ANKARA BAROSU

advertisement
ANKARA BAROSU
ESKİÇAĞ UYGARLIKLARINDA HUKUK
“ANTİK YUNAN-ROMA HUKUKU”
Oturum Başkanı: Av. Hatice KAYNAK
03.04.2009
----&---OTURUM BAŞKANI (Av. Hatice Kaynak)- Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Roma Hukuku Bölümünden hocamız Nadi Günal, Dil Tarih Coğrafya
Fakültesinde Arkeoloji Bölümünden hocamız Serdar Hakan Öztanel ve Av. Argun
Bozkurt; buyurun.
Geçen yıldan bizi izlediyseniz, ilk çalışmamıza geçen yıl 5 Nisanda
başlamıştık. Frig, Sümer ve Asur uygarlıklarında hukukla ilgili bir panel düzenlemiştik.
Daha sonra da buna ilişkin bir sergi ve kitap çalışmamız olmuştu. Bu yıl buna devam
etmek istiyoruz. Bugünün yaşayan hukuk’a nasıl ulaştığımızı, hem yazılı hukukumuz
hem sözlü hukukumuzun nasıl oluştuğunu görmek açısından ikincisini düzenlemeyi
düşünmüştük.
Başlayacağımız konu, aslında Hitit, Sümer ve Asurlardan sonra Anadolu’da
yaşayan çok büyük bir uygarlık, Yunan Uygarlığı var. Roma Hukukunun da belki
temellerini oluşturan birtakım çalışmalar, belgeler, kanunlar, anlaşmalar Yunan
hukukundan da çok etkilenmiş. Yunan hukuku daha çok mitler üzerine kurulmuş,
mitolojik öğeleri çok fazla. “Yunan Hukuku ve Mitoloji” konusunda bize Argun Bozkurt
bilgi verecek.
Buyurun Argun Bey.
Av. ARGUN BOZKURT- Çok teşekkür ediyorum. “Antik Yunanda Hukuk ve
Mitoloji” konulu konuşmama başlamadan önce hepinizi sevgi ve saygılarımla
selamlıyorum.
Konuşmama mahkemeler ve önemli hukukçulardan bahsederek başlamak
istiyorum. Antik Yunan toprakları, kuzeyde Makedonya’dan güneyde Girit’e kadar
uzanan, Anadolu’muzun Ege Kıyılarını da kapsayan bir coğrafyadır. Aslında pek de
büyük olmayan coğrafya, daima insanlığa yol göstermiş, önemli uygarlıklara ev
sahipliği yapmıştır. Bu topraklarda adalet son derece önemsenmiş, günbegün
geliştirilmiştir.
2
OTURUM BAŞKANI- Heyecanıma verin lütfen, ilk defa Oturum Başkanlığı
yapıyorum.
Tiyatronun
heyecanıyla
Başkanımıza
açılış
konuşması
yapmayı
söylemeyi unuttum. Çok özür diliyorum.
Buyurun.
Av. ARGUN BOZKURT- Evet, Antik Yunanda adalet üzerine yazılanlar, adalet
için yapılanlara geçmeden önce, isterseniz Antik Yunandaki mahkemelere kısaca bir
göz atalım.
Antik Yunanda mahkemeler açık havada, “agora” denilen halka açık bir
alanda, sütunların bolca olduğu bir galeride kurulurdu. Agora, halkın bir araya gelip
toplandığı yer anlamını taşır. Burası siyasi, idari, sosyal, ticari ve iş hacmi
bakımından kentin merkezini oluşturur. Tüm amaçlara hizmet veren düz ve açık bir
alandır. Agoranın etrafında halkı güneş ve yağmurdan koruyan üstü örtülü, sütunlu
galeriler yer almaktadır. Bu alanlara ise “stoa” denir. Stoa bağımsız bir yapı
görünümündedir. Kent meclisi veya mahkeme burada toplanır, yine resmi belgeler
stoada saklanırdı. Agora duvarlarında emirnameler, yasalar kazınır ve ilan edilirdi.
Halk, yasaları ve hükümdar emirlerini bu duvarlara kazınan metinlerden öğrenirdi.
Örneğin, Gümrük Kanunu bu duvara kazınır, şehre gelen tüccarlar verecekleri
vergileri veya vermesi gereken beyanları buradan öğrenirlerdi.
Atina’da meslekten yargıç yoktu, din ve devlet hukukuyla uğraşan areopagos
yargıçlığı bir yana, öbür bütün davaları kurayla seçilmiş yargıçlar görürdü. Böylece
seçilmiş yurttaşlar belli bir süre için ve değişik zamanlarda, sıra kendilerine geldikçe
yargıçlık görevini yerine getirirdi. Atina’da savcılık kurumu da yoktu, ancak herhangi
bir yurttaş kolayca bir başkasını suçlayabilirdi. Antik Yunan’dan bu yana önce
suçlama, yani iddia dinlenir, daha sonra suçlanan kişinin savunması alınırdı.
Duruşma başladıktan sonra ise mahkemeye hiç kimse, hatta duruşmaya geç kalan
yargıçlar bile alınmazdı. Yargılama ayrıcalıklı bir işti. Mahkemelerin fiziksel durumları
kentin kalitesini ortaya koyardı. Antik Yunan’da adliye, saflığın, temizliğin sembolü bir
yer olarak kabul edilmekteydi.
Duruşma başlamadan önce taraflar bir görevli tarafından, yargılama sırasında
duruşmanın disiplinini bozucu davranışlardan kaçınmaları, acı sözler söylememeleri,
duruşma sonrası sakince uzaklaşmaları konusunda uyarılırlardı. Konuşmacıların
konuşma süresi birkaç saati bulabilmekteydi. Yargıçlar dışında mahkemede jüri
3
üyeleri de olurdu, jüri üyelerinin oy pusulaları vardı. Oy pusulaları iki çeşitti: Ortası
dolu olanın anlamı “suçsuzdur”, ortası delik olanın anlamı ise “suçludur” şeklindeydi.
Hâkimler, jüri üyelerinden topladıkları oy taşlarını bir kupaya atarlardı. Bu iş için
mahkemenin kullandığı iki çeşit kupa bulunmaktaydı. Bunlardan ilki beraat kupası,
diğeri ise mahkûmiyet kupasıydı. Ayrıca kum saati, taraflara tanınan konuşma
süresini ölçmek için kullanılırdı. Hâkimin taraflara verdiği süre bu kum saatiyle
ölçülmekteydi.
Ateş
yakılarak
defne
dalı
buhurunun
mahkeme
alanında
dolaştırılması, yargılamanın bir diğer ritüeliydi. Ayrıca, duruşmalardan önce
mahkeme alanı özenle yıkanır ve temizlenirdi.
Antik Yunan mahkemelerinde başka fikirler ve objeler de yer almaktadır. Bir
kurt heykeli olan Likos, Antik Yunan’ın adalet mitlerindendir, mahkemenin saygı
gösterdiği bir varlıktır. Ayrıca, Antik Yunan’da mahkeme açılışında dua edilirdi. Bu
duada, “Ey geleceği gören yüce Apollo, izin ver de uğurlu olsun, kurulan bu
mahkeme kendi kapısının önünde” şeklindeydi.
Aristofanes’in kaleme aldığı “Eşek Arıları” (yani yargıçlar), MÖ. 422 yılında
sahnelenmiş
bir
yapıttır.
Aristofanes,
bu
komedyasında
Atina’nın
adalet
mekanizmasıyla alay eder. O zamanlarda demagog ve savaştan yana olanlar,
yargıçları kendi siyasi çıkarları uğruna kullanırlardı. Sıradan insanlar, Spartalılarla
işbirliği yapmakla suçlanır ve insafsız yargıçlar tarafından çok ağır biçimde
cezalandırılırdı. Yargıçlar, kararlarını balmumu tabletler üzerine sivri bir kalemle
yazdıkları için, Aristofanes o kalemleri eşek arılarının iğnelerine benzetmiş, bu
oyunuyla Atina halkını aydınlatmak, uyarmak istemiştir.
Hitabet gerçek bir sanattır Atina’da. Büyük hatipler tüm Yunanistan’da tanınır.
Antik Yunan topluluğunda herkesin düşüncesini kabul ettirmek ya da davasını
savunmak bakımından söz alıp konuşabilecek yetenekte olması istenirdi. Gerçekte
ise çoğu zaman profesyonel bir kişi, bir logopraphos, müşterisinin yapacağı
konuşmayı hazırlardı.
Antik Yunan’da yasa koyucuların çabası bir yüzyıla yayılmıştır. Likurgos
yasaları Antikçağın önemli bir ütopyasıdır, ama aynı zamanda tarih boyunca bütün
ütopyaları da önemli ölçüde etkilemiştir. Likurgos, Milattan önce 9. Yüzyılda
toplumsal
düşünmeye
cevap
aramak
amacıyla
medeniyetin
beşiği
Mısır’ı,
Ortadoğu’yu ve Girit’i dolaşıyor, toplumları inceliyor, sonra dönüp öğrendiklerini
4
ülkesine uyguluyor. İşte Likurgos yasaları ve Sparta toplum yapısı böyle ortaya
çıkıyor. Antikçağın bütün tarihçileri ve filozofları; Platon, Heredot, Aristoteles ve
diğerleri, eserlerinde mutlaka Sparta’dan bahsetmişlerdir, Likurgos yasalarını
kaybedilmiş güzellikler olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, hatırlıyorum, ilkokul veya
ortaokul yıllarında Spartalıların hırsızlığı övdüğü ve hırsız yetiştiren bir toplum olduğu
yönünde bilgilendirilmiştim. Hatta itiraf edeyim, Spartalılarla Ispartalıları çok uzun
zaman aynı toplum ve coğrafya olduğunu zannettim.
Siyaset ve hukuk adamı Likurgos ve Sparta hakkında yapılan bu
değerlendirmeler son derece isabetlidir. Sparta devrimi, 2500 yıl önceki bir aydının
sergilediği yüksek siyasal bilinç açısından çok çarpıcıdır. Likurgos yasalarıyla
Sparta’ya getirilen düzen, mutlak mülkiyet eşitliği, kadın-erkek ortaklaşalığı, israfı
dışlayan kanaatkârlık ve mütevazı yaşam anlayışı ve en önemlisi, kolektif yönetim
sistemidir. O dönemde kurulan bu sistem, 2500 yıl sonra bugün bile hâlâ bir
ütopyadır.
Antik Yunan’a damgasını vuran bir başka yasalar demeti, Drakon kanunlarıdır.
Drakon kanunları, zalim karakterli kanunlardı. Klanların ilkel adetlerinin bir toplamıydı.
En küçük bir hırsızlığın bile ölümle cezalandırıldığı bu kanunlar için “Mürekkeple
değil, kanla yazılmıştır” denilir.
Solon ile siyasal devrim denilen şey yaşanmıştır. Solon’un kurduğu rejim ilerici
bir rol oynar. Anayasaya yepyeni bir öğe girmiştir: Özel mülkiyet. Yeni mevzuata göre
yurttaşların hakları ve görevleri, varlıklarının ölçüsüne göre belirlenmiştir. Bu yasalara
göre artık borçlu olması nedeniyle hiç kimse köle yapılamayacaktır. Efialtes
döneminde “hilia” adlı yüksek mahkeme, anayasayı koruma yetkisiyle donatıldı. Halk
meclisine sunulan herhangi bir önerinin kanuna aykırı olduğunu herkes ileri
sürebilirdi. Dava helia’nın önüne gelirdi. Mahkeme iddiada bulunanı haklı görmüşse,
kanun tasarısını kaleme alan, para cezasına çarptırılırdı. Olağanüstü bazı
durumlarda ise bu yasa tasarısını gerçekleştiren kişi ölüme mahkûm dahi edilebilirdi.
İddia dayanaksız ise, onu ileri sürenler para cezasına çarptırılıyordu.
Antik Yunan’da savunma örgütüyse oldukça parlak bir görünüm sergilemiştir.
Antik Yunan’da savunmanlara “sinagore” ismi verilmiştir. Bunlar, önce sanıkların
yakınlarıydı. Daha sonra dışarıdan da başka kişilere savunma hazırlama hakkı
verirdi, bunlara “legoraf” denildi.
5
Atina Barosunun tarihi çok eskidir. 2500 yılı aşkın bir süre önce nefes almaya
başlayan Atina Barosuna ait disiplin kurallarından bazıları şöyledir: Ana-babalarına
saygısızlıktan cezalandırılanların, yasal görevlere katılmayı reddedenlerin, ahlaka
aykırı işlerle uğraşanların, miras yoluyla kendisine geçen serveti sorumsuzca
harcayanların,
sefahat
yerlerinde
görülenlerin
savunmanlık
yapamayacakları
düzenlenmiştir. Antik Yunan’da ünlü avukatların başında Demostenes gelir.
Demostenes, hem iyi bir hukukçu hem de iyi bir siyasetçiydi; çok güzel konuşurdu,
ünü bütün ülkeye yayılmıştı, başı derde girenler onun kendisini savunmasını isterdi.
Demostenes, bu yoğun talepleri karşılayamaz hale gelmişti. Ülkenin dört bir yanına
giderek avukatlık yapmak oldukça zordu. Bunun üzerine, kendisine müracaat
edenlere parası karşılığında yazılı savunmalar hazırlamaya başladı. Demostenes bu
yolla çok büyük servetler elde etmiştir.
Antik Yunan’da Solon da iyi bir avukat olarak ün salmıştır. Atina Barosunun
meslek kurallarını oluşturanların başında geldiği gibi, ülke ve insanlık tarihine
damgasını vuran ve kendi adıyla anılan Solon kanunlarını da kazandırmıştır.
Antik Yunan’da hukuk mitolojisiyle konuşmamı sonlandırmak istiyorum. Az
önceki oyunda birçok karakterler gördük, oldukça da etkilenmiş bulunuyoruz. Çünkü,
mitoloji çok etkileyici ve beni çok uzun yıllardır etkileyen bir disiplin, o yüzden burada
da buna yer vermek istedim.
Bu bölümde adalete, insanın suç işlemesine, aklanmasına, cezalandırılmasına
veya insanın savunmasını üstlenen mitolojik varlıklara değineceğim. Mitolojiye göre
suç işleyen ölümlü, yani insan, Tanrının gazabından kurtulmak için bir başka Tanrıya
sığınabilir. Bu durumda Tanrılar arasında anlaşmazlık çıkardı. İnsanı cezalandırmak
isteyen Tanrı ile insanı korumaya çalışan Tanrı kıyasıya mücadeleye girişirlerdi. Olay
büyüdüğündeyse, Baştanrı Zeus olaya el koyar. Çoğu zaman da tanrılar arasında
doğan anlaşmazlığı çözmek için “areopej” denilen tanrılar mahkemesi kurulur, son
söz bu mahkemenindir.
