CAMİLERİN DİNİ HAYATIMIZDAKİ YERİ

advertisement
İBADET VE CAMİLER
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
İbadet etmesi için yaratılan (51/56), ilâhî emaneti yüklenen
(33/72), daha dünyaya teşrif etmeden Allah’ın Rab oluşunu kabul
eden (7/172) insan; akıl (5/100) ve vicdan (91/7) ile mücehhez kılınmış,
din konusunda kendisine rehberlik etmesi için peygamber ve
kitaplar gönderilmiştir.
“Din”, insanlık tarihi ile başlar. Adem peygamberden itibaren
vardır. Bu sebeple tarihin hiçbir devrinde dinden habersiz bir
topluluğa rastlanılmamıştır. Nerede insan varsa orada hak veya
batıl bir din var olmuştur.
İnsanın; yeme, içme, giyinme ve barınma gibii biyolojik
ihtiyaçlar doğuştan olduğu gibi “inanma ve tapınma” ihtiyacı da
doğuştandır. Bu gerçek Kur'an'da şöyle ifade edilmektedir:
“Yüzünü Allah’ı birleyen olarak (hanîf) Dine, Allah’ın Dinine
çevir ki Allah insanları o din üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında
değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu
bilmez.” (30/30)
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye
Rabb’in Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini
çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabb’iniz
değil miyim? Onlar da evet buna şahit olduk (Rabb’imizsin) dediler.”
(7/172)
Peygamberimiz (s.a.s), “Her doğan çocuk (İslam) fıtratı üzerine
doğar” buyurmuştur.1
Bu ayet ve hadis; “insan doğuştan dinsiz, kâfir, fasık ve âsi
olmadığını, tevhîd dinini kabule hazır ve kabiliyetli olduğunu" ifade
etmektedir.
1
Müslim, Kader, 23; Tirmizî, Kader, 5.
İnsanın yaratılışında var olan bu “kabiliyet” insan büyüdükçe
gelişir. Belli bir yaşa gelince Yaratan’ını bilir, bulur ve tanır, ilahi
teklifleri anlar. Doğuştan gözleri ve kulakları sağlıklı olan bir
insanın eşyayı görmemesi ve sesleri duymaması nasıl mümkün
değilse harici müdahaleye maruz kalmayan bir insanın da
Yaratanını tanımaması mümkün değildir. Göz ve kulak görmüyor
ve işitmiyorsa onda bir arıza var demektir. Bunun gibi Yaratan’ını
tanımayan, “Tevhîd Dini” kabul etmeyen insanın yaratılışında var
olan bu kabiliyetine “arıza” peydah olmuş demektir.
“Din duygusunun kaynağı”, fıtrattır. Dolayısıyla din duygusu
insanla birlikte doğmuştur. İnsanla birlikte devam edecektir.
Dünyada insan bulundukça din de var olacaktır.
“Din duygusu”, fıtrî olduğu için yeme, içme, giyinme ve
barınma gibi her insanın dine ihtiyacı vardır. İnsan; iyi ve kötü,
sevgi ve şehvet, kin ve nefret... gibi bir çok duygu ile yüklüdür.
İnsan, “nefis (arzu, heva ve heves)” sahibidir. Nefis, daima kötülüğü
emreder (12/53), insana vesvese verir (50/16). İnsanın nefsânî ve
şeytanî duyguları kontrol altında tutabilmesi için dînî/ahlâkî
kurallara ihtiyaç vardır. Bu itibarla Din her türlü ahlâkî faziletlerin
başıdır, dolayısıyla fert ve toplum hayatında dine gerek vardır.
“Din”, “Allah tarafından vaz’ olunmuş ilâhî bir kanundur”.
Amacı; insanlara mutluluk yollarını göstermek, yaratılış gayelerini
ve Allah’a nasıl ibadet edeceklerini bildirmek, kendi arzuları ile dini
kabul eden akıl sahiplerini hayır olan işlere sevk etmektir.2
İnsan, “Fıtrî Dîn” ile “dindar” olma kabiliyetinde yaratılmıştır.
Asla dini terbiye görmemiş, çevrenin ve yetiştiği kültürün tesiri
olmamış “aklı selîm”sahibi bir kimse hayatında “sevki tabi” (iç
güdü) ile kendisini ancak İslam Dini’nin kaidelerine tabi kılar.
