile Gelecek Arasında: Çağdaş İslam Düşüncesinde Gelenek Tartışmaları
Zahit TİRYAKİ
Arş. Gör., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Felsefe Bölümü
İslam medeniyeti içerisinde ortaya çıkmış ilim ve düşünce birikimiyle içinde bulunduğumuz zaman diliminde bu birikimin nasıl yorumlanacağı, bu birikimle nasıl irtibata geçileceği meselesi günümüz İslam düşüncesinin temel problemini teşkil etmektedir. Bu problem bağlamında İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği tarafından, “İslam İlim ve Düşünce
Geleneğinin Günümüze Aktarılması” başlıklı bir proje yürütülmektedir. Proje, işaret edilen meselenin temel bileşenlerini ortaya koymak suretiyle bu gelenekle kurulacak sahih
ve verimli bir irtibatın yöntemlerini tespit etmeyi, önümüzdeki süreçte bu çalışmadan istifade ile konuya katkı yapmayı hedeflemektedir.
Proje kapsamında, çağdaş İslam ve Türk düşüncesinde konu etrafında oluşmuş literatürün değerlendirilmesi, tespit edilecek konular çerçevesinde alanında uzman isimlerin
sunumlarıyla şekillenecek atölye çalışması yapılması ve Cumhuriyet döneminde yayımlanan klasik eser çevirilerinden oluşan bir bibliyografyanın hazırlanması hedeflenmektedir. Ayrıca daha önce bu minvalde çalışmalar yapan kişilerin görüşlerini almak ve projenin sınırlarını net bir biçimde belirlemek üzere uzman isimlerle mülakatlar
yapılmaktadır.
Projenin ilk ayağını oluşturan literatür değerlendirmesi ise, 19. yüzyıldan günümüze gelinceye kadar İslam ilim ve düşünce geleneğiyle modern dönemde nasıl irtibat
kurulacağını mesele edinen Türkçe, Arapça ve İngilizce yazılmış kitap, makale, tez, dergi vb. türden yayınları incelemeyi, bu yayınların proje çerçevesinde durdukları yere
işaret etmeyi amaçlamaktadır. Projenin literatür değerlendirmesiyle ilgili bu kısmında, öncelikle İslam ilim ve düşünce geleneğinin içinde yaşanılan dönem için bir anlam
ifade edip etmediği, bir anlam ifade ediyorsa bu geleneğin bugüne nasıl aktarılacağı, bu geleneğe bugün nasıl işlerlik kazandırılacağı hususunda bugüne kadar yapılmış
çeşitli temel tartışmalar, sunulan proje ve teklifler, böyle bir teklifte bulunan temel isimler ve belli başlı akımlar ile bu isimlerin temel metinleri tespit edilecektir. Bu
tespit sürecinde Osmanlı sonu ve sonrası Türkiye’si, Mısır, Sudan, Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak, Tunus, Cezayir, Fas, Yemen, Libya, İran, Hint alt kıtası ve Pakistan gibi
coğrafyalara mensup düşünürler ve belli başlı akımların çalışmalarının neticesinde oluşan ilmi birikim dikkate alınacaktır. Üç dilde yapılmış belli başlı tüm çalışmaların tespit edilmesinin ardından bu çalışmaların İslam ilim ve düşünce geleneğiyle irtibat kurmak bakımından nitelikli bir kavrayışa sahip olup olmadıkları
soruşturulacaktır. Bu tecrübelerin geleneği sağlıklı bir yorumlamaya tabi kılıp kılmadığı, bu yorumların çağdaş Türk düşüncesindeki yansımalarının kendi içinde
tutarlı bir yapı arz edip etmedikleri irdelenecek, söz konusu yaklaşımların görüşlerini ortaya koyarken ilkesel ve bütünlüklü bir yaklaşım sergileyip sergilemedikleri mesele edinilecektir. Bu sunum, söz konusu proje kapsamında şu ana kadarki süreçte ulaşılmış bazı bulguların paylaşımını amaçlamaktadır.
Buna göre Müslümanların kendi ilim ve düşünce gelenekleriyle irtibat kurmak bağlamındaki düşünceleri, on dokuzuncu yüz yılın başlarında batıyla temasın neticesinde etkisini yakıcı bir şekilde hissettikleri Müslümanların Avrupa karşısında geri kaldıkları düşüncesinin kabulüne ve bunun nedenlerine ilişkin soruşturmalara kadar
uzanmaktadır. Bu soruşturmaların neticesinde mantık, felsefe, kelam, tefsir, hadis, fıkıh vb. bütün disiplinlerde bir eski-yeni tartışmasının başladığı ve en temelde üç farklı
tavrın ortaya çıktığı görülmektedir. Bu tavırlardan ilki, İslami dünya görüşünden sıyrılarak batılı dünya görüşüne tabi olmak gerektiğini savunurken, ikincisi bunun aksini
savunmakta ve İslam düşünsel mirasına, İslam medeniyetinin parlak geçmişine yönelmek gerektiğini iddia etmektedir. Bir üçüncü tavır ise bu iki hat arasında telife gitmeye
çalışarak uygulamada ve pratikte batılı bilginin takip edilmesiyle birlikte teorik olarak İslam dünya görüşünün muhafaza edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla bir
örnek olarak zikretmek gerekirse geleneksel İslamcılar, selefi reformculuk, modern İslamcılar, batıcı reformistler gibi çokça kullanılan tasniflerin yukarıda zikredilen hatlar
arasında salındıkları, tarafların ağırlık verdikleri yöne doğru geleneği yorumlama noktasında farklılaştıkları görülmektedir.
Daha alt düzeyde ise, bir gelenek fikrinin düşünce için önemli olduğuna inanmakla birlikte dönülecek geleneğin İslam ilim ve düşünce geleneğinin hangi dönemi, hangi
yapısı olduğu noktasında farklılaşmaların oluştuğu görülmektedir. Bir grup dönülmesi gereken dönemin asr-ı saadet, kaynakların Kuran ve sünnet olduğunu, bir başka
grup dönülmesi gereken dönemin hicri ilk üç-dört asrı kapsayan temel İslami ilimlerin teşekkül devri olduğunu, dönülmesi gereken hakiki geleneğin ise İslami-dini ilimler
olduğunu, bir başka grup dönülmesi gereken zamanın hicri ilk üç-dört asrı kapsayan ve altın çağ olarak ifade edilen parlak döneme tekabül eden İslam felsefi düşüncesinin
teşekkül devri olduğunu zira sonrasında İslam dünyasında düşünsel faaliyetin durduğunu düşünmektedir. Gazzali sonrası İslam düşünce geleneğinin bütüncül yapısına vurgu yapıp, orada ulaşılan yeni sentezden hareketle İslam ilim ve düşünce geleneği ile irtibat kurmayı, oradan hareketle yeni bir düşünsel etkinlik gerçekleştirmek gerektiği
şeklindeki tavrı da son zamanlarda ivme kazanan başka bir yaklaşım tarzı olarak zikredebiliriz. Fakat her halükarda tasniflerin itibari bir karakteri olduğu, belirli bir akım
altında sınırlandırılamayacak bağımsız düşünürlerin varlığına da dikkat çekilmelidir.
Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi
1 Temmuz Pazar
155
Düzenleyen Kuruluş
Katkıda Bulunanlar
Ana Sponsor
Download