Mitoloji efsaneler demetidir, ama nasıl olmuşsa, binlerce yıl sonraki kurumları,
sıfatları, unvanları, hatta meslekleri, 2000-3000 yıl öncesinde ortaya koymayı
başarabilmiştir. Gerçekten de Temis, Adalet Tanrıçası olarak mahkemelere başkanlık
yapardı. Nemesis savcı gibi hareket ederdi; cinayet suçlularının cezalandırılması için
didinir, öç onun en temel görevi olmaktaydı, bu haliyle günümüzün savcısıydı.
6
Erinisler, Nemsis’in polisi veya jandarmasıydı, cinayet suçlusunu takip edip
dururlardı. Hekate vardı, bu bilirkişilik yapardı, yargıçlara akıl verirdi. Litailer,
mitolojide avukatı temsil ederlerdi. Ate ise, Suç Tanrısıydı, insanları suça doğru iterdi.
Hades ise, öteki dünyanın yargıcıdır, ölen ve yanına gelen kişiyi sorgular, yaşarken
işledikleri suçlarla iyiliklerini mukayese eder. Masum çıkarlarsa sonsuza kadar huzur
içinde uyumalarına karar verir; suçlu çıkmaları halinde ise sonsuza kadar işkenceler
içinde kıvranma cezasına çarptırırdı.
Zeus, yeryüzü ve yeraltındaki verilen bu
kararları denetler; bazılarına ses çıkarmaz, bazılarını ise değiştirir, tam bir temyiz
mercii gibi hareket ederdi.
Sözlerimi Homeros’un “İlyada” yer alan ve mitolojik avukat tanrıçaları, yani
litaileri anlatan bir şiirle noktalamak istiyorum.
Gün olur yanılır, suç işler insanlar
Güzel adaklar sunularla yalvarırlar
Kurban yağlarıyla yumuşatırlar tanrıları
Ulu Zeus’un kızlarıdır yalvarılar. .
Topal, yüzleri buruşuk, gözleri şaşı
Koşarlar suçun arkasından dertli dertli
Ama güçlüdür, çevik ayaklıdır suç
Yalvarılardan çok önde gider
İnsanlara kötülük ede ede dolaşır yeryüzünde
Yalvarılarsa yetişir, kötülüğü düzeltmeye kalkarlar
Dinlerler kendilerine saygı gösterenleri
Onlara yardım ederler canla başla
Kulak asmayan olursa yalvarırlar Zeus’a
Suç takılsın ona, ettiğini bulsun derler.”
Çok teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Argun Beye biz de çok teşekkür ediyoruz.
Yunan hukukuna kısa bir bakış yaptıktan sonra, yine bu topraklarda yaşayan
diğer bir hukuk, onun arkasından gelen hukuk olarak Roma hukukuyla karşılaşıyoruz.
Roma hukukunu anlamak için herhalde bir Romalı vatandaş nasıl yaşıyordu,
kimlikleri nasıldı, ne tür ilişkiler, ne tür hukuklara doğurdu, bunu anlayabilmek için Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümünden Hocamız Prof. Dr. Ömer Çapar, “Bir
7
Dünya Devleti Olarak Roma ve Romalı Kimliği” hakkında bize bilgi verecek. Buyurun
hocam.
Prof. Dr. ÖMER ÇAPAR (Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
Öğretim Üyesi)- Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Hoş geldiniz değerli konuklar.
Şimdi ben tarihçi oldum, tabii tarihi bilgiler bekliyorsunuz benden. O bizim
modern yanılgımız, tarih denildi mi geçmişten birtakım öyküler anlaşılıyor yahut
içinde yaşadığımız sahada. Hayır, o değil, tarih güncel, gerçekleri anlatıyor; hatta
yapılan, edilen, düşünülen şeyleri anlatıyor, bizi bize anlatıyor. Yani, geçmiş bir
dünyadan veya çağdaş bir dünyadan birtakım haberleri iletmiyor bize, öğretmenlik de
hiç yapmıyor, sadece bize kendimizi tanımamız gereken noktalardaki örnekleri ortaya
koyuyor tarih, bu kadar. Böyle olunca, tarihin geçmiş dönemlerinde karşımıza çıkan
ve gerçek anlamda bugün içinde hâlâ önemli anlamlar taşıyan bir yapısını; siyasal
yapı, kültürel yapı, bir dünya yapısı diye karşımıza çıkan koskoca bir âlemden söz
edeceğiz. Bunu tabii tüm ayrıntılarıyla vermek olası değil, ancak satırbaşlarıyla
söyleyeceğim.
Bu dünya bize devlet, birey ve toplum ilişkileri bağlamında nasıl bir manzara,
nasıl bir fotoğraf sergiliyor? Çünkü, hâlâ pek çok yapıp edilenler bugün bizler
tarafından da tekrarlanıyor, şu veya bu şekilde farkında değiliz. Bu tabii öyle veya
böyle bu Romalı varlığının yapısının önemini çok fazla büyütmüyor, çünkü aslolan,
güncel olan, yeni olandır, ama kabul etmemiz gerekir ki hâlâ çıkmazlarımız var. Birey
olarak, çağdaş insan olarak, devlet olarak çıkmazlarımız var ve geçmişin deneyleri de
adeta bir insanlık laboratuarı gibi öyle veya böyle bize bu unutulup geçilen, kulak ardı
edilen pek çok örnekler sergiliyor.
Lafı uzatmadan şunu söylemek istiyorum: Uzun bir yaşanmışlıkla karşı
karşıyayız; bu hem bireysel anlamda, hem toplumsal, hem devlet anlamında. Bin yılı
aşkın bir siyasal egemenlik düşünün ki, tüm Akdeniz, o zamanın bilinen yegâne
dünyası, ileri bir dünya, mükemmel, yaratıcı, üretici bir dünya var karşımızda. Niye
dünyanın başka yerinde değil de kesinlikle Akdeniz’de? Bunun bir anlamı var ve
açıklanabilir bir olgudur bu. Bu zincirin son halkası da Romalılar oluyor, çünkü
Romalılar bize bir şeyleri bulup ortaya koymuyor, icat da etmiyor, bilinenleri taşıyor ve
bugünkü modern Avrupa’yı Avrupa yapıyor. Zincirin son halkası dediğim zaman öyle
8
anlaşılmalı; yayıyor, tarihte öyle bir işlevi, misyonu var. İnsanlığın engin tüm
kültürlerini zincirin son halkası olarak bugünkü modern Avrupa’nın bağrına taşıyor
Roma, çok şeyler borçlu insanlık. Bu büyük yapının büyüklüğü, uzun ömür
sürmesinden dolayı değildir. 1200-1300 yıla yakın yaşamışlık, siyasal egemenlik,
dünyada başka bir örneği de yoktur. Tüm Akdeniz dünyasını; Atlantik kıyılarından
Fırat boylarına varıncaya değin, Rusya steplerinden sahra içlerine Arabistan da dahil
olmak üzere, bu topraklarda çok uzun yaşaması onu büyük yapmaz. Asıl önemli
olan, herhalde kendi yapıp ettikleridir, çünkü Romalı “Historia” dediği zaman, Batı
dillerine geçen terimiyle, öyküleri söylemez, öyle de bir tanımlaması yoktur. Onu
Grekler söylerler, “Historein” derler, “esatir” kelimesi de dilimize oradan geliyor zaten.
Öykü anlamı biz çağdaş insanlara yanlış olarak oradan geliyor.
Romalının tarih dediği kelime, “Reskeste”dir, anlamı da yapılan işler demektir.
Tarih, yapılan işler demektir, insanın yapıp ettiği işler demektir, eylem demektir,
dinamizm demektir. Bakınız, bu bakımdan eski Grek’ten ayrılır. Eski Grek soyutu çok
sever, genellemelere bayılır, bir şeyden bir şey çıkarsa, bunda da oldukça
yeteneklidir. Ama, kabul edelim ki Romalı tipi çok farklı bir tiptir, o yapıp etmeyi çok
sever; pratiktir, iş yapmayı çok sever, düşünce yaşamı fazla derin değildir. Bunu da
ona böyle bir karakter kazanmasında olanaklı kılan şey, kabul edelim ki üzerinde
oturduğu topraklardır.
Önce İtalya, İtalya’nın içinde küçük bir şehir Roma, sonra geniş İtalya, sonra
Batı Akdeniz, Doğu Akdeniz. Şunu söylemek istiyorum: Bütün hayatı didinmekle geçti
bu insanlığın. Sürekli olarak hareket halindedir, düşünmeye vakti yoktur. Tabirimi
mazur görün, şu veya bu şekilde tabii düşünüyor, ama öyle bir şekilde kendisi de
karar vermiş değildir buna, yani “Ben dinamik olacağım, eylem insanı olacağım” diye
kafasında daha önceden tasarlanmış bir düşüncesi yoktur. Dış çevrede gelişen
olaylar onu öyle bir canlılığa, hareketliliğe itmiştir, bir görev vermiştir. Küçücük bir
Roma, İtalya’da egemenlik ortaya çıkarken, hani sayısı yüzlerce demeyeyim, ama
pek çok topluluk tarafından kuşatılmış, güvenlik kaygısı çok önemli. Yani, o hareketin
başlangıcı odur, önce güvenliğini sağlamak çok önemlidir.
Düşünebiliyor musunuz, İsa’dan önce 8. Yüzyılda, İtalya haritasında daha
nokta bile değil. Doğuda büyük devletler var, imparatorluklar var. Mesela, doğunun
Romalısı denilen Asurlular var; Anadolu’dan tut, İran içlerine kadar. Onların
9
zamanında Roma İtalya’da küçücük bir nokta. Aşağı yukarı 200-250 yıl sonra
İtalya’nın siyaseten işi bitmiştir. Bakınız, siyasi birlik kurar. Bunun da nitelikleri,
ilkeleri, amaçları vardır. Böyle bir siyasi birlik nasıl kurulur? Çok önemlidir. Bunu
soyut genellemelerle, hayallerle falan değil, yapa ede, deneye sınaya, bunlardan bir
sonuca vararak ortaya koyacaktır Romalı. Nasıl başaracak bu siyasal birliği? Bugün
dahi başarılamıyor. Bırakınız bütün Akdeniz’de, Doğu Akdeniz’in küçük bir köşesinde
başarılamıyor. Bütün dünyada bunu başardı, iki şey, bunun alt unsurları vardır tabii:.
Bunlardan biri hukuk. İkincisi dil, Latin dili. Bugün dünyanın her yerinde konuşulur,
Güney Amerika’dan tutun da şeylerine varıncaya kadar, İç Asya hariç. Sonra bütün
bunları tamamlayan maddi, büyüklük hissi uyandıran yatırımlar. Romalı her yaptığı
işte bir görkemlilik, insanın hafızasını, düşüncesini şaşırtan ululuk, büyüklük ortaya
koymuştur. Anadolu’yu dolaştığınız zaman Grek yapılarına bakın, Roma yapılarına
bakın. Biri çok nazik, incedir, güzeldir, o güzelliktir, güzelliğin simgesidir, o Grek
yapısıdır, hemen tanırsınız. Bu tarafa geçin, baktığınız zaman, kaba demeyeceğim,
büyük, o Romalıdır, onu hemen tanırsınız, hangi yapı olursa olsun.
Romalı dersek de, o büyüklüğü durup dururken yine rastlantısal olarak ortaya
koymadı. Çünkü, ağır bir görevi var, bu görevi etrafında gelişen olaylar ona empoze
etti, asla istemedi Romalı böyle bir şey. Hep “Acaba ortadan kaldırılabilir miyim?”
kaygısı, korkusu, endişesi o güvenlik duygusunu aşırı pompalamıştır. Bu onu
İtalya’nın ele geçirilmesine götürür. Musollini’ye kadar milli birlik yoktur İtalya
tarihinde, tarihin her döneminde. İtalya’yı ele geçiren bir Romalı kuvveti bu sefer
kendini Akdeniz’de güvensiz gördü; “Acaba yutulur muyum, ortadan kaldırılır mıyım?”
Aşağıda Kartacalıllar var Afrika kıyılarında, büyük bir deniz devleti, ekonomik
bakımdan zengin. “Acaba beni haritadan siler mi?” korkusu onunla çatışmaya
götürür. Doğuda Büyük İskender’in arkasından gelenler var. Her biri bir dudağı yerde
bir dudağı gökte Doğunun büyük devletleri, yapıları gelişmiş kültürler, “Bunlar beni
yutar mı?” acaba falan düşünceleri, bütün gün kafasında, sokaktaki adamından
yöneticisine kadar, Roma’yı çok hareketli ve saldırgan politikaya itmiştir. Romalı tüm
yaşamında durmak bilmedi, onun en belirgin niteliği odur.
Yalnız, kabul edelim ki bu genel görüntü, yani fotoğrafın dış yüzü şu veya bu
şekilde çok yanıltıcıdır, çünkü onun içerisinde çok daha etik olan bazı karakter
özellikleri vardır Romalının. Romalı bir defa öyle anlaşılıyor ki her şeyden evvel sert
10
bir insan. Bu sertlik asla bir vahşilik anlamında değil, kararlılık anlamında söylüyoruz.
Herhangi bir şekilde kısa sürede düşündüğü ve sonucunda ortaya koyduğu işlerde
aşırı bir direngenliği vardır, yani inatçılığı vardır; vazgeçmez, kesin kararlıdır, sonuca
varana kadar hiçbir şey onu hedefinden saptıramaz.
Roma, tarihinde pek çok kez uçurumun kenarına gidip dönmüştür. Bir örnek
vereyim, daha iyi anlaşılır: Roma’nın Kartaca savaşlarında Kartaca Ordu Komutanı
Haniball’den bir darbe yedi ki; dört tane savaş yaptı Haniball’e, bunlardan bir
tanesinde, Trebie Savaşı diye, senatonun yarısı gitti. Ne demek senatonun yarısı
gitti? Devlet politikasını formüle eden, projelendiren kafalar gitti, yarısı gitti. Gençlerin
de yarısı gitti, sadece kadınlar ve çocuklarla ayakta kalmak gibi karşı karşıya bir
olayla; silinmedi, ortadan kaldırılmadı, maddi, manevi ne varsa döktü ortaya. Yani,
“Bizim varlığımızı sonlandıracak etrafımızda pek çok kuvvet vardı, biz bunlara karşı
ayakta durmalıyız.”
Tabii kabul edelim ki Romanın bir başka yanı ortaya çıkar burada: Ne kadar
ileride ekonomik bakımdan gelişse de hep asker ve çiftçi olarak kalmıştır Romalı.
Bizans’a kadar, o da dahil tabii, o da Roma’nın kültürel bakımdan devamı, siyasi
bakımdan da devamıdır, hiçbir zaman Bizanslılar kendilerine “Biz Bizanslıyız”
demediler, öyle bir şey yok, bu biz tarihçilerin ayırdığı bir şey, “Ben Romalıyım” der
Bizanslı. Justinyanus bile “Ben en iyi Romalıyım” dedi, “Egosum Romanus” diyordu
o. Bütün yazılarında “Romalıyım” der.