İnsan kendisini doğru yoldan çıkaran bir takım telkinlerle sapıklık
vadisine saptırılmazsa vicdanen başka bir inanca meyletmez.
Yaratılışındaki var olan kabiliyet ile Yüce Yaratıcı’yı bilir ve tanır.
Fıtrata fesat karışınca o insan irşada ihtiyacı olur.
2
Ahmed Hamdi Akseki, İslam Dini, s. 7.
Şirk, küfür, nifak ve isyandan salim ve iman üzere yaratıldığı
için ister mü’min, ister kafir ana babadan doğsun buluğa ermeden
ölen her çocuk İslam bilginlerinin çoğunluğunun görüşüne göre
cennete girecektir. Dolayısıyla canlı doğan her çocuğun cenaze
namazı kılınır.
“Din Duygusu”, bir insanın dini konular karşısında
duygulanması ve duyarlı olmasıdır. Bu duygunun gelişmiş şekline
ise “Dini Şuur” denir. “Şuur”; insanın içinden geçen rûhî olaylar
hakkında bilgi edinmesi ve bu rûhî olayların farkına varmasıdır.
“Din duygusunun” gelişmesiyle insan “dindar”, körelmesiyle de
“fasık” (doğru yoldan çıkmış, isyana dalmış insan) olur.
“Din duygusu” yaratılıştan var olduğu için tamamen dinsiz
insan ve dinsiz toplum yoktur. Hak veya batıl doğru veya yanlış her
insanda bir “inanç” vardır. Peygamberimiz (s.a.v.)’in peygamber
olarak gönderildiği Hicaz bölgesinde, Allah’ın birliğine iman eden
İbrahim (a)’ın tevhit dinini benimseyen hanifler, Hıristiyanlar,
Yahudiler ve putperestler vardı.
İnsanlar din duygusu gereği, inanma ve tapınma ihtiyacı
hissettikleri için kimisi tek Allah’a, “Hak Dine”, kimisi de
yaratıklara, batıl dinlere; taşa, puta, ağaca, insana, aya, güneşe,
hayvana, tabiata, ateşe ... vb şeylere inanıp tapmışlardır. Bu, insanın
yaratılışındaki “din duygusunun” varlığının delilidir.
İnsanın doğasında birine sığınma ihtiyacı vardır. Bunun için her
insan, bir tehlike ile karşılaşınca dua eder. İnandığı yüce varlığını
korumasını ve yardımını ister. Bu yüce varlık, gerçekte Allah’tır.
Dolayısıyla din fert ve toplumlar için gereklidir. Nitekim
Mustafa Kemal Atatürk, “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir
milletin devamına imkan yoktur”, “din vardır ve lazımdır” demiştir.3
Yunan ahlakçı ve tarihçisi Plutargue, “Dünyayı dolaşınız
edebiyatsız, kanunsuz ve servetsiz şehirler bulacaksınız fakat
mabetsiz ve mabutsuz şehir bulamayacaksınız” demiştir.4
3
Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, s.8. Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Ankara, ty.
Mabetsiz şehir olmadığı gerçeği ne kadar doğru. Eski ve yeni
bütün şehirlerde mabetler vardır. Bu mabetler, “din duygusunun”
ve “ ibadete olan ihtiyacın” insanda doğuştan vâr olduğunun bir
delilidir.
Mabet, Allah’a karşı kulluk görevini yerine getirmek için
insanların bir araya geldikleri yeri ifade etmektedir. Bu anlamı ile
mabet, tarih boyunca var olmuş ve her toplumda hürmet edilen
mekan hüviyetini korumuştur.
Camiler, genç, ihtiyar, zengin, fakir, tahsilli, tahsilsiz... bütün
mü’minlerin bir araya geldikleri, omuz omuza, gönül gönüle
kaynaştıkları kutsal mekanlardır. Dua ve ibadetlerin Allah’a topluca
arz edildiği, secdelerin birleştiği, üzüntü ve sevinçlerin paylaşıldığı
mübarek yerlerdir. Milli ve dini birliğimizin temel taşı, vatan
bütünlüğümüzün ekmeği ve aşıdır.
Camiler; yalnız kubbesi, sütunu ve duvarlarıyla değil, İmamhatibi, müezzin-kayyımı ve cemaati ile mamurdur.