Bizans uydurma, bizim yaptığımız,
araştırıcıların ortaya koyduğu bir isimdir, yeni bir yapı da değildir, Hıristiyanlığın
dışında. O bile antik dinlerin değişik bir kopyasıdır. Kabul edelim ki çok uzun bir
yaşanmışlık var.
Romalı ele aldığı bir işi sonuca vardırmayı çok sever, çünkü üzerinde yerleştiği
coğrafya çok farklı renklerdedir, o onun karakterini yoğurmuştur. O bakımdan
Roma’yı yapıp ettikleriyle tanıyabiliriz. Roma tarihini de eylemleri sonucundaki
hareketleriyle tanırız.
Roma Devleti, tek bir siyasi düşüncenin veya felsefi düşüncenin veya
toplumsal düşüncenin ürünü değildir, bunu bilmek lazım. İster krallık olsun, ister
cumhuriyeti olsun, ister imparatorluğu olsun, Bizans’a kadar, tek mantıki bir
düşüncenin ürünüdür. O devletten farklı unsurlar bir denge, bir harmoni, bir armoni
halinde birleşmiştir. Bu devletin yapısında monarşik unsurlar, aristokratik unsurlar,
11
demokratik unsurlar vardır. Bunların hepsini gayet uyumlu bir biçimde birleştirir. Bir
örnek vereyim: 3 tane halk meclisi var, yan yana, cumhuriyetin sonuna kadar. Hiç de
öyle kavga olmadı, yani “Sen yaptın-ben yaptım, seninki-benimki” demediler, o kadar
güzel bir vazife… “Officium” kelimesi çok etik anlamı dışında, tabii pratik anlamlar da
taşır. Ofis dediğimiz, Latincede görev, bu çok önemlidir, âdeta bir iman halinde, bir
din halinde “officium”u sever, Romalı bunu çok sever.
Ciddi insandır Romalı, bir görevi alıp da sona erdirmemesi onun için en büyük
alçaltıcı durumdur, çünkü o onu insan yapar, bağlı olduğu toplum içerisinde ona bir
statü verir, maddi kazanç da getirir elbette; görevini en iyi yapmış olmak, ona maddi
kazançlar da getirmiş olabilir. Ama, kabul edelim ki bu kadar kısa değildir, kuşaklar
arası; sadece kendisi değil, arkadan gelecek ailesi veya diğer nesilleri için de çok
olumlu katkılar yapar.
Romalı, büyüklerinin büstlerini her yere koymayı çok severdi, evinden tutun,
caddelere, sokaklara, meydanlara varıncaya kadar. Genç meslektaşım daha iyi bilir,
heykel yapmaya yapmıştır, ama o kadar çok değildir. O özel bir heykeltıraşlıktır,
çünkü kafaya çok önem vermiştir, çünkü orada Romalının bütün özellikleri vardır.
Orada dediğim gibi çok sert tipli, kararlı bir insan vardır, inatçı insan vardır, görev
aşığı insan vardır, bir görevi ciddiyetle yerine getiren bir insan tipi vardır. Bu
yöneticiden sokaktaki adama kadar yansır.
Romalı, o zamanın bilinen dünyası olan bütün Doğu ve Batı Akdeniz’deki bu
başarısını çok kolay kazanmadı, ama öyle anlaşılıyor ki kafasının içinde yatan
birtakım düşünceler çok sarsılmazdı, çok kesindi. O bakımdan bazen biz ister
istemez Romalıyı dış görünüşünde tutucu, ama içeride çok fazla esnek, başka bir
deyişle eskiyle yeni arasında dengeyi iyi kurmasını bilen bir insan tipi. Niçin? Sırf eski
olduğu için yıkılmazdı. Romalı inanıyor ki bu eskiden gelen herhangi bir katkı
yararlıysa alıp uygulamakta hiç tereddüt etmezdi. Güncel için bir anlam ifade
ediyorsa, pratik bir yararı varsa onunla bir sorunu yoktu, fakat bununla beraber niçin
bu kadar uzun yaşadı? Yeniye de çok iyi uyum sağlardı. Romalının görünüşü
dışarıda eski görünür, içeride yenidir. Bunu tarihte pek az insan ve toplum veya
devlet gerçekleştirmiştir.
Bakınız, bunun en güzel örneği Roma Hukukudur. Bu kadar yerler sadece
askerle yönetilmedi. Öyle anlaşılıyor ki hukuk da çok önemli, çünkü o da yapılıp
12
edilen bir şeydir. Günceldir, dünyevidir. Ahlaki yanları vardır, yoktur, o ayrı konu, ama
Roma devletinin en iyi kullandığı araç gereçlerden biridir hukuk. Sadece kendi
vatandaşına değil, dışarıdaki yabancılara da. Dünyada ilk kez olarak bir Yabancılar
Hukuku yaptı Romalı. Ötekinin hukuku, bağımsız. Kendi vatandaşlık hukukuyla
dışarıdaki yabancıların hukukunu bu kadar dengeli nasıl ortaya koydu? Çünkü tarih
ona bir misyon yükledi. Bu kadar çok kültürleri yönetiyor bu insan.
Nasıl patırtı kütürtü çıkmadan yönetilecek bu? Bunun en iyi, en güzel aracı
hukuktur. Az hukuklular, çok hukuklular, yarım hukuklular, çeyrek hukuklular gibi
birtakım uygulamaları var. Tek bir hukuki prensip uygulamaz, çünkü aslolan, insanlar
yaptıklarına göre puan kazanırlar Romalının kafasında. Az yapanla çok yapan aynı
değildir. Bu ister bireysel yaşamında, ister toplumsal, ister dünyevi yaşamında olsun.
Her birine puan verilir, ona göre görev ve yükümlülükleri belirlenir. Siyasal, hukuki,
gündelik yaşantıda herkesi aynı tipe sokmaz.
Kendine, topluma, devlete yaptıkları katkıları bakımından bir puan, bir
derecelendirmeye konulur, fakat bu, Hindistan’daki kast sistemi gibi değildir, bu aynı
zamanda hukuki değil, siyasi düşüncedir, çünkü bir yerden bir yere geçiş çok
kolaydır, esnektir. Çok yaparsanız çok kazanırsınız. Bazen zenciler imparator olur,
getirilip imparatorluk makamına çıkarılır; Afrika’dan alınır, getirilir, yeter ki vatandaşlık
görevini iyi yapsın. Nedir vatandaşlık görevi? Aldığı bir işi veya kendisine yüklenen
bir işi ne güzel şekilde yapmış olmaktır, hukuktan da yararlanmış olmaktır, hak ve
hukuka da sahip olmaktır.
Roma’da değişik vatandaşlık tipleri vardır, değişik hukuklara sahip. Tek bir
hukuk yok. Dünya vatandaşlığı kolay değil. Roma, bir dünya vatandaşıdır. Her iklime
adapte olabilen, her kültüre uyarlanabilen bir kafa. Böyle olmasaydı bu kadar uzun bir
ömür ve kültürel etkiler kalmazdı.
Şunu söylemekte belki yarar var: Eski Grek, mükemmel insanı yarattı, soyut
düşünen, genellemeci bir insan tipini yarattı. Romalı da mükemmel toplum ve devlet
tipini yarattı. Tabii hukuk şaheser, mühendislik mükemmel. Yollar, binalar, yani
çıkmadığı dağ, inmediği ova yoktur Romalının. Bunu da ne için yaptı? Birileri puan
versin diye yapmadı, kendisi için yaptı, kendi özvarlığını ayakta tutabilmek için. O
kadar basit mi, bu kadar bencil, egoist mi Romalı; hayır, değil, etrafını da en az kendi
kadar öneme aldı, ona da çok önem verdi, yoksa niye Anadolu’da gelip bu kadar
13
eseri yapsın ki, çünkü o insanlar ancak öyle jestlerle yönetilebilirdi, böyle olumlu
yaklaşımlarla yönetilebilirdi.
Eski doğu devletlerinin politikalarının hiçbirine benzemeyen bir şekilde hiçbir
devletin varlığını ortadan kaldırmadı, Anayasasına son vermedi, kültürünü değiştirme
konusunda zorlama da yapmadı, ama ondan bir şey istedi: “Bir dünya devletinin
gerektirdiği görevleri yapın” dedi. Neydi o? “Devletin size vereceği her yerde askerlik
görevini yapacaksınız, vergi vereceksiniz.” Başka da bir şey istemedi. Hıristiyanlığa
da böyle yaklaştı Romalı. Başka din olduğu için değil,
“siz vatandaşlık
yapmıyorsunuz” diye yaklaştı, siyasi düşündü, dinsel düşünmedi. “Ben sizi
koruyorum, ama siz kaçıyorsunuz vatandaşlıktan.” Hıristiyanlar biliyorsunuz, “Biz
caesar’ların verdiği görevleri kabul etmeyiz, Tanrının verdiği görevleri kabul ederiz”
dediler. Öyle olunca tabii bir anlaşmazlık var, bir dünya devletinin gerektirdiği ortak
görevler var, bunlardan kaçındılar, hiçbirine girişmediler Hıristiyanlar. O zaman
Romalı dedi ki, “Olmaz, bunun adı istismara girer, birileri birilerini sömürüyor demektir
bunun adı.” Ne demek sömürüyor? “Ben seni koruyorum, hizmetler yapıyorum,
görevler götürüyorum, ama sen bana hiçbir şey yapmıyorsun. Bunun adı ilişki
değildir, bunun adı beni küçük görmektir, benden yararlanmaktır.” Böyle bir düzen
anlayışı da dünyada yoktur, Romalı dünyevi düşünür, her şeyi akılcı ve dünyevi
düşünür.
Romanın pek çok özellikleri var, ama diğer konuşmacı meslektaşlarıma fırsat
tanıma adına, sizin de sabırlarınızı fazla zorlamama adına bitirmek istiyorum. Bir
Roma tarihçisi şöyle diyor: Biz davranışları söze tercih eden insanlarız diyor ve diyor
ki; bizim Anayasamız tek kişi tarafından yapılmaz, ya meclis yapar, ya baştaki birisi
yapar. Eski doğu toplumlarında olduğu gibi herkesin katkısı vardır. Ben size tabii
“partici-pleb” diye sınıflar mücadelesi vardır, herhalde bu apayrı bir panel konusu
olabilir. Orada Romanın yaşadıkları gerçekten çağdaş insanlığa çok ilginç örnekler
sergiler, bütün vatandaşları doğal haklardan yararlanan bir insan kılma yolundaki
çektiği sancılar, sıkıntılar bitmedi, tükenmedi, onun için sert insandır Romalı. Asıl
önemli olan; karşıdakini de kendisi gibi yapmak, Romalılaştırma. Romalılaştırma çok
önemlidir. Bunu da hukukla yapar, dille yapar. Dil deyip sakın kendi dilini zorla
empoze etmek anlamı çıkarmayalım. Sadece şunu söyler: “Ben yönetici sen yöneten,
anlaşabilmemiz için iki araca değil bir araca gereksinmemiz var. Bu, ikimiz için de
14
kolaylıktır. O bakımdan Latin Dili büyük bir devletin dili olmanın getirdiği yararları
vardır, kolaylıkları vardır. Kendi diliniz neyse konuşun beni ilgilendirmez, ama
benimle konuşuyorsanız tek dilden konuşmak zorundayız. Benim dilimi sadece siz
değil, benim ilgi alanıma girmeyen başkaları da konuşuyor.” Anlaşmak lazım, dünya
dili. Etrafı da kendiyle anlamlı bir ilişkiye sokma konusunda çok yeteneklidir.
Çok değişik yöntemleri vardır bunu gerçekleştirmek adına. Karşı tarafa saygı
gösterir. Örneğin, bir savaş yapar, büyük bir devlet, galibiyet yürüten. Sanki hiçbir şey
olmamıştır ondan sonra, savaşı bitiren bir anlaşma yapılır, karşı taraf ister büyük ister
küçük olsun, tekrardan siyasi ve hukuki bir varlık olarak karşımıza çıkar bu. Kendi
yasalarını yapıyor, gündelik yaşamını devam ettiriyor, hiçbir şey olmamış gibi.
Dışarıdan bakan, olayı bilmeyen der ki; hiçbir şey değişmemiş burada. Belki bundan
da önemlisi, bir şekilde birlikte yaşamanın bir zorunluluk olduğunu ona hissettirir.
Büyük devlet olarak ona çok büyük katkıları vardır. Anadolu’nun her yerine bakın,
Roma eserleri doludur, İtalya’da daha fazladır. Yunanistan’da, Adalarda, doğu
dünyasında Doğu Akdeniz’e çok önem verdi. Bizans da orada çıktı zaten, batıda
çıkmadı, doğuda çıktı. Bütün yatırımlar orayadır, zengin bir dünya oradan kendisinin
kazancı büyük, ama karşı taraftakiler de büyük devletin nimetlerinden çok
yararlanmışlardır. Kültürü de onun için bizim içerimizde yaşamıştır.
Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Hocam çok keyifli bir sunumunuz vardı, çok teşekkür
ediyoruz.
Roma, bir dünya devleti olmayı aslında en önemlisi hukukla kurdu diyoruz,
ama bu hukuk ki, bugün biz Türk hukukunda bile bunun çok etkilerini yaşıyoruz ve
kullanıyoruz. Aramızda hukukçular ve hukukçu olmayanlar da var. Fakülteye
başladığımızda en önemli ders olarak Roma hukuku öğreniyoruz. Aslında hiç
bilmediğimiz bir dünyanın bilmediğimiz bir hukuku diye başlıyoruz, ama sonra
öğreniyoruz ki, aslında bugünkü yaşadığımız medeni hukuk, borçlar hukuku, ticaret
hukuku gibi birçok kullandığımız güncel hukukun temelleri Roma hukukundan
kaynaklanıyor.
Nadi Hocam da bize Roma Hukukunun hem Türkiye hem Türkiye üzerindeki
etkileri, hem de genel olarak yapısından bahsedecek.
Buyurun Hocam.
15
NADİ GÜNAL (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi)Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sözlerime başlamadan önce, öncelikle sadece bu güzel panel değil,
sanıyorum salondaki herkes herhalde gezmiştir aşağıdaki Hukuk Müzesini ki, ben
çok etkilendim. Bunun da mimarı, sevgili sınıf arkadaşım Argun Bozkurt. Kendisini
öncelikle hem tebrik, hem teşekkür etmek istiyorum. Bu vesileyle Ankara Barosunun
Sayın Başkanı ve Sayın Yönetim Kurulu üyelerine, Oturum Başkanımıza ve bu
binanın içindeki her türlü katma değerin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese
şahsım adına teşekkürlerimi iletiyorum.
Onun dışında, sözlerime başlamadan önce sunumla ilgili olarak Sayın
Kaynak’ın Roma Hukukunu abarttı diyemeyeceğim, ama ben Ankara Hukuk Fakültesi
1. sınıf öğrencisiyken doğrusunu isterseniz Roma hukukundan nefret ederdim ve ilk
haziran sınavında da ikmale kalmıştım. Rahmetli Hocamız Kudret Ayter o zaman ve
dedim ki, kim koyduysa bu hukuku, nereden koydu, nereden başımıza getirdi?
Seneler sonra kader beni Roma hukuku hocası ve Ankara Hukuk Fakültesinin Roma
Hukuku Anabilim Dalı Başkanı yaptı. Bunu her sene öğrencilerime anlatırım, fakat
bundan şikayetçi değilim, çok memnunum, çok mutluyum.
Aslında biraz sonra sizlere yapacağım sunumda bazı isimler, bazı olaylar
geçecek. Burada sizlere hukukçu olmayan katılımcıları ve davetlileri de düşünerek
hukuki bir metin ağırlıklı bir şeyler anlatmak yerine, Sevgili Ömer Hocamın da
anlattığı gibi, aslında tarih bir tekerrürden ibarettir. Tarihe ışık tutmak değil, tarihin
ışığını da günümüze çevirmek projektörlerini, böylece hiçbir şeyin değişmediğini;
iktidar mücadelelerinden, bu mücadelelerin tarzlarından, yöntemlerinden. Mesela,
Sezar’ı anlatırken diyeceksiniz ki “Bu günümüzdeki şu kişiye benziyor ya da şu
guruba, şu partiye benziyor” ya da Sezar’ın mücadelesini anlatırken devlet
başkanlığını uzatmak isteyen ya da başbakanlığını uzatmak isteyen “günümüz”
liderlerini göreceksiniz. Bunları söylemekte bir sakınca yok, eleştirirsek nasıl olsa
herhangi bir tehlikesi yok, onun için ben Türkiye’den isimler vermeyeceğim. Mesela,
Güney Amerika’daki Hugo Chavez’den bahsedeceğim. Geçenlerde bir referandumla
zannediyorum görev süresini kısıtlayan kanunu kaldırdı, sonsuz. Biraz doğumuza
bakalım; Azerbaycan’da babadan oğluna geçiyor. Cumhuriyet var, bunların hepsinin
adı cumhuriyet, İran’ın da adı cumhuriyet, kimisinin adı demokratik cumhuriyet falan,
16
böyle değişik isimler alıyor. Demokrasiye de ucundan kıyısından biraz değineceğiz.
Acaba demokrasi herkesin canı sıkıldığında ağzına aldığı ya da başı sıkıştığında
“Demokrasi yok mu?” diye başına üşüştüğü bu kavramın gerçek anlamının ne olduğu
aslında acaba başka birtakım kişiler tarafından kullanıldığı mı konusunu da sizlerin
dikkatine sunacağım.
Aslında çok da uzun olmayan bir sunum hazırladım. Eğer öğrencilerim varsa,
derslerimden beni bilirler. Roma hukukunda kendim çok sıkılmış olduğum için,
Latince kavramlardan, hocam bağışlasın, ilk başta fakülteye gelince böyle bir şok
vaziyeti. O yüzden ben öğrencilere bu dersi anlatırken Latinceleri yavaş yavaş,
sonradan anlatmaya başlıyorum ve temel Türkçe kavramlarla konuyu daha öz bir
şekilde anlatmaya gayret ediyorum.
Ömer Hocamın dediği gibi Roma hakikaten büyük bir devletti. Bunu da
bıraktığı mirasla görüyoruz, anlıyoruz zaten. Romanın bugün hukukunun, aslında
güncel olmayan bir hukuk sisteminin, ben bile bunu kullanıyorum, ama aslında
güncel bir sistem, çünkü kulakları çınlasın, bugün davet ettim, ama gelemedi,
sözlerime başlamadan unuttum, eski hocalarımızdan Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu
vefat etti, bugün cenazesi de vardı, kendisini rahmetle anıyorum, Hocam Prof. Özcan
Çelebican da o cenaze dolayısıyla gelemedi. Hep şunu söyler: Aslında bugün Avrupa
Birliği hukuku olarak ortaya çıkarılmak istenilen hukuk, ortak hukuktur ve temellerini
Roma hukukundan alan bir hukuktur.
Avrupalılar yeni bir şey yapmıyorlar, sadece Justinyanus’un yaptığı, biraz
sonra sizlere anlatacağım kodifikasyonu, ki en parlak dönem hukuku olan klasik
dönem hukukunu, klasik dönemin sona ermesinden 250, başlamasından ise 500 yıl
sonraki bir dönem sonra bir Doğu Roma İmparatoru olan Justinyanus’un, bizlerin
liselerde öğrendiğimiz adı Justinyen’in kodifikasyonu ki, Roma tarihinde ikinci önemli
kodifikasyon çalışmasıdır, kanunlaştırma hareketidir. Bunun o tarihten aşağı yukarı
1500 yıl sonra yeniden yapılmış üçüncü kodifikasyon çalışması olarak görülmesidir.
Yine benim Roma’da katıldığım bundan 4-5 yıl kadar önceki bir sempozyumda
Roma İmparatorluğunun varisinin Osmanlı, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti olduğunu
söyleyerek İtalyanca “Da Roma alletersa Roma”, “Roma’dan üçüncü Roma’ya” diye.
Birinci Roma olarak hepimizin bildiği Roma İmparatorluğu, Roma’nın şehir devleti
olarak kurulmasından sonra cumhuriyet, sonra imparatorluk dönemi hukukuna
17
geçmesini. Roma’nın bu dönemlerinin yaşanmasından sonra MS. 395’te hepinizin
bildiği hikaye, önce ikiye ayrılması; doğu-batı olarak, sonra 476’da Batı Roma’nın
yıkılmasından sonra Hocamın bahsettiği şehrin adı İmparator Constantinius’un
kurduğu, ki bu dönemlerin başka özellikleri de var. Roma İmparatorluğunun hukuku
olan Roma hukukuna tepki, daha ziyade bir Hıristiyan toplumunun hukuku olduğu
içindir. Hatta günümüzde Türkiye’de de böyle, bu nedenle de Roma hukukuna bir
tepki duyulur. Aslında Roma hukuku, dinin çok üstünde olan bir hukuk, din ile hiç
ilgisi olmayan bir hukuktur. Milattan sonra 353 yılında 1. Constantinius’tan sonra 2.
Constans zamanında imparatorluğun resmi dini olmuştur ki, Roma hukukunun en
parlak dönemi olan o Milattan önce 27 ile Milattan sonra 235 yılları arasındaki ilk
imparatorluk dönemi denilen hukukta ne yapılmışsa yapılmıştır. Justinyanus’un
yaptığı da zaten bu dönemdeki çalışmaları alıp kendi dönemine aşağı yukarı 500 yıl
sonraya yeniden adapte etmektir.
Bizim ülkemiz açısından da Roma hukukunun önemi fazladır. Yine Sevgili
Ömer Hocamın anlattığı gibi, Romalılar kendi vatandaşlarına ayrı, “jus civile” denilen,
vatandaş kavramından çıkan bir hukuk sistemini kurmuşlar ve bu hukuk sistemi
tepeden inme yöntemle gelmemiş, bu hukuk sisteminin kuralları Romalıların
geleneklerine, örf ve âdetlerine dayanıyor. Dolayısıyla, örf ve âdet hukukunun zaman
içinde tekilden, tikelden tümele bir çalışmayla kanun haline geldiğini, bunun klasik
dönemin önemli hukukçularının, hukuk okullarının çalışmalarıyla, daha öncesinde de
cumhuriyet döneminde ve magistraların, praetorların, konsüllerin çalışmalarıyla, tabii
buna çok çeşitli veçheleriyle senatonun, alt meclislerinin de çok önemli katkıları oldu,
biraz sonra onlara da kısaca değineceğim. Tabii takdir edersiniz ki burada çok kısıtlı
bir zamanda bütün bunları anlatmak, bunları bir araya sığdırmak çok zor olacak.
Ama, “jus gentium” denilen, “jus civile”nin dışında yabancılar hukukunu kurmuşlar ve
Milattan önce 1. Yüzyılda “jus gentium”un ya da yabancılar hukuku, kavimler hukuku
dediğimiz bu hukuk alanı, Roma vatandaşları da dahil olmak üzere, yabancı unsur
dediğimiz, bugün kanunlar itilafı, dördüncü sınıfta bize milletler özel hukuku ya da
şimdi adı uluslararası özel hukuk dersi oldu, okuttuğumuz dersin müfredatı,
yabancılar hukuku, kanunlar ihtilafı konularını daha o zamanlar yapmışlar,
gerçekleştirmişler.
18
Yabancılar hukukunda yabancılar arasında, ama bu yabancılar daha ziyade
Roma sınırları içinde yaşayan, Roma’nın savaşları kazanmasından sonra egemenliği
altına aldığı devletlerin vatandaşları, Roma vatandaşı olamıyorlar. Tabii bu da onların
hukuki ihtiyaçlarına cevap vermek için bazı çabaların gerçekleştirilmesi zaruretini
doğuruyor. Bunun sonucu olarak da Milattan önce 242 yılında, cumhuriyet
döneminde sadece hukuk işlerine bakan, yabancı unsur taşıyan, yani yabancı olarak
adlandırılan kişilerin hukuk işlerine bakan bir konsüllük makamı kuruluyor. Biraz
sonra onlardan da bahsedeceğim ve “jus gentium” ne zaman önemini yitirmeye
başlıyor? Roma sınırları içindeki iki önemli vatandaşlık tanıma, Roma vatandaşlığını
tanıma dönemi vardır ki; bunlardan birincisi Milattan önce 1. Yüzyılda, sadece
bugünkü İtalya sınırları içinde yaşayan ve yabancı olarak adlandırılan herkesin Roma
vatandaşı olması için bir kanun çıkarılmıştır. Daha sonra da Milattan sonra 212
yılında İmparator Antonio Caracalla, bütün Roma İmparatorluğu sınırları içinde
yaşayan herkese Roma vatandaşlığı imkanı tanımıştır, “Constitutio Antoniniana”
denilen bir kanunla. “Constitution” biliyorsunuz anayasa demek, en üst iradedir.
İmparatorların iradesi de “Constitutio” denilen emirname iradedir.
İşte bu şekilde Roma sınırları içinde herkes Roma vatandaşı olunca,
yabancıların sayısı azalınca, yabancılar hukukunun önemi azalmaya başlamıştır.
Ama, yabancılar hukuku, yabancıların sayısının fazla olduğu dönemde yabancılar
praetor’u dediğimiz praetor Peregrinus’un çalışmalarıyla çok yoğun bir faaliyetle
Roma hukukunun gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bunun yanında tabii
praetor hukuku dediğimiz, ki praetor’lar, biliyorsunuz, konsüller, cumhuriyet
dönemindeki değişik isimleri alan yapıları var; censor var, cuiaestor var, dictator.
Yani, yönetimdeki genel adları konsül, konsüller dönemi de deniliyor cumhuriyet
dönemine. Bunlar değişik işler yapıyorlar, bir anlamda konsolos kelimesinin, genel
işleri gören büyükelçiliklerin buradan geldiğini düşünebilirsiniz. Konsül, magistra,
udex, praetor, yaptıkları işlere göre, praetor önde giden demek, udex hâkim, magistra
daha ziyade yürütme görevini üstlendiğinde konsüllere verilen isimdir.
Birazcık bizim sistemimiz bakımından hazırladığım metinin tamamen dışında,
spontane bir giriş yapmaya çalıştım. Bazen metne bağlı kalarak, bazen kalmayarak
konuşmayı sürdüreceğim.
19
Türkiye açısından Roma hukukunun ve Türk hukuku açısından önemi;
biliyorsunuz Cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte Ulu Önderimiz Mustafa Kemal
Atatürk’ün çağdaş medeniyet olarak bize işaret ettiği Batı dünyası ve Avrupa
kültürünün benimsenmesi üzerine Kıta Avrupa’sının hukukunun temelleri olan Roma
hukuku, -ki, biz de biliyorsunuz İsviçre Medeni Kanununun adapte edilmesiyle bütün
medeni hukukumuzu ve borçlar hukukumuzu aynı şekilde oluşturduk- kökleri asırlar
öncesine dayanan bir hukuk sistemini kabul edip çağdaş dünya içindeki yerini
almıştır. Hukuk alanı açısından Atatürk’ün bu işaret ettiği çağdaş medeniyet seviyesi,
aslında bakarsanız temelini Roma’dan alan Kıta Avrupa’sı hukukudur.
Bu hafta, aynı zamanda Avukatlar Haftası. Avukatlar Günü 5 Nisan ve bu
vesileyle sevgili arkadaşım Argun Bozkurt’un büyük katkılarıyla hazırlanmış olan bu
panelde yaptığımız bu konuşmada biraz önce de söylediğim gibi tarihin tekerrürden
ibaret olduğunu göreceksiniz. Yalnız, bunları ben size açık açık söylemeyeceğim,
sizler bunu benim konuşmalarımdan isimleri ve olayları günümüze uygulayarak
geçmişte, günümüzde, yeryüzünde, ülkemizde ve ülkemiz dışında ne gibi savaşların
yaşandığını da göreceksiniz.
Milattan önce Roma, bir şehir devleti olarak 753 yılında kuruluyor. Aşağı
yukarı 509 yılına kadar 250 yıllık bir süreç krallık dönemi. Bu dönemde yine Ömer
Hocamın bahsettiği gibi kral başta tek hâkim. Bu dönemde meclis de var, senato da
var, fakat bunların bütün hepsinin üzerinde de kralın doğrudan kararı var. Meclis
üyeleri, halkın içinde değişik sınıflar var; partrici sınıfı, pleb sınıfı, daha sonra ortadan
kalkıp pleb sınıfına dahil olacak klien sınıfı ve bu sınıflar arasında da meclislere ve
senatoya seçilme yeterliliğine sahip, ehliyetine sahip
sadece soylu sınıf denilen
patricius sınıfı.
Krallık döneminin sona ermesinden sonra cumhuriyet dönemi başlıyor,
arkasındansa ilk imparatorluk Principatus ve son imparatorluk Dominatus dönemleri.
Yeryüzünde başka hiçbir devlet yoktur ki, tabii birtakım rejim değişiklikleri olabilir,
aynı Roma’da olduğu gibi, cumhuriyet döneminden sonra mutlakıyet ya da
monarşinin geldiği, imparatorluk döneminin geldiği çok az rejim vardır. Ama, bazen
de göreceksiniz, cumhuriyet dönemi içinde bile yaşayan bazı diktatörler var; onlar
imparatorluk dönemindeki ya da monarşi yönetiminin içindeki diktatörlerden bile çok
daha ileri gidiyorlar. Bilmem, anlatabiliyor muyum?..
20
Cumhuriyet döneminin ilk 50 yılı sınıf mücadeleleri şeklinde geçiyor ve 509
yılında başlayan cumhuriyet dönemi, pleb sınıfının patrici sınıfına karşı verdiği
sınıfsal mücadele sonucunda bu mücadeleyi kazanmalarıyla Roma tarihindeki ilk
önemli kanunlaştırma hareketi, kodifikasyon çalışması olan 12 Levha Kanunları ile
sonuçlanıyor.