Camiler; birer mabet olmanın yanında birer okul ve birer
eğitim - öğretim mekanlarıdır.
İbadetin zirvesi olan namaz temiz olan her mekanda
kılınabilmekle birlikte cemaatle kılınması 27 derece daha sevaptır.
(Müslim, Mesacid, 249)
Peygamberimiz (s.a.s); "... Biriniz güzelce abdest alır sırf namaz
kılmak için camiye gelirse camiye varıncaya kadar attığı her adım
için bir sevap verilir ve bir günahı silinir. Camiye girdiği zaman
namaz için beklediği sürece namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır.
Melekler bu kimseye dua edeler: Kimseye eziyet etmediği ve abdestli
olduğu sürece; Allah'ım bu kulunu bağışla, ona merhamet et ve
tevbesini kabul et diye dua ederler." (Ebu Davud, Salat, 49)
Namazların cemaatle ve huzurla kılındığı en iyi mekanlar
camilerdir ve camilerin asıl amaçları da budur.
4
Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, S. 20.
Camiler aynı zamanda birlik ve beraberliğin pekiştiği, kardeşlik
duygularının geliştiği, sevgi ve saygının oluştuğu, intizam ve
nizamın perçinlendiği mekanlardır.
Toplayan bir araya getiren anlamına gelen camilerin, tevazu ile
alnı yere koymak, secde etmek anlamına gelen mescitlerin
imarı,korunması ve yaşatılması müslümanların en tabii görevidir.
Nitekim Tevbe Suresi 18. ayette yüce Allah;
“Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve Ahiret gününe iman eden,
namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah’tan başkasından
korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları
umulanlar bunlardır,”
Peygamberimiz (s.a.v.) de; “Her kim Allah rızası için bir mescit
bina ederse, Allah da ona Cennette onun gibi bir köşk kbina eder.”
(Buharî, I, 116) buyurmuştur.
Yine Peygamberimiz (s.a.s); Camilerin Allah’ın rahmetinin
yeryüzüne ulaşmasına vesile teşkil ettiğini ifade etmiş ve yüce
Allah'ın:
“Ben yeryüzü halkına azap etmeyi murat ettiğimde, mescitleri
inşa, tamir, tanzif ve tenvir edenleri, benim rızam için sevişenleri ve
seher vaktinde istiğfar edenleri görünce onlara azap etmekten
vazgeçerim” dediğini bildirmiştir. (İlahi Hadisler,DİB yayınları, H.No 43.)
Camiler; Allah'a ibadet edilen mekanlar olmanın yanında
mimarların maharetlerini ve hünerlerini sergilediği eserlerdir.
Süleymaniye, Selimiye ve Sultan Ahmet camileri birer sanat
eseri olarak tarihteki yerini almıştır.
Camiler, Müslüman milletlerin iman aşkının ve ibadet
gayretinin sonucudur. Özellikle milletimizin bu konudaki gayreti
takdire şayandır.
Camilerin dini ve sosyal hayatımızdaki bu önemli yerini dikkate
alan Diyanet İşleri Başkanlığı, 1986 yılından itibaren Ekim ayının
ilk haftasının
kararlaştırmıştır.
“Camiler
Haftası"
olarak
kutlanmasını
Camiler; ülkenin Müslüman olduğunu belirten en mühim tapu
senetlerinden biridir. İslam’ın tebliğ ve öğreniminin yapıldığı, bize
bahşedilen manevi hayatın can damarı, ilim ve hürriyetin kapısı, bir
milletin bağımsızlığının simgesidir.
Bu kutsal mekanlardan aldığımız feyiz ve ilhamı hayatımıza
aksettirelim. Hem dünyada, hem de ahirette mutlu olalım ve
Allah’ın rahmetine ulaşalım.
Camiler haftasının yüce dinimize, büyük milletimize ve aziz
vatanımıza hayırlı ve uğurlu olmasını dilerken, hafta için camilerin
bakım ve temizliği konusunda oluşturulacak gönüllü komitelerde
görev alacak aziz vatandaşlarımıza, şükranlarımı sunuyor, hepinizi
saygıyla selamlıyor ve sözlerimi Milli Şairimiz Mehmet Akif
ERSOY'un, İstiklal Marşındaki şu dizeleri ile son veriyorum:
Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli
Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
Download