Başlangıçta 10 levha olan, sonra da 12 levha olarak karşımıza çıkan bu
kanunların iki tane önemli amacı var: Birisi siyasi amacı, diğeri hukuki amacı. Siyasi
amacı, toplum içindeki sınıflar arasındaki farkı ortadan kaldırmak ve herkesi eşit
vatandaş haline getirmek. Hukuki amacı ise, o güne kadar sadece din adamlarının
-ama dikkat ediniz, o dönemde hiç Hıristiyanlık falan yok daha ortada- tekelinde olan
hukuk kurallarını, hatta din adamları tarafından belki de kendi isteklerine göre
yorumlanan hukuk kurallarını yazılı hale getirerek herkes tarafından bilinir bir duruma
getirme yoluyla hukukun objektivitesini soyut, genel kurallar oluşmasını sağlamak. Bu
iki şeyi yapıyor ve bunun sonucu olarak daha önce bir tek olan halk meclislerinin
sayısı 3’e çıkıyor: “Comitia”, “Curiata”, daha önce varolan meclisler, arkasından
“Concilia”, “Pilebis”, “Tributa” denilen, sadece pleblerin bu patricilerle beraber üye
olabildikleri meclis ve ortak meclisleri “Comitia Centruata” denilen bir meclisleri var.
Bu yıllardan sonra pleblerin yönetimdeki ağırlığını hissedebiliyoruz ve Milattan
sonra zannediyorum 394 yılında pleb sınıfından ilk konsül seçiliyor ve plebler
siyasete ağırlıklarını koymaya başlıyorlar. Cumhuriyet döneminde, başlangıçta
konsüllük makamı 2 kişiden oluşurken, daha sonra bunların sayısı Milattan önce 367
yılında önce 3’e, sonra 4’e çıkıyor. Bu son iki konsül, üçüncü ve dördüncü konsüller
sadece hukuk işlerine bakıyorlar. Üçüncü konsül, yani sonradan ihdas edilen ilk
konsül ki, bu “praetor urbanus”, “urban” biliyorsunuz şehir demektir, şehir praetor’u
anlamında, Roma vatandaşlarının sadece hukuki işlerine bakıyor, onlar arasındaki
anlaşmazlıklara çözüm getiriyorlar. Milattan önce 242 yılında kurulan dördüncü
konsüllük makamı ise, “praetor” olarak adlandırılıyor, “praetor” önde giden demek
biliyorsunuz, bu kişiler de hukuk alanında en öndeki kişiler. Bu kişilerin çalışmasıyla
“jus civile” dediğimiz Roma medeni hukuku, Roma özel hukuku önemli ölçüde
gelişiyor. Niye gelişiyor? Çünkü, bu kişiler, konsüller, praetor’lar, şehir praetor’u ve
yabancılar praetoru, Roma hukukunun kurallarını, artık uygulanmayanlarını ayıklayıp
bir tarafa atıyorlar, yeni kurallara ihtiyaç duyuluyorsa bunları da kendileri koyuyorlar.
21
Fakat, şu unutulmamalı: Konsüllerin yasama yetkisi yok, kanun yapma yetkisi
yok. Konsüllük makamı, birer yıllığına göreve gelinen ve uzatılabilen, görev süresi
içinde yaptıkları işlerden dolayı görev süreleri içinde yargılanmayan, bir nevi
dokunulmazlıkları bulunan, ama görev sürelerinden sonra yargılanmasının da
mümkün olan bir görevi yerine getiriyorlar. Konsüller dönemi, Milattan önce 27 yılına
kadar sürüyor.
Konsüller, yine “jus civile” artık kullanılmayan kurallarını döneme göre
değiştiriyorlar. Konsüller, cumhuriyet döneminin başlarında halk meclisi tarafından
seçilirken, güç dengelerinin dönemin sonuna doğru değişmesi üzerine senatonun
ağırlığının artması, hatta dönemin sonlarında senato diktatoryasının başlaması
üzerine senatonun ağırlığıyla senato tarafından seçilmeye başlıyor. Zaten bir sonraki
dönemde, Principatus,
ilk imparatorluk döneminde de prinkeps’leri başlangıçta
senato seçiyor, ama daha sonra onlar senatonun da üzerine geçerek senatoyu
sadece kararlarını duyuracakları bir yer olarak görmeye başlıyorlar. Senato üyelerinin
sayısı 300 civarında. Senato, ilk imparatorluk döneminde daha büyük bir ağırlık
kazanmış.
Cumhuriyet döneminin son 50 yılı ise bir karışıklıklar dönemi. Cumhuriyet
döneminde, özellikle ilk imparatorluk, klasik döneme yaklaşıldığında, Roma’da orda
komutanları, büyük toprak sahipleri arasında mücadeleler başlıyor. Özellikle o
dönemde, Milattan önce 70 yıllarında konsül olan Pompeus, çok önemli işlere imza
atıyor. Roma ordusunun başında büyük başarılar kazanıyor ve bu başarılardan sonra
yeniden
konsül
seçilmek
isteyince,
senato
tarafından
bu
isteğinin
olumlu
karşılanmaması üzerine, bu sefer ne yapıyor? İktidar çok kıymetli ya, yine ordu
komutanlarından Crasus ve Gais Julius Caesar’ı, hepimizin bildiği ismiyle Sezar’ı
yanına alıyor ve üçlü bir yönetim oluşturuyor. Buna Roma’da “Trium Veri” adı
veriliyor.
Bu yönetimin sonucunda öncelikle bir araya gelip kendilerine rakip olacak
herkesi ekarte eden bu 3 kişi, bu sefer kanunlar çıkarmaya başlıyorlar. Kanunlar
çıkarırken, tamamen kendilerini güvence altına alan ve bu güvenceyle de
kendilerinden hesap sorulmasını engelleyen, en yakın adamlarını yönetime getiren
ve kendilerini koruma altına alan, senatoya karşı da güvence altına alan
düzenlemeler yaptıktan sonra savaşacak kimse kalmıyor, başlıyorlar kendi aralarında
22
savaşmaya. Öncelikle Sezar’ı konsül yapıyorlar, Sezar, bir yıllık konsül görevinden
sonra Galya’ya 5 yıllığına ordu komutanı ve vali olarak atanıyor. 5 yıllık görev
süresinin bitiminde o zaman konsül olan Pompeus, 5 yıl daha uzatıyor ki, Sezar gelip
Roma’ya işleri karıştırmasın. 5 yıl daha ordu komutanlığı, valilik yapıyor, çok da
başarılı oluyor. 5 yılın sonunda Roma’ya tekrar gelmek istiyor, tarih aşağı yukarı
Milattan önce 50. Roma’ya tek başına gelmesi, görevini terk etmesi, orada bir başka
komutan, vali atandığı söylenince, Roma’ya tek başına gelmesi söylenen Sezar buna
uymuyor, ordularıyla geliyor ve Roma’da Milattan önce 49 yılında Pompeus’u alt
ederek iktidarı ele geçiriyor ve bir yıl sonra, Milattan sonra 48 yılında -bütün bunlar
cumhuriyet döneminde oluyor- kendisini diktatör ilan ediyor. Diktatör nedir, hepimiz
biliyoruz. Öğrencilerime de hatırlatıyorum; dikte edilmesine izin vermeyin, yani bugün
hocanıza, yarın başkalarının size bazı şeyleri dikte ettirmesine izin vermeyin diyorum.
Düşünün, cumhuriyet dönemi içinde bir diktatör. Bazen iyi oluyor mu? Olduğu
da söyleniyor. Kim söylüyor, bunu da biraz sonra sizlere anlatacağım. Tek adamın
yönetiminin bazen cumhuriyet ya da demokrasi yönetiminden daha iyi olduğunu
Cicero ve Seneca, tabii ta Aristo’dan gelen bir gelenekle bunları söylüyor.
Peki, Sezar diktatör oluyor da ne oluyor? Bir yıl sonra konsül seçiliyor.
Diktatörlük tabii daha farklı bir görev, ömür boyu diğer gelecek konsülleri de
yönlendirme ve seçme, onun yanında adı cumhuriyet olan sadece bu yönetimde
Sezar, senatörleri atama, savaşa ve barışa karar verme, meclislerin görevlerini
belirleme, üyelerini seçme, hazineyi yönetme, eyalet valilerini atama, gerektiğinde
eyaletleri yönetme, aklınıza gelebilecek her türlü yetkiye sahip oluyor. Hatta
konsüllük görevi sona erdikten sonra bile diktatör olarak kendisinden sonra göreve
gelecek konsülleri ve eyalet valilerini de belirleme yetkilerini kazanıyor.
Senato ise artık sadece kendi kararlarını duyuracak bir makam olarak
kullanıyor. Günümüzde de dünyadaki meclisleri düşünün, yakınımızdaki ülkeleri
düşünün, bu meclislerin üyelerini düşünün ve son olarak kendisini dini olarak da en
öndeki kişi olarak ruhban sınıfının başına geçerek kendisini başrahip ilan ediyor ve
böylece dini açıdan da en yetkili kişi oluyor. Buna rağmen senato ne yapıyor?
Sezar’ın biraz yetkilerini kısıtlaması gerekir değil mi? Hayır, bunu yapmıyor. Sezar’a
diyor ki, “Sen en büyüksün” ve Sezar’a bazı vatanın babası, geleneklerin koruyucusu
gibi tanrısal unvanlar veriyor. Sezar’a diyorlar ki, “Sen en büyüksün, sen kralsın, seni
23
artık kral ilan edelim.” Senatoda kral ilan edileceği toplantı yapılacağı zaman, ki
Milattan önce 48 yılında diktatör oluyor, dikkatinizi tekrar tarihlere çekiyorum, 44
yılında bütün anlamıyla imparator ilan edilecek, kral ilan edilecek ve son derece geniş
yetkilere sahip olacakken, tabii bundan rahatsız olan cumhuriyet taraftarları Sezar’ın
en yakınındaki kişilerden biri olan Brutus’u kullanarak onu katlediyorlar, öldürüyorlar.
Buraya kadar Hocamın da alanına, tarih kısmına girdik, ama özellikle
günümüzdeki siyasi ve hukuki yapı birbirine yakın olduğu için bunlara değinmeyi
istedim.
Daha sonra bizim Ankara ile ilgisi olan bir kişi ortaya çıkıyor: Gaius Octavius.
Octavius, Sezar’ın kız kardeşinin en küçük oğlu ve Gaius Octavius, Augustus ya da
Ogüst olarak bildiğiniz, bugün Hacıbayram Camiinin arkasında “Monomentum
Ankiranum” adıyla anılan, fakat ben bir kere gittim, o türbenin bekçisi tarafından
anahtarını rica minnet aldım, içeriye girdim, hiçbir şey yok, galiba restorasyon
çalışmaları yapılıyormuş. Hatta bir İtalyan roma hukuku profesörünü götürdüm,
utandım sonra ne olabilir diye. Aslında birtakım resimler de çekmiştim, gerçi bu
hukukla ilgili değil, ama Roma Hamamından tutun, arkadaşımız, değerli genç
arkadaşımız size bunları anlatacaktır, onun alanına girmeyelim.
Sezar’ın ölümünden sonra bir konsül daha göreve geliyor ve Gaius Octavius,
üç kişiyle birlikte, yine başı sıkıştığında üç kişilik, “İkinci Trium Virad” denilen üçlü bir
yönetim kuruyorlar. Burada Octavius’un yanında Lepitous ve Marcus Antonius var,
hani Cleopatra’nın dönem arkadaşı diyeyim, sevgilisi, o dönemde beraber ikisi de
devletin başındalar, ikisi de imparator diyelim ya da imparatoriçe konumundalar.
Marcus Antonius, Kleopatra ile olan ilişkisi ve bu ilişki neticesinde her türlü Roma
aleyhine olan kararları alması sonucunda böyle taahhütler verdiği gerekçesiyle
“Trium Virad”ın diğer üyesi Lepitous, devleti yönetecek kapasitede olmadığı
gerekçesiyle halk, senato bunlara karşı çıkıyor ve bu dönemde Octavius’un, yani
Augustus’un yıldızı parlıyor.
Romalılar, herkese eşit mesafede duran, kendisine yetki verildiği halde bu
yetkileri kabul etmeyen, hatta başarılar kazandıktan sonra her şeyden çekilip geri
plana geçmek isteyen Gaius Octavius’u bırakmak istemiyor. Bu da günümüzde şunu
gösteriyor: Hırçın olmamak gerektiğini gösteriyor. İmparator olsa bile imparatorluğu
siz almayacaksınız, size verecekler. Mesela bir zamanlar İbrahim Tatlıses ya da Fatih
24
Terim’e de öyle diyorlardı, imparatorluk ya da birtakım sevgi makamları, yönetimsel
makamlar verilmelidir, alınmamalıdır.
Biraz da dramatize ederek anlattığım Gaius Octavius, Milattan önce 27 yılında
kendisine yeniden ordu komutanlığı yapmak, bütün eyaletleri yönetmek yetkisi
verildikten, sonra senato tarafından kendisine bir unvan daha veriliyor: Biraz önce
söylediğim Augustus. Augustus aslında bir unvan ve ulu, büyük demek. Arkasından
Sezar’ın yapamadığını yapıyor ve tek adam yönetimini kuruyor. Bundan sonra gelen
yönetim Principatus ya da ilk imparatorluk dönemidir, bu dönemi de çok fazla
uzatmayacağım. Hukuk alanındaki en önemli değişikliklerin yapıldığı, en önemli
yeniliklerin yapıldığı dönem, çünkü bu dönemde değişik hukuk okulları var. Bu hukuk
okullarının fikir tartışmalarıyla bu dönemin hukuku daha sonra Justinyanus
zamanındaki çalışmayla, “Corpus juris civilis” denilen kodifikasyon çalışmasıyla Kıta
Avrupa’sının medeni kanunları olarak günümüze kadar geliyor. Bu dönem Labeos,
Sabinus, Cabito önemli hukukçular var.
Bir de Augustus’un çok önemli bir tarafı var: Hukukçulara kendisi adına kesin
bir şekilde, itiraza gerek olmayacak şekilde cevap verme yetkisi, yani hukukçuların
verdiği cevaplar, imparator tarafından verilmiş cevaplar gibi kendisine sorunun
çözülmesi için başvurulan kişilere verilen cevap ayrıcalığını tanımış, bu imtiyazı
tanımış ve bu şekilde hukukçuların statüsünü çok güçlü hale getirmiş. Principatus
döneminin sonlarında ise, ki 235-284 yılları arasında büyük toprak sahipleri, hepsi
kendi liderlerini imparator yapmak için savaşa başlayınca, dönem karışıklıklar içinde
sona eriyor.
Bir geri dönüş yapacağım. Cumhuriyet döneminin sonunda, Sezar’dan hemen
bir yıl sonra ölen ünlü düşünür, filozof Cicero, Milattan önce 106 ile 143 yılları
arasında yaşamış. Aristo’dan gelen ve Seneca ile kendisinden de Milattan sonra 1.
Yüzyılda yaşamış, ama dönemleri, bir arada yaşamaları da mümkün olan, bir
çakışma olan bir dönemde de bazı fikirleri savunuyorlar. Bu fikir size dikkat çekici
gelecek, çarpıcı gelecek, çünkü günümüze de bunu uyarlayabiliriz; bir konferans
sırasında Turgut Özakman’a söylemişti, çok hoşuna gitti, hatta daha sonraki
konferanslarında bahsetmiş. Diyor ki, “Yeryüzünde üç tür yönetim tarzı vardır. Bu ya
tek adam yönetimidir, monarşidir, genelde de bu kötüye kullanıldığı olmuştur, ara sıra
iyileri de gelse. Buna da tiranlık denir ya da monark denir, kötüye kullanılmasına.
25
İkincisi, bir gurubun, zümrenin yönetimidir. Gurup ve zümrenin yönetimine aristokrasi
yönetimi denilir, kötüye kullanılmasına ise oligarşi denilir. Üçüncü ve en iyi yönetim
respublica’dır, cumhuriyet yönetimidir, cumhuriyet yönetiminin kötüye kullanılmasına
da demokrasi denilir.” Demokrasi, bugün ülkemizde de, herkes “Demokrasi yok mu?
Bu demokrasinin gereğidir” diyenleri ben televizyondan seyrederken diyorum ki,
demokrasi, herkesin her istediğini dilediği gibi yapma rejimi değildir. Belki birisi yüzde
70-75-80-90 oy alır, ama ona vermeyen yüzde 10 oy da vardır. Demokrasi, artık
seçim bittikten sonra, hatta seçimle de özdeşleştirmeden karşısındakinin fikrini
dinleyebilme, sabrını gösterebilme durumudur. Karşısındakinin de fikrini, tabii bu
fikirlerin devletin güvenliğine, kamu düzenine karşı olmamak kaydıyla dilediğiniz
şekilde görüşebilirsiniz. Bizde demokrasi nasıl anlaşılır ülkemiz açısından? Demek ki,
o zaman da öyle anlaşılıyor ki “Kötüye kullanılması” deniliyor. “Biz, eğer kendimiz
istiyorsak her şeyi yapabilmeliyiz, karşıdaki istiyorsa yapamaz, o çünkü demokrasinin
gereği değil, demokrasi sadece bizim istediklerimizi gerçekleştirmemizdir.” İşte
Seneca, Milattan önce 4 ile Milattan sonra 65 yılları arasında yaşayan, her ikisi böyle
söylüyorlar
ve
bu
söylediklerinin
günümüzde
de
aynen
geçerli
olduğunu
düşünüyorum.
Roma hukukunun aslında yaşayan bir hukuk olduğunu söyleyerek devam
etmek istiyorum, çünkü yaşayan bir hukuk olmasa bugün ne Avrupa Birliği
hukukunun temellerini oluşturur, ne Kıta Avrupa’sı hukukunun temellerini oluşturur.
Biraz sonra kısacık borçlar hukukunda, eşya hukukundaki nereleri etkilemiş, onlara
değinip konuşmamı tamamlayacağım, ama Roma hukukunun en çok etkilediği alan,
borçlar hukuku alanıdır. Özellikle bizim iktibas ettiğimiz İsviçre Medeni Kanunu,
Eugen Huber tarafından hazırlatılmış olan, neredeyse Roma hukuku kuralları aynen
yer almıştır. Hatta İsviçre medeni hukuku, Alman, Fransız medeni hukukları daha az
etkilenmiştir Roma hukukundan, borçlar hukuku alanına göre.
Roma hukukunun üç temel prensibi vardır: Bunlar dürüst yaşamak, başkasına
zarar vermemek
ve herkese kendi hakkını tanımak, teslim etmek. İşte bu
hakkaniyetin, adaletin sonucudur. Biraz önce sevgili arkadaşımın yazdığı o güzel
oyunda Temis’in bizlere önerdiği, yönlendirdiği gerçek adalettir. Bu prensipler çağdaş
hukukumuz açısından da geçerli olmalıdır.
26
Biraz önce kısaca bahsettiğim Roma’nın bir Hıristiyan toplumunun hukuku,
Hıristiyan dininden etkilendiği konusuna olan eleştirilere de kısaca cevap vereyim.
Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı ilk kabul ettiği dönem Milattan sonra 306
yılında imparator olan fiilen desteklediği dönem İmparator 1. Costantinus’un iktidarda
olduğu dönemdir. Resmi olarak kabul edilmesi ise Milattan sonra 353 yılında
İmparator 2. Constans zamanında olmuş. Bu tarihten sonra Hıristiyan dinini kullanan
bu imparatorlar ve onların yakınları aracılığıyla bir bağnazlık, yobazlık söz konusu
olmuş ve Hıristiyanlar dışındakilere olumsuz bakılmaya başlanmış ve bunun sonucu
olarak da Roma hukuku gerilemiştir. Zaten tarih boyunca, geçmişten günümüze
hukuka ne zaman din karıştırıldıysa, hangi din olursa olsun, o zararlı olmuştur ve
laiklik denilen şey de aslında budur; dinin devlet işlerinden, hukuktan ayrılmasıdır. Ne
zamanki hukuka din burnunu sokmuştur, o zaman her şey daha kötüye gitmiştir.
Roma Hukukunun biraz da özel hukukumuza etkisini anlatarak bitireceğim.
İsviçre Medeni Kanunundan biraz önce bahsettim, satım sözleşmesinde çok büyük
etkileri görülür. Özellikle satımda hasarın intikali, Borçlar Kanunumuzun 183/2 ve
117. maddeleri, hasarın alıcıya ait olması prensibi; yine pey akçesi, Borçlar Kanunu
156, arkasından ayıba karşı teminat, zabta karşı teminat, borcu, yükümlülükleri; daha
iyi bir teklif kaydıyla satım, tecrübe ve muayene kaydıyla satım, istisna sözleşmeleri,
sebepsiz zenginleşme, vekâletsiz iş görme, haksız fiiller, alacağın temliki, borcun
nakli, temerrüt, tecdit, yenileme, bunların hepsi doğrudan doğruya Roma hukukundan
gelen kurumlardır. Özellikle ayıba karşı tekeffüldeki sürelere kadar aynıdır bugün
kanunumuzda.
Bir başka kurum, gençlerin çok duyduğu, bileceği, ama nereden geldiğini
zannediyorum çıkaramadığı sponsorluk. Özellikle futbolda çok söz konusu olan bu
kurum, kökeni Roma’ya dayanmaktadır. Sözlü akitlerden sponsiyo sözleşmesinden,
yani bir anlamda başkasının fiilini taahhüt etme, destekleme, onu yüreklendirme, yani
“Ben şunu yapacağım, sen bu konuda şu desteği vermeyi taahhüt ediyor musun?”
“Ediyorum” diyor, böylece sponsiyo, bunu destekleyene de sponsor deniliyor, praetor
gibi. ”Or” Latincede biliyorsunuz kişi, özne haline getiriyor, o nedenle de sponsorluk
sözleşmesi de Roma hukukundan gelmiş.
Eşya hukukunda mülkiyet, biraz zamanımız kalmadığı için, jus civile mülkiyeti,
jus gentium mülkiyeti, yabancılar mülkiyeti, praetor mülkiyeti gibi değişik sınıflandırma
27
yapmaları; ipotek, mülkiyet hakkı, rehin, sükna hakkı, sınırlı ayni haklar, bunların
içinde en önemlisi intifa hakkı, bütün bunlar Roma Hukukundan gelen kurumlar.
Yine benim son olarak yazdığım profesörlük başvuru kitabım, tezim, istinaf
konusu, ki son yıllarda çok gündemde olan konu. İstinaf da Roma hukukundan gelen
bir konudur, Roma hukuku kaynaklı kurumlardır. Yine usul hukukumuzda iddianame,
müdafaanın genişletilmesi yasağı, çağdaş hukukta yer almış bütün usul kuralları
Roma hukuku kaynaklıdır.
Son olarak şunu söylüyorum: Bu, günümüzde kullanılmayan bir kurum, ama
geçenlerde İzmir’de doçent olan bir arkadaşımızın da kitabı, doçentlik tezi budur;
“İnfamia” yani “Şerefsizlik.” Romalılar, belli konularda, ki biraz önce bahsettiğim ki
görev yapan magistra ve censor’lar, listelere karşılarına çarpı koyuyorlar, “Bu adam
ya da bu kadın şerefsizdir” diye. Ne oluyor şerefsizliğin sonuçları? Her şeyden önce
toplum içindeki saygınlığını yitiriyor. Bu duruma düşen kişi, kamu ve özel hukuk
alanındaki hakları kısıtlanıyor, seçme seçilme hakları ellerinden alınıyor, kamu
hizmetlerinden yoksun bırakılıyorlar; davalarda taraf olamıyorlar, tanık olamıyorlar,
başkalarını temsil edemiyorlar, en kötüsü de herkes bu insanlarla ilişkilerini kesiyor.
Kimdir bunlar? Mesela, borcuna sadık olmayanlar, askerlik görevinden kaçanlar,
devlete karşı hareketlerde bulunanlar, iki kadınla aynı anda birliktelik yürütenler gibi.
Bir kitap yazılmış bu konuda; çok fazla kusur, suç işleyen, şerefsiz olarak ilan
ediliyorlar. Günümüzü düşünecek olursanız, böyle bir hukuki kurum günümüze
gelmiş olsaydı iyi olur muydu, kötü olur muydu, bir de kimler ne olurdu, onları da
sizlerin takdirine sunuyorum.
Uzattıysam özür diliyorum, tekrar konuşmamın sonunda sevgili arkadaşım
Av. Argun Bozkurt’a, Ankara Barosu Sayın Başkanı Vedat Ahsen Coşar ve Yönetim
Kuruluna, Değerli Oturum Başkanına, siz değerli dinleyicilere çok teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Biz de Nadi Hocama çok teşekkür ediyoruz. Roma
Hukukunun aslında belki hiç düşünmediğimiz kamu hukuku boyutunu, devlet hukuku
boyutunu biraz daha anlamamıza yardımcı oldu ve tarihin gerçekten tekerrürden
ibaret olduğunu, bütün iktidarların da aynı yöntemleri kullanarak belki iktidarda
kaldıklarını gördük.
28
Ömer Hocam demişti ki, “Roma bir dünya devleti olmayı hem hukukla başardı
hem de gittiği her yerde görkemli yapılar kurarak başardı. Çok önemsedi hukuku,
gerçekleştirdiği yapılar da herhalde onun kadar muhteşem ve büyüleyiciydi.”
Serdar Hakan Öztaner, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
Arkeoloji Bölümünde. Bize adaletin ve ticaretin gerçekleştiği mekânlar olarak Roma
bazilikalarını asıl olarak, ama bu yapıları bu yapıları anlatacak bize.
Buyurun.
SERDAR HAKAN ÖZTANER (Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi Arkeoloji Bölümü)- Çok teşekkür ediyorum. Bu güzel panelde yer alıyor
olmak bizler için büyük mutluluk. Bu vesileyle Ankara Barosuna ve siz değerli
üyelerine teşekkür ediyorum. 5 Nisan Avukatlar Gününüzü kutluyorum bir arkeolog
olarak.
Değerli dinleyiciler; benden önceki konuşmalarda hocalarımız çok değerli
bilgiler verdiler. Roma hukuku üzerine, Roma’nın tarihsel, siyasi, sosyal hayatına
dair. Benim sizlere burada anlatacağım, arkeolojik yönden bu yapılar nasıldı, içini
birazcık doldurmaya çalışacağım; konuştuğumuz bu siyasi, sosyal yaşantıda
nerelerde geçiyordu? Tabii bazilikalar sadece adaletle ilgili değil, yukarıda da
gördüğünüz üzere adaletin ve ticaretin görüşüldüğü, uygulandığı, yapıldığı mekânlar.
Bunları anlatırken tabii biraz epigrafik kaynaklara da değinmeye çalışacağım.
Bazilikalar deyince, günümüzde bazilikadan anladığımız kiliseler. Hıristiyanlık
döneminde çok sevilerek kullanıldığından dolayı bu yapı, plan tipi, kiliseler olarak
karşımıza çıkıyor. Ancak, bazilikaların orijinine bakarsak, esasta ne olduğuna;
Grekçe “Krala ait” anlamına geliyor. “Bazilike”, “bazilikos” sıfatından Latince’ye
geçiyor ve bazilika ismini alıyor. Roma mimarisinin üretmiş olduğu bir yapı tipi
bazilikalar.
İlk örneklerine bakacak olursak, karşımıza Yunan dünyasına gittiğimizde,
Bazileus Stoa, yani “Krala ait” anlamına gelen, “Krali Stoa” ya da “Arhon Bazileus.”
Atina agorasının kuzeybatı köşesinde, Panataneik yolun yakınında, yaklaşık Milattan
önce 525 tarihlerinde inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. Bu “Stoa Bazileus”, “Krali
Stoa”, kentin dini ve kanuni işlerinden sorumlu yöneticisi olan Arhon’un makamı olup,
dini konularda suç işleyenlere para cezasının verildiği bir yerdi. Ayrıca, kentin
yasalarının bulunduğu bir yapıdır. Altta rekonstrüksiyon ve restitüsyon çizimini
29
görüyoruz. Bununla birlikte, yapının doğusunda geniş, dikdörtgen formlu, yaklaşık 3
metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde yemin taşı yer almaktadır. Burada meclis
üyeleri şehrin kanunlarını koruyacaklarına dair yemin etmekteydiler. Yapının önünde
ise, yapının işlevini de yansıtan, demin oyununda da geçen kanunu, kuralı, evrensel
ve
değişmez
Tanrısal
dua
yasasını
simgeleyen
Tanrıça
Temis’in
heykeli
bulunuyordu.
Roma’ya geçtiğimiz zaman, bu çok sevilen ve yayılmaya başlayan krali stoa,
Bazileus sıfatının Roma’da ilk karşımıza çıktığı yer olarak ve Roma’nın ilk bazilikası
olarak “Atrium Regium Bazilika” olarak karşımıza çıkmakta, yani “Krali Avlu Bazilika.”
Milattan önce 273 ve 210 yılları arasındaki bir zamanda “Forum Romanum” da inşa
edilmiş. 210 yılında bir yangın göçürüyor, tekrar inşa ediliyor. Biçim ve fonksiyon
bakımından biraz önce size de gösterdiğim, daha önce Helenistik dönemin kabul ve
ziyafet şölenleri yapılan kraliyet salonlarına, yani “Ole Bazilike”lerine benzemektedir.
Bu benzerlik dolayısıyla kraliyet salonu anlamına gelen Latince “Atrium Regium” ismi
bu yapıya verilmiştir. Başlangıçta yabancı, özellikle de Yunan elçileri için verilen
resepsiyon ve ziyafetler için tasarlanan “Ole Bazilike”nin yapı modeli olarak alındığı
için bu tip yapılar bazilika olarak adlandırılmıştır.
“Forum Romanum”un kuzeybatı kesiminde yer alan “comitium” ve “curia”yı da
içine alan bir gurup bina ve abidenin bir parçası olup, Roma’nın dünya sahnesine ilk
çıktığı sırada Yunanlar ile yapılan diplomatik ilişkiler esnasında bir bütün olarak
kullanılmışlardır. Zaman içerisinde “Bazilika Porcia” “Forum Romanum”da Milattan
önce 184’te kensörlük görevini yürüten Porcius Cato tarafından inşa ediliyor ve adını
da Cato’nun ön isminden “Bazilika Porcia” olarak alıyor. Plutarhos’a göre Cato,
bazilikasını buna ciddi olarak itiraz edilmesine rağmen yapmış, bu itirazların bir kısmı
da yapılan harcamalarla ilgili, kamu fonlarını kullandığı için kızıyorlar. Ama,
günümüzde de, demin Hocamız konuşmasında sık sık bağlantı yaptı, arkeoloji böyle
bir şey hakikaten, hâlâ politikacıların idare sahiplerinin isimlerini verdiklerini
görüyoruz.
Bu itirazlara bir diğer faktör de, hiç şüphesiz Cato’nun Forum’daki bir binaya
kendi ismini vermiş olması ve halkın parasını kendini ve ailesini şereflendirmek için
cömertçe kullanmasından dolayıdır. Roma’nın Yunan dünyasındaki politik yeri ve
Roma’yı ziyaret eden Yunan elçilerinin sayısı büyük ölçüde artmaktadır. Daha geniş
30
bir bazilika gerekiyordu. “Bazilika Porcia” Cato’nun bulduğu ve uyguladığı bir
çözümdü. Sayılar artıyor, bir davet ve şölen yeriyken, bazilikaların bir diğer işlevi de
yavaş yavaş oluşmaya başlıyordu. “Bazilika Porcia”nın aşağı kısmında, Porcia’nın
yapımını takiben “Bazilika Emilia” Milattan önce 179’da inşa edilmiştir. Yine burada
isimlerini gördüğünüz Emilius Lepidus tarafından ve Fulvius Nobilior tarafından,
kensörler tarafından yaptırılıyor.
“Bazilika Emilia”nın bulunduğu mahalde “Forum Romanum”daki “Atrium
Regium”un olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, “Bazilika Emilia”, “Atrium Regium”un
üzerine inşa edilmiş olmalıdır. Demin sözünü ettiğimiz “Atrium Regium”un üzerine bu
alanda “Bazilika Emilia”nın inşa edilmiş olduğunu; bakın “Bazilika Porcia” burada,
“curia”, “comitium”, konuşma kürsüsünün yer aldığı “prostra” ve yavaş yavaş birazdan
sözünü edeceğimiz forum kavramı oluşmaya başlıyor.
Bazilika tipi genişletiliyor, ilerletiliyor, daha ince, uzun bir form halini aldı
görüyorsunuz. Milattan önce 169’da Forum’un karşı güney tarafında “Bazilika
Sempronia”yı görüyorsunuz ve o da kullanılmaya başlanıyor. Uzatılmış bazilika formu
ki, bu form Hıristiyanlık dönemine kadar devam edecek, bazilikalar için normal bir
özellik haline gelmektedir. 160’lardan itibaren Forum’un görüntüsü, atriumlu evlerle
çevrili eski italik biçiminden sütunlarla çevrili Yunan agoralarına benzeyen şekle
dönüşmüştür. Bu kısımdaki atriumlu evler yıkılmış, üzerlerine bazilikalar inşa
edilmiştir. Forum, hani bilmeyenler için tekrarlarsak, antik Roma kentlerinde pazar
yeri, aynı zamanda resmi ve dinsel yapıların yer aldığı alan olup antik Yunan
kentlerindeki agoranın karşılığıdır. Roma
forumları kentin çekirdeğini teşkil
etmektedirler. Roma siyasi, sosyal hayatında çok önemli bir rol oynayan Forum’da
“curia”, “comitium” gibi meclisler, toplantı yerleri, tapınaklar, bazilikalar, stoalar,
konuşmacı kürsüleri yer almaktadır.
Burada “Bazilika Emilia”nın bir cephe çizimini görüyorsunuz ve “Bazilika
Emilia”ya ait günümüze kalan mimari elemanlar ve burada da sikkeler üzerinde
Emilia’nın tasvirleri, iki katlı, ince uzun bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Milattan önce
54’te Kayzer tarafından başlatılan ve Augustus tarafından tamamlanan projeyle
“Bazilika Julia”, “Bazilika Sempronia”nın yerine daha geniş, daha büyük olarak inşa
edilmiştir.
31
Burada hemen genç Pilinius”a sözü vermek istiyorum. Sempronius Rufus’a
yazdığı, yaklaşık Milattan sonra 105 yıllarına tarihlenebilecek mektupta, bu yeni inşa
edilmiş olan Bazilika Julia” ile ilgili olarak şunlardan bahsediyor: “Gelecek celse
sırasında kime cevap vermek zorunda kalacağımı öğrenmek için Julia Bazilikasına
indim. Yargıçlar oturuyorlardı, sorularıyla sıkıştıran decenvir’ler yerlerindeydiler,
avukatlar da orada bulunuyorlardı. Sessizlik sürüyordu. Sonunda praetor tarafından
biri geldi. Yüzler jürisi başından savmış, celse ertelenmişti. Bu durumdan memnun
oldum, çünkü kendimi yeterince hazır hissetmiyordum” diyor.
Roma döneminde bazilikalarda bu Pilinius’un mektubuyla birlikte tribunalin,
mahkemelerin
yer
aldığını
anlıyoruz.
Şöyle
bir
saptama
yaparsak
yanlış
olmayacaktır: Roma döneminde kentlerin en merkezi yerlerinde Forum’a bitişik olarak
inşa edilen adli, ticari ve idari mahkemelerin yanı sıra, ticaretin yapılmakta olduğu,
sarrafların ve bazı tüccarların birtakım izinlerle tezgâh açabildiği, gezenlerin, davaya
gelenlerin, güneşten veya kötü hava şartlarından korunduğu kapalı mekânlar olan
bazilikalar, sivil yapılar içerisinde kesin bir teorik tanıma ve bu tanıma uyan çok
sayıda arkeolojik kanıta sahip Romalıların ortak hayat tarzlarını temsil eden yapı
tiplerinden biridir.
Tabii biz bazilikalarla ilgili bilgilerin en değerlilerini Vitruvius’tan alıyoruz.
Vitruvius Milattan önce 1. Yüzyılda yaşamış Romalı mimar, mühendis, “Mimarlık
Üzerine 10 Kitap” adlı eseri yazmış. Ne diyor Vitruvius, Beşinci Kitabında ne diyor?
“Forum’un büyüklüğü kent nüfusuyla uyum içinde, ne faydalı olamayacak kadar
küçük olmalı, ne de nüfus azlığından boş bir çölü andırmalıdır. Bazilikalar, Forum’a
bitişik bir arazide ve kışın iş adamlarının soğuktan etkilenmemeleri için mümkün olan
en sıcak yerinde inşa edilmelidirler. Genişlikleri, arazi doğal olarak buna
engellemediği ve farklı bir düzenleme gerekmediği zaman uzunlukların üçte birinden
az, yarısından da fazla olmamalıdır.”
Burada sağda Pompei’deki bazilikayı ve forumu görüyoruz, tapınağıyla ve
diğer demin saydığımız unsurlarıyla. Vitruvius’la devam ediyoruz. Kendisi Roma
mimarlığı, mühendisliği üzerine pek çok bilgi verdiği kitabında yegane yapmış olduğu,
inşa ettiği yapı, Fano’daki bazilikası. Dolayısıyla da, kendi yapısını övüyor. Milattan
önce 1. Yüzyılın ikinci yarısına tarihleniyor Fano Bazilikası. Şu şekilde söylüyor
Vitruvius: “En soylu ve güzel bazilikalar, kendi yaptığım ve yapımını yönettiğim
32
Fano’daki bazilikanın biçemi uygulanarak da gerçekleştirilebilir.” Şuradan bahsediyor,
yarım daire diye, tribunalin bulunduğu u yeri tarif ediyor. “Yarım dairenin açık tarafı
cephe boyunca 46 ayaktır, derinliği ise yargıçların önünde duranların bazilikadaki iş
adamlarını rahatsız etmemeleri için 15 ayaktır.” Biraz daha içeri çektiğinden
bahsediyor Vitruvius. Burada değişik restitüsyon önerileri var tribunal için. Demek ki
bazilikalar, hem ticaretin, tüccarların gelip gittiği bir kapalı çarşı gibi, hem de
trubinal’in yer aldığı bir mekân olarak anlaşılıyor.
Yine Vitruvius’un bize planını çizdiği, anlatımlarından ortaya çıkan bir bazilika,
bakın Forum burada basamaklarına çıkılıyor ve sütunların ayırdığı 3 neften oluşuyor.
Orta, geniş nef, halkın toplandığı, tüccarların bulunduğu kısım. Birazdan yine sözünü
edeceğim, bu üst galeri katları da yine mevcut.
Roma tabii bir öncü örnek, hemen çevresine de bunu bir politika olarak
yayıyor. “Atrium Regium”a biçim ve fonksiyon bakımından çok benzeyen, “Bazilika
Porcia”nın takipçisi olarak Milattan önce 120’lere tarihlenen Koza’daki bazilikayı
görmekteyiz. Roma koloni kenti olarak Milattan önce 273’te kurulan Koza’nın
formunda inşa edilmiş olan bazilikanın “comitium” ve “curia” ile birlikte bir gurup
olarak inşa edildiğini görüyoruz. Bunlar beraber yapı kompleksini oluşturuyorlar. Peki,
bu Koza’daki bazilikanın tribunali nerede derseniz; o da şu kısımda.
Pompei Bazilikası Milattan önce 120’lere tarihleniyor. Demin de söylediğimiz
gibi, hemen Forum’un kenarında, Forum’a dik olarak bağlanıyor.
Pompei
Bazilikasının tribunaliyse yine bu kısımda. Şu anda en çok anlaşılan, üzerinde onay
verilen restitüsyon çizimi Pompei Bazilikasının. Arkada gördüğümüz yine tribunalin,
mahkemenin bulunduğu yer.
Yine Roma’ya dönersek, “Bazilika Ulpia” Roma Trajan Forumunda Milattan
sonra 2. Yüzyılın başı, Roma’nın anıtsallığını, demin Ömer Hocamın çok güzel
anlattığı, Roma ruhunu yansıtan bir yapı kompleksini görüyoruz. Trajan Forumu,
“Bazilika Ulpia” ve Tanrılaştırılmış Trajan’a ait tapınak. Tabii bu arada kütüphaneler
de
yer
almakta.
Uçlarda
yine
apsisleri
görüyoruz,
olasılıkla
tribunal’lere,
mahkemelere hizmet ediyorlardı.
Roma İmparatorluğunun sınırlarını göstermek açısından bu diayı koydum.
Roma’da bunlar yaşanırken, bazilikalar ve İtalya’da bunlar yaşanırken, tabii ki
gücünü, demin hakikaten Ömer Hocamızın çok güzel bir şekilde anlattığı gibi,
33
gücünü, otoritesini yansıtmak üzere birtakım yapı tipleri var. Bu yapı tipleri, forumlar
ve bazilikalar olarak karşımıza çıkıyor. Kendi politikasını eyaletlere bu yapı tipleriyle
iletiyor. Zaten Anadolu, Yunanistan antik dönemde agoradan uzak değil, ama bunlar
mevcut Helenistik denilen agoralarını forumlara çevrilerek ve etraflarına bazilikalar
inşa edilerek Romalılaştırıldığını görmekteyiz.
Öncelikle eyaletlerde, çoğunda bu bazilikalar yer almakta, hatta bu bazilika
tipinin Batılı bir tip olduğu, doğuda, Anadolu’da olmadığı söyleniyordu. Ama, son
yapılan araştırmalarla hakikaten şu anda Anadolu’daki bazilika sayısı Batıyı
yakalamış durumda. Kazılar devam ettikçe de bu ilerleyecek, sayısı artacak. Önce
Kuzey Afrika’da, mesela Kartaca’daki Kartaca Bazilikasını görüyorsunuz. Lepsis
Magna’daki bazilika; kente limandan geldiğinizde sütunlu caddeden ilerliyorsunuz,
Roma’nın ihtişamı, mimarisi, şurada Lepsis Magna Bazilikası ve Forumunu
görüyorsunuz, kentin en önemli yerinde Roma’nın gücünü, otoritesini gösterir şekilde.
Lepsis Magna’daki bazilikanın planını burada gösteriyorum, apsislere ve etrafındaki
merdivenlerine dikkat ederseniz, ikinci kata, galeri katına çıkışı sağlıyor, burada
tribunalin toplandığını düşünmemiz gerekiyor ve bir cephe kesitinde yine tribunal,
olasılıkla bu apsisin içinde yer alıyordu.
Anadolu örneklerine bakarsak, tabii Anadolu, köklü Helenistik önem kültürüyle
zaten çoktan yapılaşmış. Efes’te Devlet Agorasının kuzeyinde stoa şeklinde, demin
sözü edildi; forumların, agoraların çevresinde üstleri kapalı, insanları doğa
şartlarından koruyan stoalar. Bu stoaların bazilikaya çevrildiğini görüyoruz.
Dolayısıyla “Stoa Bazilike” diyoruz biz bunlara, Augustus dönemi, 26-27 tarihlerine
tarihlenmekte, çünkü yazıtı var; “stoa bazilike” Efes Artemis’ine ve İmparator Kayzer
diye devam ediyor yazıt. Onun tribunali ise hemen bu kenarda, stoanın bir ucunda
yer alıyor.
Bir başka “Stoa Bazilike, Denizli Pamukkale Hierapolis’te karşımıza çıkıyor.
Yine forumun bir kenarındaki stoanın bazilikaya çevrilmiş olduğunu görüyoruz,
Milattan sonra 2. Yüzyıl ve işte o bazilikanın Roma’nın mimari öğelerinin ihtişamını da
burada bir sütun başlığında boğalara saldırmış aslanlar şeklinde veya bir sfenks
şeklinde şurada giriş kapısının restitüsyonunda görmekteyiz.
Bir diğer “Stoa Bazilike”, İzmir’de, Agora’da. Burada hava fotoğrafında agorayı
görüyoruz. Güzel bir haber de vereyim: Bu kısımlar belediyece istimlak edildi,
34
kaldırıldı, yıkılıyor ve kazılar bu alanlarda da başladı, çok yeni, güzel buluntulara da
gebe İzmir Agorası. Şu kısımda bulunuyor “stoa bazilike”miz, şurada da
görüyorsunuz, restitüsyon çizimi. Tribunali yine bir ucunda yer alıyor. Ticaret ve adli
işler beraber yürüyor. Üç boyutlu modelde de yine bazilikanın içini görüyoruz. Orta
nef, yan nefler; orta nef de iki kat yüksekliğinde, oldukça görkemli, özündeki krali
özellikleri de yansıtacak şekilde, Roma’yı yansıtacak şekilde anıtsal yapı.
Günümüzde gittiğiniz zaman göreceğiniz ise, sütunlar ve “cripto portico” dediğimiz
altyapısı mevcut.
Afrodisias’ta bir bazilikamız var, Aydın Geyre. Bakın, iki büyük formunu
görüyoruz ve bu foruma dik olarak bağlanmış Afrodisias Bazilikası, şu kısımda
planını görüyoruz. Bunun da tribunali yine neflerin bitimindeki alanda yer almakta.
Bir diğer ve son yapımız Aydın-Ortaklar’daki Magnezya antik kentinde, Efes’e
çok yakın. Kent planını görüyorsunuz Helenistik dönemde çok önemli bir kent.
Artemis Tapınağı, Agorası ve Helenistik agoraya nasıl Roma döneminde Milattan
sonra 2. Yüzyılın ikinci yarısında bazilikanın eklendiğini biz Magnezya’da çok güzel
takip edebiliyoruz. Sözünü ettiğimiz tüm unsurları da kapsıyor, Romalılaşmanın
gereklerinden biri. Bazilikanın kazısı sonrasına ve birtakım restorasyon çalışması
sonrasında görüntüsü; şurada plandan daha net takip edebilirsiniz. Apsisin
bulunduğu alanda tribunal var, önündeki kısımda genişliyor bu. 20 sütunla agoraya,
foruma kadar ulaşıyor ve batı kısmından forumla bağlantısı var. Daha detaylı
bakarsak, tribunal’in toplandığı kısım, şu kapılardan geçerek bir koridorla ortadaki
tribunal’e, apsise ulaşıyoruz ve önünün bu şekilde genişletilmiş büyük bir alan
sağlandığını görüyoruz. Her iki yanda dikkat ederseniz, merdiven kovaları mevcut.
Bunlar da yapının bir üst katına işaret ediyor. Öncelikle apsise, tribunal’e geçişi
göstermek istiyorum, işte bu koridorlarla iki taraflı, simetrik iki koridorla geçilmekte ve
üst kat için, galeri katı için buradaki gördüğünüz kalıntıları günümüze kadar
korunagelen merdivenlerle çıkılmakta. Merdivenlerle çıktıktan sonra yapının iki uzun
kenarında bu galeri katlarına ulaşılmakta.
Bazilikalar için bu galeri katları, belki de balkonlar diyebileceğim kısımlar çok
önemli. Yine genç Pilinius’un mektuplarında bulabiliyoruz; genç Pilinius, Romanus’a
yazdığı mektubunda, tribunal’i daha iyi görebilmek ve konuşmaları daha iyi duymak
35
için, kadınların, erkeklerin birbirlerini iterek bazilikanın üst galeri katından aşağıya
doğru sarktıklarından bahsediyor. Aşağıda heyecanlı bir mahkeme olsa gerek.
Buradan da söz konusu yapının benim gerçekleştirmiş olduğum restitüsyon
çizimini sizlerle paylaşarak sözlerime son vermek istiyorum. Tribunal’in bulunduğu
kısım, apsisin kesitini görüyoruz, oldukça geniş sayılabilecek bir alan, tipik bazilika
planı, gösterişli, görkemli, anıtsal mimarisiyle Roma’nın bütün özelliklerini yansıtıyor
ve demin de sözünü ettiğimiz galeri katları, balkonlar bu kısımlarda yer almakta.
Hepinize çok çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
OTURUM BAŞKANI- Biz de Sayın Serdar Hocama teşekkür ediyoruz. Roma
döneminin adaletinin gerçekleştiği mekanları da görmüş olduk. En azından şunu
biliyoruz ki, onlarda da yargılamanın aleniliği herhalde önemli bir ilkeydi, halkın
görmesine izin veriliyordu. Her alanda var mıydı, bütün kamu hukukuna ilişkin
yargılamalarda var mıydı bilmiyoruz, ama özellikle ticaret hukukuna ilişkin
yargılamaların aleni olduğunu öğrenmiş olduk.
Eğer sorularınız ve katkılarınız varsa isim belirterek kısa biçimde sorarsanız
alabiliriz. Buyurun.
BAŞAK ALTIN- Mozaik Sanatıyla uğraşıyorum. Sorum Serdar Beye olacak.
Aslında hukukla belki pek direkt ilgili değil, ama İskenderiye Kütüphanesinin
yıkılışıyla ilgili bir soru sormak istiyorum, çünkü az önce Ömer Hoca Romalıların
kendi
kültürlerinin
yayılmasına
çok
önem
verdiğini
söyledi.
İskenderiye
Kütüphanesinin yıkılışıyla ilgili sizin yaklaşımınız nedir?
Teşekkür ederim.
SERDAR HAKAN ÖZTANER- İskenderiye’de çalışmadım, ama genel bilgi
olarak şunu söyleyeceğim: Antik dönemi çok önemli, değerli bir kütüphanesi.
Deprem olabileceği büyük bir ihtimal, zaten bizim bu coğrafyada, Anadolu’da,
Afrika’da olsun, pek çok şey depremle, tabii ki bunun dışında Paganizmin sonunda
Hıristiyanlar tarafından da pek çok şeyin yakılıp yıkıldığını biliyoruz. Bu konuda,
Fransızların güzel sualtı fotoğrafları var. İlgi duyuyorsanız, sular altındaki İskenderiye
üzerine detaylı bilgileri bulabilirsiniz.
Mozaikle ilgileniyorum dediniz. Zeugma, bizim Güney Anadolu Bölgesi
topraklarımız içerisinde çok önemli bir mozaik kenti, aynı zamanda Antakya yine çok
36
önemli bir mozaik kenti, buralarda da çalışmalar yapmanızı, yapıyorsanız devam
etmenizi diliyorum.
Av. ARGUN BOZKURT- Ben bir şey ekleyebilir miyim? Başak Hanım
müzemize Justinyanus mozaiğini kazandırdı. Arzu eden olursa panelden sonra
müzemizi de gezebiliriz.
CEMİL KOYUNCU- Benim sorum Argun Beye olacaktı. Madem Yunan
hukukundan bahsedildi, Sokrates ölüme mahkûm edildi, çok vatansever bir insandı,
yani kimseye bir zararı olmadığı halde ölüme mahkûm edilmişti ve bu o dönem için
travmaydı herhalde. Bu hukuk sistemini sorgulamak açısından, yani ne olmuştu da
ölüme mahkûm edildi ve daha sonra bu hukuk sistemi nasıl değişti?
Av. ARGUN BOZKURT- Kısaca cevaplamaya çalışacağım. Sokrat davası,
dünya klasiklerine geçmiş bir dava. Türkiye’de bir dönem 141-142 neyse,
Hıristiyanlığın olduğu dönemde tek Tanrıya veya İncil’e karşı gelmek veya İslami
dönemde Kur’an-ı Kerim’e karşı gelmek neyse, Sokrat da o dönemde bunlara benzer
şeyler yaptı. Devletin tanrılarıyla alay etmek, ahlaksız yaşantı sürmek, gençleri
yoldan çıkarmak gibi fikir özgürlüğü aleyhine birtakım komplolarla mahkûm edildi.
Ama, Sokrat “Kopuş Savunması” adında bir savunma armağan etmiştir ve kopuş
savunmasını örneğin, siyasi suçlular kullanır, der ki, “Evet, ben bu düzenin
değişmesini istiyorum, inkâr etmiyorum, ama bu düzen zaten değişmelidir, nedenleri
de şudur.”
Sokrat, yani direkt “Ben masumum, beni yanlış yere suçluyorsunuz” şeklinde
bir savunma yapmayarak çok onurlu bir savunma yapmıştır. Demiştir ki, “Siz beni
bunlarla suçluyorsunuz, ama zaten bu işin altına baktığınızda, karıştırdığınızda,
derinlerine indiğinizde, sizin sarsılmaz dediğiniz şeyler, çürük şeyler.” Sokrat, bu
kopuş savunmasını dediğim gibi günümüze armağan etmiş çok değerli bir bilim ve
filozoftur.
Oylama yapıldı, kendisine bazı olanaklar sunuldu. Belki daha farklı bir
savunma yapsaydı beraat de edebilirdi, beraatın kenarlarından döndü. Hatta “Bu
cezayı çekme, seni uzaklaştıralım, af dile, ölüm cezanı kaldıralım” denildi, fakat
kendisi kabul etmedi, baldıran zehrini içerek öldü.
37
Prof. Dr. ÖMER ÇAPAR- Ben burada bir katkıda bulunabilir miyim? Yanlış
anlamamak lazım, yani resmi belgelerde anlatılanlarla biz Atina toplumunda
bildiklerimiz farklı farklı şeyler.
Olay sanıldığı gibi sadece, yani nedeni olarak bildirilen bir dinsel olay falan
değil. O işin şekli olayıdır, zarfıdır, o zarfın içini açtığınız zaman farklı bir mektupla
karşılaşırsınız. Mektubun da özü şudur: Atina toplumu her ne kadar biçimsel anlamda
demokratik diye, yani herkesin birbiriyle eşit haklar üzerinde birleştiği şeklinde yazılı
olarak kendini ortaya koymuşsa da, uygulamada çok farklı kesimleri içinde barındırır.
Atina toplum kesimi, İsa’dan önce 5. Yüzyılda özellikle farklı farklı nitelikler taşıyan
amaçlar peşinde, hedefler peşinde toplum kesimlerinin karışıp kaynaşmasıyla
oluşmuştur.
Şunu demek istiyorum, resmi neden dinsel olduğu için: Dinin iki boyutu vardır.
Biri; rasyonel ve mantıklıdır. Diğeri ise, mantığın dışındaki bir görüntüyü ortaya koyar,
yani bazı insanlar sadece kalbiyle inanır, bazı insanlar aklıyla inanır. Toplumun alt
kesimleri, ki bu Atina için de söz konusudur, kalbiyle inanır, tartışmadan inanır. Fakat,
aydın kesimler vardır, bunda yöneticiler de vardır, devleti yönetenler de vardır,
örneğin peritler, hepimizin bildiği siyasi yönetici, diğer feylesoflar da vardır, bunlar ise
akılcı bir şekilde anlamayı istiyorlar. Bu söylenmeyen, ama varlığını bildiğimiz,
belgelerle bildiğimiz kesimler bunlar. Kabul edelim ki yöneticiler tabanın sesine önem
verirler, yani kendilerine oy verenlere çok önem verirler.
Alt kesim, hani Osmanlının terimiyle söyleyeyim; avam dediğimiz o kesim,
dediğimiz o kesim, öyle anlaşılıyor ki fazla mantıksal değil. Yani Atina toplumu,
demokrasisi falan, çok hurafeler var, batıl inançlar var, tartışma götürmez bu noktada.
Sokrates, yani kendisinden kalan bir şey yok, ama talebesi Platon’un bize dolaylı da
olsa yansıttığı kadarıyla sanıldığı kadar dine karşı değildir, dini farklı bir platformda,
boyutta anlamaya çalışmaktadır. Açıkça söyleyelim, adını koyalım: Materyal
anlamaya çalışmaktadır, maddeyi anlamaya çalışmaktadır, rasyonel olarak anlamaya
çalışmaktadır, yani evrenin maddi yüzüyle anlamaya çalışmaktadır; makrokozmozun
maddi yüzüyle, yıldızlarıyla, Güneş’iyle, Ay’ıyla, yeryüzündeki görüntülerle, materyal
dediğim bu, bununla anlamaya çalışıyor. Bir düzenleyici varlık aklı bununla
somutlaştırmaya çalışıyor. Bunda da çok fazla kişisel davranmıyor bence, çünkü
biliyor ki insanlar dini en güzel şekilde maddi yönüyle anlarlar. Hele hele alt kesimler
38
tamamen maddi yönüyle anlarlar dini. Nedir o maddi yüzü? Kurbanlar, dualar,
birtakım ibadetler; bunlar hep dinin maddi unsurlarıdır.
Tabii toplum sadece bu kesimlerden oluşmuyor, bunun dışında daha
mantıksal olan kesimler var. Sokrates’i bu şekilde hak etmediği bir biçimde,
kendisinin de düşünmediği bir biçimde, böyle sudan bir nedenle, “Efendim,
geleneklerimizi bozuyor” falan… Hayır efendim, şunu söylüyor Sokrates: “İnsanoğlu,
sen büyük bir kuvvetsin, bir mikrokozmozsun, küçük yaratıcısın sen. Bir büyük akıl
var, bir de küçük akıl var, sen küçük aklı temsil ediyorsun. Keşifler, icatlar yapıyorsun,
bu senin yaratıcı yönün, buna uygun davran. Her ne yaşıyorsan bunu çok önemse,
akıl yönünü çok önemse, bu seni sen yapan unsurdur.” Bunu söylemeye çalışıyor.
Aradaki dinsel motif, tamamen dediğim gibi, yukarıdakilerin getirdiği kılıf
diyelim affedersiniz, yani işin kılıf yanıdır. En hassas yerinden vurmak denilir buna
biraz, kaçamak oynamak denilir; yok öyle bir şey. Yani İyonya filozoflarından
başlamak üzere büyük felsefe akımı dediğimiz, yani Platon, Aristo’yla başlayan
büyük felsefe şeyinden evvelki, Platon’dan beri başlayan amaç odur: “Evreni
düzenleyen bir maddi güç vardır.” Buna değişik adlar verirler, çok farklı adlar verirler
ve herkes bir şekilde çok affedersiniz, onlar da beni affetsinler, hepsi öldü gittiler,
körlerin fili bir şekilde tanımlaması gibi. Tanımlamaya çalışıyor bunlar; kimi ateş diyor,
kimi su diyor, kimi hava diyor falan, yani maddeye indirgeme, materyalist dediğim o
anlamda. Çünkü, insanoğlu, ancak dünyasını 5 duyuyla algılar.
Onun için, o 5 duyuyla varılanlar bir gerçek ifade ederler. Bunu kalkıp da çok
sudan bir neden olarak getirip Sokrates’e vermenin gerçekten doğruluğu ve mantığı
yoktur. Gerçek neden çok farklı, ekonomik bir gerçek neden, sosyaldir, hatta
siyasaldır, ama hiç dinsel değildir, en az olan şey dinsel gerekçedir. Toplumun
içerisindeki
aktörler
çok
önemlidir,
yani
Sokrates’e
yaklaşımda,
onun
mahkûmiyetindeki yaklaşımda toplum içerisindeki aktörlere iyi bakmak lazım. Ben bir
tarihçi olarak öyle görüyorum, yani dinsel neden bahane, eften püften bir neden.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Bugün bizim her zaman uğraştığımız hukukun dışında
başka bir konuya değindik. Bizim için hoş bir tarihe yolculuk oldu. Değerli
hocalarımıza ve siz değerli katılımcılara çok teşekkür ediyorum.
39
Talay Beyi de konuşmacılarımıza ödüllerini vermek üzere buraya davet
ediyorum.
Buyurun.
(Konuşmacılara ödülleri takdim edildi)
----&----
Download